Şeceretü’l- Kevn-2

Ya İblis..
Ya onun durumu..
Anlatalım…
İblise gelince –Allah’ın lâneti ona-
 
Mekteb-i Tâlimde, yâni dershâne ve öğrenme yeri..
Orada tam kırk bin yıl kaldı..
 كُنْ – Kün! Ol! ” Emrini, yâni Kâf ile Nun harflerini safha safha tetkik etti, inceledi..
Zâten onu oraya koymaktan gaye de buydu..
O da kendi kendine bu işleri yapıyordu..
Fakat Âdem aleyhisselâm’ın aksine…
 
Sebebine gelince: Muallim onu, kendi nefsine bırakmıştı..
Kendi gücüne ve kendi kuvvetine terk etmişti..
Vermişti ona gücü kuvveti: Salıvermişti kendi başına..
 
İblis, yâni şeytan ise bu hâliyle:
 كُنْ – Kün! Ol! ” Emrinin timsaline bakmaya başladı.
Ondan yâni Kâf ile Nun’dan bir şeyler çıkarmaya gayret etti.
 
Böylece o, Kâf harfinin işaretinden küfrüne şâhid oldu.
Böyle olunca İlâhî emre:
“Karşı geldi ve büyüklük tasladı..”  (Bakara 2/34)
 
Nun harfinden ise ateşlik olduğunu anladı:
“Beni ateşten yarattın..”  (A’raf 7/12)
Âyet-i Kerîmesinde belirtilen mânâ zuhura geldi..
Durum böyle olunca, Küfür Kâfı ile Narı’ın –ateşin- Nunu birleşti..
Sonrada şu Âyet-i Kerîmenin özlü mânâsı tecellî etti:
“Onlar, hep birden ateşe tıkılırlar..”  (Şuara 26/94)
 
Tekrar Âdem aleyhisselâm’a dönelim..
O bu Kâinât Ağacına nazar etti, baktı..
Onu muhtelif şekilleri, çeşit çeşit meyveleri ve çiçekleri ile gördü.
Bu arada o, hepsinden geçti.
 
“Gerçekten Ben Allah’ım..” (Tâ Hâ 20/14)
Meâline  gelen Âyet-i Kerîmesi dalına yapıştı..
Çünkü ona göre sabit olan değişmez mânâ buydu.
Artık tefrid, yâni teklik dalı altında gölgeleniyordu..
Sayebân oluyordu…
 
 
Sonra tevhid âlemine geçmişti..
İşte bu âlemden ona bir nidâ geldi.
Bu hitab hem Âdem’e hem de Havva’ya idi..
Durum bu iken, şeytan ona yaklaşmak istiyordu..
Ve bu yaklaşması, onları kandırmak içindi..
Yâni şeytanın tutunarak geldiği dal vesvese dalı idi…
Geldi ve onları kandırdı..
Bu kanmanın bir sonucu olarak ondan yediler..
Kaydılar..
Hem de ayakların kayıp gittiği yerde..
 
Hâliyle Âdem:
“Yaklaşmayınız..”  (Bakara 2/53)
Emrine asî geldi..
Ama durumu ayıktı ve:
“Rabbımız biz nefislerimize zulmettik..”  (A’raf 7/23)
Meâlinde buyrulan İlâhî Emrin dalına tutundu..
Ki bu tutunduğu dal:
Âdem Rabbından bazı kelimeler öğrendi..” (Bakara 2/37)
 
Meâline  gelen Âyet-i Kerîmenin meyveleri idi..
Bunlar onun, yâni Âdem’in ayağı kaydığı zaman tutunduğu dallar idi…
Yapıştı, bırakmadı ve..
Kurtuldu…
 
Bir gün var ki onun adına “Şehâdetler Günü” denir.
Vaktaki o gün şâhidlerin gözleri önünde:
“Ben Rabbınız değil miyim?..”  (A’raf 7/172)
Şeklinde nidâ olundu.
Bu nidâyı duyanlar. Doğruluğuna hep şehâdet ettiler..
Ama herkes gördüğü ve işittiği kadar..
 
Sonra orada olanların hepsi:
“Evet!..”  (A’raf 7/172)
Cevabını vermekte ittifak etti…
 
Ne var ki, ihtilaf başka taraftan oldu.
Yâni: O andaki müşâhede yönünden…
O müşâhede anında, her kim ki Zât-ı İlâhî’nin Cemâl sıfatını gördü, o an anladı ki:
“Onun benzeri bir şey yok..”  (Şûrâ 42/11)
 
…Ve her kim Hakk Teâlâ’nın sıfatına ait Cemâl sıfatını gördüyse..
O da:
“Allah’tan gayri ilâh yoktur. O hakiki sultandır ve bütün güzellikler onundur.. Noksan yoktur..” (Haşr 59/23)
 
Şeklinde şehâdette bulundu.
Yukarda sayılan zümrenin şehâdeti anlatıldığı gibi olmasına rağmen, onların dışında kalanların şehâdeti öyle olmadı.
 
Yaratılmışların gelinlerine, yâni güzelliklerine kapılıp kalanların şehâdeti çok çeşitli ve değişik oldu.
Ki bu değişik oluş, görülen şeylerin çeşit çeşit ve değişik olşuna göre oldu.
Bunlardan bir zümre Hakk’ı, mahdud yâni belli bir mekan içinde gördü.
Bir başka zümre ise yok saydı..
Bir başka zümre de, kocaman bir taş veya kaya, dağ gördü.
 
Bunların hepsi bir nasib işidir..
Ki bu nasib ve müşâhedeler şu Âyet-i Kerîmenin mânâsında saklıdır:
“De ki; bize ancak Allah’ın yazdığı isabet eder..”  (Tevbe 9/51)
 
Her şey bir nasib meselesidir ve bu nasib de:
 كُنْ – Kün! Ol! ” Kelimesinin sırrında saklıdır.
O dairenin noktası etrafında döner..
Ve o Kelime Tohumunun aslına bağlı ve sebatı onun üzerindedir.
 
 كُنْ – Kün! Ol! ”  Emri Habbesi Kâinât Ağacı’nın bir Tohumu hem de meyvesine bir çekirdek oldu..
ve mânâsı da sûret…
 
İşbu sebeble ben istedim ki yaratılmış olan bu Kâinâta bir misâl vereyim..
Ve bu mevcûd varlığında timsâlini çizeyim..
 
Fakat.. bu bâbda, söylenen sözler, yapılan işler ve ortaya çıkarılan hâller fayda vermedi..
Evet..
Esas mesele böyle..
Başka yok…
 
İşte bundan sonradır ki, fikrimi anlatmak için bir ağacı misâl olarak aldım..
Ve misâl olarak aldığım bu ağaç:
 كُنْ – Kün! Ol! ” Emrinin Tohumundan meydana gelmiştir..
Esası-kökü orada..
Dalları ve yapraklarıyla da burada…
 
Kâinâtta olagelen hâdiselerden her ne ki zuhura geliyorsa ..
Ki onlar, artma, eksilme, gayb ve şehâdet âlemine ait işlerden;
Biri küfür ve iman,
Yapılan amellerin verdiği, temiz ve pâk hâller,
Zâhir olan en güzel sözler,
Bir şeyi arzu etmek ve zevk almak,
Mârifet makamlarının hoş ve tatlı hâlleri,
Mukarrebun zümresinin yakînlik dallarında yeşeren mânevî yapraklar,
Muttâki zâtların erdiği makamlar,
Sıddıkların erdiği dereceleri.
Âriflerin münacatları,
Ve muhabbet ehli zâtların müşâhedeleri…
 
İşte bütün bu sayılanlar, o Habbenin,
Yâni o Tohumun,
Yâni:
كُنْ – Kün! Ol! ”
Emrinin birer meyvesidir ki, meydana getiren bizzât kendisidir..
 
Ve bunlardan bir doğuştur ki, o doğurur..
Şimdi, sana o ağacın bir târifini yapacak ve dallarını sayacağız , dinle!..
 
Bu:
 كُنْ – Kün! Ol! ”
Emrinin bir çekirdeği olan Ağaç, ilk başta üç dal meydana getirdi..
 
İşte o dallardan biri, “Zâtü’l- Yemin” dir.
Yâni Sağ Zât..
Sol değil..
E bu dala tutunanlar: “Ashab-ı Yemîn” oldular..
Yâni sağ cânib ehli..
 
Diğer dal da sol cânibtedir k: Ona da “Ashab-ı Şimâl” yapıştı..
Yâni Solaklar..
 
Bu iki dalın bir üçüncüsü ar ki, onun ne sağa meyli vardır ne de sola..
Bu dalın mutedil bir boyu vardır..
Yolu tam bir istikamete çıkar..
Şimdi:
“Bu dala kimler tutunur?..” diyeceksiniz..
Acele etmeyin ki diyelim.
“Bu yüce dala “Sabikun” Zümresi tutunur…
Mukarrebun Zümresi tutunur…
Yâni başta gidenler ve Hakkın Zâtı’na Yakîn olanlar…
Yâni:
“Ben kimdenim?”
Diyenler değil de;
“Kim benden?”
Şimdi anladın mı, bu kudsî dalın sahiplerini?..
 
Vaktaki bu ağaç yükseldi, yücelere baş çekti..
Hâliyle, dallarından biri çok ötelere aşıp gitti..
Bir tanesi de tam aksine…
 
İşte o ötelere aşan dal, mânâ âlemini meydana getirdi..
Öbürü de sûret..
 
Sonra.. Bu ağacın zâhirde belli, kendisine yapışık kabukları vardır..
Aynı şekilde onu örten ve perdeleyen örtüleri de vardır..
Ki bunların tümüne:
“Âlem-i Mülk” adı verilir..
Yâni  bu Şehâdet Âlemi..
Görünen, bilinen ve hissedilen âlem..
Elle tutulabilen âlem..
 
O ağacın bir de Bâtınî kalbi var..
Belki onun canlı kalmasını sürdüren kalbleri var..
Özleri var..
Hem de gizli..
Hem bu maddî gözün göremeyeceği şekilde mânâları da var…
“Peki, bunlar nedir ve ne vazifesi var?..” derseniz.
Anlatalım:
Onlar “ Meleküt Âlemi” dir.
Yâni Ruhlara mahsus bir âlem..
Maddenin ve dış yapının sözü edilmeyen âlem…
 
Bu arada O ağacın, damarlarında akan su aklımıza gelebilir.
Ki O ağacın çiçekleri o su sayesinde açar..
Meyvelerini  osu olgun edip verir..
 
İşte O ağacı bu hâle getiren suyun mânâsını sorabilirsiniz..
Mânâsını anlamak isterseniz..
Hemen diyelim:
İşte bu” Ceberut Âlemi” dir.
Ve:
 كُنْ – Kün! Ol! ” Emrindeki sırdır..
Yâni, İsim ve Sıfatların Zât adına-namına işler gördüğü Âlem…
 
Sonra bu Ağacı bir duvar kuşattı..
Sakının haa!..
“Bu Ağaç” deyince basit bir ağacı aklınıza getirmeyesiniz!
Yeri, göğü, boşluktakileri ve diğer yaratılmışları hep birden tahayyül edin ve bir ağaç yapın!
“İşte bizim Ağacımız budur!”
 
Ve Bu Ağaca hudut çizildi..
Onun rüsumu vardır..
Onun hadleri, cihetleridir..
Ki onun bu cihetlerini:
“Alt-Üst, Sağ-Sol, Ön-Arka.. Yâni altı yön.. Şeş Cihet..”
Şeklinde târif edebiliriz..
 
Bir şey ki en yücedir..
Yâni, Âlâdır…
İşte o şey: Onun için en son huduttur..
Ve bir şey ki en alt derecededir..
Yâni, Esfel..
İşte o şey de: Onun için en salt huduttur..
 
O Mukaddes Ağacın;
Resmi belli cisimlerine,
Önde bulunan emlâk, eflâk, ahkâm ve bazı cismi görünen şeylere,
Onun varlığına delil sayılan alâmetlere,
 Ve izlere gelince..
Ki bunları da şöyle anlatabiliriz:
 
Yedi kat sema; bir gölgelik mesafesindedir ki bunları O Ağacın yaprakları saymak icâb eder..
 
Doğuşta ve Ona aydınlık vermekte yıldızları afâkta açan çiçeklere benzerler..
 
Gece ve gündüze gelince; Onun için iki çeşit aynı örtü sayılır ki:
Biri siyahtır..
Öbürü de beyaz…
Siyah örtüye büründüğü zaman, gözlerden nihan olur..
Beyaz örtüye bürünmekle de, Ondaki güzelliklere bakıp görmek isteyenlere aydınlık verir..
Tecellî eyler ve görünür…
 
Arş O Ağaç için bir mal ambarı ve silah deposu gibidir..
Kendisi için, her ne ki gerek oradan temin eder…
Ve o Arş’ta bu Mukaddes Ağacın seyisleri ve hizmetçileri vardır…
Hasılı, bütün bu olup biten ve Bu Ağaca gelen işler, O Arş’tan gelir.. 
 
O Ağacın bir kısmı olan melekler her hâlükârda O Arş’a yönelirler..
Ki bunu şu Âyet-i Kerîmenin mânâsından anlıyoruz:
“Görürsün ki: Melekler Arş çevresini kuşatmışlar..”  (Zümer 39/75)
 
Ki böylece ihtiyaçlarını o yüce hazineden temin ederler..
Teveccühleri orayadır..
Arş’ ın etrafını sararlar ve çevresinde dönerek tavaf ederler..
Nerede bulunurlarsa bulunsunlar dâima O Arş’ ın yönünü gösterirler…
 
Her ne zaman ki bu Kâinât Ağacında bir hâdise meydana geldi,
Yahut başlarına tepeden inme bir iş geldi hemen dilek ellerini Onun Arş’ ı cihetine açarlar..
Yaptıkları bir hata varsa aff dilerler..
Çünkü dileklerini arz edecek başka bir makam yoktur.
 
Sebebine gelince:
O Ağacı yaratan Zât’ın belli bir ciheti yoktur ki oraya işaret edile!..
Malûm bir mekânı yoktur ki oraya  gidile!..
Bir keyfiyeti yoktur ki onula anlaşıla!..
 
Durum bu olunca:
Şâyet Onun hizmetine kıyam için Arş, onların yöneleceği bir yön olmasaydı..
Teveccüh edecek bir makam bulamazlardı…
 
…Ve bütün talepleri, şaşkınlık ve dalâletle sona ererdi..
 
Hakk’ın her işinde bir değil, binlerce hikmet saklıdır.
 
Meselâ;
Arş’ ı vücûda getirmesindeki hikmet, kudretini izhardır.
Zât’ına bir mahal-yer olsun diye değil!..
 
Sonra mevcûdatı yaratmasındaki hikmet de, bir ihtiyacına mebni değildir.
Ancak, İsim ve Sıfatlarının izharı içindir..
 
Düşün ki O’nun bir ismi de “El Gafûr” dur..
Elbette bu isme bir zuhur yeri gerek..
Dolayısıyla mağfirete uğrayacak bir varlık lâzım..
 
O’nun bir ismi de “El Rahîm” dir..
Bunun gereği de rahmettir..
Elbette bu sıfat için de rahmete uğrayacak bir varlık lâzım..
 
Kezâ, “El Kerîm” de O’nun bir sıfatı..
Bu sıfat için de bir varlık gerektir ki, kerem göre…
 
İşte varlığın yaratılmasındaki hikmet, bu sıfatların ve diğer isimlerin tecellîsini sağlamaktadır…
 
Hasıl-ı kelâm bu Kâinât Ağacı’dır..
İşleri meyveleri…
 
Gerek insanlar gerekse işleri değişiktir..
Esmâ ve sıfatları sayısı kadar..
Tâ ki her bir isim ve sıfatın gereği yerine gelsin..
 
Şöyle anlatmak da mümkün:
 
El Gafûr ismini sırrı zuhura gelsin..
Günahkârlar için mağfiret olsun!..
İyilik edenler rahmete nail olsun..
Tâat sahipleri fazilet bulsun..
Asîler de “El Âdl” Sıfatının tecellî şeklini görsün..
Mü’minler nimete ersin..
Kâfirler cezalarını çeksin..
 
Bütün bunlarla anlatılmak istenen odur ki;
Yüce Allah, icâd  edip meydana getirdiği şeylerle birleşmekten,
Ama onlardan uzak olmaktan da..
Kezâ onlarla bitişmek ve ayrılmaktan da..
Münezzehtir..
Hem de Mukaddes…
 
Bu Kâinât yok iken de O var idi..
Yâni, O var idi..
Ama bu Kâinât yok idi…
 
Sonra Kâinâtın varlığı O’na bir fazlalık getirmemiştir..
Yokluğu da O’ndan bir şey götürmez…
 
Önce ne idiyse..
Şimdi de öyledir…
 
O Yüce Allah, Kâinâtla ne birlikte idi ve ne de ayrı…
 
Anlamaya çalış!..
Ne Kâinâtla birleşiktir..
Ne de ayrı…
 
Çünkü vuslat ve ayrılık, Hüdus Sıfatı icâbıdır..
Kıdem Sıfatının değil…
 
Sonra ittisal ve infisal bir başka yere intikali gerektirir..
 
İrtihal ise bir hâlden başka bir hâlde geçmektir..
Zevâl bulmaktır..
Tagyirdir..
Tebdildir…
 
Onlar kemâl Sıfatı sayılmaz..
Halbuki Cenâb-ı Hakk’ı, cümle eksik-noksan sıfatlardan tenzih ederiz..
 
Sonra O yücedir..
Zalimlerin dediği ve kâfirlerin isnadı O’na ulaşmaz..
Çünkü O çok büyüktür..
Yüceliği için bir sınır yoktur..
Ulvîdir..
Kebîrdir..
 
Biraz da Levh-i Mahfuz’dan ve Kalem’den bahsedelim:
 
 
 
Açıklanan Kelimler :
 
 
İblis : İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan. (Bak: Hannas, Şeytan)
Lânet : Nefret. Tiksinti. Allah’ın rahmetinden mahrumiyyet
Safha : Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri. * Yazılmış ve yazılabilir sahife.
Timsal : Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel.
Tefrid : Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma.
Sayebân : Gölgelik. Büyük çadır. Şemsiye. * Mc: Koruyan, himaye eden.
Mahdud : Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
Zümre : Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins.
Bâb : Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe.
Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.
Mukarrebun : Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk’ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar.
Yakîn : Şüphesiz, sağlam ve kat’i olarak bilmek.(Yakîn: Ma’rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma’rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn
Cânib : f.Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf.
Sabikun : (Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler.
Meleküt: Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi.
Ceberut: Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.
Tahayyül : (C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ)
Cihet : (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
İcâb : Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz.
Nihan : f. Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen.
Teveccüh : Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka.
Mebni : Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak. * … den dolayı… e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.
İcâd : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek. (Bak: İbda’)
Hüdus : Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
İttisal : Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.
İnfisal : Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme. * Yerini bırakıp gitme. * Azledilme.
İntikal : Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes’eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
İrtihal : Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek. * Ölmek.
Zevâl : Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.
Tagyir : Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. * İyiden kötüye değiştirme.
Tebdil : Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
Ulvî : (Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub.
 
 
 
Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:
 
 
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
Ve iz kulna lil melaiketiscüdu li ademe fe secedu illa iblis, eba vestekbera ve kane minel kafirin : Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem’e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara 2/34)
 
 
قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ
Kale ma meneake ella tescüde iz emartük kale ene hayrum minhhalakteni min nariv ve halaktehu min tiyn : Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.” (A’raf 7/12)
 
 
فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ وَالْغَاوُونَ
وَجُنُودُ إِبْلِيسَ أَجْمَعُونَ
Fe kübkibu fihahüm vel ğavun :  Artık onlar, o azgınlar ve İblis orduları, toptan oraya tepetaklak (cehenneme) atılırlar.”  (Şuara 26/94-95)
 
 
ِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
İnneni enallahü la ilahe illa ene fa’büdni ve ekimis salate li zikri : Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl. “ (Tâ Hâ 20/14)
 
 
وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَـذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ
“Ve kulna ya ademüskün ente ve zevcükel cennete ve küla minha rağaden haysü şi’tüma, ve la takraba hazihiş şecerate fe tekuna minez zalimin : Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.”   (Bakara 2/53)
 
 
قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Kala rabbena zalemna enfüsena ve il lem tağfir lena ve terhamna lenekunenne minel hasirin : (Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf 7/23)
 
 
 
فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Fe telekka ademü mir rabbihi kelimatin fe tabe aleyh, innehu hüvet tevvabür rahiym : Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (Bakara 2/37)
 
 
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
 
Ve iz ehaze rabbüke mim beni ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm ala enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu bela şehidna en tekulu yevmel kiyameti inna künna an haza ğafilin : Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (A’raf 7/172)
 
فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
Fatirus semavati vel ard ceale leküm min enfüsiküm ezvacev ve minel en’ami ezvaca yezraüküm fih leyse ke mislihi şey’ ve hüves semiul besiyr : O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ 42/11)
 
 
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى
Allahü la ilahe illa hu lehül esmaül hunsa” (TâHâ 20/8)
 
 
ُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Huvallahulleziy la ilahe illa huve elmelikulkuddususselamul mu’minul muheyminul ‘aziyzul cebbarul mutekebbiru subhanallahi ‘amma yuşrikune. : O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üsündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr 59/23)
 
 
 
قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Kul ley yüsiybena illa ma ketebellahü lena hüve mevlana ve alellahi fel yetevekkelil mü’minun : De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe 9/51)
 
 
وَتَرَى الْمَلَائِكَةَ حَافِّينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَقُضِيَ بَيْنَهُم بِالْحَقِّ وَقِيلَ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
 
Ve teral melaikete haffine min havlil arşi yüsebbihune bi hamdi rabbihim ve kudiye beynehüm bil hakki ve kiylel hamdü lillahi rabbil alemin : Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş’ın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve «alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun» denilmiştir.” (Zümer 39/75)