RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

5-) İSLAMî İLİMLERDE BEYÂN KAVRAMI.:

5.1-) Belâgat İlminde BEYÂN.:
Bir Edebiyat Terimi Olarak BEYÂN.: “Bir mânâyı farklı söz ve usullerle anlatmayı öğreten, belirli kaide ve kuralları olan bir ilim dalıdır”. Belâgat İlmini meydana getiren üç ilim dalından birisi “BEYÂN”dır. Diğerleri ise Me’anî ve Bedî’dir. BEYÂN ilmi; teşbih, isti’are, mecâz ve kinâye (vb.) den oluşan bir ilimdir. Bir kelime gerçek anlamında kullanılıyorsa hakikattir. Gerçek anlamı dıında bir anlam ifâde ediyorsa mecâz, teşbih ve istiare olur. Gerçek anlamı yanında daha etkili bir mecâzi anlamda kullanılıyorsa kinâye adını alır.

Peygamber aleyhisselâm’dan BEYÂNın belâgat yönüyle alakalı şu hadisler nakledilmektedir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Muhakkak ki BEYÂNda bir sihir vardır.” buyurmuştur.
(İbn Kuteybe, Uyunu’l-ahbar, II, s. 565; Buharî, Nikah, 48. 5 2)

Yine Peygamber aleyhisselâm’a “Güzellik nedir?” diye sorulduğunda, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Güzellik lisândadır ve adamın aklı dilinin altında saklıdır.” diye cevap vermiştir.
(İbn Kuteybe, Uyunu’l-ahbar, II, s. 565.)

5.2-) Fıkıh UsuLünde BEYÂN.:
BEYÂN, İlahî Kelâmın anlaşılması için, fıkıh usulünde genişçe ele alınan konular arasında yer almıştır. Fıkıh Usulü terimi olarak BEYÂN, öyle tarif edılmıştır: “Mânâdaki kapalılığı giderip ona muhatabın anlayacağı biçimde açıklık kazandırmayı veya hükümlerin ALLAH tarafından açıklanış keyfiyetini ifâde etmek üzere kullanılır”.

5.3-) KeLâm İLMinde BEYÂN.:
Kelâmcılara göre BEYÂN.: “Hükümlerin açığa çıkarılmasını sağlayan delil.”dir. Bu nedenle Ebû Ali ve Ebû Hazim.: “Hidâyet, delâlet ve BEYÂN’dır.” demek sûreti ile “delâlet” ile “BEYÂN”ı aynileştirmişlerdir. Bazı kelâmcılar öyle demilerdir: “BEYÂN, bir şeye açıklık kazandirân yeni bir ilim dalıdır.” Diğer bir kısmı ise öyle demilerdir.: “İfâdeyi, diğer anlamları dışarıda birâkmak sûreti ile sadece bir anlama hapsetmektir”. Bir diğer tanım ise öyledir.: “BEYÂN; kelâm/söz, hatt/yazı ve işârettir”. Yine denılmıştır ki: “BEYÂN, bir şeyi kapalı durumdan apaçık konuma çıkaran ifâdedir”. (el-Askerî, el-Fürugu’l-lugaviyye, s. 75. 42)

1-) BEYYİNE/BEYYiNÂT.:
BEYYİNE, “gerçeğin ortaya çıkmasına delâlet eden bilumum belge, akli delil, kanıt ve ilim” demektir. Bundan dolayı Kur’ÂN-ı Kerim birBEYYİNE’dir. BEYYİNE Kur’ÂN-ı Kerim’de biri müzekker (=beyyin) olmak üzere 20 defa geçmektedir. Aynı kelimenin çoğulu olan beyyinat ise 52 âyette tekrarlanmakta, genellikle âyât kelimesini nitelemektedir.

Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’a “BEYYİNE” denildiği belirtilmemiştir. BEYYİNE ile ilgili bütün âyetleri incelediğimizde, (BEYYİNE 98/1) âyetinden yola çıkılarak bu anlamın verildiğini zannediyoruz.

Bizim tesbitlerimize göre, çok dolaylı olarak, risâlet vazifesine işâretle, Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’a “BEYYİNE” denilmesi belki mümkün olabilir.
Elmalılı Hamdi Yazır tefsirindeBEYYİNE için.: “Kendisi gâyet açık, bakasını açıklayıcı olan apaçık delil” demektedir. (Yazır, a.g.e, I, s. 304. 45.)

Yine “BEYYİNE”ye anlam olarak verilen, “MU’CİZE veya İCÂZ” kelimesi Kur’ÂN’da bulunmamaktadır.
imdi Kur’ÂN’da BEYYİNE-BEYYİNAT kelimesinin kullanıldığı bazı âyetleri nüzul sırasına göre incelemeye geçebiliriz.
“Ve eğer seni yalanladı(klarını görürsen aldırma), onlardan önce ya amı olanlar(ın çoğu) da, elçileri kendilerine hakikatin bütün kanıtlarıyla ve İlahî hikmet yüklü kitablarla ve aydınlatıcı vahiyle geldiklerinde hakikati yalan saymışlardı.”.. (Fatır, 35/25; 43/25)
(Taha, 20/133; 45/133) (En’âm 6/57; 55/57) (Sebe 34/43; 58/43) (Mümin 40/66; 60/66) (Ahkaf 46/7; 66/7) (Rum 30/47; 84/47) (Bakara 2/92; 87/92) (Bakara 2/99; 87/99) (Bakara 2/185; 87/185(Hadid 57/9; 94/9) (Beyyine 98/4; 100/4)

Kur’ÂN-ı Kerim’de bütün Peygamberler, bulundukları topluma, kendilerinin RABBlerinden bir BEYYİNE ile geldiklerini söylemilerdir.: En’âm, 6/57; A’râf, 7/105; Hûd, 11/28, Kitablarda şu görüşler arasında “BEYYİNE”nin, “Kur’ÂN”ı ifâde ettiği görüşü daha isabetlidir. Vahiy, Peygamber aleyhisselâm vasıtasıyla muhataplarına ulaşmıştır. (Hacc 22/16; 103/16) 47)

BEYYİNE’nin Kur’ÂN’daki kullanımlarına dair yapmış olduğumuz bu açıklamalardan sonra hadislerdeki kullanımlarına da değinmek istiyoruz. BEYYİNE muhtelif hadislerde lügat mânâlarıyla yer almakla birlikte daha çok bir hukuk terimi olarak kullanılmıştır. Hadislerde BEYYİNE lafızları genelde davasını ispat için “delil getirmek” ve “âhit” anlamlarında kullanılmıştır. Bu kullanımlarla ilgili hadisleri u ekilde sıralayabiliriz: İbnu Amr İbni’l-As’dan rivâyet edildiğine göre, Resûlullah öyle buyurmuştur: “BEYYİNE (delil) davacıya aittir, yemin davalıya aittir.” Bu hadis aynı zamanda fıkhi bir kaide olarak kullanılmaktadır. Nur Sûresi 6. âyetin sebeb-i nüzulü olarak zikredilen hadisede, Resûlullah karısına zina isnadında bulunan ancak ispat için dört âhit getiremeyen Hilal b. Ümeyye’ye: “Dört ahidini (BEYYİNE) getir yahut sırtına hadd (iftirâ) uygulayacaım” (İbni Mâce, Talak, 27; Tirmizî, Nikah, 15. 59 2.) MÜBEYY buyurmuşlardır. Nikahta bulunması gereken âhitler de hadiste BEYYİNE olarak geçmektedir: “BEYYİNE (âhit)’siz nikah olmaz.”
Vermiş olduğumuz bu örneklerden anlaşılmaktadır ki, BEYYİNE kelimesi hadislerde genellikle “delil, âhit ve ispat” mânâlarında kullanılmıştır.

2-) MÜBEYYiNE/MÜBEYYiNAT.:
Tef’il babından ism-i fa’il kalıbında “MÜBEYYİNE” kelimesi ve cemisi (çoğulu) olan “MÜBEYYİNAT” da Kur’ÂN’da üçer defa kullanılmıştır.
MÜBEYYİNE” kelimesi hem lâzım hem müteaddi olarak kullanılmakta ve “apaçık ve âşikâr” anlamlarına gelmektedir.

3-) BEYN.:
Sözlüklerde “ayrılma (fasl), birleme (vasl), arasında ve önünde (kinai olarak)” anlamındaki BEYN kelimesi Kur’ÂN’da 266 defa geçmektedir.
(En’âm 6/94; 55/94) ” (Bakara 2/66; 87/66)

4-) MÜSTEBiN.:
B-y-n kökü Kur’ÂN’da istif’al babında, biri muzari, diğeri de ismi fa’il kalıbında olmak üzere 2 defa kullanılmıştır. “Açık olmak, ayırt edilmek, görünür olmak ve belli olmak” mânâlarına gelmektedir. Kullanıldığı âyetler şu şekildedir:
(En’âm 6/55; 55/55) (Saffat 37/117; 56/117)

5-) MÜBiN.:
MÜBiN kelimesi “açık ve anlaşılır olan, gerçekleri açıklayan” anlamında bir Kur’ÂN terimidir. Sözlükte “BEYN, BEYNunet” kökünün “if’al” kalıbından türeyen “MÜBİN” kelimesi, “vuzuha kavuşan, açık seçik olan; açıklığa kavuşturan, açıklayan, ayirân” mânâlarına gelir. Bilhassa Kur’ÂN’a sıfat olanlarında iki mânâ görebiliyoruz; biri Kur’ÂN’ın açık seçik, anlaşılır olması, diğeri de Kur’ÂN’ın açıklayıcı (BEYÂN edici) olmasıdır. Kelimenin aslı olan “ibane” kökü hem lâzım, hem de müteaddi için kullanılır. Yalnız “ibane” kökü Kur’ÂN’da geçmemektedir. Buna göre “MÜBİN” lâzım için olunca “BEYYİN” anlamında “açık seçik”, müteaddi olunca ise “MÜBEYYİN” demek olup “açıklayıcı, aydınlatıcı, BEYÂN edici” anlamına gelir. Kur’ÂN’da geçtiği âyetlerin çoğunda sözlük anlamıyla birlikte “Hakkı bâtıldan, helali haramdan ayirân, ümmetin ihtiyaç duyduğu her şeyi açıklayan, bir şeyin hayrını ve bereketini ortaya koyan” mânâlarında kullanılmıştır.
MÜBİN kelimesi “apaçık” anlamıyla daha çok Kitab (Kur’ÂN) (15/1) olmak üzere, Belâ(tebliğ, dâvet) (36/17), Sultan (karı durulmaz kesin delil) (37/156), Nezir (uyarıcı) (51/50), Adüv (düşman) (36/60), Dalal (sapıklık) (36/24) ve Sihir (37/15) kelimelerini nitelendirmekte ve 119 âyette yer almaktadır.
(YâSîn 36/69; 41/69) ( Şuara 26/2; 47/2)

BEYÂN, TİBYÂN ve MÜBİN Kur’ÂN’ın isimlerinden bazılarıdır. (Âl-i İmran 3/138; Nahl 16/89)
(Neml 27/1; 48/1) (Yusuf 12/1-2; 53/1-2)
Maturidî “MÜBİN” kelimesi için, “Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’ın Risâleti veya Kur’ÂN’ın ALLAH Katından oluşuna delâlet eder” demektedir. (Maturidî, a.g.e, VI, s. 204.)
(Nahl 16/103; 70/103) , (Nisâ 4/174; 92/174)

Kur’ÂN’ın apaçık ve anlaşılır oluğu ile ilgili âyetlerin bir kısmını inceledikten sonra, bazı müfessir ve âlimlerin Kur’ÂN’ın anlaşılır oluşuyla ilgili düşünceleri üzerinde durmak istiyoruz. İmam Maturidî, yöntem olarak Kur’ÂN’da mücmel ifâdeler olabildiğini ancak mücmel durum ya âyet içi balamda ya da Kur’ÂN’ın genel yapısı içinde açık hale geldiğini, mücmelliğin devam etmediğini savunmaktadır. Kur’ÂN’ın tamamının anlaşılır oluşu hususunda müfessir Fahreddin Razî (ö. 606/1209) aşağıdaki âyetleri delil göstermiştir.:

Birincisi.:
Kur’ÂN’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleriniz üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed 47/24)
Bu âyetle insanlara Kur’ÂN’ı düşünmeleri emredılmıştır. Eğer Kur’ÂN anlaşılmayan bir kitab ise bize kendisini düşünmemizi nasıl emreder!?

İkincisi.:
Kur’ÂN’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o ALLAH’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı onda birçok çelişki bulurlardı.” (Nisâ 4/82)
İddia edildiği gibi Kur’ÂN anlaşılmayan bir kitab ise nasıl olur da kendisinde çelişkinin olmadığını örenmemiz için bizi düşünmeye dâvet eder!?

Üçüncüsü.:
“Muhakkakki O (Kur’ÂN) âlemlerin RABBinin indirmesidir.” (Şu’ara 26/192)
“(Resûlüm!) Onu Ruhu’l-Emin, uyarıcılardan olasın diye apaçık Arap diliyle, senin kalbine indirmiştir.” (Şu’ara 26/193-195) Eğer Kur’ÂN anlaşılmayan bir kitab olsaydı ALLAH’ın Elçisi onunla insanları nasıl uyarabilirdi!?.

Dördüncüsü.:
“Aralarından işin iç yüzünü araştirânlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisâ 4/83) âyette geçen “istinbat”, Kur’ÂN’ın mânâsını bilmeden nasıl mümkün olabilir!? (Derveze, a.g.e, VIII, s. 293-294. 89 Ali Karata, İmam Maturidî Kur’ÂN’ı Kur’ÂN’la Te’vil, Yesevi Yayıncılık, İstanbul 2014, s. 225. 70)

Beşincisi.:
“Her şeyi açıklayan bir kitab olarak”. (Nahl 16/89)
“Biz kitabta hiçbir şeyi eksik birâkmadık”. (En’âm 6/38)


Altıncısı.:
“O takva sâhibleri için bir hidâyettir”. (Bakara 2/2) “Bu Kur’ÂN en doğru yola iletir.” (İsrâ 17/9)
Bilinmeyen ve anlaşılmayan bir ey yol gösterici olamaz.

Yedincisi.:
“Size ALLAH’tan bir nur ve apaçık bir kitab geldi”. (Mâide 5/15)
Bilinmeyen bir ey, apaçık olma özelliğine sâhib olamaz.

Sekizincisi.:
“Resûl ve onunla birlikte olan müminler, Rabbi tarafından kendisine ona indirilene iman ederler”. “işttik ve itaat ettik” derler.” (Bakara 2/285)
İtaat ancak bilgiden sonra mümkün olur. O halde Kur’ÂN’ın anlaşılan bir kitab olması zorunludur. Gerçekten Kur’ÂN’da anlaşılmayan ve bilinmesine yol olmayan bir şey varid olsaydı, o, yabancı bir dille Araplara hitap edebilirdi ki bu câiz değildir. Kelâmdan maksad anlaşılmayı sağlamaktır. Eğer Kur’ÂN anlaşılmaz olsaydı, anlaşılmayan bir şeyin gönderilmesi abes olurdu. Kur’ÂN’da meydan okuma vardır ki, anlaşılmayan bir eyle meydan okuma doğru olmaz.
Müfessir Razî yine Kur’ÂN’ın anlaşılma konusunda şunları söylemektedir.: “Kur’ÂN’ın bir kısmı anlaşılmaz olsaydı mu’cize olmazdı. Çünkü icaz vecizlerinden biri fesahattir. Bir sözün fasih olması ise ancak mânâsının güzelliği ve lafızlarının yerli yerinde kullanılmış olmasıyla mümkündür. Mânâsı anlaşılmayan sözün ne fesahati olabilir ki?”

6-) TIBYAN.:
TİBYÂN kelimesi, beyyene fiilinden az olarak türemiş bir mastardır. Yani mastar gayri kıyasi veya ism-i mastardır ve “açıklama” anlamına gelmektedir.
Kur’ÂN’da bu kalıpta sadece bir kere geçmektedir.:
(Nahl 16/89; 70/89)

7-) TEBEYYÜN.:
TEBEYYÜN kelimesi, “ortaya çıkmak, belirmek, meselenin kaynağını aratırmak, iyice incelemek, teenni ile hareket etmek” mânâlarında tefe’ul kalıbında Kur’ÂN’da toplam 18 defa kullanılmıtır. Bunlardan on iki tanesi mazi, üç tanesi muzari, üç tanesi ise emir sıgasındadır
(Sebe’ 34/14; 58/14) (Fussilet 41/53; 61/53) (Ankebut 29/38; 85/38) (Enfal 8/6; 88/6) (Tevbe 9/43; 113/43) (Nisâ 4/94; 92/94) (En’âm 6/94; 55/94) ” (Bakara 2/66; 87/66)

8-.) BEYÂN.:
Kur’ÂN’da BEYÂN kelimesi 3 âyette geçmektedir. Nüzul sırasına göre ilk olarak Kıyamet 31/19, daha sonra Rahmân 89/4, son olarak da Âl-i İmran 94/38 âyetleridir..
(Kıyame 75/13-19; 31/13-19) (Rahmân 55/1-4; 97/1-4) (Âl-i İmran 3/138; 89/138)

9-) YÜBN.:
“B-y-n” kökünden türeyen ve if’al kalıbında muzari fiil olarak “söz anlatmak, maksadını ifâde etmek” mânâsına gelen Kur’ÂN’da sadece bir âyet bulunmaktadır.
(Zuhruf 43/52; 63/52)

10-) TEBYiN.:
1-) ALLAH’ın Açıklamaları.:
Bir isim olarak BEYÂN, “açıklamak, bir şeyi olduğu gibi ortaya çıkarmak” anlamında “TEBYİN” eklinde de kullanılır.
(En’âm 6/105; 55/105) ” (Nahl 16/39; 70/39) (Nahl 16/92) ” (Bakara 2/159, 160; 87/159, 160) (Âl-i İmrân 3/187) (Bakara 2/219; 87/219) (Nisâ 4/26; 92/26) (Nisâ 4/176; 92/176) (Hadid 57/17; 94/17) (Mâide 5/75; 112/75)

2-) Peygamberler’in (Beşer’in) Açıklamaları.:
(Zuhruf 43/63; 63;63) Nahl 16/43-44; 70/43-44) (Nahl 16/64; 70/64) (İbrahîm 14/4; 72/4)
(Bakara 2/159-160; 87/159/160) Âl-i İmrân 3/187; 89/187) (Mâide 5/15; 112/15)


Mesruk’un naklettiği bir rivâyete göre Hz. Aişe öyle demektedir.: “Kim sana Peygamber aleyhisselâm’ın kendisine nâzil olan vahiyden bir şey gizlediğini bildirirse, o yalan söylüyordur, inanma.” buyurduğunu bildirmiştir.
(Buharî, Mâide, 4612; Necm, 4855; Tevhid, 7531.)

Yine Enes radiyallahu anhu da, Zeyd-Zeyneb boşanmasıyla ilgili Ahzâb Sûresinin 37. âyetine işâretle: “âyet Peygamber aleyhisselâm kendisine nâzil olandan bir şey gizleseydi (kendisine itab mahiyetinde olan) bu âyeti gizlerdi.” demiştir. (Buharî, Tevhid, 7420.)

Peygamberler aleyhumusselâm’in BEYÂNı ile ilgili son âyet Mâide Sûresi 19. âyettir
(Mâide 5/19; 112/19)

Görüldüğü gibi Kur’ÂN’da BEYÂN/tebyin ifâdesi ALLAH’a nisbet edildiğinde “açıklama”, Peygamberlere nisbet edildiğinde de “ALLAH’ın yapmış olduğu açıklamayı, ne ise olduğu gibi ortaya koyma” anlamına gelir.
BEYÂN’ın =>Kur’ÂN’da ALLAH’a ve =>İnsana nisbetindeki bu anlam farkı önemlidir. Bu fark, konuyla ilgili âyetlerin bağlamlarıyla ve Kur’ÂN bütünlüğü içerisinde okunmasının bir neticesidir. İncelediğimiz tebyin ile ilgili âyetlerin hiçbirinde, Peygamberlere ait olan BEYÂN için “tefsir” etme anlamı verildiğini göremedik.
Kur’ÂN’ın pek çok yerinde, âyetleri BEYÂN ve tafsil edenin ALLAH olduğunun bildirilmesi, En’âm, 6/55, 97, 98, 114, 126; A’râf, 7/32, 52, 174; Tevbe, 9/11; Yûnus, 10/5, 24, 37; Hud, 11/1; Yusuf, 12/111; Ra’d, 13/2; Rum, 30/28; Fussilet, 41/3.

Kitab’ın “MÜBİN” olarak vasıflandırılması, insanların ancak, kendilerine açıklama yapılan şeylerden sorumlu tutulabileceklerinin bildirilmesi.: Tevbe, 9/115.

BEYÂNda bulunabilmeleri için insanlara kendi dillerini konuşan Peygamberlerin gönderilmesi.: İbrahîm, 14/4.

Ve günahkarların yolunun belli olması için âyetlerin tafsil edildiğinin bildirilmesi.: En’âm, 6/55.

BEYÂNın insanlara nisbet edildiğinde->“Kur’ÂN’da olanın ortaya konulması” anlamını gerektirir.

Kur’ÂN’da BEYÂN kavramının anlam alanını öyle sıralayabiliriz.:

1-) Daha çok “ALLAH’ın açıklamaları” anlamında. (2/187; 3/118)
2-) İlahî Kelâmın apaçık ve anlaşılır oluşu. (12/1; 27/1)
3-) İnsanlara verilen BEYÂN etme, akletme, düşünme ve konuma) yetisi. (55/4)
4-) Meramını en iyi şekilde dile getirip anlatma. (43/52)
5-) Delil, kanıt, ispat, akıl dolu bilgiler ve apaçık belgeler. (6/57; 20/133; 34/43; 40/66)
6-) Tâbiat kanunlarına aykırı olmayan mu’cizeler (mecâzen). (35/25)
7-) Hakikatin apaçık ortaya çıkması ve hakikatin araştırılması. (34/14; 49/6)
8-.) Fasl (ayrılma), vasl (birleme) ve arasında anlamında. (2/256; 6/94; 41/5; 18/61)
9-) Peygamberlerin kalblerine ilka’ olunan vahyi, ne ise olduğu gibi gizlemeden anlatmaları ve yine bu vahiyle ihtilafları (atalarından aktarıldığı için hakikat olduğu iddia edilen yanlıları) ortaya koymaları. (43/63; 16/44; 64)

BEYYİNE”ye verilen “Hz. Muhammed” (a.s.) anlamı ise, ancak “hakikatın tanığı” anlamında ya da getirmiş olduğu İlahî açıklamalara işâret olarak verilebilir.: Hûd, 11/17, 28, 68, 88; En’âm, 6/57; Muhammed, 47/14.

III. BÖLÜM PEYGAMBER ALEYHİSSELÂM’ın TEBYİN GÖREV.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Kur’ÂN’ı açıklama görevi olduğu kabul edilir ve bu göreve TEBYİN denir.
(Kurtubi, a.g.e, I, s. 7; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’ÂN-ı Kerim’in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, Bilmen Basım ve Yayınevi, İstanbul, 1984, IV, s. 1783.)
“ALLAH, Peygamber aleyhisselâm’a itaati farz kıldığına ve ezeli ilminde geçtiği üzere, O’nun rızasına uygun ilerde muvaffak eylediğine göre, hakkında Kur’ÂN hükmü bulunmayan konularda, O’na sünnet koyma yetkisini vermiştir.” (Şafiî, er-Risâle, s. 122

Bizim tefsir geleneğimizde, “b-y-n” kökünün “ortaya koymak” anlamı genellikle göz ardı edılmıştır. Kur’ÂN dışı vahiyle bağlantı kurmak için olsa gerek gelen vahyi kapalı bir obje olarak algılayarak BEYÂN ifâdesini.: “Peygamber aleyhisselâm’ın açıklaması” olarak tanımlamışlardır. Oysa “b-y-n” kökünden gelen kelimeler zâten gelen vahyin apaçık olduğunu, kapalı, anlaşılmayan, gizemli bir yanının bulunmadığını vurgulamak için Kur’ÂN’da yer almaktadırlar. (Şafiî yine “er-Risâle”)

Zirâ Kur’ÂN’ı Kerim “Zikr”dir. “Hikmet”i ise Kur’ÂN’a tâbi kılınmıştır. ALLAH kitabı ve hikmeti öretmekle kullarına verdiği nimeti hatırlatmaktadır. Bu husus dikkate alınırsa – ALLAH-u âlem- “Hikmetin” ancak Resûlü’n SÜNNeti olduğu söylenebilir.” (eş- Şafiî, er-Risâle, s. 109-110.)
Şafiî yine “er-Risâle”de öyle demektedir.: “Bazılarına göre Peygamber aleyhisselâm’ın koyduğu her sünnet onun kalbine ilham edılmıştır. Onun sünneti, ALLAH tarafından kalbine ilham edilen “Hikmet”tir. Yani kalbine ilham edilen şey, onun sünnetini tekil etmektedir.
Abdülaziz b. Muhammed, Amr b. Ebî Amr vasıtasıyla Muttalib’in Peygamber aleyhisselâm’dan şöyle rivâyet ettiğini bize haber verdi.: “Cebrâil benim kalbime=>“hiç kimsenin rızkını tamamlamadıkça asla ölmeyeceğini” ilham etti. Buna göre güzel rızık isteyin.”
ALLAH’ın Peygamber aleyhisselâm’ın kalbine ilka’ ettiği şey, onun sünnetini tekil etmiştir. ALLAH’ın zikrettiği hikmet de odur. Peygamber aleyhisselâm’a Kur’ÂN olarak indirilen şey ise ALLAH’ın kitabını teşkil eder. ALLAH Resûlü’nü Nübüvvet ve Risâletle, Kur’ÂN-ı Kerimi tebliğiyle ve sâir kelimelere sığmayacak ni’metlerle ni'metlendirdiği gibi sünnetle de (yani Kur’ÂN’da Nass halinde bulunmayıp da Peygamberinin kalbine ilka’ ettiği sünnetle) ni'metlendirmiştir. Bütün bu BEYÂN ettiklerimiz ALLAH’ın irâde ettiği şekilde olmuştur.” (eş- Şafiî, er-Risâle, s. 122-123, 131.)

Şafiî, Hikmet ile Sünnetin aynı şey olduğunu ve ilham yoluyla Peygamber aleyhisselâm’a bildirildiğini bu ilham edilen şeyin de Kur’ÂN dışı vahiy olduğunu söylemektedir. Kur’ÂN dışı vahyin nasıl gerçekleştiği konusuna da değinen İmam Şafiî; bunun ALLAH’ın Peygamber aleyhisselâm’a “Şunu şöyle yap!” şeklinde emretmesi veya “ilhamda bulunması şeklinde” olduğunu belirtmektedir. Peygamber aleyhisselâm’ın rüyâlarının da bu vahiy şekli içerisinde yer aldığını ifâde etmiştir. (eş- Şafiî, el-Umm, V, s. 136. 144)

Hatib Badadi (ö. 463/1071) “el Kifaye fî ilmi’r-rivaye” adlı hadis usulü kitabında.: “ALLAH’ın Kitabının hükmü ile Resûlullah’ın Sünnetinin hükmünün eşit olduğu…” adıyla bir başlık açmış ve altında Sünnetin vahiy mahsulü olduğunu bildiren rivâyetleri ve selef âlimlerinin görülerini toplamiştir.
(Ahmed b. Ali b. Sabit el-Badadî Ebû Bekir el-Hatib, el-Kifaye fi ilmi’r-rivaye, Müessesetü’r Risâle, Beyrut, 2013, s. 17-21.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdular ki.: “Benden Kur’ÂN dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kur’ÂN dışında bir ey yazmışsa imhâ etsin!”
(Darimî, Mukaddime, 450.)

Darimî, Ebû Said’den şunu nakleder.: “Sahabe ALLAH Resûlü’nden sözlerini yazmak için izin istediler. Ancak onlara izin verilmedi.” (Darimî, Mukaddime, 451.)

“Dikkatinizi çekerim, Bana Kitab ve onunla beraber bir benzeri verildi.”
Başka bir rivâyette: “…Bana Kur’ÂN ve onunla beraber bir benzeri verildi.” (Ebû Davud, Sünnet, 4604.)

1.2.1-) “O Hevadan Konuşmaz”.: (Necm 53/1-4)

1.2.2-) Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Rüyâsı.: (Fetih 48/27)

Bu âyetin nüzulüyle ilgili Taberî’de öyle bir rivâyet geçmektedir: “(Peygamber aleyhisselâm) Hudeybiye’ye gelip o yıl (Mekke’ye) girmeyince, münâfıklar bu durumu dillerine doladılar ve şöyle dediler.: “Nerede kaldı onun rüyâsı!” Bunun üzerine 27. âyet nâzil olmuştur. (Taberî, Câmiu’l-BEYÂN, X, s. 259-261.)

1.2.3-) Kıblenin Değiştirilmesi.: (Bakara 2/144) (Âl-i mran 3/113)

1.2.4-) Peygamber aleyhisselâm’ın Hanımlarından Birine Verdiği Sır.: (Tahrim 66/3)

Bilindiği gibi Kur’ÂN’da ALLAH, varlık alanındaki bütün oluşumların yaratıcı kudreti olarak BEYÂN edilir. İnsanoullarının bütün fiilleri de bu kudretten kaynaklanmaktadır.:
“… De ki hepsi ALLAH’tandır…” (Nisâ 4/78)
Her şeyde ALLAH’ın irâdesini saf dışı etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. “Ne isterseniz ancak ALLAH’ın istemesiyle olur.” (İnsan 76/30)
“Onları öldüren siz değilsiniz fakat onları ALLAH öldürdü. Sen ok attığında atan sen değilsin fakat ALLAH atmıştır…” (Enfal 8/17)
“Savaşın onlarla! ALLAH sizin elinizle cezâlandirâcak onları; hor ve hakir kılacak; sizi de onlara karşı yardımıyla destekleyecek…” (Tevbe 9/14)

Bu âyetlerde görüldüğü gibi, kulların yaptıkları fiiller ALLAH’ın yaptığı fiiller eklinde anlatılmaktadır. Yoksa kulun fiilinin, ALLAH’ın fiili olduğunu söylüyor değildir. Bu ifâdeler, sadece Kur’ÂN’ın maksadını ifâde etme biçimidir

Her yerde ve her zaman, her olayın gerçek fâili ALLAH’tır. Öyle ki, bahis konusu edilen bütün olayların arkasında mutlak irâde ve güç sâhibi olarak ALLAH vardır. Makro ve mikro boyutuyla fizik âlemin bütün olaylarında fâil güç O’dur. Yıldızları sevk ve idare eden O olduğu gibi (7/54; 16/12),
Spermanın teşekkülünden yumurta hücresiyle birleşip yeni bir yaratığa dönüşmesine kadar geçen bütün safhalarda (23/12–14) yine O vardır.
“Sizi ve yaptıklarınızı yaratan ALLAH’tır.” (Saffat 37/96) âyetinde BEYÂN edilmektedir..

Kur’ÂN’da gördüğümüz beşerî fiillerin ALLAH’a nisbet edilmesi üslubu, aynen Peygamber aleyhisselâm’ın diline de yansımıştır. Peygamber aleyhisselâm de kendi ictihad ve tasarrufu sonucu meydana gelmiş hadiseleri ALLAH’a atfetmektedir. Bu konuda Vakıdî’nin “Kitabu’l-Maazi”sinde öyle bir olay anlatılmaktadır.: “Ukbe b. Ebû Muayt, Peygamber aleyhisselâm’ın Kureyşli azılı düşmanlarından biridir. Bedir’de esir düşmüştü. Peygamber aleyhisselâm onun öldürülmesi emrini verdiğinde Ukbe bunun sebebini sormuş, Peygamber aleyhisselâm da.: “ALLAH’a ve Resûlü’ne beslediğin düşmanlık yüzünden” diyor ve öldürüldükten sonra da.: “Seni öldüren ve beni senden kurtaran ALLAH’a hamdediyorum.” (Vakıdî, Kitabu’l-Maazi, I, s. 114.)

BEYÂN kelimesi ve türevleri, “belirmek, apaçık ortaya çıkmak, muhataba meramını en güzel şekilde anlatmak, delil, âhit, vasl ve fasl” anlamlarında BEYÂN kavramı ve türevlerinin, (BEYN kelimesi hariç) Kur’ÂN-ı Kerim’de 257 âyette ve daha çok ALLAH’ın açıklamaları anlamında kullanılmış olduğunu tesbit ettik.

Genel olarak BEYÂN Kavramının Kur’ÂN’daki anlam alanını öyle özetleyebiliriz.:

1-) İlahî Kelâmlar (apaçık ve akıl dolu bilgiler/belgeler), delil, hüccet ve mecâzen mu’cize (BEYYİNE/BEYYİNAT)
2-) İlahî kelâmların apaçık oluşu (MÜBİN).
3-) ALLAH’ın açıklamaları (BEYÂN-TEBYİN).
4-) Temyiz etme, akletme, anlama ve 166 düşündüğünü dile dökerek ifâde etme yetisi (BEYÂN).
5-) Hakikatin apaçık ortaya çıkması ve hakikatin araştırılması. (TEBEYYÜN)
6-) Gizlemeden, kaynağından geldiği gibi açıkça ortaya koyma (TEBYİN).
7-) İhtilafları (atalardan nesiller boyu aktarıldığı için hakikat sanılan yanlıları) vahiy ile ortaya koyma (TEBYİN).
8-.) Meramını en beli şekilde ifâde etme (YÜBİNU).
9-) Eğriyi doğruyu ayırdetme (MÜSTEBİN).
10-) Açıklama (TİBYÂN).

1-) Fasl, vasl ve arasında (BEYN).
BEYÂN, ALLAH’a izâfe edildiğinde “açıklama” Peygamberlere izâfe edildiğinde ise “açıkça ortaya koyma” anlamına gelmektedir.
Bu anlamda “Peygamber aleyhisselâm’ın tüm hayatı baştan başa tebyindir” denilebilir. Ancak bu tebyin, “anlaşılmayan âyetleri tefsir etmek” anlamında değil, Peygamber aleyhisselâm’ın kalbine ilka’ olunan vahyi aktüelleştirmesi ve uygulaması anlamındadır.:

الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ
“Elif lâm râ kitâbun uhkimet âyâtuhu summe fussılet min ledun hakîmin habîr (habîrin).: Elif, lâm, râ. (Bu), âyetleri muhkem kılınmış (sağlamlaştırılmış), sonra Hakîm (hüküm sâhibi, hikmet sâhibi) ve Habîr (herşeyden haberdâr) Olan'ın katından fasıl, fasıl açıklanmış bir Kitab'tır.” (Hûd 11/1)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 252-)ÂKİB sallallahu aleyhi vesellem.

ÂKİB sallallahu aleyhi vesellem.:
En son gelen, kendisinden sonra Peygamber gelmeyen ve önceki Peygamberlerin Halefi olan, Peygamberlik Silsilesinin sonu Hâtemü’l- Enbiyâ OLAN ReSûLuLLAH
sallallahu aleyhi vesellem..



ÂKİB.: Kendisinden sonra Peygamber gelmeyen Hâtem-ül Enbiyâ Peygamberimiz Resul-ü Ekrem aleyhisselâm * Bir diğerinin arkasından gelen.
Âkibe.: Bir şeyin sonu. Nihayet. Netice, sonuç.
Âkibetü’l- Âkibe.: Akibetin âkibeti. * Neticenin sonu. * Âhiret..
Âkibetü’l- Emr.: Bir işin neticesi, sonu..
Âkibet-Bin.: f. İleri görüşlü. Sonunu evvelden gören.
Âkibet-Binî.: f. Tedbirlilik, neticeyi önceden görüp düşünme..

Âkıb (عاقب .: Lugatta “en son gelen, bir kavmin liderine halef olan, selefinin hayır ve faziletlerini devam ettiren kimse.” anlamında kullanılmaktadır.
Âkıb.: Hâtemü’l-Enbiyâ ile aynı anlamdadır. Peygamberlik Silsilesinin sonu..


Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Benim İsmim Kur’ÂN’da MuhaMMed, İncil’de AhMed, Tevrat’ta Ahyed’dir.” buyurmuştur.
(Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 108, 112; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:353; el-Envârü’l-Muhammediyye mine’l-Mevâhibü’l-Ledünniyye, s. 143; İbn-i Abbas’dan r.a rivayet olunmuştur).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:
“Ben MuhaMMed’im ve AhMed’im.
Ben o Mâhî’yim (mahveden, yok edenim) ki, ALLAH benim Nübüvvetimle küfrü izâle edecektir.
Ben o Hâşir’im ki, (kıyâmet gününde) insanlar beni tâkib ederek haşrolunacaktır.
Ben Âkıb’ım, Hâtemü’l-Enbiyâ’yım, benden sonra hiç kimse Nebî olmayacaktır.”
buyurmuştur.
(Buhârî, Menâkıb, 17; Müslim, Fedâil, 125)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Benim birçok isimlerim vardır;
Ben MuhaMMed'im, ben AhMed'im, ben o Haşîr'im ki, insanlar benim kademim (yani izim) üzere haşrolunacaklardır.
Ben o Manî'yim ki, ALLAH benimle küfrü mahvedecektir. Ben Âkıb'ım ki Peygamberlerin sonuncusuyum."
buyurmuştur.
(Buhari, Menâkıb 17, Tefsir 61; Müslim, Fezâil 124. 125, 126)

AhMed=>HaMd kökünden ism-i tafdil olup “Herkesten daha çok öven (hamdeden) ve herkesten daha çok övülen” anlamlarına gelir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in İsmi olarak AhMed, Kur’ÂN-ı Kerim'de bir âyette geçmektedir:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in MuhaMMed İsmi Kur'ÂN-ı Kerîm'de dört âyette zikredilmiştir.: Âl-i İmrân 3/144; Ahzâb 33/40; MuhaMMed 47/2; Fetih, 48/29..

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, İsimlerini Hadis-i Şeriflerinde de bildirmiştir..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "BENim birtakım İsimlerim vardır.:
“Ben MUHAMMED'im!
Ben AHMED'im!
Ben MÂHÎ'yim ki, Yüce ALLAH, küfrü benimle yok edecektir!
Ben HÂŞIR'ım ki, insanlar, Kıyamet Günü benim izimce haşr olunacaklardır!
Ben ÂKIB'ım ki, BENden sonra Peygamber yoktur!."
buyurmuştur.
(Mâlik, Muvatta, c. 2, s. 1004, İbn Sa'd, Tabakât, c. 1, s. 105, Buhârî, Sahih, c. 4, s. 162, Müslim, Sahih, c. 4, s. 1828, Tirmizî, Sünen, c. 4, s. 135, Dârimî, Sünen, c. 2, s. 225)

Nakkaş radiyallahu anhu nakletmiştir ki;
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Benim Kur'ÂN-ı Kerîm’de 7 İsmim vardır =>MuhaMMed, AhMed, Yâ-Sîn, Tâ-Hâ, El-Müddesir, El-Müzemmil ve Abdullah.” buyurmuştur.

Cübeyr b. Mut’im radiyallahu anhu rivâyet ettiği hadiste ise, 6 dır.: “MuhaMMed, AhMed, Hatim, Akıb, Haşır, Mahi.”
(Şifâ-i Şerîf Tercümesi)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Ben MuhaMMed, AhMed, Mukaffi, Haşir, Nebiyyu't-Tevbe, Nebiyyu'l-Melhame, Nebiyyu'r-Rahme'yim..." buyurmuştur.
(Müslim)

Lugatta “en sonra gelen, bir kavmin liderine halef olan, selefinin hayır ve faziletlerini devam ettiren kimse” anlamında kullanılmaktadır..
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ÂKIBı kendi İsimleri arasında saydığı bir hadisinde şöyle buyurmuştur.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Benim beş ismim vardır; Ben MuhaMMed’im ve AhMed’im; Ben Mâhî’yim ki, ALLAH Benimle küfrü yok edecektir; Ben Hâşir’im ki, Kıyamet Günü insanlar arkamdan gelerek haşr olacaklardır ve Ben Âkıb’ım!.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Menâḳıb”, 17, “Tefsîr”, 61/1; Müslim, “Feżâʾil”, 124).

Hemen bütün kaynaklarda Ashâb-ı Kirâmdan Cübeyr b. Mut‘im radiyallahu anhu tarafından rivâyet edilen bu hadisteki Âkıb Kelimesi İbn Şihâb ez-Zührî tarafından “Kendinden sonra Peygamber gelmeyen Kimse.” diye açıklanmaktadır.
“Kendinden sonra bir başkası gelmeyen Kimse” şeklindeki izâhı ise Ṣaḥîḥ-i Müslim’deki rivâyete göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yapmıştır. (Ṣaḥîḥ-i Müslim , Fezâʾil, 125).

İmam Mâlik’in, el-Muvatta'ını yukarıdaki hadisle bitirmesini, Şârih Zürkânî, bu Hadisin.: ALLAH celle celâlihu, Peygamberlerini, MuhaMMed aleyhisselâm ile sona erdirdi” şeklindeki yorumuna bağlı ilgi çekici bir husus olarak değerlendirmektedir..
Bu hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem İsimlerinden sadece beş tanesini söylemiştir. Onun diğer isimleri muhtelif hadislerde zikredilmektedir. Nevevî, Âkıb ve benzeri kelimelerin İsimden çok Sıfat olduğu kanaatindedir..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 253-)ZÂHİD sallallahu aleyhi vesellem.

ZÂHİD sallallahu aleyhi vesellem.:
ALLAHu zü’L- CeLÂL’in KULu Abdullah aleyhisselâm olarak Mâsivâ’dan/HAKk TeÂLÂ’dan gayrı küLLî ŞEy ve Düşünceye meyletmekten feragat eden, fakrıyla fahr eden, Ömrünü İnsÂNLığa KULLuğun AsLı veTemeli olan İLahî TEVHiDi ve Hüsn-i Hulku Eşsiz ÖRNEKliğiyle YAŞAyan, YAŞAtan ve Urvetü'l-Vüskā OLAN ReSûLuLLAH
sallallahu aleyhi vesellem..



Zühd.: Dünyâya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek.
Zühd-ü Kalb.: Kalben Dünyâya değil, Allah rızasına müteveccih olmak. Kalbin Dünyâ alâkalarından kesilmesi.,
Zâhid.: (Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka Dünyâ süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf. Mâsivadan yüz çeviren..
Zâhidâne.: f. Zahide yakışır surette. Ehl-i takva gibi..


ZÂHİD.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in KULu Abdullah aleyhisselâm olarak Mâsivâ’dan/HAKk TeÂLÂ’dan gayrı küLLî ŞEy ve Düşünceye meyletmekten feragat eden, fakrıyla fahr eden, Ömrünü İnsÂNLığa =>KULLuğun AsLı veTemeli olan İLahî TEVHiDi ve Hüsn-i Hulku Eşsiz ÖRNEKliğiyle YAŞAyan, YAŞAtan ve Urvetü'l-Vüskā OLan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem..


وَمَن يُسْلِمْ وَجْهَهُ إِلَى اللَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى وَإِلَى اللَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ
“Ve men yuslim vechehu ilâllâhi ve huve muhsinun fe kadistemseke bi’l- urveti’l- vuskâ, ve ilâllâhi âkibetu’l- umûr(umûri).: Ve kim muhsin olarak vechini ALLAH'a teslim ederse, o taktirde sağlam bir kulba tutunmuş olur. Ve işlerin sonucu ALLAH'a (ulaşır).” (Lokmân 31/22)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ben ÜstünAahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur.
(Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed, II, 381)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Beni RABBim terbiye etti. Edebimi, Terbiyemi güzel eyledi.” buyurmuştur.
(Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Zühd.: Kalbi, mâsivâya/fânî varlıklara bağlamamak, onlardan lüzûmu kadar ve asgarî seviyede istifâde ederek asıl Ebedî Hayat olan âhirete ehemmiyet vermektir.
Zirâ Dünyâda istifâde ettiğimiz her nî'metin hesâbı vardır.:


ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“Summe le tus’elunne yevmeizin anin naîm (naîmi).: Sonra izin günü mutlaka ni'metlerden sorgulanacaksınız.” (Tekâsür 102/8)

Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH’ım, beni fâkir olarak yaşat, fâkir olarak rûhumu kabzet, kıyâmet günü de fâkirler zümresiyle birlikte haşret!” diye duâ etmişti.
Hazret-i Âişe radıyallahu anhâ.: “Niçin Yâ Rasûlullah?” diye sordu.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Çünkü onlar cennete, zenginlerden kırk sene önce gireceklerdir. Ey Âişe! Sakın fâkirleri geri çevirme, yarım hurmayla da olsa gönüllerini al! Ey Âişe! Fâkirleri sev ve onları kendine yaklaştır. Böyle yaparsan kıyâmet günü ALLAH da seni kendisine yaklaştırır.” buyurdu.
(Tirmizî, Zühd, 37/2352)

Utbe bin Gazvân radıyallahu anhu Basra’da Vâli iken bir hutbe îrâd ederek şu nasihatlerde bulundu.:
“…Şüphesiz ki Dünyâ geçici olduğunu bildirmiş ve hızla gelip geçmiştir. Ondan geriye kalan, kabın dibinde kalan su gibidir ki, sâhibi de onu bir yudumda içiverir. Şüphe yok ki siz bu Dünyâdan sonu olmayan bir diyâra gideceksiniz. Bu sebeble oraya elinizdekilerin en hayırlısıyla gidiniz… Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in yanındaki 7 kişiden biri olduğum günü bilirim. Ağaç yapraklarından başka yiyeceğimiz yoktu. Onları yerken ağızlarımız yara olmuştu. Bir parça kumaş bulmuştum da onu ikiye bölüp Sa‘d bin Mâlik ile paylaşmış, yarısını ben, yarısını da o, elbise olarak kullanmıştık. Bugün ise her birimiz bir şehre idâreci olduk. Bununla birlikte ben, kendi nazarımda büyük, lâkin ALLAH Katında küçük olmaktan ALLAH’a sığınırım...”
(Müslim, Zühd, 14)

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz birâkmıştı. Ashâb-ı kirâm.: “Yâ Rasûlallah! Sizin için bir döşek edinsek!” dediler.
Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz.: “Benim Dünyâ ile alâkam ne kadar ki? Ben bu Dünyâda bir ağacın altında gölgelenen, sonra da orayı terk edip giden bir yolcu gibiyim.” buyurdu.
(Tirmizî, Zühd, 44/2377; İbn-i Mâce, Zühd, 3)

Hazret-i Âişe radiyallahu anha’nın anlattığına göre, Ensâr’dan kendisini ziyârete gelen bir kadın, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yatağının katlanmış bir şilteden ibâret olduğunu görünce, koşarak evine gitti ve içi yün dolu bir yatak getirdi. Ancak Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yatağının değiştirilmiş olduğunu görünce, bundan hoşlanmadığını ifâde ederek.: “Ey Âişe! O yatağı geri ver! ALLAH’a yemin ederim ki şâyet isteseydim ALLAH altın ve gümüşten dağları benimle yürütür, emrime verirdi...” buyurdu.
(İbn-i Sa‘d, I, 465; Ahmed, Kitâbü’z-Zühd, s. 30)

Bir defâsında da Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “RABBim Mekke Ovasını benim için altın yapmayı teklif etti. Ben de şöyle dedim: “Hayır yâ RABBî! Ancak bir gün doyayım, bir (veyâ üç) gün aç kalayım! Acıktığımda Sana tazarrû ve niyazda bulunur, Sen’i zikrederim. Doyduğumda ise Sana şükür ve hamd ederim!” buyurdu.
(Tirmizî, Zühd, 35/2362)

Ebû Zer radıyallahu anhu.: “Bir defâsında Rasûlullah’ın yanında bulunuyordum. Elimden tuttu ve.: “Ey Ebû Zer! Uhud Dağı benim için altın ve gümüş olsa hepsini ALLAH YoLu’nda harcarım, öldüğüm gün ondan bir kirât bile kalmasını istemem!.” buyurdu.
Ben de.: “Yâ Rasûlallah! Bir kirât mı yoksa bir kantar mı bırakmazdınız?.” diye sordum.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey Ebû Zer! Ben aza indiriyorum, sen çoğa kaçıyorsun. Ben Âhireti istiyorum, sen Dünyâyı istiyorsun! Bir kirât birâkmazdım, bir kirât, bir kirât!.” buyurdu.”
(Heysemî, X, 239)

Hazret-i Âişe radıyallahu anhâ.: “Rasûlullah ömrü boyunca iki gün üst üste arpa ekmeği ile doymadan âhirete intikâl etti.” buyurdu.
(Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ıme, 48)

Sahabi Hazret-i Âişe radıyallahu anhâ Vâlidemize.: "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz zamanında evinizde ne yer ne içerdiniz?" diye sormuştu.
Hazret-i Âişe radıyallahu anhâ Vâlidemiz.: "Evimizde bazen iki üç ay geçerdi de ateş yanmazdı, “Esvedân/iki siyah” yani Hurma yiyip SU içerdik." buyurdu.
(Buharî, hibe 1; Müslim, Zühd 28)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Hazret-i Âişe radıyallahu anhâ Vâlidemize.: "Yâ Aişe evinde hurma olmayanlar açtırlar" buyurdu.
(Müslim,et'ime 153; Darimî,et'ime 26)

Tâbiînin Fakîhlerinden Mesrûk radiyallahu anhu.:
Hazret-i Âişe radıyallahu anhâ Vâlidemizi ziyâret ettim, bana yemek ikram ettirdi ve.: “Bir yemekten doyduğum zaman ağlamak isterim ve ağlarım!.” dedi.
Ben de.: “Neden?” diye sordum.
Şöyle cevâb verdi.: “Rasûlullah’ın Dünyâdan ayrılıp gittiği ÂNı hatırlarım; vALLAHi O, et ve ekmekle günde iki defâ karnını doyurmamıştı!.” buyurdu.

(Tirmizî, Zühd, 38/2356; Müslim, Zühd, 1)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ÜMMetine şu ZÜHD Tavsiyelerinde bulunmuştur.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hayat şartları sizinkinden iyi olanlara değil de daha aşağıda olanlara bakınız! Zirâ bu, ALLAH’ın üzerinizdeki nî’metini küçük görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” buyurmuştur.
(Müslim, Zühd, 9)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Dünyâya karşı zâhid ol, ALLAH seni SEVsin; insanların elindeki şeylere karşı ZÂHİD ol, insanlar seni SEVsin!..” buyurmuştur.
(İbn-i Mâce, Zühd, 1)

Zühd =>MuhaMMedî TAHkîk İMÂNLa =>NEFsin Dünyâ Lehvün ve Lâibun/Oyun ve Eğlencesine Hevâ-Heves istek ve direniş meyline karşı =>MuhaMMedî SâLih Amelle ALLAHu zü’l- CeLÂL’e İbâdet ve KULLarına MuhaMMedî Hasbî Habibî Hizmettir.

Zâhid=>KALBini/ÖZÜnü=>KULLuk İmtihÂNı gereği İnsÂN fıtratında Kaderince-Kadarınca var olan=>Hased-Bencillik-Kibir-Yalan-Zülm-Kıskançlık-Hırs-Tamah-Riyâ-Gasb-Koguculuk gibi yasaklana Kötü Ahlâk ve Huylardan ARIndırıp=>Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in HULUki’l-Âzîm Ahlâkıyla YAŞAyarak ve =>HAKk’ın KULLarına MuhaMMedî Hasbî Habibî HizmetLe YAŞAtarak Ömür süren Azîz Kişidir..
Zâhid=>Kur'ÂN-ı Kerîm’i DUYup=>Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e UYan Azîz Kişidir..


اعْلَمُوا أَنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ كَمَثَلِ غَيْثٍ أَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَاهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٌ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
“İ’lemû enneme’l- hayâtu’d- dunyâ LEİBun ve LEHVun ve zînetun ve tefâhurun beynekum ve tekâsurun fî’l- emvâli ve’l- evlâd (evlâdi), ke meseli gaysin a’cebe’l- kuffâre nebâtuhu summe yehîcu fe terâhu musferren summe yekûnu hutâmâ (hutâmen), ve fî’l- âhıreti azâbun şedîdun ve magfiretun minallâhi ve rıdvân (rıdvânun), ve me’l- hayâtu’d- dunyâ illâ metâu’l- gurur (gurûri).: Dünyâ Hayatı’nın oyun, eğlence ve bir süs olduğunu bilin, aranızda bir övünme ve mal ve evlâd çokluğudur. (Dünyâ Hayatı), yağmurun bitirdiği, ekincinin hoşuna giden ekin gibidir. Bir süre sonra kurur, böylece onu sararmış görürsün. Sonra da o çöp olur. Âhirette şiddetli azâb, ALLAH'tan mağfiret ve ALLAH'ın Rızası vardır. Ve Dünyâ Hayatı aldatıcı metâ’dan başka bir şey değildir.” (Hadîd 57/20)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Dünyâda zâhidlik, ne helâli harâm etmek ne de malı mülkü terk etmekledir. Dünyâda zâhidlik, ancak ALLAH’ın Mülkü’nde olana kendi elindekinden daha fazla î’timâd etmen; başına bir musîbet geldiği ve yakanı birakmadığı müddetçe, onun ecir ve mükâfâtından son derece ümitvâr olmandır.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Zühd, 29/2340)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Âhirete göre Dünyâ, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının (denizden) ne kadarcık su ile döndüğüne bir baksın.” buyurmuştur.
(Müslim, Cennet, 55)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kimin arzusu Âhiret olursa, ALLAH onun kalbine zenginliğini koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık Dünyâ boyun eğerek onun peşinden gelir. Kimin hedefi de Dünyâ olursa, ALLAH iki gözünün arasına fâkirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, Dünyâdan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez!.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, ALLAH’ın üzerinizdeki nî’metini hor görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” buyurmuştur.
(Müslim, Zühd, 9)

Zühd-ü-Takvâ =>ÜMMet-iMuhaMMed’in =>İnzivâya/bir köşeye çekilip ALLAHu zü’L- CeLÂL’in KULLarı için yarattığı bütün ni’metlerden eletek çekip başkalarına muhtaç halde pineklemek değildir.. YOKkluk, Küfrün kapısıdır..
VARLıksa, Kur’ÂN-ı Kerîm’de pek çok Âyet-i Celîle’de geçen “İnfâk ediniz!.” EMR-i İLAHîsi..
İslâm DÎNimizin Beş Temel Esâsından ikisi olan HAC ve zEKÂtın yerine getirilmesi, dînen zenginliğin asgarî ölçüsü sayılan nisâb miktarı Dünyâlığa sâhip olmakla mümkündür..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Veren el alan elden hayırlıdır. Yardım etmeye, geçimini üstlendiğin kimselerden başla! Sadakanın hayırlısı, ihtiyaç fazlası maldan verilendir. Kim insanlardan bir şey istemezse, ALLAH onu kimseye muhtaç etmez. Kim de tokgözlü olursa, ALLAH onu zengin kılar.” buyurmuştur.
(Buhârî, Zekât 18, Nefekât 2; Müslim, Zekât 94-97, 106, 124. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 28, 39; Tirmizî, Zekât 38, Birr 77, Zühd 32; Nesâî, Zekât 53, 60)

Iyâs bin Sa’lebe radıyallahu anhu.: “Bir gün, Ashâb-ı Kirâm, Peygamber Efendimiz’in yanında Dünyâdan bahsettiler. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Siz işitmiyor musunuz, siz işitmiyor musunuz? Sâde yaşamak îmandandır; sâde yaşamak îmandandır!.” buyurdu.
(Ebû Dâvûd, Tereccül, 1/4161; İbn-i Mâce, Zühd, 4)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Efendimiz uyandığında, o hasır, vücûdunun yan tarafında izler bırakmıştı. Biz.: “Yâ Rasûlallah! Sizin için bir döşek edinsek!” dedik.
Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz.: “Benim Dünyâ ile ne alâkam var ki? Ben bu Dünyâda, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da orayı terk edip giden binitli bir yolcu gibiyim.” buyurdu.
(Tirmizî, Zühd, 44/2377)

Ebû Hüreyre radıyallahu anhu, önlerinde kızartılmış koyun bulunan bir topluluğa rastlamıştı. Topluluk kendisini dâvet etti; fakat o yemek istemedi ve: “Resûlullah, arpa ekmeğine bile doymadan Dünyâdan göçüp gitti!” dedi.
(Buhârî, Et’ıme, 23)

Sehl bin Sa’d radıyallahu anhu bir gün.: "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Peygamber olarak gönderildiği andan, vefât ettiği zamana kadar elekten elenmiş has un görmedi.” dedi. O’na.: “Resûlullah Zamanında siz elek kullanır mıydınız?” diye soruldu.
Sehl.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Peygamber olarak gönderildiği ÂNdan vefât ettiği ÂNa kadar elek de görmedi.” dedi.
Sehl bin Sa’d’a.: “Elenmemiş arpa ununu nasıl yiyordunuz?” denildi.
O.: “Biz arpayı öğütür ve savururduk. Kepeğin uçanı uçardı; kalanını da ıslatıp hamur yapardık.” dedi.
(Buhârî, Et’ıme, 23)

Enes radıyallahu anhu anlatıyor.: Peygamber aleyhisselâm Efendimiz’e Bahreyn’den mal getirildi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Onu mescide getirip yığın!.” buyurdu. Bu mal, (o zamana kadar) Resûlullah’a getirilenlerin en çok olanı idi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, namaza gitti ve o mala hiç nazar etmedi. Namaz bitince gelip malın yanında durdu. Her gördüğüne ondan veriyordu… Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, tek dirhem bile kalmayıncaya kadar, hepsini dağıtmadan oradan ayrılmadı.”
(Buhârî, Salât 42, Cizye 4, Cihâd 172)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Dünyâ ziynetlerine meyleden EŞLerini bizzat Kur’ÂN-ı Kerîm’in beyânlarıyla uyararak, ya Dünyâ Hayâtının Süsünü ya da ALLAH’ı, Rasûlü’nü ve Âhiret Yurdunu Tercih etmelerini istemiş ve onlardan bir ay uzak kalmıştı. “Îlâ” diye anılan bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu.:


يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُل لِّأَزْوَاجِكَ إِن كُنتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلًا
“Yâ eyyuhe’n- nebiyyu kul li ezvâcike in kuntunne turidne’l- hayâte’d- dunyâ ve ziynetehâ fe teâleyne umetti’kunne ve userrihkunne serâhan cemîlâ (cemîlen).: Ey Nebî (Peygamber)! Zevcelerine de ki.: "Eğer, Dünyâ Hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız, o zaman gelin sizi metâ’landırayım (mehrinizi vereyim). Ve sizi güzel bir bırakışla boşayayım!." (Ahzâb 33/28)

وَإِن كُنتُنَّ تُرِدْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الْآخِرَةَ فَإِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا
“Ve in kuntunne turidnallâhe ve resûlehu veddârel’âhırete fe innallâhe eadde li’l- muhsinâti minkunne ecren azîmâ (azîmen).: Ve eğer siz, Allah'ı ve O'nun Resûlü’nü ve Âhiret Yurdu’nu istiyorsanız, o takdirde muhakkak ki ALLAH, aranızdan muhsin kadınlar için büyük ecir (mükâfat) hazırladı.” (Ahzâb 33/29)

Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Hazret-i Âişe radiyallahu anhâ’den başlayarak.: “Ben sana bir husus arz edeceğim. Cevâb vermede acele etme! Ebeveyninle de istişâre ettikten sonra cevâb verirsin.” dedi.
Âişe radiyallahu anhâ Vâlidemiz.: “O husus nedir Yâ Resûlullah?” diye sorunca, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem inen âyeti tilâvet buyurdu. Bunun üzerine Âişe Vâlidemiz hemen.: “Yâni Siz’i tercih meselesinde mi âilemle istişâre edeceğim? Aslâ! Ben ALLAH’ı, Rasûlü’nü ve Âhiret Yurdunu tercih ediyorum!.” karşılığını verdi. Diğer vâlidelerimiz de aynı şekilde davrandılar.
(Müslim, Talâk, 29)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in âzatlısı Sevbân radıyallahu anhu anlatıyor.: Resûlullah yolculuğa çıkacağında âilesinden en son, Kızı Fâtıma aleyhasselâm’a vedâ ederdi. Döndüğünde ise yanına ilk uğradığı kimse yine Fâtıma aleyhasselâm olurdu. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, yine bir yolculuktan dönmüştü. Fâtıma aleyhasselâm da kapısının üzerine bir perde asmış, ayrıca çocukları Hasan’la Hüseyin’e gümüşten iki bilezik takmıştı. Peygamber Efendimiz Fâtıma’nın evine gelmiş, ancak eve girmemişti. Fâtıma, Rasûlullâh’ın eve girmeyişine, gördüğü şeylerin sebeb olduğunu anladı. Derhâl (süslü) perdeyi kaldırdı, çocukların kolundaki gümüş bilezikleri çıkardı. Bunlardan birini iki çocuğuna paylaştırdı. Hasan’la Hüseyin ağlayarak Rasûlullâh’ın yanına gittiler.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu bilezikleri aldı ve.: “Ey Sevbân! Bunları falan âileye götür. Hasan ve Hüseyin, benim Ehl-i Beytim'dendir. Cenâb-ı HAKk’ın kendilerine bahşedeceği güzellikleri Dünyâ Hayâtında yiyip tüketmelerini istemiyorum. Ey Sevbân! Fâtıma’ya kemikten yapılmış bir gerdanlık ile (çocuklar için) yine kemikten yapılmış iki bilezik satın al!.” buyurdu.
(Ebû Dâvûd, Tereccül, 21/4213)

Ebû Zer radıyallahu anhu.: şöyle demiştir:
"Nebî aleyhisselâm ile birlikte Medîne’nin Harra Mevkiinde yürüyordum. Derken Uhud Dağı’nı gördük.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey Ebû Zer!.” dedi.
Ben.: “Buyur yâ Rasûlallah! Emrine âmâdeyim.” dedim.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yanımda şu Uhud Dağı kadar altın olsa, bu beni sevindirmez. Bir borcu ödemek için ayırdığımdan başka da yanımda bir dinar bulunarak üç gün geçmesini istemem. -Resûlullah, önüne, sağına, soluna ve arkasına elleriyle verme işâreti yaparak- yanımda bulunanı ALLAH’ın kullarına şöyle şöyle dağıtmak isterim.” buyurdu. Sonra YoLu’na devâm etti ve.: “Dünyâda varlığı çok olanlar, âhirette sevâbları az olanlardır. Yalnız sağına, soluna ve ardına şöyle, şöyle ve şöyle verenler müstesnâdır. Fakat onlar da ne kadar azdır!.” buyurdu.

(Buhârî, İstikrâz 3, Rikàk 14; Müslim, Zekât 32)

Bir gün, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e bir Adam gelerek.: “Yâ Rasûlallah! Bana öyle bir amel söyle ki onu yaptığım zaman beni ALLAH da sevsin, insanlar da.” dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona.: “Dünyâya karşı zâhid ol, ona rağbet gösterme ki ALLAH seni sevsin. İnsanların ellerinde bulunan şeylere karşı zâhid ol, onları isteme ki insanlar da seni sevsin.” buyurdu.
(İbn-i Mâce, Zühd, 1)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün pazar yerine uğradı. Etrafında Ashâbı da vardı. Resûlullah, küçük kulaklı bir oğlak ölüsüne rastladı. Onun kulağından tutarak.: “Hanginiz bunu bir dirheme satın almak ister?” buyurdu.
Ashâb: “Daha az paraya da olsa almayız, onu ne yapalım ki?.” dediler.
Sonra Rasûl-i Ekrem Efendimiz.: “Size bedâva verilse ister misiniz?” diye sordu.
Onlar.: “ALLAH’a yemin ederiz ki o diri bile olsa, kulaksız olduğu için kusurludur. Ölüsünü ne yapalım?” diye cevâb verdiler. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH’a yemin ederim ki, Cenâb-ı HAKk’a göre Dünyâ, önünüzdeki şu ölü oğlaktan daha değersizdir.” buyurdu.
(Müslim, Zühd, 2)

Amr bin Avf radıyallahu anhu’tan rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı cizye tahsîli için Bahreyn’e gönderdi. Ebû Ubeyde radıyallahu anhu cizye mallarıyla Bahreyn’den geldi. Ensâr, Ebû Ubeyde’nin geldiğini duyup, sabah namazını Resûlullah ile kılmak üzere toplandılar. Efendimiz namazı kılıp gitmeye kalkınca, Ensâr, Resûlullah’ın yanına yaklaştılar.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem onları bu vaziyette görünce gülümsedi ve.: “Ebû Ubeyde’nin Bahreyn’den mal getirdiğini duydunuz herhâlde?” dedi.
Ensâr.: “Evet, yâ Rasûlallah!” diye cevâb verdiler.
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sevininiz ve sizi sevindirecek şeyler ümît ediniz. ALLAH’a yemin ederim ki, sizler için fâkirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi Dünyânın sizin de önünüze serilmesinden, onların Dünyâ için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, Dünyânın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum!.”
buyurdu.
(Buhârî, Rikàk, 7; Müslim, Zühd, 6)

Emevîler devrinde, Hâlid bin Velid’in oğlu Abdurrahmân’ın komutasındaki İslâm ordusu, Resûlullah’nün İstanbul’un fethiyle ilgili müjde ve iltifâtına nâil olmak ümîdiyle yola çıkmıştı. Ordunun içinde Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallahu anhu da bulunmaktaydı. Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören mü’minler.: “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız!” âyet-i kerîmesinden hareketle ve hayretler içinde.: “Lâ ilâhe illâllâh! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” demişlerdi.
Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî.: “Ey mü’minler! (Yanlış anlaşılmasın!) Bu âyet, biz Ensâr hakkında nâzil oldu. ALLAH, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlib kıldığında biz.: ”Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım!.” demiştik.
Bunun üzerine ALLAH TeÂLÂ, Rasûlü’ne şu âyeti vahyetti.:


وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوَاْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
“Ve enfikû fî sebîlillâhi ve lâ tulkû bi eydîkum ile’t- tehluketi, ve ahsinû, innallâhe yuhıbbu’l- muhsinîn (muhsinîne).: Ve (mallarınızı) ALLAH YOLU’nda infâk edin (başkalarına verin)! Ve de kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın! Ve ahsen olun! Muhakkak ki ALLAH, muhsinleri sever.” (Bakara 2/195)

Bu âyet-i kerîmedeki “kendi eliyle kendini tehlikeye atmak”tan maksad->“Bağ ve bahçe gibi Dünyâ malıyla uğraşmaya dalıp, Hak YoLu’nda gayreti terk ve ihmâl etmemizdir!.”
(Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)

Bu İlâhî İkâza bütün samîmiyetiyle kulak verip ittibâ eden Ebû Eyyûb el-Ensârî radiyallahu anhu, Dünyânın süsüne ve rahatına hiçbir zaman iltifat etmeyerek ALLAH YoLu’nda hizmetten geri kalmamış ve nihâyet katıldığı bu sefer esnâsında şehîd olarak, surların yakınına (bugün kendi adıyla anılan Eyüp Semtine) defnedilmiştir..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Hâne-i Saâdetleri, son derece sâde idi. Annesi, Ümmü Seleme Vâlidemizin câriyesi olduğu için, çocukluğunu Resûlullah’in Hâne-i Saâdetlerine yakın bir çevrede geçiren Hasan-ı Basrî Hazretleri, çocukken Peygamber Efendimiz’in odalarının tavanına elini dokundurabildiğini ifâde etmektedir.
(İbn-i Sa’d, VII, 161; Süheylî, I, 248.)
Bu ifâdeden hareketle, odaların pek yüksek olmadığı söylenebilir. Efendimiz’in odalarının kapıları ise siyah kıldan yapılmış keçelerden ibâretti.
(İbn-i Sa’d, I, 499.)

Tâbiînin büyük imamlarından Saîd bin Müseyyeb, bu odaların Emevîler döneminde yıkılıp Mescid-i Nebevî’ye ilhâk edilmeleri sebebiyle duyduğu teessürünü şöyle ifâde etmiştir.: “VALLAHi bunların aynen bırakılmalarını ne kadar arzu ederdim! Böylece yeni yetişen nesil ve buraları ziyârete gelen insanlar, Resûlullah’nün hayatta ne ile iktifâ ettiğini görürler de, mal çoğaltmaya ve bununla övünmeye rağbet etmezlerdi.” (İbn-i Sa’d, I, 499-500)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 254-)HÂDÎ sallallahu aleyhi vesellem.

HÂDÎ sallallahu aleyhi vesellem.:
ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL’in =>El HÂDÎyyu celle celâluhu İsmin Mazharı, Sırat-ı Mustakîm Yolunu gösteren, hayır ve mutluluk veren Tek Hedefe Rehberlik EDEN ReSûLuLLAH
sallallahu aleyhi vesellem..


Resim

HÂDÎ .: İnsan sûretinde halkedilip, aklı olup, hür olup da özgür iradesini kullanma rüşdüne (bedenî, aklî, nefsî, kalbî ve de ruhî) eren kullarına nebîler gönderip, nakli sunup, açıklatıp ve uygulatıp, salahı ve felahı emredip, sapıklıktan sakındırıp, hakkı ve hayrı ilham edip öğreten, inanmayı tercih edenler için hidâyetini halkeden-, lütufla ve güzellikle yol gösteren, hayra erdiren, murâda yaklaştıran, doğru yola davet eden, her mahluku, kemâlâtı, bekâsı ve vücudunun idâmesi hususunda gerekli olan hususlara yönelten ve ömür boyunca hakta ve hayırda kılavuzluk eden ALLAHu zü’L-CeLÂL..

Resim

El HÂDÎyyu celle celâluhu..

Resim

El Hâdî :
Resim

Hüdâ, hedy, hidâyet (doğru yolu bulmak, yol göstermek, rehberlik etmek) kökünden türeyen sıfat isimdir.
Hâde : Dalâletten uzaklaşmak ve hidâyete gelmek.
Tehevvede : Hidâyete gelip salih amel işlemek..
El Hâdî : Hidâyet yolunu gösteren ve hidâyete doğruluğa eriştiren. Kullarını; Emrullahla Muradullaha ulaştıran. Kullarına kulluk imtihanında gerekli, lâzım ve lâyık olan maddî-mânevî imkanlar bahşedip sıla yollarını da gösteren, dalâletten uzaklaştırıp hidâyette kılıcı olan ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL.

ZÂTuLLAH -> KeLÂMuLLAH -> ReSûLULLAH -> ABDuLLAH.. YOLUdur HidâyetULLAH..
Rabbu’l- âlemîn SÖZÜ ve Rahmetenli’l- âlemîn SESİ olan Kur'ân-ı Kerimimiz, her ÂN ŞeÂNuLLAHta Dipdiri hidâyet YOLUmuzdur elhamdulillahi!.


هَذَا بَيَانٌ لِّلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِّلْمُتَّقِينَ
Resim---“Hâzâ beyânun lin nâsi ve huden ve mev’ızatun lil muttekîn: Bu (Kur'an) insanlar için bir beyan sakınanlar için de bir hidayet ve öğüttür.” (Âl-i İmrân 3/138)


ذَلِكَ هُدَى اللّهِ يَهْدِي بِهِ مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَلَوْ أَشْرَكُواْ لَحَبِطَ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Resim---“Zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu min ıbâdih (ıbâdihî), ve lev eşrekû le habita anhum mâ kânû ya’melûn: İşte bu yol Allah yoludur. O, kullarından dilediğine hidayet eyler. Eğer bunlar Allah'a ortak koşmuş olsalardı, bütün yaptıkları boşa gitmiş olurdu.” (En’âm 6/88)


يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
Resim---“Yâ eyyuhen nâsu kad câetkum mev'ızatun min rabbikum ve şifâun limâ fîs sudûri ve huden ve rahmetun lil mu'minîn: Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve mü'minler için bir hidayet ve rahmet geldi.” (Yûnus 10/57)

ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL, bu âlemde İnsanoğluna iki yol göstermiştir;
Hak-Hayrı TERCİH Hidâyeti ve -> İzzet, İhsan, Ni’met ve ceNNet SoN-UÇu..:


اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُّتَشَابِهًا مَّثَانِيَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلِينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ ذَلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاء وَمَن يُضْلِلْ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ
Resim---“Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd: Allah, müteşabih (benzeşmeli), ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek korkanların O'ndan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine (karşı) yumuşar yatışır. İşte bu, Allah'ın yol göstermesidir, onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için de bir yol gösterici yoktur.” (Zümer 39/23)


Bâtıl-Şeri TERCİH Dalâleti ve -> Zillet, Hüsran, Azab ve ceheNNem SoN-UÇu..:

مَن يُضْلِلِ اللّهُ فَلاَ هَادِيَ لَهُ وَيَذَرُهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Resim---“Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye leh(lehu), ve yezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn: Allah'ın saptırdığı kimseye artık hidayet verecek yoktur. Ve onları tuğyanları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda bırakıverir.” (A'râf 7/186)


Ve Aklı olan her nefs bu iki yola hidâyetten Hakk ve Hayr olanı seçmek ve Yaşayarak isbat etmekle mükelleftir..
ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL, Beled sûre-i celilesinde:


أَلَمْ نَجْعَل لَّهُ عَيْنَيْنِ
Resim---“E lem nec’al lehu ayneyn(ayneyni).:Biz ona iki göz vermedik mi?” (Beled 90/8)


وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ
Resim---“Ve lisânen ve şefeteyn(şefeteyni).:Bir dil ve iki dudak?”(Beled 90/9)


وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ
Resim---“Ve hedeynâhun necdeyn(necdeyni).:Bir de ona, (hak ve bâtılı) iki yol gösterdik.” (Beled 90/10)


وَعَلَى اللّهِ قَصْدُ السَّبِيلِ وَمِنْهَا جَآئِرٌ وَلَوْ شَاء لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ
Resim---“Ve alallâhi kasdus sebîli ve minhâ câir(câirun), ve lev şâe le hedâkum ecmaîn: Yolu doğrultmak Allah'a aittir, kimi (yollar) ise eğridir. Eğer o dileseydi, sizin tümünüzü elbette hidayete erdirirdi.” (Nahl 16/125)

ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL, Her NEFSe Sırât-ı Müstakîm üzere MuhaMMedî Teslimiyyet ve İstikâmettte, Hakkı ve Hayrı hür olarak inanarak tercihi ve uygulamayı şart koşar:


مَّنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً
Resim---“Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih(nefsihî), ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ: Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiç bir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiç bir topluma) azab edecek değiliz.” (İsrâ 17/15)

Ve NEFiSleri “Hidâyete ERDİRİCİ” olarak mutlak TEKtir ve asla ŞİRK-Ortak kabul etmez..:


لَّيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلأنفُسِكُمْ وَمَا تُنفِقُونَ إِلاَّ ابْتِغَاء وَجْهِ اللّهِ وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ
Resim---“Leyse aleyke hudâhum ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu, ve mâ tunfikû min hayrin fe li enfusikum, ve mâ tunfikûne illebtigâe vechillâh(vechillâhi), ve mâ tunfikû min hayrin yuveffe ileykum ve entum lâ tuzlemûn: Onların hidayete ermesi, senin üzerinde (bir yükümlülük) değildir. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır olarak her ne infak ederseniz, kendiniz içindir. Zaten siz, ancak Allah'ın hoşnutluğunu istemekten başka (bir amaçla) infak etmezsiniz. Hayırdan her ne infak ederseniz -haksızlığa (zulme) uğratılmaksızın- size eksiksizce ödenecektir.” (Bakara 2/272)


إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
Resim---“İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huve a’lemu bil muhtedîn: Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.” (Kasas (28/56)

El Hâdî ismi, Kur'ân-ı Kerîm'de 10 âyette geçmekte olup 3 âyette ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL'e nisbet edilmiş:


وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَيُؤْمِنُوا بِهِ فَتُخْبِتَ لَهُ قُلُوبُهُمْ وَإِنَّ اللَّهَ لَهَادِ الَّذِينَ آمَنُوا إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Resim---“Ve li ya’lemellezîne ûtul ılme ennehul hakku min rabbike fe yu’minû bihî fe tuhbite lehu kulûbuhum, ve innallâhe le hâdillezîne âmenû ilâ sırâtın mustakîm: (Bir de) Kendilerine ilim verilenlerin, bunun (Kur'an'ın) hiç tartışmasız Rablerinden olan bir gerçek olduğunu bilmeleri için; böylelikle ona iman etsinler ve kalpleri ona tatmin bulmuş olarak bağlansın. Şüphesiz Allah, iman edenleri dosdoğru yola yöneltir.” (Hacc 22/54)


وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا مِّنَ الْمُجْرِمِينَ وَكَفَى بِرَبِّكَ هَادِيًا وَنَصِيرًا
Resim---“Ve kezâlike cealnâ li kulli nebiyyin aduvven minel mucrimîn(mucrimîne), ve kefâ bi rabbike hâdiyen ve nasîrâ: İşte böyle; biz, her peygambere suçlu günahkarlardan bir düşman kıldık. Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.” (Furkân 25/31)

سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْأَعْلَى
Resim---Sebbihısme rabbikel a’lâ: Rabbinin “Âlâ-Yüce” ismini tesbih et.” (A'lâ 87/1)


الَّذِي خَلَقَ فَسَوَّى
Resim---“Ellezî halaka fesevvâ: Ki O, yarattı, 'bir düzen içinde biçim verdi',” (A'lâ 87/2)


وَالَّذِي قَدَّرَ فَهَدَى
Resim---“Vellezî kaddere fe hedâ: Takdir etti, böylece yol gösterdi,” (A'lâ 87/3)

El Hâdî ismi, Kur'ân-ı Kerîm'de 2 âyette de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e nisbet edilmiştir:


وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْلآ أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِّن رَّبِّهِ إِنَّمَا أَنتَ مُنذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ
Resim---“Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih(rabbihî), innemâ ente munzirun ve li kulli kavmin hâd: İnkâr edenler derler ki: "Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya." Sen, yalnızca bir uyarıcısın ve her topluluk için bir hidayet önderisin.” (Ra'd 13/7)


وَمَا أَنتَ بِهَادِي الْعُمْيِ عَن ضَلَالَتِهِمْ إِن تُسْمِعُ إِلَّا مَن يُؤْمِنُ بِآيَاتِنَا فَهُم مُّسْلِمُونَ
Resim---“Ve mâ ente bi hâdîl umyi an dalâletihim, in tusmiu illâ men yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn: Ve sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere (söz) dinletebilirsin, işte müslüman olanlar bunlardır.” (Neml 27/81)

Ve ALLAHu zü’l Celâl, biz kulları için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem e Hidâyet YOLU Kılavuzluğunu buyurmaka:


ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
Resim---“Ud’u ilâ sebîli rabbike bil hikmeti vel mev’ızatil haseneti ve câdilhum billetî hiye ahsen(ahsenu), inne rabbeke huve a’lemu bi men dalle an sebîlihî ve huve a’lemu bil muhtedîn: Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (Nahl 16/125)

El Hâdî isminin El Latîfü, El Veliyyü, Er Reşîdü, El Berru ve El Fettâhu isimleri arasında anlam örtüşmesi vardır.


Resim--- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "ALLAH'ım! Senin saptırdığını hidâyete erdirecek hiç bir kimse yoktur." buyurmuştur. (Müslim, Cum'a, 45-46)

Aziz kardeşlerim,
Aklen bedene rüşde eren, hür olan ve tebliği duyan Müslümanlar olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem den KeLÂMULLAHı DUYup-UYmak sorumluluğumuz vardır..
her ÂN ŞeÂNuLLAHta İmkÂNlarımızca, ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL’in KULLUK imtihÂNındayız;

Hak-Hayrı TERCİH Hidâyeti -> HizbuLLAHa GaRKoluş..
Bâtıl-Şeri TERCİH Dalâleti -> HizbULLAHta MaHVoluş..

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi ÖZ OĞLu gibi büyüten Ebu Talib ile ÖZ OĞLu gibi büyüttüğü İmam Ali kerremullahi veche ile ilgili İKİ SON-UÇ BUYRUĞUnu çok dikkatlice OKUmalıyız ki HidâyetuLLAHı Hakkta ve Hayrda YAŞAyalım inşae ALLAHu TeâlÂ!. Âmin!..

-Tasavvuf Simsarı ve Tevhid Tüccarı Şucu-Buculara Önemle DUYurulur!..-

Resim---Museyyeb b. Hazn radiyallahu anhu şöyle anlattı: “Ebu Talib’e ölüm yaklaşınca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona geldi ve onun yanında Ebu Cehil ile Abdullah b. Ebu Umeyye b. Muğire’yi buldu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Ey Amca! Allah’tan başka İlâh yok kelimesini söyle ki bununla Allah yanında senin lehine şâhidlik edeyim” dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebu Umeyye “Ey Ebu Talib! Abdulmuttalib’in dinini terk mi ediyorsun?” dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o sözü amcasına arzetmekte devam etti. Ötekiler de (durmadan) kendi sözlerini ona tekrar ediyorlardı. Nihayet Ebu Talib bunlara söylediği son söz olarak: “O, (kendini kastediyor), Abdulmuttalib dini üzeredir!.” dedi ve “Lâ ilâhe illallah!” demekten çekindi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“İyi bil, Allah’a yemin ediyorum ki nehyedilmediğim müddetçe muhakkak senin için Allah’tan bağışlanma dileyeceğim!” dedi.

Bunun üzerine ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL:


مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَن يَسْتَغْفِرُواْ لِلْمُشْرِكِينَ وَلَوْ كَانُواْ أُوْلِي قُرْبَى مِن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُمْ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ
Resim---“Mâ kâne lin nebiyyi vellezîne âmenû en yestagfirû lil muşrikîne ve lev kânû ulî kurbâ min ba’di mâ tebeyyene lehum ennehum ashâbul cahîm: (Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah'a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara.” (Tevbe 9/113)

Âyetini indirdi. ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL, Ebu Talib hakkında da (şu âyeti) indirdi ve Resûlüne şöyle buyurdu:


إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
Resim---“İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huve a’lemu bil muhtedîn: Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.” (Kasas (28/56)
(Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 35)

Resim---Sehl bin Sa’d radiyallahu anhu: "Hayber gazvesi günü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bu sancağı yarın öyle bir kimseye vereceğim ki, Allah fethi onun iki eliyle müyesser kılacaktır. O kimse, Allah’ı ve Rasulünü sever, Allah ve Rasulü de onu sever.”
Ravi dedi ki: “Bunun üzerine insanlar sancak kime verilecek diye geceyi konuşarak geçirdiler. Sabah olunca sancağın kendisine verileceği ümidi ile bütün sahabeler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna koştular.
Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Ali bin Ebu Talib nerededir? diye sordu.
Sahabeler: “Yâ Rasûlullah! Onun iki gözü ağrıyor!” dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Ona haber gönderin de onu bana getirin!” buyurdu.
Ali kerremullahi veche gelince, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, onun gözlerine tükürdü ve dua etti. Akabinde Ali kerremullahi veche’nin gözleri iyileşti. Hatta onda hiçbir ağrı yokmuş gibi oldu. Hemen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sancağı Ali kerremullahi veche’ye verdi.

Ali kerremullahi veche: “Yâ Rasûlallah! Onlar da bizim gibi oluncaya kadar mı savaşacağım?” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Tâ Hayberlilerin sahasına ininceye kadar hey’etin üzere sükunetle yürü! Sonra onları, İslam’a girmeye davet et! Ve onlara, İslam’da üzerlerine vâcib olacak Allah’ın haklarını haber ver! Allah’a yemin ederim ki, senin sayende Allah’ın bir tek kişiye HİDÂYET vermesi senin için, kırmızı develerin olmasından daha hayırlıdır.” buyurdu.
(Buharî, 7/3468; Müslim, 2406/34)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 255-) HALîLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.

HALîLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.:
ALLAHu zü’L- CeLÂL'dan başkasından hiçbir zaman yardım dilemeyip, O'nun Dostluğunu ihtiyar eden/seçip uygulayan HALîLULLAH İbrahîm aleyhisselâm'ın en seçkin Silsilesi/OğLu OLan
ReSûLuLLAH
sallallahu aleyhi vesellem..


Halîl
خليل .: Birlik, beraberlik; dostluk, arkadaşlık, hâlis dost, mânâlarına gelir.
(Mustafa L. Bilge, “Halîl”, DİA, XV, İstanbul 1997, 305.)
Halîl.: Samimi Dost. Sâdık Dost.
Halîlü’r- Rahmân.: ALLAH'tan başkasından hiçbir zaman yardım dilemeyip, O'nun Dostluğunu ihtiyar eden/seçip uygulayan HALîLULLAH İbrahîm aleyhisselâm'ın da lâkabıdır..

Abdullah b. Mesûd radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Şâyet ben yeryüzünde bir kimseyi HALîL/Dost edinseydim, İbn Ebu Kuhafeyi/Ebubekir’i HALîL edinirdim, Fakat Sâhibiniz (Hz. Peygamber) HALîLULLAH/ALLAH’ın DOStudur." buyurdu.
(Müslim, Fedâilu’s-Sâhabe l, 6-7)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:

أن النبي ( صلى االله علیھ وسلم ) قال لأصحابھ ، رضى االله عنھم : ' إن صاحبكم خلیل الرحمن .:
"Sizin arkadaşınız Halîlü’r-RahmÂN'dır." buyurdu.
(Mukâtil b. Süleyman, Tefsîr, I, 410.; el-Irakî; İbni Manzur.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İbrahîm (aleyhisselâm) HALÎLULLAH (ALLAH’ın Dostu); Mûsâ (aleyhisselâm), NECÎYYULLAH, (ALLAH ile münacat eden, duâ ve niyâzda bulunan/KELİMULLAH); İsâ (aleyhisselâm) RÛHULLAH-KELİMETULLAH (Melek vasıtasıyla ALLAH’ın üflediği RÛH), Âdem (aleyhisselâm) SAFÎYYULLAH (ALLAH’ın seçkin kulu); BEN ise -ALLAH’ın BANA bir İhsânı ve bir ikrâmı olarak- HABîBULLAHım (ALLAH'ın SEVgiLi KuLuyum).” buyurdu.
(Darimî, h.no:4, 8; Tirmizî, h.no: 3616)

Enes radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kıyamet Gününde, insanlar birbirlerine girecekler. Âdem’e (aleyhisselâm) gidip.: "Evlâdlarına şefaat et!' diye talebde bulunacaklar. O ise.: “Benim şefaat yetkim yok. Siz ilk gönderilen Resûl olan Nûh’a (aleyhisselâm)’a gidin!” diyecek (Bazı rivâyetlerde Nûh (aleyhisselâm) zikredilmemiştir).
Bunun üzerine Nûh’a (aleyhisselâm) gidecekler. O da.: “Ben yetkili değilim! Ancak, siz İbrahim’e (aleyhisselâm) gidin! Çünkü o HALÎLULLAH’tır.” diyecek.
İnsanlar İbrahim’e (aleyhisselâm) gidecekler. Ancak o da.: “Ben yetkili değilim! Ancak Mûsâ’ya (aleyhisselâm) gidin. Çünkü o KELİMULLAH’tır.” diyecek.
Bunun üzerine insanlar Mûsâ’ya (aleyhisselâm) gidecekler. O da.: “Ben yetkili değilim! Ancak İsâ’ya (aleyhisselâm) gidin. Çünkü O RûHULLAH’tır ve O’nun kelimesidir!" diyecek.
Bunun üzerine O’na/İsâ’ya (aleyhisselâm) gidecekler. O da.: “Ben buna yetkili değilim. Lâkin MuhaMMed’e (aleyhisselâm) gidin!” diyecek.
Böylece BANA gelecekler. BEN onlara.: “Ben şefaate yetkiliyim!” diyeceğim. RABBim’in Huzuruna çıkmak için izin talep edeceğim. Bana izin verilecek. Önünde durup ALLAH’ın ilham edeceği ve şu ÂNda muktedir olamayacağım hamdlerle ALLAH’a hamd ü senâda bulunacak, sonra da RABBime secdeye kapanacağım.
RABB TeALÂ.: “Ey MuhaMMed, başını kaldır! Dilediğini söyle, söylediğine kulak verilecek. Ne arzu ediyorsan iste, talebin yerine getirilecektir! Şefaatte bulun, şefaatin kabul edilecektir!.” buyuracak.
Ben de.: “Ey RABBim!. ÜMMetimi, ÜMMetimi istiyorum!” diyeceğim. RABB TeALÂ.: “(Çabuk onların yanına) git!. Kimlerin kalbinde buğday veya arpa tanesi kadar imân varsa onları ateşten çıkar!” buyuracak. Ben de gidip bunu yapacağım!..”
buyurdu.
(Buharî, Tevhid 36, 19, 37; Müslim, İmân 322, 326)

HaLîL İsmi Kur’ÂN-ı Kerîm’de.:


وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِّمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لله وَهُوَ مُحْسِنٌ واتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَاتَّخَذَ اللّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلاً
“Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ (hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme HALÎLâ (halîlen).: Ve hanîf olarak Hz. İbrâhîm'in dînine tâbî olmuş ve vechini ALLAH'a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve ALLAH, Hz. İbrâhîm'i DOst edindi.” (Nisâ 4/125)

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تُتْرَكُواْ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُواْ مِن دُونِ اللّهِ وَلاَ رَسُولِهِ وَلاَ الْمُؤْمِنِينَ وَلِيجَةً وَاللّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
“Em hasibtum en tutrekû ve lemmâ ya'lemillâhullezîne câhedû minkum ve lem yettehızû min dûnillâhi ve lâ resûlihî ve lâl mu'minîne velîceh (velîceten), vallâhu habîrun bi mâ ta'melûn (ta'melûne).: Yoksa siz ALLAH'ın, sizden savaşanları ve ALLAH'tan ve O'nun resûlünden ve mü'minlerden başkasını dost/sırdaş edinmeyenleri bilmesine rağmen, bırakılacağınızı mı sandınız? Ve ALLAH, yaptığınız şeylerden haberdârdır.” (Tevbe 9/16)

إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ
“İnnemâ veliyyukumullâhu ve resûluhu vellezîne âmenullezîne yukîmûne’s- salâte ve yu’tûne’z- zekâte ve hum râkıûn (râkıûne).: Sizin velîniz (dostunuz) sadece ALLAH ve O'nun ReSûL'ü (MuhaMMed aleyhisselâm) ve imân edip namazı kılan, zekâtı veren kimselerdir ve onlar rükû edenlerdir." (Mâid, 5/55)


Resim
1. SALÂVÂT-I ŞERÎFE.: İbni Hacer el Heytemî’nin, Salâvât-ı Şerîfe Câmi’asında,
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den vârid bütün salâvâtları kendisinde toplayan,
hadis-i Şerîf mesnedli ve en fâzilletli salâvât olduğunu belirttiği salâvât.:


Resim
TÜRKÇESİ.:Allahümme salli alâ seyyidinâ ve mevlânâ Muhammedîn Resim abdike ve nebîyyîke ve Resûlike ve'n nebîyyil-ümmiyyi Resimve alâ alî seyyidinâ Muhammedin ve ezvâcihi ümmühâtil-minîne ve zürriyetihi ve Ehl-i Beytihi ve sahbihi Resim Kemâ salleyte alâ seyyidinâ İbrâhîme ve alâ âli seyyidinâ İbrâhîme fil-âlemîn Resim İnneke Hamîdun Mecîd.

MÂNÂSI.: ALLAHım! Kulun, Nebîn, Resûlün ve Nebîyyil-Ümmîn olan Efendimiz ve sahibimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e ve Efendimiz ve Sahibimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ailesine ve müminlerin anneleri eşlerine ve zürriyetine ve ehl-i beytine ve sahabelerine salât ve selâm eyle! Efendimiz İbrâhim (aleyhisselâm)’a ve Efendimiz İbrâhim (aleyhisselâm)’ın ailesine âlemler içinde salât ve selâm ettiğin gibi salât ve selâm eyle! Çünkü Sen Hamîdsin-Mecîdsin!”

(bereketli kıl: meymenetli, uğurlu, hayırlı, faydalı, saâdetli, mutlu, kutlu, birr ehli, iyilikçi kıl...)


Resim

Resim

TÜRKÇESİ.: Allahumme bârik alâ seyyidinâ ve mevlânâ Muhammedin abdike ve nebiyyike ve Rasûlike ve'n nebîyyil-ummiyyi Resim ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin ve ezvâcihi ummihâtil-mu’minîne ve zurriyetihi ve Ehl-i Beytihi ve sahbihi Resim Kemâ bârekte alâ seyyidinâ İbrâhîme ve alâ âli seyyidinâ İbrâhîme fil-âlemîn Resim İnneke Hamîdun Mecîd.

MÂNÂSI.: ALLAHım! Kulun, Nebîn, Resûlün ve Nebîyyîl-Ümmîn olan Efendimiz ve Sahibimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e ve Efendimiz ve Sahibimiz Muhammed (salallahu aleyhi ve sellem)’in ailesine ve müminlerin anneleri eşlerine ve zürriyetine ve ehl-i beytine ve sahabelerine; Efendimiz İbrâhim (aleyhisselâm)’a ve Efendimiz İbrâhim (aleyhisselâm)’ın ailesine âlemler içinde bereket ihsân eylediğin gibi bereket ihsân eyle! Şüphesiz ki Sen Hamîdsin-Mecîdsin

(bereketli kıl: meymenetli, uğurlu, hayırlı, faydalı, saâdetli, mutlu, kutlu, birr ehli, iyilikçi kıl...)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 256-) MED’UVVÎN sallallahu aleyhi vesellem.

MED’UVVÎN sallallahu aleyhi vesellem.:
EVVELinde/Bezm-i ELestte, Mâsivâ'dan (HAKk TeÂLÂ'dan başka KÜLLî ŞEYy/Kimseden) gayrı yaratıkların cÜMMLesinin, NÛRundan yaratılanlara Tevhidi Teblig için ve, ÂHİRinde/Mahşerde Şefâat Etmesi için Dâvet edilen ReSûLuLLAH
sallallahu aleyhi vesellem..


Med’uvv.: Dâvet olunan. Çağırılmış. Dâvetli.
Med’uvven.: Çağrılarak, dâvetli olarak, dâvet olunarak.
MED’UVVÎN.: (Med'uvv. c.) Dâvetliler, dâvet olunmuşlar, çağrılmış olanlar..


Enes radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kıyamet Gününde, insanlar birbirlerine girecekler. Âdem’e (aleyhisselâm) gidip.: "Evlâdlarına şefaat et!' diye talebde bulunacaklar. O ise.: “Benim şefaat yetkim yok. Siz ilk gönderilen Resûl olan Nûh’a (aleyhisselâm)’a gidin!” diyecek (Bazı rivâyetlerde Nûh (aleyhisselâm) zikredilmemiştir).
Bunun üzerine Nûh’a (aleyhisselâm) gidecekler. O da.: “Ben yetkili değilim! Ancak, siz İbrahim’e (aleyhisselâm) gidin! Çünkü o HALÎLULLAH’tır.” diyecek.
İnsanlar İbrahim’e (aleyhisselâm) gidecekler. Ancak o da.: “Ben yetkili değilim! Ancak Mûsâ’ya (aleyhisselâm) gidin. Çünkü o KELİMULLAH’tır.” diyecek.
Bunun üzerine insanlar Mûsâ’ya (aleyhisselâm) gidecekler. O da.: “Ben yetkili değilim! Ancak İsâ’ya (aleyhisselâm) gidin. Çünkü O RûHULLAH’tır ve O’nun kelimesidir!" diyecek.
Bunun üzerine O’na/İsâ’ya (aleyhisselâm) gidecekler. O da.: “Ben buna yetkili değilim. Lâkin MuhaMMed’e (aleyhisselâm) gidin!” diyecek.
Böylece BANA gelecekler. BEN onlara.: “Ben şefaate yetkiliyim!” diyeceğim. RABBim’in Huzuruna çıkmak için izin talep edeceğim. Bana izin verilecek. Önünde durup ALLAH’ın ilham edeceği ve şu ÂNda muktedir olamayacağım hamdlerle ALLAH’a hamd ü senâda bulunacak, sonra da RABBime secdeye kapanacağım.
RABB TeALÂ.: “Ey MuhaMMed, başını kaldır! Dilediğini söyle, söylediğine kulak verilecek. Ne arzu ediyorsan iste, talebin yerine getirilecektir! Şefaatte bulun, şefaatin kabul edilecektir!.” buyuracak.
Ben de.: “Ey RABBim!. ÜMMetimi, ÜMMetimi istiyorum!” diyeceğim. RABB TeALÂ.: “(Çabuk onların yanına) git!. Kimlerin kalbinde buğday veya arpa tanesi kadar imân varsa onları ateşten çıkar!” buyuracak. Ben de gidip bunu yapacağım!..”
buyurdu.
(Buharî, Tevhid 36, 19, 37; Müslim, İmân 322, 326)

RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in TeBLiğ GöReVi .:

Kur’ÂN-ı Kerîmde 16 sûrede 27 âyet-i kerîmede bildirilmiştir.:
Âl-i İmrân 3/20; Mâide 5/67,99; A'râf 5/62,68,79,93; Hûd 11/57; Ra'd 13/40; Nahl 16/35,82; Ankebût 29/18; Ahzâb 33/39; Yâsîn 36/17; Şûrâ 42/48; Ahkaf 46/23; Cin 72/23,28..


TebLiğ.: ULaştırmak. Götürmek. Bildirmek. Eriştirmek. Yetiştirme, eriştirmek.
BeLağ.: Eriştirme, yetiştirme. Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme, kifâyet etme. Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakîkat OL-AN. Hâlin gereğine uygun, hem düzgün, hem yerinde söz.

BeLağ.: (Âli Imrân 3/20) (Mâide 5/99) (Ra'd 13/40) (Nahl 16/35, 82) (Nûr 24/54) (Ankebût 29/18) (Şûrâ 42/48) (Ahkaf 46/35) (Cin 72/23)
BeLiğ.: (Nisâ 4/63)
BeLLağte.: (Mâide 5/67)
EbLeğu.: (Cin 72/28)

فَإنْ حَآجُّوكَ فَقُلْ أَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلّهِ وَمَنِ اتَّبَعَنِ وَقُل لِّلَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ وَالأُمِّيِّينَ أَأَسْلَمْتُمْ فَإِنْ أَسْلَمُواْ فَقَدِ اهْتَدَواْ وَّإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلاَغُ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ
Resim---“Buna karşı seninle münakaşaya kalkışırlarsa de ki.: “Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü ALLAH'a teslim etmişimdir.” Kendilerine kitab verilenlere ve (kitap verilmeyen) ümmîlere de ki.: “Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?.” Eğer İslâm'a girerlerse hidâyete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, sana düşen şey ancak TEBLİĞ etmektir. ALLAH kulları görendir.” (Âl-i İmrân 3/20)

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
Resim---“Ey Resûl! RABB'inden sana indirileni TEBLİĞ et (duyur). Eğer bunu yapmazsan, o takdirde O'nun Risâletini (sana gönderdiğini) TEBLİĞ etmemiş (duyurmamış) olursun. Ve ALLAH seni insanlardan korur. Muhakkak ki ALLAH, kâfirler kavmini hidâyete erdirmez.” (Mâide 5/67)

مَّا عَلَى الرَّسُولِ إِلاَّ الْبَلاَغُ وَاللّهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ
Resim---“Resûl'ün üzerinde TEBLİĞden (bildirmekten) başka bir sorumluluk yoktur. Ve ALLAH, açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir.” (Mâide 5/99)

أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاَتِ رَبِّي وَأَنصَحُ لَكُمْ وَأَعْلَمُ مِنَ اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Resim---“Size RABBimin risâlelerini (gönderdiklerini) TEBLİĞ ediyorum (ulaştırıyorum). Ve size nasihat ediyorum (öğüt veriyorum). Ve sizin bilmediğiniz şeyleri ben ALLAH'tan öğreniyorum (biliyorum).” (A'râf 7/62)

أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاتِ رَبِّي وَأَنَاْ لَكُمْ نَاصِحٌ أَمِينٌ
Resim---“RABBimin risalelerini (gönderdiklerini) size TEBLİĞ ediyorum (ulaştırıyorum). Ve ben, emîn (inanılır, güvenilir) bir nasihat ediciyim.” (A'râf 7/68)

فَإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ
Resim---“Artık yüz çevirirlerse, bundan sonra sana düşen, sadece açık bir TEBLİĞdir.” (Nahl 16/82)

وَإِن تُكَذِّبُوا فَقَدْ كَذَّبَ أُمَمٌ مِّن قَبْلِكُمْ وَمَا عَلَى الرَّسُولِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ
Resim---“Ve eğer tekzib ederseniz (yalanlarsanız), sizden önceki ümmetler de tekzib etmiştiler. Resûllerin üzerine apaçık TEBLİĞden başka bir (sorumluluk) yoktur.” (Ankebût 29/18)

وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ
Resim---“Ve bizim üzerimizde açıkça TEBLİĞden (bildirmekten) başka bir şey (sorumluluk) yoktur.” (Yâsîn 36/17)

إِلَّا بَلَاغًا مِّنَ اللَّهِ وَرِسَالَاتِهِ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا
Resim---“(Bu) sadece ALLAH'tan olanı TEBLİĞ ve O'nun risâletidir. Ve kim ALLAH'a ve O'nun RESÛLÜ’ne âsi olursa, bundan sonra muhakkak ki onun için, içinde ebediyyen kalacağı cehennem ateşi vardır.// "(Benim görevim,) Yalnızca ALLAH'tan olanı ve O'nun gönderdiklerini TEBLİĞ etmektir. Kim ALLAH'a ve O'nun elçisine isyan ederse, içinde ebedî kalıcılar olmak üzere onun için cehennem ateşi vardır." (Cin 72/23)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 257-) HAFÎ sallallahu aleyhi vesellem.

HAFÎ sallallahu aleyhi vesellem.:
Tüm Yarattıklarıyla/İnsÂN-CîNLerLe/KuLLarıyLa Mükemmel bir hassasiyetle ilgilenen, bu alâka ve ihtimam ile kulunu en hassas bilgilerle sonuna kadar hafiye gibi =>Her YeRde HeR ÂNda HeR HÂLde HeR Nefeste Sonuna kadar izleyen =>eşsiz ve benzersiz mutlak, sonsuz İZLEyici OLan ALLAHu zü’L-CeLÂL’in EL HAFî celle celâlihu İsminin MutLak Mazharı ve Menbağı olan ReSûLuLLAH
sallallahu aleyhi vesellem..


HAFî.: Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.
HAFîye.: Saklı ve gizli şeyleri araştıran..
HAFîyyen.: Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmayarak..


HAFî Lafzı, Arap dili kaidesine göre ism-i faildir.
Resûlüllah sallallâhü ve sellem Efendimize, hangi müşkülat/zor ve çetin sorular olursa olsun; sorulduğu zaman, her birine hakikati ve künhüyle cevab vererek, hiçbir şüpheli yan bırakmadığı için, İsm-i Şerifine HAFî aleyhisselâm denildi. Nitekim bu mânâ, Kur'ÂN-ı Kerîmde;


يَسْأَلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ أَيَّانَ مُرْسَاهَا قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِندَ رَبِّي لاَ يُجَلِّيهَا لِوَقْتِهَا إِلاَّ هُوَ ثَقُلَتْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لاَ تَأْتِيكُمْ إِلاَّ بَغْتَةً يَسْأَلُونَكَ كَأَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَا قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِندَ اللّهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
“Yes’elûneke ani's- sâ’ati eyyâne mursâhâ, kul innemâ ilmuhâ inde rabbî, lâ yucellîhâ li vaktihâ illâ huv (huve), sekulet fî's- semâvâti ve'l- ard(ardı), lâ te’tîkum illâ bagtete (bagteten), yes’elûneke ke enneke hafiyyun anhâ, kul innemâ ilmuhâ indallâhi ve lâkinne eksere'n- nâsi lâ ya’lemûn (ya’lemûne).: Sana saati/kıyametin kopacağı ânı soruyorlar.: “Kâinâttaki hayatiyet ne zaman Ebedî Âlemin limanına demir atıp duracak?” diyorlar. “Kıyametin kopacağı an ile ilgili bilgi RABBimin katındadır. Kıyameti vaktinde gerçekleştirecek olan da yalnızca O’dur. Göklerde ve yerde onun ağırlığı dayanılacak gibi değildir. O size ansızın gelecektir.” de. Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun(tümüyle-tam mânâsı haberdarmışsın) gibi, sana soruyorlar. “Onunla ilgili bilgi ALLAH katındadır. Fakat insanların çoğu bilemeyecekler!.” De!.” (A’râf 7/187)

Bazıları da: HAFiyy Lafzını, i’tinâ mânâsı taşıyan HAFîyy Kelimesinin kökünden geldiğini söylemişlerdir. Bu mânâya göre, Resûlüllah sallallâhü ve sellem Efendimiz; Müslümanların işini görmeye, Tevhid Ehli kimselerin yararlı hale gelmelerine, dine yardım etmekte ve kâfirlerle mücâdele işinde tam mânâsı ile i’tinâ edip ziyâde ihtimam gösterdikleri için, pâk isimlerine HAFî aleyhisselâm denildi..


Resim
El HAFî celle celâluhu.:

El HAFî.: Tüm Yarattıklarıyla/İnsÂN-CîNLerLe/KuLLarıyLa Mükemmel bir hassasiyetle ilgilenen, bu alâka ve ihtimam ile kulunu en hassas bilgilerle sonuna kadar hafiye gibi =>Her YeRde HeR ÂNda HeR HÂLde HeR Nefeste Sonuna kadar izleyen =>Eşsiz ve Benzersiz Mutlak, Sonsuz İZLEyici OLan ALLAHu zü’L-CeLÂL..

HAFîyy.: Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.
HAFîyye.: Saklı ve gizli şeyleri araştıran..
HAFîyyen.: Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak..


El-Hafî İsmi, Kur'ÂN-ı Kerîmde ALLAHu zü’L- CeLÂL’e isnadla müstakil olarak ve isim formuyla Meryem Sûresi 47. âyette geçer.


قَالَ أَرَاغِبٌ أَنتَ عَنْ آلِهَتِي يَا إِبْراهِيمُ لَئِن لَّمْ تَنتَهِ لَأَرْجُمَنَّكَ وَاهْجُرْنِي مَلِيًّا
“Kâle e râgıbun ente an âlihetî yâ ibrâhîm (ibrâhîmu), lein lem tentehi le ercumenneke vehcurnî meliyyâ (meliyyen).: (İbrâhîm (aleyhisselâm)'ın babası şöyle) dedi.: “Ey İbrâhîm! Sen, benim ilâhlarıma rağbet etmiyor musun (kıymet vermiyor musun)? Eğer sen, (bundan) vazgeçmezsen mutlaka seni taşlarım ve uzun müddet benden uzaklaş.” (Meryem 19/46)

قَالَ سَلَامٌ عَلَيْكَ سَأَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبِّي إِنَّهُ كَانَ بِي حَفِيًّا
“Kâle selâmun aleyk (aleyke), se estagfiru leke RABBî, innehu kâne bî hafiyyâ (hafiyyen).: “Sana (senin üzerine) selâm olsun.” dedi. Senin için RABBimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana iyi davranır. (beni adım adım mükemmel izleyendir (El-Hafî).” (Meryem 19/47)

وَأَعْتَزِلُكُمْ وَمَا تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ وَأَدْعُو رَبِّي عَسَى أَلَّا أَكُونَ بِدُعَاء رَبِّي شَقِيًّا
“Ve a’tezilukum ve mâ ted’ûne min dûnillâhi ve ed’û RABBî, asâ ellâ ekûne bi duâi RABBî şakıyyâ (şakıyyen).: Ve ben, sizden ve ALLAH'tan başka DUÂ ettiğiniz şeylerden ayrılıyorum. Ve RABBime DUÂ ediyorum. Umulur ki (inşaallah), (bu) DUÂ larla ben, RABBime şâkî olmam.” (Meryem 19/48)

Babası İbrahîm aleyhisselâm’ı imânından dolayı sâhibsiz ve yüz üstü bırakmıştır. O’da sonunda doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalır.
HANîF DÎNin TEVHiDin TeMeL İLKesi;
İLÂHLığı =>ALLAH’a,
KULLuğu =>ALLAH’a,
HESÂBını =>ALLAH’a TAHsiS-TEVHiD DÂVÂsı uğruna hicretin tozlu yoluna koyulmuştur..
Hafî İsminin mânâsı işte tam bu noktada mânâ kazanır.
ALLAH celle celâlihu için Hicret eden İbrahîm aleyhisselâm’a.: “Baban seninle ilgilenmeyip seni yüzüstü bıraktı. Fakat bu seni üzmesin. Zirâ babanda bir kuldur ve onun kendisi de ilgiye muhtaçtır. Üzülme! Bundan böyle seninle el Hafî olan ALLAH celle celâlihu ilgilenecektir. Üstelik sonuna kadar ilgilenecektir..”

İnsân=>Toprak->Ateş->Su->Hava Unsurlarında RABBimiz TeALÂ’nı ELLeriyle YARATıLıp =>İdeal bir kıvam vermiştir. İnsan mayasına konulan bu "Ahsen-i Takvîm"Le ALLAH celle celâlihu’ya Şehâdet Şerefine MuhaMMedî Gayretiyle ERecektir.. Kendi KİMLik ve KiŞiLiğine =>Fıtraten =>Edeb ->İlim ->İrade ->İdrak ile =>Tahkik İmânın =>Sâlih Ameliyle =>Şehâdet Şerefine ERişecektir..
KeLâMuLLAh’ı DUYup=>RASûLuLLAH’a Uyması İçin=>Beden->NEFis->Kalb->RÛH Sâhibi Mükerrem KILınmış ve =>HaLifesi SEÇilmiştir...
İlk Nefesten Son Nefese Kadar Hakkı ve Hayrı TERCiH etmemizi EMRetmiş ve RAHmetiyLe İlgi ve ALâkasını esirgememiştir.. HamdoLsun!.

Resim

Resimde bebekliğimizden yaşlılığımıza kadar geçen süreci ve her yaşın kendisine uygun iklimini renkleri kullanarak vermeye çalıştık. El Hafî olan RABBimizin bizimle sürekli ilgilendiğini, doğumdan ölüme kadar hatta âhirette de sürekli bizi izlediğini ayrıca el Hafî olan ALLAH celle celâlihu’yaa imân eden kişinin hayatta hiç yalnız ve kimsesiz kalmayacağını ıssız bir orman havası içinde göğe el Hafî lafzını yazarak anlatmaya çalıştık.. Sözün özü el-Hafî olan RABBimiz bizim üzerimize titriyor ya biz ne yapıyoruz?!.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 258-) VELÎ sallallahu aleyhi vesellem.


Resim 259-) MEVLÂ sallallahu aleyhi vesellem.

MEVLÂ-VELî sallallahu aleyhi vesellem.:
Sâhib, mâlik, nâsir, mûin/yardımcı, dost/SEVen ve yardım eden, mütevelli/herşey O'nunla yürüyen. Her şeye her şeyden daha yakîn olup her işlerini üzerine alıp icrasını yüklenen, muhafaza eden, kullarının Dostu, Yâri, Yardımcısı, Sâhibi, Mevlâsı ve Velîsi olan ALLAHu zü’L-CeLÂL’in =>EL VELî celle celâlihu ve EL MEVLÂ İsminin MutLak; Mazharı, Menbağı, Mecrağı ve Mansabı olan ReSûLuLLAH
sallallahu aleyhi vesellem..


"Velâyet, Müvalat, Velâ" (Yakınlık, dostluk) anlamına gelen bu kelimelerdendir. Velâyetin zıddı, "adavet" gelir. "Velâyet" mastarından sıfatı ise; çoğulu "evliyâ" olan el-Velîyyü ile çoğulu "mevâli" olan Mevlâ şeklinde gelir..

Velî =>Sözlük olarak; arkadaş, dost, akraba, yakın, komşu, destekçi, sorumlu, hâmi, amcaoğlu, ALLAH’ın Dostu gibi anlamlara gelir.
(Yahya b. Selâm b. Ebî Sa‘lebe el-Kayrevanî, Tefsîr-ü Yahya b. Selâm, Thk. Dr. Hind Çelebî, [et-Tab’atü’l-Ûla. Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye ts.], , c. I, s. 188.)

Velî =>Velâyeti altındaki insanı korur, menfaatini gözetir, onun yardımcısı olur, tarafını tutar, onu sâhiplenir ve gerektiğinde temsil eder. Bu âyette ALLAH, îmâna bağlı velâyet çerçevesine kendisini de dâhil etmektedir.


وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Vel mu’minûne vel mu’minâtu ba’duhum evlîyâu ba’din, ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yukîmûnes salâte ve yu’tûnez zekâte ve yutîûnallâhe ve resûlehu, ulâike se yerhamuhumullâh (yerhamuhumullâhu), innallâhe azîzun hakîm(hakîmun).: Ve mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirlerinin dostlarıdır (velileridir). Ma'ruf ile emreder (İyiliği emreder) ve münkerden nehyederler (kötülükten sakındırırlar) ve namazı ikâme ederler ve zekâtı verirler. ALLAH ve O'nun resûlüne itaat ederler. İşte onlar, ALLAH, onlara rahmet edecek. Muhakkak ki ALLAH; Azîz'dir, Hakîm'dir.” (Tevbe 9/71)

Mevlâ ise; ALLAH, dost, efendi, sâhib, arkadaş, yardımcı, velî, vasi, köle gibi anlamlara gelir. Her iki kelimenin zıt anlamlısı, adüvv/düşman olarak gelir. Velî kelimesi, Kur’ÂN-ı Kerim’de tekil olarak 44 âyette, çoğul olarak ise, 42 âyette geçmektedir.
MevLâ kelimesine gelince, tekil olarak 17, çoğul olarak da 3 âyette geçmektedir ki, DOST anlamında;


إِن تَتُوبَا إِلَى اللَّهِ فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُمَا وَإِن تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَإِنَّ اللَّهَ هُوَ مَوْلَاهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلَائِكَةُ بَعْدَ ذَلِكَ ظَهِيرٌ
“İn tetûbâ ilâllâhi fe kad sagat kulûbukumâ, ve in tezâherâ aleyhi fe innallâhe huve MEVLÂhu ve cibrîlu ve sâlihu’l- mû’minîn (mû’minîne), ve’l- melâiketu ba’de zâlike zahîr (zahîrun).: Siz ikiniz (zevceleri) deALLAH'a tövbe etseniz (ki, mutlaka etmelisiniz). Çünkü ikinizin de kalbi kaymıştı. Ve eğer O'na (Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e) karşı yardımlaşırsanız, o takdirde muhakkak ki ALLAH, O; O'nun (Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in) MEVLÂsı'dır, Cibril (aleyhisselâm) ve mü'minlerin sâlih olanları ve bunlardan başka Melekler de O'na zâhirdirler (yardımcıdırlar).” (Tahrîm 66/4)

هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلَّهِ الْحَقِّ هُوَ خَيْرٌ ثَوَابًا وَخَيْرٌ عُقْبًا
“Hunâlike’l- VELÂYetu lillâhi’l- hakk (hakkı), huve hayrun sevâben ve hayrun ukbâ (ukben).: İşte burada VELÂYEt (yardım, dostluk) ALLAH'a ait bir haktır. O (ALLAH), sevâb (mükâfat) açısından da akıbet (sonuç) açısından da hayırlıdır.” (Kehf 18/44)

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ آوَواْ وَّنَصَرُواْ أُوْلَئِكَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يُهَاجِرُواْ مَا لَكُم مِّن وَلاَيَتِهِم مِّن شَيْءٍ حَتَّى يُهَاجِرُواْ وَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ إِلاَّ عَلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُم مِّيثَاقٌ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“İnnellezîne âmenû ve hâcerû ve câhedû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâhi vellezîne âvev ve nasarû ulâike ba'duhum EVLİYÂu ba'dın, vellezîne âmenû ve lem yuhâcirû mâ lekum min VELÂYEtihim min şey'in hattâ yuhâcirû, ve inistensarûkum fî’d- dîni fe aleykumu’n- nasru illâ alâ kavmin beynekum ve beynehum mîsâk (mîsâkun), vALLÂHu bimâ ta'melûne BASÎR (basîrun).: Gerçek şu ki, imân edenler, hicret edenler ve ALLAH YOLU’nda mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin VELÎsi olanlar bunlardır. İmân edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiç bir şeyle VELÂYEtiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. ALLAH, yaptıklarınızı görendir.” (Enfâl, 8/573)

Farsça’da “seven, sevgili, yâr” anlamındaki dôst kelimesinden gelen dostluk İslâmî literatürde sadâkat, uhuvvet, meveddet, sohbet gibi değişik kelimelerle ifade edilmiş, ayrıca velî ve refîk kelimeleri başka anlamları yanında “dost” mânasında da kullanılmıştır. Kur’ÂN-ı Kerîm’de bu anlamda en çok geçen kelime velîdir. Velî tekil ve çoğul olarak (evliyâ) yer aldığı seksen yedi âyetin kırk altısında ALLAH’ın insanlara dostluğu (meselâ bk. en-Nisâ 4/45, 75, 119, 123, 173), iki âyette insanların ALLAH’a dostlukları (Yûnus 10/62; el-Cum‘a 62/6), on âyette insanlarla şeytan arasındaki dostluk (meselâ bk. en-Nisâ 4/76; el-A‘râf 7/27, 30), diğerlerinde ise iyi veya kötüler arasındaki dostluklar (meselâ bk. en-Nisâ 4/139, 144; el-Enfâl 8/72) için kullanılmıştır. Bu âyetlerin çoğunda insanlara, müminlere ve Peygamber’e yardımcı olacak, onları koruyacak, bağışlayacak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak olan gerçek dostun ALLAH olduğu, insanların bu anlamda ALLAH’tan başka dostları bulunmadığı ifade edilmekte, böylece onların gerçek ve ebedî dost olarak ALLAH’ı bilmeleri, O’na dayanıp güvenmeleri öğütlenmektedir. Ayrıca dinî ve ahlâkî zihniyetin beşerî ilişkiler üzerindeki etkileri dolayısıyla kâfirlerin, zalimlerin, yahudi ve hıristiyanların sadece birbirlerinin ve şeytanın dostları olabilecekleri bildirilir; “Sizin dostunuz ALLAH, O’nun elçisi (Hz. MuhaMMed) ve iman edenlerdir” denilir (el-Mâide 5/55). Başka bir âyette, “Ey inananlar! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost kabul etmeyiniz” (et-Tevbe 9/23) meâlindeki ifadelerle dostlukların tesisinde kan bağı yerine inanç birliğinin esas alınması gerektiği vurgulanmıştır..


إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ
“İnnemâ veliyyukumullâhu ve resûluhu vellezîne âmenullezîne yukîmûnes salâte ve yu’tûnez zekâte ve hum râkıûn (râkıûne).: Sizin dostunuz (veliniz), ancak ALLAH, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir.” (Mâide 5/55)

وَمَن يَتَوَلَّ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ فَإِنَّ حِزْبَ اللّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ
“Ve men yetevellallâhe ve resûlehu vellezîne âmenû fe inne hızbellâhi humul gâlibûn(gâlibûne).:
Kim ALLAH'ı, Resûlü'nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, ALLAH'ın taraftarlarıdır.”
(Mâide 5/56)


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ آبَاءكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاء إَنِ اسْتَحَبُّواْ الْكُفْرَ عَلَى الإِيمَانِ وَمَن يَتَوَلَّهُم مِّنكُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettehızû âbâekum ve ihvânekum evliyâe inistehabbûl kufre alâl îmâni, ve men yetevellehum minkum fe ulâike humuz zâlimûn(zâlimûne).: Ey iman edenler, eğer imana karşı inkârı sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler (dostlar) edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir.” (Tevbe 9/23)

Hicretin bir anlamı da ilişki kesmek olduğuna göre, bir mü’min olarak ALLAH ve RESULÜne karşı savaş açmış olan müşriklerle olan ilişkiyi kesmemek, onların yaptıklarını tasvib etmek anlamına gelir. ALLAH TEÂLÂ, bu âyetle, Resul-i Ekrem aleyhisselâm ve mü’minlerle beraber ortak tepki anlamına gelen hicret olayına katılmayan müslümanlarla, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile beraber hicret eden Mü’minlerle hiçbir yakınlık ve DOSTLuklarının kalmayacağını ihtar etmektedir. Samîmi olmak, yardımcı olmak, yol gösterici olmak dostluğun gereği olduğundan, bu kavram Kur’ÂN-ı Kerim’de, daha çok yardımcı anlamına gelen “Nasîr” şefaatçi anlamına gelen “şefi’” yol gösterici anlamına gelen “mürşid” gibi kavramlarıyla birlikte yer almaktadır.
Velî ve Mevlâ kelimeleri, aynı zamanda, ALLAH TEÂLÂ’nın Esmî-i Hünâsındandır..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e.: “ALLAH Dostları kimlerdir?” diye sorulduğunda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Görüldükleri zaman ALLAH hatıra gelen kimselerdir.” buyurmuştur.
(Heysemî, Mecmeu’z-zevâid,8/99)

Hoştur Bana SENden GeLen,
Ya HiL’atu Yâhud Kefen,
Ya Gonca GüL Yâhud Diken,
Lütfun da Hoş Kahrın da Hoş!.

İbrâhim et-Tennurî..

ALLAHu zü’L- CeLÂL’den gelen Lütuf ve Kahır bir mü’min için aynı ise işte o zaman o Velîyyullah’tır. VeLîyi Hass’tır. Değilse ALLAH celle celâlihu’nun korumasında olan GeNeL VELÎLer’dendir.. kaddesallahu sırrahum
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 260-) MUTÎ’ sallallahu aleyhi vesellem.

MUTÎ’ sallallahu aleyhi vesellem.:
ALLAHu zü’L- CeLÂL’in bütün emirlerine baş eğip uymuş, yasaklarından kaçınan itaat eden, ÜMMetinin Emirlerine uygun düşen hâl ve hareketlerini onaylayan ReSûLuLLAH
sallallahu aleyhi vesellem..


MUTÎ῾.: İtaatlı, baş eğen, isyan etmeyen..

إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ
“İnnî lekum resûlun emîn (emînun).: Muhakkak ki BEN, sizin için emin bir RESÛLüm.” (Şu’arâ 26/178)

فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ
“Fettekullâhe ve etîûn (etîûni).: Öyleyse ALLAH'a karşı takvâ sâhibi olun (ALLAH'a ulaşmayı dileyin). Ve bana itaat edin (bana tâbî olun).” (Şu’arâ 26/179)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

261-)NÂTIK sallallahu aleyhi vesellem.

NÂTIK sallallahu aleyhi vesellem.: Çok güzel ve beliğ/meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmağa muktedir, konuşması, açık net, anlaşılır, akla uygun, hâtib ve konuşma yetisine sâhib olan evvel ve âhir güzel isim ve ahlâkı kendisinde cem' edilen =>Câmiu’l-Kelim.. Câmiu’l-Kelâm .. Cevâmiu’l-Kelim.. olan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem.

Nutk.: (Nutuk) Söyleyiş, söyleme kabiliyeti, konuşma, hitabet. Dervişlerce büyüklerin manzum sözleri..
Nâtık.: Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyân eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen..
Nâtıka.: (Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Güzel konuşabilme kabiliyeti..
Nâtıkıyyet.: Konuşmaklık, söz söylemeklik..

وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
“Ven necmi izâ hevâ.: Battığı zaman yıldıza andolsun ki;” (Necm 53/1)

مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
“Mâ dalle SÂHiBukum ve mâ gavâ.: Sahibiniz (arkadaşınız olan peygamber) sapmadı ve azmadı.” (Necm 53/2)

وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
“Ve mâ yentıku anil hevâ.: Ve O, hevâsından (kendiliğinden) konuşmaz.// Size tebliğ ettiği Kur’ÂN ve açıklamaları, sünneti, arzu ve meyillerine göre, MuhaMMed’in, aklıyla, mantığıyla düzenlediği sözler-bilgiler değildir.”(Necm 53/3)

Câmiu’l-Kelim..
Câmiu’l-Kelâm..
Cevâmiu’l-Kelim..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, diğer Peygamberlerden farklı olarak sadece kendisine verilen özellikleri saydığı bir hadislerden;

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ben cevâmiu’l-kelim ile gönderildim.” buyurmuştur.
(Buhârî, Cihâd, 122, Taʿbîr, 22, İʿtiṣâm, 1; Müslim, Mesâcid, 6)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bana cevâmiu’l-kelim verildi.” buyurmuştur.
(Müslim, Mesâcid, 5, 7-8, Eşribe, 71)


Câmiu.: Cem'edici, toplayıcı, içine alan. Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan. Resûl-i Ekrem Sleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel ve âhir güzel isim ve ahlâkı kendisinde cem'ettiğinden dolayı ona verilen bir isimdir
Cevâmiu’l-Kelim.: Lâfızları az, mânâsı çok kelâmlar, sözler, ibâreler..


Ebedî Saâdet Rehberimiz ve emsâlsiz örnek şahsiyet Hazret-i MuhaMMed Mustafâ sallâllâhu aleyhi ve sellem zarûret olmaksızın ve sevâbını umduğu meseleler hâricinde konuşmazdı. Konuşması Müslümanlara faydalı olacak, onları birbirine ısındıracak, aralarındaki tefrikayı ve soğukluğu giderecekse konuşurdu. Konuşma hâlinin zikir olmasına dikkat ederdi. Yüksek sesle konuştuğu aslâ görülmezdi. Kısa ve özlü konuşur, sözü lüzumsuz yere uzatmazdı..

Cuma ve Bayram Hutbelerini de ölçülü tutar, ne çok uzatır, ne de anlaşılmayacak derecede kısaltırdı. Bu sebeple, kendisini dinleyenler, son derece canlı ve uyanık olur, sanki başlarında bir kuş varmış da kıpırdasalar uçuverecekmiş gibi huzur ve heyecan hâlinde bulunurlardı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in mübârek ağzından çıkan nasihatleri tefekkür ve idrâk eder, hattâ ezberleyip birbirlerine tekrar ederlerdi.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, az sözle çok şey ifâde etme (cevâmiü’l-kelim) üslûbunu tercih ederdi. Ancak bunu yaparken, insanların anlama kâbiliyetini mutlaka hesâba katardı. Anlaşılmayacak şeyler söylemezdi. Herkes söylenenden ders alırdı.
Konuşması son derece tatlı ve gönül okşayıcı, kelimeleri net, ne fazla ne de eksik idi. Tane tane konuşur, her cümlesi, dinleyenler tarafından rahatça anlaşılırdı.
Enes radıyallahu anh’ın haber verdiğine göre; Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, sözünün iyi anlaşılması için konuşmasını üç defâ tekrarlardı. Bir topluluğun yanına varıp onları selâmlayacağı zaman, üç defâ selâm verirdi. (Buhârî, İlim 30, İsti’zân 13)


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا
“Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe ve kûlû kavlen sedîdâ (sedîden).: Ey iman edenler! ALLAH'a karşı takva sahibi olun ve sedîd (doğru) söz söyleyin!”(Ahzâb 33/70)

يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَن يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا
“Yuslıh lekum a’mâlekum ve yagfir lekum zunûbekum, ve men yutıillâhe ve resûlehu fe kad fâze fevzen azîmâ (azîmen).: (Böylece) sizin için amellerinizi ıslâh etsin (sâlih amele çevirsin). Günahlarınızı mağfiret etsin (sevâba çevirsin). Ve kim, ALLAH'a ve O'nun Resûl'üne itaat ederse, o takdirde fevzü’l- azîm (en büyük mükâfat) ile kurtulmuş olur.”(Ahzâb 33/71)

وَلَا تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنِّي فَاعِلٌ ذَلِكَ غَدًا
“Ve lâ tekûlenne li şey'in innî fâılun zâlike gadâ (gaden).: Bir şey hakkında.. “Ben, bunu yarın mutlaka yapacağım!.” deme.”(Kehf 18/23)

مَا يَلْفِظُ مِن قَوْلٍ إِلَّا لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ
“Mâ yelfızu min kavlin illâ ledeyhi rakîbun atîdun.: Bir söz söylenmez ki, onun yanında hazır gözetleyiciler (tarafından tespit edilmiş) olmasın.// İnsanın ağzından çıkan her söz ve işlediği ameller, kesinlikle, yanında kendisine gözcülük eden ve hazır bulunan Zabıt Kâtibi Melek tarafından, zapta geçirilir.”(Kâf 50/18)

إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ وَاذْكُر رَّبَّكَ إِذَا نَسِيتَ وَقُلْ عَسَى أَن يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَذَا رَشَدًا
“İllâ en yeşâALLAHu vezku’r- RABBeke izâ nesîte ve kul asâ en yehdiyeni RABBî li akrabe min hâzâ reşedâ (reşeden).: Ancak: "ALLAH dilerse" (inşallah yapacağım de). Unuttuğun zaman RABBini zikret ve de ki.: "Umulur ki, RABBim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip iletir."(Kehf 18/24)

İnsanları Hakka ve Hayra dâvet ederken ve onlara İslâm’ı tebliğ ederken güzel öğütlerle, hikmetli söz ve misâllerle konuşmak, Peygamber Efendimiz’in üslûbu idi. Bütün insanları kuşatan engin merhametiyle O, iyilik, hidâyet, kurtuluş, fazîlet ve insanlık adına, tatlı tatlı, ağır ağır yağan yağmur gibi, gönülleri yeşertirdi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, koyduğu kâideleri en açık delillerle sağlamlaştırır, en özlü hikmetlerle açıklardı. Bir suâl tevcih edildiğinde, verdiği cevap çok net olur, kendisiyle mücâdele edildiğinde, getirdiği deliller sapasağlam ve açık olurdu.

Ebedî Saâdet Rehberimiz ve emsâlsiz örnek şahsiyet Hazret-i MuhaMMed Mustafâ sallâllâhu aleyhi ve sellem zarûret olmaksızın ve sevâbını umduğu meseleler hâricinde konuşmazdı. Konuşması Müslümanlara faydalı olacak, onları birbirine ısındıracak, aralarındaki tefrikayı ve soğukluğu giderecekse konuşurdu. Konuşma hâlinin zikir olmasına dikkat ederdi. Yüksek sesle konuştuğu aslâ görülmezdi. Kısa ve özlü konuşur, sözü lüzumsuz yere uzatmazdı.

Cuma ve Bayram Hutbelerini de ölçülü tutar, ne çok uzatır, ne de anlaşılmayacak derecede kısaltırdı. Bu sebeple, kendisini dinleyenler, son derece canlı ve uyanık olur, sanki başlarında bir kuş varmış da kıpırdasalar uçuverecekmiş gibi huzur ve heyecan hâlinde bulunurlardı. Efendimiz’in mübârek ağzından çıkan nasihatleri tefekkür ve idrâk eder, hattâ ezberleyip birbirlerine tekrar ederlerdi.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, az sözle çok şey ifâde etme/Cevâmiü’l- Kelim Üslûbu'nu tercih ederdi. Ancak bunu yaparken, insanların anlama kâbiliyetini mutlaka hesâba katardı. Anlaşılmayacak şeyler söylemezdi. Herkes söylenenden ders alırdı.
Konuşması son derece tatlı ve gönül okşayıcı, kelimeleri net, ne fazla ne de eksik idi. Tane tane konuşur, her cümlesi, dinleyenler tarafından rahatça anlaşılırdı.:

Hazret-i Âişe radıyALLAHu anhâ.: “Resûlullah’ın konuşması, herkesin anlayacağı şekilde açık ve netti.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 18/4839)

Hazret-i Âişe radıyALLAHu anhâ.: “Resûlullah sizin yaptığınız gibi çabuk çabuk konuşarak sözlerini arka arkaya sıralamazdı.” buyurmuştur. (Buhârî, Menâkıb, 23)

Resûlullah’ın konuşması her dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği şekilde açıktı.. (Ebû Dâvûd, Edeb, 18)
Konuştuğu zaman onun kelimelerini saymak isteyen sayabilirdi.. (Buhârî, Menâkıb, 23)
İyice anlaşılmasını istediği kelime ve cümleleri, üç kere tekrar ederdi.. (Tirmizî, Menâkıb, 9)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Şüphesiz ki ALLAH TeÂLÂ, sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat paralayan kimselere buğz eder.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Edeb, 94)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yarım hurma vermek sûretiyle de olsa cehennemden korunun. Bunu da bulamayan (hiç olmazsa) güzel bir sözle cehennemden korunsun!” buyurmuştur.
(Müslim, Zekât, 68)

Bir hâdiseyi anlatmak için, yaşça en küçük olan Abdurrahman bin Sehl ilk önce söze başlayınca, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz.: “Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurmuş, bunun üzerine olayı büyükler anlatmıştır.
(Buhârî, Cizye, 12)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH’ı zikretmeksizin çok konuşmayın! ALLAH’ın zikri dışında çok söz söylemek kalbi katılaştırır. Katı kalbli olanların ise ALLAH’tan en uzak kimseler olduğunda şüphe yoktur.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Zühd, 62)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH’a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!” buyurmuştur.
(Buhârî, Edeb, 31, 85)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” buyurmuştur.
(Buhârî, Rikâk, 23)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsan sabahlayınca, bütün âzâları dile mürâcaat eder ve (âdeta ona).: “Bizim haklarımızı korumakta ALLAH’tan kork!. Biz ancak senin söyleyeceklerinle cezâ görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.” derler.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Zühd, 61)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

262-)MEKKî sallallahu aleyhi vesellem.

MEKKî sallallahu aleyhi vesellem.: Mekke’de doğmuş olan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem.


Resim

263-)MEDENî sallallahu aleyhi vesellem.

MEDENî sallallahu aleyhi vesellem.: Mekke’den Hicret edib ömrünün son on yılını Medine’de yaşamış olan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in isimlerinden birisi olan "Mekkî" tâbiri ile ilgili olarak Kur'ÂN-ı Kerîmde Fetih Sûresinde;


وَهُوَ الَّذِي كَفَّ أَيْدِيَهُمْ عَنكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ عَنْهُم بِبَطْنِ مَكَّةَ مِن بَعْدِ أَنْ أَظْفَرَكُمْ عَلَيْهِمْ وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا
“Ve huvellezî keffe eydiyehum ankum ve eydiyekum anhum bi batni MEKKEte min ba’di en azferekum aleyhim ve kânallâhu bi mâ ta’melûne basîrâ (basîran).: Ve sizi, Mekke'nin ortasında onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, onların ellerini sizden ve sizin ellerinizi onlardan çeken O'dur. Ve ALLAH, yaptıklarınızı görendir.” (Feth 48/24)

Mekke.: Hicaz'da Kâbe'nin bulunduğu en mukaddes şehrin ismidir. Aynı zamanda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in doğduğu şehirdir..
Mekke-i Mükerrem.: İlk ismi Mekke olan bu şehire, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in gelmesi ve Mukaddes Kâbe'nin putlardan temizlenmesi ile Mükerrem Mekke mânâsında bu isim verilmiştir..
Mekkî.: Mekke'den olan. Mekke'ye dâir ve mensub. Mekke'de ve Harem bölgesinde, “Mîkat” sınırları içerisinde yaşayan kimselere.
* Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in DOĞduğu ve Medine’ye hicretinden önceki dönemde Mekke’de nâzil olan sûre ve âyetler için de kullanılmaktadır.. (Kastalânî, Mevâhibü’l-Ledüniyye Tercemesi, Meâlimü’l-Yakîn, 210)
Mekke'de nâzil olan âyet veya sûre.. 114 sûreden 82'i Mekkî, 20'si Medenî 12 tanesi de kesin değildir..

Medine.: Şehir. * Hicazda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in türbesi bulunan şehirdir. Buranın İslâmiyyetten evvel ismi "Yesrib" idi..
Medine-yi Münevvere.: Nurlu, nurlanmış şehir..
Medinetü’n-Nebî.: Eski ismi Yesrib olan ve Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in türbesinin bulunduğu Medine Şehri.
Medenî.: Medineli. Şehirli. * Kur'aÂN-ı Kerimin Medine şehrinde nâzil olan âyet ve sûreleri..


وَجَاء مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ
“Ve câe min aksa’l- medîneti raculun yes’â kâle yâ kavmittebiû’l- murselîn (murselîne).: Ve şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi.: "Ey kavmim, (size) gönderilmiş olan Resûllere tâbî olun!" dedi.” (Yâsîn 36/20)

Kur'ÂN-ı Kerîm'in hicretten önce nâzil olan âyet ve sûrelerine Mekkî, hicretten sonra nâzil olan âyet ve sûrelerine Medenî denilir..
Tebliğ açısından da bu farklılığı görmek mümkündür. Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Mekke'de İslâm'ı yaymaya başlayınca, karşısında Mekke Toplumunu bulmuştur. Mekke Toplumu, alışmadığı, bilmediği yeni bir durumla karşılaşmış ve kendisine oldukça yabancı olan bu durumu kabullenmek istememiştir. Bunun yanında bu toplumun içinde son derece edebî açıdan üstün insanlar da vardı. Dolayısıyla Kur' ÂN -ı Kerîm bunlara da hitab edecekti. Fakat bu toplum aynı zamanda müşrik ve putperest bir toplumdu. Kur' ÂN-ı Kerîm bunlara da hitab etme durumunda ve bu şirk ve putperestlikten onları temizleme mecburiyeti ile karşı karşıya idi. Bundan dolayı Mekkî âyetler kısa, ifdeler veciz, tabirleri hararetli ve vurguludur.
Medinede ise, Kur' ÂN'ın muhatapları Müslümanlar ve Müslüman görünümünde münafıklar, Ehl-i Kitap olan Yahudiler ve Hristiyanlar olduğundan, âyetler onlara hitab eder bir şekilde geldi...
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in 23 yıllık Peygamberlik hayatının 13 yılı Mekke’de, 10 yılı ise Medine’de geçmiştir. Tefsir İlminde üzerinde ittifak edilen kanaate göre, Peygamberimizin Medine’ye hicret etmesinden önceki 13 yıl içersinde Mekke'de indirilen surelere Mekkî Sûreler, Mekke toprağında indirilmiş olsa bile hicretten sonra indirilen sûrelere ise, Medenî Sûreler adı verilmiştir..
Mekke’de indirilen sureler, denilebilir ki, önemli bir eğitim öğretim programını içermektedirler. Bu dönemde, emsalsiz bir eğitimci olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in uyguladığı mükemmel bir eğitim öğretim programıyla inananlar, insanî kimliklerinde yüceltilmiş ve onların İslâm ile özdeşleşen mü’min kişilikleri derece derece geliştirilip inşâ edilmiştir. Bu dönemde en fazla ve sık olarak hak-batıl, iman-küfür, tevhid-şirk, adalet-zulüm, güzel ahlâk- kötü ahlâk, yükümlülükler-sorumluluklar, sevab-cezâ, cennet-cehennem konuları üzerinde durulmuş ve mü'minlerin HAKk’a bağlılık, gerçek iman ve İslam, Tevhid bilinci, hukuka saygı, adalet, güzel ahlâk, görev ve sorumluluk bilincinin kabullenilip özümsenilmesiyle yepyeni bir toplum, İslâm toplumu ortaya çıkartılmıştır. Medine’de indirilen sûrelerle de sahabedeki bu insanî kimlik ve mü’min kişilik, ortamın ağır şartları ve ahkâm ayetleriyle daha da pekiştirilip sarsılmaz hâle getirildi..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

264-)EBTAHî sallallahu aleyhi vesellem.

EBTAHî sallallahu aleyhi vesellem.: Bathâ’nın Efendisinin OğLu ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..

“Ebü’l-Bathâ” künyesiyle anılan Dedesi Abdülmuttalib’in =>Bathâ’nın Efendisinin OğLu olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem..

Bathâ
بطحى .: Ebtah'ın diğer adı olan Bathâ aynı zamanda Mekke'nin isimlerinden biridir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in Dedesi Abdülmuttalib "Ebü'l-Bathâ" künyesiyle anılmaktadır.

Bath.: (c.: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı..
Bathâ.: Çakıllı, taşlı büyük dere. Dağ arasındaki dere. Mekke-i Mükerreme'nin eski bir ismi. Kamışlık ve sazlık yer..
Ebtah.: (c.: Ebâtih) Kumlu ırmak ve dere..
Ebü'l-Bathâî.: Ebü'l-Bathâ’nın torunu olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem..


“Abtah”, Arapça’da =>“Kumlu, çakıllı dere, suyun yayılarak aktığı geniş tabanlı vâdi” anlamında kullanılan bir isimdir.
“Bathâ” da aynı mânaya gelmektedir. Bazı dilcilere göre ise Ebtah kelimesi, kökünde bulunan “yüzükoyun yere atmak, yüzüstü bırakmak” şeklindeki bir anlamı sebebiyle Âdem aleyhisselâm’in yeryüzüne indirildiği mevki’in adı olmuştur.

Ebtah’ın diğer adı olan Bathâ aynı zamanda Mekke’nin isimlerinden biridir. Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’in “Ebü’l-Bathâ” künyesiyle anıldığı, kendisinin de “Bathâ’nın efendisinin oğlu” olduğunu söylediği nakledilmektedir. (Nüveyrî, XVI, 40-42).

Ebtah’ın =>Mekke ile Minâ arasında bulunduğu kesindir.
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in, dedesi Abdülmuttalib’e mensubiyeti ve Bathâ’da konaklamış olması dolayısıyla “EBTAHî” nisbesiyle anıldığı nakledilmektedir..

Ya‘kūbî’nin belirttiğine göre Resûl-i Ekrem Mekke’deki üç yıllık gizli dâvet dönemini Ebtah’ta sona erdirmiş ve açık dâvetini ilk defa orada yapmıştır.. (Târîh, II, 24)

"Batha" kelimesi sözlükte (iki dağ arasındaki) derin dere; suyun yayılarak aktığı kumlu, çakıllı ve geniş tabanlı dere mânâlarına gelmektedir. (Yakut, c. 1, s. 662.)

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve Batha.:
* Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu bölgede büyümüştür. (İbn-i Sa’d, c. 1, s. 76.)
* Cebrâil aleyhisselâm de ilk kez burada Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e nâzil olmuştur. (Taberî, c. 2, s. 305.)
* Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Gazve ve Hac dönüşlerinde defalarca Batha Bölgesinde namaz kılmıştır. (İbn-i Kesir, c. 5, s. 149.)
* Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu bölgede Havazin Kabilesinin üstüne gitmiştir. (İbn-i Sa’d, c. 2 (1), s. 111 - 112.)
* Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Mekke’nin fethedildiği gün de çadırını bu nâhiyede açmıştır. (Ezrakî c. 2, s. 130.)

Ebtah (Muhassab); Mekke ve Minâ arasında yer alan ve Medine Yolu üzerinde bulunan nâhiyenin ismidir. İslamî rivâyetlere göre, Âdem aleyhisselâm Cebrâil aleyhisselâm’in emriyle bu mekanda Şeytan’ı küçük taşla vurmuştur. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ceddi Abdulmuttalib’e de "Ebu’l Batha" ve "Seyyidu’l- Batha" denmesinin nedeni, onun Kussa ve Bettah’a müntesib olmasındandır..

Ebtah’ın diğer adı olan Bathâ aynı zamanda Mekke’nin isimlerinden biridir. Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’in “Ebü’l-Bathâ” künyesiyle anıldığı, kendisinin de “Bathâ’nın efendisinin oğlu” olduğunu söylediği nakledilmektedir (Nüveyrî, XVI, 40-42).
Câhiliye Döneminde Mekke ve Kâbe Reisliği konusunda çıkan anlaşmazlık üzerine Kureyş Kabilesiyle Huzâa ve Benî Bekr Kabileleri savaşmak üzere Ebtah’ta karşılaştılar. Her iki tarafın büyük kayıplar verdiği bu savaş, hakem olarak seçilen Ya‘mer b. Avf b. Kâ‘b’ın Mekke Emirliği ve Kâbe Reisliğini Kusay b. Kilâb’a vermesiyle sona erdi. Daha sonra hasım kabileler Mekke’den göç ettiler. Bu olaydan sonra Kureyş Kabilesi ikiye ayrıldı. Bir kısmını Kusay, Ebtah’a yerleştirdi =>bunlar Kureyşü’l-Bitah adıyla şöhret buldular. Diğerleri Mekke’nin dışında yerleştiler ve Kureyşü’z-Zevâhir diye tanındılar. (İbn Sa‘d, I, 68-71).
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in, Abdülmuttalib’e mensubîyeti ve Bathâ’da konaklamış olması dolayısıyla “EBTAHî” nisbesiyle anıldığı nakledilmektedir. Ayrıca Ya‘kūbî’nin belirttiğine göre Resûl-i Ekrem Mekke’deki üç yıllık gizli dâvet dönemini Ebtah’ta sona erdirmiş ve açık dâvetini ilk defa orada yapmıştır.. (Târîh, II, 24).
Hudeybiye Antlaşması’nı takib eden yıl Umretü’l-Kazâ için Mekke’ye gittiğinde Ebtah’tan başka hiçbir yerde konaklamadığı rivâyet edilir. Mekke’nin fethi sırasında da yine burada konaklamış ve İslâm’ı kabul eden Hind bint Utbe ve yanındaki kadınların biatını Ebtah’ta kabul etmiştir.
İbn Sa‘d’ın bildirdiğine göre Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, genellikle burada konaklardı. Nitekim Vedâ Haccını edâ ederek Minâ’dan dönerken.: “Biz yarın inşallah müşriklerin küfür üzere sözleştikleri Benî Kinâne Vâdisine ineceğiz” buyurmuş. (Müsned, II, 540; Buhârî, “Hac”, 45)
Ve aynı yerde konaklamış, bu arada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını orada kılmış, buna da “tahsîb” denmiştir. Abdullah b. Ömer =>Tahsîbi Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Sünneti olarak kabul etmiş, Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman da hac dönüşü tahsîb yapmış, İbn Abbas ve Âişe ise Resûl-i Ekrem’in ibâdet maksadıyla değil istirahat maksadıyla buraya indiğini söyleyerek tahsîbin sünnet olmadığını belirtmişlerdir.. (Buhârî, “Hac”, 147).
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

265-) El ARABÎ sallallahu aleyhi vesellem.

El ARABÎ sallallahu aleyhi vesellem.: Arap Kavmine mensub oLan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..

وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّهُمْ يَقُولُونَ إِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ لِّسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ إِلَيْهِ أَعْجَمِيٌّ وَهَذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُّبِينٌ
“Ve lekad na’lemu ennehum yekûlûne innemâ yuallimuhu beşer (beşerun), lisânullezî yulhıdûne ileyhi a’cemiyyun ve hâzâ lisânun arabiyyun mubîn (mubînun).: Ve andolsun ki Biz, onların.: “Fakat O'nu (Kur'ÂN-ı Kerim'i), ona şüphesiz bir beşer (insan) öğretiyor.” dediğini biliyoruz. Ona isnad ettikleri kişinin lisânı acemidir (Arapça değildir). Bu (Kur'ÂN-ı Kerim) lisânı ise apaçık Arapça'dır.” (Nahl 17/103)

بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ
“Bi lisânin arabiyyin mubîn (mubînin).: Apaçık bir Arap lisânı ile.” (Şu’arâ 26/195)


Resim

266-) El KUREYŞÎ sallallahu aleyhi vesellem.

El KUREYŞÎ sallallahu aleyhi vesellem.: Arap Kavminin Kureyş Kabilesine mensub oLan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..

لِإِيلَافِ قُرَيْشٍ
“Li îlâfi kureyş (kureyşin).: Kureyşin ülfetini (emin ve rahat olmalarını) sağladığı için.” (Kureyş 106/1)

إِيلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاء وَالصَّيْفِ
“Îlâfihim rıhlete’ş- şitâi ve’s- sayf (sayfi).: Onları, yaz ve kış yolculuklarında (göçlerinde) ülfet ettirdiği (emin ve rahat olmalarını sağladığı) (için).”(Kureyş 106/2)

فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هَذَا الْبَيْتِ
“Fel ya’budû RABBe hâze’l- beyt (beyti).: Artık bu Beyt'in (Kâbe'nin) RABBine kul olsunlar.”(Kureyş 106/3)

الَّذِي أَطْعَمَهُم مِّن جُوعٍ وَآمَنَهُم مِّنْ خَوْفٍ
“Ellezî at’amehum min cûın ve âmenehum min havf (havfin).: O ki, onları açlıktan doyurdu ve onları korkudan emin kıldı.”(Kureyş 106/4)


Resim

267-) El HÂŞİMÎ sallallahu aleyhi vesellem.

El HÂŞİMÎ sallallahu aleyhi vesellem.: Arap Kavminin Kureyş Kabilesi Hâşimî Soyuna mensub oLan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..


Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ikinci dedesi Haşim’in Yabancı Devletler nezdinde Kureyş’in elçisi olduğu ve Kureyş’in Şâm (Sûriye) tarafına düzenlediği seferlerinde Haşim’in başkanlık ettiği bilinmektedir..
(İbrahîm Sarıçam, Mustafa Öz, “Haşim”, DİA, XVI, İstanbul 1997, 403; İmam Kastalânî, Mevâhibü’l- Ledüniyye Tercemesi, 201)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:ALLAHu TeALÂ İbrâhîmoğullarından İsmâîl’i seçti. İsmâîloğullarından Kinâneoğullarını seçti. Kinâneoğullarından Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşimoğullarını seçti. Hâşimoğullarından Abdülmuttaliboğullarını seçti. Abdülmuttaliboğullarından da BENi seçti.” buyurmuştur.
(Müslim, Fedâil, 1; Tirmizî, Menâkıb, 1)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ben, Âdemoğulları’nın en hayırlı ve en temiz olanlarından, devirden devire, âileden âileye geçerek, nihâyet şu içinde bulunduğum âileden vücûda getirildim!” buyurmuştur.
(Buhârî, Menâkıb, 23)

esûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ben (geçmiş soyum itibariye her devirde) gayrimeşru değil, nikâh akdiyle evli olan kimselerin soyundan geldim. Câhiliye Dönemindeki gibi bir ilişkiden de gelmedim.” buyurmuştur.
(Beyhaki, Delailu’n-nübüvve, 1/118; Kenzu’l-Ummâl, 11/429-430)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Şu üç sebebden dolayı Arabı sevin.: Ben Arabım. Kur’ÂN Arapçadır ve CeNNet Ehlinin lisânı da Arapçadır.” buyurmuştur.
(Taberanî, Hâkim, İbni Asakir, Abdürrazzâk)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kureyş’i sevin. Çünkü ALLAHu TeALÂ, onları sevenleri sever.” buyurmuştur.
(Taberanî)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsanların iyisi Arap, Arabın iyisi Kureyş, Kureyş’in iyisi Beni Haşim’dir. Acemin iyisi Fars, Sudanlının iyisi Nube, malın hayırlısı mehirdir.” buyurmuştur.
(Deylemî)

Resim

Bütün kaynaklar Peygamberimizin, Adnan’a kadar olan atalarının gerek isimlerinde, gerek sıralarında, ittifak halinde bulundukları gibi Adnan’ın da, İsmâil b. İbrahîm aleyhumusselâm’in ÖZ be ÖZ soyundan geldiğinde de müttefiktirler. Peygamber Efendimizin on dokuzuncu kuşaktaki atası Maadd b. Adnan; İsâ aleyhisselâmın muasırı idi..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem /MuhaMMed b. Abdullah =>b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdumenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka’b b. Luey b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudâr b. Nizâr b. Maâd b. Adnân.”
Şeklinde saydığı ataları yaşadığı dönemin önde gelen saygın kişileriydi..

Bütün kaynaklar Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin, Adnan’a kadar olan atalarının gerek isimlerinde, gerek sıralarında, ittifak halinde bulundukları gibi Adnan’ın da, İsmâil b. İbrahîm’in öz be öz soyundan geldiğinde de müttefiktirler..
Peygamber Efendimizin on dokuzuncu kuşaktaki atası Maadd b. Adnan; İsâ aleyhisselâmın muasırı idi.
İsâ aleyhisselâm ile MuhaMMed aleyhisselâm arasındaki fetret devrinin 600 yıl oluşu da, bunu ayrıca doğrular.
Maadd, babası Adnan’ın vefâtından sonra, Kâbe Hizmetini üzerine almış ve Mekke Haremi’nden hiç ayrılmamıştır.
Adnan da; babası Üded’in vefâtından sonra Kâbe hizmetini üzerine almış, Kâbe’ye meşinden örtü örttürmüş, Mekke Haremi’nin yıkılan sınır taşlarını da dikmişti.
Mekke Halkının Kureyş diye anılması, Peygamberimizin on ikinci kuşakta yer alan ve ilk kez “Kureyş” lâkabıyla anılan atası “Nadr b. Kinâne”den dolayıdır.

Kur’ÂN-ı Kerîm’de açıklandığına göre; kendileri, İbrahîm aleyhisselâmın soyundan gelme torunlarıdır. MuhaMMed aleyhisselâm de onların arasından seçilerek, onlara Peygamber gönderilmiştir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Kureyş Kabilesi içinde gerek baba ve gerek ana yönünden, en temiz ve en şerefli bir âileye mensubdu. Bunu, bizzat hadis-i şeriflerinde şöyle açıklamışlardır.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:
ALLAHu zü’L- CeLÂL; İbrahîm oğullarından, İsmâil’i seçti. İsmâil oğullarından, Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından, Kureyş’i seçti. Kureyş’ten, Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından da, BENi seçti..”

BEN, MuhaMMed b. Abdullah b. Abdulmuttalib’im!
ALLAHu zü’L- CeLÂL mahlûkatı yarattı ve BENi onların en hayırlı fırkasının içinde bulundurdu!
Sonra onları iki fırkaya ayırdı ve BENi en hayırlı olan fırkanın içinde bulundurdu.
Sonra onları kabilelere ayırdı ve BENi en hayırlı olan kabilenin içinde bulundurdu.
Sonra onları âilelere ayırdı ve BENi onların en hayırlısı içinde bulundurdu.
BEN, sizin âile yönünden de en hayırlınızım, nefis yönünden de en hayırlınızım!”


BEN, Âdemoğulları soylarının en hayırlı, en temiz olanlarından, devirden devre, âileden âileye geçe geçe, nihayet şu içinde bulunduğum âileden vücuda getirildim!”

“BEN, MuhaMMed b. Abdullah, b. Abdulmuttalib, b. Hâşim, b. Abdi Menaf, b. Kusayy, b. Kilâb, b. Mürre, b. Ka’b, b. Lüey, b. Galib, b. Fihr, b. Malik, b. Nadr, b. Kinâne, b. Huzeyme, b. Müdrike, b. İlyas, b. Mudar, b. Nizar’...ım!. Halk, ne zaman iki kısma ayrılsa, muhakkak, ALLAH BENi onların en hayırlı olanının içinde bulundurmuştur. BEN, câhiliye devrinin kötülüklerinden hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve babamdan meydana geldim.
BEN, tâ Âdem’den Babama ve Anneme gelip ulaşıncaya kadar, hep nikâh mahsulü olarak meydana geldim, asla zinâdan meydana gelmedim!
BEN, sizin nefis yönünden de en hayırlınızım, baba soyu yönünden de en hayırlınızım!”

buyurmuştur.
(M. Âsım Köksal, İslâm Tarihi, Mekke Dönemi, I. Cilt)

Peygamberimizin Annesi Âmine binti Vehb, b. Abdi Menaf, b. Zühre, b. Kilâb, b. Mürre’dir.
Zühre; Hâşim oğullarının ataları olan Kilâb oğlu Kusayy’ın kardeşi olduğuna göre, Hz. Âmine’nin soyu, kocası Hz. Abdullah b. Abdulmuttalib’in soyu ile Mürre b. Kilâb’da birleşir..

İbn Sa’d; Ensar bilginlerinden Muhammed b. Sâib’e dayanarak, Peygamberimizin anne ve anneannelerini, babaannelerini batınlarca kaydettikten sonra, bu bilginin.: Hazreti Peygamberin, beş yüz annesini tespit ve kaydetmeye muvaffak oldum. Hiçbirinde, ne zinâya, ne de cahiliye çağında işlenegelen kötü işlerden hiçbir şeye rastlamadım!” dediğini de nakleder.

Bunun içindir ki, büyük bilgin İbn Haldûn.: "MuhaMMed aleyhisselâmdan başka hiçbir kulun, ilahî ikram olarak ne soyunun bu derece mazbut olduğunun, ne de Âdem aleyhisselâmdan kendilerine gelinceye kadar soy şerefliliğinin kesintisiz devam ettiğinin görülmediğini." bildirir.

(M. Âsım Köksal, İslâm Tarihi, Mekke Dönemi, I. Cilt)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

268-) El HATÎB sallallahu aleyhi vesellem.

El HATÎB sallallahu aleyhi vesellem.: Hutbe irad eden, Vaaz veren, Hutbe irad eden ve açık-seçik anlaşılır konuşan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..


Hatîb kelimesinin türevleri Kur’ÂN-ı Kerîm’in birçok âyetinde yer alır.:


رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا الرحْمَنِ لَا يَمْلِكُونَ مِنْهُ خِطَابً
“Rabbis semâvâti vel ardı ve mâ beynehumer rahmâni lâ yemlikûne minhu hitâbâ(hitâben).: (ALLAH) göklerin ve yerin ve onların arasında bulunanların Rahmân olan Rabbidir. (Hiç kimse) ondan bir hitaba mâlik değildir.” (Nebe’ 78/37)

Zâten Kur’ÂN-ı Kerîm’in âyetleri lafzen ve mânen başlı başına veciz ve beliğ beyândır.:


فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ
“Fasda’ bi mâ tu’meru ve a’rıd ani’l- muşrikîn (muşrikîne).: Sen, emrolunduğun şeyi açıkça bildir ve müşriklere aldırış etme." (Hicr 15/94)

Resim

FASÎHu’l-LİSÂN ve CEVÂMİü'l-KELİM sallallahu aleyhi ve sellem..

Fasîh.: Fasahat Sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan. Açık, seçik, belirgin, durumun gereğini karşılayan, Sözün iyisini kötüsünden ayıran, halis Arapça konuşan, BEYÂN eden ve uyan..


وَأَخِي هَارُونُ هُوَ أَفْصَحُ مِنِّي لِسَانًا فَأَرْسِلْهُ مَعِيَ رِدْءًا يُصَدِّقُنِي إِنِّي أَخَافُ أَن يُكَذِّبُونِ
“Ve ahî hârûnu huve EFSAHu minnî lisânen fe ersilhu maiye rid’en yusaddıkunî, innî ehâfu en yukezzibûn(yukezzibûni).: Ve kardeşim Harûn ki o, lisân bakımından benden daha FASîHtir. Ve onu, beni tasdik edici ve yardımcı olarak benimle beraber gönder. Ben, gerçekten beni tekzip etmelerinden (yalanlamalarından) korkuyorum.” (Kasas 28/34)

Cevâmiu’l-Kelim.: Lâfızları az, mânâsı çok kelâmlar, sözler, ibâreler, fıkralar ifadesi, konuşulan mevzuya ait söylenebilecek câmi (kapsamlı), az sözle çok mânâ ifade etme özelliğini ifade demektir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “Diğer Peygamberlere verilmeyen altı şey BANA verilmek suretiyle üstün kılındım:
1-) BANA cevâmiul kelîm -az sözle çok mana ifade etme gücü verildi.
2-) (Düşmanlarımın kalbine) korku salmam hususunda bana yardım edildi.
3-) Ganimetler BANA helâl kılındı.
4-) Yer (yüzü) BANA bir temizlik vasıtası ve bir mescid kılındı.
5-) Tüm insanlığa Peygamber gönderildim.
6-) BENimle Peygamberler sona erdi.”
buyurdu.
(Müslim, Mesâcid 5-8; Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 812; Tirmizi, Siyer 5)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “BEN Nebiyy-i Ümmî olan MuhaMMed’im, BEN’den sonra Nebî yok!. BEN kelâmın ilkiyle, sonuyla ve Cevâmi’u’l-Kelim ile diğer Peygamberlerden üstün kılındım.” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, XI, 179, 564; Beyhakî, Şu’abu’l-Îmân, III, 39)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: "BEN Cevâmiü'l-Kelim ile gönderildim BEN (bir aylık mesafedeki düşmanların gönüllerine) korku salmak sûretiyle yardım olundum Bir de BEN bir defasında uyuduğumda, BANA yerdeki hazinelerin anahtarları getirilerek, iki avucumun içine konuldu " buyurmuştur.
(Buhârî, Ta'bîr 22, İ'tisâm 1)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemin farklı kabilelerden gelen insanlar karşısında dilin bütün sanat zenginlikleriyle konuşmasını hayranlıkla dinleyen biri bir gün Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e.: “Yâ Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ne kadar da fasîh konuşuyorsun! Merâmını SENden daha güzel ifâde eden birini görmedik” dediğinde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem.: “Bu BENim hakkımdır zirâ, Kur’ÂN bana apaçık bir Arapça ile indirilmiştir.” buyurmuştur.
(Beyhakî, Şu’abu’l-Îmân, III, 33)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözleri açık, net ve anlaşılır, kısa, öz ve yol gösterici konuşurdu.
Konuştuğu kişinin duymak istediği cevabı sormadan, tane tane cevablardı..

Âişe radiyallâhu anha Annemiz.: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem konuşurken sözlerini saymak isteyenin rahatlıkla sayabileceğini” bildirir.
(Buhârî, Menâkıb 23)

Yine Âişe r radiyallâhu anha Annemiz.: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemin, acele etmeksizin tâne tâne ve açık bir şekilde konuştuğunu, hattâ etrafındaki insanların sözlerini ezberleyebildiğini” ifâde eder.
(Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle 116; Beyhakî, Sünen, III, 293)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem karışık ve çözümsüz sözlerden yasaklardı..

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem.: "Kıyâmet günü BANA en uzak olanlar, sözü karmaşık söyleyenler, luzumsuz yere uzatanlar ve aşırı mübâlâğa yapanlardır” buyurmuştur.
(el-Müberred, el-Kâmil fi’l-lüga ve’l-edeb, nşr. Muhammed Ebu’l-Fazl İbrâhîm, Beyrut, 1999, I, 9; Rafi‘î, Târîhu âdâbi’l-‘arab, II, 227.)

“Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisi sustuğunda huzurdakiler konuşurdu. Katında tartşma yapılmazdı.”
(Tirmizi; Huccetü'l İslam imam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, insanların en beliğ (belagatli kimse, meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmaya muktedir olan. Kâfi derecede olan. Yeter olan), en düzgün konuşanı ve en tatlı sözlü olanıydı..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Ben Arabın en fasihiyim (Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşanı)." buyurmuştur.
(Taberanî, Hâkim; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800)

Kur’ÂN-ı Kerîm’in âyetleri lafzen ve mânen başlı başına veciz ve beliğ beyândır.:


فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ
“Fasda’ bi mâ tu’meru ve a’rıd ani’l- muşrikîn (muşrikîne).: Sen, emrolunduğun şeyi açıkça bildir ve müşriklere aldırış etme.” (Hicr 15/94)

Âyet-i Kerimesini duyan bir müşrik, böyle kısa bir Arapça ifâde ile bu kadar büyük bir hikmeti ifaâe etmesi karşısında secde etmekten kendini alıkoyamamıştır..

ALLAH celle celâluhu SÖZÜnü, Rasûlullah SALLallahu aleyhi ve SELLem olarak SESinden buyururken her sözünün âyet niteliği taşıdığı unutulmamalıdır.
Bazı hadislerdeki neshin/Şer'i bir hükmü yine şer'i bir emirle kaldırmanın hikmeti Kur’ÂN-ı Kerîm Nesh âyetlerinde açıktır..

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem =>DiRi Kur’ÂN-ı Kerîmdir..


مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
"Mâ dalle sâhıbukum ve mâ gavâ.: Sâhibiniz (arkadaşınız olan Peygamber) sapmadı ve azmadı-bâtıla inanmadı." (Necm 53/2)

وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
"Ve mâ yentıku ani’l- hevâ.: O, hevâdan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz." (Necm 53/3)

إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
"İn huve illâ vahyun yûhâ.: O (söyledikleri), yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir." (Necm 53/4)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Kur’ÂN-ı Kerîm’i getirip gitti, Biz Kur’ÂN-ı Kerîm’e bakarız! Hadisleri Zannî Delil kabul ederiz!.” gibi sözler edenler =>Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Şeriat-ı Garrâ Şuûrunu
Anlayamamış veya satılık-kiralık vicdân sâhibi cübbeli cübbesiz profosör geçinenlerin gafleti, cehâleti, dalâleti ve ihâneti açıktır..

Rasûlullah SALLallahu aleyhi ve SELLem ve Kur’ÂN-ı Kerîm kanatlı,
MuhaMMedî Şuuru BiLen,
MuhaMMedî NûRu BULan,
MuhaMMedî SüRûRda OLan,
MuhaMMedî ONûRu YAŞAyan yağmur yürekli RAHMet gençlerimiz,
Kur’ÂN-ı Kerîmimizi MuhaMMedî Abdestle OKUrlar, OKUNurlar ve ANlarlar inşae ALLAH!..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

269-) CEVÂD sallallahu aleyhi vesellem.

CEVÂD sallallahu aleyhi vesellem.: Her zaman sahavetli, eli açık ve cömerd oLan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..


CÛD.: Cömerdlik yapmak anlamındaki “cevd” veyâ “Cevdet” kökünden türetilmiş olan “cûd” terimi, “sehâvet” kelimesiyle eş anlamlı ve ALLAH celle celâlihu'nun İsimlerinden biri olan "CEVÂD" kelimesinin de köküdür..

ALLAH TeALÂ Yüce Ahlâkı Sever, safsatalardan, boş işlerden hoşlanmaz.:

Mugire b. Şube radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:

(( إِنَّ اللَّهَ كَرِهَ لَكُمْ ثَلَاثًا، قِيلَ وَقَالَ، وَإِضَاعَةَ الْمَالِ، وَكَثْرَةَ السُّؤَالِ ))
[ متفق عليه ]

.: ALLAH TeALÂ şu üç şeyi sevmez.: Dedikodu, malı zayi’ etmek ve çok soru sormak.” buyurdu.
(Buharî ve Müslim)

Enes b. Malik radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:

مَنْ كَانَتْ الْآخِرَةُ هَمَّهُ جَعَلَ اللَّهُ غِنَاهُ فِي قَلْبِهِ، وَجَمَعَ لَهُ شَمْلَهُ، وَأَتَتْهُ الدُّنْيَا وَهِيَ رَاغِمَةٌ، وَمَنْ كَانَتْ ))
(( الدُّنْيَا هَمَّهُ جَعَلَ اللَّهُ فَقْرَهُ بَيْنَ عَيْنَيْهِ، وَفَرَّقَ عَلَيْهِ شَمْلَهُ، وَلَمْ يَأْتِهِ مِنْ الدُّنْيَا إِلَّا مَا قُدِّرَ لَهُ
[ الترمذي ]

.: Kimin arzusu âhiret olursa, ALLAH onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar; artık Dünyâ ona hakir ( Küçülmüş ) olarak gelmeye başlar. Kimin hedefi de Dünyâ olursa, ALLAH, iki gözünün arasına (Dünyânın) fâkirliğini koyar; işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak; Dünyâdan da eline, kendine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez .” buyurdu.
(Tirmizî)

Öyleyse.:

(( إن الله جل جلاله جواد يحب الجود، ويحب معالي الأخلاق، و يكره سفاسفها ))
ALLAH Azze ve Celle Cevâd’dır, çok cömerddir ve cömerdliği sever. Güzel ahlâkı sever, kötü ahlâktan da nefret eder.”

Sahih bir Kudsî Hadiste şöyle buyruluyor:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH celle celâlihu.:

أن الجن والإنس في نبأ عظيم، أخلق ويعبد غيري، وأرزق ويشكر سواي خيري إلي العباد ))
نازل، وشرهم إليّ صاعد، أتحبب إليهم بنعمي، وأنا الغني عنهم ويتبغضون إليّ بالمعاصي وهم أفقر شيء
(( إلي، من أقبل عليّ منهم تلقيته من بعيد، ومن أعرض منهم عني ناديته من قريب
[ الجامع الصغير عن أبي الدرداء بسند ضعيف ]

.: Cin ve insanlar büyük bir haber (ziyân) içindedir. BEN yaratıyorum. BEN den başkasına tapılıyor, rızık veren BENim! BENden başkasına şükrediliyor. BENim verdiklerim onlara düşük geliyor ama onların yaptığı kötülükler çok büyüktür. N’imetlerim onlara sevimli gelmez mi? BEN onlara karşı CÖMERDim onlar ise günahlar işliyorlar. Bu kullar BENim için en fâkir, en aşağılık kullardır. Kim BANA yönelirse onunla uzaktan görüşürüm. Kim de BENden yüz çevirirse onu yakına çağırırım!.” buyurdu.” buyurmuştur.
(Câmiu’s-Sagir’de Ebu’d-Derdâ’dan zayıf olarak nakledilmiştir.)

Yine bir Kudsî Hadiste Ebu Zer radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH celle celâlihu.:

يَا عِبَادِي، إِنِّي حَرَّمْتُ الظُّلْمَ عَلَى نَفْسِي وَجَعَلْتُهُ بَيْنَكُمْ مُحَرَّمًا، فَلَا تَظَالَمُوا، يَا عِبَادِي، كُلُّكُمْ ضَالٌّ إِلَّا ))
مَنْ هَدَيْتُهُ، فَاسْتَهْدُونِي أَهْدِكُمْ، يَا عِبَادِي، كُلُّكُمْ جَائِعٌ إِلَّا مَنْ أَطْعَمْتُهُ، فَاسْتَطْعِمُونِي أُطْعِمْكُمْ، يَا عِبَادِي، كُلُّكُمْ
عَارٍ إِلَّا مَنْ كَسَوْتُهُ، فَاسْتَكْسُونِي أَكْسُكُمْ، يَا عِبَادِي، إِنَّكُمْ تُخْطِئُونَ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ، وَأَنَا أَغْفِرُ الذُّنُوبَ
جَمِيعًا، فَاسْتَغْفِرُونِي أَغْفِرْ لَكُمْ، يَا عِبَادِي، إِنَّكُمْ لَنْ تَبْلُغُوا ضَرِّي فَتَضُرُّونِي، وَلَنْ تَبْلُغُوا نَفْعِي فَتَنْفَعُونِي، يَا
عِبَادِي، لَوْ أَنَّ أَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ، وَإِنْسَكُمْ وَجِنَّكُمْ كَانُوا عَلَى أَتْقَى قَلْبِ رَجُلٍ وَاحِدٍ مِنْكُمْ مَا زَادَ ذَلِكَ فِي مُلْكِي
شَيْئًا، يَا عِبَادِي، لَوْ أَنَّ أَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ وَإِنْسَكُمْ وَجِنَّكُمْ كَانُوا عَلَى أَفْجَرِ قَلْبِ رَجُلٍ وَاحِدٍ مَا نَقَصَ ذَلِكَ مِنْ مُلْكِي
شَيْئًا، يَا عِبَادِي، لَوْ أَنَّ أَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ، وَإِنْسَكُمْ وَجِنَّكُمْ قَامُوا فِي صَعِيدٍ وَاحِدٍ، فَسَأَلُونِي، فَأَعْطَيْتُ كُلَّ إِنْسَانٍ
مَسْأَلَتَهُ مَا نَقَصَ ذَلِكَ مِمَّا عِنْدِي إِلَّا كَمَا يَنْقُصُ الْمِخْيَطُ إِذَا أُدْخِلَ الْبَحْرَ، يَا عِبَادِي، إِنَّمَا هِيَ أَعْمَالُكُمْ أُحْصِيهَا
(( لَكُمْ، ثُمَّ أُوَفِّيكُمْ إِيَّاهَا، فَمَنْ وَجَدَ خَيْرًا فَلْيَحْمَدْ اللَّهَ، وَمَنْ وَجَدَ غَيْرَ ذَلِكَ فَلَا يَلُومَنَّ إِلَّا نَفْسَهُ
[ أخرجه مسلم

.: Ey kullarım! Şüphesiz BEN zulmü kendime haram kıldım. Ve onu sizin aranızda da haram kıldım; o halde birbirinize zulmetmeyin.
Ey kullarım! BENim hidâyete erdirdiklerim dışında hepiniz dalalettesiniz(ne yapacağını bilmez durumdasınız); o halde BENden hidâyet isteyin ki sizi hidâyete erdireyim.
Ey kullarım! BENim yedirdiklerimin dışında hepiniz açsınız; o halde BENden size yedirmemi isteyin ki size yedireyim.
Ey kullarım! BENim giydirdiklerim dışında hepiniz çıplaksınız; o halde BENden size giydirmemi isteyin ki size giydireyim.
Ey kullarım! Şüphesiz siz gece-gündüz hata/günah işliyorsunuz, BEN ise hepinizi(dilediğim kimseleri) bağışlarım; o halde sizi bağışlamamı talep edin ki sizi bağışlayayım.
Ey kullarım! Şu bir gerçektir ki, siz asla BANA ne zarar verebilirsiniz, ne de yarar verebilirsiniz.
Ey kullarım! Eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, sizden en takvâ sâhibi (ALLAH’ın emir ve yasaklarıma karşı en saygılı) bir adamın kalbi üzere olsalar, (bu tutumları) BENim mülküme hiç bir şey katmaz/arttırmaz.
Ey kullarım! Eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz sizden en fasık bir adamın kalbi üzere olsalar, (bu tutumları) BENim mülkümden hiç bir şey eksiltmez.
Ey kullarım! Eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz aynı yerde durup(hepsi aynı anda) BENden isteseler, herkese istediğini veririm ve bu BENim katımdakini noksanlaştırmaz; ancak iğnenin denize daldırıldığı zaman denizden noksanlaştırdığı kadardır.
Ey kullarım! Bunlar ancak sizin amellerinizdir, BEN onları yazıyorum, sonra size tam karşılığını vereceğim, kim bir hayır bulursa ALLAH’a hamdetsin, kim bundan başka birşey bulursa, nefsinden başkasını kınamasın!.”
buyurdu.” buyurdu.
(Müslim)

Caferi Tayyâr radiyallahu anhu’dan şu mükemmel sözler nakledilir; Necaşi O’na İslamı ve Peygamberimizi sorduğunda şöyle buyurmuştur.:

أَيُّهَا الْمَلِكُ، كُنَّا قَوْمًا أَهْلَ جَاهِلِيَّةٍ، نَعْبُدُ الْأَصْنَامَ، وَنَأْكُلُ الْمَيْتَةَ، وَنَأْتِي الْفَوَاحِشَ، وَنَقْطَعُ ))
الْأَرْحَامَ، وَنُسِيءُ الْجِوَارَ، يَأْكُلُ الْقَوِيُّ مِنَّا الضَّعِيفَ، فَكُنَّا عَلَى ذَلِكَ حَتَّى بَعَثَ اللَّهُ إِلَيْنَا رَسُولًا
مِنَّا، نَعْرِفُ نَسَبَهُ، وَصِدْقَهُ، وَأَمَانَتَهُ، وَعَفَافَهُ، فَدَعَانَا إِلَى اللَّهِ لِنُوَحِّدَهُ وَنَعْبُدَهُ، وَنَخْلَعَ مَا كُنَّا نَعْبُدُ
نَحْنُ وَآبَاؤُنَا مِنْ دُونِهِ مِنْ الْحِجَارَةِ وَالْأَوْثَانِ، وَأَمَرَنَا بِصِدْقِ الْحَدِيثِ، وَأَدَاءِ الْأَمَانَةِ، وَصِلَةِ
الرَّحِمِ، وَحُسْنِ الْجِوَارِ، وَالْكَفِّ عَنْ الْمَحَارِمِ وَالدِّمَاءِ، وَنَهَانَا عَنْ الْفَوَاحِشِ، وَقَوْلِ الزُّورِ، وَأَكْلِ
(( ... مَالَ الْيَتِيمِ، وَقَذْفِ الْمُحْصَنَةِ، وَأَمَرَنَا أَنْ نَعْبُدَ اللَّهَ وَحْدَهُ لَا نُشْرِكُ بِهِ شَيْئًا، وَأَمَرَنَا بِالصَّلَاةِ، وَالزَّكَاةِ، وَالصِّيَامِ
[ أحمد عن أم سلمة

.: Ey Hükümdar! Biz câhiliye karanlıkları içinde yüzen bir kavimdik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, günah işlerdik. Akrabalarla ilişkiyi keser, komşulara kötü davranırdık. Aramızda güçlü olanlar zayıfları ezerdi. ALLAH bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini ve iffetini bildiğimiz bir ELÇİ gönderinceye kadar bu şekilde yaşamaya devâm ettik. ALLAH’ın ELÇİsi, bizi ALLAH’ı birlemeye, O’na ibâdet etmeye, bizim ve atalarımızın O’nun dışında ibâdet ettiğimiz putları ve taşları terk etmeye dâvet etti. Bize doğru söylemeyi, emâneti yerine getirmeyi, akrabaları ziyâret etmeyi, komşulara iyi davranmayı; haramlardan sakınmayı ve insanları öldürmemeyi emretti. Bize kötü ve günah fiiller işlemeyi, kötü söz söylemeyi, yetimlerin malını yemeyi, iffetli kadına iftira atmayı yasakladı. ALLAH’a ibâdet etmeyi ve O’na herhangi bir şeyi ortak koşmamayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi ve oruç tutmayı emretti.”
(Ahmed b. Hanbel Ümmü Seleme’den nakletmiştir.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:

(( يوم يكون المطر قيظا، والولد غيظا، ويفيض اللئام فيضا، ويغيض الكرام غيضا ))
[ رواه ابن أبي الدنيا عن أبي هريرة

.: O gün kuraklıkta yağmur yağacak, çocuklar öfkelenecek, cimriler bolluk içindeyken, cömerdler için imkânlar azalacak.” buyurmuştur.
(İbn Ebi’d-Dünyâ Ebu Hureyre’den nakletmiştir.)

Sevbân radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:

لَأَعْلَمَنَّ أَقْوَامًا مِنْ أُمَّتِي يَأْتُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِحَسَنَاتٍ أَمْثَالِ جِبَالِ تِهَامَةَ بِيضًا، فَيَجْعَلُهَا اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ هَبَاءً ))
مَنْثُورًا، قَالَ ثَوْبَانُ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، صِفْهُمْ لَنَا، جَلِّهِمْ لَنَا أَنْ لَا نَكُونَ مِنْهُمْ، وَنَحْنُ لَا نَعْلَمُ، قَالَ: أَمَا إِنَّهُمْ إِخْوَانُكُمْ، وَمِنْ
(( جِلْدَتِكُمْ، وَيَأْخُذُونَ مِنْ اللَّيْلِ كَمَا تَأْخُذُونَ، وَلَكِنَّهُمْ أَقْوَامٌ إِذَا خَلَوْا بِمَحَارِمِ اللَّهِ انْتَهَكُوهَا
[ ابن ماجه

.: Ümmetimden bir kısım insanları bilirim ki, Kıyamet Günü Tihâme Dağları emsâlinde bembeyaz (tertemiz) hayırlarla gelirler. Azîz ve CeLîL olan ALLAH TeALÂ o sevâbları saçılmış toz haline getirir (değersiz kılar, kabul etmez).” buyurdu.
Sevban radiyallahu anhu.: "Yâ Resûlullah! Onları bize tavsif et, durumlarını açıkla da, bilmeyerek biz de onlardan olmayalım!" dedim.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Onlar sizin Din Kardeşlerinizdir. Sizin cinsinizden insanlardır. Sizin aldığınız gibi onlar da gece (ibâdetin)den nâsiblerini alırlar. Ancak onlar, ALLAH'ın yasaklarıyla tenhada baş başa kalınca, o yasakları ihlâl ederler, çiğnerler." buyurdu.
(İbn Mâce)

Ebu Hureyre radiyallahu anhu.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:

(( مَنْ لَمْ يَدَعْ قَوْلَ الزُّورِ، وَالْعَمَلَ بِهِ فَلَيْسَ لِلَّهِ حَاجَةٌ فِي أَنْ يَدَعَ طَعَامَهُ وَشَرَابَهُ ))
[ أخرجه أحمد و البخاري وأبو داود والترمذي وابن ماجة

.: Yalan söylemeyi terk etmeyen kişinin yeme içmeyi kesmesine (oruç tutmasının) ALLAH’ın ihtiyacı yoktur.” buyurdu.
(Ahmed b. Hanbel, Buharî, Ebu Davud, Tirmizî ve Ebu Davud)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:

إِنَّ اللَّهَ طَيِّبٌ يُحِبُّ الطَّيِّبَ، نَظِيفٌ يُحِبُّ النَّظَافَةَ، كَرِيمٌ يُحِبُّ الْكَرَمَ، جَوَادٌ ))
(( يُحِبُّ الْجُودَ، فَنَظِّفُوا أَفْنِيَتَكُمْ ـ ساحات دوركم ـ وَلَا تَشَبَّهُوا بِالْيَهُودِ
[ الترمذي

“ALLAH güzeldir güzeli sever, temizdir temiz olanı sever, kerimdir kerim olanı sever, cömerddir cömerd olanı sever. Avlularınızı temiz tutun, Yahudilere benzemeyin!.” buyurdu.
(Tirmizî)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

270-) İMÂM-ı MUTLAK sallallahu aleyhi vesellem.

İMÂM-ı MUTLAK sallallahu aleyhi vesellem.:RABB’a RÜCÛ’ ve SALL-ı ASLın =>TEKk DeLîL ve ReHBeRi ve MUTLAK=>İMÂMı oLan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..


İmâm امام .: Arapça “emm =>öne geçmek, sevk ve idâre etmek" kökünden gelen imâm, terim olarak "cemaatle kılinân Namaza önderlik eden kimse" ve "ÜMMet ve DEVLet BAŞkanı" anlamlarını taşır.

Emâm Kelimesi Kur’ÂN-ı Kerîm’de değişik şekillerde yer almaktadır.:

وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِن ذُرِّيَّتِي قَالَ لاَ يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ
“Ve izibtelâ ibrâhîme RABBuhu bi kelimâtin fe etemmehun (etemmehunne), kâle innî câiluke li’n- nâsi imâmâ (imâmen), kâle ve min zurriyyetî kâle lâ yenâlu ahdiz zâlimîn (zâlimîne).: Ve İbrâhîm'i RABBi kelimelerle imtihan etmişti. Nihâyet (imtihan) tamamlanınca da (ALLAH şöyle) buyurdu.: “Muhakkak ki BEN, seni İnsÂNlara imâm kılacağım.” (İbrâhîm aleyhisselâm).: “Benim zürriyetimden de (imâmlar kıl).” deyince; (ALLAH).: “BENim ahdime (imâmlık ve önderlik rahmetime, senin zürriyetinden olan) zâlimler nâil olamaz.” buyurdu.” (Bakara 2/124)

Kaynaklarda, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e İMÂMLIk yapmayı Cebrâil aleyhisselâm’in öğrettiği ve onun önce KÂBE’nin yanında, sonraları müşriklerin baskısı sebebiyle MEKKE’nin ıssız kesimlerindeki bazı evlerde kendisine tâbi olanlara Namaz kıldırdığı haber verilir.. (Müsned, I, 333; İbn Hişâm, I, 278-279).

Rivâyete göre İsrâ Sûresinin 110. âyetinde yer alan, “Namaz esnasında sesini fazla yükseltme” emri o sıralarda müşriklerin Namaz kılındığını farketmemeleri için verilmiştir. (Müsned, I, 23).

قُلِ ادْعُواْ اللّهَ أَوِ ادْعُواْ الرَّحْمَنَ أَيًّا مَّا تَدْعُواْ فَلَهُ الأَسْمَاء الْحُسْنَى وَلاَ تَجْهَرْ بِصَلاَتِكَ وَلاَ تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً
“Kulid’ullâhe evid’u’r- rahmân (rahmâne), eyyen mâ ted’û fe lehul esmâu’l- husnâ, ve lâ techer bi salâtike ve lâ tuhâfit bihâ vebtegı beyne zâlike sebîlâ (sebîlen).: De ki: “ALLAH diye çağırın veyâ RAHMÂN diye çağırın. Nasıl çağırırsanız hepsi O'nun Esmâü’l- Hüsnâsı'dır (ALLAH'ın en güzel isimleridir).” Namazında (sesini) yükseltme ve onu (sesini) alçaltma. Bu ikisi arasında bir yol tut.” (İsrâ 17/110)

Devlet Başkanlarının eyâletlere veyâ şehirlere vâli olarak gönderdikleri kimselerin görevleri arasında Namaz kıldırmak ve gerekirse İmâm tâyin etmek de yer alıyordu. Bundan dolayı vâlilere “Emîrü’s-Salât”, görevlerine de “Vilâyetü’s-Salât” adı verilirdi. Bazan vâliyle birlikte Namaz kıldırması için bir de İmâm yollanırdı; Ebû Bekir radiyallahu anhu Necran’a, Ömer radiyallahu anhu Filistin, Dımaşk, Humus ve Kınnesrin’e İmâm tâyin etmişlerdi…

Farsça’da ->“tâzim için eğilmek, kulluk, ibâdet” anlamına gelen “Namâz”, sözlükte “DUÂ etmek, ibâdet etmek, bağışlanma dilemek, yalvarmak” mânâlarındaki Arapça “Salât” kelimesinin (çoğulu SALAVÂT) karşılığı olarak Türkçe’ye geçmiştir. Terim olarak Salât =>Tekbirle başlayıp Selâmla son bulan, belirli hareket ve sözlerden oluşan Bedenî İbâdeti ifâde eder..

İbn Abbâs radiyallahu anhu’dan nakledildiğine göre;
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: Cibril aleyhisselâm, Kâbe’nin yanında bana iki kere İMÂMlık yaptı. İlk seferinde, ÖĞLEyi, güneş batıya kayıp gölgesi ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra İKİNDİyi her şeyin gölgesi kendi boyu kadar olunca kıldı. Sonra AKŞAMı güneşin battığı ve oruçlunun orucunu açtığı zaman kıldı. Sonra YATSIyı ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldı. Sonra SABAH Namazını şafak sökünce ve oruçluya yeme içmenin haram olduğu vakitte kıldı."
"İkinci sefer (ikinci gün) ÖĞLEyi, dünkü İkindinin vaktinde her şeyin gölgesi kendi boyu kadar olunca kıldı. Sonra İKİNDİyi, her şeyin gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldı. Sonra AKŞAMı, yine önceki vaktinde kıldı. Sonra YATSIyı, gecenin üçte biri geçince kıldı. Sonra SABAHı, ortalık ağarınca kıldı. Sonra Cibril aleyhisselâm BANA dönüp.: “Ey MuhaMMed! Bunlar senden önceki Peygamberlerin (kıldıkları Namaz) vaktidir. (Senin kılacağın) NAMAZ Vakti de bu iki vakit arasında kalan zamandır.”
buyurdu.
(Tirmizi, Salât,1/149; Ebu Davud, Salât 2/393)

Mi'rac Hadisesi Ebu Hureyre, Ebu Zer, Ebu Said-i Hudri, Enes b. Sa'saa tarafından bizzat Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'den rivâyet edilmiştir. Bu rivâyetler, Buhari, Müslim ve Nesaî gibi Kütüb-ü Sitte'nin meşhur kitablarında mevcuddur.
Biz, bu değişik rivâyetleri birleştirerek nakledeceğiz.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir gece, Ümmü Hani’nin evinde (bir rivâyete göre Kâbe’de) iken Cebrâil (aleyhisselâm) geldi.: "Ey Muhterem Nebî! Yarlıgayıcı olan RABBin huzuruna varmak için kalk, melekler seni bekliyor.” dedi. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Kalbimi çıkarıp, imân dolu bir altın tasta yıkadı. Tekrar yerine koydu. Bundan sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyâz renkte “Burak” adında bir hayvana bindirildim. Bu hayvan, her adımını, gözün görebildiği son noktaya atıyordu. Bir anda Mescid-i Aksâ'ya geldik, Cebrâil Burak’ı, bütün Peygamberlerin, hayvanlarını bağladıkları bir halkaya bağladı. Mescidde diğer Peygamberlerin Rûhları temessül etti. Bize selâm verdiler. Ben de selâmlarına karşılık verdim. Cebrâil bana.: “Öne geç ve Nebîlere iki rekât NAMAZ kıldır!.” dedi. Ben de İmâm olup Namazı kıldırdım. Cebrâil bana biri süt, biri şarab dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince.: 'Yaratılışına uygun olanı seçtin." dedi.” buyurdu.
Ebu Said-i Hudri radiyallahu anhu’n rivâyetine göre, Peygamber Efendimiz aleyhisselâm şöyle devam ettiler.: “Bundan sonra bir Mi'rac (merdiven) getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. O mi'rac, ölülerinizin, ölürken gözlerini diktikleri şeydir. Ölülerin rûhları da bu merdivenden yukarı çikâr. Cebrâil beni bu merdivenden “Hafaza Kapısı”na kadar çikârdı. Yeni dünya semâsına kadar bir anda geldik. Burada Cebrâil, semânın açılmasını istedi ve orada şöyle bir konuşma geçti. İçerden soruldu:
- Sen kimsin.
- Ben Cebrâil’im.
- Yanındaki kim?
- MuhaMMed (s.a.v.)
- Yaa! O, resul olarak gönderildi mi?
- Evet.
Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. Bir de ne göreyim semâyı muhafaza eden İsmâil İsminde müekkel büyük bir melek, yanında yetmiş bin melek ve o meleklerden her birinin yanında da yüz bin melek var.
Bunlardan ayrılınca; bünyesi yaratılışından beri hiç değişmemiş bir adamın yanına geldim. Kendisine zürriyetinin ruhları arz edilince; mümin ruhu ise, "Ne güzel, ne hoştur!.. Bunun kitabını İlliyyin'de kılın!" diyor; kâfir ruhu ise, "Ne kötü ruh, ne fena rayiha!.. Bunun kitabını Siccil'de kılın!" diyor.”
"Yâ Cebrâil, bu kimdir?" diye sorduğunda "Baban Âdem'dir." diye cevap verdi. O, bana selâm verdi ve "Hoş geldin ey sâlih nebî, ey sâlih evlâd.” diye karşıladı.”
“Burada bana Cehennem gösterildi. Orada, çeşitli şekillerde azab gören kavimler gördüm. Dudakları deve dudağı gibi bir kavim gördüm ki, başlarına birtakım memurlar konmuş, dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını sorunca Cebrâil, yetim malı yiyenler olduklarını söyledi. Yine orada cife (pislik) yiyen zinâkârlar, kendi etlerini yiyen gıybetçiler, yerlerde ve Firavun Hanedânı'nın ayakları altında çiğnenen faizciler, baş aşağı ayaklarından asılmış, zinâ eden ve çocuklarını öldüren kadınlar gördüm.”

Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm), semânın ikinci katında teyze çocukları olan Hz. Yahyâ ile Hz. İsâ ile karşılaştı. Üçüncü semâda ise, Hz. Yûsuf ile görüştü. (bk. Buhari, Menakbu’l-Ensar, 42; İbn Hacer, Fethu’l-bari, 7/201, 210) Dördüncü semâda İdris (aleyhisselâm) ile, beşinci semâda Harun (aleyhisselâm) ile ve altıncı semâda Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) ile görüştü. Onların da hepsi "Hoş geldin ey sâlih kardeş, sâlih Nebî.” dediler.
Resul-i Ekrem, anlatmaya devam ediyor:
“Daha sonra yedinci semâya geçtik. Orada İbrahîm (aleyhisselâm) ile buluştum. Sırtını “Beytü'l Ma’mûr”a dayamış; beni selâmladı.: “Hoş geldin ey Sâlih Nebî!.. Hoş geldin ey Sâlih Evlâd.” dedi. Burada bana denildi ki.: “İşte Senin ve Ümmetinin mekânı." Sonra Beytü'l Ma’mûr’a girdim, içinde Namaz kıldım. Bu Beyt’i her gün yetmiş bin melek tavâf eder ve bir daha kıyamete kadar tavâf için bunlara sıra gelmez.”
Peygamber Efendimiz aleyhisselâm, burayı anlatırken şu Âyet-i Kerimeyi okudu.: “RABBinin Askerlerinin (adedini) ancak RABBin bilir.”

وَمَا جَعَلْنَا أَصْحَابَ النَّارِ إِلَّا مَلَائِكَةً وَمَا جَعَلْنَا عِدَّتَهُمْ إِلَّا فِتْنَةً لِّلَّذِينَ كَفَرُوا لِيَسْتَيْقِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَيَزْدَادَ الَّذِينَ آمَنُوا إِيمَانًا وَلَا يَرْتَابَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَالْمُؤْمِنُونَ وَلِيَقُولَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ وَالْكَافِرُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلًا كَذَلِكَ يُضِلُّ اللَّهُ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَمَا يَعْلَمُ جُنُودَ رَبِّكَ إِلَّا هُوَ وَمَا هِيَ إِلَّا ذِكْرَى لِلْبَشَرِ
“Ve mâ cealnâ ashâben nâri illâ melâiketen ve mâ cealnâ ıddetehum illâ fitneten lillezîne keferû li yesteykınellezîne ûtû’l- kitâbe ve yezdâdellezîne âmenû îmânen ve lâ yertâbellezîne ûtû’l- kitâbe ve’l- mu’minûne, ve li yekûlellezîne fî kulûbihim maradun ve’l- kâfirûne mâzâ erâdallâhu bi hâzâ meselâ (meselen), kezâlike yudıllullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ (yeşâu), ve mâ ya’lemu cunûde RABBike illâ hû (huve), ve mâ hiye illâ zikrâ li’l- beşer (beşeri).: Ve BİZ, ateş ehlini (cehennem bekçilerini), meleklerden başkası kılmadık. Ve onların sayısını kâfirler için fitneden başka bir şey kılmadık, kitap verilenler Yakîn Sâhibi olsunlar ve imân edenlerin de îmânı artsın. Ve kitap verilenler ve mü'minler şüpheye düşmesinler. Ve de kalblerinde maraz (şüphe) bulunanlar ve kâfirler desinler ki.: “ALLAH, bu mesele ile ne murad etti (ne demek istedi)?” İşte böyle, ALLAH, dilediğini dalâlette bırakır ve dilediğini de hidâyete erdirir. Ve RABBinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Ve O, İnsÂNlar için zikirden başka bir şey değildir.” (Müddesir 74/31)

Peygamberimiz (aleyhisselâm) Yedinci Semâda gördüklerini anlatmaya devam ediyor.:
“Burayı gezerken bir ağaç gördüm ki, bir yaprağı bir Ümmeti bürür. Ağacın kökünden bir membâ’ akıyor ve ikiye ayrılıyordu. Cebrâil'e bunu sorduğumda dedi ki.: “Şu Rahmet Nehri, şu da ALLAH (celle celâlihu)'ın Sana verdiği “Kevser Havzı”dır.” Rahmet Nehrinde yıkandım. Geçmiş ve gelecek günahlarım affedildi. Sonra, Kevser Yolunu tutarak CeNNete girdim. Orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşerin hayal ve hatırına gelemeyecek olan şeyler gördüm."
Resul-ü Ekrem aleyhisselâm, Lâhut Âlemi’nin bu en yüksek yerinde “Refref” denilen bir vasıta ile ALLAH'ın dilediği yere geldi. Bir rivâyette, Peygamberimiz aleyhisselâm şöyle buyururlar.: “Sidre'den sonra öyle bir yere yükseldim ki, Kaza ve Kaderi yazan kâlemlerin çıkardıkları sesleri duydum. ARŞ’ın altinâ geldiğimde, ARŞ’ın üstüne baktım; ne zaman var, ne mekân, ne de cihet. RABBimin şu Lâhuti Sesini işittim.: “Yaklaş Ey MuhaMMed!" Ben de Kâb-ı Kavseyn miktarı yaklaştım. RABBimin ilhâmı ile şunları okudum.:
“Ettehiyyatü lillâhi, ve’s-salâvatü, ve’t-tayibatü.: En güzel tahiyye ALLAH’a mahsustur. Bedenî ve Malî İbâdetler de O’na lâyık ve mahsustur.”
Bunun üzerine ALLAH (celle celâlihu) şu mukabelede bulundu.:
“Esselâmü aleyke eyyühennebîyyü ve rahmetullahi veberekâtühü.: Ey Nebî, selâm SANA olsun, ALLAH'ın Rahmeti ve Bereketi de SANA olsun”.
Ben tekrar.:
"Esselâmü aleyna ve alâ ibâdillâhissâlihin.: Selâm bizim ve ALLAH'ın Sâlih Kullarının üzerine olsun.” dedim.
Sonra bu Hadiseye baştan beri Şâhid olan Cebrâil (aleyhisselâm).:
"Eşhedü en Lâ İLâhe İLLâ lALLAH ve eşhedü enne MuhaMMeden Abdühü ve Rasûlühü.: Ben şehâdet ederim ki, ALLAH birdir. O’ndan başka İlâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, MuhaMMed, ALLAH'ın Kulu ve ELÇİSİdir.” dedi.'
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz RABBinden birçok vahiyler alarak, aynı yollardan geri döndü. Mûsâ (aleyhisselâm)’ın yanına gelince; Mûsâ (aleyhisselâm).: “ALLAH sana neler emretti?” diye sordu. Peygamberimiz (aleyhisselâm) de elli vakit Namazla emr olunduğunu söyledi. Mûsâ (aleyhisselâm).: "Ya Rasûlallah, elli vakit Namaz çoktur. Bu, Senin Ümmetin’e fazla gelir, yapamazlar. RABBine ilticâ et de hafifletsin.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (aleyhisselâm) tekrar geri dönüp Namazın hafiflemesini istedi. Önce on vakit kaldırdı. Peygamberimiz, Hz. Mûsâ (aleyhisselâm)'nın yanına gelip durumu bildirince; Mûsâ (aleyhisselâm), bunun da çok olacağını söyledi. Bu minvâl üzere Peygamberimiz (aleyhisselâm) birkaç kere geri dönerek RABBine ilticâ etti. Böylece; NAMAZ beş vakte kadar indirildi..
Daha sonra Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Cebrâil aleyhisselâm'in Rehberliğinde CeNNeti, CeheNNemi, Âhiret Menzillerini ve Bütün Âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Beni NAMAZ kılarken nasıl görüyorsanız, Namazı öyle kılınız.” buyurmuştur.
(Buharî)

Peygamberimiz aleyhisselâm, tarihin en muazzam değişimini NAMAZla gerçekleştirmiştir. (Buharî, Ezân 18/60, Edeb 27; Ahmed, 5/53; Darimî, Salât 42.)

Peygamberlerin İlk Eylemi.: Namaz
Kur’ÂN-ı Kerîm’de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den önceki Peygamberlerin de Namaz İbâdetiyle mükellef kılındıkları belirtilmektedir.: Bakara 2/83; Yûnus 10/87; Hûd 11/87; İbrâhim, 14/37, 40; Meryem 19/30-31, 54-55; Tâhâ 20/14; Enbiyâ 21/72-73; Lokmân 31/17. Âyet-i Kerimelerden, Namaz İbâdetinin sadece MuhaMMed ÜMMetine has olmayıp, önceki Ümmetlerde de var olduğu anlaşılmaktadır. Yine aynı şekilde, önceki Ümmetlerin Namazlarında da kıyam, rükû’ ve secde gibi temel rükûnların var olduğu bildirilmekle birlikte, Namazın kılınışına dâir detaylı açıklamalar mevcud değildir..
Peygamberler Tarihi incelenirse; Tevhîd İnancının ilk olarak Namaz’la eyleme döküldüğü görülür..
Yüce RABBimiz, Mukaddes Tûvâ Vâdisi’nde Hz. Mûsâ’ya (aleyhisselâm) Peygamberlik görevini verdikten hemen sonra, ona ilk olarak Namazı emretmiştir.: “Beni hatırlamak için Namaz kıl.”

إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
“İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî ve ekımi’s- salâte li zikrî.: Muhakkak ki BEN, BEN ALLAH'ım. BENden başka İLÂH yoktur. Öyleyse BANA kul ol ve BENi zikretmek için namazı ikâme et!” (TâHâ 20/14)

İsâ (aleyhisselâm), Meryem Annemizin (aleyhasselâm) kucağında ilk konuştuğunda, “RABBim yaşadığım sürece bana Namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti.” buyurmuştur.

وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا أَيْنَ مَا كُنتُ وَأَوْصَانِي بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ مَا دُمْتُ حَيًّا
“Ve cealenî mubâreken eyne mâ kuntu ve evsânî bis salâti vez zekâti mâ dumtu hayyâ (hayyen).: Ve beni nerede bulunursam bulunayım (bulunduğum heryerde) mübarek kıldı. Ve hayatta kaldığım sürece namazı ve zekâtı bana vasiyet etti (emretti).” (Meryem 19/31)

Şuayb (aleyhisselâm) da, Tevhid Mücâdelesine, ilk icraat olarak “Tevhid Eylemi” olan Namazla başlamıştır. Kavmini, önce yalnız ALLAH’ı ilâh tanıyıp O’na kulluk etmeye çağırmış, sonra da işledikleri günahlara ve en büyük cürümleri olan vurgun ve soygun düzenine son vermelerini tavsiye etmiştir. Medyen ve Eyke Halkının bu samimi çağrı ve nasihate verdikleri tepki gerçekten anlamlıdır:
“Ey Şuayb! Senin Namazın mı sana, babalarımızın taptığı şeylerden yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor? Sen ki, yumuşak huylu, akıllı birisin.”

قَالُواْ يَا شُعَيْبُ أَصَلاَتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاء إِنَّكَ لَأَنتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ
“Kâlû yâ şuaybu e salâtuke te’muruke en netruke mâ ya’budu âbâunâ ev en nef’ale fî emvâlinâ mâ neşâ’ (neşâu), inneke le entel halîmu’r reşîd (reşîdu).: “Ya Şuayb! Babalarımızın ibâdet ettiği şeyleri ve de mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Muhakkak ki sen, halîmsin, reşidsin (rüşde erensin, irşad edensin).” dediler.” (Hûd 11/87)

Demek ki Şuayb (aleyhisselâm)’ın ilk Namazı, onu sosyo-ekonomik hayata müdahale ederek sömürü düzenine başkaldırmaya sevk etmişti. İmânlarını Namazla eyleme döken Şuayb (aleyhisselâm) ve cemaati, etliye-sütlüye karışmayan, “bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın” diyen edilgen bireyler değil; aksine harama, fuhşa, ahlâksızlığa, çirkin ve iğrenç işlere bulaşmayıp onları ortadan kaldırmaya çalışan, iyiliği emredip kötülükten alıkoyarak hayata olumlu anlamda müdahale eden aktif şahsiyetler haline gelmişlerdi..
Acaba Şuayb (aleyhisselâm)’ın Kavmi, neden onun ilk Namazını boy hedefi haline getirmişti?.
Şuayb (aleyhisselâm)’ın Namazı, hem onu, hem cemaatini, hem de halkını fahşâ ve münkerden alıkoyuyordu. Medyen ve Eykeliler Şuayb (aleyhisselâm)’ın Tebliğini, hayatındaki değişiklikleri ve kendi hayat tarzlarına müdahale gayretini doğrudan ilk Namazıyla ilişkilendirmişlerdi. Onlar, kendilerini “Atalar Dini”nden ve sömürü sisteminden vazgeçmeye çağıran Şuayb (aleyhisselâm)’ın hayatında belirgin bir değişiklik görmüşlerdi: cemaati ile birlikte omuz omuza kıldığı Namaz...
Şu halde; onu, kavmine karşı böyle davranmaya iten, hayatlarına karışmaya yönelten işte bu Namazdı..
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Tevhid Mücâdelesindeki ilk fiilî adımının Namaz olduğunu söyledik =>O’nun Medine’ye hicretinde ilk yaptığı iş de, Mescid-i Nebî’nin yerini tesbit ve inşâ etmek oldu. Zira İslâm Medeniyeti, Medine’de öncelikle “Namaz Merkezli” bir Hayat Tarzı olarak şekillenecekti. İslâm’ı kabul eden kabilelere ilk emredilen amel yine Namaz oldu. Meselâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, İlk Vâlisi Muaz b. Cebel’i (radiyallahu anhu) Yemen’e gönderirken önce onları Tevhid’e dâvet etmesini, bunu kabul ederlerse onlara Namazı emretmesini, sonra da zekâtı ve İslâm’ın diğer esaslarını teklif etmesini söyledi.. (Buhâri, Zekât 1)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in vefâtından önceki son sözleri de şu oldu.: “Namaza dikkat edin! Namaza dikkat edin! Namaza dikkat edin!” buyurdu.
(Ramuz el-Ehâdis, 562/10. Ayrıca bkz: İbrahîm Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 338.)

Hicrî 9. yılda Tebük Seferi dönüşünde, İslâm’a girmek üzere Medine’ye bir heyet gönderen Sakif Kabilesi’nin, ön şart olarak ileri sürdüğü zekât/öşür vermeme, cihada gelmeme vb. tekliflerine “hayır” demeyen Peygamberimiz aleyhisselâm, “Namaz kılmayalım” teklifine net olarak şu cevabı verir.: “Sizden öşür alınmasın, siz cihada da çağrılmayın. Ama rükûsuz/Namazsız dinde hayır yoktur.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Harac 25.)

İslâm’da imândan sonra ilk farz kılınan ibâdet Namazdır.:
“İmân eden kullarimâ söyle: Namazı kılsınlar.”

قُل لِّعِبَادِيَ الَّذِينَ آمَنُواْ يُقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَيُنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلانِيَةً مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خِلاَلٌ
“Kul li ibâdiyellezîne âmenû yukîmu2s- salâte ve yunfikû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten min kabli en ye’tiye yevmun lâ bey’un fîhi ve lâ hilâl (hilâlun).: İmân etmiş kullarimâ söyle.: "Alışverişin ve dostluğun olmadığı o gün gelmezden evvel, dosdoğru namazı kılsınlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak etsinler." (İbrahîm 14/31)

Âyetinde Namaz, imânın ilk göstergesi sayılmıştır.
Dosdoğru Namaz kılan mümin, her seferinde yalnız ALLAH’a kul olma bilincini tazeleyerek gerçek özgürlüğe kavuşur. Günlük hayatın hızlı koşusu içinde ALLAH’ı, âhireti, ölümü, görev ve sorumluluklarını unutan İnsÂN, günde beş kez kendini ALLAH’ın Huzuru’na çıkmaya çağıran ezânla kulluğunu tekrar tekrar hatırlayıp dirilir..

Resim

Peygamberimiz Efendimiz. MuhaMMed aleyhisselâm'a ilk vahiy, miladi 610 yılı, Ramazan Ayı, Kadir Gecesinde inzâl olunmuştur..

Peygamberimiz aleyhisselâm’a vahyin açıktan geldiği o günde Cebrâil aleyhisselâm Peygamberimiz aleyhisselâm’a abdest almayı ve Namaz kılmayı da öğretti..
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.4, s.161, İbn Habib, Kitâbu'l-muhabber, s.10, Belâzurî, Ensâbu'l-eşrâf, c.1, s.111, Süheyli, Ravdu'l-ünüf, c.3, s.13-14, Dârekutnî, Sünen, c.1, s.111, Ebu'l-Ferec İbn Cevzî, el-Vefâ, c.1, s.166, İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c.1, s.90-91, Suyûtî, Câmiu's-sağfr, c.1, s.7, Kasdalani, Mevâhibu'l-ledünniye, c.1, s.57, Halebî, İnsânu'l-uyûn, c.1, s.426, Zürkânî, Mevâhibu'l-ledünniye Şerhi, c.1, s.235.)

“Mekke'nin yukarı tarafında Vâdinin bir köşesinde ökçesini yere vurdu. Oradan bir SU kaynadı. Cebrâil aleyhisselâm, ondan abdest aldı.
Peygamberimiz aleyhisselâm, Cebrâil aleyhisselâm’ın abdest alışına bakıyor..
(İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre.c.1, s.260, Taberî, Târih, c.2, s.210,Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c.2, s.160, İbn Esîr, Kâmil, c.2, s.50, İbn Seyyid, Uyünu'l-eser, c.1, s.90, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c.3, s.24, Diyarbekrî, Hamis, c.1, s.281, Halebî, İnsânu'l-uyûn, c.1 , s.425, Zürkânî, Mevâhib Şerhi, c.1, s.235.)
Cebrâil aleyhisselâm da, Namaz için nasıl abdest alınıp temizlenileceğini O’na göstermek istiyordu.:
(İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, c.1, s.260-261 , Taberî, Târih, c.2, s.210, İbn Esîr, Kâmil, c.2, s.50, İbn Seyyid, UyÜnu'l- eser, c.1, s.90, Diyarbekrî, Hamis, c.1, s.281, Halebî, İnsânu'l-uyûn, c.1, s.425, Zürkânî, Mevâhib Şerhi, c.1, s.235.)
- Dirseklerine kadar, ellerini yikâdı.
- Ağzını su ile çalkaladı.
- Burnuna su çekti.
- Sonra, yüzünü yıkadı.
- Başını ve kulaklarının arkasını, ıslak eliyle mesnetti.
- Topuklarına kadar, ayaklarını yikâdı..
(İbn İshak, Kitâbu'l-mübtedâ ve'l-meb'as, c.3, s.117, Halebî, İnsânu'l-uyûn, c.1, s.425.)
Peygamberimiz aleyhisselâm da, Cebrâil aleyhisselâm’dan gördüğü gibi abdest aldı..
(İbn İshak, İbn Hişâm , Sîre, c.1, s.261, Yâkubî, Târih, c.2, s.23, Taberî, Târih, c.2, s.210, İbn Esîr, Kâmil, c.2, s.50-51, İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c.1, s.90, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c.3, s.24)
Bundan sonra Cebrâil aleyhisselâm, Namazın nasıl kılınacağını Peygamberimiz aleyhisselâm’a göstermek için,
(Yâkubî, Târih, c.2, s.23.)
kalkıp onunla birlikte iki rekat Namaz kıldı ve bu Namazda yüzünün üzerine dört secde yaptı.
(İbn İshak, Kitâbu'l-m übtedâ ve'l-m eb'as, c.3, s.117, Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c.2, s.160, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n- nihâye, c.3, s.24.)

ALLAHu Zü’L- CeLÂL; Peygamberimiz aleyhisselâm’ın Gözünü, Yüzünü GÜLdürmüş, ALLAH’tan beklediği, gönlünün hoşlandığı İbâdet Emri gelmiş bulunuyordu.
(İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, c.1, s.261, Taberî, Târih, c.2, s.210, İbn Esîr, Kâmil, c.2, s.51, İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c.1, s.90, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c.3, s.24.)
Derin bir inânç ve sevinç içinde eve döndü.
ALLAHu Zü’L- CeLÂL'in =>Kendisine olan Üstün İkramını Hatice aleyhasselâm'a haber verdi.
(İbn İshak, Kitâbu'l-Mübtedâ ve'l-Meb'as, c.3, s.117, Beyhakî, Delâil.c.2, s.160, Zehebî, Târîhu'l-İslâm, s.135, Ebu'l-Fidâ, c.3, s.24, Diyarbekrî, c.1, s.281.)
Hemen elinden tutup, onu SUyun yanına götürdü.
(Belâzurî, Ensâbu'l-eşrâf, c.1, s.111.)
Namaz için nasıl abdest alınıp temizlenileceğini göstermek üzere, Cebrâil aleyhisselâm’ın kendisine gösterdiği gibi abdest aldı.
Hatice aleyhasselâm da, Peygamberimiz aleyhisselâm’ın gösterdiği gibi abdest aldıktan sonra, Peygamberimiz aleyhisselâm, Cebrâil aleyhisselâm’ın kendisine kıldırmış olduğu gibi, O'na Namaz kıldırdı.
(İbn İshak, Kitâbu'l-mübtedâ ve'l-meb'as, c.3, s.117, Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c, 2, s.160, Zehebî, Târîhu'l-İslâm, s.135, E bu'l -Fi dâ, el -Bidâ ye ve'n-ni hâye, c.3, s.24, D iyarbekrf, H a m fs, c.1, s.281.)

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kendisine Peygamberlik geldiği Pazartesi Gününde ilk Namazı kılmıştı.
Hatice aleyhasselâm da, aynı günde, günün sonuna doğru, ilk defâ aynı Namazı kılmak mutluluğuna ermişti..
(İbn Abdilberr, İstiâb, c.4, s.1Ş20,Muhibbü't-Taberî, Rıyâdu'n-nadrâ, c.2,s.209, Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c.9, s.103, Diyarbekrî, Hamis, c.1, s.286, Halebî, İnsânu'l-uyûn, c.1, s.426.)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

271-) ÜMMî sallallahu aleyhi vesellem.

ÜMMî sallallahu aleyhi vesellem.: Halka âid din-dil tahsili görmemiş, Ledün İlmi Lutfedilmiş, Hakkı ve Hayrı kasdeden,
NÛRuLLAH =>NÛR-u MuhaMMed =>NÛR-u Mevcudât =>Kâinâtın ANAsı ve İsLâm ÜMMEtinin Sâhibi oLan ReSûLuLLaH
sallallahu aleyhi vesellem..


Sözlükte;
* “Kasdetmek” anlamındaki “EMM” kökünden veyâ,
* *Anne” anlamına gelen “ÜMM” ya da,
*** “Topluluk, millet” gibi mânâları ifâde eden “ÜMMe” kelimesi..

=>ÜMMe kelimesine nisbetle elde edilen, ÜMMî =>Okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş; az konuşan, konuşurken hata yapan kimse demektir.
=>ÜMM’e nisbeti halinde =>“Annesinden doğduğu gibi kalmış, tabiatı bozulmamış, sonradan okuma yazma öğrenmemiş” anlamına gelirken,
=>ÜMMETe nisbeti durumunda =>bağlı bulunduğu topluluğa mensub, onların özelliklerini taşıyan, bilgi ve becerilerini bu çerçevede kazanmış kimseyi anlatır.

Dilciler kelimenin bu mânâları kazanmasını, Arap Toplumunun Kur’ÂN-ı Kerîm’in nâzil olduğu dönemde genelde okuma yazma bilmeyenlerden meydana gelmesiyle açıklamaktadır.
Bu ikisi kadar güçlü olmamakla birlikte “ÜMMΔnin Mekke için söylenen “Ümmü’l-Kurâ” (şehirlerin anası/esası) terkibine nisbetle kullanıldığını söyleyenler de vardır.. (el-Müfredât, “emm” md.; Lisânü’l-ʿArab, “emm” md.).

Kelimenin ayrıca “EMM” masdarına nisbetinden de söz edilmekte ve A‘râf sûresinin 157. âyetindeki “ÜMMΔ kelimesinin Kırâat-i Aşere İmamlarından Ya‘kūb el-Hadramî tarafından “EMMî” şeklinde okunuşunun bunu teyid ettiği belirtilmektedir, (Ebû Hayyân, IV, 403). Bu durumda söz konusu âyet, Hz. MuhaMMed aleyhisselâm her bir fert için maksuddur” anlamına gelmektedir.
Maksud.: Kasdedilmiş. Kasdedilen. İstenilen şey. İstek. Arzu. Gâye.

ÜMMî =>Kur’ÂN-ı Kerîm’de altı âyette geçmektedir.:
Bunların ikisinde (el-A‘râf 7/157-158) tekil olarak ve Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bir vasfı şeklinde kullanılırken.:


الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Ellezîne yettebiûne’r- resûlen nebiyye’l- ummiyyellezî yecidûnehu mektûben indehum fî’t- tevrâti ve’l- incîli ye’muruhum bi’l- ma’rûfi ve yenhâhum ani’l- munkeri ve yuhıllu lehumu’t- tayyibâti ve yuharrimu aleyhimu’l- habâise ve yedâu anhum ısrahum ve’l- aglâlelletî kânet aleyhim, fellezîne âmenû bihî ve azzerûhu ve nasarûhu vettebeûn nûrellezî unzile meahu ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılı bulacakları ÜMMî NEBî olan Resûle/elçiye uyarlar; O, onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inânanlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen NÛRu izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır.” (A’râf 7/157)

قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الأُمِّيِّ الَّذِي يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
“Kul yâ eyyuhe’n- nâsu innî resûlullâhi ileykum cemîanillezî lehu mulku’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), lâ ilâhe illâ huve yuhyî ve yumît (yumîtu), fe âminû billâhi ve Resûlihi’n- Nebiyyi’l- UMMiyyillezî yu’minu billâhi ve kelimâtihî vettebiûhu leallekum tehtedûn (tehtedûne).: De ki.: "Ey İnsÂNlar, Ben, ALLAH'ın sizin hepinize gönderdiği bir Resûlü (peygamberi)yim. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur. O'ndan başka İLÂH yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse ALLAH'a ve ÜMMi NEBî olan Resûlüne imân edin. O da ALLAH'a ve O'nun sözlerine inânmaktadır. O’na imân edin ki hidâyete ermiş olursunuz.” (A’râf 7/158)

Diğer âyetlerde çoğul haliyle “ÜMMîyyûn” şeklinde zikredilmiştir.
Diğer dört âyetten birinde yahudilerden bir topluluk kasdedilmiştir.:


وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لاَ يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلاَّ أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَظُنُّونَ
“Ve minhum UMMiyyûne lâ ya’lemûne’l- kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn (yezunnûne).: İçlerinde bir takım ümmîler vardır ki, Kitab'ı (Tevrat'ı) bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.” (Bakara 2/78)

Üç âyette de Araplar kasdedilmiştir.:
Üç âyetin birinde yahudilerin bu kelimeyi Ehl-i kitap’tan olmayan Araplar için kullandıkları görülmektedir.:


وَمِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ إِن تَأْمَنْهُ بِقِنطَارٍ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ وَمِنْهُم مَّنْ إِن تَأْمَنْهُ بِدِينَارٍ لاَّ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ إِلاَّ مَا دُمْتَ عَلَيْهِ قَآئِمًا ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُواْ لَيْسَ عَلَيْنَا فِي الأُمِّيِّينَ سَبِيلٌ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
“Ve min ehli’l- kitâbi men in te’menhu bi kıntârin yueddihî ileyk (ileyke), ve minhum men in te’menhu bi dînârin lâ yueddihî ileyke illâ mâ dumte aleyhi kâimâ (kâimen), zâlike bi ennehum kâlû leyse aleynâ fî’l- UMMiyyîne sebîl (sebîlun), ve yekûlûne alâllâhi’l- kezibe ve hum ya’lemûn (ya’lemûne).: Ehl-i Kitaptan öyleleri vardır ki, onlara yüklerle altın ve gümüşü emânet bıraksan, onu sana noksansız iâde ederler. Yine onların öyleleri vardır ki, ona bir dinâr emânet bıraksan tepesine dikilip ısrarla istemedikçe onu sana iâde etmez. Bu da, onların.: “ÜMMîlere, Mekke ve civârındaki belli kabilelere, okuyup yazması olmayan, hesap bilmeyenlere karşı yaptıklarımızdan bize vebâl yoktur!” demeleri sebebiyledir. Onlar bile bile ALLAH Adinâ yalan uyduruyorlar.” (Âl-i İmrân 3/75)

ÜMMî =>Hadis-i Şerilerde de =>“Yazı yazmayı bilmeyen, tahsil görmemiş kimse” anlamında geçer. Bunlardan birinde;
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Biz ÜMMî bir topluluğuz, yazı yazmayız ve hesap yapmayızbuyuruştur.
(Müsned, II, 43, 56, 122, 129; Buhârî, “Ṣavm”, 13; Müslim, “Ṣıyâm”, 15).

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ÜMMîliğinin kelimenin “okuma yazma bilmeme, eğitim almamış olma” biçimindeki anlamına uygunluğu konusunda müfessirler arasında görüş ayrılığı yoktur.

Tahsil görmemiş bir ÜMMî iken Kur’ÂN-ı Kerîm gibi bir Kitab getirmiş olması onun bir mûcizesi kabul edilir.. (Fahreddin er-Râzî, XV, 20; Bursevî, III, 251).

İsmâil Hakkı Bursevî =>A‘râf sûresinin 157. âyeti çerçevesinde kelimenin sözlük anlamını zikrettikten sonra mutasavvıfların i’tibar ettiği bazı rivâyetlere dayanarak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ÜMMî oluşuna “Mevcûdatın ASLı/ ÜMMü’l- Mevcûdât” şeklinde işârî bir mân da vermektedir.. (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu’l-beyân, III, 255).


NeBîyyul- ÜMMî sallallahu aleyhi ve sellem: Kâinâtın Zâhir Bâtın VAR OLuş UMMü-ANAsı. Nûrullaha, NûR-u MîM BiLeLik Bağımız Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem..

قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الأُمِّيِّ الَّذِي يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
“Kul yâ eyyuhen nâsu innî resûlullâhi ileykum cemîanillezî lehu mulkus semâvâti vel ard(ardı), lâ ilâhe illâ huve yuhyî ve yumît(yumîtu), fe âminû billâhi ve resûlihin NEBİYYİ’L- UMMİYYillezî yu’minu billâhi ve kelimâtihî vettebiûhu leallekum tehtedûn: De ki: "Ey İnsÂNlar, ben Allah'ın sizin hepinize gönderdiği bir elçisi (peygamberi)yim. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve ümmi peygamber olan elçisine imân edin. O da ALLAH'a ve O'nun sözlerine inânmaktadır. O’na imân edin ki hidâyete ermiş olursunuz.” (A’râf 7/158)

Resim---Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisi kudsîde: “ALLAH: “SeNi =>Kendi NûRumdan(NÛRULLAH’tan), =>Diğer Şeyleri de =>SeNin NûRundan NûR-u MuhaMMed’den) yarattım!.””buyurdu” buyurmuştur.
(Îmân Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Aclûnî, Keşfü’l-Hâfâ I-265/827)

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
Resim---“Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn: (Resûlüm!) BİZ =>SeNi ÂLEMLere ancak RAHMET olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107)

UMM” kökü nedir?. Nerden gelmektedir?.

Resim---Rasûlullah aleyhi ve selleme soruluyor: “RABB’ımız, gökleri ve yeri yaratmadan önce neredeydi?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Üstünde ve altında hava bulunmayan bir “a’mâ” daydı” buyuruyor.”
(İbni Mâce, Mukaddime 13)

İmâm-ı Alî kerremullahi veche ise: “Elân dahi öyledir” buyuruyor.
A’mâ ise körlüktür... Gözü görmeyen, manevî körlük, câhillik, bilgisizlik.. Sonsuz ve zifirî karanlıkta asla bir şey görememek oraya ait bir hususu BiLememek, SıRRına ERemeyiştir...

İşte ALLAHU ZÜ’L-CELÂL’e ait bu bilinemezlik karanlığının adı EL AHAD AHADÎYyetidir. EL AHAD celle celâlihu TeceLLîsi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selemin AHMEDÎYyetiyse ancak ve ancak ZÂTınâ mahsus MîM Penceresidir.
Koyu bir karanlığa benzetildiğinden câhilliğe de mecâzen “Ümmî” denilmiştir.
Hatta, Ledünn İlminden nâsibsiz ve sözde ilim ehlince hâşâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in “Nebîyyü’l-Ümmî” oluşu, anasından nasıl doğmuş ise öyle kalıp okuma yazma öğrenmemiş-câhil kimse sanılmış veyâ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi zâhirde bilgisiz de her hususda vahy alır ve Beşerîyetini inkar câhilliğine düşmüşlerdir. Böyle biranlayış ve anlatış ahmakçadır.

Arapça’da ANNEye “ÜMM” denmesi, karnındaki bebeği için zifiri karanlık içinde emniyet yuvası ve bilinemezlik karanlığının benzeri oluşundandır.


خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ يُكَوِّرُ اللَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى اللَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى أَلَا هُوَ الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ
“Halakas semâvâti vel arda bil hakk(hakkı), yukevvirul leyle alen nehâri ve yukevvirun nehâre alel leyli ve sehhareş şemse vel kamer(kamere), kullun yecrî li ecelin musemmâ(musemmen), e lâ huvel azîzul gaffâr(gaffâru).: (Allah), gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Güneş'i ve Ay'ı musahhar (emre amâde) kıldı. Hepsi belirlenmiş bir zamana kadar (yörüngelerinde) akar (gider). O; Azîz (yüce ve üstün), Gaffar (çok mağfiret eden) değil midir?” (Zümer 39/5)

خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَأَنزَلَ لَكُم مِّنْ الْأَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِن بَعْدِ خَلْقٍ فِي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ
“Halakakum min nefsin vâhıdetin summe ceale minhâ zevcehâ ve enzele lekum minel en’âmi semâniyete ezvâc(ezvâcin), yahlukukum fî butûni ummehâtikum halkan min ba’di halkın fî zulumâtin selâs (selâsin), zâlikumullâhu RABBukum lehul mulk (mulku), lâ ilâhe illâ huve, fe ennâ tusrafûn (tusrafûne).: Sizi tek bir nefsten halketti. Sonra ondan, onun zevcesini (eşini). Ve sizin için dört ayaklı hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi annelerinizin karnında, bir yaratılıştan sonra başka bir yaratılışla (halden hale geliştirip dönüştürerek) üç karanlık içinde yaratır. İşte bu sizin RABBiniz Allah'dır. Mülk, O'nundur. O'ndan başka İlah yoktur. Buna rağmen nasıl döndürülüyorsunuz.” (Zümer 39/6)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e Nebîyy’il- Ümmî buyurulması ise;
Nebî =>Haber getiren.
Nebîyy’il- Ümmi ise =>BİLinemezlik A’MÂsından haber getiren =>EZEL HABBEsinin-HABİBÎYyetten Zuhûru olan demektir =>NURuLLaHın DOĞuş NOKTASı-ANAsı =>Zuhûr Mazharıdır.
Arapça, ÂRİ ve ASİL bir dildir =>“CeNNet DİLidir” buyurulmuştur.


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.:"Üç hasletten dolayı Arabı seviniz: Çünkü ben Arabım, Kur’ÂN-ı Kerim Arapça olarak nâzil olmuştur, CeNNet Ehlinin konuştukları dil Arapça’dır." buyurdu.
(İbni Abbas'tan ; İ. Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1:178 Hadis no: 225 )

Eşya ->Olay ->Zaman ve ->Zannla sınırlı sorumlu İnsan AKLı; AKLen gördüğü her ŞEYin NÛRULLAH Olduğu gerçeğine ancak NAKLen ER-ER ve Şe’ÂNda her ÂNda ALLAH celle celâluhu’nun şimdi ŞÂHİDi olur..


اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Allâhu nûru’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâh (mısbâhun), el mısbâhu fî zucâceh (zucâcetin), ez zucâcetu ke ennehâ kevkebun durrîyyun, yûkadu min şeceratin mubâraketin zeytûnetin lâ şarkîyetin ve lâ garbiyyetin, yekâdu zeytuhâ yudîu ve lev lem temseshu nâr (nârun), nûrun alâ nûr (nûrin), yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu, ve yadribullâhul emsâle lin nâs (nâsi), vallâhu bi kulli şey’in alîm.: ALLAH, GÖKLERİN VE YERİN NURUDUR. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip iletir. Allah İnsÂNlar için örnekler verir. Allah, her şeyi bilendir.” (Nur 24/35)

Bakınız Kur’ÂN-ı Kerîm’de ALLAHU ZÜ’L-CELÂL;
Habibi, Edibi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e EMİR buyurduğu âyetlerle...

TEBLİĞ, TENZİR, TEBŞİR, TEŞHİD 4 lüsü… Emretmektedir.


Tebliğ: HAKkTeâLâ'dan ALdığı emir ve kanunları İnsÂNlara aynen bildirme.

Tenzir (inzâr): sonunun fenâ olacağını haber vererek KORKUtmak, ihtarda ve ikâzda bulunmak, uyarmak ve uyandırmak.

Tebşir: Uyananı CeNNetle, uyanmayanı CeheNNemle MÜJDElemek. Müjde verme, müjdeleme, muştulama. Hayır haber vermek.

Teşhid: Uyanana da uyanmayana da ŞÂHİD olmak... [/b]

إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
[/color]“İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi, yâ eyyuhâllezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ.: Şüphesiz, ALLAH ve Melekleri =>Peygambere salât ederler. Ey imân edenler, siz de O’na salât edin ve tam bir teslimîyyetle ona selâm verin.” (Ahzâb 33/56)

وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا
[/color]“Ve men yutiıllâhe ve’r- resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ve’s- sıddîkîne ve’ş- şuhedâi ve’s- sâlihîn (sâlihîne), ve hasune ulâike rafîkâ.: Kim ALLAH'a ve RESÛL'e itaat ederse, işte onlar ALLAH'ın kendilerine ni’met verdiği Peygamberler, Doğrular (ve doğrulayanlar), Şehîdler ve Sâlihlerle beraberdir. Ne iyi Arkadaştır onlar?” (Nisâ 4/69)

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ حَسْبُكَ اللّهُ وَمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
[/color]“Yâ eyyuhâ’n- nebiyyu hasbukallâhu ve menittebeake mine’l- mu'minîn.: Ey Peygamber! Sana ve Sana tabi olan mü’minlere ALLAH yeter.” (Enfâl 8/64)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme =>TesLim OLuş =>İmân ediş =>Tâbi oluş ve =>İtaat ediş İlahî Fıtrî YaratıLışın =>İcÂBıdır..
Zirâ, O Yüce NÛR aleyhi's-selâm =>ALLAH celle celâluhu'nun TEK ve MUTLAK irSÂLL Noktasıdır.. RESûL => ALLAH!..


RaSûLuLLaH sallallahu aleyhi ve sellem’in RûHu =>AkL-ı EvveL =>FeLek-i A’LÂ kısacası =>“ÜMM” dür.
ÜMMî’dir =>Mahlûkatın ANAsı ->ASLı ->İLKi ve de TEKidir. .
İLâHî Kâinât Sisteminin =>“İLk ŞEY’i ->İLk KİMi ->İLk BiRi ->İLk NûRu” dur.

Nebîyyü’l-ÜMMî’dir =>A’mâ Âleminden-AHADiyyetten, Şehâdet Âlemine Haber Getiren-AHMeDiyyettir.
AHAD celle celâluhu’nun göbekten MiMlenişi KûN feyeKûn OL-uşumu AH-M-ED OL-AN Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kadir ve kıymetini iyice BİLmeyi ALLAH celle celâluhu BİZ Bîçâre KULLarına nâsib ü müyesser buyura İnşae ALLAH..


خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ يُكَوِّرُ اللَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى اللَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى أَلَا هُوَ الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ
“Halaka’s- semâvâti ve’l- arda bi’l- hakk (hakkı), yukevviru’l- leyle ale’n- nehâri ve yukevvirun nehâre ale’l- leyli ve sehhare’ş- şemse ve’l- kamer (kamere), kullun yecrî li ecelin musemmâ (musemmen), e lâ huve’l- azîzu’l- gaffâr (gaffâru).: (ALLAH), gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Güneş'i ve Ay'ı musahhar (emre amâde) kıldı. Hepsi belirlenmiş bir zamana kadar (yörüngelerinde) akar (gider). O; Azîz (yüce ve üstün), Gaffar (çok mağfiret eden) değil midir?” (Zümer 39/5)

خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَأَنزَلَ لَكُم مِّنْ الْأَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِن بَعْدِ خَلْقٍ فِي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ
“Halakakum mi’n- nefsin vâhıdetin summe ceale minhâ zevcehâ ve enzele lekum mine’l- en’âmi semâniyete ezvâc (ezvâcin), yahlukukum fî butûni ummehâtikum halkan min ba’di halkın fî zulumâtin selâs (selâsin), zâlikumullâhu RABBukum lehu’l- mülk (mulku), lâ ilâhe illâ huve, fe ennâ tusrafûn (tusrafûne).: Sizi tek bir nefsten halketti. Sonra ondan, onun zevcesini (eşini). Ve sizin için dört ayaklı hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi annelerinizin karnında, bir yaratılıştan sonra başka bir yaratılışla (halden hale geliştirip dönüştürerek) üç karanlık içinde yaratır. İşte bu sizin RABBiniz ALLAH'dır. Mülk, O'nundur. O'ndan başka İLÂH yoktur. Buna rağmen nasıl döndürülüyorsunuz.” (Zümer 39/6)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

272-) BİRR ü BERR sallallahu aleyhi vesellem.

BİRR ü BERR sallallahu aleyhi vesellem.: Takvânın, İyiliğin, Sadakatın, Keremkârlığın, Hamiyetin, Hakk ve Hayrın İlâhi Mazharı, Menbâğı ve Mansabı oLan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..


Berr.: (c.: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr. * Nimetleri herkese, umuma İhsÂN eden.
Ebrâr.: (Berr. c.) Özü sözü doğru olanlar, hamiyetliler. Sâdıklar. İyiler.
Birr.: Temizlik. * Günahtan çekinmek. * Takvâ. * İn'âm ve İhsÂN etme.
Bârr.: (c.: Berere) İyilik ve İhsÂN edici, muhsin.
Berere.: (Bârr ve Berr. c.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ Ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sâhibi kimseler.

BERR..: İtaatkâr, sadakatli, vefâkâr ve iyiliksever olmak anlamındaki “BİRR” kökünden sıfattır.
BÂRR da aynı mânâya gelmekle birlikte BERR’in muhtevâsının daha zengin olduğu ve süreklilik arz ettiği kabul edilir..

لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
“Leysel BİRRe en tuvellû vucûhekum kıbele’l- maşrıkı ve’l- magrıbi ve lâkinne’l- BİRRe men âmene billâhi ve’l- yevmi’l- âhırı ve’l- melâiketi ve’l- kitâbi ve’n- nebiyyîn (nebiyyîne), ve âte’l- mâle alâ hubbihî zevi’l- kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîne vebne’s- sebîli, ve’s- sâilîne ve fî’r- rıkâb (rıkâbi), ve ekâme’s salâte ve âte’z- zekât (zekâte), ve’l- mûfûne bi ahdihim izâ âhed (âhedû), ve’s- sâbirîne fî’l- be’sâi ve’d- darrâi ve hîne’l- be’s (be’si) ulâikellezîne sadakû, ve ulâike humu’l- muttekûn (muttekûne).: Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin BİRR, kişinin, ALLAH'a, yevm'il âhire (ALLAH'a ulaşılan sonraki güne, hidâyet gününe, vuslât gününe) meleklere, Kitab'a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sâhiblerine) yetimlere, miskinlere (çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen (muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir. Ve (ALLAH'a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine vefâ edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sâdık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (Takvâ sâhibi olanlardır).” (Bakara 2/177)

Fahreddin er-Râzî de bu âyet münasebetiyle BİRRi, “bütün saygılı davranışları (taat) ve İnsÂNı Allah’a yaklaştıran hayırlı işleri içine alan bir kelime” şeklinde târif etmiştir.. (Mefâtîhu’l-gayb, V, 37).

لَن تَنَالُواْ الْبِرَّ حَتَّى تُنفِقُواْ مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
“Len tenâlûl BİRRe hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn(tuhibbûne), ve mâ tunfikû min şey’in fe innallâhe bihî alîm (alîmun).: Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe (Allah için vermedikçe), asla BİRR'e nail olamazsınız. (Allah'ın size verdiklerinden, Allah için) bir şey infâk ettiğiniz zaman muhakkak ki Allah, onu en iyi bilendir” (Âl-i İmrân 3/92)

ALLAHu zü’L-CELÂL'in İsimlerinden olan El BERR İsmi, “Berrü” kökünden türemiştir. Bunun anlamı ise kara ve kıtalar anlamına gelmektedir.
El BERR İsminin anlamı kara, kıta ve yeryüzü ne kadar geniş ise RABBimizin iyiliği de o kadar geniştir ve sonsuzdur manasına gelmektedir.

El BERR Esmasının İstılah Anlamı/ bir lafzı lügat mânâsından çıkararak başka bir mânâda kullanmaları.:

El BERR =>Yarattıklarına karşı Rahmet ve İhsÂNı bol olandır.
El BERR =>Söz ve hareketlerine Mutlak Sâdık olandır.
El BERR =>Bütün yarattıklarına Rızk Taksim eden ve Rahmeti ile muamele edendir.
El BERR =>Takvâ Sâhibi olan kullarına çok sevâb verendir.
El BERR =>Güzel düşünce ve duygulara sâhib olan kullarını mükafâtlandırandır.
El BERR =>Kötülüklerden vazgeçen kullarını mükafâtlandırandır.
El BERR =>İsyân eden kullarına işledikleri günahlar oranında cezâlandırandır.
El BERR =>İbâdet eden ve kendisine yönelen kullarına Hidâyeti ile Muamele edendir..


BİRR” kelimesi Kur’ÂN-ı Kerîm’de her türlü iyilik, İhsÂN, itaat, doğruluk, günahsızlık gibi mânâlarda kullanılmıştır.
Aynı kökten gelen “BERR” ise hem “Çok Şefkatli ve Kerem Sâhibi” anlamında ALLAHu zü’L-CELÂL’in bir ismi, hem de “itaatkâr” anlamında İnsÂNın sıfatı olarak Kur’ÂN’da tekrarlanmıştır.:

إِنَّا كُنَّا مِن قَبْلُ نَدْعُوهُ إِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّحِيمُ
“İnnâ kunnâ min kablu ned’ûh (ned’ûhu), innehu huve’l- BERRu’r- RAHÎM (rahîmu).: Muhakkak ki biz, daha önceden O'na (ALLAH'a) DUÂ ediyorduk. Muhakkak ki O; BERR'dir (çok cömerd, çok lütufkârdır), RAHÎM'dir (RAHÎM Esmâsı ile tecellî edendir).” (Tûr 52/28)

Bir âyette aynı kökten gelen BÂRR (itaatkâr) kelimesinin çoğulu olan BERERE meleklerin sıfatı olarak geçmektedir.:

كِرَامٍ بَرَرَةٍ
“Kirâmin berarah (beraratin).: Kerim olan sâdıkların (elleri ile yazılmıştır).// (Ki onlar,) Üstün değerli, 'iyilik ve dürüstlük sembolü.” (Abese 80/16)

Beraratin.: BİRR sâhibleri, hayır ve Takvâ sâhibi olanlar, sâdık, dürüst olanlar..

İki âyette geçen ve “iyi olma, iyilik yapma” mânâsını ifâde eden “(en) teberrû” fiili de “BİRR” kökünden türetilmiştir.

وَلاَ تَجْعَلُواْ اللّهَ عُرْضَةً لِّأَيْمَانِكُمْ أَن تَبَرُّواْ وَتَتَّقُواْ وَتُصْلِحُواْ بَيْنَ النَّاسِ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“Ve lâ tec’alûllâhe urdaten li eymânikum en teBERRû ve tettekû ve tuslihû beyne’n- nâs (nâsi), vallâhu semîun alîm (alîmun).: EBRÂR olmanız, Takvâ sâhibi olmanız ve insanların arasını ıslâh etmeniz için (sizi alıkoyan) yeminleriniz sebebiyle, ALLAH''ı engel kılmayın (ALLAH''ı kendinize siper etmeyin). Ve ALLAH', Sem'î'dir (en iyi işitendir), Alîm'dir (en iyi bilendir).” (Bakara 2/224)

لَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُم مِّن دِيَارِكُمْ أَن تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ
“Lâ yenhâkumullâhu anillezîne lem yukâtilûkum fî’d- dîni ve lem yuhricûkum min diyârikum en teBERRûhum ve tuksitû ileyhim, innallâhe yuhıbbu’l- muksitîn (muksitîne).: ALLAH', dîn konusunda sizinle savaşmamış ve sizi yurdunuzdan çıkarmamış olan kimselere iyilik etmenizden ve onlara adaletle davranmanızdan sizi nehyetmez (yasaklamaz). Muhakkak ki ALLAH', adaletli olanları (adaletle davrananları) sever.” (Mümtehine 60/8)

Aynı kullanım tarzları Hadis-i Şeriflerde de yer almıştır.:

لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
“Leysel BİRRe en tuvellû vucûhekum kıbele’l- maşrıkı ve’l- magrıbi ve lâkinne’l- BİRRe men âmene billâhi ve’l- yevmi’l- âhırı ve’l- melâiketi ve’l- kitâbi ve’n- nebiyyîn (nebiyyîne), ve âte’l- mâle alâ hubbihî zevi’l- kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîne vebne’s- sebîli, ve’s- sâilîne ve fî’r- rıkâb (rıkâbi), ve ekâme’s salâte ve âte’z- zekât (zekâte), ve’l- mûfûne bi ahdihim izâ âhed (âhedû), ve’s- sâbirîne fî’l- be’sâi ve’d- darrâi ve hîne’l- be’s (be’si) ulâikellezîne sadakû, ve ulâike humu’l- muttekûn (muttekûne).: Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin BİRR, kişinin, ALLAH'a, yevm'il âhire (ALLAH''a ulaşılan sonraki güne, hidâyet gününe, vuslât gününe) meleklere, Kitab'a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sâhiblerine) yetimlere, miskinlere (çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen (muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir. Ve (ALLAH''a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine vefâ edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sâdık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (Takvâsâhibi olanlardır).” (Bakara 2/177)

Bakara sûresinin uzunca bu âyetinde bu terimin muhtevasına giren müsbet nitelikler İslâm’ın beş temel itikâd konusu =>(ALLAH'’a, Âhiret Gününe, Meleklere, Kitaplara ve Peygamberlere İmân), ALLAH'’ın Emir ve Rızâsına uygun şekilde malî yardımlarda bulunma, namaz ve zekât ibâdetlerini yerine getirme, sözleşmelere riâyet etme, en zor ve sıkıntılı zamanlarda bile sâbırlı ve metânetli olma şeklinde gösterilmiştir..

Kur’ÂN-ı Kerîm’in bir çok yerinde görüldüğü gibi bu âyette de yalnızca en başta gelen erdemlerin sıralandığı, dolayısıyla BİRRin muhtevasının sınırlandırılmadığı düşünülürse BİRRin imân, ibâdet ve ahlâka dair bütün iyi hasletleri kapsayacak genişlikte bir kavram olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Fahreddin er-Râzî de bu âyet münasebetiyle BİRRi, “bütün saygılı davranışları (taat) ve İnsÂNı ALLAH'’a yaklaştıran hayırlı işleri içine alan bir kelime” şeklinde târif etmiştir.. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, V, 37).

Söz konusu âyetin devamında, gerçekten dürüst ve Takvâ sâhibi olan kişilerin ancak belirtilen hasletleri kazananlar olduğu ifâde edilmiştir.

BİRR” ve en genel anlamı ile “ALLAH'’a karşı saygılı olma” demek olan Takvâ arasındaki bu yakınlık Kur’ÂN-ı Kerîm’de başka vesilelerle de gösterilmiştir.

Yine Bakara Sûresinde (2/189), bir örnek olmak üzere, evlere kapıdan girmek yerine arka taraftan girmek gibi ahlâk ve görgü kurallarına aykırı bir davranışın “BİRR” sayılamayacağı belirtildikten sonra BİRRin Takvâ sâhibi İnsÂNa has bir fazilet olduğu ifâde edilmiştir.

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأهِلَّةِ قُلْ هِيَ مَوَاقِيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِأَنْ تَأْتُوْاْ الْبُيُوتَ مِن ظُهُورِهَا وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقَى وَأْتُواْ الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Yes’elûneke ani’l- ehilleh (ehilleti), kul hiye mevâkîtu li’n- nâsi ve’l- hacc (haccı), ve leyse’l- BİRRu bi en te’tû’l- buyûte min zuhûrihâ ve lâkinne’l- BİRRe menittekâ, ve’tû’l- buyûte min ebvâbihâ, vettekûllâhe leallekum tuflihûn (tuflihûne).: Sana hilâllerden (ay'ın hilâle dönüşen hallerinden) soruyorlar. De ki.: “O, insanlar için vakitleri ve hac zamanını bildiren bir “vakit ölçüsü”dür.” BİRR (kişiyi ebrâr yapan güzel davranışlar), (câhiliyet devrinde olduğu gibi) evlere arkalarından girmek değildir. Oysa BİRR, kişinin Takvâ sâhibi olmasıdır. Ve evlere kapılarından girin. Ve ALLAH''a karşı Takvâ sâhibi olun. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.” (Bakara 2/189)

İki fazilet arasındaki bu yakınlık diğer bir âyette “BİRR ve Takvâ hususunda yardımlaşınız” ifâdesiyle gösterilmiştir.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُحِلُّواْ شَعَآئِرَ اللّهِ وَلاَ الشَّهْرَ الْحَرَامَ وَلاَ الْهَدْيَ وَلاَ الْقَلآئِدَ وَلا آمِّينَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِّن رَّبِّهِمْ وَرِضْوَانًا وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُواْ وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَن صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَن تَعْتَدُواْ وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tuhıllû şe’âirallâhi vele’ş- şehra’l- harâme ve lâ’l- hedye ve lâ’l- kalâide ve lâ ammîne’l- beytel harâme yebtegûne fadlan min RABBihim ve rıdvânâ (rıdvânen) ve izâ haleltum fastâdû ve lâ yecrimennekum şeneânu kavmin en saddûkum ani’l- mescidi’l- harâmi en ta’tedû, ve teâvenû ale’l- BİRRi ve’t- Takvâ ve lâ teâvenû ale’l- ismi ve’l- udvâni vettekullâh (vettekullâhe) innallâhe şedîdu’l- ıkâb (ıkâbi).: Ey iman edenler! ALLAH''ın (koyduğu) şeriat hükümlerine, Haram ay'a, (hediye olarak Kâbe'ye gönderilen) kurbanlıklara, gerdanlıklı (boyunları bağlı) kurbanlık develere, RABB'lerinden bir fazl ve (O'nun) rızasını isteyerek, Beyte’l- Haram'a gelenlerin güvenliğine saygısızlık etmeyin.Ve ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescidi’l- Haram'dan alıkoymalarından (çevirmelerinden) dolayı bir kavme beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sevk etmesin. BİRR ve Takvâ üzerine yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. ALLAH''a karşı Takvâ sâhibi olun. Muhakkak ki ALLAH' ikâbı (azâbı) şiddetli olandır.” (Mâide 5/2)

İmam Mâtürîdî bu âyeti tefsir ederken bu iki fazileti =>“BİRR, bütün hayırların en tam şekli, Takvâ ise bütün şerlerin terkedilmesi ve bir daha yapılmamasıdır” şeklinde târif etmiştir (İmam Mâtürîdî, Teʾvîlât, I, vr. 175b).

Mâverdî’ye göre söz konusu âyette BİRR ve Takvâ Kelimelerinin yan yana gelmesinin sebebi, bunların birbirini tamamlayan ahlâkî faziletler olmasıdır. Çünkü ona göre BİRR İnsÂNlara karşı iyi olmak ve iyilik yapmaktan doğar ve kişiye İnsÂNların sevgi ve hoşnutluğunu kazandırır; ALLAH'’a karşı vecîbelerini yerine getirmekten doğan Takvâ fazileti de ALLAH'’ın Sevgi ve Hoşnutluğunu kazandırır, her iki SEVgiyi kazanan İnsÂN ise tam mutluluğu yakalamış olur.
Mâverdî BİRR terimini geniş bir şekilde tahlil ettiği “Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn” adlı eserinde bu erdemi, sosyal hayatın kurulması ve işlemesinin temel şartları arasında saydığı “ÜLFET”in bir unsuru olarak görmüştür. Ona göre BİRR => “SıLa” ve “Ma‘ruf” olmak üzere iki şekilde tezâhür eder.
SıLa =>“Karşılık gözetmeksizin mal yardımında bulunmak”, Ma‘ruf ise =>“Gerek söz gerekse davranışla İnsÂNların iyilik ve mutluluğu, dirlik ve düzenliği için çalışmak” anlamına gelir (Mâverdî, s. 184).
Mâverdî bu açıklamasında BİRRin Takvâdan çok İhsÂN kavramıyla ilgisine ağırlık vermiştir.

Esâsen Kur’ÂN-ı Kerîm’de BİRRin bu mânâsı üzerinde de önemle durulmuştur.:

أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
“E te’murûne’n- nâse bi’l- BİRRi ve tensevne enfusekum ve entum tetlûne’l- kitâb (kitâbe) e fe lâ ta’kılûn (ta’kılûne).: İnsanlara BİRRi (tezkiye ve teslim olmayı) emrediyorsunuz da siz kendinizi unutuyor musunuz? Ve siz, Kitab'ı okuduğunuz halde hâlâ akıl etmiyor musunuz?” (Bakara 2/44)

لَن تَنَالُواْ الْبِرَّ حَتَّى تُنفِقُواْ مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
“Len tenâlû’l- BİRRe hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn (tuhibbûne), ve mâ tunfikû min şey’in fe innallâhe bihî alîm (alîmun).: Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe (ALLAH' için vermedikçe), asla BİRR'e nail olamazsınız. (ALLAH''ın size verdiklerinden, ALLAH' için) bir şey infâk ettiğiniz zaman muhakkak ki ALLAH', onu en iyi bilendir.” (Âl-i İmrân 3/92)

Birçok Hadis-i Şerifte anne ve babaya karşı iyi ve saygılı davranmanın BİRRü’l-VâLideyn” tâbiriyle ifâde edilmesi de BİRR ile İhsÂNın yakınlığını gösterir. Ancak bütün kaynaklarda BİRR =>“İhsÂNın en ileri derecesi” şeklinde açıklanmıştır.
Bakara Sûresinin 177. âyetine göre BİRR doğruluk (SIDK) erdemiyle de yakından ilgilidir. Bu sebeple BİRRe doğruluk mânâsı verenler olmuşsa da (bk. Râzî, III, 45; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “BİRR” md.; Lisânü’l-ʿArab, “brr” md.) bütün sahih kaynaklarda yer alan BİRR hakkındaki uzunca bir hadis (meselâ bk. Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “BİRR”, 103-105), bu terimin SIDKın eş anlamlısı değil onun bir sonucu olduğunu göstermektedir.

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk/Sıdk hayra ve üstün iyiliğe (BİRRe) yöneltir. İyilik/BİRR de CeNNet'e iletir. Kişi doğru söyleye söyleye ALLAH Katında SIDDÎK/Doğrucu diye kaydedilir. Yalancılık yoldan çıkmaya/ fucûra sürükler. Fucûr da CeheNNem'e götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince ALLAH' katında çok yalancı/KEZZÂB diye yazılır." buyurmuştur.
(Abdullah İbni Mes'ûd radıyallâhu anh''den; Buhâri, Edeb 69; Müslim, BİRR 103-105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, BİRR 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; DUÂ 5)

Hadiste ayrıca yalanın bütün kötülüklerin temeli olduğu şeklindeki genel İslâmî Telakki de vurgulanmıştır.
Bu durumda dürüstlük/SIDk ve onun sâyesinde ulaşılan BİRR bütün iyilikleri kapsamaktadır.

Nitekim, Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh.: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sordum.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: BİRR/İyilik güzel ahlâktan ibârettir. Günah ise kalbini tırmalayıp durduğu halde insanların bilmesini istemediğin şeydir.” buyurmuştur.
(Müslim, BİRR 14, 15. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 52)

Daha başka hadislerinde BİRRin İnsÂN vicdânını (nefs, kalb) huzura kavuşturan, Rûh Dünyasını aydınlatan ve geliştiren her türlü iyilik ve güzellikleri kapsadığını belirtmiştir.
(meselâ bk. Dârimî, “Büyûʿ”, 2; Müsned, IV, 182, 194, 227, 228)

Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi.: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözlerinde ve hareketlerinde hiçbir çirkinlik bulunmadığı gibi, çirkin olan hiçbir şeye de özenmezdi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hayırlınız, ahlâkı güzel olanınızdır.” buyururdu.

(Buhârî, Menâkıb 23, Fezâilü ashâbi’n-nebî 27, Edeb, 38-39; Müslim, Fezâil 68. Ayrıca bk. Tirmizî, BİRR 47, 69)

Ebû Hüreyre radıyallahu anh.: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e.: “İnsanları CeNNete en fazla götürecek şey nedir?” diye soruldu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: ALLAH'’a saygı (tTakvâ) ve güzel ahlâktır” buyurdu.
“İnsanları cehenneme en fazla götürecek şey nedir?” diye sorulunca da,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ağız ve cinsel organdır” buyurdu.

(Tirmizî, BİRR 62. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 29)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’minlerin iman bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den; Tirmizî, Radâ’ 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünne, 15; İbni Mâce, Nikâh 50)

Âişe radıyallahu anhâ Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim.: “Bir mü’min, güzel ahlâkı sayesinde, gündüz oruç tutup gece namaz kılan kimselerin derecesine ulaşır.” buyurdu.
(Ebû Dâvûd, Edeb 7. Ayrıca bk. Tirmizî, BİRR 62)

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “İyi Huylu olanlarınız, içinizde en çok sevdiğim ve kıyamet günü bana en yakın mesafede bulunacak kimselerdir. Güzel sohbet ediyor dedirmek için uzun uzun konuşanlar, sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenler ve bilgiçlik etmek için lugat paralayanlar ise en sevmediğim ve kıyamet günü bana en uzak mesafede bulunacak kimselerdir.” buyurdu.
Ashâb-ı kirâm.: “Yâ Resûlallah! “Güzel sohbet ediyor” dedirmek için uzun uzun konuşanları, sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenleri biliyoruz. Fakat bilgiçlik taslamak için lügat paralayanlar (mütefeyhik) dediğiniz kimlerdir?” diye sorduklarında:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kibirlenen kimselerdir” cevâbını verdi.
(Câbir ibni Abdullah radıyallahu anh’den; Tirmizî, BİRR 71)


Resim
HAYyu’L- HUuu!. ALLAH celle celâlihu!.

Resim

ALLAHumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebîyyike ve
RasûLike ve
Nebîyyi'L- ÜMMiyi ve alâ âlihi, EHL-i BeYtihi ve's- Sahbihi ve ÜMMetihi...

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Resim---“El hamdu lillâhi RABBi’l- ÂLEMîn (âlemîne).: Hamd, âlemlerin RABBi olan ALLAH'adır.” (Fâtiha ½)
[/b]

...M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

ResimKUL İHVÂNİmResim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

273-) ŞİFÂULLAH sallallahu aleyhi vesellem.

ŞİFÂULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in KuLLarı =>ÜMMEt-i MuhaMMEd’e =>Dinî, Ahlâkî ve Bedenî =>Maddî-Mânevî Hastalıklarınde =>TEVHiD Tedâvisi ve ŞEHÂDEt ŞİFÂsı oLan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..


ŞİFÂ =>Dinî, ahlâkî ve bedenî hastalıkların tedâvisi ve ilâcı anlamında bir Kur’ÂN terimidir. Sözlükte “bir hastalığı tedâvi etmek, hastayı iyileştirmek” anlamında masdar olan ŞİFÂ=>Hastalıktan kurtulma, iyileşme; ilâç mânâsında İsim şeklinde kullanılır.
Mecâzen =>“Cehâlet Hastalığını giderme” noktasında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e isim olmuştur.

ALLAHu zü’L- CeLÂL’in KuLLarı =>ÜMMEt-i MuhaMMEd’e =>Dinî, Ahlâkî ve Bedenî =>Maddî-Mânevî Hastalıklarınde =>TEVHiD Tedâvisi ve ŞEHÂDEt ŞİFÂsı anlamında bir Kur’ÂN Terimi.

Sözlükte “bir hastalığı tedâvi etmek, hastayı iyileştirmek” anlamında masdar olan “ŞİFÂ =>Hastalıktan kurtulma, iyileşme; ilâç” mânâsında isim şeklinde kullanılır. Kelime mecâzen “cehâlet hastalığını giderme” anlamına da gelir (Lisânü’l-ʿArab, “şfy” md.; Kâmus Tercümesi, “şfy” md.).

Kur’ÂN-ı Kerîm’de ŞİFÂ kelimesi türevleriyle birlikte dört âyette Dinî-Ahlâkî Hastalıkların tedâvisi ve ilâcı mânâsında.:

قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ
“Kâtilûhum yuazzibhumullâhu bi eydîkum ve yuhzihim ve yansurkum aleyhim ve yEŞFİ sudûre kavmin mu'minîn (mu'minîne).: Onlarla savaşın. ALLAH sizin ellerinizle onları azâblandırır ve onları alçaltır. Ve onlara karşı size yardım eder (zafere ulaştırır). Ve mü'minler kavminin göğüslerine ŞİFÂ verir (iyileştirir, ferahlatır).” (Tevbe 9/14)

يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
“Yâ eyyuhen nâsu kad câetkum mev'ızatun min RABBikum ve ŞİFÂun limâ fîs sudûri ve huden ve rahmetun lil mu'minîn(mu'minîne).: Ey insanlar! Size, RABBinizden öğüt (vaaz) ve göğsünüzde olana (nefsinizin kalbindeki hastalıklara) ŞİFÂ ve mü'minlere hidâyet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus 10/57)

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا
“Ve nunezzilu minel Kur’ÂNi mâ huve ŞİFÂun ve rahmetun lil mu’minîne ve lâ yezîduz zâlimîne illâ hasârâ(hasâran).: Kur’ÂN'dan indirdiğimiz şeyler, mü'minler için ŞİFÂdır ve rahmettir. Ve zâlimlerin sadece hüsranını (kaybettiği dereceleri) arttırır.” (İsrâ 17/82)

وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِيًّا لَّقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ آيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاء وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًى أُوْلَئِكَ يُنَادَوْنَ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ
“Ve lev cealnâhu Kur’ÂNen a’cemiyyen le kâlû lev lâ fussilet âyâtuh (âyâtuhu), e a’cemiyyun ve arabîy (arabîyyun), kul huve lillezîne âmenû huden ve ŞİFÂun, vellezîne lâ yû’minûne fî âzânihim vakrun ve hûve aleyhim amâ (amen), ulâike yunâdevne min mekânin baîd (baîdin).: Ve eğer O'nu (Kitab'ı), yabancı dil bir Kur’ÂN kılsaydık, mutlaka: “O'nun âyetleri açıklanmalı değil miydi?” derlerdi. Araba yabancı dil mi? De ki: “O, imân edenler için hidâyet ve ŞİFÂdır. Ve mü'min olmayanların kulaklarında vakra vardır. O (Kur’ÂN), onlara karşı körlüktür (ŞİFÂ ve hidâyet değildir). İşte onlara uzak bir yerden seslenilir.” (Fussılet 41/44)

İki Âyette Bedenî Hastalıkların tedâvisi ve ilâcı mânâsında yer almaktadır..:

ثُمَّ كُلِي مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكِي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاً يَخْرُجُ مِن بُطُونِهَا شَرَابٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ فِيهِ شِفَاء لِلنَّاسِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“Summe kulî min kulli’s- semerâti feslukî subule RABBiki zululâ (zululen), yahrucu min butûnihâ şarâbun muhtelifun elvânuhu fîhi ŞİFÂun li’n- nâs(nâsi), inne fî zâlike le âyeten li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).: Sonra meyvelerin (çiçeklerin) hepsinden yeyin! RABBinin emre amâde kılınmış yollarında sülûk edin (uçun, dolaşın). Onun karnından muhtelif (çeşitli) renklerde içecek (BAL) çıkar. Onda insanlar için ŞİFÂ vardır. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için elbette bir âyet (delil) vardır.” (Nahl 16/69)

وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ
“Ve izâ maridtu fe huve yeşfîn (yeşfîni).: Ve hastalandığım zaman bana ŞİFÂ veren, O'dur.” (Şu’arâ 26/80)

Abdülkerîm el-Kuşeyrî’den nakledilen bir keşfe atıfla ŞİFÂ âyetleri diye anılmıştır.. (Zerkeşî, I, 435-436).

Bunlardan İki Âyette inananlar için Kur’ÂN’ın =>Hidâyet, Rahmet, ŞİFÂ OLduğu.:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا
“Ve nunezzilu minel- Kur’ÂNi mâ huve ŞİFÂun ve rahmetun lil- mu’minîne ve lâ yezîduz zâlimîne illâ hasârâ (hasâran).: Kur’ÂN'dan indirdiğimiz şeyler, mü'minler için ŞİFÂdır ve RAHMettir. Ve zâlimlerin sadece hüsranını (kaybettiği dereceleri) arttırır.” (İsrâ 17/82)

وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِيًّا لَّقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ آيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاء وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًى أُوْلَئِكَ يُنَادَوْنَ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ
“Ve lev cealnâhu Kur’ÂNen a’cemiyyen le kâlû lev lâ fussilet âyâtuh (âyâtuhu), e a’cemiyyun ve arabîy (arabîyyun), kul huve lillezîne âmenû huden ve ŞİFÂun, vellezîne lâ yû’minûne fî âzânihim vakrun ve hûve aleyhim amâ (amen), ulâike yunâdevne min mekânin baîd (baîdin).: Ve eğer O'nu (Kitab'ı), yabancı dil bir Kur’ÂN kılsaydık, mutlaka.: “O'nun âyetleri açıklanmalı değil miydi?” derlerdi. Araba yabancı dil mi? De ki.: “O, imân edenler için Hidâyet ve ŞİFÂdır. Ve mü'min olmayanların kulaklarında vakra vardır. O (Kur’ÂN), onlara karşı körlüktür (ŞİFÂ ve hidâyet değildir). İşte onlara uzak bir yerden seslenilir.” (Fussılet 41/44)

Bir Âyette ise, göğüslerde bulunan hastalıklar için ŞİFÂ olduğu belirtilir.:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
“Yâ eyyuhen nâsu kad câetkum mev'ızatun min RABBikum ve ŞİFÂun limâ fî’s- sudûri ve huden ve rahmetun li’l- mu'minîn (mu'minîne).: Ey insanlar! Size, RABBinizden öğüt (vaaz) ve göğsünüzde olana (nefsinizin kalbindeki hastalıklara) ŞİFÂ ve mü'minlere Hidâyet ve Rahmet gelmiştir.” (Yûnus 10/57)

Son Âyette ŞİFÂ; Mev‘iza, Hidâyet ve Rahmet Kelimeleriyle birlikte ve onlarla yakın anlamda kullanılmıştır.
Cehâlet Hastalığına ilâç anlamında ise BESÂİR (cehâleti ve basîret körlüğünü gideren deliller, nurlar.).:

قَدْ جَاءكُم بَصَآئِرُ مِن رَّبِّكُمْ فَمَنْ أَبْصَرَ فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَا وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ
“Kad câekum BASÂİRu min RABBikum fe men ebsara fe li nefsih (nefsihi) ve men amiye fe aleyhâ, ve mâ ene aleykum bi hafîz (hafîzin).: RABBinizden size BASÎREtler (kalb gözlerinize görme yeteneği) gelmiştir. Artık kim bu BASÎRetle (kalb gözüyle) görürse onun lehinedir (kendi nefsi içindir). Kimin de kalb gözü kör kalırsa, o takdirde onun aleyhinedir. Ve ben, sizin üzerinize muhafız değilim.” (En‘âm 6/104)

وَإِذَا لَمْ تَأْتِهِم بِآيَةٍ قَالُواْ لَوْلاَ اجْتَبَيْتَهَا قُلْ إِنَّمَا أَتَّبِعُ مَا يِوحَى إِلَيَّ مِن رَّبِّي هَذَا بَصَآئِرُ مِن رَّبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“Ve izâ lem te’tihim biâyetin kâlû lev lectebeytehâ, kul innemâ ettebiu mâ yûhâ ileyye min RABBî hâzâ BESÂİRu min RABBikum ve huden ve rahmetun li kavmin yu’minûn (yu’minûne).: Ve onlara bir âyet getirmediğin zaman “Onu derleyip toplasaydın (bir âyet düzseydin) olmaz mıydı?” dediler. De ki.: “RABBimden bana ne vahyolunursa ben ancak ona tâbî olurum.” Bu, RABBinizden BASÎREtler (kalb gözlerinizin görmesini sağlayacak olan yardımlar)dır. Ve hidâyete erdiren (ALLAH'a ulaştıran)dır. Ve mü'min olan (kalbine îmân yazılan) bir kavim için RAHMEttir.” (A‘râf 7/203)

هَذَا بَصَائِرُ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّقَوْمِ يُوقِنُونَ
“Hâzâ BASÂİRu lin nâsi ve huden ve rahmetun li kavmin yûkınûn(yûkınûne).: İşte bu (Kur’ÂN), insanlar için BASÎREttir. Ve yakîn hasıl eden kavim için Hidâyettir, Rahmettir.” (Câsiye 45/20)

Ve ŞİFÂ =>BURHÂN Kelimesiyle de benzer bir kapsama sâhibdir.:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءكُم بُرْهَانٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَأَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ نُورًا مُّبِينًا
“Yâ eyyuhâ’n- nâsû kad câekum BURHÂNun min RABBikum ve enzelnâ ileykum nûran mubîn (mubînen).: Ey insanlar! RABBinizden size bir BURHÂN (kesin delil) gelmiştir. Ve size, apaçık bir nur indirdik.” (Nisâ 4/174)

ŞİFÂ =>Fiil kipiyle geçtiği Tevbe Sûresinin 14. Âyetinde =>“İçi ferahlatma, öfke, intikam vb. duyguları teskin etme” mânâsındadır.:

قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ
“Kâtilûhum yuazzibhumullâhu bi eydîkum ve yuhzihim ve yansurkum aleyhim ve YEŞFİ sudûre kavmin mu'minîn (mu'minîne).: Onlarla savaşın. ALLAH sizin ellerinizle onları azâblandırır ve onları alçaltır. Ve onlara karşı size yardım eder (zafere ulaştırır). Ve mü'minler kavminin göğüslerine ŞİFÂ verir (iyileştirir, ferahlatır).” (Tevbe 9/14)

Tefsirlerde kaydedildiğine göre bu Âyet =>Hudeybiye Antlaşması’na dayanarak Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’le ittifâk kuran Huzâalılar’a Bekiroğulları’nın antlaşmayı bozarak saldırması ve Kureyşliler’in de onlara yardım etmesi üzerine tecâvüzkâr müşriklere karşı müminleri cihada teşvik etmek için inmiştir.. (Kurtubî, VIII, 87; Süyûtî, ed-Dürrü’l-mens̱ûr, IV, 138).
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ŞİFÂ kelimesi Hadis-i Şeriflerde de Kur’ÂN-ı Kerîm’deki kullanımıyla paralellik arzedecek şekilde geçmektedir.. (Wensinck, el-Muʿcem, “şfy” md.)
ŞİFÂnın karşıtı olan =>MARAZ (hastalık) Kur’ÂN’da genellikle inkâr, şirk, nifâk; vehim ve kuşku gibi Dinî-İtikadî Hastalıkları, bir âyette de “Şehevî Zaaf” anlamında Ahlâkî Hastalığı anlatır.:


وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ مَّا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا
“Ve iz yekûlu’l- munâfikûne vellezîne fî kulûbihim MARADun mâ vaadenallâhu ve resûluhû illâ gurûrâ (gurûran).: Ve münafıklar ve kalblerinde MARAZ (hastalık, şüphe) bulunanlar.: "ALLAH ve RESÛLü gururdan (aldatmaktan) başka bir şey vaadetmedi." diyorlardı.” (Ahzâb 33/12)

Bedensel Hastalıklara ise daha çok MARÎZ (hasta) Kelimesi kapsamında işâret edilmiştir. İnanç, düşünce ve karakterdeki sapmayı, bozulmayı ifâde eden hastalıkların kaynağı kalb/kulûb ve sadr/sudûr kelimeleriyle belirtilirken İtikadî-Fikrî ve Ahlâkî Hastalıklara yakalanmamış ya da yakalandıktan sonra mârifet/yakīn (TEVHİD) ve TÖVBE İlâcıyla ŞİFÂ bulmuş kalbler için “KaLb-i SeLîm” tâbiri kullanılır.:


إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
“İllâ men etâllâhe bi kalbin selîm (selîmin).: ALLAHa SeLîm (selâmete ermiş) KaLble gelenler hariç.” (Şu’arâ 26/89)

Âişe radiyallahu anha Vâlidemiz.: “Hastalandığında/Marazında Resûlüllah’ın ağzına ilaç damlatmıştık.” buyurmuştur.
(Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâ’îl el-Buhârî, el-Câmi‘u’s-sahîh, I-VIII, Beyrut: Dâru’l-Fikr 1991, “Tıb”, 21, nr. 5712, Meğâzî, 84, nr. 4458.)

Yûnus Sûresinin 57. Âyetinde =>Dinî ve Ahlâkî Hastalıkların ilâcının Kur’ÂN-ı Kerîm olduğu bildirilirken.:


يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
“Yâ eyyuhe’n- nâsu kad câetkum mev'ızatun min RABBikum ve ŞİFÂun limâ fî’s- sudûri ve huden ve rahmetun li’l- mu'minîn (mu'minîne).: Ey insanlar! Size, RABBinizden öğüt (vaaz) ve göğsünüzde olana (nefsinizin kalbindeki hastalıklara) ŞİFÂ ve mü'minlere Hidâyet ve Rahmet gelmiştir.” (Yûnus 10/57)

Bedenî Hastalıkların Tedâvisi bağlamında =>BAL’ın ŞİFÂ verici özelliğine dikkat çekilir.:


ثُمَّ كُلِي مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكِي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاً يَخْرُجُ مِن بُطُونِهَا شَرَابٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ فِيهِ شِفَاء لِلنَّاسِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“Summe kulî min kulli’s- semerâti feslukî subule RABBiki zululâ (zululen), yahrucu min butûnihâ şarâbun muhtelifun elvânuhu fîhi ŞİFÂun li’n- nâs (nâsi), inne fî zâlike le âyeten li kavmin yetefekkerûn (yetefekkerûne).: Sonra meyvelerin (çiçeklerin) hepsinden yeyin! RABBinin emre amâde kılınmış yollarında sülûk edin (uçun, dolaşın). Onun karnından muhtelif (çeşitli) renklerde içecek (BAL) çıkar. Onda insanlar için ŞİFÂ vardır. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için elbette bir âyet (delil) vardır.” (Nahl 16/69)

İbrâhim aleyhisselâm’ın diliyle =>“Hastalandığımda O bana ŞİFÂ verir” Âyetiyle de İslâm’ın ULÛHÎYYET ve TEVHİD anlayışına göre asıl ŞİFÂyı verenin ALLAH TeÂLÂ olduğu vurgulanır.:


وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ
“Ve izâ maridtu fe huve YEŞFîn (yeşfîni).: Ve hastalandığım zaman bana ŞİFÂ veren, O'dur." (Şu’arâ 26/80)

Nitekim “eş-ŞÂFΔ (ŞİF veren) Hadis-i Şeriflerde ALLAH TeÂLÂ’nın İsimleri kapsamında geçmektedir.. (Buhârî, “Tıb”, 38; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 17; Tirmizî, “Cenâʾiz”, 4).

Müfessirler =>Kur’ÂN’ın ŞİFÂ oluşunu dönemlere göre farklı şekillerde yorumlamışlardır. Kur’ÂN’ın, Bedenî Hastalıklar için de ŞİFÂ olduğu düşüncesi eskiden beri bulunmakla birlikte ilk devir müfessirleri Kur’ÂN’ın ŞİFÂ niteliğini daha çok cehâlet, inkâr, şirk, nifâk, tereddüt ve fâsıklık gibi hastalıklara ŞİFÂ diye yorumlamışlardır. Tıpla da uğraştığı bilinen Fahreddin er-Râzî ile birlikte Kur’ÂN’ın cismanî hastalıklara ŞİFÂ olabileceği dile getirilmeye başlanmıştır.

Ruhanî/Mânevî Hastalıkların en zararlısının =>Ulûhiyyet, Nübüvvet, Âhiret, Kazâ ve Kader konusundaki yanlış inançlar olduğunu belirten Fahreddin Râzî, Kur’ÂN’ın doğru inancı ortaya koyup bâtıl inançları çürüterek İ’tikadî Hastalıklara, Kötü Ahlâktan menedip Güzel Ahlâka ve erdemli davranışlara yönelterek ahlâkî hastalıklara ve ALLAH’ın yüceltilip azgın Şeytanların lânetlendiği âyetlerinin okunmasıyla da Cismanî Hastalıklara ŞİFÂ olduğunu söyler.. (Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXI, 29).

Kur’ÂN’ın =>Bedenî Hastalıklara ŞİFÂ oluşuyla ilgili yorumun daha sık zikredilmesinde, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ve Ashabın Bedenî Hastalıkların ŞİFÂsı için Kur’ÂN’la rukye yaptıklarına dâir bir kısım rivâyetlerin etkisi olduğu anlaşılmaktadır.
Sosyal Bilimlerin bağımsız disiplinler haline gelerek kendi sistemlerini kurmaya çalıştıkları son devirlerde müfessirler Kur’ÂN’ın ŞİFÂ oluşunu, genellikle İslâm’ın fert ve cemiyetin istikamet ve ıslahı için getirdiği ilkeler temelinde sosyolojik bir bakışla açıklarlar. Buna göre Kur’ÂN =>İslâm’ın fert ve cemiyetin salahı için koyduğu kurallara bağlılığı engelleyen Şehevî Hastalıklarla kesin bilgiye ulaşmayı önleyen şüpheleri yok eden bir ilâçtır.. (Abdurrahman b. Nâsır es-Sa‘dî, I, 367; krş. Ahmed Mustafa el-Merâgī, XI, 122-123; XV, 82).

Mevdûdî, bunu kısaca Kur’ÂN’ın bütün zihinsel, psikolojik, ahlâkî ve toplumsal hastalıklara ŞİFÂ olduğu şeklinde ifâde eder.. (Tefhîmü’l-Kur’ÂN, III, 70; krş. Elmalılı, IV, 3195).

Kur’ÂN’ın hangi alanlarda ŞİFÂ verdiği konusundaki farklı yaklaşımların yanı sıra onun ne türden bir ŞİFÂ kabul edildiği konusunda da çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Bu bağlamda Kur’ÂN’ın;
Helâl ve haramı açıklayan bir beyân.. (Mukātil b. Süleyman, II, 269),
Dinî hurafe ve bid‘atlardan arındırıp aslına döndüren bir ölçü.. (Mâtürîdî, VII, 82)
Olduğu yolundaki görüşler dikkate değerdir..

İmâmiyye Şîası’nın Müfessirlerinden Tabersî’ye göre Kur’ÂN =>Cehâlet ve şüpheleri yok eden bir beyân, belâgat ve fesahatiyle Resûl-i Ekrem’in doğruluğunu gösteren bir mûcize, ihtiva ettiği tevhid ve adalet ilkeleri, hükümleri, emsal ve hikmetleriyle insanlar için hem dünyada hem âhirette bir ŞİFÂdır.. (Mecmaʿu’l-beyân, V, 673).

Fussılet Sûresinin 44. âyetinde Kur’ÂN’ın inananlar için mutlak mânâda ŞİFÂ oluşundan bahsedilmesi, ayrıca muhtelif âyetlerde kötü yaratıkların ve şeytanın şerrinden ALLAH’a sığınmanın öğütlenmesi yanında diğer âyetlerde de.. (Nahl 16/98; Mü’minûn 23/97-98; Fussılet 41/36; Felâk 113/1-5; Nâs 114/1-6)

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den, ashab ve tâbiînden gelen rivâyetleri dikkate alan İslâm Âlimleri sözlerinin anlaşılması, faydanın ALLAH’tan umulması ve şirke sebeb teşkil etmemesi kaydıyla ALLAH’ın KELÂMı, İsmi veyâ Sıfatları okunarak rukye yapılmasında bir sakınca görmezler. Bunun bir kâğıt üzerine yazılıp taşınmasını İmam Mâlik, Saîd b. Müseyyeb ve Muhammed el-Bâkır bazı şartlarla, İbn Sîrîn şartsız câiz kabul eder. Bu şekilde hazırlanmış kâğıdın suya batırılıp suyunun ŞİFÂ niyetiyle hastanın vücuduna dökülmesi, sürülmesi ya da ona içirilmesini de hastaya zarar verilmemesi şartıyla câiz görenler bulunmakla birlikte Hasan-ı Basrî ve İbrâhim en-Nehâî gibi âlimlerce uygun görülmemiştir.. (Kurtubî, X, 318-319; Âlûsî, XV, 146)..

Ortaya koyduğu ilkelerle insanların Beden Sağlığının korunmasına önem veren Kur’ÂN =>“Onda -BALda- insanlar için ŞİFÂ vardır” âyetiyle (en-Nahl 16/69) Bedensel Hastalıkların tedâvisi için tıbbî müdahale ve ilâç kullanımının gerekliliğine dikkat çeker.
Fiziksel ve Ruhsal Hastalıkların tedâvisinde izlenecek yöntemlere dâir işâretler taşıyan bu âyet Hekimlere başvurularak hastalıkların iyileştirilmesi ve bu amaçla ilâç kullanılmasının İslâmiyet’in tevekkül, zühd ve takvâ anlayışına ters düşmediğini gösterir.. (Kurtubî, X, 138).

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de, ALLAH’ın ihtiyarlık ve ölüm dışında her hastalık için bir ŞİFÂ yarattığını bildirmiş ve insanları tedâvi olmaya teşvik etmiştir.. (Müsned, III, 156; IV, 278; Buhârî, “Ṭıb”, 7; Müslim, “Selâm”, 88, 89).

Tıbbî gerçekleri dikkate alan müfessirler, BAL hakkındaki âyetin umum ifâdesini hususa yorarak balın ancak bazı hastalıklar için ilâç olabileceğini, hatta usulünce kullanılmadığı takdirde sağlığa zarar verebileceğini belirtirler.. (Semerkandî, II, 281; Zemahşerî, II, 418; İbn Atıyye, III, 406).

Kur’ÂN’daki ifâdelerden ve hadislerden Bedenî Hastalıkların ilâcının esas itibariyle maddî, ruhî hastalıkların ilâcının ise mânevî olduğu anlaşılmaktadır.. (Çetin, VII [1992], s. 73).
Bu sebeble tıbbî müdahalenin gerektiği yerde sadece dua ve telkin yoluyla, rukye yapmakla yetinilmesi İslâmiyet’in hastalığa ve tedâviye yaklaşımına uygun düşmemektedir.

Kur’ÂNokumanın bazı fiziksel hastalıkların tedâvisinde etkisinin görülmesi, sebeb-sonuç ilişkisi çerçevesinde süreklilik arzeden fiziksel bir yasa (SÜNNETULLAH) niteliğinde değil ALLAH’ın Meşîetine bağlı olarak gerçekleşen doğa üstü bir lutuf ya da imânın kazandırdığı yüksek moral gücünün fiziksel yansıması şeklinde değerlendirilmelidir. Dolayısıyla bugün tedâvi edilebilen bedensel ve Ruhsal Hastalıkların tedâvisi sürecinde ŞİFÂnın ALLAH’tan olduğu inancıyla Kur’ÂN-ı Kerîm gibi kutsal sözlerin ruhanî ŞİFÂ iksirinden de yararlanılabilir. Pozitif Bilimlerin alanıyla ilgili âyetlerin yanında Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hastalık ve tedâviye dâir sözleri ve uygulamalarının, İslâmiyet’in erken dönemlerinden itibaren tıp biliminin ilgi görmesinin en önemli sebebleri arasında yer aldığı bilinmektedir. İslâm Âlimleri konuyla ilgili naslardan hareketle bir literatür oluşturmuş ve tıbbı dinî ilimlerden sayan Süyûtî gibi âlimler, bazı Kur’ÂN âyetlerinden koruyucu ve tedâvi edici hekimliğin temel ilkelerine işâretler çıkarmışlardır.. (el-İtkân, IV, 2).

Kaynaklarda, Kur’ÂN’ın hastalıkların tedâvisinde tesirinin görülebilmesi için hastanın ruhî bir hazırlığının bulunmasının (niyet/teslimiyet) önemine işâret edilmektedir. (İbnü’l-Arabî, III, 139; Kurtubî, X, 138).
Nitekim Kur’ÂN’ın inananlar için ŞİFÂ, inanmayanlar için hüsranlarını arttıran bir vesile (İsrâ 17/82), ya da kulaklarda sağırlık, gözlerde körlük (Fussılet 41/44) oluşu böyle bir hazırlığın bulunup bulunmamasıyla ilgilidir.
Müfessirler bu durumu, aslında faydalı olan bir ilâcın bünyesi bunu kabul etmeyen kişi için fayda sağlamaması gibi Kur’ÂN’ın da kendisine hürmet ve tâzim nazarıyla bakmayanlar için fayda vermeyeceği şeklinde izah ederler.. (Mâtürîdî, VIII, 345; krş. Zerkeşî, I, 280).
Esasen Şu’arâ sûresinin 80. Âyetinde yaratıcılık sıfatının sadece ALLAH’a nisbet edilmesi gereğine işâretin yanı sıra tedâvisine başlanmış bir hastalığın tedâvisi sürecinde samimi bir imân ve tevekkül bilincinin sağlayacağı mânevî katkıya ima vardır.
Kur’ÂN-ı Kerîm Tevhid Öğretisiyle akla, gönüle ve davranışlara âhenk getirmesi, sağlam bir imânla TEK YARATICI'ya kulluğu öğretmesi, kalbi yanlış itikadlardan ve kişiyi kötü huylardan arındırması, insanı ruhsal bozukluklar ve cinsel sapıklıklardan koruması anlamında bir ŞİFÂdır. Bugün materyalist ve Septik Felsefelerin etkisiyle yaygınlık kazanan Fikrî ve Dinî-Ahlâkî Sapmalar, sınırsız tüketim ve israf kültürünün yol açtığı sosyal hastalıklar ancak Kur’ÂN’ın Rehberliğinde tedâvi edilebilir. Günah ve suçluluk psikolojisinden kaynaklanan korku, ümitsizlik, gerilim ve endişe gibi, bazan mâneviyatı zayıf kimseleri intihara kadar sürükleyebilen ruhsal rahatsızlıkların ve bunalımların tedâvi yolu da günahkâr kullar için tövbe kapısının açık tutulduğunu bildiren ve her zaman ümitvar olmayı tavsiye eden Kur’ÂN’da saklıdır. .

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH TeÂLÂ hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedavi olun. Ancak haram olan şeyle tedavi olmayın." buyurdu.
(Ebu'd Derda radıyallahu anhu’dan; Ebu Dâvud, Tıbb 11, (3874).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Şâfi-i Kerim ALLAH TeÂLÂ, her ne hastalık indirmişse onun devasını da indirmiştir." buyurdu.
(Ebu Hüreyre radıyallahu anhu’dan; Buhârî')

Ebu Dâvud ve Tirmizî'de şu ziyâde var.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Tek bir hastalığın ilacı yoktur." buyurdu.
Kendisine.: "O hangi hastalıktır?" diye soruldu da:,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İhtiyarlık!" cevabını verdi.
(Buhârî, Tıbb 1, Ebu Dâvud, Tıbb 1, (3855); Tirmizî, Tıbb 2, (2039); İbnu Mâce, Tıbb 1, (3436))


Resim
HAYyu’L- HUuu!. ALLAH celle celâlihu!.

Resim

ALLAHumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebîyyike ve
RasûLike ve
Nebîyyi'L- ÜMMiyi ve alâ âlihi, EHL-i BeYtihi ve's- Sahbihi ve ÜMMetihi...

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Resim---“El hamdu lillâhi RABBi’l- ÂLEMîn (âlemîne).: Hamd, âlemlerin RABBi olan ALLAH'adır.” (Fâtiha ½)


...M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

ResimKUL İHVÂNİmResim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

274-) MUTAVASSIT sallallahu aleyhi vesellem.

MUTAVASSIT sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in KuLLarı =>ÜMMEt-i MuhaMMEd’in =>Dinî, Ahlâkî ve Bedenî =>Maddî-Mânevî TüMM YAŞAyışlarında tavassut eden, vasıta olan, merkezde bulunan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..

Vasat.: İki şeyin arası. Orta, merkez, ara. Meydan. Cemiyet muhiti. İç..
Tavassut.: Ara bulma için araya girmek. Aracılık. Vasıtalık..
Mutavassıt.: Ortada vasıtalık eden. Arada ıslâh edici olan. Orta derecede. Orta hâlli.
Mutavassıtîn.: (Mutavassıt. c.) Aracılar, tavassut edenler, vasıta olanlar..

MUTAVASSIT.: Sözlükte, tavassut eden, aracılık eden, vasıta olan, merkezde bulunan mânâlarına gelir..

(Mevlüt Sarı, Arapça-Türkçe Lügat, İstanbul 1982, 1654; Muallim Naci, Lügat-ı Nâci, İstanbul 987,711, Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1988, 827; Serdar Mutçalı, Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul 1995,980.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e de İsim olan Mutavassıt Kelimesinin türevleri birçok âyette yer almaktadır..
Nitekim Bakara Sûresinde şu ifâdelere yer verilmiştir.:


وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلاَّ لِنَعْلَمَ مَن يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّن يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِن كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلاَّ عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
“Ve kezâlike cealnâkum ummeten VASATan li tekûnû şuhedâe ale’n- nâsi ve yekûne’r- resûlu aleykum şehîdâ (şehîden), ve mâ cealnâ’l- kıbletelletî kunte aleyhâ illâ li na’leme men yettebiu’r- resûle mimmen yenkalibu alâ akibeyh (akibeyhi), ve in kânet le kebîreten illâ alellezîne hedallâh (hedallâhu) ve mâ kânallâhu li yudîa îmânekum innallâhe bi’n- nâsi le raûfun rahîm (rahîmun).: Ve işte böylece insanların üzerine (hak) şâhidler olmanız için BİZ, sizi VASAT (ikisi arasında) (hayırlı ve faziletli) bir ümmet kıldık. Resûl de sizin üzerinize şâhid olsun. Ve BİZ, sadece Resûl'e uyanı, topukları üzerinde geriye dönenden ayırıp bilmemiz(belirtmemiz) için, h3alen o üzerine (yönelmekte) olduğunuz (KâBe'yi) kıble yaptık. Ve bu, elbette zor bir iştir, ancak ALLAH'ın hidâyete erdirdiği kimseler hariç (bu onlara zor gelmez). Ve ALLAH sizin îmânınızı zâyi edecek değildir. Muhakkak ki ALLAH, insanlara çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Bakara 2/143)

Kâinât'ta hiçbir nev’ (cins) =>Silsile halinde birbirini oluşturarak devam etmez. Ne insan nev’i ve ne de hayvan nev’i..
Mesela; çocuğu, annesi; annesini, anne annesi ve onu da onun annesi dünyaya gelmesine sebeb olmuşlardır. Ancak, bu silsile bu şekilde devam edemez. Mutlaka En başta/Ezelinde bir Âdem Baba ile bir Havva Anneye dayanması lâzımdır. Bu açıdan baktığımızda, her varlığın mutlaka bir Âdem Babası vardır, diyebiliriz. Nohut dânesinin de..
SüNNeTuLLAH VAR OLUŞ İmkaları buna müsâit değildir. Namaz kılan en arka saftakiler, bir öndekine bakarak hareket ederler. Bir öndekiler de iki önde olanlara bakarak hareket ederler. Ancak bu böyle devam etmez, silsile bir yerde biter =>O da İMÂMdır.
Mutavasıt bir nev’in silsilesi devam etmez. Yani, iki cins bir araya gelerek yeni bir cinsin ortaya çıkmasına sebeb olsa da o cins devam etmez. Meselâ; "Merkep" ve "At"ın birleşmesi sonucu olarak, "Katır" dediğimiz varlık doğar. Ancak nesli devam etmez. Katırdan, katır olmaz…
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

275-) SÂBIK sallallahu aleyhi vesellem.

SÂBIK sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in KuLLarı =>ÜMMEt-i MuhaMMEd’in =>Dinî, Ahlâkî ve Bedenî =>Maddî-Mânevî TüMM YAŞAyışlarında Tâlim ve Terbiyelerinde , Hakta ve Hayrda YARIŞLarında =>ÖNce ve ÖNde OLan =>ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..

SÂBIK.: Sözlükte öne geçen, SÂBIK anlamlarında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e İsim olmuştur. (Kemal Sandıkçı, “Sâbık ve Lâhık”, DİA, XXXV, 337)
SÂBİKÛN.: MUHÂCİR ve ENSÂRdan İslâm’a girişte önceliği bulunan Sahâbîleri ifade eden bir terimdir..

Sözlükte =>“Birinin önüne geçmek, onu geride bırakmak” anlamındaki "sebk" kökünden türeyen "SÂBİKÛN" (tekili sâbık), terim olarak =>“Mekke’den Medine’ye hicret eden MUHÂCİRlerden ve Medine’de bunları ağırlayan ENSÂRdan İslâm’a ilk girenler” mânâsına gelmektedir.
SÂBİKÛN Kelimesi =>Kur’ÂN’da;


وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُم بِإِحْسَانٍ رَّضِيَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُواْ عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
“Ves SÂBİKÛNe’l- evvelûne mine’l MUHÂCİRîne ve’l- ENSÂRi vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyALLAHu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlike’l- fevzu’l- azîm (azîmu).: (İslâm Dinine girme hususunda) öne geçen/ yarışan ilk Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte ALLAH onlardan razı olmuştur, onlar da ALLAH'tan razı olmuşlardır. ALLAH onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan CeNNetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur." (Tevbe 9/100)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kendisinin İslâm’la ilk şereflenen Arap olduğunu, Selmân-ı Fârisî’nin İranlılar’dan, Bilâl-i Habeşî’nin Habeşîler’den ve Suheyb b. Sinân’ın Bizanslılar’dan İslâm’a ilk giren kişiler olduklarını belirtmiştir.. (Hâkim, III, 321; Ebû Nuaym, I, 185).
Medine döneminde inen yukarıdaki âyette “SÂBİKÛN” ile kimlerin kastedildiği ihtilâflı olmakla birlikte âyette onlardan “İslâm’a girişte öne geçen ilk Muhacirler ve Ensar” diye övgüyle bahsedilmiş, ALLAH’ın onlardan, onların da ALLAH’tan hoşnut oldukları belirtilmiş ve kendilerine CeNNetlerin hazırlandığı müjdelenmiştir. Resûl-i Ekrem’in vefâtından kısa bir süre önce yanındaki sahâbîlerin kendisinden bir vasiyet yapmasını istediklerinde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in onlara SÂBİKÛNun izini takip etmelerini, onlardan sonra da çocuklarının izinden ayrılmamalarını tavsiye ettiği rivayet edilmiştir. (Bezzâr, III, 233; Heysemî, X, 17).

Birçok Âlime göre SÂBİKÛN, Mekke’de iman edip Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e sâhib çıkan ilk müslümanlarla Medine’ye hicret edecek olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i ve Mekkeli müslümanları koruyacaklarına dâir söz veren Medineli ilk Müslümanlardır. Buna göre Mekke’de ilk defâ İslâm ile şereflenen ve kendisine hicret nâsib olmayan Hatice aleyhasselâm ile erkeklerden Hz. Ebû Bekir radiyallahu anhu, Çocuklardan Ali kerremallahu vechehu, Azâdlılardan Zeyd b. Hârise ve Ümmü Eymen gibi ilk müslüman olanları Muhacirlerin ÖNcüsü kabul etmek mümkündür. Bunlardan hemen sonra İslâm’a giren ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem tarafından CeNNetle müjdelenen Abdurrahman b. Avf, Osman b. Affân, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm ve Sa‘d b. Ebû Vakkâs gibi şahsiyetler muhacirlerin SÂBİKÛNu sayılmalıdır. Zehebî, Mekke’de İslâmiyet’i ilk kabul eden elli kişinin ismini sıraladıktan sonra onların SÂBİKÛN olduğunu belirtmektedir. (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, I, 144-145).

Ensarın SÂBİKÛNu ise Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e ve Mekkeli müslümanlara Medine’ye hicret etme imkânı sağlayan ve İslâmiyet’in orada yayılmasına gayret eden ilk müslümanlar olan =>Es‘ad b. Zürâre, Avf b. Hâris, Kutbe b. Âmir b. Hadîde, Ukbe b. Âmir el-Cühenî, Câbir b. Abdullah ve Râfi‘ b. Mâlik b. Aclân radiyallahu anhum’dır. Bunların Medine’de yaptığı İslâm’a dâvet çalışmaları Akabe Biatlarının zeminini hazırlamış, bu biatların ilki 621 yılında on iki Medineli’nin Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e biat etmesiyle gerçekleşmiş, ikincisi bir yıl sonra yetmiş erkek ve iki kadın temsilciyle yapılmış, Medineli diğer Müslümanlar bunların ve Muhacirlerin davetiyle İslâmiyet’i kabul etmiştir..

SÂBİKÛN İsmi =>Kur’ÂN-ı Kerîm’de.:


وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُم بِإِحْسَانٍ رَّضِيَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُواْ عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
“Ves SÂBİKÛNel evvelûne mine’l- muhâcirîne ve’l- ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyALLAHu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâ’l- enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ (ebeden), zâlike’l- fevzu’l- azîm (azîmu).: (İslâm Dinine girme hususunda) öne geçen/yarışan ilk Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte ALLAH onlardan razı olmuştur, onlar da ALLAH'tan razı olmuşlardır. ALLAH onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan CeNNetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur." (Tevbe 9/100)

أُوْلَئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ
“Ulâike yusâriûne fî’l- hayrâti ve hum lehâ SÂBİKûn (SÂBİKÛNe).: İşte onlar hayırlarda YARIŞırlar. Ve onlar, onda (hayırlarda) ÖNE GEÇenlerdir.” (Mü’minûn 23/61)

وَقَارُونَ وَفِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَلَقَدْ جَاءهُم مُّوسَى بِالْبَيِّنَاتِ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ وَمَا كَانُوا سَابِقِينَ
“Ve kârûne ve fir’avne ve hâmâne ve lekad câehum mûsâ bi’l- beyyinâti festekberû fî’l- ardı ve mâ kânû SÂBİKÎN (sâbikîne).: Kârûn'u, Fir’avun'u ve Hâmân'ı da (yıkıma uğrattık). Andolsun, Mûsâ onlara apaçık delillerle gelmişti, ancak yeryüzünde büyüklendiler. Oysa onlar (azâbdan öne geçip kurtulup) geçecek değillerdi.” (Ankebût 29/39)

لَا الشَّمْسُ يَنبَغِي لَهَا أَن تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
“Le’ş- şemsu yenbegî lehâ en tudrikel kamere ve le’l- leylu SÂBİKUN nehâr (nehâri), ve kullun fî felekin yesbehûn (yesbehûne).: Güneş'in Ay'a yetişmesi ve gecenin gündüzü geçmesi (ÖNe GEÇen olması) mümkün olamaz. Ve hepsi feleklerinde (yörüngelerinde) yüzerler (seyrederler).” (YâSîn 36/40)

وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَ
“Ve's- SÂBİKÛNes SÂBİKÛN (sâbikûne).: Ve SÂBİKÛNlar (hayırlarda yarışıp ÖNe/ileri geçenler), SÂBİKÛNlar.” (Vâkı’â 56/10)

سَابِقُوا إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا كَعَرْضِ السَّمَاء وَالْأَرْضِ أُعِدَّتْ لِلَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
“Sâbikû ilâ magfiretin min RABBikum ve CeNNetin arduhâ keardı’s- semâi ve’l- ardı uıddet lillezîne âmenû billâhi ve rusulih (rusulihî), zâlike fadlullâhi yû’tîhi men yeşâu, vALLAHu zû’l- fadli’l- azîm (azîmi).: RABBinizden mağfirete ve genişliği, yeryüzü ve gökyüzünün genişliği kadar olan, ALLAH'a ve O'nun RESÛLÜ’ne inananlar için hazırlanmış olan CeNNete (kavuşmak için) YARIŞIn. İşte bu, ALLAH'ın fazlıdır. Onu dilediğine verir. Ve ALLAH, büyük fazl sahibidir.” (Hadîd 57/21)

Mekke’den hicret eden cefâkâr Muhâcirlere kucak açıp onlarla bütün imkânlarını cömertçe paylaşan, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e yakınlık göstererek DÂVÂsına destek olan vefâkâr Medîneli Müslümanlara “yardımcılar” mânâsına gelen “ENSÂR” ismi verilmiştir. Ensârdan tek bir şahsı ifâde etmek üzere “ENSÂRî”; onların tamâmını veya çok sayıdaki ensârîyi ifâde için de “ENSÂRiyyûn” tâbirleri kullanılmıştır.

Gaylan bin Cerîr radiyallahu anhu.: Enes’e (radiyallahu anhu).: “Hakkınızda daha önce ENSÂR ismi kullanılır mıydı, yoksa bu ismi size ALLAH mı verdi?” diye sorduğumda,
Enes radiyallahu anhu.: Bu ismi bize ALLAH verdi.” buyurdu.
(Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 1)

Muhâcirler, Medîne’ye geldiklerinde, yaşadıkları hasretin yanı sıra Medîne’nin havasına da uzun süre alışamamış, hummâ ve benzeri hastalıklara yakalanmışlardı. Hz. Ayşe, Babası Ebûbekir Sıddîk ve Bilâl-i Habeşî’nin (radiyallahu anhum.) hummâ ateşi ve Mekke hasretiyle muzdarib hâllerini görünce Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle DUÂ etmiştir.:
Yâ RABBî! Mekke’yi bize SEVdirdiğin gibi Medîne’yi de SEVdir! Öyle ki Mekke’den daha ziyâde SEVdir! Mahsullerine bereket ihsân eyle!
Yâ RABBî! Medîne’nin havâsını güzel¬leştir, hummâ ve sıtmasını Cuhfe’ye naklet!”
buyurmuştur.
(Buhârî, Fedâilü’l-Medîne, 12; Müslim, Hacc, 480)
Cuhfe.: O zamanlar Yahûdî ve Müşriklerin bulunduğu bir bölge idi. Ahâlîsi Müslümanlar aleyhine Ehl-i Küfre yardım ediyor, fitne ve fesad çıkarıyordu.. (Aynî, X, 251)

Peygamber Efendimiz aleyhisselâm, Muhâcirler ile Ensâr’ı ikişer ikişer kardeş ilân ettiği zaman, Ensâr, Muhâcir kardeşlerini Medîne’deki evlerine, işlerine, bağ ve bahçelerine ortak ederek öz kardeşliğin de üstünde ve ötesinde benzersiz bir birlik ve tesânüd örneği gösterdiler. Ensâr’ın bu samîmî tavrını Kur’ÂN-ı Kerîm şöyle metheder.:


وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Vellezîne tebevveû- dâre ve’l- îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yû’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah (hasâsatun), ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri SEVerler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin “cimri ve bencil tutkularından” korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Haşr 59/9)

Bu Âyet-i Celîle’nin nüzûl sebebi olarak kaydedilen şu hâdise, Ensâr’ın fedâkârlıklarına güzel bir misâldir.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e açlıktan zayıf düşmüş birisi gelerek yardım istedi. Peygamberimiz aleyhisselâm, Hanımlarına haber salarak yiyecek bir şeyler göndermelerini istedi.
Fakat, Müʼminlerin Anneleri.: Senʼi Peygamber olarak gönderen ALLAHʼa yemin ederim ki evde SUdan başka bir şey yok.” cevâbını verdiler.
Bu sefer Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Ashâbına dönerek.:
“Bu kardeşinizi kim misâfir etmek ister?” diye sordu.
Ensâr’dan Ebû Talha (radiyallahu anhu).: “Ben misafir ederim yâ Resûlullah! diyerek o yoksulu alıp evine götürdü.
Eve varınca Hanımına.: Resûlullah’ın misâfirini ağırlayalım! Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu.
Hanımı.: “Hayır, sâdece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var.” dedi.
Ebû Talha (radiyallahu anhu).: “Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfirimiz içeri girince de lâmbayı bir bahâneyle söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım.” dedi.
Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu; onlar ise aç olarak yattılar. Sabahleyin Ebû Talha, Peygamber Efendimiz’in yanına gitti.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem onu görünce.:Bu gece misâfirinize yaptıklarınızdan ALLAH TeALÂ râzı oldu.” buyurdu.
(Buhârî, Menâkıbuʼl-Ensâr 10, Tefsîr 59/6; Müslim, Eşribe 172-173)

Ensâr’ın Muhâcirlere karşı gösterdiği fedâkârlıkların diğer bir misâli de şu hâdisedir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Bahreyn Arâzîsini kıt’a kıt’a ayırıp Ashâba dağıtmak üzere önce Ensâr’ı dâvet buyurmuştu.
Ensâr ferâgat göstererek: “Yâ Resûlallah! Muhâcir Kardeşlerimize bunun bir mislini fazlasıyla taksim buyurmadıkça bize bir şey vermeyiniz!.” dediler.
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey Ensâr! Mâdem ki (başkalarını nefsinize tercih ederek) almak istemiyorsunuz; şu hâlde Kevser Havuzunda BANA kavuşuncaya kadar sabrediniz! Çünkü BENden sonra size başkalarının tercih edileceği bir zaman gelecektir.” buyurdu.
(Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Ensâr’ın bu meziyetini şöyle methetmiştir.: “Gördüğüm kadarıyla siz gazâya ve muhtaçlara yardıma çağrıldığınız zaman çoğalıyor, akın akın geliyorsunuz; dünyâlık bir şey verilmek üzere çağrıldığınızda ise azalıyor, müstağnî davranıyorsunuz.” buyurmuştur.
(Ali el-Müttakî, XIV, 66)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH’a ve âhirete îmân eden kimse, ENSÂR’a buğzetmesin.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Menâkıb, 25/3906)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Onları ancak mü’minler SEVer ve onlardan ancak münâfık olanlar nefret eder. ENSÂR’ı SEVeni ALLAH da SEVer, onlara buğz edene ALLAH da buğz eder.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Menâkıb, 25/3900)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey insanlar! İnsanlar çoğalıyor ancak ENSÂR azalıyor. Hattâ yemekteki tuz kadar azalacaklar…” buyurmuştur.
(Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sizlere ENSÂR’a iyi muâmele etmenizi tavsiye ederim. Onlar BENim Cemaatim, Sırdaşlarım ve Eminlerimdir. Üzerlerine düşen vazîfeleri hakkıyla yapmışlardır. Hizmetlerinin karşılığı ise henüz tam olarak ödenmemiştir. (Âhirette fazlasıyla ödenecektir.) Bu sebeble onların iyilerine iyilikle muâmele edin, kötülük yapanlarını da affedin.” buyurmuştur.
(Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

Kâ’b bin Ucre radiyallahu anhu şu ibret verici hâdiseyi anlatmaktadır.:
“Bir gün Mescid-i Saâdet’te Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in huzûrunda oturuyorduk. Ensârdan, Muhâcirlerden ve Haşimoğulları’ndan birer grup vardı.: “Resûl-i Ekrem Efendimiz acabâ içimizden hangi zümreyi daha çok SEViyor?" diye iddiâya tutuştuk.
Biz Ensâr Cemaati.: “Biz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ee îmân ettik, O’na tâbî olduk, düşmanlarına karşı yanında savaştık. Bunun için Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bizi daha çok SEVer!." dedik.
Muhâcir Kardeşlerimiz de.: “Bizler ALLAH ve RESÛLÜ uğrunda hicret ettik, bu yolda evlâd ü ıyâlimizi terk ettik, mallarımızdan vazgeçtik, sizin katıldığınız savaşlara bizler de katıldık. Bunun için Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bizi daha çok SEVer!” dediler.
Haşimoğulları’ndan olan Kardeşlerimiz ise.: “Bizler Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in YAKINlarıyız, sizin bulunduğunuz harblerde bizler de bulunduk. Bu sebeble Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bizi daha çok SEVer!.” dediler.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yanımıza geldi ve.: “Siz bir şeyler söylüyordunuz, nedir o söyledikleriniz?” buyurdu. Her birimiz söylediğini tekrar etti.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem her gruba.: “Doğru söylemişsiniz! Kim bunun aksini iddiâ edebilir?” buyurdu. Daha sonra.: “Aranızda hüküm vermemi ister misiniz?” diye sordu.
“Tabiî yâ Resûlallâh! Babalarımız, Analarımız Sana fedâ olsun." dedik.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sizler ey ENSÂR Cemaati! BEN sizin Kardeşinizim.” buyurdu.
ENSÂR SEVinçle.: “ALLAHu Ekber! Kâbe’nin RABBine and olsun ki O’nu biz kazandık!.” dediler.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey MUHÂCİR Cemaati! BEN sizlerdenim!” buyurdu.
Muhâcirler de SEVinerek.: “ALLAHu Ekber! Kâbe’nin RABBine and olsun ki O’nu biz kazandık!.” buyurdu.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey HÂŞİMOĞULLARı! Sizlere gelince, sizler BENdensiniz ve BANA geldiniz!” buyurdu.
Haşimoğulları da SEVinç içinde.: “ALLAHu Ekber! Kâbe’nin RABBine and olsun ki O’nu biz kazandık!." dediler.
Hepimiz hoşnut olarak kalktık. Her bir grup Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in iltifâtıyla memnûn ve mesrûr olmuştu.”
buyurmuştur.
(Heysemî, X, 14)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

276-) MUKTESİD sallallahu aleyhi vesellem.

MUKTESİD sallallahu aleyhi vesellem.: İ’tidâl üzere hareket eden, idâre ve tasarrufla geçinen. İktisadlı, Tutumlu. Malını, Ömrünü, Vaktini boşuna geçirmeyen, Lüzumsuz masrafta bulunmayan ve bunları Örnek Hayatıyla ÜMMetine SÜNNeti OLarak EMReden ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..

İktisad.: Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak..
MUKTESİD.: İ’tidâl üzere hareket eden, idâre ve tasarrufla geçinen. İktisadlı, Tutumlu. Malını, Ömrünü, Vaktini boşuna geçirmeyen, Lüzumsuz masrafta bulunmayan ve bunları Örnek Hayatıyla ÜMMetine SÜNNeti OLarak EMReden
Mu’tedil.: Yavaş ve mülâyim. Ne pek az, ne pek çok olan. Orta hâlli. İtidalli..


ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ وَمِنْهُم مُّقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِإِذْنِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِيرُ
“Summe evresne’l- kitâbellezînastafeynâ min ibâdinâ, fe minhum zâlimun li nefsih (nefsihî), ve minhum muktesid (muktesidun), ve minhum sâbikun bil hayrâti bi iznillâh (iznillâhi), zâlike huvel fadlu’l- kebîr (kebîru).: Sonra kullarımızdan seçtiklerimizi kitaba vâris kıldık. Böylece onlardan bir kısmı nefsine ZULMEDİCİdir, onlardan bir kısmı MUKTESİDdir. Onlardan bir kısmı da ALLAH'ın İzniyle hayırlarda YARIŞANLARdır. İşte o ki o, büyük fazldır.” (Fâtır 35/32)

Zâlimun li nefsih.: kendi nefsine zulmeden.
Muktesidun.: orta yol, orta hâl..
Sâbikun bi’l- hayrât.: hayırlarda yarışanlar, öne geçenler..


جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤًا وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ
“Cennâtu Adnin yedhulûnehâ yuhallevne fîhâ min esâvire min zehebin ve lu’luâ (lu’luen), ve libâsuhum fîhâ harir (harîrun).: (Onlar), Adn CeNNetlerine girerler. Orada altından bilezikler ve inciler takarlar. Ve orada onların elbiseleri ipektir.” (Fâtır 35/33)

Usâme b. Zeyd radiyallahu anhu bu âyetle ilgili olarak.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Bunların hepsi bir SEViyededir. Hepsi de CeNNettedir.” buyurdu” buyurmuştur.
(Tirmizî,Tefsir, 36 (H.N.:3225); Ahmed b. Hanbel, Müsned. 3/78)

Ömer b. Hattab radiyallahu anhu bu âyetle ilgili olarak.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “BİZim ileri geçenimiz (Sâbikun bi’l- hayrât) zâten ileri geçmiş olacaktır. BİZim İ’tidâl üzere olanımız (muktesidun) kurtulacaktır. Benliğine zulmeden (Zâlimun li nefsih) zâlimlerimizin de günahları bağışlanmış olacaktır.” buyurdu” buyurmuştur.
(Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummal C. 2 s.485485, (H.N.: 4562, 4563).Müessetü’r-Risâle Beyrut, 1985.)

Ebu’d-Derdâ radiyallahu anhu anhu bu âyetle ilgili olara.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: Sâbik ve muktesid =>CeNNet’e sorgulanmaksızın gireceklerdir. Benliğine zulmedenlerin hesabı ise kolaylıkla görülecek, sonra da CeNNet’e gireceklerdir.” buyurdu” buyurmuştur.
(Suyutî, Câmiu’l-Ehâdis C.7 s. 31.(H.N.:13178).Dâru’l-Fikr Beyrut 1994)

Bu üç sınıf için pek çok görüşler de bildirilmiştir.:

Âişe radiyallahu anha.:
“Sâbik =>Hicretten önce Müslüman olanlar.
Muktesid =>Hicretten sonra Müslüman olanlar.
Benliğine zulmedenler =>Ancak kılıç zoruyla Müslüman olanlar.”
buyurmuştur.
(Kurtubî, el Câmiu’l-Ahkâmi’l-Kur'ÂN, C. 14, s.346,348. Dâru âlemi’l-Kütüb Riyad.)

Zünnün-i Mırî kaddesallahu sırrahu (v.245/859).:
- Benliğine zulmeden =>Zâlim..
- ALLAH celle celâlihu’yu DİLiyle zikreden ve Kalbiyle anan =>Muktesid.
- ALLAH celle celâlihu’yu hiç unutmayan/YAŞAyan =>Sâbiktır.”
buyurmuştur.

Sehl b. Abdillah el Tusterî kaddesallahu sırrahu (v.283/896).:
- Benliğine zulmeden Zâkir =>Câhil..
- Muktesid =>Müteâllim.. (ilim ve bilgi edinen)
- Sâbik =>Âlim..”
buyurmuştur.

KELÂMULLAH =>RASÛLULLAH=>BİZ ÜMMEti..:

* Benliğine zulmeden zâlim =>Kur'ÂN’ı OKUyan ama O’nunla amel etmeyen.
* Muktesid => Kur'ÂN’ı OKUyan ve O’nunla amel eden.
* Sâbik =>Kur'ÂN’ı OKUyan, DUYan, UYan ve Kur'ÂN-ı KerîmLe =>Her YeR, HeR ZamÂN, HeR HÂL, HeR NEFEste
NAHNU=BİZ BİR-İZ YAŞAyan MuhaMMedî HAKk ÂŞIKLardır..

Zâlimun li nefsih.: Kendi nefsine zulmeden/. Benliğine zulmedenlerin kimliği için en muhteşem örnekler.:

* Yûnus aleyhisselâm’ın İlahî Vahy gelmeden İlahî Tebliğ Beldesinden bir Gemiyle terk etmesi..:


وَذَا النُّونِ إِذ ذَّهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ أَن لَّن نَّقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادَى فِي الظُّلُمَاتِ أَن لَّا إِلَهَ إِلَّا أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
“Ve zennûni iz zehebe mugâdıben fe zanne en len nakdire aleyhi fe nâdâ fiz zulumâti en lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn(zâlimîne).: Ve Zennûn (Yûnus aleyhisselâm), gadaba gelerek (öfkelenerek) gitmişti. Böylece ona muktedir olamayacağımızı (hükmedemeyeceğimizi) zannetti. Sonra karanlıklar içinde (şöyle) nida etti: “Senden başka İlâh yoktur. Sen Sübhan'sın (herşeyden münezzehsin). Muhakkak ki ben, zalimlerden oldum.” (Enbiyâ 21/87)

Yûnus aleyhisselâm’ın ÖZ-DUÂsını kabul ederek.:


فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّ وَكَذَلِكَ نُنجِي الْمُؤْمِنِينَ
“Festecebnâ lehu ve necceynâhu minel gamm(gammi), ve kezâlike nuncil mu’minîn(mu’minîne). Festecebnâ lehu ve necceynâhu minel gamm(gammi), ve kezâlike nuncil mu’minîn(mu’minîne).: Bunun üzerine ona icabet ettik (DUÂsını kabul ettik). Ve onu, gamdan (üzüntüden, kederden) kurtardık. Ve Biz, mü'minleri işte böyle kurtarırız.” (Enbiyâ 21/88)

* Mûsâ aleyhisselâm kendi benliğine zulmettiğini ve affını dilediğini ve ALLAH celle celâlihu’nun affettiğini.:


قَالَ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي فَغَفَرَ لَهُ إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
“Kâle rabbi innî zalemtu nefsî fâgfirlî fe gafera leh(lehu), innehu huvel gafûrur rahîm(rahîmu).: "Rabbim, ben nefsime zulmettim, artık beni mağfiret et." dedi. Böylece onu mağfiret etti. Muhakkak ki O; Gafûr'dur (mağfiret eden), Rahîm'dir (Rahîm esmasıyla tecelli eden).” (Kasas 28/16)

* Sâbâ Melikesi Belkıs kendi benliğine zulmettiğini ve affını dilediğini ve ALLAH celle celâlihu’nun affettiğini.:


قِيلَ لَهَا ادْخُلِي الصَّرْحَ فَلَمَّا رَأَتْهُ حَسِبَتْهُ لُجَّةً وَكَشَفَتْ عَن سَاقَيْهَا قَالَ إِنَّهُ صَرْحٌ مُّمَرَّدٌ مِّن قَوَارِيرَ قَالَتْ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي وَأَسْلَمْتُ مَعَ سُلَيْمَانَ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
قِيلَ لَهَا ادْخُلِي الصَّرْحَ فَلَمَّا رَأَتْهُ حَسِبَتْهُ لُجَّةً وَكَشَفَتْ عَن سَاقَيْهَا قَالَ إِنَّهُ صَرْحٌ مُّمَرَّدٌ مِّن قَوَارِيرَ قَالَتْ رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي وَأَسْلَمْتُ مَعَ سُلَيْمَانَ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Kîle lehadhulîs sarh(sarha), fe lemmâ raethu hasibethu lucceten ve keşefet an sâkayhâ, kâle innehu sarhun mumerradun min kavârîr(kavârîra), kâlet rabbi innî zalemtu nefsî ve eslemtu mea suleymâne lillâhi rabbil âlemîn(âlemîne).: Ona: "Köşke gir." denildi. Onu gördüğü zaman derin su zannetti ve ayaklarını açtı (eteklerini çekti). (Süleyman aleyhisselâm): "Muhakkak ki o, parlak, billur camdan bir köşktür." dedi. (Sebe Melikesi): "Rabbim, muhakkak ki ben, nefsime zulmettim ve Süleyman (aleyhisselâm)'la beraber alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum." dedi.” (Neml 27/44)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

277-) HAK sallallahu aleyhi vesellem.

HAK sallallahu aleyhi vesellem.: Kur'ÂN-ı Kerîm’de BİLdirilen HAKkı ve HAYRı DUYuş ve Uyuşta=>HeR YeRde, HeR ÂNda HeR HâLde HeR NEFESte =>Gerçek, ÂdiL, GerekLi ve Lâzım-Lâyık OLan ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..

HAK Kelimesi =>“Gerçek, doğru ve sabit olmak, gerekli ve lâzım-lâyık olmak, olabilirlik niteliği taşımak, sürekli var olmak, gerçeğe uygun bulunmak, bir şeyi sabit ve gerekli kılmak” anlamlarına gelir.

HAK Kelimesi =>(Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti. * Dâva ve iddia. * HAKikate uygunluk. * Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse. * Münasib * Din. İslâmiyyet. * Kur'ÂN. * Vukuu vâcib, geleceği şüphesiz olan. * Kıyamet. * Mahz-ı HAKikat. * Yapacağını yalansız yapan kimse. * Musibet..

HAKka’l- Yakîn.: Mârifet Mertebesinin en yükseği. En yakînî bir sûrette HAKikatı müşâhede edip yaşamak hâli. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi.

HAK Kelimesi =>Sözlükte.: “Gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek; bir şeye yakînen muttali olmak” anlamlarında masdar ve “gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey” anlamlarında isim olan HAK Kelimesi (çoğulu hukûk) genellikle bâtılın zıddı olarak gösterilir (Lisânü’l-ʿArab, “hkk” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “hkk” md.). D. B. Macdonald (E. E. Calverley).

Râgıbel-İsfahânî, HAKkın asıl mânasının =>“mutabakat ve muvafakat” olduğunu belirttikten sonra âyetlerden örnekler vererek başlıca dört anlama geldiğini belirtir.:
1-)
Bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak icâd eden; bundan dolayı HAK ALLAH’ın bir İsmi veyâ Sıfatı sayılmıştır..
2-) Hikmetin gereğine uygun olarak yapılan iş; ALLAH’ın bütün fiilleri bu anlamda HAK’tır..
3-) Bir şeye aslına uygun ve doğru olarak inanma, bu şekilde kazanılmış inanç, bilgi..
4-) Gerektiği şekilde, gerekli ölçüde ve gereken zamanda meydana gelen iş (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hkk” md.).

Kur’ÂN-ı Kerîm'de 247 yerde tekrarlanan HAK Kavramı =>ALLAH celle celâlihu'tan başka Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e de nisbet edilmektedir. (Bekir Topaloğlu, “HAK”, DİA, V, İstanbul 1997, 152.)

إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلاَ تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ
“İnnâ erselnâke bi’l- hakkı beşîren ve nezîren, ve lâ tus’elu an ashâbi’l- cahîm (cahîmi).: Muhakkak ki BİZ SENi, HAK ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ve ashabı cehîmden (cehennemliklerden) sana sorulmaz (sen cehenneme gideceklerden sorumlu tutulmazsın.” (Bakara 2/119)

Kur’ÂN-ı Kerîm’de 247 yerde geçen HAK Kelimesi âyetlerin çoğunda bâtılın zıddı olarak kullanılmıştır (meselâ bk. el-Bakara 2/42; en-Nisâ 4/105; el-Mâide 5/77). Öteki anlamları arasında “vâkıaya, gerçeğe uygun söz” (el-A‘râf 7/169; Sâd 38/84); “doğru haber” (el-Mü’minûn 23/62); “doğru yol” (Yûnus 10/35); “aslına uygun bilgi, inanç, yakîn” (Yûnus 10/36; en-Necm 53/28; el-Vâkıa 56/95; krş. Taberî, XV, 89); “delil” (Yûnus 10/76, 77; krş. Taberî, XV, 102, 105); “bir olayın iç yüzü” (Yûsuf 12/51); “adalet” (el-A‘râf 7/89; el-Enbiyâ 21/112; Sâd 38/22, 26; ez-Zümer 39/69, 75); “görev, ödev, hüküm” (el-Bakara 2/180, 236, 241; er-Rûm 30/47) en çok dikkati çekenleridir..

Başkalarıyla ilgili yükümlülüklere aykırı davranışların niteliğini belirtmek üzere “bi-gayri’l-HAKkı” ve “bi-gayri HAKkın” (HAKsız yere) (el-Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112, 181; eş-Şûrâ 42/42), yine başkalarıyla alâkalı bir genel hükmün dışına çıkmaya cevaz veren “illâ bi’l-HAKkı” (ancak HAKlı bir sebeple) (el-En‘âm 6/151; el-İsrâ 17/33; el-Furkân 25/68) tâbirleri Kur'ÂN’da sıkça geçmektedir..

Kur'ÂN’da HAK Kelimesi =>“gerçek, sabit, doğru” gibi anlamları dolayısıyla Kur'ÂN’ı ve İslâm’ı ifâde ettiği gibi (el-İsrâ 17/81, 105; el-Kehf 18/29), vuku’u kati olan ölüm için de kullanılmıştır (Kâf 50/19).
Daha çok “vaad” kelimesiyle birlikte âhiret HAKkındaki haberler, müjde ve tehditler de HAK ile ifâde edilir (el-Enbiyâ 21/97; Gâfir 40/55).
HAK Kelimesi =>“Varlığı kesin olan, mutlak gerçek, hikmete uygun olarak icâd eden” anlamlarından dolayı ALLAH’ın bir ismi veyâ sıfatı olarak da geçmektedir (el-En‘âm 6/62; Yûnus 10/30, 32; el-Hac 22/62).

ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِن دُونِهِ هُوَ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ
“Zâlike bi ennallâhe huve’l- HAKku ve enne mâ yed’ûne min dûnihî huve’l- bâtılu ve ennallâhe huve’l- aliyyu’l- kebîr (kebîru). Zâlike bi ennallâhe huve’l- HAKku ve enne mâ yed’ûne min dûnihî huve’l- bâtılu ve ennallâhe huve’l- aliyyu’l- kebîr (kebîru).: İşte böyle, çünkü O, “HAKk”tır. Ve Muhakkak ki O'ndan (ALLAH'tan) başka DUÂ ettiğiniz (taptığınız) şeyler, onlar bâtıldır. Muhakkak ki ALLAH, O, ÂLİ (yüce)'dir, KEBÎR'dir (büyüktür).” (Hac 22/62)

Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Kur'ÂN’da HAK Kelimesinin müfessirlere göre başlıca on sekiz anlamda kullanıldığını belirtir ve âyetlerden örnek vererek bu anlamları şöyle sıralar.: ALLAH, Kur'ÂN, İslâm, adalet, tevhid, sıdk, mal, vücûb, ihtiyaç, pay, beyân, Kâbe’nin durumu, haram ve helâli açıklama, kelime-i tevhid, ölüm, kesinlik, cürüm, bâtılın zıddı (Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Nüzhetü’l-aʿyün, s. 266-269).

HAK Kelimesi Kur'ÂN’daki anlamlarıyla Hadislerde de geniş olarak yer almıştır (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “hkk” md.).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in uzunca bir DUÂsında geçen.: “ALLAHım! SEN HAKsın, SENin vaadin HAKtır, SANA kavuşmak HAKtır, SENin sözün HAKtır, CeNNet HAKtır, CeheNNem HAKtır, Peygamberler HAKtır, MuhaMMed HAKtır, kıyamet HAKtır” (Buhârî, “Teheccüd”, 1)
CümlelerindekiHAK kelimelerinden ilki “varlığı kati olan, kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikte gerçek ve sabit olan” şeklinde açıklanmış ve bu vasfın yalnız ALLAH celle celâlihu’ya mahsus olduğu, çünkü sadece ALLAH’ın ezelden ebede yokluktan münezzeh bulunduğu belirtilmiştir. (İbn Hacer, VI, 4).
İbn Hacer, aynı hadiste yer alan “CeNNet HAKtır, CeheNNem HAKtır” ifâdesinde CeNNet ve CeheNNemin halen mevcûd olduğuna bir işâret bulunduğunu ileri sürer.
Aynı müellif İbn Hacer, “Kıyamet HAKtır” sözüne de, “Kıyametin vuku’ bulacağında şüphe yoktur” anlamını verir (a.g.e., a.y.)
Bazı hadislerde HAK Kelimesi zekât karşılığı olarak geçmektedir (Buhârî, “Zekât”, 1; Müslim, “Îmân”, 32).
Âişe Vâlidemiz aleyhasselâm.: “Peygamber’e HAK geldi.” (Buhârî, “Bedʾü’l-vahy”, 3, “Taʿbîr”, 1)
İfâdesinde HAK=>“vahiy” anlamında kullanmıştır.

Buhârî’nin naklettiği bir hadiste Ömer radiyallahu anhu’in Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e yönelttiği.: “Biz HAK üzerinde, düşmanlarımız bâtıl üzerinde değil midir?” sorusunda (Buhârî, “Şürût”, 15)
HAK Kelimesi İslâm Dinini, bâtıl ise putperestliği ve umumî inkârcılığı ifâde eder.

Kur'ÂN’da, hadislerde ve diğer İslâmî kaynaklarda HAK Kelimesi =>“Korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gerekli olan maddî veyâ mânevî imkân, pay, eşyâ ve menfaatler; görev, sorumluluk, borç” gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Zenginlerin malında yoksulun HAKkı bulunduğunu bildiren âyetlerle (ez-Zâriyât 51/19; el-Meâric 70/24) akrabaya, yoksula, yolcuya HAKkını vermeyi emreden âyetlerde (el-İsrâ 17/26; er-Rûm 30/38)..

Bazı Âyet ve Hadislerde;
ALLAHu zü’L-CELÂL’in İnsanlar üzerindeki HAKları yanında,
ALLAHu zü’L-CELÂL’in =>İnananları koruma, azâbdan esirgeme, onlara yardım etme gibi LÜTUFLARInın da =>ALLAH üzerine birer HAK olduğu ifâde edilir (meselâ bk. Yûnus 10/103; er-Rûm 30/47; Buhârî, “Libâs”, 101; Müslim, “Îmân”, 48-51; İbn Mâce, “Zühd”, 35; Tirmizî, “Îmân”, 18).

ثُمَّ نُنَجِّي رُسُلَنَا وَالَّذِينَ آمَنُواْ كَذَلِكَ حَقًّا عَلَيْنَا نُنجِ الْمُؤْمِنِينَ
“Summe nuneccî rusulenâ vellezîne âmenû kezâlik (kezâlike), hakkan aleynâ nunci’l- mu’minîn (mu’minîne). Summe nuneccî rusulenâ vellezîne âmenû kezâlik (kezâlike), hakkan aleynâ nuncil mu’minîn (mu’minîne).: Sonra BİZ, Resûllerimizi ve imân eden kimseleri böyle kurtarırız. Mü'minleri kurtarmamız üzerimize haktır. Sonra Biz, resûllerimizi ve imân eden kimseleri böyle kurtarırız. Mü'minleri kurtarmamız üzerimize haktır.” (Yûnus 10/103)

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ رُسُلًا إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَاؤُوهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَانتَقَمْنَا مِنَ الَّذِينَ أَجْرَمُوا وَكَانَ حَقًّا عَلَيْنَا نَصْرُ الْمُؤْمِنِينَوَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ رُسُلًا إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَاؤُوهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَانتَقَمْنَا مِنَ الَّذِينَ أَجْرَمُوا وَكَانَ حَقًّا عَلَيْنَا نَصْرُ الْمُؤْمِنِينَ
“Ve lekad erselnâ min kablike rusulen ilâ kavmihim fe câûhum bi’l- beyyinâti fentekamnâ minellezîne ecramû, ve kâne hakkan aleynâ nasrul mu’minîn (mu’minîne).: Ve andolsun ki, senden önce onların kavmine resûller gönderdik. Böylece onlara beyyineler (kesin deliller) getirdiler. Bunun üzerine mücrimlerden intikam aldık. Mü'minlere yardım, Bizim üzerimize HAK oldu.” (Rûm 30/47)

Hadislerde geçen “ALLAH’ın HAKkı, Kulun HAKkı” gibi ifâdeler, zamanla İslâmî Kaynaklarda bütün HAKların “ALLAH HAKları” (HUKÛKULLAH) ve “Kul HAKları” (Hukûk-ı İbâd) şeklinde iki ana bölümde ele alınmıştır..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH’ın kullar üzerindeki HAK=>Onların ALLAH’a ibâdet etmeleri ve O’na şirk koşmamalarıdır” buyurmuştur.
(Buhârî, “Libâs”, 101, “Cihâd”, 46; Müslim, “Îmân”, 48-51)

ALLAH HAKkının gâlib bulunduğu ifâde edilmiştir. Bundan dolayı ferdler kendiliklerinden bu HAKları ıskat edemez, bunlarda diledikleri şekilde tasarrufta bulunamaz; meselâ hayatlarını ve sağlıklarını tehlikeye atamaz, mallarını boş yere sarfedemezler. Ferdlerin bu yöndeki yükümlülüğüne âyet ve hadislerde sıkça temas edilir (bk. el-Bakara 2/195; en-Nisâ 4/5, 29; Buhârî, “Zekât”, 18, “Huṣûmât”, 23; Müslim, “Akżıye”, 14).

وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوَاْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
“Ve enfikû fî sebîlillâhi ve lâ tulkû bi eydîkum ilet tehluketi, ve ahsinû, innallâhe yuhıbbul muhsinîn(muhsinîne).: Ve (mallarınızı) ALLAH Yolunda infâk edin (başkalarına verin)! Ve de kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın! Ve ahsen olun! Muhakkak ki ALLAH, muhsinleri SEVer.” (Bakara 2/195)

وَلاَ تُؤْتُواْ السُّفَهَاء أَمْوَالَكُمُ الَّتِي جَعَلَ اللّهُ لَكُمْ قِيَاماً وَارْزُقُوهُمْ فِيهَا وَاكْسُوهُمْ وَقُولُواْ لَهُمْ قَوْلاً مَّعْرُوفًا
“Ve lâ tu’tûs sufehâe emvâlekumulletî cealallâhu lekum kıyâmen verzukûhum fîhâ veksûhum ve kûlû lehum kavlen ma’rûfâ (ma’rûfen).: Ve ALLAH'ın, (kullanımı konusunda) sizi kaim kıldığı (vekil kıldığı) mallarınızı sefihlere vermeyiniz ve onun içinden (o mallarla) onları rızıklandırınız (besleyiniz) ve giydiriniz ve onlara güzel söz söyleyiniz.” (Nisâ 4/5)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً عَن تَرَاضٍ مِّنكُمْ وَلاَ تَقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ te’kulû emvâlekum beynekum bil bâtılı, illâ en tekûne ticâraten an terâdın minkum, ve lâ taktulû enfusekum. İnnallâhe kâne bikum rahîmâ (rahîmen).: Ey imân edenler! Birbirinizin mallarını batılla (haksızlıkla) yemeyin, ancak sizin rızanızla yaptığınız ticaret hariç. Ve kendinizi (ve birbirinizi) öldürmeyin (intihar etmeyin). Muhakkak ki ALLAH, size karşı RAHÎM'DİR.” (Nisâ 4/29)

Tasavvuf Hayatında HAK Kelimesi.:
İlk Sûfîlerin ALLAH anlamında, bazan da bâtılın veyâ halkın (yaratıklar) karşıtı olarak kullandıkları HAK Kelimesine sonraki asırlarda yeni anlamlar yüklenmiştir. Tasavvuf Metinlerinde HAK Terimi bazan bir edatla, bazan da belli kelimelerle birlikte (meselâ Maa’l-HAK, Bi’l-HAK, Li’l-HAK) kullanılır. Bunun yerine aynı anlamlarda olmak üzere “Maallah, Bi’l-lâh, Li’llâh” veyâ “minhü, bihî, lehû” gibi şekiller de görülür.

Bütün bunlar, İlk Sûfîlerin HAK Kelimesini Yaratıcı Gerçek yani ALLAH celle celâlihu anlamında kullandıklarını gösterir.
Nitekim Zünnûn el-Mısrî kaddesallahu sırrahu.: “HAK =>ALLAH’tır” demiştir (Serrâc, s. 413; Sülemî, s. 22).
Serrâc yukarıdaki ifâdeleri açıklarken.: “İnsan fiiline bakar ve onu kendine nisbet eder; ancak gönlünü Mârifet NÛrları kaplayınca her şeyi ALLAH’tan, ALLAH’la kâim, ALLAH’ın mâlumu ve ALLAH’a ait olarak görür” demiştir. (Serrâc, el-Lümaʿ, s. 411),

Şiblî kaddesallahu sırrahu.: “HAK, HAK ile kâim olduğu için HAK ile HAK’tan fâni olan kişi kulluk bir yana Rubûbîyyetten bile fâni olur” buyururken (a.g.e., s. 285)
HAK=>ALLAH celle celâlihu anlamında kullanmıştır..

ÜMMetine çok düşkün olan ve Tebliğ Yolunda en büyük çile ve meşakkatlere katlanmış olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ÜMMeti üzerinde HAKkı çoktur..
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ise ÜMMetinden istediği şudur:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sakın (günah işleyerek) mahşer gününde YÜZÜMü kara çıkarmayın! (Beni mahcûb etmeyin!)” buyurmuştur.
(İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

لَقَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَى الْمُؤمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْ أَنفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِن كَانُواْ مِن قَبْلُ لَفِي ضَلالٍ مُّبِينٍ
“Le kad mennallâhu ale’l- mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumu’l- kitâbe vel hikmeh (hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn (mubînin).: Andolsun ki ALLAH, mü'minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir Peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara âyetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve Hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Âl-i İmrân 3/164)

RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in ÜMMeti üzerindeki HAKLarı.:

1-) RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem, Rahmet Peygamberidir. Kendine işkence edenlere, hayatına kasdedenlere bile DUÂ etmeyi tercih etmiştir. Özellikle ÜMMeti için davacı olmak bir tarafa, onlara şefaat etme izni verilmesi için DUÂ etmiştir.
2-) O’nun kimin üzerinde HAKkı varsa ALLAH o HAKkı alıp O’na verecektir.
3-) ÜMMeti olarak RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in şefaatını bekleriz. RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in şefaatine mazhar olmak için bizim üzerimizdeki HAKlarına dikkat etmemiz gerekir.

ALLAH celle celâlihu HAKkından sonra =>RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in insanlık üzerindeki HAKları gelir. O’nun İnsanlık ve ÜMMeti üzerindeki HAKlarına uyulması gerekir..

=> RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e İMÂN edilmesi.
=> RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in SEVilmesi.
=> RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e her konuda İTAAT EDilmesi ve emrinin tutulması.
=> RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e UYulması.
=> RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in ÖRNEK ALınması.
=> RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e SAYGI GÖSTERilmesi
=> RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in Ehl-i Beyti'nin (Âilesinin) ve Sahabîlerinin SEVilmesi
=> RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e salât ve selâm getirilmesi..

Ayrıca Peygamberimiz RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem Adına yalan söylemekten, O’na sövmekten veyâ O’nunla alay etmekten, O’nu rencide edici ifâdelerden de şiddetle sakınmak gerekir..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12883
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

278-) MÜBEYYİN sallallahu aleyhi vesellem.

MÜBEYYİN sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Kur’ÂN-ı Kerîminde BİLdirdiği EMİRLeRini Bildiren, Açıklayan, Meydana Koyan ve Beyân eden ReSûLuLLaH sallallahu aleyhi vesellem..

Azîz Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in İsimlerinden birisi olan MÜBEYYİN İsminin çok ve çeşitli türevleri Kur’ÂN-ı Kerîm’de verilmiştir..

Beyyine.: Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil. * Müteaddit noktaları beyân eden ve açıklayan.* Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan. Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil. * Müteaddit noktaları beyân eden ve açıklayan.* Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan.
Beyyinât.: (Beyyine. c.) Beyyineler. Bürhânlar.
Mübeyyen.: Açıklanmış. Beyân ve izah edilmiş.
Mübeyyin.: Açıklayan. Beyân eden. Meydana koyan.
Beyân.: İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. * Öğretme. * Fesahat ve belâgat. * Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı..
Tebyîn.: Belirtme. Açıkça anlatma. * İsbat etme..
Beyânat.: (Beyân. c.) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyânlar..
Beyânnâme.: f. Durumu yazı ile bildiren açıklama..
Beyân.: Belâgat ilminin bir anlamı değişik yollarla ifâde etmenin usul ve kaidelerinden bahseden dalı..
Beyân.: Mânadaki kapalılığı giderip ona muhatabın anlayacağı biçimde açıklık kazandırmak veyâ hükümlerin ALLAH celle celâlihu tarafından açıklanış keyfiyetini ifâde etmek üzere kullanılan fıkıh usulü terimi..


Sözlükte “ortaya çıkmak, açık seçik olmak; açıklamak, anlaşılır hale getirmek” gibi mânalara gelen BEYÂN kelimesi Kur’ÂN-ı Kerîm’in üç âyetinde geçmekte olup bu âyetlerde.:

1-) İlân etme anlamında.:

هَذَا بَيَانٌ لِّلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِّلْمُتَّقِينَهَذَا بَيَانٌ لِّلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِّلْمُتَّقِينَ
“Hâzâ BEYÂNun li’n- nâsi ve huden ve mev’ızatun li’l- muttekîn (muttekîne). Hâzâ BEYÂNun li’n- nâsi ve huden ve mev’ızatun li’l- muttekîn (muttekîne).: Bu (Kur’ÂN-ı Kerîm), insanlar için bir BEYÂN/açıklama ve bir hidâyet ve takvâ aâhibleri için bir öğüttür.” (Âl-i İmrân 3/138)

2-) Açıklama anlamında.:

فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ
“Fe izâ kara’nâhu fettebi’Kur’ÂNehu.: Öyleyse O'nu okuduğumuz zaman, artık O'nun (Kur’ÂN'ın) okunuşuna tâbî ol.” (Kıyâme 75/18)

ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ
“Summe inne aleynâ BEYÂNehu.: Sonra O'nun BEYÂNı (açıklanması) muhakkak ki Bize aittir.” (Kıyâme 75/19)

3-) İfâde etme anlamlarında kullanılmıştır.:

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
“Allemehu’l- BEYÂN (beyâne).: Ona, BEYÂNı (idrak edip ifade etmeyi ve açıklamayı) O öğretti.” (Rahmân 55/4)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:
“إن من البيان سحرًا .: İnne mine’l-BEYÂNı sıhran.:
BEYÂNların/ söz ve ifâdelerin öylesi vardır ki büyüleyici bir etkiye sâhibdir.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Nikâh”, 47, “Tıb”, 51)

Düşündüğünü ve dış dünyadan algıladıklarını ifâde etme anlamında BEYÂNın ilk İnsÂNın yaratılmasıyla başladığı söylenebilir. Duygu ve düşüncelerini en açık ve en güzel şekilde anlatma melekesine sâhib tek canlı, İnsÂNdır. Nitekim Kur’ÂN-ı Kerîm’de.:

خَلَقَ الْإِنسَانَ
“Halakal insân(insâne).: İnsanı, O yarattı.” (Rahmân 55/3)

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
“Allemehu’l- BEYÂN (beyâne).: Ona, BEYÂNı (idrak edip ifade etmeyi ve açıklamayı) O öğretti.” (Rahmân 55/4)

Resim
İmâmı ŞÂFİÎ radiyallahu anhu’n yaptığı tasnife göre BEYÂNın beş çeşidi şunlardır.:

1-) Kur’ÂN Nassı İLe YapıLan BEYÂN.:
Farzları ve haramları ayrıntıya girmeden mücmel olarak (meselâ namazın farz olduğunu, domuz eti yemenin haram olduğunu) bildiren âyetlerdeki BEYÂN bu çeşide girdiği gibi Bakara Sûresinin 196. âyetinde, “hac ile umreyi birleştiren kişinin kurban kesememesi halinde hacda üç gün ve memleketine dönünce yedi gün oruç tutması gerektiği” hükmünün bildirilmesinden sonra yer alan ve başka açıklamayı gerektirmeyecek ölçüde açık olan, “Bunların tamamı on gündür” ifâdesi de bu çeşide örnek olarak gösterilmiştir. .

2-) Kur’ÂN’ın Kısmen MücmeL (Sözü az, mânası çok olan) Bıraktığı ve Sünnet Tarafından Bu MücmeL Kısma AçıkLık GetiriLen DurumLardaki BEYÂN.:
Abdestin farzlarını, cünüplük halinde gusledilmesi emrini, vasiyetin meşrû olduğu hükmünü ihtivâ eden âyetler ve buralarda kapalı kalan noktaları açıklığa kavuşturan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Sünnetleri bu çeşit BEYÂNın örnekleri arasında yer almaktadır.

3-) Kur’ÂN’ın MücmeL HükümLerinin Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in SünnetiyLe AçıkLığa KavuşturuLması ŞekLindeki BEYÂN.:
Meselâ ALLAHu zü’L- CeLÂL’in, Kur’ÂN’da farz kıldığı namazın rek‘atlarını ve vakitlerini, zekâtın miktarını, hac ve umrenin nasıl yerine getirileceğini peygamberi vasıtasıyla açıklaması bu çeşidin başlıca örnekleridir.

4-) Kur’ÂN Nassı İLe BeLirLenmeyip Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in SünnetiyLe Teşrî‘ KıLınan HükümLere ait BEYÂN..
İmâm Şâfiî bu çeşit BEYÂN için gerek eserinin baştaki özet kısmında, gerekse müstakil olarak ele aldığı kısımda müşahhas örnek vermemiş, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e itaati emreden Kur’ÂN âyetlerine işâretle, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in BEYÂNının ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Kitabındakini BEYÂNdan ibâret olduğunu vurgulamaya yönelmiştir. (Muhammed Edîb Sâlih, diğer çeşitlerde bol örneklerle karşılaşmanın etkisiyle olmalı ki Şâfiî’nin çeşitlerin her birini örneklerle izâh ettiğini söylemektedir, Tefsîrü’n-nusûs, I, 28).

5-) ALLAHu zü’L- CeLÂL’in, İctihad YoLuyla AraştırıLmasını Emrettiği HususLara ait BEYÂN.:
Meselâ kıbleye yönelmeyi (Bakara 2/150), ihramlı iken bilerek avlanan kişinin öldürdüğüne denk bir hayvan kurban etmesini (Mâide 5/95) emreden âyetlerde kıblenin ve öldürülen hayvanın denkliğinin araştırılması ictihada bırakılmıştır..

Resim

BEYYİNE.:

BEYYİNE.: Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil. * Müteaddit noktaları BEYÂN eden ve açıklayan.* Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan. Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil.

BEYYİNE.: Ayırmak, ayrılmak, uzaklaşmak ve uzaklaştırmak anlamındaki "BEYN" veyâ açık-seçik olmak, açık-seçik hale getirmek anlamındaki "BEYÂN" kökünden gelen "BEYYİNE" apaçık delil, hüccet, kesin belge demektir.

Bir davâyı açıkça isbat eden, kendisi açık, başkasını açıklayıcı delil demektir.
Kur’ÂN-ı Kerîmde =>Bir âyette "BEYYİN" ve =>19 âyette "BEYYİNE" şeklinde geçmiş ve aklî ve naklî delil, açık belge, bilinen tarihi olaylar, vahiy, Kur’ÂN, Peygamberlik, Mucize, Hz. MuhaMMed ve Sâlih Peygamberin mucizesi olan deve..gibi..

وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءتْكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ هَذِهِ نَاقَةُ اللّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللّهِ وَلاَ تَمَسُّوهَا بِسُوَءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
“Ve ilâ semûde ehâhum sâlihan kâle yâ kavmi’budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruhu, kad câetkum beyyinetun min rabbikum hâzihî nâkatullâhi lekum âyeten fe zerûha te’kul fî ardıllâhi ve lâ temessûhâ bi sûin fe ye’huzekum azâbun elîm(elîmun).: Semud (kavmine)'a, onların kardeşi Salih şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah'a kul olun. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Rabbinizden size bir mucize (delil, ispat vasıtası) gelmiştir. Bu Allah'ın dişi devesidir. Sizin için bir âyettir (mucizedir). Artık onu, Allah'ın arzında (serbest) bırakın yesin, ona kötülükle (kötü niyetle) dokunmayın, yoksa sizi elim bir azap alır (yakalar).” (A'râf 7/73)

Çoğulu olan "BEYYİNÂT" kelimesi ise 52 defa geçmiş ve genellikle “âyetler” anlamında kullanılmış (meselâ; Mâide, 5/32) veyâ "âyet" kelimesini nitelemiştir. "Âyâtün beyyinâtün" terkibi (meselâ; Bakara, 2/99) apaçık âyetler, belgeler, deliller demektir. "Beyyinâtün mine'l-hüdâ" (Bakara, 2/185) hidâyeti, doğruyolu açıklayıcı anlamında Kur’ÂN'ın sıfatı olarak kullanılmıştır. Ayrıcı Kâ'be'deki Makam-ı İbrâhim'e (Âl-i İmrân, 3/97), Hz. Mûsâ (aleyhisselâm)'a verilen 9 mu’cizeye (Îsrâ, 17/101) ve Hz. İsâ (aleyhisselâm)'a verilen hikmete de (Zuhruf, 43/63), "BEYYİNÂT" denilmiştir.

Resim

MÜBEYYİN-MÜBİN.:
Aynı kökten türeyen MÜBİN kelimesi, Kur’ÂN-ı Kerîm’de13 defa geçmiş ve apaçık anlamında İsm'in (günahın) Sultan'ın (gücün), Adüvv'ün (düşmanın), Hûsranın, Nûrun, (Nisâ, 4/20, 91, 101, 119, 174) Dalaletin (sapıklığın) (Ahzâb, 33/36) ve Fetih'in (zaferin) (Fetih, 48/1) Sıfatı olarak kullanılmıştır. .

يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءكُم بُرْهَانٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَأَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ نُورًا مُّبِينًا
“Yâ eyyuhâ’n- nâsû kad câekum burhânun min RABBikum ve enzelnâ ileykum NÛRan MUBÎN (mubînen).: Ey insanlar! Rabbinizden size bir burhân (kesin delil) gelmiştir. Ve size, apaçık bir NÛR indirdik.” (Nisâ 4/174)

إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا
“İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ(mubînen).: Muhakkak ki Biz, sana apaçık bir fetih verdik.” (Fetih 48/1)

"Mübeyyine" kelimesi üç âyette geçmiş ve apaçık anlamında, "fâhişe" kelimesinin (meselâ; Nisâ, 4/19) sıfatı olarak,
"Mubeyyinât" ise üç âyette "beyyinât" anlamında âyetlerin sıfatı olarak (Meselâ; Nûr, 24/34), bir âyette geçen "müstebîn" kelimesi apaçık anlamında kitabın sıfatı olarak kullanılmıştır. (Saffât, 37/117). (bk. Tebyin, Mübîn, Mübeyyin).
Kur’ÂN-ı Kerîm'in 98. Sûresinin adı da Beyyine'dir.

Bir fıkıh terimi olarak ise, kesinlik ifâde eden isbat vasıtalarına verilen genel addır. Fıkıh literatüründe, bir hakkın veyâ kendisine hukukî sonuç bağlanan bir olayın isbatını sağlayan katî delil anlamında kullanılmış olup, genel olarak, şâhidlik, yazılı delil ve kesin karîne şeklinde üç grupta toplanabilir.
İlk devirlerden beri şâhidliğin en kuvvetli isbat vasıtası olması sebebiyle, klasik İslâm Fıkıhçıları tarafından, “BEYYİNE” ile kastedilenin şâhidlik olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte, BEYYİNE başlığı altında hem şâhidliği, hem de diğer katî delilleri incelemişlerdir. Buna mukabil bazı âlimler beyyineyi, mahkeme önünde gerçeğin ortaya çıkarılmasını sağlayan her türlü kesin delil şeklinde tanımlamışlardır.
Bunun yanında, mahkemelerde BEYYİNE dışında, bunun kadar kuvvetli olmayan, ikrar, yeminden nükûl gibi deliller de bulunmaktadır. (ayrıca bk. Delil, Hüccet, İsbat, Şâhid)

Kur’ÂN-ı Kerîm’in “MÜBİN” olması ise;
O’nun, kaynak, amaç ve değer bakımından KELÂMULLAH/ALLAH KELÂMı olduğu besbelli bir kitab olması demektir.
Yoksa onun “MÜBEYYİN”; yani harici bir BEYÂNı gerektirmeksizin bütün konuları bizzat kendisinin BEYÂN etmesi demek değildir.
Özellikle bazı yaklaşımların “mübin” ifâdesini “mübeyyin” kelimesiyle açıklamaları ve böylece Kur’ÂN’ın bir gazete küpürü gibi okunup anlaşılabileceğini iddia etmeleri etimolojik bir illüzyondur.
Kitâb-ı Mübîn” demek “Kitâb-ı Mübeyyin” demek değildir..
Resim
Cevapla

“Divanında Muhammedi Tasavvuf” sayfasına dön