Şeceretü’l- Kevn-1

                                                       

                                                            شَجَرَةُ الكَوْن

ŞECERETÜ’L- KEVN 

                                                   بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

 
Hamd olsun ALLAH’ a…
Ki, teklik Zât’ının hakkı…
Eşsizlik sıfatının şanı…
Yüzü cihetlere dönük olmaktan münezzeh…
Kudsiyyeti bir başka…
 
Kevnî ve muhdes şeylerden beri..
Ayağı yönlerden
Eli hareketlerden
Gözü lâhzalardan ve bunların ifâde ettiği mânâlardan yana temiz-pâk…
 
İstivâsı, bitişmek ve yapışmaktan
Gücü isabetsiz olmaktan ve boşa harcamaktan çok uzak…
Hele iradesinin, beşerî vasıflardan olan şehvet unsuru ile hiçbir ilgisi yoktur.
 
Kezâ O’nun;
Zâtî Sıfatları, O’ndan sıfat alanların artması ile sayı yönünden artmaz.
İradesine, çeşitli arzuların belirmesi ile de bir değişiklik olmaz.
 
Bütün kâinâtı:
 كُنْ  – Kün! Ol! ” emriyle meydana getirdi…
Ve bütün mevcûdatı o emri ile icâd etti…
Bu âlemde Vücûd bulan ne varsa, hepsi de o kelimenin gizli mânâsından meydana geldi…
Ve bütün saklılar, o kelimenin el değmeyen sırrından meydana geldi…
 
İşte bunun tasdiki-onayı:
Allah-ü Teâlâ buyurdu ki :
“Ancak bir şeye kavlimiz : Ona irademiz talluk ettiği zaman “ كُنْ  – Kün! Ol! ”  demek olur ki, olur….” (Nahl 16/40)
 
Sonra, gerçekten ben kâinâta ve oluşuna, olanlara ve içinde tedvin edilen hikmete baktım..
Gördüm ki: Bütün Kâinât tümden bir ağaçtan ibâret…
O ağacın asıl nuru ise ;
“ كُنْ  – Kün! Ol! ” tohumundan meydana gelmiş..
 
Bu meydana gelenlerin –kevnîyyetin- “ك : Kâf” ı :
“Biz sizi yarattık…” (Vâkıa 56/57)
Âyet-i Kerîmesindeki: “نَحْنُ -Nahnü : Biz” tohumu ile aşılanmış,
İşbu aşılanmış tohumdan:
“Biz her şeyi şekline uygun şekilde yarattık.” (Kamer 54/49)
Meâlinde belirtilen mânânın meyveleri hasıl oldu.
 
Ve bu yaratılışla iki ayrı dal meydana geldi.
Biri “Kemâliyet” kelimesinin “ك : Kâf” ı
Diğeri de “Küfür” kelimesinin “ك : Kâf” ı
 
Kemâliyeti şu Âyet-i Kerîme bildirir:
“…Bu gün dininizi sizin için tamamladım….” (Mâide 5/3)
 
Küfür “ك : Kâf” ını da şu Âyet-i Kerîme bildirir:
“…Onlardan bir kısmı kâfir bir kısmı da mü’min…” (Bakara 2/253)
 
ن : Nun Harfinin özünden ise;
Mârifet Nuru ile
Nekre Nuru meydana geldi.
Yâni, Bilmek ve Bilmemek…
 
Vakta ki, Allah-ü Teâlâ, yokluk hazinesinden ezelî arzu hükmü uyarınca varlıkları yarattı…
Onlara Nurundan saçtı…
 
Her kime ki o Nurdan isabet etti; o kimse “ كُنْ  – Kün! Ol! ”  emri tohumundan meydana gelen ağacı kavradı, anladı…
Ve ona o emrin “ك : Kâf” ındaki sırda:
“Siz hayırlı oldunuz…”  (Âl-i İmrân 3/110)
Meâlinde  gelen Âyet-i Kerîmenin sûreti belli oldu…
Ve o emrin “ن : Nun” undaki şerhle de:
“Allah tarafından sînesi İslâm’a açılanı mı sordunuz?… O, Rabb’ından gelen nur üzerinedir…”  (Zümer 39/22)
Âyet-i Kerîmesindeki mânâ sûreti zâhir oldu…
 
Ve her kime ki o Nurdan isabet etmedi, boş geçti..
İşte o zaman; ondan, “ كُنْ  – Kün! Ol! ”  yâni “ك : Kâf”  ve  “ن : Nun” dan kasd olunan asıl mânânın keşfi istenir.
Çünkü o, onların hecesinde yanıldı..
Ve iş umduğu gibi çıkmadı..
O, “ كُنْ  – Kün! Ol!   yâni “ك : Kâf”  ve  “ن : Nun” un dış manzarasına baktı, yanıldı…
ك : Kâf” ı KÜFÜR mânâsında gördü..
نNun” u  da NEKRE mânâsında gördü…
İnkar yabancılık..
Kısacası, kâfirlerden oldu…
 
Hasılı:
“ كُنْ  – Kün! Ol!   olarak ifâde edilen kelimelerden, her yaratılmışın hazzı başka başkadır..
Ki bu hazz ve nasibi, o kelimenin  hecesinden edindiği bilgi kadardır..
Bir de onun gizli sırlardan elde ettiği müşâhede kadar…
 
Bütün bu fikirleri önünüze sererken delilimiz:
 
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin şu Hadîs-i Şerîfidir:
“Allah-ü Teâlâ, yarttığı halkını bir zulmette yarattı.. Sonra onlara nurundan saçtı.. O nurdan nasib alan hidâyet buldu.. Ve o nur, her kime ki uğramadan geçti, o da şaştı.. azdı..”
 
Vaktaki Âdem aleyhisselâm; Vücûd, Varlık Dairesine baktı..
Her mevcûdu , varlığı şöyle gördü:
Kevn, yâni bir var oluş dairesi içinde dönmektedir..
Sonra çift; biri ateşten diğeri de topraktan..
Yine gördü ki; o kevn, kâinât..
Yâni o bir oluş dairesi ki:
“ كُنْ   – Kün! Ol! 
Emri sırları üzerine dönmekte..
Onun isteğine göre hareket etmekte.
Bu sebebden o devr ettikçe devrediyor..
Uçtukça uçmak istiyor…
O emre sığınıyor ve ona göre cevelân ediyor.
Ondan olamıyor, arzusu dışına çıkamıyor…
 
Hasılı mânâda herkesin müşâhedesi bir başkadır.
Yâni:
“ كُنْ  – Kün! Ol!  Emrine dair müşâhedesi…
Ona biri bakar; Kemâliyetin “ك : Kâf” ını ve Mârifetin ن : Nun” unu müşâhede eder.
Bir başkası da Küfür “ك : Kâf” ı ile yabancılık “ن : Nun”unu… Nekreyi müşâhede eder…
 
Kim olursa olsun; yaptığı müşâhedenin mahkümudur..
Ama hiç biri kendi başına bir işe sahip değildir.
Hepsi.. Ama hepsi:
“ كُنْ  – Kün! Ol! ”  dairesinin merkez noktasına dönüktür.
Yâni tâbidir, bağlıdır…
 
Bu olanların haddi:
“ كُنْ  – Kün! Ol! ”  Emrinin bir icâbı olarak olanların haddi değildir ki;
“ كُنْ  – Kün! Ol! ”  Emrini veren Zât’ın arzusu dışına çakalar…
Yapılan müşâhede hükmü ne olursa olsun, İlâhî hüküm budur…
 
Baktığın zaman göreceksin ki bu “Şeceretü’l- Kevn” in
 “Kâinât Ağacı” nın dallarının şekli, meyvelerinin çeşit çeşit olmalarına rağmen, hemen hepsi tek merkezden meydana gelmektedir ki o;
“ كُنْ  – Kün! Ol! 
Habbesi..
Tohumu ya da sevgisi…
Hepsi ama hepsi, ondan olmakta ve ondan  meydana gelmektedir.
 
Âdem aleyhisselâm’ın kaydolduğu bir yer vardı ki oranın adı: “Mekteb-i Tâlim…
Yâni dershâne..
Yâni öğrenme yeri.
 
İşte o mektebe dahil olduğu zaman, öğrendi..
Bütün isimleri.. hepsini.. hepsini…
 
İşte bu tâlimden, yâni bu öğrenmekten sonradır ki karşısına muazzam bir sahne çıktı..
Ki bu sahne:
“ كُنْ  – Kün! Ol! 
Emrinin temsil ettiği sahne idi..
Daha sonra, bu Kâinâtı yaratan muradına baktı…
Öyle ya..
Boşa değil di bu yaratılış.
O hâlde bunlardan muradı neydi?
İşte o zaman yine karşısına:
“ كُنْ  – Kün! Ol! ”  Emrinin “ك : Kâf” ı  ve  “ن : Nun” u çıktı…
O artık her şeyi biliyordu, öğrenmişti.
Tâlimli idi..
Bu öğrendikleri sayesindedir ki Hazine “ك : Kâf” ını..
Yâni Kenz Kâfını  keşfetti.. Müşâhede etti ve gördü..
Ve şu mânâyı:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyen.. Bilinmemi istedim..”     
Bunu böylece müşâhede ettikten sonra, bir başka sır kapısı açıldı önüne…
 
Ki o Nun Sırrı…
Ki bu enâniyyet, yâni “Ben” benlik kelimesindeki “Nun” Sırrı idi…
Bu sırr, bir Âyet-i Kerîme’de mânâsını şöyle bulmuştu:
“Gerçekten Ben Allah’ım.. Başka ilâh yok.. Ancak Allah Ben..”  (Tâ Hâ 20/14)
 
Vakta ki, heceler tamam oldu..
Ve umulan da tahakkuk etti..
İşte o zaman ona bir başka mânâ kapısı açıldı..
Bilhassa Kenz-Hazine Kâfı’ndan tekrim..
Yâni, Şeref-İyilik Kâfı ona belli oldu..
Bu mânâyı şu Âyet-i Kerîme ifâde eder:
“Biz Âdemoğlunu pek şerefl kıldık..”  (İsrâ 17/70)
 
Daha sonra bir başka Kâf..
Küntiyyet Kâfı..
Yapılış ve Oluş Kâfı..
Ki bu da:
“Onun  kulağı, gözü ve eli olurum..” Kudsî Hadisi ile sabittir.
 
Sonra onun için başka mânâlar meydana geldi ki..
 Bu da “Nun” Harfinin icabı idi ve Enaniyyet-Benlik Nunu’ndan isthrac ediliyordu…
Ki bu Enaniyyet-Benlik Nunu’ndan, Nuriyyet Nunu yâni Nurlu olmak Nunu geldi..
Bu mânâyı da şu Âyet-i Kerîme ifâde eder:
“Ona fayadası için nur kıldık..” (En’âm 6/122)
 
Sonra bu Nimet Nunu ile birleşti..
Bu mânâsı şu Âyet-i Kerîmede:
“Şayet Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız tüketemezsiniz.” (İbrâhim 14/34)
 
Buraya kadar sayılanlar, Âdem aleyhisselâm’ın durumu idi..
Ve bütün bu mânâlar;
Tâlim gördüğü mektepten: “ كُنْ  – Kün! Ol! ”   Kelimesinden öğrendikleri idi…
Ama hepsi değil..
Azdan da azı…
Yine anlatacağız…
 
 
Açıklanan Kelimler :
 
Şecere : Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.
Vâcibü’l-Vücûd : Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.
Nisbet : Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
İzafî : İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek
Cihet : (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
Kevnî : Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
Muhdes : İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer’î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
İcâd : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek.
Tedvin : Bir araya toplayarak tertipleme. * Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.
Vaktaki : f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit.
Müşâhede : Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.
Tâlim : Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
Kenz : Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler.
Enâniyyet : (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.
Tekrim : Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
 
 
 Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
 
نَحْنُ خَلَقْنَاكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ
Nahnu halaknakum felevla tusaddikune. : Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?” (Vâkıa 56/57)
 
 
إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَن نَّقُولَ لَهُ كُن فَيَكُونُ
İnnema kavlüna li şey’in iza eradnahü en nekule lehu kün fe yekun : Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece «Ol!» dememizdir. Hemen oluverir.” (Nahl 16/40)
 
إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
İnna kulle şey’in halaknahu bi kader : Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer 54/49)
 
 
حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالْدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلاَّ مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَن تَسْتَقْسِمُواْ بِالأَزْلاَمِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن دِينِكُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِّإِثْمٍ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Hurrimet aleykümül meytetü ved demü ve lahmül hinziri ve ma ühille li ğayrillahi bihi vel münhanikatü vel mevkuzetü vel müteraddiyetü ven netiyhatü ve ma ekeles sebüu illa ma zekkeytüm ve ma zübiha alen nüsubi ve en testaksimu bil ezlam zaliküm fisk elyevme yeissellezine keferu min diniküm fe la tahşevhüm vahşevn elyevme ekmeltü leküm dineküm ve etmentü aleyküm ni’meti ve radiytü lekümül islame dina fe menidturra fi mahmesatin ğayra mütecanifil li ismin fe innellahe ğafurur rahiym : Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Mâide 5/3)
 
 
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَـكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَـكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ
Tilker rusülü faddalna ba’dahüm ala ba’d, minhüm men kellemellahe ve rafea ba’dahüm deracat, ve ateyna iysebne meryemel beyyinati ve eyyednahü bi ruhil kudüs, ve lev şaellahü maktetelellezine mim ba’dihim mim ba’di ma caethümül beyyinatü ve lakiniltelefu fe minhüm men amene ve minhüm men kefar, ve lev şaellahü maktetelu ve lakinnellahe yef’alü ma yürid : O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini yapar.” (Bakara 2/253)
 
 
كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُم مِّنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
Küntüm hayra ümmetin uhricet lin nasi te’mürune bil ma’rufi ve tenhevne anil münkeri ve tü’minune billah, ve lev amene ehlül kitabi le kane hayral lehüm, minhümül mü’minune ve ekseruhümül fasikun : Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Âl-i İmrân 3/110)
 
 
أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن رَّبِّهِ فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
E fe men şerahallahü sadrahu lil islami fe hüve ala murim mir rabbih fe veylül lil kasiyeti kulubühüm min zikrillah ülaike fi dalalim mübin : Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? Allah’ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer 39/22)
 
 
إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
İnneni enallahü la ilahe illa ene fa’büdni ve ekimis salate li zikri : Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl. “ ( Tâ Hâ 20/14)
 
  
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
Ve le kad kerramna beni ademe ve hamelnahüm fil berri vel bahri ve razaknahüm minet tayyibati ve faddalnahüm ala kesirim mimmen halakna tefdiyla : Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)
 
أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
E ve men kane meyten fe ahyeynahü ve cealna lehu nuray yemşi bihi fin nasi ke mem meselühu fiz zulümati leyse bi haricim minha kezalike züyyine lil kafirine ma kanu ya’melun : Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir.” (En’âm 6/122)
 
 
وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ
Ve ataküm min külli ma seeltümuh ve in teudu ni’metellahi la tuhsuha innel insane le zalumün keffar : O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrâhim 14/34)
 
 
 
Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:
 
Abdullah b. Amr b. Âs’tan (Radıyaliahü anhümâ):
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ in şöyle dediğini işittim:
İzzet ve celâl sahibi olan Allah buyurdu ki:
“Allah kâinatı karanlıkta/yoklukta yarattı. Sonra o gün, nurunu her tarafa saçtı. Kime bu nurdan isabet ettiyse hidâyeti bulmuştur ve kime de isabet etmemişse o dalâlettedir. Bu yüzden derim ki izzet ve celâl sahibi olan Allah’ın ilmine uygun olarak (kâinat takdir edildi ve) kalem kurudu, (hüküm kesinleşti.)”
(İmam Ahmed b. Hanbel, El-Müsned, el-Fethu’r-Rabbani Tertibi,
Sened: Sahih: Müsned, 11/176, H.no:6644 (uzun bir hadisin ortasında nakledilmiştir): Benzer rivayet için bk. 11/197. H.no:6854, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, es-Sünne, U/424, H.no:932; Tirmizî, îmân, 18, H.no: 2642 (hasen); İbn Ebî Âsim, 1/107-108, H.no:241-243; Taberânî, Müsnedü’s-Şâmiyyîn, 1/304, H.no:532; Hallâl, es-Sünne, 111/539, H.no:891; Beyhakî. es-Sünenü’l-kübrâ, IX/4; Hâkim, Müstedrek, 1/84, H.no:83 (İsnadının sahih olduğunu söyler); Deylemî; Firdevs, 1/170, H.no:43; Herevî, el-Erbaûn fî deiâiH’t-Tevhîd, 1/88-89, H.no:37; Lâlkâî, IV/604, H.no:1078-1079; Heysemî, râvîlerinin sika olduğunu ifâde eder. Bk.Mecma’, VII/193-194.)
 
 
Hadis-i Kudsî : “Ben gizli bir hazine idim. Tanınmak istedim. Mahlûkâtı yarattım ki Beni tanısınlar”
 
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Allah şöyle buyurdu:
“Kim Benim bir dostuma düşmanlık beslerse, Ben ona harb ilân etmişimdir. Kulum bana kendisine farz kıldığım şeylerden daha se­vimli bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle Bana yaklaşa yaklaşa nihayet onu severim. Onu sevdiğimde de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağıolurum. Benden bir şey isterse onu kendi­sine mutlaka veririm. Bir şeyden Bana sığınırsa onu mutlaka koru­rum. Ölmek istemeyen mü’minin ruhunu almakta tereddüt ettiğim kadar yaptığım hiçbir şeyde tereddüt etmedim. Çünkü Ben onu üz­mekten hoşlanmam.”    (Buharı, Rikak: 38.)