EK BİLGİ

 

KUDSÎ HADÎS-BİLGİ

EK-I

KUDSÎ HADÎS HAKKINDA KISA BİLGİ
 
Yazan : Muhammed Valsan­
 
İlâhî ve Rabbânî Hadîs diye de anılan Kudsî Hadîs, Ne­bevî Hadîsten, söz içerisinde ilâhî kelâm ihtiva etmesiyle ayrılır. (1)
 
(1) Burada vereceğimiz mâlûmatın büyük bir bölümü Muhammed Cemâlüddîn el-Kassımî’nin (ö. 1334/1914) Kavâidü’t-Tahdîs adlı eserin­den alınmıştır.
 
Kudsî hadîsin belirgin özelliği, Allah’ın dâimâ doğrudan doğruya birinci şahıs olarak hitab etmesidir.
Üslup olarak, ek­seriyetle kendisiyle kulu veya kulları arasında cereyan eden bir karşılıklı konuşma tarzı hâkimdir ki, burada söz konusu muhataplar Hz. Peygamber, insanlar ve meleklerdir. (2)
 
(2) Birinci Şahıs tarzında kullanış Kur’ân’da da vardır.
Mesela: “Artık Beni anın, Ben de sizi anayım…” (Bakara, 21152).
Fakat bu tarz nâdir olarak görülür.
Mahlûkata hitap dolaylı ifâde yoluyla daha sıktır.
 
Kudsî hadîsle ilgili mükemmel hemen hiçbir araştırma ya­pılmış değildir. Bulunabilen açıklamaların ekserîsi, iki veya üç terimin karşılaştırılmasına inhisâr etmektedir.
Bunlar da:
Kur’ân ve Kudsî hadîs veya Kur’ân, Kudsî hadîs, Nebevî hadis mukayesesidir.
Kudsî hadîse bir ara statü kaderi biçen bu dav­ranış, umumi mânâsıyle Hadîs’te bulunmayan, Kur’ân’ın “mânevî tasarruf ve te’sir” vasfını gözler önüne sermeye îtina eder.
Gerçekten Kur’ân “bütün metafizik, kozmolojik, tasav­vufi, dîni, bâtınî ve zâhiri ilimler ile birlikte, bunlara tekabül eden bütün “mânevî tesir” vasıtalarını…” (3) ihtiva eder.
 
(3) Krş. Michel Valsan, Etudes Traditionnelles, no. 406, 407, 408, s.
150’deki açıklama.
 
Namaz­da mukaddes kitaptan bir bölüm okumak da bu ibâdetin kabu­lü ve müessiriyeti için vaz geçilmez şarttır.
Kur’ân’dan okuna­cak her harfin on hayırlı iş gerçekleştirmeye denk olduğu (*) söy­lenir.
Mü’min Kur’ân’a karşı edeb kurallarına riâyet etmek mecburiyetindedir ve abdestli değilse (**) onu okuyamaz veya el­le dokunamaz.
Kur’ân’ın telmihte bulunduğu konular bir hika­ye tarzında anlatılamaz.
İbn Hanbel’e göre onun kopyalarını ticaret metâı hâline getirmek yasaktır (***) Kudsî hadîse gelince,
onun bütün bu hususlarla bir ilgisi yoktur. O hâlde namazda kıraat olarak okunamaz ve hatta bu, namazı bozar. Şu da ilâve edilebilir: Kudsî hadîse karşı gelen bir kimse, kendisini sâdece onun ihtiva ettiği lfttuflardan mahrum bırakmış olur. Fakat Kur’ân için söz konusu olduğu gibi, küfürle itham edilemez (4)
 
(*) Krş. (Tirmizî, Fadailü’l-Kur’ân, 16; Abdullah Aydemir, Kur’ân-ı
Kerîm’in Fazîletleri, 204, İzmir 1981. (M. Demirci)
(**) Ulemânın çoğuna göre (M. Demirci).
(***) Ahmed b. Hanbel mushaf satışını hoş karşılamaınışsa da, onu satın almaya izin vermiştir. Bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 178, Beyrut 1405/1985. (M. Demirci.
(4) “K-F-R” silmek, örtrnek, gizlemek mânâlarına gelir. Dînî anlamda ise Al­lah’ı inkâr ve daha umümî olarak ise îmansızlık demektir.
 
 
İki tip ilâhî kelâmı iyi ayırt edebilmek bakımından;
Kudsî hadîs için kullanılan tabir (farklı söyleyişler de olmakla bera­ber) şudur:
“Resûlullah, Rabbinden rivâyet ettiği sözlerinde şöyle buyurdu..”
Kur’ân’a mahsus olan tabir ise:
“Allah buyur­du” şeklindedir.
 
Kur’ân Cebrâil vasıtasıyle indi.
Genel bir kaide teşkil etme­mekle beraber, bazılarına göre kudsî hadîs vâkıası da böyledir.
Daha doğrusu Hz. Peygamber’in ifâde ettiği ve kudsî diye isim­
lendirilen sözlerin, kendisine uyku hâlinde iken veya ilham yo­luyla ilkâ olunduğu konusunda görüş ittifâkı mevcûttur (5).
 
(5) Burada ilkâ tarzı ile ilgili mesele ele alınmış olduğuna göre, Mi’rac gece­si boyunca, Resûlullah’a semâya yükselişi sırasında kudsî hadîslerin il­
ham edildiği şeklinde dile getirilen görüşe de işâret etmek gerekir.
 
Kudsî hadîsle Kur’ân’ı temelden ayıran farkı anlamak için, Kur’ân’ın sözü edilen “mânevî tasarruf ve te’sir” (operatif) dedi­ğimiz yüksek vasfına tekrar dönmek gerekir.
Bu mukaddes ya­pısıyla Kur’ân el-İmamü’l-mübin’den başkası olmayan tabi at üstü modelin gerçekten âşikâr bir görünümüdür.
Bu da onun kadîm (6) ve mu’ciz olduğunu izâha kâfîdir.
Hatta onun Kur’ân ismi (ki her şeyden önce okuma demektir), Kur’ân’ın bölümleri için kullanılan sûre (nişan) ve âyet (işaret, mûcize) kelimeleri, bu eşsiz ve mûcizevî vasıf üzerinde ısrârı tamamen haklı göste­rir.
 
(6) Kadîm terimi (ki, eski, ezelî demektir), ortaya çıkan, vukû bulan, bek­lenmeyen kaza gibi birden bire meydana gelen mânâsındaki “H-D-S” kö­
künden gelen hadîs’in zıddıdır.
Kur’ân için ileri sürülen târifler bu köke zıt şekilde verilmiştir.
Meselâ Ebû Bekr Muhammed b. İshâk el-­Keılâbâzî (380/990 veya 384/994)’nin “Kitâbü’t-Taarruf li Mezheb-i ehli’t-Tasavvuf” adlı kitabında şunlar yer alır:
“Mutasavvûflar Kur’ân’ın hakiki anlamıyla Allah’ın kelâmı olduğu konusunda ittifâk etmişlerdir.
O’nun kelâmı yaratılmış, sonradan olmuş (muhdes) ve bilâhare meydana çıkmış (hades) değildir.
Nasıl ki Allah’ı kalblerimiz­le biliyor, dillerimizle zikrediyor, câmilerimizi mekân edinmediği hâl­de orada kendisine ibâdet ediyorsak, Kur’ân’ı da dillerimizle okuyor, mushaflarımıza yazıyor, hâfızalarımızı mekân edinmediği hâlde ora­da muhâfaza ediyoruz.
Sûfîler Kur’ân’ın cisim, cevher ve araz olmadığı husüsunda ittifâk etmişlerdir.”
(Bkz, et-Taarruf, 54, tahkik, Mahmud Emîn en-Nevâvî, Kâhire 138811969: aynı eser, çev. S. Uludağ (Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 67, İstanbul 1979. M, Demirci)
 
Kudsî hadîs konusunu işleyen yazarlar, onun mânâsının Allah’tan geldiğini, lâfzının ise Hz. Peygamber’e âit olduğunu ifâde ederler. (7).
 
(7) Cürcânî (816/1413) Tâ’rîfât’ında kısa bir târiften sonra şöyle der: “….. Kur’ân, kudsî hadîsten üstündür, çünkü onun (sâdece mânâsı değil) lâfzı da vahiy mahsülüdür.”
 
 
Kudsî hadîs değişmez yapıda olmadığı gibi, on’un metni büyüleyici ve zikri (incantatoire) bir role sâhib de­ğildir.
Bu da, bir takım farklı metin ve müteradif ifâdelerin zuhûrunu açıklar.
Hâlbuki Kur’ân âyetleri için farklı metin ve müteradif ifâde tamamen imkân dışıdır.
Onda sâdece bazı fark­lı okunuşlar söz konusudur. (8)
 
(8) Bu vesîle ile şu da söylenebilir:
İbn Arabî’nin sık sık kullandığı harfler ve sayılar ilmi gibi ilimlerin, Kur’ân’da dâimâ uygulama imkânı var­dır.
Farklı okuyuşlar, umûmiyetle harflerin ne sayı değerlerini, ne de şekillerini değiştirecek bir mâhiyet arzetmemektedir.
 
 
Şimdi “Kavâidü’t-Tahdîs” (9) isimli eserin daha öğretici bir bölümünün tercümesini sunmak istiyoruz.
Yazar burada bize, üstâd Abdül Azîz ed-Debbağ ile öğrencisi Ahmed b. el-Mübârek (10) arasında geçen, Kur’ân, kudsî hadîs ve nebevî hadîs
arasındaki mevcût farkları anlatan bir muhâvereyi nakleder.
Tercümemiz metnin hemen hemen tamâmını ifâde ediyor; sâdece bir kaç tekrara yer verilmemiştir.
Zîrâ şifâhen söylenir­ken faydalı iseler de onlar, yararlı bazı şeyler ilâve etmeksizin, Fransızca metni ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramıyacaklardı (*).
 
(9) Burada vereceğimiz mâlûmatın büyük bir bölümü Muhammed Cemâlüddîn el-Kassımî’nin (ö. 1334/1914) Kavâidü’t-Tahdîs adlı eserin­den alınmıştır.
(10) Ahmed b. el-Mubârek es-Sicilmâsî (1156/1713).
* Türkçe tercümeyi doğrudan metnin Arapça aslından yaptık.
Bkz. Mu­hammed Cemâlüddîn el-Kasimî, Kavâidü’t-Tahdîs Min Fünûn-i Mustalahı’l-Hadîs, tahkik, Muhammed Behcetü’l-Beytar, s. 66-69, Mısır, 1390/1961. Krş. Abdül Azîz ed-Debbâğ, el-İbrîz, s. 34-36, Kâhire 1356 (M. Demirci).
 
Aşağıda göreceğimiz gibi, nûrlarla ilgili bir sembolizm vâsı­tasıyledir ki, bu Şeyh, Resûlullah’a âit üç tip vahyi belirleyen temel unsurları ortaya çıkaracak ve açıklamaları geliştirecek­tir.
 
 
* * *
Kur’ân, kudsî hadîs ve hadîs arasında ne fark olduğunu
üstâd Abdül Azîz ed-Debbâğ’a sordum.
Şöyle cevap verdi:
“Her ne kadar bunların üçü de Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ağzından çıkıyor ve onun nûrlarından bir nûr taşıyorsa da, aralarındaki
fark şudur:
Kur’ân’daki nûr kadîm’dir, Allah Teâlâ’nın Zât’ın­dandır, çünkü Allah kelâmı kadîmdir.
Kudsî hadîsteki nûr Resûlullah’ın rûhundandır; ve bu, Kur’ân nûrunun bir misli değildir.
Çünkü Kur’ân nûru kadîm, bu nûr ise kadîm değildir.
Kudsî olmayan hadîsteki nûr ise Resûlullah’ın zâtındandır.
O hâlde bu üç nûr kaynak bakımından farklılık arz eder.
Kur’ân’ın nûru Hakk’ın Zât’ından,
Kudsî hadîsin nûru Resûlullah’ın rûhundan,
Kudsî olmayan hadîsin nûru ise Resûlullah’ın zâtındandır.”
Ona: “Rûhun nûru ile Zât’ın nûru arasındaki fark nedir?” diye sordum. Cevabı şöyle oldu:
“Hz. Peygamber’in zâtı topraktan yaratılmıştır, diğer kul­lar da topraktan yaratılmıştır.
Ruh ise Mele-i a’lâ’dandır.
Mele­i a’lâ, Hak Teâlâ’yı en iyi bilenlerdir.
Her bir şey kendi aslını öz­ler.
Ruhun nûru Hak Teâlâ’ya, zâtın nûru ise mahlûkata bağlı­dır.
Bu bakımdan Allah’a bağlı olan kudsî hadîslerde şu vasıf­lar görülür:
Onlar Allah’ın azametini ve rahmetini ortaya koyarlar,
O’nun saltanatının genişliği ve bağışının çok­luğuna dikkati çekerler. Mesela birinciye âit bir kudsî hadîs şöyledir:
“Ey kullarım, şâyet sizin evvelîniz, âhiriniz, insanınız ve cinniniz…” (*)
(*) Burada 1 numaralı hadîs
 İkinciye âit örnek ise şu olabilir:
“Salih kullarım için öyle nîmetler hazırladım ki…” (**)
(**) Burada 21 numaralı hadîs
Üçüncünün örneği şudur:
 
 —   “Allah’ın eli doludur, harcamak onu eksiltmez, o gece ve gündüz dâimâ akar…”
(Buhârî, Tersir, II; Tecrîd terc. XI, 113)
Bunlar Hak Teâlâ’daki ruh ilimlerinden­dir.
Kudsî olmayan hadîsler ise böyle değildir.
Onlarda şehirle­rin ve insanların düzeltilmesinden söz edilir, helal ve haram üzerinde durulur, cezâ ve mükafat hatırlatılır, emirlere uyma­ya teşvik edilir.”
 
 
 
Bunlar üstâdın sözlerinden anlayabildiklerimdir.
Onun işâret ettiği mânâların tamamını hakkıyla naklettiğimi söylemem zordur.
“ Kudsî hadîs Allah kelâmı mıdır, değil midir?” diye sor­dum.
“O, Allah kelâmı değildir, sâdece Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sözü­dür.” dedi.
Şöyle sordu:
“O hâlde kudsî hadîs niçin Allah’a izâfe edilir?
Ona “Kudsî hadîs” denir, “Rabbinden rivâyet ettiği üzere” denir.
Eğer Hz. Peygamber’in sözü ise onlardaki zamirleri ne yapacağız?
Me­sela: “Ey kullarım, şâyet evvelîniz ve âhiriniz…”,
“Salih kullarım için… hazırladım.”,
“Kullarımdan kimi Bana mü’min, kimi kâfir olarak sabahı etti…”
(Müslim, Îman, 125; Buhârî, Ezan, 156; Tecrîd terc., II, 919)
Hadîslerindeki zamirler Allah’a âittir.
Demek ki her ne kadar lâfızlarında i’câz yoksa da kudsî hadîsler Allah sözüdür, öyle değil mi?”
Bu defa üstâd şöyle cevap verdi:
“Allah’tan gelen nûrlar Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in üzerine ya­ğar ve husûsî bir müşâhede hâsıl olur.
Bu müşâhede devâmlı olur ve bu sırada nûrlarla birlikte Hakk’ın kelâmını işitir veya kendisine melek gelirse işte bu “Kur’ân”dır.
Kelâmı işitmez ve kendisine melek de gelmezse, işte bu “Kudsî hadîs” vakti de­mektir.
Bu durumda Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisi konuşur ve o sıra­da sâdece Rubûbiyet ve onu tâzim ederek, onun şânını zikrede­rek kelâmda bulunur.
Bu sözün Hak Teâlâ’ya izâfe edilmesi, iş­lerin birbirine karıştığı bu müşâhede ânının bir gereğidir; öyle ki o ânda gayb şehâdete, bâtın zâhire rücû eder ve söz Allah’a izâfe edilir.
Neticede Rabbânî hadîs denir,
“Yüce Rabbinden rivâyet ettiği üzere..” denir.
Zamirler meselesi şöyle açıklanabilir: Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hadîslerde Cenâb-ı Hak’tan hâl diliyle müşâhede ettiği şey­leri ağzından bize hikâye yoluyla nakletmektedir.
Kudsî olmayan hadîslere gelince, onlar Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in zâtında mevcûd ve ondan hiç ayrılmayan nûr sâyesinde ortaya çıkar.
Yüce Allah nasıl ki güneşin cismine maddî nûrlar ver­mişse,
Hz. Peygamber’in zâtına da Hak nûrları ihsân etmiştir.
Işık güneşin ayrılmaz bir parçası olduğu gibi, o mübârek zât için de bu nûr öyledir.
Başka bir defa üstâd şöyle dedi:
“Ateşli hastalığa yakala­nan ve bu hâli devâm eden birisini düşünelim. Farzedelim ki, ateşi bâzan çok yükselsin ve şuûrunu kaybederek ne söylediği­ni bilmez hâle gelsin.
Bâzan da ateşi yüksek olmakla beraber, şuûrunu kaybetmemiş olsun ve ne söylediğinin farkında bu­lunsun.
Bu hastanın ateşi için üç durum söz konusudur.
Şöyle ki:
Ateş normal ölçüde olabilir,
Hastanın şuûrunu kaybettire­cek kadar yüksek olabilir,
Yüksek olmakla beraber şuûrunu kaybettirmez.
Hz. Peygamber’in zâtındaki nûrlar da böyledir:
Nûr belli ölçüde olursa, o vakit onun sözü kudsî olmayan hadîs mahiyetindedir.
Nûr parıldar ve Hz. Peygamber’in zâtını bili­nen hâlinden çıkaracak derecede istîlâ ederse, o sırada ondan sâdır olan söz Allah kelâmıdır; Kendisine Kur’ân’ın nüzûlü sı­rasında Hz. Peygamber’in vaziyeti böyle olur. Nûrlar parıldar, fakat Hz. Peygamber’i tabiî hâlinden çıkarmazsa, bu durumda iken ondan sâdır olan söz Kudsî hadîs olur.”
Bir keresinde de şöyle dedi:
“Hz. Peygamber Efendimiz ko­nuştuğu vakit, söz ağzından ihtiyârı dışında çıkarsa bu “Kur’ân”dır.
Söz ihtiyârıyla olur, fakat o sırada her zamankin­den farklı bir nûrun parıldaması söz konusu olursa, bu Kudsî hadîstir.
Dâimî olarak mevcûd nûrla konuşursa, bu da kudsî ol­mayan hadîstir. Aslında Hz. Peygamber’in sözü için, hep Hakk’ın nûrları ile beraber olmak söz konusudur.
Onun bütün konuştukları kendisine vahyedilmiş şeylerdi. (Necm, 53/3-4) Nûrların hâlle­rinin farklı olmasından dolayı üç kısma ayrıldı.
Gene de en iyi­sini Allah bilir.”
Seyyid Ahmed b. el-Mübârek şöyle diyor:
“Bu fevkalâde gü­zel bir izâh.
Fakat, kudsî hadîsin Allah kelâmı olmadığına dâir delil nedir?”
Üstâd:
“Allah kelâmı gizli kalmaz” dedi.
“Keşif yo­luyla mı?” dedim.
“Keşifle veya keşifsiz. Akıl sâhibi olan herkes, Kur’ân’ı dikkatle dinler, sonra da başka bir sözü dinlerse, kesin olarak aradaki farkı anlar.
Sahâbe (radiyallahu anhum) insanların en akıllıları idiler.
Onlar atalarının dînini, Allah kelâmını açıkça işitince terk etti­ler.
Hz. Peygamber’in tebliğleri, sâdece kudsî hadîse benzeyen sözlerden ibâret olsa idi hiç kimse îman etmezdi.
Onun önünde boyunların eğilmesini sağlayan, Hak Teâlâ’nın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’dir.”
 
 
Şöyle sordum:
“Ashâb, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu nasıl bildiler?
Onlar putlara tapıyorlardı ve Allah’ı evvelce, sözünü ayırd ede­bilecek ölçüde tanımıyorlardı.
Son nokta olarak anladıkları, bunun beşer tâkatinin üstünde bir şey olduğudur ki, meselâ meleklerden de gelmiş olabilirdi?”
Üstad cevap verdi:
“Kur’ân’ı dinleyen ve mânâsını kalbinde duyan herkes ke­sin olarak bilir ki Yüce Rabb’in kelâmıdır!
Ondaki azamet ve satvet ancak ilâhî ve Rabbânî olabilir.
Akıllı ve zekî kimse önce bir hükümdârın sözünü dinlese, sonra da onun halkının sözünü dinlese hükümdârın sözünde farklı bir üslûp görür.
Hatta bu kimse kör birisi olsa, aralarında bir hükümdârın da bulunduğu ve sırasıyla konuşmakta olan bir topluluğun üzerine gelse, bu durumda bile şüpheye mahal olmayacak şekilde, hükümdârın sözünü başkalarınınkinden ayırd edebilir.
Bu hükümdâr nihâyet sonradan yaratılmış bir varlıktır.
Kadîm olan Allah’ın sözü­nün te’sirini varın siz hesap edin!
Sahâbe (radiyallahu anhum) Yüce Rabb’lerini Kur’ân’la bildiler,
O’nun sıfatlarını ve rubûbiyetinin hakkı olan şânını onun vâsıtasıyla anladılar.
Böylece Kur’ân’ı dinle­mek, sahâbeye Allah hakkında âdetâ gözle görürcesine kat’î bilgi sahibi olmayı sağlamış oldu.
Nihâyet Allah’la celîs (yakın arkadaş) hâline geldiler.
Bir kimsenin yakın arkadaşının ken­disine gizli si saklısı olur mu?”
 
KUDSÎ HADÎS (el-Hadîsü’l-Kudsî) (*)
 
Doç. Dr. Ali Yardım

 

Bu bölümü sayın yazarın izniyle aşağıdaki kitabından aynen alıyoruz:
Ali Yardım, Hadîs I, ss. 42-46, Dokuz Eylül Üniversitesi yayını, İzmir 1984.
 
Hazreti Peygamber’den sâdır olan bütün söz ve davranışla­rın, “vahy”in kontrolünden geçtiği Allah Teâlâ (c.c) tarafından bildirilmiştir:
“Peygamber, kendi keyf ve arzûsuna göre hevâ söylemiyor; onun söyledikleri, ancak kendine vahyolunan va­hiydir.” (1)
 
(1) (Necm sûresi, 3-4.)
Bu âyetlerle ilgili olarak müfessir Elmalılı Muham­med Hamdi Yazır’ın açıklaması şöyledir:
“Bu âyet de, esas îtibariyle Kur’ân hakkında olmak gerekir.
Hadîslerine de şâmil olmak üzere mutlak nutkuna hamledildiği takdirde de müntehâsı itibâriyle mülâ­haza edilmek iktizâ edecektir.
Vahyin, muzârî sîğasiyle te’kid olunarak tahkik ve tavsîfinde buna da bir işâret yok değildir. Bkz. VI/4572.
 
Bu sebeple, Resûlullah (s.a.)’dan zuhûr eden her şey ilhî menşe’lidir. Ancak, onların hepsi aynı hüvîyetle kendini gös­termemiştir.
Bu ilâhî irâdenin, Hazreti Peygamber vasıtasiyle kullara ulaştırılışı;
“Kur’ân-ı Kerim”,
“Hadîs-i Kudsî” ve
“Hadîs-i Şerif’ şeklinde tecellî etmiştir.
Bunun da hikmetini kendi bilir; bizim bildiklerimiz ise, onun sezdirdikleri kadar­dır.
Bunlar içersinde burada bizi ilgilendiren, sâdece ikinci şık­kı teşkil eden Hadîs-i Kudsîlerdir.
Buna, “Hadîs-i Rabbânî’ veya “Hadîs-i İlahi” de denmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’in; hem lâfzı hem de mânâsı Allah tarafın­dan vahyedilmiştir. Onun, başka hiç bir “Kelâm”da bulunma­yan, sâdece kendine has özellikleri vardır.
Hadîs-i Şeriflerin ise; lâfzı da mânâsı da Hazreti Peygam­ber’e âid bulunmaktadır.
Bunlarla ilgili olarak ilerde devâmlı bilgi verilecektir.
Hadîs-i Kudsilere gelince:
O, “Mânâsı Allah tarafından vahyedilmiş, fakat ifâdesi (lâfzı) Hazreti Pegyamber’e âid olan hadîslerdir” şeklinde târif edilir.
Bu hâliyle Hadîs-i Kudsî’nin, Kur’ân ve Hadîs’in sâdece birer özelliğini taşıdığı dikkati çek­mektedir.
O, mânâ bakımından Kur’ân, lâfız bakımından ise Hadîs gibidir.

 

Bu hususda İslam ulemâsının bir kısım yorumlan ve değerlendirmeleri vardır (2).
 
(2) Bkz. Muhammed el-Medenî, el-İthâfât’üs-Seniyye. s. 187 vd.; Okiç, Bazı Hadîs Mes’eleleri Üzerinde Tetkikler, İstanbul 1959, 13-16; Koçyiğit, Hadîs Istılahları, s. 123-125; Ali Osman Koçkuzu, Hadîs İlimleri ve Hadîs Tarihi, s. 42-43; Muhammed Ebû Zehv, el. Hadîs ve’l-Muhaddisûn, s. 16-18; Subhî es-Sâlih, Ûlûm’ul-Hadîs ve Mustalahuhû, s. 11-13; el-Kaasımî, Kavâid’üt-Tahdis. s. 64-69.
 
 
Burada, daha çok, Kur’ân-ı Kerim’le Hadîs-i Kudsî arasındaki farklar ve Kur’ân’ın özellikleri üze­rinde durulmuştur.
Bu bilgileri bir cümle ile özetlersek;
Hadîs-i Kudsiler, gerek lâfız gerekse getirdiği hükümler bakımından Kur’ân-ı Kerim’den tamâmiyle ayrıdır, diyebiliriz.
 
Hadîs-i Kudsî meselesine, mevcût değerlendirmeler dışın­da, bir başka yönden daha bakmanın yerinde olacağı kanaatin­deyiz.
Bu da bizi, kanun yapma ve emir verme tekniği üzerinde düşünmeye sevkediyor.
Şöyle ki: İnsaf ve iz’ân nazarı ile bakıl­dığında, kulların dünyâ düzenini işletmeleri ile Cenâbı Hakk’ın kâinât nizâmını çalıştırması arasında hiçbir fark ol­madığı görülür.
Nitekim, “beşerî” olanla “ilâhî” olan arasında bir gizli mutâbakat göze çarpmaktadır.
Öyle bir mutâbakat ki, Allah’a rağmen ve ona ters düşerek işleri yürütmek mümkün olmamaktadır.
Bu gizli mutâbakata uymayan beşerî karar ve uygulamalar, kısa bir süre içinde kendi kendini tashîh ederek; yine doğruya, hakîkate ve fıtrata uygun olana rücû etmektedir.
Ne var ki, buna, birisi “ilâhî irâde” der, öbürü de “Kamu oyu baskısı” adını verir.
Değişiklik, sâdece kullanılan tâbirlerde­dir.
Burada niyetimiz, düzen felsefesi yapmak değil, sözü bir yere getirmektir. Bu da, menşei ne olursa olsun, insanların bu dünyâyı, bir takım kanunlarla idâre etmeleridir.
Ancak bu ka­nunlar, mâhiyet îtibariyle farklılık arzederler.
Bir kısmı, bir merci tarafından “yazılı” olarak çıkarılır.
Bu nevîden kanunla­rın; kelimesi, harfi, imlâsı ve noktası üzerinde değişiklik yap­ma yetkisi kimseye verilmemiştir.
Bu yetki, kanunu yapan mercie âiddir.
Tâbir câizse ve teşbihte bir hata yapmamışsak, Kur’ân-ı Kerim’in durumunun, aynen buna benzediğini söyle­yebiliriz.
Onun; lâfzı da, mânâsı da, tertibi de, her şeyi ile Cenâbı Hakk’a âiddir. Peygamber bile, üzerinde bir nokta değişikliği yapma tasarrufuna sâhib değildir.
Mesele bununla bitmemektedir.
Bir de, üst merciin “sözlü tâlimatlar”ı vardır.
Yetki vereceği kimseye şifâhen çerçeve tâlimât verilmekte, onu ifâdelendirip kaleme almak ise yetkiyi alan şahsa âid olmaktadır.
Ancak, bu nevîden kanun hükmün­deki tâmimlerde, atılan imza re’sen değil, kayıdlıdır.
Bunlar; Cumhurbaşkanı adına, Bakan adına, Dekan adına tarzında bir kayıt taşırlar.
Bu nevîden tâlimatlarda, muhtevâ üst mercilere aid olduğu hâlde, ifâde, tâmimi yapan yetkili şahsındır.
İşte, yi­ne tâbir câizse, Hadîs-i Kudsîler de aynen bu duruma benzemektedir.
Yânî onlar, Hazreti Peygamber’in re’sen söylediği söz değil, “Allah adına” yaptığı beyânlarıdır.
Hadîs-i Kudsî konusu işlenirken, umûmiyetle bir de, bu nevîden hadîslerin hangi rivâyet formülü ile nakledildiği mese­lesi üzerinde durulmuştur.
Bu teknik bilgiler verildikten son­ra, bu hususda, bir meseleye daha yer verilmesi gerekecektir.
Bu da, mevcûd Kudsî hadîslerin, muhtevâları bakımından bir tasnîfe tâbî tutulması ve ilâhî irâdenin, hangi özelliği taşıyan meselelerde “Hadîs-i Kudsî” şeklinde tecellî etmiş olduğunun tesbitine çalışılmasıdır.
Öyle zannediyoruz ki, bu yönde yapıla­cak bir çalışma, bizi, Hadîs-i Kudsî konusunda daha pratik neticelere ulaştırmış olacaktır.
Mevcût kaynakların bir kısmı, meselenin bir başka yönüne daha ağırlık vermişlerdir.
Bu da, muhtemel sorulara verilen nazarî cevaplardır:
“Hadîs-i Kudsî’ler, Kur’ân-ı Kerîm yerine geçer mi, geçmez mi?
Geçmezse, bunların getirdiği hüküm, Kur’ân’ın getirdiği hükümlerle aynı değerde midir, değil mi­dir?” gibi sorular, esâsen, temelden kusurlu ve nüanslara dikkat edilmeden ortaya atılmış sorulardır.
Farklı yönü olan hiç bir şeyin, birbirinin aynı olamayacağı ortadadır.
 
Hadîs-i Kudsiler, başlangıçta ayrı bir kitapta toplanma­mıştır.
Hadîs mecmûalarınm içine serpiştirilmiş durumdadır.
Ancak, tasnîf devrinden sonra bu hadîsleri ayrı kitaplarda top­lama fâliyetine girişildiği anlaşılmaktadır (3).
(3) Bkz. el-Kettânî, er-Risâlet’ül-Müstatrafe, s. 81; Okiç, a.g.e., s. 15­, 16
 
Görebildiğimiz ka­darı ile, ilk dönem muhaddislerinden el-Buhârî, “el-Camiu’s­-Sahîh”inin son bölümünü teşkil eden “Kitâbü’t-Tevhîd”in bir bâb”m-ını Kudsî Hadîsler’e tahsih ederek beş metin kaydetmiş­tir  (4).
(4) el-Câmiu’s-Sahîh, VIII/212 Bâbü Zikri’n-Nebî (s.a.s.) ve rivâyetihî ‘an
Rabbihî.
 
Sonraki muhaddislerden es-Suyûtî (ö: 911/1505), “el. Camiu’s-Sağîr”inde, bunların bir kısmını toplamıştır (5).
(5) el. Camiu’s-Sağîr I/81-84 “Kaalellâhü Teâlâ ifiâdesi ile başlayan me­
         tinler”.
 
Abd’ur-Raûf el-Münâvî (ö: 1031/1622)’nin “el-İthâfât’üs-Se­niyye bi’l-Ehâdîs’il-Kudsiyye” adlı eseri ile, Muhammed el­-Medenî (te’lif: 1191/1680)’nin “el-İthâft’ü’s-Seniyye fi’l­-Ehâdîsi’l-Kudsiyye”si ise meşhûrdur. (6)
(6) el­-Medenî’nin eseri, Haydarâbâd 1358 baskılı olup, 863 metin ihtivâ et­
mektedir.
 
 
Kudsî Hadîsler, mânâlarından anlaşılabileceği gibi, senedi ile kaydedilen eserlerde, rivâyet formülünden de tanınabilir­ler.
Mesela, el-Buhârî’nin kullandığı rivâyet formülü şöyle­dir:
a) “… ‘an Enesin (r.a.), ‘an’in-Nebîyyi (s.a.s), yervîhi ‘an Rabbihî kaale…:
b) “… Semi’tü Ebâ Hüreyrete, ‘an’in-Nebîyyi (s.a.s.), yervîhi ‘an Rabbiküm kaale:…”
c) “… ‘an İbn ‘Abbasin (r.’anhüma), ‘an’in-Nebîyyi (s.a.s.), fima yervîhi ‘an Rabbihî kaale..” (7)
 
(7) Her üç rivâyet formülü için bkz. el-Câmi’us-Sahîh, VIII/212. el-Buhârî, bu formülleri, ayrıca Kitâbü’l-‘İlm bahsinde de kaydetmiştir. Bkz.
I/21-22.
 
İbn Mâce’deki Kudsî Hadîsler’de, umûmiyetle:
“… Yekuu­lü’llahü ‘azze ve celle: …” (8)
(8) İbn Mâ’ce, Sünen, 2707, 3821, 3822, 4107, 4174, 4175, 4328 numaralı hadîsler.
 
 
“… Kaale’llahü ‘azze ve celle:…” (9)
(9) İbn Mâce, Sünen, 3784, 4202, 4299 numaralı hadîsler.
 
Tar­zında bir rivâyet formülü dikkati çekmektedir.
 
Bu bahsi, bir kaç Hadîs-i Kudsî kaydederek bitirelim:
 
1) “Her amelin bir keffâreti vardır.
Oruç ise benim içindir ve
onun mükâfatını ben veririm.
Oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha hoştur.”
(El-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, VIII/212.)
 
2) “Kibriyâ (büyüklük) benim ridâm, azamet ise izârım­dır.
Kim bunlardan birini almaya kalkışırsa, onu cehenneme atarım!”
(İbn Mâce, Sünen, II/1398, Nu: 4174.)
Ridâ ve izâr, bir takım elbisenin üstü ve altıdır.
Burada; takım bölün­mez, bütünü ile sâhibine âiddir, tarzında bir mecâz yapılmıştır.
 
 
3) “Şüphesiz, Rahmetim gazâbımı geçti.”
(El-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, VIII/176.)
 
4) “Benden başka yardımcısı olmayan kimseye zulmedene karşı, gazâbım amansızdır.”
(Et-Taberânî, el-Mu’cemü’s-Sağîr, I/31)