MANEVİ YOLCULUKLAR

 
(SEFERLER  FASLI)
 
Şimdi, bilinmesi gereken bir şey var.
O da; irfan sahibinin başlangıcını ve dönüş yerini anlayıp nereden gelip ve nereye gittiğini bilmesidir..
Bu da aşağıda anlatılacak üç sefere, yani; Yolculuğa bağlıdır.
Dolayısıyle o seferleri, yani: Yolculukları anlatacağız. Buradaki sefer:
“İnsanın manevî yolculuğu” demektir.
 
Bu yolculuğun önü sonu yoktur.
Ancak seçtiğimiz bu üç sefer hepsini toplamıştır.
İnsan bu üç seferi, bitirmedikten sonra nefsini anlayamaz ve Yaradanına karşı irfan duygusunu bulamaz.
Ne kendisi olgunlaşır; ne de başkasına önder olabilir.
 
 
I
SEFER-YOLCULUK
 
Bilinsin ki, her şahsın, zât-ı ilâhîde bir gerçek yeri var.
O gerçeğin, Hakk Teâlâ şu duygu ve şehâdet âlemine gelmesini ve zuhurunu dilese, ilk şeklini Akl-ı Külde çizer; ki orası İlâhî Aynadır.
Ve Allah-ü Teâlâ’nın bilgi âlemidir.
O şekil; Hakk’ın dilediği kadar orada kalır; sonra Küllî Nefsi, sonra Arş ve Kürsî’yi aşar; gökleri, tabaka tabaka geçer, ateş küresine iner.
Sonra havayı, suyu geçer toprağa düşer.
Bundan sonra, madenlere, bitkilere, meleklere, insanlara ve cinlere uğrar.
İnsan mertebesine gelinceye kadar hayli vartalar atlatır.
Her mertebede hayli güçlükle karşılaşır.
Gâh yükselir, gâh alçalır.
Düşe kalka gelip insanda yerleşince, yarım daire, tamam olur.
Ki, buna:
“Esfel-i safilin” tâbir edilir.
Sonra burası, Akl-ı Küll, Âla-i İlliyyin mertebesidir.
Anlatılan işin başı şu âyet-i kerime ile tesbit edilmiştir:
“Biz insanı, yaratılışın bütün güzelliğine sahip olarak yarattık; sonra, esfel-i safiline indirdik. ” (93/4-5)
 
Anlatılan bu mertebelerin hepsi; insanlık mertebesine ulaşıncaya kadar birinci seferi teşkil eder.
Eğer insan, geldiği ve döneceği yeri anlamadan bu yolculuğa katılır, sadece seyir ve sülukla meşgul olur, yalnız başlangıç noktasını bulursa Cem Âlemi’ni bulmaktan uzak kalır, ayrılıkta sayılır.
Buna işaret olarak:
“Cem Âlemi’ni bulmadan ayrılık, şirktir!” diye anlatıldı.
Şu âyet-i kerimede buyurulan:
“Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın..” (7/179)
Zümreye dahil olup öyle haşr olur.
 
 
II
SEFER-YOLCULUK
 
Bunun için:
“Müşahede ve Terbiye Seferi..” tâbir edilir.
Bu ikinci seferde, bir Kâmil Mürşid’e yapışıp, Aklı Küll’e uçmak ve manevî bir yolculuğa girmek gerek…
Ki buna:
“Hakikat-ı Muhammediyye” dahi denir.
Pirlerin himmeti ve gayreti ile buna ulaşmak gerek..
 
Bu, özel bir vuslattır.
Ancak gerçek durumu ile insan; oyalayıcı şeylerden birer birer geçerken, kendi mertebesine gelinceye kadar, uğradığı her şeyden bir renk almıştı.
Her birinden yaramaz bir sıfat takınmıştı.
Bu yüzden:
“Onlar hayvan sürüleri gibidir, belki daha şaşkın..” (7/179)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan zümreye karışmıştı.
 
İşte mürşid-i kâmile erince, o yaramaz ahlâk ve yaramaz huyların hepsini bir yana attı.
İlk hâli ne idiyse, yine öyle oldu. Esasen bu şekilde pak ve temiz olmadıktan sonra, küllî akla varmak kolay olmaz.
Bir Sâlik düşünelim, küllî aklı bulmadıktan sonra, Hakk Ehli katında yetişkin değildir.
Yetişkin olmak için, daha yolda iken Küllî Akla erişmek gerek:
 
İşte “Ve’l-…” Mertebesi bu makamdır.
 
Bir şiir:
 
Delile erenler, ergin olurlar;
Delili olmayanlar çirkin olurlar..
 
Sâlik, Külli Akl’ı bulunca Erler Mertebesi’ne erişir.
Buna:
“Hakikat-ı Muhammediyye” denir.
 
“Allah, ilk önce aklımı yarattı.”
Buyurulan Hadis-i Şerif cümlesindeki mânâ budur. Sâlik yine bu makamda, renksiz olur ve vahdet bulur.
 
Bu mânâda güzel bir şiir:
 
Renksiz, rengi de esir eder,
Musa, Musa ile cenk eder..
Renge girmeyen hoş yol bulur,
Musa-Firavun hep dost olur..
 
 
Bu makamda Sâlikin;
Aklı, akıl bütünlüğünü bulur.
Nefsi, külli Nefs’e geçer.
Ruhu Mukaddes Ruh olur.
 
Bu makama:
“Ayrılıktan sonra birleşme..” derler.
Burası Hakk’a meczub olanların makamıdır.
Hayret, heyhat, vehim ve akıl burada olur.
Birçokları bu makamda sapıtır.
Nitekim, bu mânâda:
“Ayrılık olmadan birliği aramak sapıklık olur!” denilmiştir.
Hakk yolcusu bu makamda kalır.
İleri geçemez ise bir başkasını kemâle erdirmeye, irşad etmeye nail olamaz.
 
Haddizâtında bu makam son derece tatlı bir makamdır.
Hakk’ta ve Hakk’la yolculuk mertebesidir.
Çünkü, Hakk yolcusu Sâlik, burada varlık zerresini ummana atıp dağılmıştır.
Artık ne kendinden, ne de âlemden haberi vardır.
Ne de başkasından..
Bundan sonra her hangi bir şeyden zühd yolu ile kaçınamaz.
Şer’i emirlerle herhangi bir kayda giremez.
Ama, bu makamı da bırakıp geçmek gerek.
Allah’ın yardımı ile bu makamda Hakk’la yok olma hâlini bulup sonra da onunla Bekâ Âlemi’ne ermek gerektir.
 
 
III
SEFER-YOLCULUK
 
Bu yolculuk Hakk’tan başlar, aynı zamanda Hakk’la Bekâ Makamı’dır.
Yani, Hakk’tan halka yolculuktur.
Birlik Âlemi’ni bulduktan sonra, ayrılık hâline geçiştir.
 
Açıkçası:
Bu yolun yolcusu, irşad için, manevî bir inişle, beşeriyet kisvesine bürünüp bulunduğu makamdan halk arasına karışır.
Nitekim peygamberimiz;
“Ben de sizin gibi beşerim.” buyurdu.
 
Bu makamda yemek, içmek, uyumak, nikâhla kadın alıp evlenmek vardır.
Ama hiçbirinde ifrat veya tefrit olmaz, tam itidal ve istikamet vardır.
 
Bir şiir:
 
Ne ifrat, ne tefrit olanda;
Doğru yol odur bu meyanda..
 
Bu mertebeye eren, iffet ve istikamet sahibi olur.
Dinî hükümlere zâhiren de bağlıdır; onlara tamamen uyar.
Ancak farz ibadetler dışında, bazı çeşitli ibadetlere bağlanıp durmaz.
Hem Kesret Âlemi’nde hem de Vahdet Âlemi’nde daimî salât içinde bulunur.
Dış alemi, halka yanaşık; iç âlemi ise, Hakk’a yapışıktır.
Bu zâtı anlamak, halk için hayli güçtür.
Zira bu halk, zâhirde kimin ibadeti çoksa, zâhirî zühdü ve takvâsı çoksa onu Kâmil bilir.
Hâlbuki Kâmil İnsan’ın olgunluğu, bu zâhirdeki duygu gözü ile görünmez.
Onu görmek için Hakk’a ulaşmış göz gerek.
Hasılı:
Kâmil olanı, yine kemâle eren görür ve bilir.
 
Bu daire, Cem Âlemi’nden sonra hâsıl olan fark dairesidir.
Hazret-i Ali (k.v.) şöyle anlattı:
“Cem âlemi olmadan fark, şirk;
Cem âlemi sonunda fark olmazsa zındıklık;
Cem’i, fark’ı bir bulmak da tevhid sayılır.” (1)
____________________________
(1) Hz. Ali (k.v.) bu cümlesi ile kanaatımızca şöyle demek istiyor:
-Birlik Âlemi’ni bulup hiçlik hâline ermeden, varlık iddiası ile irşad yolunu tutmak şirktir.
Bu âleme inişi kabul etmeyip Hiçlik Âlemi’nde kalmayı arzu, zındıklık;
Hiçlik ile varlığı birleştirmek tevhid olur. (Sadeleştiren)
_________________________________
 
Bu üç makam, anlatmak istediğimiz şeyin mânâsıdır.
Ayrıca ayrıntılara girmeye gerek yok..
Kâmil zâtın bu fark makamına inişi terakki sayılır.
Bu makama gelince, nefsine ârif olur.
Açıkçası: Kendini bilir.
Esas varlığa bağlı okluğu için, her hangi hususî bir itikada bağlı olmaz.
En iyisini Allah bilir.
 
Hâl böyle olmasına rağmen, Hz. Şeyhin anlattığı gibi, hiç kimseyi; beslediği itikad dolayısı ile sorguya çekmez, karışmaz, inkâr da etmez.
Çünkü, cümle inanışı benliğine sindirmiştir.
Açıkçası, İrfan sahibi, toplayıcı bir gözeyi anladı.
Bu yüzden toplayıcı hakikatin, her itikad bölümünde bir yüzü vardır.
Zira mutlak bir göze dedikleri o âriftir.
Kayıtlı bir yönü bulunmayan, hiçbir mutlak yoktur.
Bu sebeple, her neye ibadet edilse, mutlak o yüze çıkar.
Bu durumu, itikad sahibi ve ibadet eden bilse de, bilmese de böyledir.
 
Şeyh İrakî şöyle der:
 
“Hakk Teâlâ cümle eşyayı, Zâtının aynı kıldı.
Hikmeti ise, kendinden gayrına ibadet olunmaya, başkası sevilmeye..
İlâhî gayret (kıskançlık) bunu gerektirdi.”
 
Bir şiir:
 
Gayreti, yabana komadı Hakk’ın,
Şüphesiz O, aynı oldu eşyanın..
 
Bir başka şiir:
 
Hakk  diledi ki, eşyayı yarata;
Özünden gayrı komadı arada.
Bu âlemde tapanlar ona tapa;
Ki, her yüzde görünen o, halk kapa.
Ki, insan iyi huyla kapabilir;
Ve dar gönüller onunla yapılır..
 
Yukarıda arz edilen hususlar, şu Âyet-i Kerimenin bilinen mealidir.
“Rabbın hükmü şu ki; kendisinden gayrısına kulluk etmeyesiniz.” (17/23)
Daha açık mânâsı ile ifade edilen mânâ şudur :
“Ey Peygamber, Rabbın takdir ve hükmü şu ki :
Sevgide, övmede, senada ondan başkasını bilmeyesin, görmeyesin ve kul olmayasın.
Zâten, ondan başkasına ibadet, mümkün değildir.
Hatta puta tapanın tapışı bile sonuçta Hakk’a varır.
Çünkü onun varlığı da Hakk’ındır.
Bunu anlamak için cümle varlık, Hakk’ın olduğunu anlamak ve bilmek gerekir.”
Sözümüz onlara aynadır.
İşte irfan sahibi, bu mânâyı anladıktan sonra, ne muayyen bir itikada sahip olur; ne de diğer kimselerin itikadına sataşır, inkâr eder.
Zira: Cümleyi bir emir zincirine bağlı gördü; kendisinin de, emir ve iradeden başka bir şey olmadığını anladı. Mevcut, yalnız O…
Yine o irfan sahibi, herkesi mazhar olduğu isim tecellisi cihetiyle itikad ve edeblerini yerli yerinde gördü.
 
Bir şiir:
 
Bir zerrecik yerinden kayıp oynasa;
Alem harap olurdu, baştan ayağa..
 
İrfan sahibine:
“Her ne yana dönerseniz, Hakk’ın (tecelli) yüzü o yandadır.” (3/115)
Âyet-i kerimesinin mânâsı zâhir olur.
Yani, zâhirde ve bâtında cephenizi nereye çevirirseniz, orada Hakk’a çıkan bir yol vardır.
Gerçekte:
“O, her an, bir şe’n alır.” (55/22)
Kaidesine göre, makamlar ve mertebeler de bulunur.
Her makamda bir türlü, her mertebede bir başka yüz gösterir.
Her yüzde bir başka türlü güzellik, her güzellikte bir başka aşk, her aşkta bir türlü gamze, her gamzede bir türlü işve, her işvede bir türlü cilve, her cilvede bir türlü naz, her yerde de bir türlü başlama şekli vardır.
 
Bu yüzden aşka müptelâ olup inleyen zâtlar çeşitli hâllere düşerler.
Gâh, kabz ve celâl sıfatına mazhar olurlar.
Gâh, bast ve cemâl sıfatı tecellisinin mazharı olur; zevk alır, zevke dalar, safa bulurlar.
Gâh naza, gâh niyaza kapılırlar.
Bu sıfatlar, âşıkın nazarında türlü türlü hâller alır; fakat o âşık, hiçbirini itmez.
 
Hâl böyle olunca, ârif kendini nasıl muayyen bir itikada kaptırsın; gitsin!
Âşıkın sevdiği mahbub, hangi sıfatı takınsa, hangi libasa bürünse ve her ne şekilde tecelli etse, katiyetle gaflete düşmez ve tek yüzüne bağlanmaz.
Ayrıca her yüzden onun güzelliğini gördüğü gibi, tek yüze bağlanıp kalanları da mazur görür.
Dairesi geniştir.
İtikad faslında, tek yüze bağlanıp kalmanın da ilâhî şuûnattan biri olduğunu bilir ve ilâhî isimlerden birinin gereği olduğunu kabul eder.
Nitekim izzet sahibi Yüce Hakk şu âyetinde şöyle buyurdu:
“Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, Hakk onun nasiyesinden tutmuş olmasın; kesin olarak bilinsin ki, Rabbim sırat-i müstakim üzeredir. “ (12/6)
Bu âyet-i kerime, Hud Nebi’nin dilinden anlatılır.
 
Herkes, bir ismin mazharı olup onun tasarrufu altında bulunur.
Celâl, Cemâl, Hâdî, Mudillü, bunların hangisi olursa olsun, onun doğru yoludur.
İtikad bahsinde de aynıdır.
Bir kimsenin itikadı, diğer şahsa göre ayrılık taşısa bile, aslında mazharı olduğu isme binâen, doğru yoldadır; onun müstakim sıfatı odur.
Meselâ, yayın doğruluğu eğri olmasından anlaşılır. Şaşkınlık, Hakk’ın Mudilli ismine göre doğrudur.
Hâdî ismi onu, eğri bilse de, yine doğru sayılır.
İşte, ârif kişi, bu mânâya vâkıf olduğu için, hiç kimsenin dinine sataşmaz..
 
Burada bir soru akla gelir.
O sorunun cevabını kader sırrına âşinâ olmayan vermeye kadir olamaz, ehli olana kolaydır.
Sual şudur:
“Cümle ibadet ve diğer bütün ahval, ilâhî esma tecellisi gereği oluyor ve kulun da onları yapıp yapmamakta bir seçme ehliyeti olmuyor.
Bundan da anlaşılıyor ki, herkes bulunduğu işi yapmaya mecbur.
Bu da cebre girer ve zülüm olur?”
 
Cevabı şöyle olabilir:
“Yukarıda sorulan sorunun tahkik neticesinde
iki durum hâsıl olur.
Bir defa Mâhiyetler, önceden yapılmış değildir.
İkincisi ise, ilmin, bilinen şeye tabi olmasıdır.
Bu iki duruma vukuf peyda olunca az da olsa, kader sırrına vukuf peydah olur.
Beyan edilen iki şeyi aslına uygun şekilde anlamak icap eder.
Onlara vukuf peydah olunca, Allah’ın yardımı ile kader sırrına da nüfuz peydah olur.
Çünkü bunlar anahtar mevkiindedir.
 
Yukarıda:
“Mâhiyetler” diye arz edilen kelimenin mânâsı şudur:
“Eşyanın İlâhî Bilgi Denizi’nde mevcut olan suretleri…”
Ama ilimle sınırlı suretleri..
Mâhiyetlerin bir adı da ayan-ı sabite, olarak anlatılır. Orada Hakk’ın ilmi Zâtının aynıdır.
Bu hâl, İnsan-ı Kâmil için dahi böyledir.
Diğer bir itibarla da, ilim Zâta aynadır.
O Mâhiyetlere Hakk’tan gelen feyz; yine onların Zâtında mevcut olan, istidat ve kabiliyete göre gelir.
İtikad ve diğer hâllerde, onun dışına çıkamaz.
İsyan, küfür, itaat bunların her biri, o Mâhiyetin, kabiliyetine göre istemiş olduğu şeylerdir.
İstidadı nisbetinde Hakk’tan ne diledi ise o verilmiştir.
 
Meselâ:
Buğdayda istidad, buğday olmak; arpanınki arpa, darınınki de darı..
Diğerlerini de var buna kıyas eyle…
Eğer arpanın dili olsa, ekene itirazla:
“Beni niçin buğday yapmadın?.” dese, ekinciden alacağı cevap:
“Senin istidadın, kabiliyetin buydu…” olur.
Ayrıca arpa, tohumunu ektikten sonra, buğday ummak ahmaklık sayılır.
Bu anlatılanlara göre, herkesin Mâhiyeti, ayan-ı sabitesi ezelde her ne hâl ve özellikte idiyse, hangi ismin tecellisi kısmetine düştü ise, bu âlemde onu gösterebilir.
Her şey ezelde verilen şekilde aşikâr olur.
İlâhî bilginin ona bir tesiri yoktur.
“İşleri yerli yerince yapıcılara yemin olsun.” (79/5)
Mânâsını taşıyan âyetteki kurala göre, ârif olanlar bu sırra vâkıftır.
Haddizâtında, malûm olan bir şey ne hâlde ise, ilâhî bilgi onu ilgilendirir ve o esma ve sıfatın iktizası olarak zuhura gelir.
Ve:
“Bilgi bilinene bağlıdır…”
Demekten maksat da, bunu ifade etmektir.
 
 
 
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Evvelü mâ halakallahu nurî, evvelü mâ halakallahu kâlemü, evvelü mâ halakallahu’l-akl: ALLAH’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur, ALLAH’ın ilk yarattığı şey kâlemdir, ALLAH’ın ilk yarattığı şey akıldır.”
(İ.Ahmed V/317; Keşfül Hâfâ I/311 (823,824,827); Hilyetül Evliyâ III-318)
 
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) (Abdullah olarak): “Ben de bir beşerim, sıradan bir insanın sevindiği gibi sevinir ve gelişigüzel bir insanın gazablandığı gibi de gazablanırım.” buyuruyor. (Müslim, IV-2008; İmâm-ı Ahmed II-243; Ebu Dâvud, IV-298)
 
 
وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَّكَ مِنَ الْأُولَى
وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى
“Ve lel’ahiretü hayrün leke minel’ula. Ve lesevfe yu’tiyke rabbüke feterda. :
Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır. Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.” (Duhâ 93/4-5)
 
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
“Ve le kad zera’na li cehenneme kesiram minel cinni vel insi lehüm kulubül la yefkahune biha ve lehüm a’yünül la yübsirune biha ve lehüm azanül la yesmeune biha ülaike kel en’ami bel hüm edall ülaike hümül ğafilun :
Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’raf 7/179)
 
وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
“Ve kada rabbüke elle ta’büdu illa iyyahü ve bil valedeyni ihsana imma yeblüğanne indekel kibera ehadühüma ev kilahüma fe la tekul lehüma üffiv ve la tenher hüma ve kul lehüma kavlen kerima :
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. (İsrâ 17/23)
 
وَمَا يَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلَن يُكْفَرُوْهُ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ
“Ve ma yef’alu min hayrin fe ley yükferuh, vallahü alimüm bil müttekiyn :
Onların yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takvâ sahiplerini çok iyi bilir.” (Âl-i İmrân 3/115)
 
يَخْرُجُ مِنْهُمَا اللُّؤْلُؤُ وَالْمَرْجَانُ
“Yahrucu minhumellu’lu velmercanu. : İkisinden de inci ve mercan çıkar.” (Rahmân 55/22)
 
وَكَذَلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِن تَأْوِيلِ الأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَى أَبَوَيْكَ مِن قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
 
“Ve kezalike yectebike rabbüke ve yüallimüke min te’vilil ehadisi ve yütimmü ni’metehu aleyke ve ala ali ya’kube kema etemmeha ala ebeveyke min kablü ibrahime ishak inne rabbeke alimün hakim :
İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya’kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Yusuf 12/6)
 
فَالْمُدَبِّرَاتِ أَمْرًا
“Felmudebbirati emren. : (1-5) Söküp çıkaranlara, yavaşça çekenlere, yüzdükçe yüzenlere, yarıştıkça yarışanlara, iş düzenleyenlere andolsun;” (Nâziât 79/5)
 
 
Zümre : Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins.
 
Müşahede : Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.
 
Sâlik : (Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan.
 
Hadd-i zât : Aslında. Yaradılışında.
 
Nail : Muradına eren, nâil olan, ele geçiren. Erişmiş.
 
İfrat : Haddinden geçmek. Pek ileri gitmek. * Takatinden ziyade iş vermek. (Tefrit’in zıddı)
 
Tefrit : Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak. (İfratın zıddı)
 
Meyan : f. Orta, ara, vasat, meyan.
 
İffet : Namus. Temizlik. Perhizkârlık. Nefsi behimî temayüllerden men etmek. Helâla razı olup haramdan kaçınmak.
 
Terakki : İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. * Artma, çoğalma. * Bilgi ve medeniyetçe yükseliş.
 
Binâen : …den dolayı, bu sebepten. Mebni ve müstenid olarak. Dayanarak.
 
Peydah : Peyda. f. Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan.
 
Varta : Her çukur yer. Uçurum. * Kurtuluşun zor olduğu yer. Tehlike. Muhatara.
 
Göze : Göz, kaynak, pınar.
 
Mazhar : Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. * Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
 
Şe’n : İş, yeni olan hal. * Şan. * Tavır. * Hâdise. * Vâkıa. * Kasdetmek. * Emr ü hal.
 
Şûun : (Şe’n. C.) İşler, fiiller. Havadis.
 
Şuûnat : Şuunlar. Keyfiyetler, haller. * Emirler. Kasıtlar. Talepler.
 
Müptelâ : Dertli. Hasta. Başı sıkıntılı. Rahatsız. Belâlı. Düşkün. Tutkun. Tutulmuş.
 
Mahbub : Muhabbet edilen. Sevilen.
 
Mazur : Ma’zur. Özürlü. Özrü olan.
 
Âşinâ : f. Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. * Yüzücü.
 
Cebir : Zabtetmek. Zor. Kuvvet. * Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek. * Bâtıl bir fırka. * Mat: Harflerle yapılan hesab. * Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar.
 
Tahkik : Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak. * Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur’an kıraat ıstılahında ise: Her harfin hakkını vermek, özel sıfatlarına riayet etmek, sesi tam mahrecinden çıkarmak, medleri gerektiği kadar uzatmak, hareke, ızhar ve gunneleri okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak okumaktır.