Şeceretü’l- Kevn-9

 
 
Bundan sonra  Resûlullah (s.a v) efendimiz, Cebrâil’e şöyle dedi:
“Ya Cibril!
Belli ki; Kerîm olan yüce Hakk beni davet eder.
Ama, benimle yapacağı işin ola­cak?”
 
Cibril, bu soruya şöyle Cevap verdi:
 
“Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlayacak..”   (Fetih 48/2)
        
 
Bunun üzerine tekrar sordu
 
“Evet, ama bu benim için..
Ya ehlim ve aya­lim için?..
Çocukların için?
Yâni: Ümmetim için?
Onlar için ne var?..
Şu muhakkaktır ki:
İnsanların en şerlisi, yiyip içtiğini yalnız başına yer içer..
Yakınlarını ve arkadaşlarını düşünmez!..”
Cibril, bunu da, şu meâle gelen Âyet-i Kerîme ile cevaplandırdı:
 
“Rabbın sana istediklerini verecek.. taa, ra­zı oluncaya kadar..”   (Duhâ 93/5)
 
Resûlullah (s.a v) Efendimiz bu müjdeyi alınca:
“Ya Cibril!
İşte.. şimdi kalbim huzur bul­du.
İşte ben..
Şu anda, Rabb’ıma gitmek üzere ha­zırım!” buyurdu
Ve o anda, Burak önlerinde hazır oldu.
Resûlullah (sav) Efendimiz önünde Burak’ı gö­rünce sordu:
“ Bu nedir?
Benim bununla yapacağım iş ne?
Ve bu neye yarar?.”
Cibril, bu soruyu:
“Bu, ışıkların bineğidir!..”
Şeklinde cevaplandırdı..
Bunun üzerine Resûlullah (s.a v) Efendimiz şöy­le buyurdu:
“ Benim bineğim şevkimdir.
Azığım, korun­mamdır..
Delilim, leylimdir..
Ben, ona ancak onunla vasıl olabilirim be­nim delilim, yine kendisidir..
Bu hayvan zayıf.
O yüce Rabb’ın mahabbet ağırlıklarını taşıyan bir kimseyi nasıl çekebilir ki?
Onun mârifet dağlarına yüklü olan bir varlığı nasıl taşıyabilir ki?.
Onun emânetleri ile dopdolu bir insanı nasıl götürebilir ki?..
Sonra Bunlar, öyle yüklerdir ki:
Gökler, dağ­lar, yer onlara dayanamadı.
Aciz kaldı bu zayıf hayvan ona nasıl dayansın?.
Ve sana gelince..
 Ey Cibril!
Nasıl delilim ola­bilirsin ki?
Hele Sidre-i Münteha’da..
Orada sen, şaşırıp kalırsın..
Hâlbuki ben, sonsuz bir makama varıyorum .
Orası öyle bir makamdır ki, ötesi yoktur..
Ya Clbril!
O yerde sen kim?
Ben kim?..
Sen neredesin?
Ben neredeyim?..,
Zira orada benim öyle bir vaktim olacaktır ki:
O vakte ne Mukarrebun Melekler, ne de
Rabbımın Zât’dan gayrı herhangi bir şey sığabilir..
Ey Cibril!
Rabbım ki, O’nun misli ve benzeri yoktur..
Yaratılmışlardan hiçbirine benzemez..
Rab­bım ki, böyle oldu ben de, sizin herhangi biriniz gibi olamam.
Bir binek düşün ki; bununla ancak mesafeler kat edilir..
Delillerle de yönler tayin edilir bütün bunlar ne var ki, zaman ve mekân hadiseleridir..
Hâlbuki benim Rabbım, bütün yönlerden münezzehtir.
Ona göre, cihetten söz edilemez.
O, ha­dislerden yana da münezzehtir.
Hareketlerle O’na vasıl olmak mümkün değildir.
İşaretlerle de, O’nun: Zât’ına ulaştıran delil bulmak, mümkün değildir..
Bu sözleri söylerim ama, ancak onları, mânâla­ra vakıf olanlar anlar ve bilir.
Hele bir bak ki, be­nim makamım:
 
“İki yayın birbirine yakınlığı kadar. Hat­ta, daha da fazla bir yakınlık..”   (Necm 53/9)
 
 
Meâlini taşıyan Âyet-i Celile ile bildirilir bu­nu kim anlayabilir ki?..”
 
Cibril, durumun dehşetini biliyordu bu yüzden heyecanlıydı ve dehşete kapıldı..
Resûlullah (s.a v) Efendimizin anlattıkları onun dehşetini ve heyecanını daha da artırdı.. .
.. Ve şöyle demeye başladı:
“ Ya Resûlullah!
Aslında, senin o makama varışın; arada bir vasıta olmadan da olur ben gelmesem de olurdu.
Ama, hikmeti var..
Benim sana gönderilmem; ancak senin saltanatına bir hizmetçi olabilmem içindir..
Ve Rikab-ı Şahânende bulunmak şerefine nail olabilmem için­dir..
Bu bineğin sana gönderilmesindeki hikmete gelince bu da, yine senin kerametini izhardır.
 
Sonra…
Padişahların bir âdetidir ki: :
Bir dostu ziyaret etmek istedikleri zaman,
Ya da bir yakın­larını davet edecekleri zaman,
Ya da; onların şanını ve şerefini yakınlarına göstermek istedikleri zaman,
En kıymetli Yâverlerini onlara, elçi olarak gönderirler..
Onların kudüm  şerefi için de, en aziz binek hayvanlarını yollarlar..
İşte..
Benim ve Burak’ın gelişi de, bu mânâ; icâbıdır..
Ve.. padişahların bir kadim âdetini yeri­ne getirmek içindir..
Yürümek ve gitmek..
Bunlar boş şeylerdir..
Her kim Rabbına; adım adım varılacağını sanırsa  hataya düşmüş olur..
Sonra her kim kendini; Hakk’ın cemâline karşı perdeli sanırsa o da, nimetlerden mahrum ka­lır..
 
Bundan sonra Cibril, kendisine ait bir hâli anlatacak ve derdine bir çâre arayacaktı.
Ama biraz sonraya bıraktı: .
“ Ya Resulullah!”
Dedikten sonra Devam etti:
“Artık yola revan olmak zamanı geldi.. Me­le-i Âlâ seni gözler.
Onların gözleri yollarda .
Cennetin kapıları açıldı bütün alanları, seniniçin süslendi.. Senin için toprakları dahi bezendi..
Dolu dolu cam kadehler, senin için uzadı..
Hasılı, bütün bu olanlar, senin kudumuna olmaktadır..
Senin oraya varacağından sürur duyulmaktadır ve şenlikler yapılmaktadır..
Bu gece, senin gecen bu devlet, senin devletin.
 
Sonra.. Sonra ben..
Yaratılalı beri hep bu gece­yi bekledim..
Ve ben, seni bir hacetim için vesile kılacağım..
Ki o ha cetim için artık yapacağım iş kalmadı bü­tün vasıtaları denedim.
Ama hiçbir fayda görme­dim..
Bu İlahî bir sırdır ki, kimse çâre bulamıyordu..
O yüzden benim aklım gitmiş ve fikrim kalmamıştı…
Sırrım bir hâl olmuştu..
Kalbim hep onunla meşgul, gamım ve kederim artmıştı..
Şimdi, sana başımdan geçenleri anlatacağım:
Bak neler olmuşum ve ne hâller geçirmişim..
 
Şimdi, tesellimi sana anlatmakta arıyorum..
 
Ya  Resûlullah!
Hayret hâlim beni onun ezel ve ebed meydanında duruttu..
Bu arada ben, ezel meydanının evveline gitmek istedim.
Hattâ  o tarafa doğru yöneldim de..
Bir de ne göreyim:
Evvel, diye bir şey yok..
Âhirine döndüm bir de ne göreyim:
Evvel de, âhire karışık..
Bu nasıl iş?..
Önü sonuna karışmış..
 
Bu derdimi anlatacak birini aradım..
Yâni:
Bu derdime ortak olacak, benimle paylaşacak bir arkadaş..
Yürüyüp gidiyordum belki çıkar bir yol bu­lur giderim, diye..
Önüme Mikâil çıktı beni duruttu ve:
“ Nereye böyle?.” diye sordu..
Sonra, boşuna yorulmamamı an­lattı ve yolların kapalı olduğunu söyledi.
Ondan öte bir kapı olmadığını beyan etti..
Belli ve sayılı zamanlarla, ona vuslat mümkün değildir..
Sonra o: Belli başlı mekânlarda da bulunmaz..
Ne onu bulmak, ne de sonsuzluğunun haddini bulmak senin için mümkün olur..
Geç bu sevda­dan..
Mikail’in bu anlattıklarını dinledikten sonra sordum:
“ Peki.. o hâlde, senin burada işin ne?.
Ne yaparsın burada?”
 
Bunun üzerine bana şöyle anlattı:
“ Ben, burada denizlerle meşgulüm..
Yağmur yağdırmaktır vazifem bir de onları muhtelif böl­gelere dağıtmak..
Burada ben, denizlerin ne miktar acılığı vardır.. bilirim..
Sonra onların dalgalarından ne mik­tar köpük çıkar..
Onu da bilirim…
Bunları bilmesine bilirim.
Ama, senin de, zihnine takıldığı veçhile Zât-ı Hakk’ın teklik haddini ve onun ferdiyetini âded yönüyle bilemem..
 
Bundan sonra, İsrafil’in durumunu sordum..
Bu hususta, onun da mâlumatını öğrenmek iste­dim..
Ve:
“İsrafil, nerede?.”dedim
Bunun üzerine bana:
“Mektebe.. tâlime gitti. girdi..” dedi.
Yâni tahsil yuvasına..
Sonra:
“Onun yüzü Levh-u Mahfuz’a dönüktür..
Ya­pışıktır âdeta hep oraya bakar..
Kalacak ve kal­mayacak işlerin notunu tutar orada..
Sonra, on­ları alır talebe çocuklara öğretir..
Yâni: Kendi ca­miasına, tayfasına.”dedi..
Sonra, şöyle anlattı:
“Onlar nelerdir?..”dersen,
Derim ki:
 
“Onlar, Azîz ve Âlim olan Allah’ın takdiri­dir..”  (Yâsîn 36/39)
 
Sonra o; Yâni İsrafil:
Okuma devresine başını kaldırıp bakamaz.. Yâni: Muallim’inden hayâsı icâbı..
Onun, dönüp bakaçak tarafı yoktur..
Kalbi, başka bir şey düşünmekten alınmıştır..
O, Devamlı böyledir..
Taa, sura üfleninceye ka­dar..
 
Bunun üzerine anladım ki: Mikâil de benim gibi..
Ama bulacak çâremiz yoktu..
Bunun üzerine dedim ki:
“ Gel bu müşkülümüzü Arş’a soralım.
Ar­zumuzun yolunu ondan öğrenelim.
Derdimizi ona açalım.
Onun bilgisinden faydalanalım..
Dedikle­rini yazıp anlamaya çalışalım..
Bu mesele üzerinde karşılıklı görüştük..
Ko­nuştuk..
Bu arada, Arş da bizi dinliyormuş bir tit­reyiş titredi..
Âdeta çırpınma ya başladı..
Ve şöyle dedi:
“ Sakın ha bu gibi meseleleri diline alma!
Hatta kalbine dahi getirme!..
Zira bu öyle bir sırdır ki: örtüsü açılmaz..
Ve bu, bir perdedir ki:
Ondan öteye kapı yoktur:
Sonra, bu öyle bir sorudur ki:
Kime sorarsan sor..
Mutlaka cevabını alamazsın..
Bana sormak ha?
Ben neyim ki?
Bu arada kim oluyorum ki?..
onun nerede başlayıp ve ne­rede bittiğini bileyim.
Ben oyum ki:
İki harfin Yâni: KAF ile NUN’un bir araya gelişinden yaratıl­mışım,
Varım…
Ama dün yoktum!
Hem de eseri ol­mayan..
O kimse ki:
Dün yoktu.
İzi eseri belli değildi..
Taa, ezelden beri mevcud olan Zât’ı nereden bilsin?.
O taa, ezelden beri vardır.
Ama ne doğuran, ne doğurulan..
Ezeli ilminde, istiva ile o beni sebkat etti…
Be­ni topladı ve kahri altına aldı..
Onun istivası olmasaydı; ben nereden yapabilirdim.
Onun beni sarışı olmayaydı; benim için böyle bir şeye ermek nereden olurdu?..
Sema neydi ki?..
Bir dumandan gayrı?.
Onu, o bu seviyeye getirdi..
Arş üzerine istiva etti..
Ama bir delilin ve bur­hanın kıyamı için..
Hakikatte istivam vardır.
Ama onun izzeti hakkı için, bunun şeklini bilemem..
 
Sonra benim bu şekli alışım; o demek değildir ki:
O’na her şeyden daha yakınım..
Belki ben semaların üstündeyim.
Ama O’na yakınlık itibarı ile yer dibindeki ile bir farkımız yoktur..
Bilmek gerek ki:
Ben, O’nda olanı ihata kud­retine sahip değilim..   ­
Sonra O’nun zaviyesini bilmem de mümkün değildir.
Ancak ben, O’nun bir kuluyum..
Kulun durumu, ancak niyetinden  ibarettir.
Bundan sonra Arş şöyle devam etti:
“ Belki sen sanırsın ki:
Derdim yoktur.
Ama öyle değil..
Şimdi sana diyeceklerimi iyi dinle.
Hâlime bir bak! Nicedir?..
 
Önce sana, hikayemi anlatayım..
Derdimi ga­mımı bir bir sayıp dökeyim..
Sözüme: O’nun yüce kudretine yeminle başla­rım:
“ Şüphesiz beni O yarattı.
Ama Ehadiyet De­nizlerinde boğdu..
Sonra Ebediyetinin ıssız sahralarına saldı.
Ve beni dehşetler içinde bıraktı..
Bu hâller içinde, hayli şeylere şâhid oldum..
Bazen, bana bir çakmak çakar.
Ama Ebedi­yet doğuşundan..
yükseltirdi beni..
Bazen de bana yakın olur..
beni yakınlık du­raklarına götürür ve kendisine alıştırırdı..
Bazen de, izzet hicâblarına bürünür ve beni korkuturdu..
Ama lütfu cânibinden..
sevindirir ve oynatırdı..
Bazen de, bana münacaat tadını tattırırdı..
Bazen de bana mahabbetinin kadehleri ile ge­lirdi..
Bana ondan içirir; aklımı alır sarhoş eder­di..
Her ne zaman ki, bu sarhoşluğumun güzelliğinden azap duyar ve beni kavuşturduğu ,
Vuslat Âlemi içinde ayılıp O’ nu görmek isterdim, hemen ba­na şu kitap getirdi:
 
“Beni hiçbir zaman göremezsin..”   (A’raf 7/143)
 
Dolayısı ile, arzum yerine gelmezdi..
İşbu ayrılık ve o hitabın heybetinden erir biterdim.
Hasılı, O’ nun sevgisi beni parçaladı.. dağladı.
O’nun tecellîsi sebebi ile bayıldım, düştüm..
Tıp­kı Musa gibi..
Hasılı ben, öyle bir vecd hâline kapı­lıp gitmiştim..
Ayıldığım zaman, bana şu hitap geldi:
“Ey ışık!
Senin istediğin öyle bir cemâldir ki; biz onu gizledik..
Ve o: Bir güzelliktir ki; biz onu perdeledik örttük..
O yüzü tek kişi görecektir
O, öyle bir sevgilidir ki: Onu biz seçtik..
O, öyle bir yetimdir ki: Onun mürebbisi biz ol­duk..
Ne zamanki sen:
 
“O Allah sübhandır ki; kulunu yürüttü.. ama geceleyin..”   (İsrâ 17/1)
 
Hitabını işittin..
O’nun bize varan yoluna dur!
O’nun bize kudümlü yoluna çık! 
Ümid edilir ki, bu sayede bizi göreni görmüş olasın..
Ve bizden gayrına bakmayanın müşâhedesine nail olasın!
İşte..
Cibril, yukarıda; Mikail’in, İsrafil’in ve Arş’ın durumunu kendi hâlini arz meydanında anlattıktan sonra:
“Ya Resûlullah!
Diğerleri neyse…
Arş ki, sa­na Âşık ve sana tutkun..
Ya ben, senin elin önün­de neden hizmetçi olmayayım?..” dedi..
 
Ve Resûlullah (s.a v) Efendimizin ilk bineğini takdim etti.
İşbu binek Burak idi..
Bu onu, Beyt-i Makdis’e kadar götürdü..
 
Bundan sonra, ikinci binek geldi bunun adı da: Mi’rac idi..
Bu binekle dünya semasına kadar gitti..
 
Bundan sonra, üçüncü binek faslı başladı bu da, meleklerin kanadı idi..
Bununla da, ikinci se­maya kadar çıktı..
 
Bundan sonra, sema yolları hep meleklerin kanatları üzerinde devam etti.
Taa, ye­dinci semaya varıncaya kadar..
 
Yedinci semadan sonra, dördüncü bineğin vazifesi başladı..
Ki bu da: Cebrail idi..
Onun kanat­ları ile uçtu..
Taa, Sidre-i Münteha’ya kadar onunla gitti..
 
İşte.. burada Cebrail’in vazifesi bitmişti..
Oldu­ğu yerde kaldı..
Bu durumu gören, Resûlullah (s.a v) Efendimiz, Cebrali’e şöyle buyurdu:
“Ya Cibril!
Bu gece biz senin misafirin sayılırız bizi nasıl yalnız bırakırsın?
Hiç böyle bir yerde, dost olan dostunu yalnız bırakır mı?”
 
Bunun üzerine sözü Cibril aldı ve şu itizarda bulundu:
“ Ya Resûlullah!
Sen keremlere lâyık bir mi­safirsin…
Taa, ezelden beri buranın davetlisisin.
Senin durumun bu…
Benimki de bu…
Şu an­da, buradan bir karınca boyu öteye bir adım at­sam:
Derhâl yanarım…
Çünkü biz, o melekler zümresiyiz ki:
Her birimizin belli ve ayrı ayrı yerleri vardır.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a v) Efendimiz Cibril’e şöyle buyurdu:
“ O hâlde sen burada  kal!
Ama, bana bir arzun var mı?…”
 
Bu soruyu bir fırsat bilen Cibril:
“Evet var!..” dedikten sonra,
Devam etti:
“İşbu sonsuzluk yolun, Rabb’ına vardığı zaman ve o Yüce Hazret:
“İşte sen!… ve işte Ben!…”
Dediği zaman ve sana çeşitli iltiyaklarını yağ­dırdığı zaman:
Beni o Yüce Rabb’ın indinde an!”
 
 
 
Açıklanan Kelimler :
 
Burak : Binek. Cennet’e mahsus bir binek vâsıtası.(Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak’ın Hadis-i Şerife göre ta’rifi: “Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar.” Bu ise bir berk ve elektrik sür’atini anlatır.
Sidre-i Münteha : Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ulaştığı en son makam.
Mukarrebun : Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk’ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar.
Münezzeh : (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.
Yâver : f. Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. * En yakın memur. * Devlet büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur.
Âdet : Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle bozulmamasına gayret gösterir.
Mikâil : Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi. (Bak: Melâike)
İsrafil : Dört büyük melekten biri olup Kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh etmeğe ve Sur’u üfürmeğe vazifelidir. (Bak: Melâike)
Zaviye : Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. * Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde “derece”, 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde “grat” tır.
Takdim : (Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak. * Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak. * Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak. * Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek.
İltiyak : Sıkı fıkı dost olma, candan arkadaş olma.
 
 
 
 
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
 
 
لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir.”   (Fetih 48/2)
وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى
Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.”   (Duhâ 93/5)
 
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
Sonra (Muhammed’e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.”   (Necm 53/9)
 
وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ
Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner.”   (Yâsîn 36/39)
 
وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَـكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.”    (A’raf 7/143)
 
سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.”   (İsrâ 17/1)