KAZA-KADER BAHSİ

 
Kazanın mânâsı şudur: Bütün eşya, Hakk bilgisinde, ne hâlde olmuşsa; toptan, o oluşan hâllerine göre verilen hüküm..
 
Kaderin mânâsı şudur: Her varlığın; istidadı nisbetinde parça parça, sonra yapılacak tafsil üzere his ve şehâdet âlemine zuhur ederek gelmesi..
O şeylerin zuhura gelmesi de, niçin ve kimde zuhur ediyorsa, onun istidadı nisbetinde olur.
 
Şöyle bir soru sorulabilir:
“Buraya kadar yapılan beyanlardan anlaşıldığına göre; olan her şey kişinin istidadına göre oluyor.
Olan hâller; küfür, iman, itikad, hayır, şer ve diğer çeşitlerdendir.
Bunların cümlesi; kimde zuhura gelecekse, onun hâl dili ile, Hakk’tan talebine bağlı oluyor.
Zâtında mevcut istidat ve kabiliyete göre zuhur ediyor.
Hatta söylediklerimiz dahi, Hakk’ın yarattığı ve yaptığı oluyor.
İstidadı veren dahi Hak’tır, bu da bir mecburiyet olmaz mı?”
 
Üstteki sorunun cevabı şöyle olabilir:
Bütün itikad faslını inceleyen zâtlar katında; istidat, yapılmış ve yaratılmış değildir.
Zira, bir şeyin mahiyetini yapma olmadığına göre onun zâtında var olan istidat ve kabiliyeti de yapma olmaması gerekir.
Mahiyet, ilâhî sûretlerine derler ki; onlarda, henüz
yapma ve yaratma faslı yoktur.
Herkesin, sabit durumu ne gerektirirse, onu yapmaya mecburdur.
İlâhî kaderin sırrı böyle iktiza eder.
Her şey istidada bağlı ve merbut olduğunu bilerek sabit olan durumu ne ise işlerini ona göre yapar.
Hâline muhalefet edemez.
Kendinde peşpeşe, zamanı geldikçe, olacak şeyler olur.
O zât, bu yoldaki istidadının noksan olduğunu sezerse sadece elem çeker.
Bu oluşma, kendi sınırı içindedir ve hiç cebir yoktur.
 
CEBİR
 
Cebir iki kısımdır.
Şöyle ki:
 
a) Makbul..
 
b) Merdud…
 
Birinci cebir :
İman sahibi, İlâhî emirlerin cümlesine yapışıp yasakları terk ettikten sonra, zâtına has bir kudret isbat etmeden cümle işleri Hakk’tan bilmeli ki bu iyidir.
 
İkinci cebir ise;
Kul, bütün hataları yapar, ne yasak bilir, ne emir tanır.
Bundan başka yaptığı bütün fesat işleri Hakk’a atarsa; bu, edep dışı bir hareket olur.
Bu türlü cebir gayet kötüdür.
 
Bu makamda, hayli sual ve cevap vardır; onlar da ehline malûm…
Bir eren kişiye:
“Hakk’a zulüm isnadından nasıl kurtuldun?.” diye sormuşlar; şu cevabı almışlar:
“Hakk’ın mülkünde zâtından başkasını bırakmadım.
Cümle mülk, onun olduğuna göre, zulmü kime yapar?.
Herkes mülkünü arzu ettiği gibi kullanır.”
 
Bu mevzuda söylenenler kâfi, geçelim.
 
Enes b. Malik (r.a.) bir rivayete göre on sene Peygambere (s.a.v.) hizmet etti.
Bunu Enes (r.a.) anlatırken şöyle diyor:
“Hz. Peygambere on yıl geceli gündüzlü hizmet ettim.
Yaptığım işler için bir kere olsun:
“Niçin yaptın? veya niçin yapmadın?.” gibi, bir söz işitmedim.”
 
Bu hâl, Hz. Resul’ün (s.a.v.) kader sırrına vükufu olduğundan ileri geliyor.
Üstteki mânâda Hazret-i Şeyh Muhiddin-i Arabî Nefahat’ında şöyle der:
“Hakk Teâlâ, peygamberlerinden yaptıkları davet zamanında bazı esrarı saklı tutar; bunlardan biri de kader sırrıdır.
Zira, istidadı küfre ve kötülüğe meyyal olana davetin yararı olmadığına vükuf hâsıl olunca, davet edemez; âciz ve mütehayyir olur.
Peygamberlere kader sırrı ancak davet son bulup kâfir, mümin, münafık, sâlih kişiler belli olduktan sonra bildirilmiştir.”
 
İrfan sahibi daima hâl değiştirir.
Bunu, Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin şu sözleriyle anlatabiliriz:
“Sonra, irfan sahibi bütün itikadı câmi’ olan bir hâlde kalırsa, Rabb’la mukayyed bir hâl almasından korkulur.
Daima renk değiştirerek yürüyen ve bu hâle tam vâkıf olan kimse muayyen bir hâlde kalamaz.
Kalacak olursa mutlak Rabb ile olduğunu tahayyül eder.
Hâlbuki hayal hakikat değildir.
İçinde bulunduğu kendi zannıdır.
Yani, kendi tasavvurunda meydana getirdiği Rabb’ı ile olur.
Cümle Rabb’ların Rabb’ı ile olamaz.”
 
İrfan sahibi;
Her şeyin açık mânâsına vardığında,
İtlâk ve kayıtsızlığa geçtiğinde,
Hakk’ı o zannı olarak kabul edip ibadet ederek mukayyed’e geçebilir ki;
Bunda korku vardır.
Zira, itlâk hâline bağlanıp kalırsa korkudan emin olamaz.
Bu korkulu hâl, taa, Yakîn gelinceye kadar devam eder.
Yakîn ise, Zâtı ile, Sıfatı ile Hakk Teâlâ’dır.
 
 
YAKÎN..
 
Burada bir mikdar yakîn hâli üzerine bilgi verdim.
Bilinmeli ki, Ehl-i Yakîn olanlar, Yakîn hâlini üçe ayırmışlardır.
Şöyle ki:
Bilgi ile yakîn hâlini bulmak..
Görerek yakîn hâlini bulmak..
Gerçek yüzünü bularak, yakîn hâlini bulmak,.
 
Bunları örneklerle anlatalım, şöyle ki:
Bir kahramanlığın varlığını bilmek, o kahramanlığa bilgi ile varmak olur.
Bir başkasının kahramanlığını görmek ise, görme ile ona varmak kabul edilir.
Aynı kahramanlığı kendisi yaparsa, bizzât tadar; ne olduğunu gerçek mânâsı ile bilir.
 
İlâhî mârifet dahi bu usul üzerine devam eder; anlayan anlar.
Burada, her şeyi özüne alan hakikatin; itlâkının, takyidinin nasıl olduğunu anlatmak gerekiyor..
Korkudan kurtulup yakîn hâlini bulmak için ne gibi bir itikada sahip olmak icâb ettiğini de anlatacağız..
Ama önce bir mukaddime sunalım..
Bilinmeli ki, her şeyi özünde toplayan hakikat;
Hz, Şeyh Muhiddin-i Arabi’nin de yukarıda anlattığı gibi buna:
“Hakikat-ı Cam’ia” derler ki,
Bu çok isimle anılan müsammâdır.
 
Bazı ârifler bunu:
“Aşk…” olarak yorumladılar.
Şeyh Irakî’yi ve ona tabi olanları bu yorumu yapanlar arasında sayabiliriz.
 
Diğer bazı büyükler ise:
“Ezelî Kuvvet ve Nutuk..” olarak yorumladılar.
Bu yorumu yapanlar da;
Muhiddin-i Arabi, Sadreddin-i Konevî ve bunları izleyen zâtlardır.
Gerek Muhiddin-i Arabi, gerek Sadreddin-i Kunevî, gerek diğer zâtların bir muradı vardır; o da:
Tek Zât ve tek hakikattir.
 
Bir şiir:
 
Hüsnün tek, ama ibadetler çeşit çeşit,
Her şeyin o cemale işareti sabit
 
Bahsedilen hakikatin;
Arapçada tâbiri şudur: Vücud..
Türkçe tâbiri şudur: Varlık..
Farsça tâbiri şudur: Hestî..
 
Ama, hakikatte, o varlık hepsinden mü­nezzehtir.
Şu var ki, anlatmak için:
“Vücud, Aşk, Nûr, Nefs, Rahmân..” derler;
Hepsinden murad bir Zâtın ismidir,
O da şudur: Hakk Teâlâ.
 
Varlığı:
“Mutlak (bağımsız)..” diye yorumlayanlara gelince, onu bir kayda bağlamış olurlar.
İtlâktan ve itlâkla takyidin birleşmesinden o varlığın mânâsını çıkarmışlardır.
Ama, bu cümleden ve tenzihten, bir başka mutlak itibar etmişlerdir.
Ve tenzihten dahi tenzih etmişlerdir.
Hatta:
“O varlığı bir kayda iletirken bile yeni, tenzih gerektir.” demişlerdir;
çünkü bu, zevke dayanan bir iştir.
 
Bu duruma göre öyle bir zât mülâhaza olunmalı ki:
Vüs’atı en geniş ve her şeyi muhit ola;
Ayrıca bütün mertebeleri benliğinde birleştire;
Bu anlatılan mertebelerin hem aynı ola;
Hem de onların cümlesinden münezzeh ola;
Bu takdirce hem mukayyed, hem mutlak, hem cami, hem münezzeh olur.
İtlak hasebiyle izzet ve istiğna ile aziz ve her şeyden müs­tağni olur; ona ne naz, ne de niyaz erişir.
 
İşte bu mânâya delâlet eden âyetler:
“Allah, âlemlere muhtaç değildin” (3/97)
“Rabbın, onların yakıştırmaya çalıştırdıkları şeylerden yana tam bir üstünlük sahibi ve temizdir” (37/180)
 
Şu da aynı mânâları açıklayan bir Hadis-i Şeriftir.
“Allah, Allah idi; onunla eş olan ayrı bir şey yoktu.”
Bu makamda ne isim, ne resim, ne naat, ne de sıfat vardır.
O, cümleden münezzeh, beri -ari itibar olunur.
Cümle mertebelerde seyreden ve tecellî eden odur; her mertebenin aynıdır.
Hepsini toplayı­cı bir vasıfta olması itibariyle; her isimle çağrılan, re­simle çizilen, çeşitli ad ve sıfatla anılan mevsuf odur.
O, her mertebeye tenezzül eder; onun tenezzülü dahi bir olgunluk nişanıdır.
Onun tenezzülünü şu kudsî hadis açıklar:
“Hasta oldum gelip sormadın; aç oldum, beni doyurmadın.”
 
Hakk; sıfat, tenezzül ve mertebelerde zıdları ka­bul eder.
Çünkü ona göre zıd diye bir şey yoktur.
Hakk’ın hiçbir sıfatı yoktur ki, zıd ile karışmış olma­ya..
Bu mânâyı hastan da has olanlar anlar.
Burada anlatılanlar, irfan sahipleri için bir tenbih olur ki; bu kadarı onlara yeter.
 
İşte anlatılan mânâları daha açık ifade eden bir âyet-i kerime:
“Evveli O, Âhiri O, Zâhiri O, Bâtını O.. O her şeyi Zâtı ile bilir” (57/3)
 
İtlak ve takyidin ne olduğunu, mümkün olduğu kadar beyan ettik.
Bilinsin ki, ıtlakla bağlı kalınırsa; bu itlak, takyid gibi olur; hâlbuki onu; hiç bir hâle bağlamamak gerekir.
Çünkü Hakk, her mertebeyi kuşatmıştır.
İşte bunu beyan eden bir âyet-i kerime:
“Ne yana dönerseniz, Hakk’ın o yönde bir tecellî yüzü vardır.” (21/15)
Bu hükme göre her mertebede bir tecellî yüzü vardır.
Birine inanıp, öbürünü inkâr etmekle, Hakk örtülmüş olur; bu da küfür sayılır.
Meselâ:
Puta ibadet eden ibadetini ona tahsis ettiği ve hâlini ona bağladığı için başkasını inkâr eder; dolayısıyle kafirlerden sayılır.
Bir müslüman,
Hakk’ın zuhur etmekte olduğu varlıklardan birini in­kâr ederse;
Din, ona: “Müslüman..” demez.
 
Bir şiir:
 
Küfr-ü batıl; mutlak Hakk’ı örtmüştür;
Küfr-ü hak, kendini Hakla örtmüştür.
 
 Ey oğul, anlatılan mânâ:
 
“Rabbın hükmü şu ki; ancak ona ibadet edesiniz.” (17/23)
Âyetinde saklıdır.
 
Bir şiir:
 
Cihanın yücesi, engini sensin:
Yerler ne bilmem, madem varlık sensin.
 
İtlak hâlinin özüne erene:
“Ârif, Velî ve Hak Ehli..” denir.
Bunlar için şu âyet-i kerime vardır:
“Ayık olunuz ki, Hakk’ın velî kullarına korku olmadığı gibi, onlar mahzun da olamazlar,” (10/62)
İrfan sahipleri, velî kullar, bu zümreye dahil olunca, korkudan ve tehlikeden halâs olurlar.
Allahım!
Bize o hâlleri nasip eyle!..
 
Muhiddin-i Arabî şöyle yazmıştır:
“İşte kendini yaratıcı tanıtanların da Rabb’ı olan Hakk Teâlâ’ya karşı irfan duygusu elde edenlerin son hâli budur.”
Yani, mutlak Hakk’a ibadettir.
Muayyen ve mukayyed bir varlığa ibadet edenler, kendi zihinlerinde can verdikleri bir puta taparlar.
Onların taptığı, çeşitli ilâhlardır.
 
Bu mânâda bir âyet-i kerime şöyledir:
“O çeşitli ilâhlar mı hayırlı; yoksa, Vahîd Kah­har Allah mı?.” (12/29)
Elbette bir ve Kahhar olan Allah hayırlıdır.
Mülkünde zâtından gayrı kimse yoktur.
Onun suâline cevap veren yoktur.
Kendisi sorar, cevabını yine kendisi verir.
Gerçekten bunda önemli bir imâ ve işaret vardır ki;
O, Vahid ve Kahhar olan Allah, bir bendesine Kahhar sıfatı ile tecellî eylese, onun gözünde cümle eşya helak olur.
 
Sonra:
“Onun yüzünden gayrı her şey yokluğa dönük..” (28/88)
 
“Yeryüzünde olan her şey, fenâ bulacak; celâl ve İkram sahibi olan Rabb’ın yüzü kalacak.” (55/26)
 
Meâline gelen bu âyet-i kerimelere göre, bu gün, peşinen ölmek gerek.
Bu ölüm, irade ile olmalıdır.
Bu ölüm hâli, kimde meydana gelirse..
Hakk’tan gayrı cümle eşyanın helakini görür ve kendisi de yok olur.
Bu yokluk , tam bir yokluktur.
Fenâfillah makamıdır.
Orada Hakk’ın cemâlinden baş­ka bir şey kalmaz.
Anlatılan makama çıkan kul, bu makamda hayli zaman kalır, büyük cezbeye kapılır.
Orada ne za­man vardır; ne mekân…
Ne felek olur, ne melek…
O zaman yalnız Hakk kalır.
İşte o zaman, Allah-ü Teâlâ, varlığında şöyle seslenir:
“Bu gün mülk kimin?” (40/16)
Bu hitap karşısında cevap veren kimse çıkmaz.
Bu kez, yine Hakk Teâlâ kendi azameti ile Zâtından Zâtına şöyle buyurur:
“Vâhidü’l -Kahhar olan Allah’ın..” (40/16)
Bu hitap karşısında da cevap veren kimse çıkmaz.
 
Bu kez, yine Hakk Teâlâ kendi azameti ile Zâtından Zâtına şöyle buyurur:
İrfan sahibi, bu olan işlerde, yokluğa gömülüp gitmiştir.
Hâl böyle iken, Hakk kendi varlığından, ona bir varlık ihsan eder; ilâhî renge boyar.
İçinde ve dışında olan bütün vasıflar değişir.
Ve:
“O gün yer bir başka olur; semalar da öyle… Hepsi Vâhid ve Kahhar Allah’ın varlığı için meydana çıkarlar.” (14/48)
Âyetin asıl mânâsı belli olur.
 
Bundan sonra Hakk Teâlâ o irfan sahibine ilâhî bir göz, kulak, dil verir; sual ve cevaba başlatır.
Böylece kul, yokluk hâlinden geçip, varlık âlemine erdikten sonra, Hakk varlığı ile var olur.
Asıl bilişi, anlayışı bundan sonra başlar.
Ama, o ilk tecellî anında ne ilim, ne mârifet, ne de şuur vardır.
Orası tam Yokluk Âlemi’dir.
Zikri geçen âyet-i kerime hâlle daha iyi anlaşılır.
Onun derin mânâsını bundan daha fazla dile getirmek doğru değildir; izin yoktur.
Onu okuyanlar; dil­siz, gönülsüz okur ve kulaksız işitirler.
Buna:
“İlme’l-Yakîn” denmez.
Çünkü bunda: “Ayne’l-Yakîn, Hakke’l-Yakîn” hâli vardır.
Kul bu makama vardıktan sonra, korkudan ve ümitten halâs olur. İlham hâlini veren O;
İrşad eden, hidayete erdiren Yine O..
Artık onun için hangi sıfatı dilersen söyle…
 
Muhiddin-i Arabî, devamla şöyle anlatıyor:
 
Ehli Keşfin bütün mezheplere ve makamlara karşı anlayışı vardır.
Onlar gerek ilâhî makamlara, gerekse yaratılmış ahvale karşı anlayış sahibidir.
Hiçbir şeye karşı bilgi yoksunu değildir.
Onların bilgisi her şeyi kuşatır.
Allah-ü Teâlâ hakkında ve yaratılmış hakkında, keşif sahipleri boş söz etmezler.
Sözünü ettikleri şeye karşı tam keşfe sahip olur; sonra söylerler..
O sözü eden, ne mertebeden ve ne makamdan söz ettiğini hangi kaynaktan aldığını bilir.
Sonra onlar herhangi bir yanlış söz edeni de ayıplamazlar.
Ma’zur görür, boşuna yaratılmış da saymazlar.
Zira, Hakk Teâlâ, boşuna bir şey yaratmamıştır.
 
İrfan sahibinin bu hâle gelmesi, birçok sebeplere dayanır.
Onların başta geleni, Hakk’ın cümle es­masına olan bilgisidir.
O bilir ki:
Cümle makamlar ve mertebeler, ilâhî İsimlerin gereğidir;
Cümle eşya ilâhî isimlerin mazharlarıdır.
Yine bilir ki:
İlâhî isim­lerin herhangi bir yerde zuhuru, o yerin istidat ve kabiliyetine göredir.
 
Hakk Teâlâ o irfan sahibine isimlerin derinliğinde saklı olan mânâların tefsir usulünü ihsan etmiştir.
Okur, anlar, açıklar, açıklar..
Dolayısı ile her şeyi varlığına alabilir.
Çerçevesi geniştir her şeyi kuşatır.
 
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmuştur:
“Bana ilk verilen, cevâm-ı kelimdir.”
Bunun mânâsı şudur:
Az sözle çok şey anlatmak..
 
O irfan sahibi ise Hazret-i Resul’ün (s.a.v.) varisidir.
O Büyük Peygamber’in hakikatına vasıl olmuştur.
Hakk Teâlâ’nın dileğine uygun olarak bu söylenen şeyleri anla.
 
Muhiddin-i Arabî devamla şöyle anlatıyor:
İrfan sahibi ve kemâle eren olgun bir zât:
“O..” dediği zaman, o olur.
Ve bu sözü kemâl hafinde sarf ederse, kendisi arada kalmaz; O olur.
Şunu bilesiniz ki; burada anlatılan, mârifet hâlini bulma sırlarındandır.
Herkes bunu anlayamaz.
Hakk ehlinden, buna işaret eden dahi olmamıştır.
Sebebi: Ya bir çekimserlik, yahut bir korkudur.
Çünkü bunda tehlikeye düşme ihtimali mevcuttur.
Zira, bu ma­kamda kuldan tekvin sıfatı zâhir olur.
Çünkü:
“O..” dediği zamanda; kulun dilinden söyleyen, ilâhî kuvvet ve kudrettir.
Üstteki mânâ üzerinde biraz duralım.
Çünkü burada tekvin meselesi vardır ve o kulda bizzât Allahü Teâlâ’nın tekvin sıfatı tecellî etmektedir.
Sözlerin derinliğindeki mânâ budur.
Ama, bu makamda sözü biraz daha gerçeğe iletmek ve meramı açıklamak gerekir.
Her ne zaman kemâl derecesini bulan bir şahıs:
 
“O..” desebütün varlığını ifna etmesi yokluğa göm­mesi beklenir.
Bu bir ölümdür; ama:
“Ölmeden evvel ölünüz.”
Hadis-i Şerifindeki mânâda bir ölümdür.
Kemâl sahibi; bunu yaptığı an, iradeye dayanan bir ölümle, zâhir ve bâtın varlığından eser kalma­dan, başsız ve ayaksız kendini:
 
“O..” dediğinin deryasına atar.
Boğulur, mahvolur; namı nişanı kalmaz.
Kendi de O olur.
Çünkü damla, deryaya düştü; aynı derya oldu.
 
Burada:
“O..”
Tâbiri ile anlatılan deryadan murad Vahdet Âlemi’dir, Aşktır, Mutlak Varlıktır, Nûr Deryasıdır.
Hazret-i Peygamber (s.a.v.) bizleri irşad için, duasında daima:
“Allahım beni nûr eyle..” dileğini sunardı.
Şüphesiz o nûrdu.
Duanın, bu şekilde olması bize öğretmek içindir; çünkü, kendini ona veren nûr olur.
 
Bu mânâda bîr şiir:
 
Varlığını Hakk’a ver; varlık Hakk’ın olsun hemin;
Sen çık aradan kalan yar ola; olasın emin..
 
Varlığını ona veren zâtın O olmasına, hayret mi edilir ki?…
Bir kimsenin ölüsü tuz gölüne düşse tuz olur; tuzda pak olur.
Buna göre, ifadeye dayanan bir ölümle onun tuz deryası misâli varlığına düşerler ve benliğini bırakanlar O olur, Nûr olur, temiz olurlar.
Bu oluş uzak görülmez ki; burada:
“O..” dediğimiz “Hû” dur.
“Hû” nun mânâsı:
“O kimse..” demektir..
Ama, bizim kastımız Hakk’ın Zâtıdır.
 
Açıkçası, irfan sahibi şöyle mülahaza eder:
Cümle varlık Hakk’ın; bende olan varlık dahi Hakk’ın..
Sonra cümle varlığı ve özünü Hakk’ın Zât Deryası’na salar ve Zâttan gayrı bir tek şey kalmaz; gerekli olan budur…
Burada “Hû” ismine devam edelim; bundan kasdın, müsemma olduğunu bilmesi gerekir.
Yani:
“Hû..” dediği zaman, arada: İsim, resim, zaman, mekân, nişan bırakmadan; o varlığın zâtında, yani müsemmada cümle varlığı ve kendini hiç bilmeli…
“Hû..” diyenin, tam varlığa karışıp “Hû” olması gerekir.
 
Bir şiir:
 
Evvel Âhir ne ki var “Hû” imiş;
Bâtın, Zâhir ne ki var, “Hû” imiş.
 
Anlatmak istediğimiz mânâ hâsıl olduktan son­ra, kul ister:
“O..” desin; ister:
“Ben..” desin; ister:
“Biz..” desin; ister:
“Onlar..” desin ve isterse:
“Siz..”desin; hepsinden murad O’nun Zâtı olur.
 
Muhiddin-i Arabî Hz. şöyle yazıyor:
“Anlatılması İstenen bu mânâya çoğu ârifler işaret bile etmemişlerdir; çünkü böyle icap eder.”
Cümlesine şöyle devam ediyor:
“Burada tehlike vardır.
En büyüğü kulun, Hakk’ı tekvin ihtimalidir.
“O..” dediği zamanda, halk tekvini, bunu takip eder.
Bazı yeri olmayan lâfızlar araya girer.
Sözün ger­çeği şudur ki:
“O..” diyen kimse, kâmil mürşide yetişip olgun olmuş değilse, burada bir hataya düşebilir.
 
Daha açık mânâsı ile anlatalım:
Gerçek sâki mürşid elinden aşk badesini içip Hakk’ın Zâtında fenâ bulmuş değilse:
“O..” dediği zaman, kendi zannı, tasavvuru, anlayışı ve takyidine göre söyler.
Hakk’ın varlığını hayale getirir ve ona bir nevi sûret verir.
Çünkü varlıktan soyunup itlaka varmamıştır.
Bu yüzden zannına, tasavvuruna göre Hakk’ı kayıt altına alır ve muayyen bir hudut çizer; dolayısiyle onu tekvin, yani: icâd etmiş olur.
Bunun sonunda kendi kendine peyda et­tiği yaratıcıya tapmış olur.
Gerçi:
“Ben kulumun zannına göreyim’
Cümlesinin delâlet ettiği mânâya göre, o Yüce Zât, kulunun icâdında dahi, bir yüz sahibidir; lâkin, kulun tekvini ile zannına girmiş ve zuhur etmiştir.
Ancak, ne de olsa bir gerçek tarafı yok değildir.
Zira, hiç bir mukayyed yoktur ki, onda mutlakın bir yüzü olmaya..
Burada, belki kendini tekvin ve icâd eden yine kendidir.
Ama, hüküm kulun itikadına göredir.
Zira, bu mâbud mukayyeddir; mutlak mâbud değildir.
“Bu hâlde tehlike vardır.” denilmesinden hikmeti, işte budur.

Asıl olgunluk şudur ki, kul:
“O..” dediği zaman; tamamen varlığından soyunup mahve ve fenâya ere..
Sonra; itikad, zan, kayıt tahsisi ile kendini bir şeye bağlamaya..
Yönlerinden hiç bir özel yöne dönmeye..
İşte bundan sonradır ki:
Mutlak İlâh’a, bütün ilâhlardan yüce olan Rabb’a tapmış, O’na ibadet etmiş olur..
Aksi hâlde, kendi zannında hayal etmiş olduğu mâbuda köle olur.
“Kendi hevesini ilâh tutanı gördün mü?.” (45/23)
Âyet-i kerimesinin tehdidi altına girer ve teh­likeye düşer.
 
 
Beyan : İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. * Öğretme. * Fesahat ve belâgat.
 
Fasl : (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal. * Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza.
 
İsti’dad : Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.
 
Mahiyet : Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.
 
Merdud : Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş.
 
Vükuf : Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. * Bir hâlde kalma. * Durma, duruş.
 
Tahayyül : (C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ)
 
Mukayyed : Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. * Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.
 
Yakîn : Şüphesiz, sağlam ve kat’i olarak bilmek.
 
Vüs’at : Genişlik. Bolluk. * Fırsat. * Boş meydan. * Kuvvet, güç, tâkat. * Varlık, zenginlik. * Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer.
 
 
      Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :  “Mütü kable en temutü: Ölmeden önce ölünüz!…” buyurmuştur. (Keşfü’l-Hâfâ II-291-2669)
 
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :
Allah’ım!
Kalbimde bir nûr kıl!
Dilimde bir nûr kıl!
Kulağımda bir nûr kıl!
Gözümde bir nûr kıl!
Arkamda bir nûr kıl!
Önümde bir nûr kıl!
Üstümde bir nûr kıl!
Altımda bir nûr kıl!
Allah’ım! Bana bir nûr ver!..”
 (Müslim, 765(191))
 
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü aziz ve celil olan Allah Teâlâ şöyle buyuracak:
“Ey ademoğlu! Ben hasta oldum beni ziyaret etmedin.”
Kul diyecek:
“Ey Rabbim, sen Rabbülâlemin iken ben seni  nasıl ziyaret ederim?”
Rab Teâlâ diyecek:
“Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyaret etmedin, bilmiyor musun? Eğer onu etseydin, yanında beni bulacaktın?”
Rab Teâlâ  diyecek:
“Ey ademoğlu ben senden yiyecek istedim ama sen beni doyurmadın!” 
Kul diyecek:
“Ey Rabbim, ben seni nasıl doyururum. Sen ki Alemlerin Rabbisin?”
Rab Teâlâ diyecek:
“Benim falan kulum senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin ben onu yanımda bulacaktım.”
Rab Teâlâ diyecek:
“Ey ademoğlu! Ben senden su istedim bana su vermedin!”
Kul diyecek:
“Ey Rabbim, ben sana nasıl su içirebilirim, sen ki Alemlerin Rabbisin!”
Rab Teâlâ diyecek:
“Kulum falan senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş olsaydın bunu benim yanımda bulacaktın!”
(Müslim, Birr 43, (2569))
 
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Cevâmi’a’l-Kelime (az lâfız çok mânâlı konuşma) gönderildim.
Korku vermekle yardım olundum (düşman kalblere).
Ben uyurken yeryüzünün hazinelerinin anahtarı getirildi önüme konuldu.” buyurmuştur.
(Ebu Hureyre (ra) dan; Buhârî, Müslim, Nesâî)
 
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Peygamberlere altı şeyle üstün kılındım;
Bana Cevami’a’l-Kelime (az sözle çok şey anlatma) verildi.
Düşman kalbine korku salmakla zafere kavuşturuldum.
Bana ganimetler helâl kılındı.
Yeryüzü benim için hem temiz hem de mescid kılındı.
Bütün insanlığa gönderildim, Peygamberlerin sonuncusu oldum.” buyurmuştur.
(Ebu Hureyre (ra) dan; Müslim, Tirmizî)
 
 
 
فِيهِ آيَاتٌ بَيِّـنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
Fihi ayatüm beyyinatüm mekamü ibrahim, ve men dehalehu kane amina, ve lillahi alen nasi hiccül beyti menistetaa ileyhi sebila, ve men kefera fe innellahe ğaniyyün anil alemin :
Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.” (Âl-i İmrân 3/97)
 
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yesfun :
Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.” ( Saffât 37/180)
 
هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Huvel’evvelu vel’ahiru vezzâhiru velbatinu ve huve bikulli şey’in ‘aliymun. :
O ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir.” (Hadîd 57/3)
 
فَمَا زَالَت تِّلْكَ دَعْوَاهُمْ حَتَّى جَعَلْنَاهُمْ حَصِيدًا خَامِدِينَ
“Fe ma zalet tilke da’vahüm hatta cealnahüm hasiyden haidin :
Biz kendilerini, kuruyup biçilmiş ekine, sönmüş ateşe çevirinceye kadar bu feryatları sürüp gider.” (Enbiyâ 21/15)
 
وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
“Ve kada rabbüke elle ta’büdu illa iyyahü ve bil valedeyni ihsana imma yeblüğanne indekel kibera ehadühüma ev kilahüma fe la tekul lehüma üffiv ve la tenher hüma ve kul lehüma kavlen kerima:
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.” (İsrâ17/23)
 
أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
E la inne evliyaellahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun :
Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus10/62)
 
يُوسُفُ أَعْرِضْ عَنْ هَـذَا وَاسْتَغْفِرِي لِذَنبِكِ إِنَّكِ كُنتِ مِنَ الْخَاطِئِينَ
“Yusüfü a’rid an haza vestağfiri li zembik inneki künti minel hatiin : «Ey Yusuf! Sen bundan (olanları söylemekten) vazgeç! (Ey kadın!) Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun» (Yusuf 12/29)
 
وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا إِلَ&