YEDİNCİ BÖLÜM-1
BÂB-I SÂBI’
YEDİNCİ BÖLÜM
Bu Bâb Ma’rıfatun Ma’ruf Cavâbın Bayân Kılur
Ol kutb-ı âlem ve fahr-ı benî Âdem el –Hâcî Bektâş el- Horâsânî rahmatu’llâhı alayh buyurur kim:
Gönül bir şehristândır ki Hak subhânahu ve ta’âlâ arşdan tâ tahta’s-sarâya degin ne kim yaratdıysa ol şehristânda vardur ve hem ol şehre sığar ve hem ol şehristânda iki sultân vardur: Birisi rahmânidur ve birisi şeytânıdur.
Rahmâni sultânun adı akıldur ve nâyıbı îmândur ve subaşısı miskînlikdür.
Ve hem yüreğün sağ kulagında yidi kal’a vardur, her bir kal’ada Hak subhânahu ve t’âlâ bir diz-dârı müvekkel komışdur ve ol dizdarlarun adı bir bir ma’lûmdur.
Evvelki dizdârun adı ilimdür
İkinci dizdârın adı comardlıkdur
Üçüncü dizdârun adı öd ü hayâdur
Dördünci dizdârun adı saburdur
Beşinci dizdârun adı perhîzkârlıkdur
Altıncı dizdârun adı korkudur
Yidinci dizdârun adı edebdür
Pes degme bir dizdârun yüz bin hasadı vardur ve degme bir hasadun yüz bin çerisi vardur ve bular kamusı îmân bekçileridür.
Bu bölüm mârifetin bilinen-şeriata uygun cevabını izah edip açıklar.
Âlemin kutbu ve insanoğlunun övünç kaynağı Allah ona rahmet etsin Hacı Bektaş Horasanî buyurur ki:
Gönül bir büyük şehirdir ki Hakk Suhhanehu ve Teâlâ Arş’tan ta Yerin altına kadar her ne ki yarattıysa hepsi de onun içinde varıdır ve sığarlar.
O şehristanda iki Sultan vardır.
Birisi Hakkı vehayrı emreden Rahmânî Sultan.
Diğeri Bâtılı ve şerri emreden şeytanî Sultan.
Rahmânî Sultanın adı akıldır ve vekili-baş yarımcısı imandır. İdarecileri Hakta ve hayırda yer tutup-sâkin olan Hakk dostu miskinlerdir.
Aynı zamanda kalbin sağ kulağında yedi kale vardır.
Hakk Suhhanehu ve Teâlâ her kalede bir kale muhafızını vekil tayin etmiştir.
Kale muhaflarının isimleri bir bir bilinmektedir.
Birinci kale muhafızının ismi İlimdir.
İkinci kale muhafızının ismi Cömertliktir.
Üçüncü kale muhafızının ismi Edeblilik ve Hayâdır.
Dördüncü kale muhafızının ismi Sabırdır.
Beşinci kale muhafızının ismi Perhizkârlıktır. Nefsine sahip olmaktır.
Altıncı kale muhafızının ismi Korkudur. Takvadır.
Yedinci kale muhafızının ismi Edebdir. Muhammedî Edebdir.
Sıradan-rastgele bir kale muhafızının bile yüz bin hasadı ve her hasadın da yüz bin askeri vardır.
Ve bunların tümü de imanın bekçileridir.
Ma’ruf : Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. * Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği. * Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l ma’ruf)
Bayân : Beyan İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. * Öğretme. * Fesahat ve belâgat. * Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı. (Bak: Belâgat) * Söz olsun, iş olsun; vukû’ bulan şeyden murad ne olduğunu o şey ile alâkası ve münâsebeti bulunan bir sözle veya bir fiil ile açıklamaktır.
Şehristân : f. Büyük şehir.
Arş : Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri.
Tahta’s-sarâ : (Taht-es serâ) Toprak altı.
Nâyıb : Naib. (Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen. * Şeriat hâkimi olan kadı vekili. * Nöbet bekleyen.
Subaşı : Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.
Diz-dâr : f. Kale muhafızı, kale ağası.
Müvekkel : Vekil tâyin olunmuş olan, vekil edilmiş olan. Bir kimse tarafından işlerini görmek veya kendisini müdafaa ettirmek için vekil edilmiş kimse.
Öd : Edeb, safra kesesi.
Perhizkâr : Perhiz eden, nefsini tutan. Zararlı şeylerden, günahlardan sakınan.
Hâss : (C.: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu.
Çeri : Asker.
Pes azîz-ı men!
Ol dem ki bu işleri tamâm kılduk Çalap Tanrıdan diledük ma’rıfat yâr geldi geldi ve hem biş hıl’at duta geldi:
Evvelki hıl’at ilhamdur ikinci hıl’at mahabbatdur.
Pes bunlar câna kondu cân dirildi, akla muvâfık geldi; geleni gideni anladı.
Zîre kim cümle nesneler canıla dirilür ve lîkin cân Ma’rıfatıla dirilür.
İmdi ma’rıfatlu cân erenler cânıdur ve ma’rıfatsuz cân hayvanlar cânıdur
Bu mahalda ârıf ana su’âl ider ki:
Pes imdi azîz-ı men!
Cânlar ki dirsin cân kaç dürlüdür, öli midür yohsa diri midür?
Ve hem cân dirildi dirsin, pes cân evvel öli midi, öli nite diri ola?
Hoş sordun yâ ârıf!
Cavâb budur kim:
وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً

(İsrâ 17/85)
Cân iki dürlüdür biri cândur biri cânândur:
Ya’nî Hak subhanahu ve ta’âlâ hazratları Rasûlına hıtâb idüp eydür kim:
“Ya Muhammad! Eger sana rûhdan su’âl iderlerse cavâb vir ki Rûh benüm rabbumun emründedür.”
“Min” bunda ba’zı ma’nâsınadur.
Öyle olsa bir ma’nî dahı:
Cân üç dürlüdür.
Evvelki câna “rûh-ı cismânî” dirler kim teni diri kılur ve diken batdugın ve kıl çeküldügin duyar.
İkinci câna “rûh-ı ma’âş” dirler, zîre yir içer ve acmak ve susamak bilür.
Üçüncü câna “rûh-u ravân” dirler ki bu ten uyuyıcak ol cân uyanur.
وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا

(Ya’nî ) uyku rahatunuzdur dir hemen ten maslahat ıçûn degüldür.
Ey Azîz Can!
Ne zaman ki bu işleri tam yapar-yerine getirir de Hakk Suhhanehu ve Teâlâ’dan dilersek, Mârifetullah bize yâr olur.
Mârifet bize pek çok manevi makam elbisleri giydirir.
Her kemâlât makamında nefsimiz olgunlaşır rüşde erer.
Mârifetin birinci hil’atı İlhamdır.
Mârifetin ikinci hil’atı Muhabbettir.
Ne zamanki bu ikisi “Can” a sokuldu akla uygun-gerekli-denk geldi.
Ve ham aklıl bunlara kavuşunca geleni- gideni, iyiyi-kötüyü ve kârı zararı anlamaya başladı.
Zira şu bir İlâhî kanun ve gerçektir ki her şeyler can ile dirilir.
Velâkin can ise sadece Mârifetle dirilebilir.
Onun için Mârifetli Can Hakk Erenlerin canıdır.
Mârifetsiz can ise ancak hayvanların ve hayvan kalıp insanlığını idrak edememiş zavallı insanların canıdır.
Burada-sözün bu yerinde Ârif onan sorar ki:
“Ey Azîzim!
Sen canlardan bahsediyorsun, can kaç türlüdür, can ölü müdür yoksa diri midir?
Ve hem sen can dirildi diyorsun, can önceden ölü müydü?
Ölü idiyse nasıl dirile?”
“ Hoş sordun Ey Ârif!
Cevabım şudur ki:
Can iki türlüdür: Biri “Can”dır. Diğeriyse Cânân’dır.
Demem o ki:
Hakk Suhhanehu ve Teâlâ Hazretleri Rasûline hitab edip buyurdu ki:
وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً

(İsrâ 17/85)
“Ey Muhammed!
Eğer sana Ruhtan soru sorarlarsa cevab ver ki, Ruh benim Rabb’ımın emrindendir.”
Âyet-i Celîledeki “min” edatı ba’zı ma’nâsınadır. Ba’z ise bir şeyin bir kısmıdır.
Böyle olup anlaşılınca “Can”ın başka ifadeyle mânâsı :
Can üç türlüdür:
Birinci Cana “Ruh-u Cimânî” derler.
Cism olan bedeni yerinde tutan can.
Ki bu can teni-bedeni diri yapar, dikenin battığının ve kendi bedeninden kılın çekildiğinin acısını duyar.
İkinci Cana “Ruh-u Maaş” derler.
İnsanın hayatta varlığının devam olan geçinmeyi sağlayan can.
Bu can yer-içer, acıkmayı ve susamayı bilir.
Üçüncü câna “Ruh-u Revân” derler.
Madde ile Mânânın cem’i-birlikte bulunduğu insanda iki tarafa da akış-geçiş ve oluş imkanı olan can.
İnsan bedeni-teni uyuyunca bu can uyanır.
Yâni can uyanık olur bekler de:
“Uyku rahatınız ve bedenin yaşaması için gereklidir.
Zâten beden de yaratılışın ana maksadı değil yardımcı âletidir.” der gibi.
Pes azîz-ı men! : Bundan sora azîzim!
Pes: Öyle ise, ard, arka geri.
İmdi : Şimdi, artık, o halde, öyleyse.
Azîz : İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu. * Dost. * Şerif. * Nadir. * Dini dünyaya âlet etmeyen. * Sireti temiz. * Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi. * Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında Cenab-ı Hakk’ın bir ismidir.
Azîz-ı men : Benim azîzim.
Biş : Çok.
Hıl’at : (Hil’at. C.) Hükümdar veya vezirler tarafından bir kimseye mükâfat olarak giydirilen kaftanlar, hil’atlar.
İlham : Allah tarafından kalbe gelen mâna.(İlhamın ekserisi vasıtasız olarak kalbe gelir. İlhamın en cüz’îsi ve basiti hayvanat ilhamıdır. Sonra avâm-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra melâikenin ilhamatıdır, sonra evliya ilhamatıdır, sonra melâike-i izam ilhamatıdır… S.) (Bak: Vahiy)(İlham, aslında bir şeyi bir defada yutmak mânasına “lehm” den if’al olup, lahzada yutturmak mânasınadır. E.T.)
Muvâfık : Uygun. Yerinde. Denk.
Lîkin : Lâkin.
Su’âl ider : Sorar.
Nite : nasıl.
Ba’z : Bir şeyin bir kısmı. Bir parça. Bâzısı. Biraz.
Ma’nî : Mânâ.
Maaş : Geçinilecek şey. Yaşayış. Aylık para.
Ravân : Revan. f. Giden, akıcı. * Derhal. * Ruh, can. Nefs-i nâtıka. * Edb: Su gibi akıp giden güzel söz.
Maslahat : İş, mes’ele. * Sulh yolu. * Fayda, maksad, keyfiyet. (Zıddı; mefsedettir)
Pes bunda dahı ma’nâ üç kişiye kelâm yokdur:
Evvel nâ-raşîde oglana, ikinci delüye üçünci uyuyana tâ uyanınca .
Ve hem gicelerde ün ırak gider; gündüzin ırak gitmez niçün? Anunıçün kim Âdam oğlanı dünin dünye günâhından arınur perde az olur ün ırak varur.
Ammâ gündüzin günâhları biri birine ulaşur perde olur anunçün ün ırak gitmez.
İmdi bildün kim uyku bir niçelere ten râhatıdur ve bir nîçelere cân râhatıdur.
Ve hem cân katında ten ılkıya benzer pes ten cânun merkebidür ıssıyı sovugı datluyı, acıyı cân sebebinden ten dahı duyar.
Ve hem ılkılar dahı dikene düşmezler köy yolun bilürler azmazlar ve lîkin Hak yolun bilmezler zîre kim bularun gönülleri gözi kördür.
Pes imdi şular kim “كَالْأَنْعَامِ” dur hayvânlar gibidür.
Hak yolun niçe görebileler?
Nitekim hazrat-ı Rasûl alayhı’s-salâm buyurur kim:
“Hak subhânahu ve ta’âlâ âdama dört göz virdi.
İkisi baş gözidür ve ikisi gönül gözidür; baş gözile halkı görür ve gönül gözile Halık-ı görür.”
Bundan anlaşılan ve çıkan mânâ şu ki şu üç kişiye kelâm- bağlayıcı kulluk teklifi yoktur:
Birincisi rüşdüne-erginliğe ermemiş henüz çocuk olana.
İkincisi deliye. Aklı olmayna. Hayrı-şerri ayıramayana.
Üçüncüsü ise uyanıncaya kadar uyuyana kulluk gereği yapması gereken görevler yoktur.
“Hem geceleri ses çok uzaklara gider de gündüzleri ıraklara gidemez niçin?”
Onun için ki Âdemoğlu gece olunca dünün dünya günahlarında el çekip-arınıp temizlenince perde az olur.
Ses de uzaklara ulaşır.
Gündüz ise günahları birbirine kavuşur perde olur sesi engeller.
Hazreti Hünkâr kulağının dibinde okunan ezanları duymayanlarla engelleyen perdeleri ve bu perdelerini sıyıranların nasıl uzaklardan haber aldıklarını ne ustaca buyuruyor!
Şimdi bildin ki;
Uyku nice insanlar için bir ten-beden rahatıdır.
Nice insanlar için ise can-ruh rahatıdır.
Ve hem can katında ten kendi başının çaresine bakmak üzere dağlara-meraya bırakılan ılkı atına benzer.
O hâlde ten canın eşeğidir.
Ten-beden zaten ısıyı-soğuğu, tatliyi-acıyı canın kendinde oluşundan dolayı hisseder-duyar ve anlar.
Köy hayatını bilenler bilirki ılkı atları da dağlarda otlarken dilkenleri-uçurumları gece-gündüz bilirler ve düşmezler.
Köyün yolunu ise asla unutmazlar ve azıp-yolunu şaşırıp yaban ellere çekip gitmezler…
Ne var ki- velâkin;
insanların Hakk Yolu’nu bilmemesine sebeb onların gönül gözleri kördür.
Kafa gözleri var ama Kalb gözleri kör!
İşte böyle olanlar ki onlar:
“كَالْأَنْعَام” dır.
Hayvânlar gibidir.
Hakk yolun nasıl görebileler?
Nitekim Hazret-i Rasûl alayhi’s-selâm buyurur ki:
“Hak subhânahu ve Teâlâ insana dört göz virdi.
İkisi baş gözüdür ve ikisi gönül gözüdür; baş gözüyle halkı görür ve gönül gözüyle de Hâlik’ı görür.”
أَمْ تَحْسَبُ أَنَّ أَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلَّا كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلًا

Nâ-raşîde : Rüşde ermemiş. Ergenliğe ulaşmamış.
Ergen : (Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah’ın farz kıldığı emirlerini yerine getirmeğe mükellef (yükümlü) olur. Küçük yaştan itibaren derece derece gerekli dini bilgiyi öğrenir. Ve iyi alışkanlıklar edinirse ergenlik çağında bunlara daha kolay uyar.
Ün : Ses.
Rahat : Üzüntüsüz, tasasız, kedersiz bir halde olmak. İstediği her şeyi bulup telâşsız olmak. Müsterih. * Dinlenmek. * El ayası.
Ilkı : Kış ayları gelince dağlara bırakılan ve kış boyunca oralarda barınıp otlayan at.
Diken : Dilken. Uçurum, yar.
Hâlik : Yoktan yaratan. Yaratıcı. Allah (C.C.)
Pes anunıçün Hâlık sevmek, şavk u zavk gönül içinde od gibi kopar tene yayılur ve ol sûratdan harakat kopar.
Ve hem ol harakat Hâlık dostlıgıçündür, halâldur.
Ve hem ten câna merkebdür, şükür deminde cân nite kılınursa ten dahı şöyle şükür kılur.
Pes bilmeyene bu söz ma’nî bildürür.
Pes imdi biregünün kim gönli gözi olmasa Hak’dan ne habarı var. Zîre kim bir kimesne şekker yimedük olsa adın eyitmegile dadın ne bilür?
(Ve bir kişinün haddı-ı zâtında gözleri görmez ola, ana gör dimekden ne fâ’ıda ola.)
Onun içindir ki Hâlik teâlâ’yı sevmek şevki ve zevki gönül içinde ateş gibi yanar-büyür ve bütün bedene yayılır.
İç-Öz-Sîret olan içten gelen bu ateşle dış-sûret olan bedende hareketler başlar.
Ve bu hareketler Hâlik teâlâ’nın Dostlığu için olup O’nun emir ve yasakları içinde olduğu için hepsi helâldir.
Nikahın helâl ve zinanın haram oluşu izah buyuruluyor.
Hem ten canın bineği olan eşeğidir.
Hakk’a şükr zamanında can nasıl bir davranış istemişse ten-beden de onu aynen uygulamaya mecbur yaratılmıştır ve yapar.
Gerçekten doru lanı bilmeyene bu söz işin iç yüzünü-mânâsını bildirir.
Öyle ya bir kimsenin ki, gönül gözü olmasa-kör ise Hakk’tan ne haberi olacak?
Zira şeker yemese de şekerin ismini söylemekle şekerin tadını nasıl bilecek?
Bu şuna benzer ki;
Bir kişinin gözleri kör olduğu hâlde ona : “Gör!..” demekten ne fayda elde edilir.
Şavk : Işık, parıltı. * Şevk. Işık, parıltı. * Şevk.
Biregü : Bir kimse.
Eyitmek : Söylemek. Demek.
Anınçün hidâyet ‘azizdur Halık katında:
وَلاَ تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِم مِّن شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِم مِّن شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ

Ol Kadîm-i lem-yezel ve lâ-yezâl buyurur kim:
“İy kullarum!
Her nesne kim görürsiz, göz ile mi sanursız veya işitmekligi kulagıla mı sanursız veya söylemekligi dil ile mi sanursız veya dutma(klı)gı elile mi sanursız veya yörimekligi ayagıla mı sanursız veya yarlıganmaklıgı tâ’atlıla mı sanursız veya hışmı günahıla mı sanursız veya göyünmekligi od ile mi sanursız?
Pes Âdam ‘alayhı’s-salâma uçmak içinde bir ‘azab işledüm kim damuda dahı ol ‘azab yogıdı ve hem İbrâhim ‘alayhı’s-salâma od içinde bir bûstân virdüm kim uçmak içinde dahı ol bûstân yogıdı; ve Fir’avn-ı la’înı Nîl ırmagında gark itdüm ve Mûsâ ‘alayhı’s-salâmı Fir’avn’dan kurtardum; zîre kim dostum sakladum duşmânum helek eyledüm, ve hem yüz bin hazârân yüz bin ferişteler göyündürdüm, her giz birisinün bir zerre günâhı yogıdı ve hem yüz bin hazârân yüz bin âdam yarlıgadum kim her giz birinün bir zerre tâ’atları yogıdı; her ne kim işlersem kadırvan kudratum yiter kimi gerekise agladurum ve kimi gerekise güldürürem.
Gerek öldürem gerek dirgürem, ânı kim ben bilürem, siz bilmezsiz ve lîkin enüm ‘ınayatum havf u racâ ortasında olanlarıladur.
Halî yâ sözden terk yok, bizüm sözümüz cân bayân kılmakdur, pes anlarun kim gönülleri müşevveş olmışdur, ya’nî karcaşukdur- gönülleri mütekebbirdür cânları mudda’îdur “elest” deminde yok diyenlerdür, hayvanlar gibidür; üç cânlular bulardur ve hiç dınmayanlar “بَلْ هُمْ أَضَلُّ” dur: anlarun hakkında gelmişdür.
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ

(A’raf 7/179)
Hâlîyâ bunları “âdam ‘ılmi”nde yâd kılavuz inşâ’allâh ta’âlâ.
Ammâ bizüm katumuzda cân bişdür ve lîkin bu sözi anlamak delim işdür; ve hem âdam ma’nisi dahı üçdür ve kendüyi bilmek yavlak güçdür ve kendüyi bilmeyene bu söz hiçdür ve eger bilmek dilersen kitâbda yazdum uşdur:
وَلَقَدْ صَدَقَكُمُ اللّهُ وَعْدَهُ إِذْ تَحُسُّونَهُم بِإِذْنِهِ حَتَّى إِذَا فَشِلْتُمْ وَتَنَازَعْتُمْ فِي الأَمْرِ وَعَصَيْتُم مِّن بَعْدِ مَا أَرَاكُم مَّا تُحِبُّونَ مِنكُم مَّن يُرِيدُ الدُّنْيَا وَمِنكُم مَّن يُرِيدُ الآخِرَةَ ثُمَّ صَرَفَكُمْ عَنْهُمْ لِيَبْتَلِيَكُمْ وَلَقَدْ عَفَا عَنكُمْ وَاللّهُ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ

Bu ayatun ma’nîsi dükeli mülke yiter eger bilünürise.
Onun için Hâlik Teâlâ katında hidayet çok izzetli-değerlidir.
Başlangıcı ve sonu olmayan buyurur ki :
“ Ey kullarım!
Birçok şeyler görürsünüz.
Onu görüp tanımanızı göz ile mi sanırsınız?
Bir sesi işitmenizi kulakla mı sanırsınız?
Söz söylemeyi dil ile mi sanırsınız?
Bir şeyi tutmayı el ile mi sanırsınız?
Yürümeyi ayakla mı sanırsınız?
Allah Teâlâ’nın sizi bağışlamasını taat-ibadet etmekle mi sanırsınız?
Allah Teâlâ’nın hışmına uğramayı günah işlemekle mi sanırsınız?
Sıcaktan gevremeyi-göyünmeyi ateşle mi sanırsınız?
Âdem alayhi’s-selâma bana değil de yanlışlıkla şeytana uyduğu için cennet içinde bir azab işleyecek iş yaptırdım ve öylesine pişman olup acı çekti ki bu acı-azab cehennemde bile yoktu.
Ve yine İbrahim alayhi’s-selâma bana güvenmesinden dolayı ateş içinde öylebir gül bağı verdim ki cenne içinde bile o gül bahçesi yoktu.
Kendini âlemin rabbi ilân eden rahmetimden çıkmayı tercih eden Firavun’u Nil Irmağında boğdum.
Mûsâ alayhi’s-selâmı Firavun’dan kurtardım.
Böylece Ben;
Benim dostluğumu tercih eden dostumu sakladım-korudum.
Benim dostluğumu tercih etmeyen düşmanımı helak ettim.
Ve Ben nice sayısız melekleri Zikrullahla gevrettim-göyündürdüm ki hiç birisinin asla bir zerre kadar günahı da yok idi.
Ve yine sayısız-binlerce insan bağışladım ki onların böyle yapmamı gerektiren bir zerre kadar ibadetleri yok idi.
Her ne ki yapar isem sınırsız gücüm-kudretim yeter.
Kimi gerektiriyorsa-emirlerimi duyup-uymuyorsa ağlatırım.
Gerektireni de- emirlerimi duyup-uyanı da güldürürüm.
Gerek öldüreyim, gerekse dirilteyim onu ancak ben bilirim siz asala bunu bilemezsiniz.
Şu husus da var ki Benim yardımım-meded ve lutfüm Havf ile recâ ortasında olanlaradır.
Onlar öyle Erenlerdir ki;
Sanki Rabb’leri kendilerini asla bağışlamayacakmışcasına havf-korku içinde,
Ve mutlaka bağışlayacakmışcasına bir recâ—ümit içindedirler.
Bu iki uç sınırın içinde ihlasla kulluk –ibadet ederler hayatları boyunca…
Şimdiki hâlde ise anlatmakta olduğumuz konuyu terk etmek yok.
Anlatmakta-açıklamakta olduğumuz “Can” konusudur.
O insanlar ki;
Gönülleri karmakarışık,düsensiz, kibirli, eğoist, kendini beğenmişdir.
İşte onların canları davacıdır. Her konuda ve hükümde tersini iddia eden inatçılar olup doğru mu yanlış mı diye düşünmeden kendi fikirlerini savunur dururlar.
Bu kimseler Allah teâlâ’nın Ruhlar Âleminde “Elestü” zamanındaki
“Bensizin rabb’ınız değil miyim?” sorusuna “Hayır! Değilsin!” diyenlerdir.
Bunlar aklı olmayan hayvanlar gibidirler.
İşte bunlar kendisinde üç türlü can olduğu hâlde nefsî kemâlâta- erginliğe ulaşıma çaba harcamayan-tınmayan ve aldırmayan zavallılardır.
Bunlar : “بَلْ هُمْ أَضَلُّ” dır:
Bu âyet onların hakkında gelmişdir.
Şimdik hâlde bu kadar, ama “İnsan İlmi” kısmında İnşâallah tekrar anlatıp-anarız.
Amma-fakat bizim görüşümüze göre-katımızda can çoktur.
Lâkin bu sözü anlamak hayli zordur.
Ve de Âdem-İnsan demenin mânâsı üçtür.
İnsanın kendini-nefsini bilmesi gerçekten çok güçtür.
Kendini bilmeyene ise bu söz güçtür.
Hazreti Hünkâr: “Kendini bilene babasının kanı helal, kendini bilmeyene anasının sütü haram” sözünü ne güzel bildiriyor.
Ama sen gerçekten kendini bilmek istiyorsan ben bu kitabda yazdım ki işte buyur:
Bu âyetin manası bütün âlemlere değer kıymette eğer bilinirse…
Hidayet : Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak.
Lâ-yezâl : Zevalsiz olana, sonu olmayan.
Kadîm : Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet.
Hışm : f. Öfke, hiddet, gazap, kızgınlık.
Göyünmek: Göynemek. Yandığı gözükmemekle beraber dokunduğunda yanmak üzere olduğu alaşılan. Kızarmış bir sobaya yakın durulduğunda pantolonun bacağa değmeyen ve sobaya daha yakın olan kısmı gevrer ve çekilince deriyi yakar ve buna bizim köyde göynemiş denir.
Uçmak : Cennet.
Damu : Tamu. Cehennem.
Bûstân : f. Çiçek ve gül kokularının çok olduğu yer, bahçe.
Ferişte : (Ferişteh) f. Melek. Günahsız. Masum. Yumuşak huylu.
Yarlıgamak : Bağışlamak.
Hergiz : Asla.
Kadırvan : Muktedir-işe gücü yeten.
İnayet : Yardım, lütuf meded etmek. * Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul olmak.
Havf : Korku, korkutmak.
Recâ : Emel, ümit, yalvarmak. * Cânib, taraf. * İstek, arzu, dilek.
Biregü : Bir kişi. Bir kimse.
Halîyâ : şimdiki zamanda, şimdiki halde
Müşevveş : Karmakarışık, anlaşılmaz, düzensiz.
Mütekebbir : Kibirli. Büyüklenen. Tekebbür eden. * Esmâ-i İlâhiyeden olup, Allah’ın büyüklük ve azametini ifade eder.
Mudda’î : Müddei. İddia eden. İddiacı. Davacı. * Bir hükümde ayak direyen. Hak olduğunu veya herhangi hakkın zayi olduğunu dâvâ eden. * İnatçı, muannid.
Biş : Çok.
Delim : Delüm. Pek çok. Hayli.
Yavlak : Çok fazla.
Uş : İşte, şimdi.
Dükeli : Dükeli : Hep, hepsi, bütün, cümle, herkes.
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ

Pes imdi ‘azîz-i men!
Anlar kim dünye isterler ılkılardan dahı kemdür:
Ve anlar kim âhırat isterler bunlar havf u racâ kavmudur;
Ve ammâ anlar kim Mevlâ’yı isterler, bunlar muşâhada kavmudur.
Pes Hak subhânahu ve ta’âla kerem u lutfundan buyurur kim:
“İy kullarum! İsten beni kim size bulınayın dir.
Ve iy âşıklar!
Özür ilen kim ‘afv kılayın” dir.
Zîre kim gök aglar, yir güler ya’nı gökden yagar yirden biter:
وَهُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ فَأَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُّخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُّتَرَاكِبًا وَمِنَ النَّخْلِ مِن طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِّنْ أَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ انظُرُواْ إِلِى ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَيَنْعِهِ إِنَّ فِي ذَلِكُمْ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

Pes göğden yagmıyacak yirden nesne bitmez.
Ya’nî sizden aglamak ve benden günahlarınuzı ‘afv kılmak dimek olur.
Şimdi Azîzim!
O kimseler ki sadece dünyayı isterler ılkı atlarından daha kötü ve onlar kadar bile akıllarını kulanamadılar.
O kimseler ki âhireti isterler bunlar havf ve recâ ehlidirler.
Ve kimseler ki Mevlâ’yı isterler, bunlar muşâhede ehlidirler.
Hak Subhânahu ve Teâla kerem ve lütfundan buyurur ki:
“ Ey kullarım!
Beni dileyinde size ne isterseniz yerine getireyim.
Ve Ey Âşıklar!
Özür dileyin ki affedeyim.
Zira ki gök ağlar da yer güler.
Yâni gökten rahmet yağar da yerden bitkiler biter-yetişir.
Gerçekten gökten yağmayınca yerden hiçbir bitki varlık gösterip yetişemez.
Bu söz; sizden günahlarınız için ağlamak gerek, benden ise affetmek demektir.
Kem : f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir.
Muşâhada : Müşahede. Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.