Madde yoğunluğu arttıkça, benliğimiz bir yana itilmekte ve bu kalıbın özünde nelerin saklandığı bilinmemekte, sezilmemekte.. Neden bu varlığımızı yıkamıyor ve ötesinde parlayan nûra doğru yol alamıyoruz!
Neyimiz eksik?.
Aklımız var; düşünebiliyoruz.
Bir şeye kesin karar verince, elde ediyoruz.
Buna rağmen yaratılışımızdaki, bu âleme gelişimizdeki gayeyi, bir türlü idrâk edemiyoruz; hikmet-i vücudumuzu bilmek istemiyoruz.
Bizden beklenen ancak talep değil mi?
Ondan ötesi için gereken kudreti, kuvveti Allah yaratır.
Çevremiz madde ile sarılı.
Her şeye, görünürde güçlüyüz.
Yapıyoruz; yıkıyoruz.
Hele teknik alanda yaptıklarımız hayrete seza..
Dünyayı bir anda eritecek zerreler buluyoruz.
Bir çok demiri, bir araya getirdik mi, günlerce uzay boşluğunda dolaşabiliyoruz.
Yer yüzünde duruyor, bizden aylarca uzak, bir uzay yolcusunun sağlığını kontrol ediyoruz.
Telsiz, kablosuz, hattâ görünürde cereyansız konuşabiliyoruz. Bunlar nedir, ne oluyoruz?.
Hele bir soralım:
“Neyiz, ne yapıyoruz; neler yapmaya güçlüyüz, maddi gücümüz nereye kadar uzanacaktır?”
Evet, maddi gücümüz nereye kadar uzanacak?.
Elbet biz de yaratılmışız.
Yapacağımız işler sınırlıdır.
Bugün üzerinde yetki sahibi olduğumuz konular, elbet bir gün son sınırına varacak.
O zaman da karşımıza çıkan el, bize kendi gücünü tanıtacak.
O elin sahibi, bir işaret verecek ve:
“Aslına dön; ey insan!.” diyecek..
Bu sesi duymadan, işitmeden önce, kendimize gelsek daha iyi olur.
Yaptığımız işlerin hangi merkezden idare edildiğini sezelim.
Bir anda kâinatı toz haline getirecek kuvveti hangi akıl buluyor?.
Alınan gıdanın çeyrek gün içinde et, kan, damar, kemik vs. olmasını kim sağlıyor?.
Alınan her gıdanın kuvvetinden; binlerce kuvveti, hangi makina çıkarabiliyor?.
Bu işleri yapan, yalnız maddî yapımız değildir, ona can veren mânâ yapımızdır, insanlığımızdır.
İşte onu bilelim, bulalım..
O olalım; insan olalım,
Bırakalım bu kalıbı; biraz dalalım.
Kafamızı da alalım; o etten mamul makinayı inceleyelim.
O incecik damarlar.
Beyin ve içindeki hücreler.
Onlara yığılan cevherler!..
İyiliğe ve kötülüğe dair enerjiler..
Nedir onlar?.
Bütün beden yapımızı bir bir izleyelim:
Gözümüzü, kulağımızı ve bütün organlarımızı..
Onlara, yaptıkları işi kim belletiyor?.
Görevlerini kimden öğreniyorlar?
İnsan yapısını, tümden ele alalım ve öyle tefekkür edelim.
Bir yavrunun ilk hali, gelişmesi, ruhî, bedenî inkişâfı bu konuda incelenmeye değer.
İnsanlara iç ve dış yönden bakalım.
Bunları yaptıktan sonra halimizi görelim.
Her olup biteni tabiat gözü ile görmeyelim.
Allah’ın kuvvetini, kudretini, üzerimizdeki tecellisini sezmeye gayret edelim.
İnsanlığımızı tanımak, maddî yapımızın derinliğinde saklı âlemi bulmak için, bu lâzım..
Kendimizi tanıyalım.
Kimiz, neyiz, nereden geldik ve nereye gidiyoruz?.
İşte bu eserin gayesi..
Bu eser; aşk, vecd içinde yanan, mânâ zenginliği ile dolan bir büyük zâtın eseridir.
Onun derinliği, bilinen bir gerçektir.
O aşk ile doğmuş, vecd ile yaşamış bir insandır.
Onun için madde hiçtir.
O, ölmeyen varlığı arayan ve daima hayır yüklü kafayı taşıyan olmuştur.
Kapısını çalan bir dilenciye, evini bağışladığı bilinir.
Madde, insanların putu olduğu gün; ayağını yere vurdu:
“İşte putunuz; onu bırakın!” dedi..
Maddî eşya onun için bir hiç..
Çünkü her şey, ezelî sahibinin elinde..
O bunu biliyor; ateşin yakmadığını, asıl yakanın, onun özünde saklı ilâhî kuvvet olduğunu isbat ediyordu.
Hakkın ona verdiği istidad, ona verdiği fikri kabiliyet, az kimsede görüldü..
Sanki ona sahibi hazinelerini açtı; şöyle emretti:
“Gör gör, söyle! Oku yaz, yaz!.”
O gerçekten öyleydi.
Yazdığı eserler, bir insanın ömrüne sığamazdı.
Ömrünün her saati için yüzlerce sayfa düşmekteydi.
O eserlerini verirken bir güçlük de çekmiyordu.
Resûlullah Efendimizi (s.a.v.) rüyada görmüş:
“Söyle, yaz!” emrini almıştı.
Bunun için söylüyor, bunun için yazıyordu.
Derler ki:
“Kitaplarını yazdığı kalemi dahi Resûlullah
Efendimizden (s.a.v.) almıştı!”
İşte o eserlerden meşhur olanın, biri Füsûs; diğeri Fütuhat-ı Mekkiye..
Ve Fütuhat-ı Mekkiye’den küçük bir bölüm olan bu eser..
Ve daha niceleri..
İşte bu zâtın adı şudur: Muhiddin-i Arabî..
Ey kardeş, içine dön!
Benliğini maddî görüşlerden temizle ve oku!
Arapça aslını, aynı kaynaktan ilham alan bir başka büyük, Türkçe’ye çevirmiştir.
Adını diyelim; İsmail Hakkı Bursevî..
Onların ruhaniyeti daim ve bâki..
Anlayamadığın yerlerde yardım dile; anlamaya çalış.
Ta ki, benliğini bulasın; insan olasın!
İşte insanlığın yolu: Yolculuğunu itmam eyle!
Bul, ol ve istediğini sen de söyle, yaz!..
Bulacağımız ve ereceğimiz âlemlerin yolunu onlar gösterdi; bizden devam..
Bir gün, biz de murada ereriz inşallah..
1 Ağustos 1963
Abdülkâdir AKÇİÇEK
Vecd : Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. * Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.
İdrâk : Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.(Maalesef insanlar teâvün sırrını idrak edememişler, hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar! İ.İ.)
Seza : f. Lâyık, münasip.
Ruhaniyet : Madde âleminden başka olan ruh âlemleri, ruhaniler.