Şeceretü’l- Kevn-4

 
Durum, aslında yukarıda anlatıldığı gibi olma­sına rağmen;
O kimseler ki nezlelidirler, ya da hu­zura kabul şerefinden mahrumdurlar..
 
İşte..
Hali yukarıda anlatıldığı gibi olanların
üzerine bir sam yeli eser; ama, ilahi kudretten..
 
İş böyle olunca, önce var olan tazelik gider..
Yeşil ve güzelken kurur..
Yüzündeki alameti kaybolur..
 
Eğer bir felah ümidi var idiyse, o da kalmaz gider..
Hepsi meyus ve mükedder olur..
 
Bu mübarek dalın bir sırrı vardır ki o:
Varlık Ağacının aşısından peyda olur.
Bir de vücûd sedeflerinin incisinden.
 
Yukanda bahsi edilen mübarek dal, anlaşıla­cağı gibi, Hazret-i Resûl’dür.
 
O yüce Resûl (s.a.v) bu Kâinât karanlığında bir lambadır..
Varlık cesedinin de ruhudur..
Allah-ü Teâlâ; yere ve semaya hitap etti ve:
 
“İkiniz de, ister isteyerek, isterse istemeye­rek, gelin…”  dedi..
 
Bunun üzerine onlar da:
 
“İsteyerek geldik..”dediler..”  (Fussilet 41/11)
 
Ona, yani:
 
“Geliniz!..”
 
Emrine ilk icâbet eden Kâbe oldu..
Bu yerden..
Semâdan ise..
Tam Kâbe’nin hizasına gelen kısı .      
Ve.. O Kâbe toprağı, bir türbe oldu..
Yani: Zi­yaretgâh..
Sonra..
Yeryüzünde de bir iman mahalli..
Allah-ü Teâlâ, Âdem (s.a.v)’ in yaratılması için yer yüzünden bir avuç toprak aldıracağı zaman,
Kâbe dışında kalan yerlerden de aldırdı..
Ve:
“Bu iyi! bu da kötü!.”
Diye bir ayırma yapmadı..
İyisinden de aldı.  
Kötüsünden de…
 
Ama Resûlullah (s.a.v) Efendimizin toprağı sa­dece Kâbe mevziinden alındı.
Ki orası, Allah-ü Teâlâ’ya iman mahallidir.
Sonra Resûlullah (s.a.v) Efendimizin toprağı ile, Âdem’in ki bir birine karıştırıldı.
Böylece, her ikisi de bir hamur haline geldi..
Ha.. az daha unutuyorduk:
Eğer Âdem’in top­rağına Resûlullah (s.a.v) Efendimizin toprağından bir katılma olmasaydı; Âdem (a.s.)’e icâbet eden olmazdı..
 
Ve.. Allah-ü Teâlâ’nın:
 
“Ben sizin Rabbınız değil miyim?.”   (A’raf 7/172)
 
Sualine müsbet cevap verecek kudreti hiç kim­se kendinde bulamazdı..
İşbu anlatılan mânâ, Resûlullah (s.a.v) Efendi­mizin şu Hadis-i Şerifinde gizlidir:
 
“Âdem su ile toprak arasında iken, ben Peygamberdim .”
 
Bu mânâyı iyi anlamak icap eder..
        
 
Bütün bu vücûd ve bereketi; Resûlullah (s.a.v) Efendimizin onlardaki bereketi sayesinde meydana geldi..
 
Vaktaki, Allah-ü Taaıa’nın muradı, onların kendilerine olan şehadetlerini almak oldu.. Onlara o şahadet günü sordu:
 
“Ben sizin Rabbınız değil miyim?.”    (A’raf 7/172)
 
İş bu suale, çamurlarında, o nübüvvet hamurundan karışmış olanlar, hep birden:
 
“Evet!..”
 
Dediler..
Allah’ın izni ile dilleri açıldı; müsbet cevap verdiler..
 
 
Her kimin ki, tınetinde ondan bir parça vardı; ezelde kendisine o nübüvvet çamurundan bir nasib verilmişti; kendisi ile kaldı..
Her kimin ki, tınetinde ondan bir parça vardı;
Ezelde kendisine o nübüvvet çamurundan bir nasib verilmişti; Kendisi ile kaldı..
Ve.. bu aleme kadar geldi..
O nasip, onun arkadaşı oldu; bu his âleminde zuhur etti..
… Ve onun zuhuru bu âleme gelenin şeklinde oldu..
 
İşbu anlatılan mânâ, böyle zuhur eyledi..
Ta ki, esas dava hakikat ola..
… Ve anlatılan ruhanî mânâ, cismanî cesedin hizasında meydana gele..
 
Bir zamanlar, zulmete dalmışken; cesed de böylece nura gark olsun artık..
Onun gösterdiği yola diğer duygular da ay­dınlığa kavuşsun..
Ve.. ameli isyan değil; hep taat olsun..
        
 
O kimsenin ki tıneti bozuktur; ve o mübarek nasibi almaya kabillyeti yoktur..
. .. İşbu sebeple:
Ancak ondan bir eser kalmış­tır üzerinde..
Ki bu da, şâhidler huzurunda itiraf ettiği miktardır..
Ve o günkü ikrar yerinde kaldığı kadardır..
Daha fazlası yok.
Sonra.. aradan zaman geçince, ondan da eser kalmadı..
O kimsenin çamurundaki bozukluk sebepi ile o eser de yok oldu..
Kalmadı; eriyip gitti.
Sanki o mübarek maye onda bir emanet idi; dönüp geldiği yere gitti.
Çünkü o kimse, onu korumaya ehil değildi..
 
Bu bir iman işidir.
Ki, kâfir zümrenin kalbin­de emaneten durur..
Sonra.. ayrılır; gider..
O iman, ancak mü’min kulların kalbinde de­vamlı durur..
İşbu mânâ, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şu Hadis-i Şerîfinde gizlidir:
 
“Her doğan çocuk, o yaratılış üzerine doğar ki, Allah-ü Teâlâ, onu, o şekilde yaratmıştır..”
 
Yani onlar:
 
“Ben sizin Rabbınız değil miyim?..”   (A’raf 7/172)
 
Hitaba verdikleri cevapta aynıydılar..
Aynı hitabı duydular..
 
Ve:
 
Evet!..”
 
Şeklindeki cevabı, birlikte verdiler..
Çünkü varlıkların meydana getiren zerrelerin hepsine, o nübüvvet hamuru sâri idi..
Çünkü ezeli ilim, öyle icâb ettiriyordu; onun gereği de mutlaka yerine gelmeliyell..
Nitekim eksiksiz geldi..
 
Her kim ki; verdiği karar üzerinde karar kıldı..
Onu, küfür ve inkar tuttuğu yoldan alamadı..
 
Hatta, bu Kâinât Ağacı hadiseleri de..
On­daki; büyüme, artma da..
Süsler püsler de..
Sonra..
Bazı, fikri meyveler de..
Bazı şevke ben­zer hatler de..
 
Muhkem zevkler de onu yolundan alamaz..
O mayeyi özünden silemez..
Kezâ, sırlar âlemindeki safa da..
 
Kezâ İlahî bağışın tatlı nesimi de ona bir za­rar vermez..
Ayın şekilde büyüyüp yükselen amel­ler de..
Kezâ iç âlemi temizleyen hâller de..
 
Nefis riyazetinden hasıl olan tatlı yeşil yaprak­lar da onun zararına olamaz..
Kalblerin, kendi kendine yaptığı münacaatlar da onu tesiri altına ala­maz.
 
Kezâ, sırlar âlemindeki dereceler, ruhanî mü­şahedeler de onun için önemli olamaz.
 
Onun gönlünde biten hikmet çiçekleri de ona dokunamaz..
Hatta, mârifet halinden doğan lütuflar da..
Kezâ, ötelere suud edip aşan tatlı nefesler de ona göre, hiç sayılır..               .
Sonra..
O kimsenin daldığı manevî umman ya­nında ünsiyet çiçeklerinin demeti nedir?
Ruhanî havanın esintisi nedir?.
Aslı üzerine kurulan, ihtisas ehlinin mertebe­leri nedir?..                     .
 
Özünde nübüvvet sırrını taşıyan, seçilmiş kul­lara verilen makamı neyler?..   
Yalnız mertebe olarak sıddıkların mertebesini ne ‘der?
 
Hakk’a yakın kulların devâmlı münacaatı ne oluyor ki?.
 
Mahabbet ehlinin müşâhedesi de bunlara eklense yine de o nübüvvet sırrını taşıyan kimsenin gönlünde, bir yer tutamaz..
 
Belki de:
“Neden böyle?.. Bunlar bu kadar önemsiz mi ki?..”
Diyeceksiniz..    
Hayır öyle değil..
Mesele başka..
Çünkü bunların hepsi, Muhammedî Aşı’nın bir sonucudur..
Bütün bunlar, onun nurundan bir kıvılcımdır..      
Onun Kevser Irmağından akıp gelen bir boy­dur.. soydur.. koldur..
Onun iyiliği özünden hasıl olan bir gıdadır..
Onun hidayet beşiğinde bir mürebbidir..
Ter­biyecidir..
Yetiştiricidir..
 
İşbu sebepledir ki; onun bereketi umuma şâmildir..
 
“Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik..”   (Enbiyâ 21/107)
 
Âyet-i Celilesi gereğince, rahmet kanadı cümle yaratılmışlar üzerine gerildi..
 
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şanı şerefi ki yukarıda anlatıldığı gibi oldu, onun bu şanını ve şere­fini tebcil için cihan sergisi açıldı..
Gece ve gündüz emrine teşhir edildi.
Şerefine merasimler tertip edildi..
Kıtaların hududu onun için tesbit edildi..
Nam-ı Şerifi, her yerde yad edilmeye başlandı..
 
Onu tasdik için, cümle embiyadan ahd alındı..
Bir de, onun hakikat bağına sarılalar diye..­
Onun şeriat gelini, bütün etbaına ve etrafına
tercih edildi..
 
Onun nübüvveti ile, peygamberlerin peygamberliği son buldu..
Kitabı ile de kitaplar.
Risaleti ile de risalet vazifesi hitam huldu..
 
Onun yüce şanını kısaca öğrendikten sonra, dinle..
Diyeceğimiz var:
Her kim, onun şeriatına sığınırsa..
Selâmeti bulur..
Kim onun, millet bağına yapışırsa..
Kurtulur..
Bütün bunlar, yani Selâmet ve kurtuluş, diğer peygamberlerde müşâhede edilmiştir..
Yâni, O’nun sayesinde..
 
Vaktaki Âdem (as.) Resûlullah (s.a.v) Efendi­mizi vesile ittihaz etti: Kınanmaktan kurtuldu.
 
Vaktaki, o yüce Nebi (s.a.v) İbrahim (as.)’in sulbüne intikal eyledi: Ateş ona, serin ve Selâmet oldu. ­
O yüce inci, İsmail sedefine girince, namınabir kurbanlık koç indi.
 
Bu Kâinât Ağacı’nda, Ashab-ı Yemin;
Yâni: Saadet ehli olan sağcılar dalının meyvesi şu Âyet-i Kerîmede gözükür:
 
“Allah onları sever; onlar da Allah’ı sever­ler..”   (Mâide 5/45)
 
Ashab-ı Şimâl, yani sol cânibi tutan zümre da­lının meyvesi de şu Âyet-i Kerîmede beyan buyru­lur:
 
“Sen onlar arasında bulundukça; Allah on­lara azab etmeyecektir..”     (Enfâl 8/33)
 
Sabikun, yani ilkler ve tam yakınlar dalının meyvesi ise, şu Âyet-i Kerîme ile beyan buyrulur:
 
“Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Kendisi ile beraber olanlar, küffara karşı şiddetli; fakat kendi aralarında merhametlidir..”  
(Fetih 48/29)
 
İşte.. anlatıldığı veçhile, o yüce peygamberin bereketi bütün afâkı kapladı.
Onsuz hiçbir yer kalmadı..
Diyecekleri tamam oldu..
Hükmü ve nüfuzu her yanı tuttu..
Durum ki, anlatıldığı gibi oldu:
 Âdem (a.s.) onun isminin şeklinde yaratıldı..
Onun ismi iseMUHAMMED مُحَمَّدْ “  idi..
(aslı olan Arap harflerine göre..)
 
Şöyle ki:
Âdem’in (as.) başı bir daire biçimine girdi.
Ki bu: O mübarek ismin başındaki ( م  : Mim) oldu.
Ellerinin yana salmış şekli ile de, ( ح : Ha) meydana geldi..
Karnı ile de ikinci ( م : Mim) şeklini teşkil etti.
Ayaklarının açılışı şeklinde ise, ( د : Dal) harfini andırdı.
İşte..
Böylece Âdem (as.)’in sûreti:
Muhammed (s.a.v) lsm-i şerîfi sûretinde oldu..
 
 
Biraz da:
“Kâinât onun şekline göre yapıldı..”
Sözümüzü tafsil edeli .
Bilindiği gibi Âlem ikidir.
Biri Mülk,
Öbürü Melekut..
İlki bu görünen âlem (Şühud Âlemi) .
Öbürü de Gayb Âlemi..
Bu dış âlem, onun cismanîyetine, yani dış şekline göre tanzim edildi..
 
Öbür Gayb Âlemi ise, onun ruhanîyetine göre tertip edilmiştir..
Bu Süflî Âlemin kesafeti; onun zâhirî cisminin kesafetine göredir..
Ulvi Âlemin letâfeti ise, onun letâfeti ile ölçü­lür.
Yeryüzünde ne kadar dağlar varsa..
Hepsi yeri tutan direk hükmündedir..
Ki bu, onun mübarek cesedini dik tutan kemikler menzilesindedir..
Yeryüzünde ne kadar dolu deniz varsa..
Akan ve akmayan..
Tatlı veya değil.
Bütün bunlar onun damarlarında akan kan menzilesindedir.
Bir de onun aza geçitlerinde sâkin duran kan..
 
Onlardaki tatlıların çeşitli oluşlarına gelince:
Onların tatlarının çeşitli oluşlarına rağmen, durum bundan başka olmaz;
 
O ki, tatlıdır; tükrüğünü andırır..
Yenen ve içilen şeylere karışınca; onları güzelleştirir..
 
O ki, tuzludur; gözünden akan suya benzer.
Gözdeki yağı korur..
 
O ki, acıdır; kulak suyu böyledir.
Ki bu su, kulağı kurttan böcekten korur.
Bu su, ona zarar vermek için içeri gireni öldürür..
 
Onun mübarek ceset yüzüne gelince..        
Kıl biten kısımlar, münbit yere benzer.
Bitme­yen yerler ise, çorak yere, araziye..
Ve buradan bit­ki ummak muhaldir..
 
Sonra..
Yeryüzünde bazı büyük denizler vardır ki:
Onlardan bazı ırmaklar meydana gelir.
Bazan da, küçük akıntılar..
Ki, insanlar bu ırmak ve akın­tılardan faydalanır..
Bütün bunların benzeri, onun mübarek cese­dinde vardır..
Mesela can damarı ve diğer ona benzeyen damarlar…
Ki orası, bütün vücuda kan dağı­dır..
Hatta vücûddaki bütün damarlar, bütün kanını ve canını ondan alır..
 
 
Buraya kadar sayılanlar, onun süflî âleme ait bir misâli idi..
Ulvi âleme gelince..
Onun zâhirdeki misali de, Sema Âlemidir.
Anlatılacak misallerden çıkarmak mümkündür.
 
Allah-ü Teâlâ, oraya bir güneş yerleştirmiştir..
Ki onunla, yer ehlini aydınlığa kavuşturur..
Tıpkı semaya koyduğu güneş gibi, bu cesede de ruh koydu..
Ki bu cesed onunla yolunu bulur..
Ölüm sonunda kaybolup gidecek olsa..
Cesed tüm­den karanlığa gömülür.
 
Sonra cesetteki akıl da, semadaki aya benzer..
Bazan artar; bazan da eksilir..
O, önceleri küçücüktür..
Ki onun adı: Hilal’­dir..
Ki bu, çocuğa çocukluk anındaki aklı gibidir..
Sonra artar..
Ayın tamam olup bedir halini aldığı gecelerdeki gibi..
 
Sonra..
Gökte, beş yıldız yaratılmıştır..
Ki bun­lara:
 
“Akıp akıp yuvasına dönen yıldızlar..”   (Tekvîr 81/16)
 
Meâline gelen Âyet-i Kerîme ile işaret edil­mektedir.. .
 
(Bunlar : Zuhal, Müşteri, Merih, Zühre, ve Utarid)
 
İşbu yıldızlara misal, insanda bulunan:
Tat­ma, koku alma, bir şeye değme, duyma ve görme­den ibaret olan duygulardır..
 
 
 
Açıklanan Kelimler :
 
 
Mahrum : Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak. * Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan. * İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.
Mahall : Yer. Mekân. Cây.
İcâbet : Kabul olmak. Kabul etmek. * Râzı olma, rızâ gösterme, muvafakat etme.
Nam :
 f. İsim, ad. Lâkab. Ün. Şan. * Vekillik. * Adres.
Risalet : Birisini bir vazife ile bir yere göndermek. * Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik. * Elçilik.
Selâmet : Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık.
İttihaz : Edinmek. Kabullenmek. “Öyle” diye bakmak. Kabul etmek.
Sulb : Sert, katı. Taş gibi olan. * Omurga kemiği. * Sülâle, zürriyet.
İntikal : Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes’eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
Afâk : Dış âlem. Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire. * Etraf. Cihetler. * Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs’dür.)
Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.
Süflî : Aşağıda bulunan. * Alçak, pek aşağı olan
Kesafet : Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
Letâfet : Hoşluk, lâtiflik. * Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek. * Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.
 
 
 
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
 
ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ اِئْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ
Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de «İsteyerek geldik» dediler.”   (Fussilet 41/11)
 
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.”  (A’raf 7/172)
 
 
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”   (Enbiyâ 21/107)
 
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ فِيهَا أَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالأَنفَ بِالأَنفِ وَالأُذُنَ بِالأُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ فَمَن تَصَدَّقَ بِهِ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَّهُ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o keffâret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.”   (Mâide 5/45)
 
وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.”   (Enfâl 8/33)
 
مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا
Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.”   (Fetih 48/29)
 
فَلَا أُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ
الْجَوَارِ الْكُنَّسِ
Hayır! Akıp giden, bir kaybolup bir etrafı aydınlatan yıldızlara andolsun,”   (Tekvîr 81/15-16)
 
 
 
Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:
 
 
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Küntü nebîyyen ve Âdem’e beyne’l-ma’e ve’t- tin: Ben nebî idim, halbuki Âdem su ile toprak arasında idi.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.
 
 
 
Ebu Hüreyre (radı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
“Her çocuk fıtrat üzerine doğar” buyurdu
Ve sonra da: “Şu âyeti okuyun” dedi:
“Allah’ın yaratılışta verdiği fıtrat…” (Rum: 30/30).
Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözünü şöyle tamamladı:
“Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.
Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi.
Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?”
Dinleyenler:
“Ey Allah’ın Resûlu! Küçükken ölenler hakkında ne dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye sordular.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
“(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi Allah daha iyi bilir.”
Bir başka rivayette:
“Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadar şu din üzere olmasın” buyurulmuştur..
(Buhârî, Cenâiz: 80, 93; Müslim, Kader: 22, (2658); Muvatta, Cenâiz:. 52, (1, 241); Tirmizî, Kader: 5, (2139); Ebu Dâvud, Sünnet: 18, (4714)