Şeceretü’l- Kevn-6

 
 
Şimdi bir menkıbe:
Allah-ü Teâlâ Âdem (as.)’i yarattığı zaman,
Peygamber (s.a.v) Efendimizin nûrunu onun alnın­da kodu..
O nûru gören melekler, Âdem (as.)’i karşılı­yor ve ona selâm veriyorlardı..
Âdem (as.) ise onu göremiyor; bu sebeple üzülüyordu..
 
Yalvardı :
“Ya Rabbi! Oğlum Muhammed’in nûrunu ben de görmek dilerim!
O nûru, gözümün görebileceği duygularım­dan birine getir..
İşbu duaya icâbet oldu; ve o nûr, sağ elin şehâdet parmağına geldi.
Âdem (as.) ona bir baktı..
Ne görsün..
Parlı­yor..
Nûrlu mu, nûrlu..
Hemen o şehâdet parmağını kaldırdı ve şeha­det getirdi:
“Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur.. Ve Muhammed Allah’ın Resûlüdür..”
O şehâdet parmağına:
“Musabbaha..”
Adının verilmesinin sebebi de bu şehâdettir.
 
Bundan sonra..
Âdem (as.) münacaat etti ve yalvardı:
“ Ya, Rabbi! Sulbümde bu nûrdan kalan var mı?..”
Şu cevabı aldı:
“ Evet var.. Ki onlar, onun ashabıdır.. Arkadaşlarıdır..­
İşte adları: Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali..”
 
Bundan sonra.
Onların nûrunu da Âdem’in (as.) göreceği yere getirdi..
Hz. Ali’nin nûrunu Âdem (as.) in baş parma­ğına getirdi..
Hz. Ebubekir’inkini orta parmağına,
Hz. Ömer’in nûrunu onun yanındaki parmağa..
Hz. Osman’ınkini küçük parmağa yerleştirdi..
 
Bundan sonra..
Âdem (as.)’e şöyle denildi :
“Böyle yapışımdaki hikmet odur ki: Hepsini avuç içinde rahatça kavrayabilesin..”
Yâni muhabbet üzere..
Ve aralarında bir fark  gözetmeyesin..
Yâni, Muhammed (s.a.v) ile bu dört halifesi arasında..
 
Çünkü Allah-ü Teâlâ, şu Âyet-i Kerîme ile onların aralarını bir eyledi:
 
“Muhammed Allah’ın resûlüdür.. Ve onun­la beraber olanlar..” (Fetih 48/29)
        
 
SOL eldeki parmaklara gelince..
O da; beş var­lığa delalet eder ki..
Onlar da Ehl-i Beyt’tir..
Onlar, öyle bir Ehl-i Beyttir ki;
Allah-ü Teâlâ, onlardan kiri gidermiştir:
Bu durum şu Âyet-i Kerîme ile de sabittir:
 
“Allah’ın muradı odur ki, sizden kiri gidere.. Ey Ehl-i Beyt.”   (Ahzâb 33/33)
 
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bu Âyet-i Kerîme için şöyle buyurdu:
 
“Bu ayet hakkımızda nazlı oldu. Ben, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin..”
 
Ayak parmaklarına gelince..
O beş parmak sana bir başka mânâların kapısını açmaktadır..
Ve beş vakit namazı hatırlatmaktadır..
Ki Allah-ü Teâlâ onları farz kılmıştır..
Ve sen, onları ayakta edâ edeceksin..
Ayak ve ondaki parmaklar, yeryüzünde Allah’ın hizmetçileridir..
Hİzmetçllik ise, ancak ayaklarla olur..
 
İşbu mânâ icâbı, sağ ayağın, beş vakit nama­zı hatırlatmaktadır..
Sol ayağın parmakları ise..
Zekat nisabına işa­rettir..
Ki o nisab: İkiyüz dirhemde beştir..İşte..
 
Sol ayağın parmaklarının beş oluşu bu beşe işarettir..
Namazla zekat, yanyana gelir.
Bu sebeple iki ayağın parmakları yanyana namaza ve zekata işaret sayılır.. ­
        
 
Sonra.. Allah-ü Teâlâ, sende ölüme ve dirilme­ye delâlet eden şeyleri de yarattı..
Aynı şekilde; kabir azabına ve nimetine delâlet eden şeyi de yarattı..
Bütün bunlara delâlet eden:
Uykudur..
Uyuyan kimse, kötü bir düş görürse.. sıkılır.. azap görür..
Kaldı ki, uyuyan kimse; dıştan bakılınca.. ölü­ye de benzer..
Duyguların o an için kaybeder..
Duyamaz, göremez ve bir şeyi idrak edemez..
Uykudan uyanınca..
Allah-ü Teâlâ, ona yeni­den görme duygusunu verir.
İşitme hassesini geri getirir..
İdrak ihsan eyler..
 
Bundan sonra o:
Görmeye ve duymaya baş­lar..
Yâni: Görme ve duyma hassesi ile..
Yâni: Bu zâhirdeki kulak ve göz vasıtası ile..
Bütün bu olanlar; uykuda olur ki, orada, bu göz yoktur..
Sonra.. orada görmeye başlar.
Bakar ki, nef­si istediği yöne gidiyor..
Yiyor ve içiyor..
Bütün bunlar, ölüp kabre giden bir kimsenin kabrinde görebileceği cinsten şeylerdir:
Nimet ve azab cinsinden..
Ve.. kabirde olacak bu işler; öldükten
dirilinceye kadar geçen zaman arasında olur..
 
Uyku zamanın tamam olunca..
Allah-ü Teâlâ seni diriltir..
Ama senin arzunla değil..
Senin dileğinle değil..
Uykudan hiç uyanmamayı başarabilsen.
O za­man, öldükten sonra; dirilmemeyi de başarır sayı­lırsın..
Ama bu senin için muhal..
 
İşbu durum; öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin yalanını meydana çıkarır..
 
Onların bu inkarı, sadece bilgisizliklerini or­taya atar..
 
İşte..
Bu inkarcı zümre, dehriyye ve zındıklar namları ile bilinen feylesoflardır..
 
Sonra..
Anlattığımız mânâ; kabir azabını, nimetini ve sorgu suâli kabul etmeyenlere de bir reddiyedir..
Ki, bunlar da: Muteziledir..
 
 
Bilesin..
Allah-ü Teâlâ, halkını üç sınıf olarak yarattı..
… Ve bunların târifini de, şu şekilde yaptı:
 
“Allah-ü Teâlâ her canlıyı sudan yarattı.. Ve onlardan bir zümre karm üzerine sürünür..”   (Nûr 24/45)
 
Ki bunlar, yılan ve o tip hayeanlardır..
 
“Onlardan bir başka zümre de, iki ayağı üzerine yürür..”   (Nûr 24/45)
 
Bunlar da, kuşlar ve insanlardır..
 
“Bunların dışında kalan bir kısım ise.. dört ayak üzerine yürür..”  (Nûr 24/45)
 
Bunlar da, çeşitli hayvanlardır..
 
Sonra..
Bunlar arasında bir kısım var ki; sec­de eder bir hâldedir.
Bir başkası da rükû duru­munda..
Daha başkası da daima ayakta..
Ayakta olanlar, ağaçlardır.
Bir de duvarlar..
Ki bunlar, rükûa varmaya güçlü değillerdir.
 
Rükû durumunda olanlar da, dört ayaklı hayvanlardır.
Bunların ne secdeye, ne de kıyama güç­leri yeter..
Secde hâlinde olanlar da, cümle haşerelerdir.
Bunların da, asla kalkmaya güçleri yetmez.
Bütün bu yaratılmışlar, şekilleri ne olursa ol­sun.
Hepsi, Hakk’ın taatı için yaratılmıştır.. Ve onun Zât’ının kudsiyetini ikrar için..
İşbu sözümüzün delili:
Şu Âyet-i Kerîmedir:
 
“Onu tesbih etmeyen hiç birşey yoktur..”   (İsrâ 17/44)
 
 
Yukarıda yapılan izahtan da anlaşılıyor ki: Allah-ü Teâlâ, bütün yarattığı mahlukun ibadet şekillerini, senin yaptığın ibadet şeklinde cem et­ti..
Kezâ taatlerini de..
Ve bu ibadet şekillerini önüne bir sergi gibi açıp serdi.
 
Durum bu olunca; ona ibadetini istediğin şe­kilde yapabilirsin..
Dilersen ayakta..
Arzu edersen rükûda..
Ve secde hâlinde..
 
… Ve sen:
Durumun müsaid olduğu için..
Bu şekillerini yaparsın..
 
Bunun bir hikmeti odur ki:
Sen, bütün yara­tılmışların yaptığı ibadet, taattan aldığı ecri alabilesin..
 
 
Anlatılan sebepledir ki:
Sana pek önemli bir ibadet olan namazı farz kıldı ve onda: sair halkı­nın yaptığı ibadetlerin tüm şeklini topladı..
 
Böylece:
Ayakta duranların faziletini, rükû edenlerin faziletini, secde edenlerin faziletini sa­na İhsan eyledi..
 
Her varlığın özü olarak kasd olunan mânâ sensin..
Sensin kulların seçmesi..
Yâni: Murad olan,
Hakk’ın arzusuna göre..
 
Bütün bu anlatılanlar, yukarıda geçen şu:
“ Allah-ü Teâlâ, Âdem (as.) ‘de yarattıkları­na MUHAMMED ismini şeklini Verdi..
Mânâsına alınan cümledeki özlü mânâ gibi, kâinâtı da, kendi Zât’ının resmine göre halk etti.
 
 
Şunu da bil..
Cümle gök ehli, bu Kâinât Ağacı’nın faydasına teshir edilmiştir..
Hepsi, onun yararına istimal edilir..
Onun hakkını edâ için, kaimdirler..
Çünkü..
Çünkü onda, mübarek MUHAMMEDΠdal vardır..
AHMEDΠvasfını taşıyan nûr vardır..
 
Şu bir hakikattir ki; yokluk gecesinin zulme­tini ilk açan, varlık gündüzünü parlatan MUHAM­MEDΠgüneşin nûrlandır..
 
Ki bu nûrlar, Âdem (as.)’in alnında parladı ve melekler onun için secdeye kapandı..
Ve şöyle dediler:
“ Arşın sultanı MUHAMMED‘dir… Hem’ de ebedi..”
 
 
Vaktaki o melekler secde emri alıp secdee et­tiler; ve müşâhedeye tahsis edildikleri için de müşâhedeye erdiler..
Göreceklerini gördüler..
 
İşte..
Bütün bu görüp ettiklerine bir şükran borcu olarak kendilerine şu emir verildi:
“Mücahede ayağı üzerine durasınız..
Ki bu bir hizmet için olacaktır.
İşbu hizmet:
Ol bir ağaç için olacaktır ki.
İş­te.. o ağacın aslı bu görüp müşâhede ettiğinizdir..
Sonra..
Bu hizmetinde bulunacağınız varlık öyle bir devlettir ki; ona bağlanmanın ve çözülmenin yolu yine bu görüp müşahede ettiğinizdir..
 
Durum bu olunca..
Artık kısım kısım ayrılı­nız..
Ve herbiriniz, bir başka vazife görmelidir.
İçinizden bir kısım kimseler ayrılsın..
Ki bun­lar: Sefere, adı ile anılacaktır..
Yâni: Yazıcılar zümresi..
Mukaddes ve pak kitapları yazacaklardır..
…Ve bunlar o kitapların imlâ hizmetinde bu­lunacaklardır..
İçinizden bir kısım kimseler de: Berere, adı ile anılacaktır..
Ki bunların vazifesi de; bu Kâinât Ağacı korusunda dolaşmaktır.
… Ve bunlar, o ağacı koruyacaklardır..
 
İçinizden bir başka zümre de:
Hamele olmalıdır..
Yâni: Taşıyıcı..
Yâni: Kulların amelini taşımaya memurdur..
 
Kalan kısımlar arasında; tevbe eden kulları hoşnud etmek için vazife alanlar da olacaktır..
Yine içinizden o kulların yüzünü, günahla­rın tozlarından temizleyip yıkayacak bir zümre olsun..
Yâni: İstiğfar suyu ile..
Sonra bunlar, yeryü­zündekilere, istiğfar da edeceklerdir…
… Ve aranızdan HAFAZA namı ile birtakım melekler ayrılsın..
Ki bunlar, kulların lehinde ve aleyhinde olan işleri yazacaklardır..
 
Taşımalıdır ki:
Onlar da kendilerine rızk ihsan eden Zât’ın taatı ile olalar..
Sonra..
İçinizden bir kısmınız rüzgar İşi ile meşgul olmalı..
Bir kısım kimseler de, bulutları yürütmeli
 
Bir başka zümre de, denizleri doldurmalı..
Yağmur sularını indiren de olmalı..
Kezâ dam­laları muhafaza eden de..
 
Yine aranızdan geceyi saran bir zümre ayrıl­malı.
Bir de gündüzün gelmesini sağlayan..
Aranızdan takipçiler çıkmalı..
Ki bunların vazifesi de kulların duygularını günahtan korumaya çalışmak olacaktır..
 
Afetleri, belaları ref’eden bir zümre de olma­lıdır..
 
Bir de, cenneti süsleyen zümre.
Bir de, cehen­nemin alevini kızıştıran..
 
 
Vaktaki, melekler arasında vazife taksimi yapıldı..
 
Ve.. dünya evi bir düzen ve nizam üzerine kuruldu..
 
…Ve Hakk’ın arzu ve irade bardakları; yani, emirnâmeleri orada hazır olanlara sunuldu..
Hatta bunun için bir de meclis kuruldu..
İşbu meclise ilk gelen iblis, yani:
Şeytan ol­du..
 
Doğrusu, onun gelişi görülmeye değerdi..
Tes­bih ve taklis libasına bürünmüştü..
 
Şöyle ki: Sırtında bir cübbe.. elinde tesbih.. di­linde zikir..
 
Amma içi, hiç de göründüğü gibi değildi.
 
İşte..
Ne zaman ki: İblis orada hazır bulundu ve manzaranın güzelliğini seyretti..
Şöyle bir mârifet alanına çöreklendi ve etrafa iyice bir göz gezdirdi..
 
Kısacası:
Bütün bu. güzellikler, ancak onun inkarını artırdı.
İsyanında ısrara karar vardı..
Ama içten.
Henüz dışta birşey yoktu.. 
 
Sonra o gördüklerini gözünde küçülttü..
Kıy­metten düşürmek istedi.
O, su ile toprağın hak­kını inkâra koyuldu.
Hakir gördü onu..
Vaktaki: O, bu hâlet içinde iken; kendisine:
“Safa kadehin içinde secde et!”
Emri verildi..
Çekindi.. içindekileri dışa vur­maya başladı..
İrade kadehini taşırdı..
Ve.. o meclisteki sohbetin tadını alamadı..
Gam ve vesvese karanlığına dalıp gitti.
Bu hâl içine dalıp giderken:
İyi amelini ve il­mini aramaya koyuldu..
Ama boş.
Bir de; ne gör­sün:
Ne ilim, ne amel.
Bunlarda iyilik namına hiçbir şey yok..
 
Böylece…
Bir ümitsizlik içine düştü..
Ve bu ümitsizliğin dar geçidine sığındı..
Ve.. ne yolda ümidi kaldı; ne de yolcularda..
Bu onun için ağır bir darbe oldu..
Durmadan bu manveî darbelerin ağırlığı üzerine çöküyordu..
Artık tutunacağı bir dalı kalmamıştı.
Başla­dı söylenmeye:
 
“Onları şaşırtacağı Onları boş temen­nilerle avutacağı Onlara emirler vereceği .”   (Nisâ 4/119)
 
 
Gibi sözler etti..
O, böyle derken Kader-i İlâhi şu karşılığı veriyordu:
 
“Ben onlara, iman nişanları yazacağım!”
 
Diyor ve buna bir gerekçe olaraktan şu ilâhi fermanı okuyordu:
 
“Çünkü, senin kulların üzerinde bir saltanatın olamaz..”   (Hicr 15/42)
 
 
İblis belki daha o anda helak olacaktı.. Ama kaderin çizdiği yol bir başkaydı..
 
Şeytanın ondan ne haberi olacak?..
 
İşte..
İblis bu habersizlik içinde, sultandan he­lak olmaması için mehil istedi..
.. Ve bu mehil kendisine verildi..
Ta ki: Küf­far güruhunu cehenneme kadar götüre.
Onlara ön­der ola..
 
.. Ve bir asâ ola ki: Günahkarlar ona dayana..
 
Sonra..
Bunda büyük bir kader sırrı vardır..
Ve şeytanın kalması da, bu sırrın muhafazası için ge­reklidir.. .
Şöyle ki: Âdem ve evladından günahlara dalıp giden olursa.
Hak yoldan kayar çıkarsa:
 
“Ancak şeytan onları sapıtti.”    (Âl-i İmrân 3/155)
 
Şayet bir kötü amel işleyen olursa:
 
“İşte bu, şeytan amelidir..”   (Kasas 28/15)
 
Diyebilsin..
Ve kader sırrı da böylece ehli olma­yanlardan kolayca saklanmış olsun..
 
 
Açıklanan Kelimler :
 
 
Musabbaha : “Bile” de ve “Biz”de buluşmuş. İsabeti tam olmuş.
Reddiye : Bir mes’ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek.
Mutezile : Aklına güvenerek ve “kul, fiilinin hâlikıdır” demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü’min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu’tezile tâifesi: “İnsanlar kendi ef’âl-i ihtiyâriyelerini halkederler” diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir. (Bak: Mülk)
Mücahede : (C.: Mücahedât) Cihad etme. * Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma. * Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.
İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî’den mervi Hadis-i Şerif meâli:
“Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu kadınla ve evlâd ile meşgul ettirmez.”
Sefere : Yazıcılar.
Berere : (Bârr ve Berr. C.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.
Hafaza : (Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler.
Taklis : Büzme.
Küf­far : (Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler.
 
 
 
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
 
 
مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا
Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.”   (Fetih 48/29)
 
 
وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى وَأَقِمْنَ الصَّلَاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا
Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”    (Ahzâb 33/33)
وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِن مَّاء فَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاء إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür… Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”   (Nûr 24/45)
 
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَـكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.”   (İsrâ 17/44)
 
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَرِثُواْ النِّسَاء كَرْهًا وَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُواْ بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ إِلاَّ أَن يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُّبَيِّنَةٍ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَإِن كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا
Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.”   (Nisâ 4/119)
 
إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ إِلاَّ مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ
 
Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.”   (Hicr 15/42)
 
إِنَّ الَّذِينَ تَوَلَّوْاْ مِنكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُواْ وَلَقَدْ عَفَا اللّهُ عَنْهُمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ
(Uhud’da) iki ordu karşılaştığı gün, sizi bırakıp gidenleri, sırf işledikleri bazı hatalar yüzünden şeytan (yerlerinden) kaydırmıştı. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, halîmdir.”          (Âl-i İmrân 3/155)
 
وَدَخَلَ الْمَدِينَةَ عَلَى حِينِ غَفْلَةٍ مِّنْ أَهْلِهَا فَوَجَدَ فِيهَا رَجُلَيْنِ يَقْتَتِلَانِ هَذَا مِن شِيعَتِهِ وَهَذَا مِنْ عَدُوِّهِ فَاسْتَغَاثَهُ الَّذِي مِن شِيعَتِهِ عَلَى الَّذِي مِنْ عَدُوِّهِ فَوَكَزَهُ مُوسَى فَقَضَى عَلَيْهِ قَالَ هَذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ عَدُوٌّ مُّضِلٌّ مُّبِينٌ
Musa, ahalisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Musa da ötekine, bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. (Bunun üzerine:) Bu şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman, dedi.”   (Kasas 28/15)
 
 
 
Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:
 
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hayber günü: “Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki o, ALLAH’ı ve Resûlünü sever, ALLAH ve Resûlü de onu sever.” buyurunca Râvi devâmla derki: Bu söz üzerine (kendilerini seçsin diye sahabe) boyunlarını uzattılar. Ama, Resûlullah (sav): “Bana Alî’yi çağırın!” buyurdular. Alî (kv) getirildi ama gözlerinden rahatsız idi. Hemen gözlerine tükürdü ve sancağı ona verdi.ALLAH Tealâ Hazretleri onun eliyle fethi müyesser kıldı. Râvi devâmla Âl-i İmrân 3/61 âyeti indiği zaman “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım…” buyurup hemen Alî’yi, Fatıma’yı, Hasan ve Hüseyin (Aleyhi’s-Selâm)’ı çağırdı ve “ALLAH’ım bunlar benim ailemdir (ehlimdir).” buyurmuştur.
(Müslim, Fezâilü’l-Ashâb 32 (2404); Tirmizî, Menâkib (3726)