Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Kullanıcı avatarı
Sibgatullah
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 14
Kayıt: 28 Oca 2011, 15:04

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen Sibgatullah »

Kıymetli bir insan.. Cenâb-ı Hak rahmetine garkeylesin,amin.

güzel bir yazı dizisi ablacım...emeginize sağlık.
Sıbgatallâh(sıbgatallâhi) ve men ahsenu minallâhi sıbgaten, ve nahnu lehu âbidûn.
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Büyük âlim Muhammed Hamidullah...

Allah c.c razı olsun inşaAllah...
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke'den çıkınca önce Kuba'ya varır. Mekke güneyde olduğu için Hz. Peygamber (s.a.v.) önce Kuba'ya, daha sonra Medine'ye gidecektir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Kuba'da birkaç hafta geçirir. Ve burada bir cami inşaatına başlar. Bu hususta şu Ayet-i Kerime nazil olur: «Ta ilk gününden beri temeli takva üzerine te'sis edilen mescid» (Tevbe süresi, 108). Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, bu mescidde irad ettikleri hutbe de zikredilmektedir.

O, Kuba'ya pazartesi günü varmıştı ve müteakip cuma günü, cuma namazı kıldırmış, hutbe okumuştur. Tarihçiler, bu hutbenin metnini yazmışlardır. Her hal-ü kârda, bu mescid, yeryüzünde inşa edilen üçüncü veya dördüncü cami idi. Birincisi, Ammar b. Yasir'in; ikincisi, Hz. Ebu Bekir'in; üçüncüsü, Medine'de cuma namazı kılınan mescid ve dördüncüsü de Kuba mescidi.

Daha sonra, Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye gitmek üzere Kuba'dan hareket eder. Bunun tarihçesi çok iyi bilinmektedir: Devesine biner ve gider. Her kabile, onu kendi evinde misafir etmek ister, fakat O, «Deveyi salıverin, o nerede durursa, ben orada misafir olacağım» der ve devesi, bugün Mescid-i Nebevi'nin bulunduğu yerde durur.

Fakat o devirde burada bir şey yoktu ve boş bir arazi idi. Hz. Peygamber (s.a.v.) cami ve kendi ev halkı için bu araziyi satın alır. O andan itibaren bu cami, Medine'nin belli başlı camisi olarak zamanımıza kadar gelmiştir.

Bu hususta, bir kaç noktayı daha zikredelim:

Mescid-i Nebevi olsun, Kuba mescidi olsun Kabe'ye karşı değil, Kudüs'e karşı inşa edilmişlerdi. Takriben bir sene sonra Vahiy geldi ve Allah-u Teala, Kabe'ye karşı namaz kılınmasını emretti. Birinci kıble ile ikinci kıbleyi tayin eden, Hz. Peygamber (s.a.v.)'dir. Yani O'nun, Mekke'nin ve Kudüs'ün hangi cihetlerde olduğunu tayin edebilecek kadar, teknik bilgisi vardı ve bu pusulasız idi;

Muhtemelen, yıldızlar vasıtasıyla yönler tayin ediliyordu. Yani, Kudüs'e gidilince, hangi yıldızın takip edileceğini O biliyordu. Çünkü O en az iki sefer, Suriye'ye seyahat yapmıştı. Aynı şekilde, Suriye'den dönüp Mekke'ye gidildiğinde hangi yıldızın takip edileceğini biliyordu. Bundan dolayı Peygamber (s.a.v.), Kudüs'ün ve Kabe'nin yönünü tayin edebilirdi.

Şunu ifade edebilirim ki, müslüman mühendisler ve müslüman astronomlar, kendilerinin ilk mühendisi ve astronomunun Hz. Peygamber (s.a.v.) olmasından gurur duymalıdırlar. Camiyi inşa eden ve bu camiye kıble yönünü tayin eden, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) olmuştur.

Belazuri'nin «Ensabü'l-Eşraf»ında belirtildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Medine'deki hayatı sırasında, Medine'de dokuz cami daha vardı. Cuma namazı için, herkes büyük camiye gidiyordu. Diğer beş vakit namazlar ise mahalle veya kabile camilerinde kılınıyordu. Böylece o devirde Medine'de on camii olduğu anlaşılmaktadır.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Caminin rolünden bahsetmeden, evvel, Hz. Peygamber (s.a.v. )'in cuma namazı kıldığı, altıncı bir camiden söz etmek gerekmektedir. Medine'de, cuma namazı kılınmayan dokuz camiyi, bu listede hesaba katmıyorum. Çünkü bu camilerde cuma namazı kılınmıyordu.

İmam Buhari, Sahih'inde zikrediyor ki, Medine camisinden sonra ilk defa cuma namazı kılınan mescid, «Cuvasa» mescidi idi.

Cuvasa, Mekke ve Medine bölgelerinde olmayıp, Arabistan'ın doğusundadır. Cuvasa, bugünkü Riyad ve Zahran arasındadır. Bunu Buhari dediği için, inanmak lazımdır. Bu demek oluyor ki Cuvasâ halkı, çok erken bir devirde İslamiyet’i kabul etmişlerdir.

Maalesef Buhari, bu hususta fazla teferruat vermiyor. Hicretin birinci senesi mi, ikinci senesi mi, bilemiyoruz. Her hal-ü kârda daha sonra olamaz.

Bu Cuvasa Camisi uzun seneler meşhur bir cami olarak kaldıktan sonra harab olup, kaybolmuştur. Son zamanlara kadar Cuvasa'nın nerede olduğu bilinmiyordu.

Suudi Arabistan hükümeti, bu bölgede arkeolojik kazılar yaptırdı ve Cuvasa Camisi bulundu. Burası, kumlarla örtülüydü ve daha sonra caminin izleri bulundu. Geçen Şevval ayında, bu bölgeyi ziyaret etme bahtiyarlığına kavuştum. Caminin temellerinin hala var olduğunu gördüm.

Bu temeller oldukça yüksekti. Önce bir nevi platform (düz alan) inşa edilmiş ve bunun üzerine de cami yapılmış. Bu platformun üzerinde biri mihrab için, diğerleri de ona bağlı olmak üzere üç kemer gözükmektedir. Çok küçük bir minber de mevcuttur; çatısı yoktur.

Aynı şekilde sütun vs. de. Eski yapıdan sadece bu platform ve üç kemer mevcuttur. Camiyi olduğu gibi muhafaza etmek için, üzerine bir çatı yapılmıştır. Arkeologların dediğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'in devrine ait olduğunu öğrendiğimiz bu caminin, güneş, yağmur vs. gibi dış etkenlerden muhafazası için üzerine bu çatı yapılmıştır.

Caminin hemen yanında abdest almak için bir çeşme vardır. Bugün için bu çeşme kullanılmamaktadır. Fakat bu gösteriyor ki o zamanlar cami, su bulunan bir yere inşa edilmişti. Aynı şeyi Bedir'de de gördüm. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Bedir muharebesi olmuştu. Bu muharebeden sonra, savaşın olduğu yere bir cami inşa edilmişti. Bu cami de, bir çeşmenin hemen yanına inşa edilmiştir.

İslam’da camilerin nasıl başladığına dair bu bir kaç örnekten sonra, müslüman toplum için caminin oynadığı rol ve idaresine geçebiliriz. Çünkü cami sadece ibadet için değil, başka şeyler için de kullanılıyordu.

Şu hususu hemen ilave etmem lazım. O da camiye başka bir fonksiyon (özellik) verilmesi veya verilmemesi hususudur.

Caminin ilk rolü namaz için oluşudur. Bundan başka yapacağımız şeyler ihtiyaçlarımıza bağlıdır. Mesela; Medine'deki büyük cami inşa edilince, yanında «Suffa» da bulunuyordu.Bu bir nevi okul niteliğinde idi. Caminin yanında talebeler için ayrı bir bina yapılınca -çünkü sayları çoktu- derslere camide devam etmeye lüzum kalmadı.

Demek ki bu, ihtiyaca göre değişmektedir. Mesela; önceleri Suffa'nın talebeleri Suffa'da yani camide yatıyorlardı. Fakat, talebeler için ayrıca yatma odaları inşa edilince, camide yatmaya lüzum kalmamaktadır. Her şey ihtiyaca göredir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Cami'nin Gelişimi ve Fonksiyonu


Hz. Peygamber (s.a.v.)'in İslam’ın ilk yıllarında Kabe'nin önünde namaz kıldıktan sonra, bilahare cami ile nasıl alakalandığını daha önce belirtmiştik.

Hemen şunu söyleyelim ki, ilk defa cami inşa edildiğinde, bu bir ihtiyaç ve zaruretten doğmuştu. Çünkü Kabe olunca, başka bir camiye ihtiyaç yoktu. Fakat ne zaman ki Mekkeli müşrikler, müslümanların Kabe önünde namaz kılmalarına mani oldular, o zaman müslümanlar, cami inşasına mecbur kaldılar. Önce Hz. Ammar b. Yasir, daha sonra da aynı şekilde Hz. Ebu Bekir (r.a.), evinin avlusunda bir mescid inşa etmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldikten sonra bu müessesenin gelişimi de şöyle olmuştur:

Hz. Peygamber (s.a.v.), Medîne'ye gelir gelmez, Kuba'da bir cami inşasına başlamıştı. Fakat bu cami, namaz için bir oda veya hususi bir ev olmayıp, özellikle cami olarak inşa edilen bir binaydı. Yani bu ibadet için tahsis edilmiş bir odadan ziyade, bizatihi cami olarak inşa edilmişti. İki hafta sonra da Hz.Peygamber (s.a.v.) Kuba'yı terk etti ve Medine'de, bugün büyük caminin olduğu yere yerleşti.

Burada Hz. Peygamber bir arazi satın aldı ve Kuba'nınkinden çok daha büyük olan bir cami inşaatına başlandı. Bunun basit bir sebebi vardı, o da Hz. Peygamber (s.a.v.)'in buraya yerleşmek istemesiydi.

Bu sebeple Medine'de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in de evi olması icabediyordu. Dolayısıyla, binanın tümünde namaz kılınacak bir yer ve Hz. Peygamber (s.a.v.) ile hanımı için birçok odalar mevcuttu. Başka tabirle, Hz. Peygamber (s.a.v.) caminin İslamî bir merkez olmasını istiyordu, işte bunun için camide «Suffa» denilen bir okul ihdas
edilmişti.

Suffa'nın kelime manası, bir platform şeklinde, yüksek bir yer demektir. Şu halde camide, namaz kılınan yere bitişik fakat ondan ayrı bir yer vardı.

Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında caminin planı nasıldı bilemiyorum; fakat bugün de Medîne camisinde «Suffa» denen bir yer vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.} ve hanımları için olan odalar ise «Suffa»nın kuzeyinde bulunuyordu.

Cami'nin Hz. Peygamber (s.a.v.)'in türbesinden sonra da devam edip, etmediğini bilmiyorum. Muhtemelen, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın evi de cami avlusuna bakıyordu. Çünkü, bir hadis-i şerifte deniliyor ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) ölüm döşeğinde iken cami avlusuna açılan bütün kapıların kapanmasını, sadece, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın kapısının açık bırakılmasını emretmiştir. Bugün dahi Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın ikamet ettiği yer bellidir.

Her hal-ü kârda bu büyük binada, beş vakit namaz kılmak için, büyük bir salon vardı, ikinci olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)'in evi vardı ki, bu hemen hemen caminin içinde sayılıyordu Üçüncü olarak da bir okul vardı, yani «Suffa». Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: «Benim evimle, mihrap arasında «Ravzatun min riyazi'l-cenneh» (Cennet bahçelerinden bir bahçe) vardır.

Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), namaz kılmak için evinden çıkıyor ve Mihrab'a gidiyordu, işte bu aradaki mesafeye «Cennet bahçelerinden bir bahçe» deniliyordu. Bir başka husus da şudur: Müslim, veya gayr-ı müslim, herhangi yabancı bir heyet, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i görmek ve görüşmek üzere geldiklerinde Peygamber, bunları mescidde kabul ediyordu.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Hz. Peygamber (s.a.v.) evinden çıkıyor ve gelen heyetleri kabul etmek için, evinin kapısı önünde oturuyordu. Bugün dahi buraya (Ustuvanetü'l-vufüd) denilmektedir. Bu bir sütun olup Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yabancı heyetleri kabul ettiği yeri gösterir.

Şu halde görüyoruz ki, başlangıçta caminin en önemli fonksiyonları (vazifeleri), namaz kılma yeri, öğretim yapma yeri ve yabancı heyetleri kabul etme yerlerinden ibaretti. Namaz mecburidir. Diğer fonksiyonlar için de lüzumu varsa cami kullanılabilir. Yoksa caminin dışında okul yapılabilir. Yabancı heyetleri kabul etmek için de cami dışında bir bina yapılabilir. Fakat ibadetin camide yapılması gereklidir.

Caminin bir başka fonksiyonu da şuydu: Bazen, Hz. Peygamber (s.a.v. )'i görmek için Medine'ye gelen heyetler hiç kimseyi tanımıyorlardı. İşte Hz. Peygamber (s.a.v.) bu gibi heyetleri camide barındırıyordu. Hadis-i şeriflerde bu husustaki malumata göre bu heyetler, develerini cami avlusunda bir yere yerleştiriyorlardı. Muhtemelen develere ayrılan bu yer, yeteri derecede büyüktü. Zira bu gelen heyetler, bazen onlarca idi. Bu sayı bazen sekseni buluyordu.

Aynı şekilde okul için ayrılan «Suffa» da çok geniş olduğu kanaatini uyandırıyor. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, burada okuyan talebeler, geceleri de bu Suffa'da yatıyorlardı. Tabii olarak yatmak için kullanılan yer, oturmak için kullanılan yerden daha geniştir.

Muhtemelen Ensar, Suffa'da yatmıyordu. Bunlar, öğrenim için gündüz geliyorlar ve
geceleyin de evlerine dönüyorlardı. Fakat bildiğimiz gibi Medine'de birçok muhacirun vardı. Tahsil yapmak isteyen bu Muhacirun'un imkanları olmadığı için, bunlar gündüzleri Suffa'da tahsil görüyorlar, geceleri de aynı yerde yatıyorlardı. Bazı kaynaklara göre Suffa'da yatan talebelerin sayısı seksen kadardı.

Çünkü, bir hadis-i şerifte okuyoruz ki, bir gün zengin bir Ensarî camiye gelir; Suffa talebelerini evinde yemek yemeğe davet eder; beraberinde seksen talebeyi alır. Buradaki toplam talebe sayısı ne kadardı bilmiyoruz. Belki yüz kadardı. Tabi bu sayı, gündüz daha fazla idi.

Daha önce belirttiğimiz gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) heyetleri camide kabul ediyordu. Misal olarak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i görmeye gelen iki kabileyi zikredeceğim. Önce, Doğu Arabistan'da yaşayan Temim kabilesinden bahsedelim.

Bu, oldukça kalabalık ve mağrur bir heyetti. Çünkü Onlar'a göre Temim kabilesi, Arabistan'ın en büyük, en kuvvetli, en akıllı vs. kabilesi idi. Netice olarak, bunlar çok mağrur ve kendilerini büyük sayan bir kabilenin temsilcileri idi.

Fakat bizim gibi, bu bilgilerin okuyucuları için, bu kabile çok ahmak bir kabiledir. Çünkü bunlar, Medine'ye gelir gelmez. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kapısına gelerek bağırırlar, «Ey Muhammed! Kapıya çık; seninle konuşacağız» vs. gibi nezaketsizce davranışlarda bulunurlar. Halbuki, onlara nazik bir şekilde muamele etmek isteyen Hz. Peygamber (s.a.v.) evinden çıkar Ustuvanetül-Vufud'un yanında oturur ve onları huzura kabul eder.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Huzura kabul edilen bu nezaketsiz insanlar, hemen övgülerine başlar ve: «Biz, Arapların en kuvvetlisi, en zekileriyiz. Bizler, krallar yetiştirdik, falan falan kralı ortaya çıkaran biziz» vs. gibi imtiyazlarından, özellikle söz ederler.

Sonra da, «En büyük hatipler bizden çıkmıştır. Bizim hatiplerimiz birisini lanetlediler mi, herkes onu lanetler, bunun aksine, hatiplerimiz birisini tezkiye ettiler mi, herkes ona saygı duyar, onu tanır» derler.

Daha sonra bu hatiplerden birisi ayağa kalkar, bir nutuk çeker ve oturur. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.v.) Ensar'dan birisine, bu hatibe cevap vermesini emreder. Daha önce, Temim kabilesinin Hz. Peygamber (s.a.v. )'le münakaşa etmeye geldiklerini belirtmiştik. Bunun için de onların hatibi daha önceden hazırlıklı gelmişti.

Halbuki, Hz. Peygamber (s.a.v.) herhangi bir müslümana, cevap vermesi için emir veriyor ve bu müslüman, hiçbir hazırlığı olmadan kalkıyor ve cevap veriyor, işte aradaki fark.

Müslümanlardan konuşan Ensari'nin çok yüksek bir sesi vardı ve Temimli hatibin sesi, birkaç safa varıyorsa, Ensarî'nin sesi bütün dinleyicilere varıyordu. Bu Ensarî yüksek sesiyle meşhurdu. Böylece Ensarî'nin bu yüksek sesi, Temimliler üzerinde kötü bir tesir yaptı ve kendi kendilerine şöyle söylediler: «Nasıl olur? Bunun sesi nasıl bizim sesimizden yüksek olur?».

Temimli hatip, konuşmasında, «biz krallar yetiştirdik» demişti. Ensari buna cevaben, «Bizim aramızdan bir Peygamber çıktı, bir Peygamber'e kim eşit olabilir?» dedi ve devam etti; «Peygamberimiz bize ahlakı ve güzel adetleri öğretti, halbuki krallar sadece yağma ederler, öldürürler, kötülük yaparlar vs.» Daha sonra bu Ensarî müslüman devam etti:
«Siz putperestsiniz, halbuki Peygamberimiz bize, yaratıcımız olan Allah'a iman etmeyi öğretti ki bunu, krallar değil, Peygamberler yapabilir ve bu Peygamber, sizin aranızdan değil, bizim aramızdan çıktı» dedi. «Filhakika siz, aranızdaki bir başka yaratığa tapıyorsunuz, çünkü putları yaratanlar yani yapanlar sizlersiniz.

Böylece siz, yaratıcınızın yaratıcısı oluyorsunuz ki, bu gülünç bir şeydir» diyerek sözlerini tamamladı.

Bunu müteakip, Temimli bir şair ayağa kalktı ve hatip arkadaşının dediklerini şiir olarak tekrar etti. Yani «Biz kralız, kuvvetliyiz, zenginiz, vs.» diye konuştu. Şüphesiz bu şiir de daha evvel hazırlanmış idi. Hz. Peygamber (s.a.v.), cevap vermesi için Hasan b. Sabit'e emir verdi. Hasan ayağa kalktı ve hiçbir hazırlığı olmaksınız bir şiir tertip ederek, Temimli'ye cevap verdi.

Bundan sonra heyet, kendi aralarında istişare etmek için izin aldı ve caminin bir köşesine çekilerek, aralarında istişare ettiler. Değerlendirmeleri şöyle oldu: «Hiçbir şeyin kıymeti yok ama, müslüman hatibin sesi, bizimkinden daha yüksekti; şu halde o, bizim hatib'i mağlup etti. Onların şairi, hazırlıksız olarak bize cevap verdi; demek ki, bizden daha kabiliyetlidirler».

Netice olarak dediler ki: «Müslümanlardan bize cevap verenler, bizden daha kabiliyetli insanlardır; bunların yolu doğrudur ve biz de İslamiyet’i kabul ediyoruz». Hadisenin teferruatı, şimdilik bizi ilgilendirmiyor. Bu olayda bizi ilgilendiren durum, gayr-ı müslimler'in camiye kabul edilmeleri ve bunların şairlerinin, cami'de batıl şiirler dahi okumasıdır ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün bunlara hoşgörüyle muamele etmiştir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

İkinci bir heyet de, Necran heyetiydi. Necran, bugün için Güney Arabistan'da Yemen hududundadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında, burada hristiyanlar yaşıyordu. Bu hristiyanlar da, muhtemelen korktuklarından, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e bir heyet göndermişlerdi. Kendi kendilerine diyorlardı ki, «Medine Kralı yani Hz. Peygamber (s.a.v.) kuvvetlidir; bize saldırmaması için iyisi mi onlarla antlaşma yapmak için görüşelim».

Gelen heyetin başkanı bir papazdı. Bu heyette, çeşitli rütbelerde, başka din adamları olduğu gibi, hiç inanmayanlar da vardı. Şüphesiz ki, heyetin başı papaz olunca dinden bahsedilir. Bunun için bu heyetin başkanı olan papaz da, barıştan bahsedeceği yerde, önce dinden yani İslamiyet ve Hıristiyanlıktan söz etti ve böylece bir münakaşa oldu.

Bu mevzudaki kaynağımız İbn Hişam bütün teferruatı vermektedir. Hangi noktalarda münakaşa oldu; Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sorulara nasıl cevap verdi; bunların hepsi İbn Hişam'da mevcuttur.

Neticede, Hz. Peygamber (s.a.v.) cevapta Onları ikna edemeyince bir teklifte bulundu; «Mubahale». Mubahale, yalancıya karşı Allah'ın lanetini, istemektir. Hz. Muhammed, Necranlı heyete diyor ki: «Siz, dediklerinizin doğruluğunu iddia ediyorsunuz; ben ise, dinimin doğruluğuna inanıyorum.

Şu halde, hep beraber Allah'a dua edelim ve aramızdan hangimiz yalancıysa, Allah O'na lanetini ve gazabını yollasın». Bu olay, Kur'an-ı Kerîm'de de zikredilmiştir: «Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimiz ve kendinizi çağıralım, sonra (hepimiz bir arada olarak) dua ve niyaz edelim de Allah'ın lanetini yalancıların üstüne okuyalım» (Al-i îmran süresi, 61). Bunun üzerine konuşma sona erdi ve Hz.
Peygamber (s.a.v.) Onlar'a: «Yarına kadar düşünün ve buraya gelip bunu yapalım» dedi.

Ertesi gün Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin gibi en yakın akrabalarını alarak camiye geldi. Necranlı heyet Onlar'ın bu şekilde gelişini seyrediyordu. Heyetin başkanının çok akıllı olduğu görülüyordu. Yanındakilere diyordu ki, «Peygamberin ve yanındakilerin gözünde o kadar kuvvetli bir nur görüyorum ki, bunlar göğün yere inmesini isteseler, gök yere iner. İyisi mi, bu insanlarla daha fazla münakaşa etmeyelim.

Çünkü Allah'ın lanetini isteyecek olursak, hepimiz helak oluruz. En iyisi biz Onlar'la barış yapalım ve doğru olmayan bir dine dayanarak Allah'ın lanetini istemeyelim». Ondan sonra da barış maddelerini görüşmeye başladılar. Yani senede ne kadar vergi vereceklerini vs., vs.

Kaynağımız İbn Hişam'ı takip ediyoruz: Oturum esnasında, Hristiyan heyetin başkanı, oturuma ara verilmesini istedi. Bunun üzerine O'na «Nereye gidiyorsun; Ne yapmak istiyorsun?» denildiğinde cevaben, «Şimdi ibadet saatimizdir; camiden çıkıp ibadetimizi yaptıktan sonra geri döneceğiz» dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara «Şayet sadece ibadet için çıkıyorsanız, gitmeyin, ibadetinizi camide yapın» dedi Onlar da ibadetlerini camide yaptılar. İbn Hişam ilave ediyor ve diyor ki, o gün orada bulunan müslümanlar, hristiyanların kıble olarak doğuya yöneldiklerini gördüler.

Kıble tabiri kullanılıyor: «Onların kıblesi doğuya doğru idi». Muhtemelen, bu rivayeti nakleden müslüman ravi hristiyanların niçin doğuya döndüklerini bilmiyordu. Her hal-ü kârda, oradaki müslümanlar, hristiyanların ibadet için doğuya yöneldiklerini gördüler; bunu yazdılar; bu doğrudur.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Cami, ibadetin dışında başka hususlar için de ihtiyaç halinde kullanılmıştır. Sadece okul olarak değil, hapishane olarak da kullanılmıştır.

İbn Hacer'in, «isabe» adlı eserinde rivayet ettiğine göre hicretten evvel bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekke'de, büyük bir Necidli reis olan, Sümame b. Usal ile karşılaştı ve onu İslamiyet'e davet etti. Sümame, bu teklife o kadar kızdı ki, şöyle dedi: «Daha fazla devam edecek olursan, seni öldürürüm.» Takriben hicri V. senede, müslümanlar Necd bölgesine bir gazve tertip ettiler ki, bu gazve esnasında bir esiri yakalayıp, Medine'ye getirdiler.

Hz. Peygamber (s.a.v.) onu görünce dedi ki: «Bu büyük reis Sümame'dir; O'nu caminin bir sütununa iplerle bağlayın». Sümame'nin yiyecek, içecek ve her türlü tabii ihtiyacı temin edildi. Hz. Peygamber (s.a.v.), camiye her gelişinde O'nu gördü ve İslam'a davet etti. Fakat Sümame her seferinde, şöyle cevap veriyordu: «Para istiyorsan, sana para verebilirim; beni öldüreceksen, kan dökmüş olan birisini öldürmüş olacaksın (Sümame'nin kan dökmüş ol­maktan neyi kast ettiği bilinmiyor).

Üç gün müddetince, Hz. Peygamber (s.a.v.), O'nu İslam'a davet ettiği halde cevabı değişmedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) üçüncü gün de O'ndan aynı şeyleri duyunca, serbest bıraktı. Camiden çıkan Sümame bir gusül abdesti aldı. Sonra camiye geri gelerek, sevinçli bir şekilde, müslümanlığını ilan etti. Ve ilave etti: «Ey Muhammed (s.a.v.), şimdiye kadar, benim en çok nefret ettiğim şahıs idin.
Fakat şu andan itibaren yeryüzünde en çok sevdiğim şahıs durumundasın.»

Bir başka misal de meşhur Adî et-Tayi'nin kızı Saffana'ya aittir. Tay kabilesi, talan etme ve hırsızlık yapma yönünden çok meşhurdu. O derecede ki, Mekke'ye gelen hacıları dahi öldürmekten çekinmiyorlardı. Onların memleketine, yani Tay kabilesi üzerine müslümanlar tarafından bir gazve tertiplendi.


Kabilenin reisi Adiy, kaçmaya muvaffak olduysa da, kız kardeşi Saffana esir edildi. Saffana, bir kadın olduğu için, caminin sütununa bağlanmayıp, caminin bir hücresine kapatıldı. Ona iyi muamele edildi ve kendisine yapılan davete icabet edip müslüman oldu. Hz. Peygamber (s.a.v.) O'na şöyle söyledi: «Şayet burada kalmak istersen, her türlü ihtiyacın karşılanacaktır». Fakat o memleketine dönmeyi tercih etti. Hz. Peygamber (s.a.v.), Tay kabilesine gidecek bir kervan buluncaya kadar bekledi. Sonra Saffana'ya bir binek, yolda lazım olacak şeyler vs. tedarik etti. Saffana, memleketine gittiğinde, kardeşinin Suriye'de olduğunu öğrendi ve O'na gitti. Saffana, kardeşini görünce, O'na itab'da bulundu: «Nasıl beni terk ederek kaçabilirsin?» Adiy, ondan özür diledi ve barıştılar.

Daha sonra, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in övgüsünü yapan Saffana'nın ısrarı üzerine, Medine gitti. Adiy bir Hristiyan idi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.) O'na İslam’ı anlattığında, bütün peşin hükümlerinden vazgeçerek İslamiyet’i kabul etti.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Caminin şu ana kadar belirttiğimiz yönlerinden başka bir de mimarisinden bahsetmek gerekir ve bu konuda öncelik minbere aittir. Hz. Peygamber (s.a.v.), hutbe okumak için ayağa kalkıp, bir şeye dayanıyordu ki, bu bir hurma kütüğünden başka bir şey değildi.

Daha sonra, kiliselerde olduğu gibi bir minberden istifade edilmesi teklifi yapıldı. Bazılarına göre, bu mevzuda Habeşistan'dan misal verildi. Diğer bazılarına göre ise, eskiden bir Filistin hristiyanı olan Tamim ed-Dari, Suriye'den misal verdi. Her hal-ü kârda Hatib'in sesinin uzağa ulaşması için, bu bir zaruretti.

Cami mimarisinde bir başka şey vardır ki o daha sonra yapılmıştır: «Minare». Başlangıçta, ezan okumak için Bilal, mescide yakın olan bir evin damına çıkıyordu. Mescid-i Nebevi, genişletilmek için tekrar inşa edildiğinde, müezzinin çıkıp ezan okuması için, caminin yanına bir kule yapıldı. Daha Hz. Ömer (r.a.)'ın zamanında birkaç minareden söz edilmektedir. Muhtemelen ezanı, şehrin her tarafına duyurmak için bir çok minare mevcuttu.
Önceleri mükebbirler (=imamın tekbirlerini daha uzağa ulaştıranlar) vardı.

Fakat camilerde, mükebbir için bir yer inşa etmek, muhtemelen Türkiye'in şahsına mahsus bir özelliktir. Çünkü, başka yerde görmedim.

Devletin ileri gelen adamları için, bir «Hünkar Mahfili» inşa etmek de, bir zaruretin neticesi idi. Hz.Ömer ve Hz. Ali, camide şehid edildiler. Hz. Muaviye camide ağır bir şekilde yaralandı. Ve Hz. Muaviye'nin teşebbüsü iledir ki, çok iyi muhafaza edilen «maksura» inşa edildi. Bu «maksura»lar sadece, başşehrin büyük camisinde değil, taşradaki diğer büyük şehirlerin camilerinde de, valileri korumak için inşa edilmişlerdir
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

İMAMET


Caminin, Mekke'de nasıl başladığını ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bunu Medine'de nasıl geliştirdiğini daha önce belirtmiştik. Caminin, manevi, siyasi, sosyal vs. gibi çok yönlü özellikleri olduğunu daha önceki bölümlerde işlemiştik. Bu bölümde, imamın vazifelerinden bahsetmek istiyorum. Filhakika cami gibi, imamın da iki vazifesi vardır: Maddî ve manevî.

Daha önce caminin bir namaz kılma yeri, bir hapishane, istişare edilen bir yer, yabancı heyetleri kabul etmek için kullanılan bir yer olabildiğini görmüştük. Başka bir tabirle cami, bir parlamento binası niteliğinde idi. Orada yerli ve yabancı heyetler, kabul ediliyor, dinî ve siyasî mevzular görüşülüyordu.

İmam'ın cuma günü hutbe okuması lazımdır. Hz. Peygamber (s.a.v.), müslümanlara bir diyeceği olunca, onu istediği zaman söylerdi. Fakat cuma günleri, cuma namazında, bir hutbe okuması, mecburi idi. Cuma namazı hususunda dikkatimizi çeken bir nokta da şudur ki, sadece şehirde yaşayan müslümanlar değil, fakat civar köylerde yaşayanlar da, cuma günleri, cuma namazı için, Medîne'deki büyük camiye geliyorlardı.

Şu halde bundan çıkaracağımız ilk netice şudur ki, Devlet Başkanı, şehir ve şehir civarındaki vatandaşlarıyla, ümmeti ile bu şekilde temas kuruyordu.

Şurası muhakkaktır ki, herhangi bir yerde Devlet Başkanı ile halkı arasında oluşan böyle bir beraberlik bir müşavere ortamı doğurur. Burada birbirinden ayrı iki hususiyet ön plana çıkar: Birincisi; idareden veya herhangi bir
memurdan müştekî olan şahıslar, bunları iletecek bir imkan bulabilirler. İkinci olarak da, bizzat Devlet Başkanı, halkın görüşünü öğrenme fırsatı bulur.

Farzedelim ki, Devlet Başkanının halkla temas etme imkanı olmasın. Bu durumda, idareden veya herhangi bir memurdan müşteki olan ben, şikayetimi Devlet Başkanına iletemediğim için, içimde Hükümete karşı bir kin doğar.

Bu durumun oluşmaması için İslamiyet’te Devlet Başkanı, her vatandaşla günde beş defa temas etme imkanına sahip kılınmıştır. Başka bir tabirle söyleyecek olursak Hz. Peygamber (s.a.v.), İslam’da namazı ve camiyi böyle bir konuma oturtmuştur. Bu iki müessese, sadece manevi yönden, kulun Allah ile temas etmesini sağlamak için değil, aynı zamanda maddî yönden vatandaşın Devlet Başkanı ile temas kurmasını sağlamaya da yöneliktir.

Filhakika, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in tatbikatına göre, bölgenin valisinin, aynı zamanda caminin de imamı olması gerekmektedir. Farz edelim ki, taşranın bir bölgesi var. Bu bölgenin valisinin o bölgede imamet vazifesini de ifa etmesi gerekmektedir. Bu bölge bir sancak ise, o sancağın valisinin namazı kıldırması lazımdır. Şayet bu bölge başşehir ise, Devlet Başkanının namazı kıldırması lazımdır.

Başka bir tabirle Fransa'da Devlet ile kilisenin birbirinden ayrıldığı gibi İslam'da, Devletle Din, birbirinden ayrı değildir. Şu noktayı açıklığa kavuşturmak gerekir. Herhangi bir caminin imamı, o bölgenin valisi olmuyor, bilakis, o bölgenin valisi aynı yerin camisinin de imamı oluyor ki, bu onun için bir imtiyazdır
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Netice olarak şunu görüyoruz: Bu bölgede yaşayan bir vatandaşın, herhangi bir şikayeti varsa, günde beş defa, bu bölgenin valisini görüp, şikayetini ona arz etme imkanını bulabilir. Bunun sonucu olarak, bu bölgedeki herhangi bir memur, daima korku ve sorumluluk içerisindedir. Kendi kendine şöyle düşünecektir: «Şayet, ben bu adamın işini yapmayacak otursam, bu adam camiye gidip, beni şikayet edebilir ve bu da bir ceza almama sebep olabilir» deyip, hal ve harekatını düzeltecek ve doğru olanı yapmaya mecbur olacaktır.

Farzedelim ki, o bölgenin reisi veya valisi; vatandaşın işini aksatıyor. Bu takdirde, vatandaşın, başkente gidip günde beş defa Devlet Başkanını camide görme ve ona şikayetini arz etme imkanına sahiptir. Aynı ceza, valiye de tatbik edilir. Valiler de bunu bildikleri için, davranışlarında daha doğru dürüst olurlar.

Hz. Ömer (r.a.)'nın hilafeti zamanında bu müeyyidenin daha da geliştirildiğini görüyoruz. Hz. Ömer (r.a.) hac farizası için, her sene hacca gidiyordu.

Aynı zamanda, İslam Devleti'nin bütün valilerinin de her sene hac için Mekke'ye gelmelerini emir buyurmuştu. Hacc sırasında, Hz. Ömer (r.a.) Mina'da bütün müslümanlara şöyle hitab ediyordu: «Kimin, valiler hakkında bir şikayeti varsa, bana bildirsin». Tarih kitapları, Hz. Ömer'in kaç tane valiyi, şikayet edenin gözü önünde dövdüğünü kaydetmektedir.

Netice olarak cami ve daha geniş bir manada hac, idare eden devlet idarecileriyle, idare edilen halk arasında bir temas kuruyordu. Zamanımızda, her hükümet kamuoyu ile temasta bulunmaya büyük bir değer vermektedir ki, bunu İslamiyet ondört asır evvel, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve
O'ndan sonraki devirlerde tatbik edilen bir usulle ortaya koymuştur.

Cami, çeşitli şeyler için kullanılabilir. Fakat herşey için camiyi aynı zamanda kullanmaya gerek yoktur. Mesela; Hz. Peygamber (s.a.v.), Medine'deki büyük camiyi inşa ettiğinde, camide «suffe» denen bir okul vardı.

Fakat daha sonra, okul için başka binalar yapıldı. Ve okul için camiyi kullanmaya lüzum kalmadı. Yine gördük ki, bazı hallerde cami hapishane olarak da kullanılmıştı. Fakat daha sonra, hapishane olarak kullanılmak üzere binalar inşa edildi ve bundan sonra caminin hapishane olarak kullanılmasına lüzum kalmadı.

Başlangıçta, Hz. Peygamber (s.a.v.), heyetleri, camide kabul ediyordu. Bu heyetler ister müslüman, ister gayr-i müslün olsunlar... Daha Hz. Ömer (r.a.) zamanında, Devlet Başkanının özel surette bir binası (Darü'l-îmare) vardı ki, Hz. Ömer (r.a.) gelen heyetleri camide değil bu evde kabul ediyordu. Bu demek oluyor ki, zaruri ihtiyaç varsa, cami her şey için kullanılabilir. Fakat zaruri ihtiyaç yoksa, cami gayr-i dini olan şeyler için kullanılmaz.

Daha önce o bölgenin reisinin aynı zamanda o bölgenin caminin imamı da olması gerektiğini belirtmiştim. Ancak Abbasilerde görüyoruz ki, Halife'nin, günde beş vakit, başşehrin camisine gelip namaz kılması için vakti yoktu. O, namazını evinde kılıyor ve camiye ara sıra (mesela; bayram namazlarında) geliyordu.

Halife, bütün camiler için ayrı imamlar tayin etmişti. Ve bizzat kendisi, yalnız, bayram namazlarını kıldırıyordu. Bu şekilde hareket etmek iyi midir, kötü müdür? Bu benim konumu aşan bir tartışmadır. Benim yaptığım bu olayın tarihî seyrini ve bu konudaki değişiklikleri belirtmektir
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Şimdiye kadar, vatandaşların, idare aleyhine yapabilecekleri şikayetler üzerinde durdum. Aynı şekilde hükümet, herhangi bir mevzuda, halkla istişare yapmak istese, bu istişare yine camide yapılırdı. Filhakika, Asr-ı Saadet'te Peygamber herhangi bir mevzuda Kur'an-ı Kerîm'de serahat (açıklık) varsa, hiç kimseyle istişare etmezdi.
Fakat sarahat yoksa Hz. Peygamber (s.a.v.), maddi meselelerde ashabı ile istişare eder, o meselelere öylece hal çaresi arardı. Hatta diyebilirim ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabı ile hem dini ve hem de siyasi meselelerde istişare ediyordu.

Mesela; başlangıçta, namaz vakitlerini bildirme, yani ezan meselesi vardı. Kur'an-ı Kerîm'de, bu mevzuda bir sarahat olmadığı için Hz. Peygamber (s.a.v.) bütün Medine halkına, namaz vakitlerini nasıl bildireceğini bilmiyordu, işte bunun için ashabı ile istişare etti.

Bazıları dediler ki; «Ateş yakalım, ve ateşin dumanını görünce anlaşılsın ki, namaz vaktidir.» Diğer bazıları, Hristiyanlarda olduğu gibi, çan kullanılmasını istediler. Bu hadise bilinen bir olay olduğu için detaylara girmek istemiyorum.

Sonuçta Hz. Peygamber (s.a.v.), ashabı ile istişare ederek, ezanı te'sis etti. Buna göre bir müslüman, yüksek sesle «Allahu Ekber, Allahu Ekber...» diye ezan okuyacak ve Medine halkı bunu duyacak ve camiye geleceklerdi. Ezan, tamimiyle dinî bir meseledir.

Hz. Peygamber (s.a.v.), aynı zamanda camide, aynı minberden, tamamiyle siyasi ve maddi
olan meselelerde de, ashabı ile istişare ederlerdi. Uhud savaşından evvel, «Şehirden çıkıp, düşmanla şehir dışında mı savaşmalı yoksa, şehirde kalıp müdafaa harbi mi yapmalı» hususunda Hz. Peygamber (s.a.v.), camide ashabı ile istişarede bulunmuştur.

Sadece istişare için değil, başka ihtiyaçlar için de Hz. Peygamber (s.a.v.) camiyi kullanıyordu. Tebük seferinde paraya ihtiyaç vardı ve Hükümetin yeterli parası yoktu. Hz. Peygamber (s.a.v.), müslümanları camide topladı ve kuvvetli Bizans ordusunun karşısına çıkarılmak üzere 30.000 kişilik bir ordunun teşkili için müslümanlardan yardım isteyerek şöyle dedi: «Yardım etmeniz lazımdır. Para verin, çünkü Hükümet'in yeterli derecede imkanı yoktur; bu paraya ihtiyaç vardır.»

Bunun üzerine, her müslüman, kendisine terettüp eden yardımı camiye getirdi. Bu husustaki teferruat çok ilgi çekicidir. Şöyle ki: Hz. Peygamber (s.a.v.), insanların psikolojisini ve iyilik yapmaları için onları nasıl teşvik edeceğini biliyordu.

Mesela, Hz. Peygamber (s.a.v.) Tebük seferi için yardım isteyince çok zengin olan Hz. Osman (r.a.), yanlış hatırlamıyorsam 30.000 dinar getirmişti. 30.000 dinar, büyük bir meblağdı. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu durumdan o kadar memnun olmuştu ki, memnuniyetini şöyle açıklamıştı. «Bugünden sonra Osman ne yaparsa yapsın, Allah O'nu afv etmiştir ve cennetine koyacaktır.» Muhakkak ki, Hz. Osman (r.a.) da övgüden çok memnun kalmış ve yardım miktarını daha da arttırmıştı
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

O gün bazı müslümanların binekleri yoktu. Hz. Osman (r.a.) atıldı ve «ben onlara deve veririm» dedi. Ondan sonra Hz. Ömer (r.a.) gelerek 10.000 dirhem getirdi.

Dinar değil, dirhem ve 30.000 değil 10.000 adet getirdi. Bu nisbeten daha azdı. Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ömer (r.a.)'a sordu: «Evinde ne bıraktın?» Hz. Ömer (r.a.), «Bu sahip olduğum bütün servetin yarısıdır. Varlığımın yarısını Allah yolunda harcanmak üzere veriyorum» dedi. 30.000 dinar, Hz. Osman (r.a.) için küçük bir meblağı ifade ediyordu, çünkü O zengindi. Hz. Ömer (r.a.) ise malının yarısını vermişti ki, bu büyük bir fedakarlıktı.

Bunun için, Hz. Peygamber (s.a.v.) O'na da övgüde bulundu.

Daha sonra Hz.Ebu Bekir (r.a.) geldi. Yanlış hatırlamıyorsam O da 500 dirhem getirmişti. Bu çok az bir para idi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.) O'na «Evinde ne bıraktın?» diye sorduğunda O, «Allah'ın ve Rasulü'nün sevgisini... Benim sahip olduğum bütün servet buydu ve onu veriyorum» dedi. Şüphesiz bu büyük bir hareketti. Büyüklük, paraya göre değil, nisbete göredir.

Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.), her zaman, bu kabil fedakarlıkları kabul etmiyordu. Hz. Ebu Bekir (r.a.)'dan bütün malını, Allah rızası için kabul etmişti. Fakat başka sahabeler, malının tümünü vermek istediklerinde, Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara «hayır» demişti.

Yine Tebük seferinde, üç kişi gönüllü olarak isimlerini yazdırdıkları halde, harbe iştirak etmemişlerdi. Hz.Peygamber (s.a.v.) bundan memnun kalmadı ve bu durum uzun bir süre devam etti.

Bu üç kişiye ait kıssa, Kur'an-ı Kerîm'de zikredilmektedir: «(Savaştan) geri bırakılan (ve haklarındaki hüküm geciken) üç kişinin tövbelerini de kabul etti.» (Tevbe süresi, 118). Olayın ilk döneminde Hz. Peygamber (s.a.v.) onları cezalandırmış ve hiç kimsenin bunlarla konuşmamasını istemişti. Bilahare gelen vahiy, onların tevbesinin Allah tarafından kabul edildiğini bildirdi. Bu üç kişiden biri, Allah'ın bu ihsanından yani vahiy ile tevbesinin kabul edilmesinden o kadar çok memnun kaldı ki,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelip buna karşılık, malının tümünü sadaka olarak vermek istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunun üzerine şöyle buyurdu: «Hayır, ailene de biraz bırakmalısın ki, senin ölümünden sonra, onlar muhtaç olmasınlar.»

Bir başka misal de Sa'd b. Ebi Vakkas'a aittir. 8. Hicri yılda, Mekke'nin fethi sırasına Sa'd b. Ebî Vakkas, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile beraber Mekke'ye gitmişti. Sa'd, Mekke'de hastalanır. Hz. Peygamber (s.a.v.), O'nu ziyaret etmek için gittiğinde, Sa'd Hz. Peygamber (s.a.v.)'e şöyle der: «Ben çok hastayım ve ölebilirim. Bunun için bütün malımı sadaka olarak bırakmak istiyorum.» Hz. Peygamber (s.a.v.) «Hayır, hepsini vermemen gerekir» dedi ve ilave etti: «Yakın akrabalara da bir şeyler vermek lazımdır».

Buna karşılık Sa'd: «Öyle ise, yarısını sadaka olarak vereyim, diğer yarısı da akrabalara kalsın» dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.), «Hayır, yarısı da olmaz» dedi. Bunun üzerine Sa'd «O halde üçte birini veriyorum» dedi. O sırada Hz. Peygamber (s.a.v.): «Bu kadarını verebilirsin, fakat bu da çoktur.» dedi. Şu halde görüyoruz ki, Hz. Peygamber (s.a.v. )'in herkese karşı tutumu başka idi. Bu tutum, duruma, şartlara ve psikolojik hareketlere göre değişiyordu.

Mesela; önce verdiğimiz örnekte, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ömer (r.a.)'ın malının yarısını sadaka olarak vermesini kabul etmişti. Ve aynı zamanda, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın servetinin tamamını kabul etmişti.

Fakat Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas'tan kabul etmedi. Zannediyorum ki, bunun sebebi çok basittir. Zira, Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın sıhhatleri yerindeydi. Bunlar hasta değillerdi, ölüm döşeğinde de değillerdi. Bunun için, çalışıp kazanabilirlerdi. Oysa Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas, çok hastaydı ve ölebilirdi. Ve Hz. Peygamber (s.a.v.) malının tamamını kabul etmiş olsaydı, ölümünden sonra, yakın akrabaları dilenci olacaklardı.

Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kararı, toplumun menfaati içindi. Bunu herhangi bir maliye bakanı kabul eder, fakat bir peygamber kabul etmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), bir kanun va'z etmek istiyordu ki, bu kanuna göre, hasta olan bir şahıs, malının tamamını sadaka olarak vermemelidir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Daha sonra, Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas’in iyileşip, Hz. Ömer (r.a.)'ın hilafeti zamanında İrak'ı feth ettiğini biliyoruz. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v. )'in kararı çok makul idi. Ölmeye yakın olan bir hastanın, malının tamamı sadaka olarak kabul edilmez. Çünkü bu karar, dediğimiz gibi toplumun menfaatine uygun bir karardır.

Caminin bir diğer yönü de vardır ki, bu kadınlarla ilgilidir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hanımları (müminlerin anneleri), beş vakit namaz kılmak için camiye geliyorlardı. Fıkhî hükümlere ait teferruata girmek istemiyorum. Şu kadarını söyliyeyim ki, kadınların, adet günlerinde, camiye gitmeleri zaten mümkün değildir. Fakat kadınların, bu aylık hastalıklarına dair bir istisna görüyoruz ki, o da bayram gününe taalluk eder.

Kütüb-i Sitte ve diğer hadis kitaplarında bir hadis-i Şerif okuyoruz ki, buna göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), bayram günü kadınların da camiye gitmelerini emir buyurmuştur. «Sağlam olsun hasta olsun (yani aylık hastalıkları), yaşlı olsun, genç olsun, bütün kadınların, bayram günü camiye gitmeleri lazımdır» demiştir.

Ve Hz. Peygamber (s.a.v.) ilave ediyor: «Aylık hastalık durumunda olan kadınlar, bu hastalıklarından dolayı namaz kılmayacaklar, sadece camide bulunup, hutbeyi dinleyeceklerdir». Muhtemelen bu, Medine döneminin, ilk yıllarında gayr-i müslim olanlara, müslümanların sayısının çok olduğunu gösterip onlara tesir etmek için yapılmıştı. Muhtemelen aynı gaye iledir ki,
Hz. Peygamber (s.a.v.)bayram namazına gitmek için herkesin bir tek yoldan camiye gitmesini ve namazdan sonra diğer bir yoldan dönülmesini emretmişti. Yani yüzlerce, hatta binlerce kişi, bir anda şehrin bir sokağından geçecek olurlarsa, müslüman olmayan şehir halkı müslümanların ne kadar kalabalık olduklarını görecek ve bunlardan etkileneceklerdi.

Bu hususta daha fazla teferruata dalmadan netice olarak şunu söylemek istiyorum. Verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında cami, dinî vazifelerde kullanıldığı gibi siyasi, kültürel ve sosyal faaliyetler için de kullanılmıştır.

Bu hususta bir misal daha vermek istiyorum;

Hz. Ömer (r.a.)'ın hilafeti devrine rastlayan. Büyük İslam Tarihçisi îbn Kesir naklediyor ki, her beş vakit namazdan sonra, Hz. Ömer (r.a.) yerinden kalkmaz ve biraz oturup beklerdi. Namazdan sonra o yerinde kalır ve diğer müslümanların bir diyecekleri varsa, kendisine gelip konuşurlardı.

Şayet namazdan hemen sonra evine gitmiş olsaydı, halkın teması güçleşecekti. Onun için, o herkesin gelip derdini anlatabilmelerini mümkün kılmak bakımından camide bir süre daha kalırdı. Hz. Ömer (r.a.) bunu her zaman, günde beş defa tatbik ederdi.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

HİLAFET

Camiden ve Kabe'den bahsettikten sonra başka bir İslamî müessese olan, Hilafet'e geçebiliriz.

Bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.), kendinden sonra artık peygamberliğin olmayacağını belirtmişti. Bununla beraber ortaya şu mesele çıktı: Acaba, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şahsiyeti bölünebilir mi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in nebilik yönüne değil de, diğer idari işlerde, O'nun yerine birisinin tayini mümkün müdür, değil midir? Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.), sadece Allah'tan aldığı vahiyleri bildirmekle mükellef bir peygamber değil, aynı zamanda cemiyetin maddi ihtiyaçları olan idareyi yürüten bir devlet reisiydi.

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından hemen sonra, İslam cemaatı, Hz. Peygamber'in yerine bir halife seçmeye karar verdi. Tabii ki bu halife bir peygamber olmayacak, fakat Hz. Peygamber (s.a.v. )'in işlerini yürüten birisi olacaktı.

Bu, çok mühim bir karar idi; üzerinde hiçbir ihtilaf yoktu. Ensar, Muhacirun yani bütün İslam topluluğu, Hz. Peygamber (s.a.v. )'e bir halef seçilmesini ve İslam cemiyetinin başsız bırakılmamasını istiyordu. Bu konuda Hariciler aykırı bir görüş belirtip «Bir halifeye ihtiyaç yoktur» dediler. Fakat bilindiği gibi, bu daha sonraki devre ait bir görüştür. Sahabe zamanında bu ihtilaf yoktu. Herkes, cemiyetin başına geçmesi için bir halifenin seçilmesinde müttefiktirler.
Zannediyorum ki, bütün Hariciler de aynı şekilde düşünmüyorlardı; onlarda da görüş ayrılığı vardı. Harici kollarının herbiri, kendine göre bir görüş ortaya atıyordu.

Bir grup, yani anarşistler, bir başkanın lüzumunu kabul etmiyorlardı. (Burada anarşiyi ve anarşistleri şu manada kullanıyorum: Herkesin hür olduğunu, istediğini yapabileceğini savunanlar ve bir Başkana lüzum görmeyenler. Buradaki maksat fitne fesat değil, başsız, hür bir cemaatı savunmadır. Hatta Batıda, Rusya'da, komünistlerden evvelki dönemde «anarşi» bu manada kullanılmıştır.) Haricilerden bir grup da İslam cemiyetinin başkansız olarak da devam edebileceğini iddia ediyordu.

Bununla beraber, Haricilerin diğer bir kolu, kendilerine bir halife seçmiş ve onlar da seçtikleri kişiye «Emir'ül Mü'minin» demişlerdi. Fakat asıl konumuz olduğu için ben daha ziyade «Cemiyete bir halife seçmek lazımdır» fikri üzerinde duracağım. «Halife'nin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sülalesinden olmasının gerektiği»ni ileri süren Şii kardeşlerimizin görüşü ile, «Ensar'dan mı seçmeli? Muhacirundan mı seçmeli?» mevzuundaki ihtilaf üzerinde de durmayacağım.

Üstünde durmak istediğim konu, sahabenin seçmeye karar verdikleri halife, bir Kral mıydı, bir Reisicumhur muydu veya başka bir şey miydi?
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Konunun anlaşılması için, önce teorik olarak İslam’ın bu meseleye nasıl baktığını bilmek zorundayız. Acaba Kur'an-ı Kerîm, bu mevzuda ne diyor ve müslümanlar bu konuda ne yaptılar? Yani teori ve pratiği, aynı zamanda incelemek istiyorum.

İnsanlık tarihi bize gösteriyor ki, insanlar, umumi olarak hükümet şekli üzerinde müttefik değillerdir. Bazıları bir kral, bazıları bir Reisicumhur, bazıları da cemiyeti idare etmek için bir grup seçiyorlardı. İnsanlık tarihinde bu mevzuda birlik yoktur.

İslamiyet’ten evvelki devrelerden bahseden Kur'an-ı Kerîm, sadece Peygamberlerden değil, aynı zamanda krallardan da bahsetmektedir, ilginçtir ki, Kur'an-ı Kerîm'de monarşi yani krallıktan başka bir idare şeklinden bahsedilmemektedir. Cumhuriyet veya başka bir hükümet şeklinden Kur'an-ı Kerîm bahsetmemektedir. Bu mühimdir. Kur'an-ı Kerîm krallarla ilgili olarak hem iyi ve hem de kötü krallardan bahsetmektedir. Mesela, Fir'avn, Nemrud ve Hızır hikayesinde gemiler ve yolcuları vs. haczeden kötü kralların misali verilmektedir ki, bunlar gibi hareket edilmesin.

Kur'an-ı Kerîm aynı zamanda iyi krallardan da bahsetmektedir. Mesela; Hz. Davud ve Hz. Süleyman... Bunlar sadece kral değil, aynı zamanda Peygamber idiler. Yani bir peygamber aynı zamanda bir kral da olabilir ve tabiidir ki, iyi bir kral.

Böyle olmakla beraber Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatında, Kur’an-ı Kerîm'i bilen müslümanlar, bir kral seçmediler. Bundan, müslümanların Kur'an-ı Kerîm'de geçen Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a ait örnekleri bildikleri, fakat krallığın mecburi bir yönetim biçimi olmadığına kanaat getirerek, farklı bir yönetici seçmekte beis görmediklerini anlıyoruz.

Çünkü müslümanların halife olarak seçtiği, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.a.) -ki, bunlar, müslümanlar için.taklid edilecek bir numunedir- Kral değillerdi.

Karşımıza şu soru çıkıyor: Bu halifeler birer Reisicumhur mu idiler, yoksa başka bir şey midirler? Bu mesele üzerinde durmak istiyorum.

Daha evvel söylediğim gibi, hükümet şekilleri, cumhuriyet, krallık veya bir grup tarafından idare edilme şekli olarak gözüküyor. Acaba, halifeler bir reisicumhur muydular; bir kral mı?. Yoksa daha başka bir şey mi idi yönetim şekilleri? Krallığa dayalı idarelerde krallık, verasetle babadan oğula, veya oğul yoksa başka bir yakın akrabaya geçer.

Biz, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in oğlu veya kabilesinden bir kişi olmadığını görüyoruz. Bu kabileye yakın akraba da değildi. Aynı şekilde Hz. Ömer (r.a.) hilafete seçilince, O'nun da Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın ne oğlu ne de yakın akrabası olmadığını görüyordu. Bu durum Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) için de böyledir. Yani halef, selef arasında, hiç bir akrabalık bağı yoktur.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Şu halde, krallık idaresinde ilk şart, krallığın verasetle intikalidir. Krallık idaresinde ikinci husus da şudur: Krallık müebbeddir.

Yani seçilen Kral hayatının sonuna kadar kraldır. Kral, genç veya çok yaşlı olarak ölebilir; fakat prensip olarak bütün hayatı boyunca kraldır. Bazı harpler neticesinde, kral tecavüze uğrayıp, yerinden atılabilir. Bu gibi durumlar yine de krallık yönetimine ait genel durumu değiştirmez. Krallık yönetiminin birinci şartı, krallığın verasetle aynı aileden birine intikali, ikincisi de krallığın bütün hayat boyunca devam etmesidir.

Hepimizin bildiği gibi cumhuriyet idaresi, çok eskiden beri, çeşitli memleketlerde vardı.

Cumhuriyet idaresinde iktidarın verasetle intikali mevzubahis değildir. Cumhuriyet idaresinde seçim vardır. Ve bu seçim, belli sürelerde yapılmaktadır. Yani reisicumhur hayatı boyunca seçilmez. Şayet cumhuriyetten maksat, evvelki reisicumhurla hiçbir alakası olmayan birisini, belli bir müddet için seçmek ise, Hulefa-i Raşidin seçiminde bu iki usul da tatbik edilmemiştir.

Birinci olarak, Hulefa-i Raşidin, belli bir devre için değil, hayatları sonuna kadar seçilmişlerdi. Hatta ilerde göreceğimiz gibi, her zaman seçim de olmamıştır. Şu halde, Hulefa-i Raşidin'in birer reisicumhur olduklarını da söyleyemeyiz. Onlar, bir monarşinin kralı da değillerdir. O halde bunlar ne idi? Mesele budur.

Acaba bugünkü manada, devleti idare eden bir grup mu vardı? Hayır. Çünkü idare bir tek halifenin elinde idi.

Mesela; günümüzde Cezayir'i (Bu değerlendirmeler 1975 yılına aittir) örnek alacak olursak, Cezayir'de bir Devlet Reisi yoktur, «İhtilal Konseyi» denen bir grup vardır ki,
bu konsey bir nevi hükümettir. Yani grup hükümeti. Fakat bunun da, Hulefa-i Raşidin ile herhangi bir alakası yoktur.

Şayet dünyada mevcut idare şekillerini iki veya üçle tahdit edecek olursak, yani, cumhuriyet, monarşi (krallık) veya bir grupla (oligarşi) idare şeklinden başka hükümet şekli yoktur desek sorumuzun cevabı güç olacaktır. Bunun aksine olarak, Hulefa-i Raşidin'in idare şeklini, kendine mahsus bir idare olarak düşünecek olursak, yani kendilerine mahsus bir hükümet şekillerinin olduğunu kabul edersek o zaman sorunun cevabı kolay olacak ve dördüncü, beşinci hükümet şekilleri vardır diyebileceğiz.

Ve ben şahsen zannediyorum ki, Hulefa-i Raşidin'in idaresi, kendilerine mahsus bir hükümet şekli idi. Onların idaresi, ne monarşi ne cumhuriyet ve ne de bir grupla idare etme şekli idi, Hulefa-i Raşidin'in hükümet şekli, kendilerine mahsus bir hükümet şekli idi.

Şu halde, bu bir nevi cumhuriyet ile monarşi karışımıdır. Yani Hulefa-i Raşidin hükümetinde, monarşinin bazı özellikleri vardı: Hayat boyunca seçilmek gibi. Aynı zamanda cumhuriyet idare şeklinden de bazı özellikler taşıyordu. Seçim gibi.

Bu fikir nereden geldi? Yani Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra, sahabe niçin cumhuriyet olmayan, monarşi olmayan bu farklı hükümet şeklini seçti? Ben bu idare şeklinin bizzat Arap cemiyetinden geldiğini iddia ediyorum. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Araplar kabilelerden müteşekkil idi. Bilhassa Mekke ve Medine'de, Yani Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hayatını geçirdiği yerlerde krallıklar ve cumhuriyet hükümetleri yoktu, sadece kabileler vardı.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Bu kabile insanları iki çeşitli. Bazıları göçebe, bazıları da şehirlerde yaşayan yerleşik insanlardı. Mesela; Mekke nüfusunun ekseriyeti Kureyş kabilesindendi. Birtakım yabancılar da vardı. Ve tarihçiler tasrih ediyor ki, Kureyş kabilesi iki kısımdı:

Bir kısmı, şehirli olup, Mekke'de yaşıyordu, diğer bir kısmı da göçebe idi ve şehirde (Mekke'de) oturmuyorlardı. Mekke civarında ve sahrada yaşıyorlardı. Göçebe olan Kureyş'e Kureyşü'z Zevahir deniyordu. Kureyş'in bu iki kolu arasında aile bağları mevcuttu; yani birbirlerinden, kız alıp veriyorlardı, fakat yaşayış tarzları birbirinden farklıydı. Bazıları göçebe, diğerleri şehirli olarak yaşıyordu.

Acaba bu kabileler nasıl idare ediliyordu? Kabilede her zaman için bir reis vardı ve bu reis kayd-ı hayat şartıyla seçiliyordu. Şu halde, sahabenin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatında bildikleri bir idare şekli vardı: Yani birisini kayd-ı hayat şartıyla seçmek, şu halde sahabe, yabancılardan taklit etme yerine, bizzat kendi idare şekillerini seçtiler.

Kabile reisinin seçimi verasetle değildi. Yani babadan oğula geçmiyordu. Yeni seçilen reisin aynı kabileden olması normal bir şeydi. Bu kabileye göre kabileleri dünyayı temsil ediyordu.

Onlar için yabancılar mevzubahis değildi. Şu halde yeni reis, aynı kabileden olması şartıyla eski reisin oğlu olmayabilirdi. Kabilenin ileri gelen ihtiyarları toplanıyor ve yeni seçilecek reis mevzusunu görüşüyorlardı. Yeni seçilecek olanın, eski reisin oğlu veya yeğeni olması şartı yoktu. Kabilenin başka bir ferdi de olabilirdi.

Filhakika, İslamiyet’ten evvelki Arap kabilelerinde en mühim şey, yeni seçilen reisin iyi bir komutan oluşu idi. Çünkü bu kabileler arasında devamlı olarak savaşlar vardı. Şayet kabilenin komutanı iyi bir idareci olmayacak olursa, kabile savaşı kaybeder, harab olurdu.

Şu halde, kabile reisi seçiminde ilk aranan şart, seçilecek olanın cesur, kuvvetli ve iyi bir komutan olması idi. Muhtemelen, diğer bazı vasıflar da nazar-ı dikkate alınıyordu. Seçilecek reisin akıllı, zengin vb. olması gibi.

Şüphesiz İslam için, kabilenin yerini İslam ümmeti, müslümanlar toplumu almıştır. Yani seçilecek reisin, aynı toplumdan olması icabeder. Kabile reisi için, kabileden olma şartı yerine, İslam toplumunun reisinin, İslam toplumundan olma şartı vardır.

Farzedelim ki, müslümanlar, bir kabile teşkil ediyorlardı. Muhakkaktır ki Peygamber (s.a.v.)'in yerine bir halife seçilince, kabile reisinde aranan şartlar seçilecek olan halife için de mevzubahis olacaktı. Halifenin, çok iyi bir komutan olması, cesur olması, akıllı olması, çok iyi bir müslüman olması, iyi yetişmiş olması... gibi şartları haiz olması gerekiyordu. Para ve zenginlik meselesi mevzubahis değildi. Muhtemelen, bu hüküm Kur'an-ı Kerîm'de geçen ve bir kral için zenginliğin şart olmadığını gösteren ayet-i kerime'ye dayanıyordu.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Herhalde, Kur'an-ı Kerîm'de geçen Talüt hikayesi buna örnektir. Talüt'la beraber yaşayan Peygamber'in yanında, Talüt Yahudilere kral seçilmişti.

Yahudi cemiyeti düşmanlarıyla harbedebilecek bir kralı seçmesi için Peygamber'e müracaat ettiklerinde Peygamber «Allah size melik olarak Talut'u seçti ve sizin topluluğunuz buna itiraz ediyor» Cemiyet diyor ki «Bu nasıl kral olabilir? Zengin değil ki?» «Onlara Peygamberleri: Hakikat, Allah size bir padişah olarak Talut’u göndermiştir» dedi.

Dediler ki: «Biz hükümdarlığa O'ndan daha layık iken ve O'na maldan da bir bolluk verilmemişken nasıl olur da bizim başımızda padişahlık O'nun olabilir?» (Peygamber) dedi: «Şüphesiz Allah O'nu sizin üstünüze beğenip seçmiştir. O'na, bilgice, vücutça (kuvvetçe) de bir üstünlük vermiştir. Allah mülkünü kime dilerse ona verir. Allah’ın rahmeti, ilmi her şeye yaygın ve lütfu keremi boldur. Gerçek bilicidir». (Bakara suresi, 247).

Peygamber, yahudilerin bu sorusuna cevaben: «Zenginliğin, kral olmak için hiçbir değeri yoktur» dedi. Bunun aksine olarak Peygamber Yahudilere ayet-i kerime'de geçtiği gibi, «Allah ona, bilgice, vücutça bir üstünlük vermiştir» cevabını veriyor. Buradaki ilimden, siyasi bilgi, hukuki bilgi, idari bilgiyi anlayabiliriz. Cisim'den de iyi ve düşmanla harb edebilecek bir komutan anlaşılır.

Şu halde, Hz. İşmuil'in bu misaline vakıf olan müslümanlar, ilim ve cismin, seçilecek olan halife için zorunlu ve fakat zenginliğin mecburi olmadığını düşündüler. Muhtemelen onlar düşündüler ki, Beytü'l-Mal'dan kendisine maaş verilecek, onun için fakirlik veya zenginliğin kıymeti yoktur. Yeter ki, iyi bir komutan, cesur,
akıllı, bilgili, dindar bir müslüman olsun.

Mevzuya devam etmeden önce, Talüt ve Hz. İşmuil'e ait bir vak'a vardır ki dikkat çekicidir. Yukarda verdiğimiz örnekte Bir peygamberin varlığında, bir krala ihtiyaç duyuluyor.

Bu çok gariptir. Çünkü peygamber, bir kral olarak tavsif edilmişti. O'nun ilmi vardı, vahiy alıyordu; O'na hürmet ediliyordu; bütün toplum tarafından reis -Peygamber olarak tanınmıştı. Bütün bunlara rağmen. Peygamber'den ayrı olarak bir krala ihtiyaç duyuldu. Kur'an-ı Kerîm, bir krala ihtiyaç duyulduğunu açıklıyor ve sebebini veriyor: «Bize bir hükümdar gönder (tayin et) de Allah yolunda savaşalım demişlerdi» (Bakara süresi, 246).

Yani Peygamber İşmuil (a.s.), iyi bir kumandan değildi; savaşta idareyi sürdüremezdi. Peygamber, dînî işler için Peygamber olarak kaldı ve maddî meseleler için de, düşmanlarıyla savaşabilecek iyi bir kral istediler. Muhtemelen, Peygamber Hz. İşmuil çok yaşlı idi, halbuki, harp için genç olan birisine ihtiyaç vardı. Onun için onlar: «Bize bir kumandan ver» diyorlardı.

Şu halde, her iki kuvvetin birbirlerinden ayrılmasına bir şartla İslamiyet cevaz veriyor. Şüphesiz, peygamber Allah yolunu, yani vahiy yolunu takip etmektedir. Aynı şekilde, kralın da aynı kanuna tabi olması mecburidir.

Yani siyasette, harplerde vs. gibi yönlerde kral, yine Allah'ın kanununa uymak mecburiyetindedir. Kanun aynı idareciler farklı olabilecektir. Dinî meseleler için bir reis, maddî ve siyasî meseleler için başka bir reis olacak ve fakat ikisi de aynı kanunu takip edeceklerdir.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

HİLAFET TARTIŞMALARI



Hz; Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra, onun yerine seçilecek halife mevzuunda müslümanlar birkaç gruba aynimıştı. Bunlar arasında halifenin kendilerinden seçilmesini isteyen ensar da vardı.

Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatı ve bunun üzerine Ensar'ın, Ben'i Saide «Sakıfe»sinde (kulübünde) toplanıp, bir halife seçmek istedikleri haberini alır almaz oraya gitti ve Ensar'ın hiç kimse ile istişare yapmaksızın halife seçmelerine mani oldu.

Bilindiği gibi bu mesele, Hz. Ebu Bekir'in seçilmesiyle son buldu. Fakat bu müessese üzerinde araştırma yapmak isteyen için, bazı önemli hususlar vardır.

Hz. Ebu Bekir (r.a.), Ben-i Saide Sakıfesine gelince, Ensar ilk önce halifenin Medine'den, yani Ensar'dan seçilmesini istediler.

Burada toplanan müslümanların düşüncesine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu mevzuda hiçbir emir vermemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ne bir veliahd seçmiş, ne de Halife'nin şu veya bu gruptan seçilmesini buyurmuştu. Şu halde, herkes bu mevzuda hür olduğunu düşünüyordu. Muhtemelen Ensar, Kur’an-ı Kerim'deki «Mü'minler ancak kardeştirler» (Hucurat süresi, 10) ayet-i kerimesini düşünerek halifenin, herhangi bir gruptan olabileceğim düşünüyorlardı. Ve mevcut şartlar muvacehesinde, halifenin Ensar'dan seçilmesi lüzumuna inanıyorlardı.

Çünkü İslam'ın başşehri Medîne idi ve Halife'nin taşra ahalisinden değil, başşehrin ahalisinden seçilmesi uygundu. Medine'de bellibaşlı İslam toplumu; Ensar idi ve en önemli grubu teşkil ediyorlardı, ikinci olarak Ensar, İslam'a bir çok hizmetlerde bulunmuştu. Doğduğu şehir olan Mekke'yi terkedip, Medîne'ye giden ve «Ben Ensar'danım» diyen Hz. Peygamber (s.a.v. )'i himayelerine alıp koruyanlar, yine ENSAR idi.

Filhakika bir gün Ensar ile diğer gruplar arasında bir münakaşa esnasında,
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: «Şayet bütün müslümanlar, bu yöne Ve Ensar diğer yöne gidecek olursa, ben Ensar'ın gittiği yöne giderim». Şu halde Ensar şöyle düşünüyordu: «Biz Islamiyet'e büyük hizmetlerde bulunduk.

Bizim gayretimiz bizim yakınlık göstermemiz, topraklarımız, şehrimiz sayesindedir ki İslamiyet gelişti: Şu halde Halife'nin bizden seçilmesi icabeder.»

Yine biliniyor ki Hz. Ebu Bekir (r.a.) şöyle buyurmuştu: «Medine dışındaki Araplar, Ensar'dan seçilecek bir halifeyi değil Kureyş'ten seçilecek bir halifeyi kabul edeceklerdir.» Şu halde Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın delili şöyle idi: «Sadece, Başşehir olan Medine'de yaşayan müslümanları değil, fakat büyük bir araziye yayılmış olan bu devletin diğer müslümanları da düşünmek lazımdır». Hz. Ebu Bekir (r.a.) ilave ediyor: «Umumiyetle, Araplar Medine'den yani Ensar'dan seçilecek bir halifeyi değil ve fakat Mekke'de Kureyş tarafından seçilecek bir halifeyi kabul edeceklerdir.»

Ensar calib-i dikkat olan bir diğer çözüm şeklini teklif etti. Bu, hilafet müessesesinin gelişme tarihi yönünden de dikkat çekicidir. Ensar, şu teklifte bulundu: «İki halifemiz olsun: biri Ensar'dan, diğeri de Muhaciründan; bizden bir, sizden bir emir». Maalesef, Ensar'ın bundan ne kastettiklerine dair elimizde teferruat yoktur.

Acaba bu görüşten maksat, iki kişiden müteşekkil bir heyet miydi, bilemiyoruz. Bu hususta, onların düşünmedikleri bir güçlük vardı. Şayet, Ensar'ın dediği gibi iki halife seçilse ve bu iki halife arasında bir ihtilaf çıksa, acaba «A» ve «B» şahıslarından hangisinin görüşü alınacakta? Şayet bu şahıslar üç kişi olsaydı, ekseriyet» baş vurulabilirdi.

Fakat iki kişi olunca bu müşkil çözülmez. Acaba onlar müslümanların iki gruba mı ayrılmalarını istiyordu, yani Ensar'dan seçilen halife bir grubu, Muhaciründen seçilen halife diğer grubu mu idare edecekti? Bunu da bilemiyoruz. Bu görüş dahi, pratikte mümkün değildi.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Farz edelim ki, Ensar'dan seçilen halife Ensar'ı, Muhacirün'den seçilen halife Muhacirün'i idare edecekti. Fakat bu durumda Ensar ve Muhacirin dışındaki müslümanların durumu ne olacaktı, onları kim idare edecekti? Yani Yemen, Necd vs. gibi yerleri kim idare edecekti?

Bunun dışında, bir de evlenmeler vardı. Mesela: Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın bir hanımı Ensar'dandı. Bu durumda Hz. Ebu Bekir (r.a.), Muhacirundan olduğu için. Muhacirim halifesine, hanımı da Ensar'dan olduğu için Ensar halifesine tabi olacaktı ve bunun gibi binlerce müşkil vardı. Savunma meselesi de güçlük arzedecekti.

Devletin gelirleri nasıl paylaştırılacaktı? Bu da bir başka meseledir. Netice olarak, benim anlattıklarını, hipotezlerdir. Çünkü, müslümanlar, iki halifenin seçilmesini anında reddetmişlerdir. Acaba müslümanlar, bahsettiğim bu güçlükleri mi, yoksa başka bir şeyi mi düşündüler, bilmiyorum. Fakat her hal-ü kârda onlar, iki halife seçilmesini kabul etmediler.

Bundan hemen sonra, bir uzlaşma teklifi ortaya atıldı. Ensar'dan birisi, tarihi bir olayı nakletti ve şöyle dedi: «Hz. Peygamber (s.a.v.) bir vali tayin ettiğinde, şayet bu vali Muhaciründan ise, yanına yardımcı olarak Ensar'dan birini verirdi. Yok eğer, vali Ensar'dan ise yanma Muhaciründan birisini yardımcı olarak verirdi». Ondan sonra bu Ensarî şöyle devam etti: «Mademki, iki halife seçmek istemiyorsunuz, ilk önce Muhaciründan bir halife seçelim ve bu halife öldükten sonra ikinci halifeyi Ensar'dan seçelim.

Ensar'dan seçtiğimiz ikinci halife de ölünce, üçüncüsünü yine Muhaciründan, onun ölümünden sonra, dördüncüsü Ensar'dan seçilsin ve bu böyle devam etsin». Bu teklif de makul bir teklif olmasına rağmen reddedildi. Bunu niçin reddettiler, bilmiyorum. Fakat Buhari'de geçen ve Hz. Ömer (r.a.)'ın naklettiği bir hadis vardır ki, dikkate alınması lazımdır. Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: «Ben-i Saide'nin Sakifesinde, ben işi zora tuttum. Şayet böyle yapmayıp, çekilip gitmiş olsaydık, muhtemelen Hazrec, kendi adayını halife olarak seçecekti. Bu durumda iki netice olacaktı:

1) Ya onların seçmiş olduğu halifeyi kabul edecektik -ki bunu istemiyorduk-

2) Yahut, onu kabul etmeyip, savaşacaktık. Her iki halde de önde gelmesi icab eden İslam yararına bir fayda yoktur. Bunun aksine, bir nevi harp ve hoşnutsuzluk ortaya çıkacaktı. İşte bunun için zor kullandım ve herkesin üzerinde anlaşabileceği bir halifenin yani Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın seçilmesin! temin ettim.»

Bilindiği gibi olay böyle oldu ve Hz. Ebu Bekir (r.a.), herkes tarafından kabul edildi. Fakat benim için -ki ben hilafet müessesesi üzerinde araştırma yapan bir tarihçiyim- bazı calib-i dikkat hususlar vardır ki, kaydedilmeye değer: Bunlar da Halifenin selahiyetleridir. Halifeden evvel Hz. Peygamber (s.a.v.) vardı.

Hz. Peygamber (s.a.v.), sadece Allah'dan aldığı vahiyleri tebliğle mükellef birisi değil, o aynı zamanda başka özellikleri de olan birisiydi. Yani o aldığı vahiyleri (kanunları) tatbikle de mükellefti. Bu ilahi kanunlar, insanoğlunun her yönü ile ilgili idi; dinî meseleler, maddî meseleler, sosyal meseleler, hukukî meseleler... askerî meseleler, kısaca insan hayatına taalluk eden bütün meseleler, bu ilahî kanunlarda vardı.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Şu halde, o zamanki İslam cemiyeti için, Hz. Peygamber (s.a.v.) sadece bir din tebliğcisi olarak Peygamber değil, aynı zamanda Devlet Reisi idi. Devlet reisi olarak O, bildiğimiz bütün vasıfları taşıyordu.

Yani O ordu kumandanı idi; mahkemenin hakimi idi; vergi alıyordu; eski kanunları ilga ediyordu. Bir devlet reisinin taşıması icab eden bütün vasıftan haiz idi. Bütün bunların yanında Hz. Peygamber (s.a.v.), ahlakî hayatı da idare ediyordu.

Biliyoruz ki, bugünkü cemiyetlerde, kanun başka, ahlak başka bir şeydir. Hatta, bizim eski fukaha zamanında, bu farklılık kabul ediliyordu:

«Fetva» ve «Takva» terimleri bilinen terimlerdendir. Fetva kanun'a; takva ise ahlaka taalluk ediyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) sadece fetva sahasında değil, aynı zamanda takva sahasında da reisti. Muhakkak ki, her iki husus arasında fark vardı. Herhangi bir şahıs, fetva sahasında bir kanun hükmüne tecavüz etmiş olsa, hükümet bu şahsı, kanunlara uymaya icbar ederdi. Fakat bir şahıs, ahlak'a mugayir bir iş yapacak olursa, cemiyet onu kınıyordu. Fakat, hükümet bu şahsa karışamıyordu. Netice olarak Hz. Peygamber (s.a.v.), insan hayatının bütün yönleriyle ilgileniyordu.

Halife de Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi bütün bu meselelerle uğraşacak mıydı? Bu büyük bir problemdi. O zamanın müslümanları, Halife'nin salahiyetlerini ayırmışlardır. Ve demişlerdir ki; «Halife Peygamber gibi, olmayacaktır.» Yani Halife, yeni kanunlar ihdas edemeyeceği gibi eski kanunları da ilga edemeyecektir.

Yani kısaca, ilahi vahyi alamayacaktır. Şüphesiz bunu, çok tahdit edilmiş bir manada anlamak lazımdır. Çünkü İslam toplumunda oluşan yeni bir mesele ile ilgili Kur'an-ı Kerim'de sarahat yoksa, aynı şekilde Hadis-i şeriflerde de sarahat yoksa, buna dair yeni bir kanun çıkartmak kaçınılmazdı.
Ve bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.), ictihad yapılmasına izin vermişti.

Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında, mecburi olmayıp, müstehap olan bir şey var idiyse, bu da değiştirilirdi.

Ebu Ubeyd'in «Kitabu'l-Emval»da naklettiği calib-i dikkat bir olay vardır. O diyor ki: «ithalat ve gümrük tarifeleri, Hz. Ömer (r.a.) tarafından indirildi.» Yani Hz. Ömer (r.a.), gümrük tarifelerinin mecburi olduklarını düşünmüyordu. Kabul etmiyordu. Bilakis gümrük fiyatlarının indiriminde, İslam toplumu için faydalar mülahaza ettiğinden, böyle yapmıştı.

Bir başka mesele daha vardı. Acaba bu Halife, sadece siyasi bir kral mı olacak, yoksa dinî vazifeleri de yürütecek miydi? Bu mesele, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ölüm döşeğinde verdiği bir emirle halledildi.

Bundan Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın Camiye imam olarak tayinini kastediyorum. Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın seçilmemesine dair teklifler olmasına rağmen O'nu imam tayin etmekte ısrar etti. Bundan, Hz. Ayşe'nin yaptığına atıfta bulunmak istiyorum.

Hz. Ayşe, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın kızı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hanımı olmasına rağmen şöyle demişti: «Ya Rasulallah! Ebu Bekir'i imam tayin etme; çünkü o bunu tedvine muktedir değildir; O ağlayacak ve gerektiği gibi namazı kıldıramayacaktır.» Hz. Peygamber (s.a.v.), «Hayır, Ebu Bekir'e söyleyin, namazı o kıldırsın» dedi. Hz. Aişe, Hz. Hafsa'ya dönerek «Resulullah'a sen söyle, Ebu Bekir'i imam tayin etmesin; çünkü O, namazı kıldıramaz. Hz. Hafsa'da Hz. Peygamber'e aynı şeyi söyleyince, Hz. Peygamber (s.a.v.) kızıyor ve «Siz Hz. Yusuf’un hanımları gibi, insanları yoldan çıkaranlarsınız; Ebu Bekir'e söyleyin O, kıldıracak».
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

İşte Beni Saide sakifesinde, ortaya atılan en mühim delil, bu idi. Hz. Ebu Bekir'in Halife olmasını istemeyenler şu görüşü ileri sürdüler. «Hz. Peygamber (s.a.v.), hastalığı esnasında imam olarak Hz. Ebu Bekir'i seçti. Şayet, Ensar'dan biri halife olacak olursa. O, Hz. Peygamber'in tayin ettiği Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ı yerinden almış olacak ki, bu mümkün değil». Bunun üzerine herkes «Evet» dediler, «Hz. Ebu Bekir, imametten alınamaz».

Şu halde dinî idare olan imamet, Hacc kontrollüğü gibi tamamen dinî olan meseleler, aynı zamanda tamamen siyasi olan devlet reisine yani Halife'ye tevdi edildi.

Netice olarak, müslümanlar dinî ve maddî meselelerin hepsinin aynı reise yani Halife'ye tevdi edilmesini istediler. Buna rağmen, dinî salahiyetlerin tümünün değil, sadece bir kısmının halifeye tevdi edildiği de vakidir. Şu halde müslümanların, işlerini üç gruba ayırdıklarını görüyoruz:

a) Siyasi işler.

b) İbadet.

c) Manevi meseleler.

Bunlardan ilk ikisi, yani siyasi işlerle, ibadet, Halife'ye tevdi edildi. Manevî meseleler ise, Halife'nin salahiyetleri dışına çıkarıldı. Ve bu üçüncü grup için de, manevî alanda bir başka halife vardı. Bu durumda iki halife'nin olduğunu farzedelim.

Bu halifelerden biri, yani Hz. Ebu Bekir (r.a.) siyaset ve ibadetle ilgili işlere, diğeri ise, tamamen manevî işlere bakacaktı. Fakat, her iki halife de aynı kanun, yani Kur'an-ı Kerîm ve Hadis'e bağlı olacaklardı.

Görüyoruz ki, bu her iki selahiyet, aynı anda paralel olarak ve fakat ayrı şekillerde gelişmişlerdir. Birinci grupta -ki buna zahiri grup diyelim- iki halife kabul edilmedi. Bunun aksine, manevî grupta görüyoruz ki, aynı yerde aynı zamanda birçok halife kabul edilmektedir. Ve bunlar da bir anlamda halife, yani Hz. Peygamber (s.a.v.)'in halefleri idiler.

Mesela; Sünnîler, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra ilk halife olarak Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ı kabul ederler. Ondan sonra Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.) gelecektir. Hz. Ebu Bekir siyasi işlerde tek halifeydi. Fakat manevî grupta ise, aynı anda ve birbirinden tamamen müstakil olan halifeler görüyoruz. Bu meselenin, üzerinde derinlemesine düşünülmesi gereken bir konu olduğu kanaatindeyim.

Mesela: Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ebu Hureyre (r.a.), Hz. Halid b. Velid, Hz. Ebu Bekir, Ebu Zer vb. Bu tarikatlerden bazıları hala mevcut, bir kısmı da kaybolmuşlardır.

Bu iki halifenin ayrılığı düşüncesi nereden geliyor? Kanaatime göre bu bizzat, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den gelen rivayetlere dayanıyor
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah (1908-2002m)

Mesaj gönderen MINA »

Buhari'de mevcut olup, Hz. Ömer (r.a.)'ın rivayet ettiği, çok meşhur bir hadis-i şerif vardır. Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: «Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) ile beraber camide otururken, meçhul bir şahıs geldi. Saçları son derece siyah, elbiseleri de son derece beyazdı.

Hiç kimse onu tanımıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v. )'e doğru ilerledi ve dizleri Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dizlerine değecek şekilde oturdu. Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)'e: «Ya Resulallah iman nedir?..» diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) cevaben, «İman, Allah'a, Meleklere, Allah'ın vahyettiği kitaplara, Peygamberlere, Kıyamet gününe ve Kadere inanmaktır» dedi. Meçhul şahıs, «Doğrudur» dedi. Hz. Ömer (r.a.) devamla, «Biz buna şaşırdık, zira hem soru soruyor, hem de doğruluğunu tasdik ediyor». Meçhul şahıs ikinci soruyu sordu: «İslam nedir?»

Hz. Peygamber (s.a.v.) cevap verdi: «Allah'a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek ve zekat vermektir.» Meçhul şahıs bu cevaba da «Doğrudur» dedi. Hz. Ömer devam ediyor: «Biz daha da şaşırdık; acaba bu adam soru mu soruyor, yoksa başka bir maksadı mı var?»

Meçhul şahıs, üçüncü bir soru sordu: «İhsan nedir?». «İhsan»ın kelime manası «güzel yapmak»dır. Yani bir şeyi güzelleştirmek. İhsan kelimesinin teknik manası ne idi? Bunu sonra izah edeceğim. Her hal-ü kârda bu adam, «İhsan nedir?» diye soruyor. Hz. Peygamber (s.a.v.) cevap olarak: «Allah'a karşı olan vazifeleri Allah'ın huzurunda oluyormuş gibi yapmandır. Sen Allah'ı görmesen dahi, Allah seni görüyor.» Meçhul şahıs buna da, «Doğrudur» dedi ve sonra çekip gitti.

Bir lahza sonra, Hz. Peygamber (s.a.v.) diyor ki, «Gidin bakın, bu adam kimdi, öğrenin». Fakat o, ortadan yok olmuştu. Hz. Ömer (r.a.) devam ediyor, «Onu yer mi yuttu, göğe mi çekildi bilmiyoruz, çünkü hiç bir iz yoktu.» Bunu müteakip, küçük bir teferruat vardır ki, burada ihtilaf vardır.

Bir rivayete göre hemen sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) yanındakilere:

«Bunun kim olduğunu biliyor musunuz?»dedi. Onlar «hayır»deyince, Hz. Peygamber (s.a,v.), «Cebrail (a.s.) idi, ki size dininizi öğretmeye gelmişti.»..

İkinci rivayete göre, ki bunu Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde gördüm, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sözü üç gün sonra söylemiştir. Ve bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) diyor ki: «Ben, Cebrail'i tanımakta hiç bir zaman bu kadar gecikmemiştim» Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber (s.a.v. )'i imtihana geldiği için hiç kimsenin tanımadığı bir kıyafette gelmişti.

Hatta, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) O'nu tanıyamadı. Bunlar, teferruata tealluk eden şeylerdir. Burada beni ilgilendiren şey, «İhsan»dır. Yani vazifelerin, Allah'ın huzurunda yapılırcasına ifası. Bu, çok muhtasar, fakat derin bir şeydir. İşte tasavvufun temeli, esası budur.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Cevapla

“İz Bırakanlar” sayfasına dön