Şeceretü’l- Kevn-11

 
 
İşbu hâlet içinde Resûlullah (s.a v) Efendimize bir nida geldi:
” Adımını at! Ya Muhammed!..”
Resûlullah (s.a v) Efendimiz şu niyazda bulun­du:
“ Ya Rabbi! Mekan ki, ortadan kalktı.
Yer mefhumu ki, silindi ayağımı nereye basayım?
Bunun üzerine, şu ikinci emri aldı:
“Bir ayağını diğer ayağının üzerine koy!..”
Ta ki, her şey:
Benim, zamandan ve mekandan, yerden ve yurttan, geceden ve gündüzden…
Hu­duddan ve kıtalardan…
Hadden ve miktardan…
Münezzeh olduğumu bilsin.
Bundan sonra ..
Resûlullah (s.a v) Efendimize
şu nida geldi:
“Bak, ya Muhammed!”
Resûlullah (s.a v) Efendimiz baktığı zaman,
Pek parıldayan bir nûr gördü; sordu:
“Bu nedir?..” dendi.
“Bu bir nûr değildir…
Firdves cennetidir…
Ve sen, yükseldikçe o ayakların altında kalacak­tır..
Ayaklarının altında kalan da, sana fedâdır.
Bu arada şöyle bir nida geldi:
“Ya Muhammed!
Ayak bastığın yerin meb­de’i halkın vehminin bittiği yerdir.
Yâni: Bundan ötesini, onlar artık hayal dahi edemezler.. .
 
Daha sonra, şu hitap geldi:
“Ya Muhammed!
Sen zamanın ve yerin bu­ lunduğu yerde gezdiğin süre,
Cibril delilin olmuş­tu.
Burak ise, bineğin.
Ama, mekân ki, ortadan si­lindi;
Kâinâttan ki, kayboldun yer ve mesafeler ki, ortadan kalktı;
İki yayın misâli ki kaldı..
İşte bu anda, delilim benim.
 
Bundan sonra, şu hitap geldi:
“Ya Muhammed!
Kapıyı sana açıyorum.
Per­deyi senin için kaldırıyorum
Hitabın en güzelini sana duyuruyorum.
Çünkü sen, daha Gayb Âlemin­de iken,
Beni gerçek bir imanla birledin ve tevhid ettin.
Şimdi de, birle…
Yâni: Müşâhede ve Ayân Âle­minde…
Böylece yine tevhidime er!
Bunun üzerine Resûlullah (s.a v) Efendimiz:
“Affına güvenerek, cezandan sana sığınırım!” dedi.
Şu hitabı aldı:
“Bu, ümmetin asîlerine yarayan bir söz.
Vahdetime nail olan kimsenin değil.”
Bunun üzerine, Resûlullah (s.a v) Efendimiz Şu niyazda bulundu:
“ Ya Rabbi! Ben seni senâ edemem.
Sen Zât’ını senâ ettiğin gibi…
 
Resûlullah (s.a v) Efendimize hitaplar peşpeşe geliyordu.
Şu da bir başka hitap:
“Ya Muhammed!
Senin dilin ki; ibareden aciz kaldı;
Ona doğruluk dilinden bir kisve giydir­dim…
Ki bu:
 
“O, baştan konuşmaz…”   (Necm 53/3)
 
Emrimle sabittir.
Sonra, sonra sana bir nûr emânet ederim ki:
Cemâlime onunla bakarsın.
Bir kulak veririm; sö­zümü onunla duyarsın..
Sonra, bir hâl dili ihsan ede­rim;
Onunla da bana gelişinin mânâsını duyar an­larsın..
Ve bana nazar etmenin hikmetini sezersin.
 
 
Bütün hitapları yaparken,
Sanki Allah-ü Teâlâ şu Âyet-i Kerîmenin mânâsına işaret ediyordu:
 
“Biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir kor­kutucu olarak yolladık…”   (Ahzâb 33/45)
 
Böylece, Hakk’ı görecek ve şehâdet edecekti…
Şâhid odur ki: Kendisinden ancak gördüğü soru­lur…
Gaybe, bilinmeyene şâhidlik olmaz…
 
Ve hitap Devam etti:
“ Sen bir şâhidsin ya Muhammed; cenneti­mi sana göstereceğim..
Orada da dostlarım için ha­zırladığım şeylere bakacaksın.
 
Cehennemi de göstereceğim sana..
Orada da, düşmanların için hazırladığıma bakacaksın…
Sonra…    
Cemâlimi müşâhedeyi de, sana nasip edeceğim.
Cemâlimden de, sana bir yüz açacağım.
Ta ki bilesin:
Kemâlle muttasıfım…
Sonra, mü­nezzehim..
Benzemeden ve denkten..
Bedelden ve amirden…
Hadden ve kadden…
Boydan ve bos­tan…
Sayıdan ve adedden..
Geçilmeden ve tekim bulunmadan..
Ayrılmadan ve birleşmeden..
Bana bir misâl bulunmaktan ve şekil çizilmekten..
Bir­likte oturulmaktan ve karşılıklı dokunulmaktan..
Aralıklı bir şey olmaktan ve mizaç uygunluğun­dan.
 
 
Daha sonra, şu hitap geldi:
“Ya Muhammed, halkımı ben yarattım…
Onları Zâtıma davet ettim.
 
Ama onlar,  hakkımda,  ihtilafa düştüler..
Her biri, bir başka iddiada bulundu.
Bir cemaat, Üzeyri oğlum yaptı…
Ve beni cim­ri, eli bağlı vasfetti:
Ki bunlar: Yahudiler idi.
Bir başka cemaat ise, İsa’yı bana oğul yap­tı…
Vehmettiler ki:
Benim zevcem var..
Oğlum var..
Bunlar da: Nasranîlerdir.
Bir başka cemaat de, bana ortaklar isnad et­tiler..
Bunlar da: Veseniyelerdir…
Yâni: Putçular..
Bir başkası da, bana sûret çizdi…
Bunlar da: Mü­cessimelerdir..
Yâni: Beni mahluka benzetenler…
Bir başka cemaat ise, beni mahdud ve muay­yen bir yeri oları kabul etti..
Bunlar da: Beni ya­ratılmışlarla bir gören müşebbihe tayfasıdır…
        
Bir başka kavim isebeni yok zannetti..
Bun­ların adı da: Muattıladır.
        
Bir paşka cemaat ise, beni görünmez kabuletti ki:
Bunlar da, Muteziledir.
Ya Muhammed, işte; sana kapım…
Zât’ımın perdesini sana açtım.
Hele bir bak!
Onların ba­na nisbet ettikleri şeylerden bir zerre var mıdır?
Ve Resûlullah (s.a v) Efendimiz, bakmaya baş­ladı.
Gördü ki bir nûr: Ama onunla kuvvet bulur..
Onun Zât’ı ile kaim..
Ama idrak edilebilmekten münezzeh..
İhata edilmekten yana da münezzeh
Tek Allah..
Hiçbir şeye muhtaç değil..
Ne bir şeyin üzerinde..
Ne de, herhangi bir şeyle kaim..
Hiçbir şeye ihtiyacı yok.
Ne bir heykel… sûret..
 
 
Ne de, bir şeye benze­yen sûret…       
Ne cisim..
Ne de bir yeri olan…
Şekli de yok.
Terkip edilmiş de değil.      
 
İşte…
Bu manzara içinde:
 
“Onun misli gibi yoktur..O görür ve işi­tir…”   (Şûrâ 42/11)
 
Meâline gelen Âyet-i Kerîmenin mânâsı te­celli etti…
 
Vaktaki: Bu yüce yükseliş vaki oldu.
Ve Re­sûlullah (s.a v) Efendimiz o yüce hazrete vardı.
Ve şifâhen görüştü, konuştu.
 
İşte..
O zaman, Allah-ü Teâlâ ona şöyle bu­yurdu:
“Ey habibim, ey Muhammed!..
Şunları da duy!
Elbet bu halk için bir sır gerektir ki:
İzhar edilmesi yasak ola ..
Ve bir an vardır ki; onu yaymak da yasak ola ..
İşte…
Öyle buyurdu ve:
 
“Kuluna vahyedeceğini vahyetti…”  (Necm 53/10)
 
Meâlinde buyrulan Âyet-i Kerîmesi gereğin­ce, onlar sır oldu..
Ama, Allah ve Resûlü arasın­da…
 
 
 
Salât eyle Allahım!
Selâm eyle ve bereketler yağdır:
Yaratılmışların en şereflisi üzerine…
Sey­yidimiz efendimiz üzerine.
O, Zâtına ait nûrların denizidir..
Sırların kay­nağıdır..
Hüccetin dilidir..
Hazretin önderidir..
Ülke­lerin gelinidir..
Mülkün süsüdür..
Rahmetin hazine­sidir..
 
 
Şeriatın yolu ondan geçer…
Cennetin kan­dilidir..
Hakikatın gözüdür..
Müşâhedenle o lezzet alır..
Halkın arasında seçmelerin seçmesi odur..
Zâ­t’ına ait nûrdan aydınlık alan odur…
Ona yapacağın bu salât öyle olsun ki:
Bağ­larım onunla çözülsün…
Sıkıntılarım, onunla açıl­sın..
İhtiyacım onunla tamam olsun..
Talebinle onunla ereyim.
Bu salât devamlı olsun..
Allahım, ama Zâtın Devamı ile..
Bu salât bâki olsun..
Allahım, ama Zâtın bâki kaldıkça..
Bu öyle bir salât olsun ki; seni de razı eyle­sin..
Onu da razı eylesin..
Sonra, o salât sebebi ile bizden de razı olasın…
Ey Alemlerin Rabbı!
Bize Allah yeter…
O, ne güzel bir vekildir..
Güç ve kuvvet ancak Allah’ındır..
O Yüce­dir, Azîmdir.
 
Son olarak:
Salât ve selâm dileğimizi tekrar eder:
“ Allah, Efendimiz Muhammed (s.a.v) ‘e, âline ve ashabına salât eylesin ve selâm eylesin…” deriz.
Eserlerimizi burada tamamlarız…
Hamd, Alemlerin Rabbı olan Allah’a mahsus­tur!..
 
 
 
 
Açıklanan Kelimler :
 
Hâlet : Suret. Hâl. Keyfiyet.
Nida : Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek. * Gr: ünlem (!)
Vehm : (Vehim) Mübhem ve mânasız korku. * Belirsiz fikir ve düşünce. * Cüz’i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.
Mizaç : Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.
Üzeyr : (A.S.) Kur’an-ı Kerim’de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.
Nasranî : Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan. (Bak: Nasara)
Yahudi : Hz. Yakub’un (A.S.) oğullarından Yehuda’ya mensub olan. Benî İsrail. Musevî.
Mü­cesimse : Müşebbihe. Fls: İnsan biçiminde ilâh tasavvur edip suretlendiren bâtıl bir inanış. (Antropomorfizm) Mücessime de denir. (Bak: Teşbih)
Muattıla : Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık’a itikat etmeyen. (Bak: Ta’til)
Mutezile : Aklına güvenerek ve “kul, fiilinin hâlikıdır” demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü’min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu’tezile tâifesi: “İnsanlar kendi ef’âl-i ihtiyâriyelerini halkederler” diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir. (Bak: Mülk)
İzhar : Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek. * Yalandan gösteriş. * Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.
 
 
 
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz.”   (Necm 53/1-3)
 
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا
Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.”         (Ahzâb 33/45)
 
فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.”   (Şûrâ 42/11)
 
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
Sonra (Muhammed’e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.”   (Necm 53/8-9-10-11)