ŞEMSî ZeVKLeriM..

Konu başlıkları sadece Kul İhvani'ye aittir.
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: ŞEMSî ZeVKler..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


"YuseBBihu ->SEMÂ’sı"nda
->ŞEMS’in AŞKı ->IŞIğıdır
CÜMMLe CihÂN CEMÂ’sında
->ÂLEM ->ALLAH ÂŞIğıdır!.


ZEVK 6906

ZiKiR ->HAKk’ı Unutmamak!. ZiKiR ->ALLAH’ı ANmaktıR!
ZiKiR ->HAKk ÂŞIK >AT-EŞi!. ZiKiR ->AŞK iLe yANmaktıR!

KuL İhvÂNim >HAKk sENinLe
“BİZ BİR-İZ” SÖZümüz DİNLe!.

“KüLLî ŞEYyi ->ALLAH’ın NÛRu!. ->OLduğu”na >İNANmaktıR!.


02.07.15 ->02:00
brsbrs..tktktrstkkmdsszısszshrlrdmsllmzz..



“KüLLî ŞEYyi ->ALLAH’ın NÛRu!.
->OLduğu”na --->İNANmaktıR!.:


ALLAH celle celâluhu Ez Zâhir ALLAH celle celâluhu..

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim---ALLÂHU NÛRUS SEMÂVÂTİ VE’L- ARD (ardı), meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâh(mısbâhun), el mısbâhu fî zucâceh(zucâcetin), ez zucâcetu ke ennehâ kevkebun durrîyyun, yûkadu min şeceratin mubâraketin zeytûnetin lâ şarkîyetin ve lâ garbiyyetin, yekâdu zeytuhâ yudîu ve lev lem temseshu nâr(nârun), nûrun alâ nûr(nûrin), yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu, ve yadribullâhul emsâle lin nâs(nâsi), vallâhu bi kulli şey’in alîm(alîmun) : ALLAH, GÖKLERİN VE YERİN NURUDUR. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah, her şeyi bilendir.
(Nûr 24/35)

وَللّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَانَ اللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُّحِيطًا
Resim---Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard(ardı). Ve kânallâhu bi kulli şey’in MUHÎTâ(muhîtan) : Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatan-kapsayandır.”
(Nisâ 4/126)

Küllî Şey”in gülgübre mi olduğu değil OLÂN’ın, her AN ŞeÂNda yENiden YARATAN’ın NÛRu olduğu NAKLen.. gerisi zâten AKLen..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: ŞEMSî ZeVKler..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim bİz/NahNu

ENALLAH >ÖMüR ÖRTümüz,
NÛRuLLAH OLAN ÖMRümüz,
GÜNEŞ”-Le -->“IŞIK”ı Gibi,
NAHNU”su ÇEKİÇ-ÖRSümüz!.


ZEVK 8104

TEK-BİR ALLAH..RASûLuLLAH..“TEKe TEK TEKkemİZ”de=->TEK,
-=“CEVR-i CihÂN==>ÇARK-ı ÇiLLe ZİNCİRİ”-n =>ZEVKe ÇEKEREK,
HAYyAL ÂLEMİdir =>HAYyat!. =>“TEVHiDuLLAH”tır TEK GERÇEK,
=>ÖMÜR ÖRSü=>KADER ÇEKİÇ =>YEDuLLAHta..==->YİĞİT YÜREK!.


15.04.17 11:20
brsbrsmm..tktktrstkkmdÂLemmm..



SüNNetuLLAH->GEÇen ÖMRüm,
ReSûLuLLAH GÖNLün GÖRdüm,
->“SIGATuLLAHı>BOYAn!..”dım,
->ŞE’ÂNuLLAH>ŞEMSî GÖNLüm!.



Resim

“NAHNU”su ÇEKİÇ-ÖRSümüz!.
ENALLAH ->ÖMüR ÖRTümüz!.:


ŞÂHDAMARımdan da AKRABa ->RABBım.. NAHNU!. =>(MeRKEZde):


وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
“Ve lekad halakne'l-insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu AKREBu ileyhi min habli'l-verîdi.: Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha YAKINız.” (Kaf 50/16)


ve ALLAHu zü’L- CeLÂL’im ->“EnALLAH!. =>(MUHİTte)”.:


إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
“İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî ve ekımis salâte li zikrî.: Muhakkak ki BEN, YALNIZCA BEN ALLAH'ım. BENden başka EL İLÂH yoktur. BANA kulluk et; BENi anmak için namaz kıl!.” (TâHâ 20/14)


Resim


->ÖMÜR ÖRSü ->KADER ÇEKİÇ ->YEDuLLAHta.. ->YİĞİT YÜREK!.:

=>YEDuLLAHî =>ReSÛLuLLAH.:
EL ELe =>EL =>YEDuLLAH!.a…


إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللَّهَ يَدُ اللَّهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ فَمَن نَّكَثَ فَإِنَّمَا يَنكُثُ عَلَى نَفْسِهِ وَمَنْ أَوْفَى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللَّهَ فَسَيُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا
“İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh (yubâyiûnallâhe), YEDULLÂHi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih (nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ (azîmen).: Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. ALLAH'ın ELİ onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefâ gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”(Fetih 48/10)


ResimResim


YİĞİT YÜREK ŞEMSî GÖNLüm!.:

Resim

MuhaMMedî ŞEMSî MeLÂMetin YİĞİT YÜREği ŞEMSî TEBRÎZî kaddesallahu sırrahu..

Şems-i Tebrîzî ya da tam adıyla Şemsüddîn Muhammed bin Alî bin Melikdâd Tebrîzî (1185-1248), İranlı Azerbaycan Türkü İslam âlimi ve mutasavvıf. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin gönül dünyasında büyük değişikliklere sebep olan ve Mevlânâ tarafından yazılan ilâhî aşk şiirlerinden oluşan "Dîvân-ı Şems-î Tebrîzî" adındaki nazım eser sâyesinde tanınan çok kuvvetli bir din âlimidir.


KİMlLği.:

Şems-i Tebrîzî künyesinden de anlaşılacağı üzere, günümüzde İran'ın Doğu Azerbaycan Eyâleti’nin yönetim merkezi olan Tebriz şehrinde m. 1185 yılında. Melik Dad oğlu Ali adında bir zâtın oğludur ve Şemseddin yani dinin güneşi lâkabıyla anılmıştır.
Daha küçük yaşlarda, mânevî ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkat çeken Şems, din ilimleri tahsilden sonra, genç yaşlarında Tebrizli Ebubekir Sellaf'a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyâr diyâr dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine "Şemseddin Perende/Uçan Şemseddin” denilmiş, ayrıca Tebriz’de tarikat pîrleri ve hakikat arifleri ona "Kâmil-i Tebrizî" adını vermişlerdir.


Hayatı, Şahsiyeti ve GörüşLeri.:

Daha sonraları Sacaslı Şeyh Rukneddin, Tebrizli Selahaddin Mahmud ile mutasavvıf Necmüddin Kübrâ’nın halifelerinden Centli Baba Kemal’e intisab ederek onlardan feyz almıştır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ahlâkını örnek alan Şemseddin-i Tebrizî, devamlı bir arayış içerisinde olmuş, manevî bir işaret üzerine de Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’yi arayıp bulmuştur. Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlânâ ile üç-üç buçuk yıl süren beraberliği neticesinde onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, onu ilahî aşkın potasında eriterek, kâmil bir Hak Âşığı yapmaya muvaffak olmuştur.
Şems-i Tebrizî Şam’a döndüğünde, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî için onun yokluğu dayanılmazdır. Şems’in varlığını kabullenememiş kimseler, Mevlânâ’ya ileri geri laflar etmişlerdir. Celâleddîn Rûmî’nin bu kimselerden birine verdiği cevab şöyledir:
"Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda. O, elindeki yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nameyi çalıp söyleyen, kendi sesine yabancı bir kuru rebabdım. Ben onun avucunda bağlar, bahçeler ağaçlar görür; deryâlar gibi geniş, deryâlar kadar berrak sular görürüm. Onun avucunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim. Lâkin siz bunların hiçbirini göremezsiniz."
Bir süre sonra Şems, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’in oğlu Sultan Veled’in çağrısı üzere Konya’ya geri gelir. Mevlânâ bir daha şehirden ayrılmasın diye, onu bir kızla evlenmeye iknâ eder; bu kız Celâleddîn Rûmî’nin evinde evlâtlık olan Kimyâ Hâtun’dur. Kimya Hatun’a gizliden aşık olan, Mevlânâ’nın küçük oğlu Âlâeddin, bu durumu hazmedemez ve Şems aleyhtarlarının yanında yer almaya başlar.
Hulûl görüşü; Hulûl tanrının insan veya bir canlı içine girmesi veya onda vüCÛD bulmasıdır.
Şems-i Tebrîzî'nin de bu görüşe sahip olduğu şu ifadelerden anlaşılmaktadır:
"Mevlânâ Şemsi Tebrîzî'nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems Hazretlerine kızıp Meram Bağları tarafına gitti. Mevlânâ Hazretleri medresenin kadınlarına işaretle: “Haydi gidin Kimya hatunu buraya getirin, Mevlânâ Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır.” buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya başladıkları sırada Mevlânâ Şems'in yanına girdi. Şems şahâne bir çadırda oturmuş, Kimya Hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlânâ bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlânâ dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mâni olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems.: “İçeri gel!.” diye bağırdı. Mevlânâ içeri girdiği vakit Şems'ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve: “Kimya nereye gitti?” dedi Mevlânâ. Şems.: “Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir, şu anda da Kimya şeklinde geldi.” buyurdu.


Resim nOt.:

Hülul, HÂL İÇİnde HÂL Yaşamaktır..
MuhaMMedî TasaVvuf ÂLeMinde, şu üç Büyüğüzün SÖZ ve HÂLLerinin ANLA-şılmamasına hep üzülmüşümdür.;

1-) Yûnus EMRe kaddesallahu sırrahunun: “Bir BEN vardır bENde, bENden İÇerü!.” Buyruğundaki “BEN” elbette “ENÂLLAH” buyuran Mutlak, Şeksiz TEK-BİR OLandır.. “bEN” ise, ALLAHu zü’L- CeLÂL GÜNEŞİnin IŞIKı gibi gözüken NÛRuLLAH OLan iğreti, izafî, gelgeç, ÖLümlü TÜMM Yaratıklarıdır..

2-) Muhiddin ARABî kaddesallahu sırrahunun: VÂCibu’l- VüCÛD OLan ZÂTuLLAHın VÂHDEt-i VüCÛD OLuşu” buyruğunu, ham ve nursuz akıl ükâlâlarının “VÂHDEt-i MevCÛD” ile karıştırıp, Güneşin ışığını Güneş sanmalarıdır..

3-) Fıtrî/yaratılıştan Güneş gibi RÛH Sahibi Şems-i Tebrîzî kaddesallahu sırrahu’nun; RABBÂNî-RaSûLî Fiil olan HÂLLerini, edebsizce ALLAHu zü’L- CeLÂL’e ZÂTuLLAH’a taşımalarıdır..
Bu ise, Güneşin IŞIK OYUNlarını Güneş sanma AHhmaklığıdır vesselâmm..


ÖLümü Hakkındaki RivayetLer.:


Şems hicri 645, miladî 1247 tarihinde Mevlânâ'da meydana gelen büyük değişikliği hazmedemeyenler tarafından mı öldürüldü, yoksa geldiği gibi kimseye haber vermeden Konya’yı terk mi ettiği bilinmemektedir.
Bu gün Konya’da Şems Makamı olarak bilinen, halk ve bilhassa Mevlevîlerce türbesinden önce ziyâret edilen bu Mescid-Türbe de mevcud sanduka, boş bir sanduka mı, yoksa Mehmet Önder Bey'in bir hatırasında anlatıldığı gibi, Şems gerçekten burada mı gömülüdür, bu da bilinmez..
Bu konuda halk arasında olan rivayetlerden bir tanesi de şu şekildedir:
Şems-i Tebrizî'nin dedesi Haşhaşîler tarikâtında müriddir. Daha sonra tarikâttan aile kurmak üzere ayrılmak ister ve ayrılır. Ailesini kurar ama tarikat yönetimi değişir ve torun Şems'in tarikâta bağışlanmasını ister. Dedesi de vermek istemez. Zaten Şems, eğitim için Şam'a gider ve Şems'i takip bu aşamada başlar. İlk önce bulurlar lâkin kaybederler Şems'i ama Şems Mevlânâ'dan ayrılıp Şam'a gittiği vakit tarikattan bir mürid Şems'i fark eder, çünkü Şems Şam sokaklarında yine bir dervişi tâbir yerindeyse rezil etmiştir. Bunun üzerine Şems'i takip Konya'ya kadar sürer ve daha sonra Şems bir dergâha çağrılır, tam yedi derviş gelmiştir Şems'i öldürmek için, Şems Celâleddîn Rûmî'den ayrılmak üzere izin ister. Tam bir vedâlaşma hissi vermeden kendi eliyle ölüme gitmiştir. Hatta ölüme giderken: "RaBBim şu kuyu mezârım olsun!." diye duâ etmiştir.
Dergâha gittiği zaman yedi derviş onu beklemektedir artık. O her bir dervişle odalarda ayrı ayrı görüşerek hepsini konuşmalarıyla bayıltmıştır. En son derviş en iri cüsseli ve bilgili olandır. Şems dervişlerden namaz kılarken öldürülmesini istemiştir. Ve namaz kılarken zammı sâre olarak Şems Sûresini okumuştur.
Ayrıca İslam Âleminde, Osman radiyallahu anhu'dan sonra gece kılınan ikinci cenâze namazı Şems Hazretlerine aittir. Şems Hazretleri Mevlânâ'ya bir mendil gönderir ölmeden önce mendilde şu yazmaktadır: "Ölümümün gözlerinin önünde olmasını isterdim, gör bakalım aşk için ölmek ne demekmiş!." yazmıştır. Mevlânâ'da bayılmıştır. Ayrıca Şems'in Konya’dan ayrılıp kaybolması zayıf ihtimaldir. Çünkü Yüce ALLAH celle celâlihu, ona rüyasında kendisine istediğinin verilmesi karşısında ne verebileceğini sormuş Şems de: "Canlara kanlara boyanacak başımı!." diyerek AŞK YOLUnda BAŞını vermiştir.


Resim nOt.:

1970 yılında Konya’da işe başladığımda tanıdığım ve eski dergi gazete vs. toplayan kalender ve gerçek bir ŞEMSî DERViş ile tanış olmuştum..
Öğle tatilinde DSİ-den çarşıya yemek yeme dönüşünde bir iş hanının girişinde onu gördük.. Arkadaşlarım alay edip: "Bak senin ŞEMse Bak!.” vs. dediler. DERViş BaBam duydu ve celâllendi, birden fırladı yakamdan tuttu ve: “İyi dinle ŞEMSin son 7 bıçak darbesi, 7 damla şeHÂdet KANı ve 7 HAYy HAYykırışını!.” deyip sokak ortasında Semâ DÖNmeye başladı.. Ayakları yerden yarım metre kadar kesilip, yükseldi.. dönüş hızından beden şekli seçilemez HÂLe geldiğinde kulaklarımı patlatırcasına:
“Yâ ALLAHu!. HAYyu’L- HUuu!.” nidâsını gittikçe yavaşlayan bir sesle duydum.. yere yığılıp kalmışım..
Sonradan, alaycı genç mühendis arkadaşlarım: “Bunlar Zır DELi!.” deyip kaçtıklarını ve uzaktan izlediklerini anlattılar..

Türbesine sayısız ziyâretim oldu.. Yûsuf KUYUsuna İNdim.. Nerede?. Sorusuna en doğru cevâb ise =>"Yûnus EMREm kaddesallahu sırrahununki gibi, her MuhaMMedî ŞEMSî MeLÂMî AŞIKLarın Yüreğinde!.” derimm.. Yiğit Yürek varsa BUYURsun!..


Şems-i Tebrizî Türbesi.:

Niğde’deki Kesikbaş Türbesi de Şems’e izâfe edilir. Bunlardan ayrı olarak Tebriz Şehrinde "Geçil" denilen mezarlıkta, aynı bölgede Hoy’da, Pakistan’ın Multon şehrinde Şems Türbeleri veya makamları vardır. Bunlar çeşitli rivâyetlerle süslenmiştir. Pakistanlıların söylediklerine göre de Şems, Konya'dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, Hoy şehrine hareket etmiş ve orada yerleşmiştir. Rivâyete göre Şems-i Tebrîzî Hoy’da vefat eder ve orada gömülür. Mezarı, Unesco Dünya Kültür Mirası'na aday gösterilir. Bir rivâyete göre, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin küçük oğlu Âlâeddin de, Şemsi öldürenler arasındadır.
Şems’in Konya'daki türbesi küçük, mütevâzi, âdeta saklanmış bir yerdir.

Bir gün YOLunuz düşerse KONYa’ya, ŞEMSî TEBRÎZî kaddesallahu sırrahu BaBama bENden okkalı bir KıtMÎR SeLÂMı SALLayınız Lütfenn!.


Resim

->“SIGATuLLAHı BOYAn!..”dım
->ŞE’ÂNuLLAH >ŞEMSî GÖNLüm!.:



Mâsivâ rengin döküp aşk ile hem-reng oldum uş
Kodum insan varlığım şöyle uryan giderim!.


Eşrefoğlu Rumî kaddesallahu sırrahu..

Yaratan HAKk’ın yarattığı Mâsivâ-KüLlî Şey OLuş renklerini atıp-dökmüşüm ve ben AŞKuLLAH ile AYNı reği boyanmışım.. ve artık şimdi, SıbgatuLLAH giyinmişim..
Halk içinde gözüken insan kimlik-kişilik sıfatlarımı çıkardım YÂRime çırılçıplak giderim!.


صِبْغَةَ اللّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدونَ
“Sibğatellah, ve men ahsenü minellahi sibğatev ve nahnü lehu abidun.: ALLAH'IN (VERDİĞİ) RENGİyle boyandık. ALLAH'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).” (Bakara 2/138)


Resim

->ŞE’ÂNuLLAH >SEBBEHAsı ŞEMSî GÖNLüm!.
->YUSeBBihu!. >SEMÂ-sında
->SıRR-ı SuBHÂN >SEFÂ-sında!.


YuSEBBihu.:


يُسَبِّحُ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
Resim ---Y"usebbihu lillâhi mâ fî's-semâvâti ve mâ fî'l-ardı'l-meliki'l-kuddûsi'l-azîzi'l-hakîm(hakîmi).:Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sâhibi, eksiklikten münezzeh, azîz ve hakîm olan ALLAH'ı tesbih eder.” (Cumâ 62/1)

SeBBeHa: tesbih eder. Yüzer. Döner durur. AKL-ı SiLm BİLir ki, ATOM yaratıldığı günden beri durmadan dönmektedir ve kıyâmete kadar da dönecektir. Enerjiyi nerden almakta ve alacak sorusunun cevâbının “KÛN feye KÛN-hER ÂN ŞE’ÂNULLAHta yENiden Yaratış” olduğunu materyalist fizik çok geç anlayacaktır sanırım..


ResimResimResim


YuSEBBİHu/NRAHMetenLi’-L ÂLEMîN SEMÂsından AŞK ÂLEMînine TÜMMü’L- TAMM Es SELÂMı.:

Resim

Allâhumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebiyyike ve
Rasûlike ve
Nebiyyi'l- Ummiyi ve alâ âlihi, ehl-i beytihi ve's-sahbihi ve uMMetihi...

ALLAHımız celle celâluhu!
BİZe MuhaMMedî Gayret,
PÎRimizden Hâl-i HiMMet,
RASÛLünden ŞiFâ-yı ŞeFâat,
ZÂTından İnâyet-Hidâyet-Selâmet
İZZet-i İhsÂNınla Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in;
ŞEHÂDet ŞERefini ve ŞeFâat ŞiFÂsını
LûTFet!. CÂNda CÂNÂN CEM’ et CÂNımıza!.
İnşâe ALLAH!.. Yâ RABBenâ TeâLâ!.

Ve'L-HaMDu Li'LLâHi RABBi'L-ÂLeMîn.


MuhaMMedi MuHABBEtLerimİZLe!....

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: ŞEMSî ZeVKleriM..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

KARANLığa BOYNun Eğmez
>ŞE’ÂN ŞEMS-ini BİLenLer!.
=>Bu ÂLEMe>ELin DEğmez
VAKtin RABBına EĞİLenLer!.


KÂR-ü-BELÂ KÂRı ŞEMS’im!
>AŞKın ZÜLFiKÂRı ŞEMS’im!
feyeKÛNun DUYduk->UYduk!
KÛN=>BELÂ BÂZÂRı ŞEMS’im!.


ZEVK 9058

YÜREğimde BiR NEY SESi =>ISsız SESsizce DUYarım!
=>ŞEMSî KANATLarım AÇar=>UÇARım ARŞta UYarım!
SEMÂda SEMÂ’ DÖNerim
ZERRe KÜRReyLe SEBBEHa
SIRRI-na ERince RÛHum ==>SIRR-ı SIRF’ımı SOYarım!.


04.11.18 16:39.
brsbrsm..tktktrstkkmdyneylnzlıkkk..


GÖNLüm AĞLar GÖZüm ÇAĞLar
SÎNEm İNLer=>SÖZüm ÇAĞLar
=>SONSUZu ==>SIFIRa SOKar
ÖMRÜm ÖLür =>ÖZüm ÇAĞLar!.


SEMÂ.: Gök yüzü. Asuman. Gök. * Her şeyin sakfı. * Gölgelik. * Bulut ve emsali örtü..
SEMÂ’.: İşitmek, kulakla dinlemek. * Mevlevilerin zikir esnasındaki dönüşleri..



Resim

YUSEBBiHu SIRRı-nı =>AÇ.:

Fe sebbih.. Şimdi artık sebbih et bakayım hadi.. Sebbaha et.. sebbehâ arapçada "yüzmek" demektir..

SEBBeha, Kur'ÂN-ı Kerîm gibi çeşitli fiil kiplerinde 5 sûrenin 1. Âyetiyle birlikte 7 âyettedir..


YuSEBBihu.:

يُسَبِّحُ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
Resim ---Yusebbihu lillâhi mâ fî's- semâvâti ve mâ fî'l- ardı'l- meliki'l- kuddûsi'l- azîzi'l- hakîm (hakîmi) : Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sâhibi, eksiklikten münezzeh, azîz ve hakîm olan ALLAH'ı tesbih eder.(Cumâ 62/1)

SeBBeHa: tesbih eder. Yüzer. Döner durur. AKL-ı SiLm BİLir ki, ATOM yaratıldığı günden beri durmadan dönmektedir ve kıyâmete kadar da dönecektir. Enerjiyi nerden almakta ve alacak sorusunun cevâbının “KÛN feyeKÛN=>hER ÂN ŞE’ÂNULLAHta yENiden Yaratış” olduğunu materyalist fizikçiler çok geç anlayacaktır sanırım..

Sebbaha, şiddetle dönmektir.. atomun dönmesi gibidir, boşlukta yüzmektir Hâlim can, senin gözün sağlam biliyorum bak kâinâtta dönmeyen bir şey göremeyeceksin ki, atom dâhil dönmeyen bir zerre göremezsin ki her ÂN dönmemiş olsun.. biliyorsun sebbahadadır tümü.. ve ben farkında değilim farkında değilsin ama bu dünya 1600 km/saat hızla dönüyor yani yol alıyor..



Resim

GÖNLüm DİKENLe İNLedi
BÜLBÜLe SOR GÜL DALını
KENDi AĞZIndan DİNLedi
>ŞEMS-i AŞK-ın MASALını!.


SÖZümüz =>ÂŞIK OLana
GÜL Kadrin BİLmeze DEğiL!
AGYÂR BAĞLarın>YOLana
=>SÎNEsin SİLmeze DEğiL!.


Resim

“DOStLuk>GÜL OLmaktır>Yaprağı iLe de>DİKENi İLe de!.”

ŞEMSî TEBRİZî kaddesallahu sırrahu..

Tebriz'de 1185 yılında dünyaya gelmiştir.
Asıl ismi Mevlânâ Muhammed'dir. Melik Dad oğlu Ali adında bir zatın oğludur ve "Şemseddin" yani Dinin Güneşi lâkabıyla anılmıştır.

Daha küçük yaşlarda mânevî ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkat çeken Şems, din ilimleri tahsilden sonra, genç yaşlarında Tebrizli Ebubekir Sellaf'a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyâr diyâr dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine "Şemseddin Perende/Uçan Şemseddin” denilmiş, ayrıca Tebriz'de Tarikat Pîrleri ve Hakikat Ârifleri ona: "Kâmil-i Tebrizi" adını vermişlerdir.

Daha sonraları Secaslı Şeyh Rukneddin, Tebrizli Selahaddin Mahmut ile büyük âlim ve ünlü mutasavvıf Necmüddin Kübrâ'nın halifelerinden Centli Baba Kemâl'e intisab ederek onlardan feyz almıştır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in ahlâkını örnek alan Şemseddin-i Tebrizî kaddesallahu sırrahu, devamlı bir arayış içerisinde olmuş, mânevî bir işâret üzerine de Hz. Mevlânâ'yı arayıp bulmuştur. Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlânâ ile üç- üçbuçuk yıl süren beraberliği neticesinde onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, onun İlahî Aşkın potasında eriterek, kâmil bir Hak Âşığı yapmaya muvaffak olmuştur.

Şems-i Tebrizi kaddesallahu sırrahu Şam'a döndüğünde, Mevlânâ Celaleddin için onun yokluğu dayanılmazdır. Şems'in varlığını kabullenememiş kimseler, Mevlânâ Celaleddin'e ileri geri laflar etmişlerdir. Mevlânâ'nın bu kimselerden birine verdiği cevap şöyledir: "Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda. O, elindeki yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nameyi çalıp söyleyen, kendi sesine yabancı bir kuru rebabtım. Ben onun avucunda bağlar, bahçeler ağaçlar görür; deryâlar gibi geniş, deryâlar kadar berrak sular görürüm. Onun avucunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim. Lâkin siz bunların hiçbirini göremezsiniz!." der.

Bir süre sonra Şems, Celaleddin'in oğlu Sultan Veled'in çağrısı üzere Konya'ya geri gelir. Celaleddin, bir daha şehirden ayrılmasın diye, onu bir kızla evlenmeye ikna eder; bu kız Celaleddin'in evinde evlâtlık olan Kimya Hatun'dur. Kimya Hatun'a gizliden aşık olan Celaleddin'in oğlu Alaaddin bu durumu hazmedemez ve Şems aleyhtârlarının yanında yer almaya başlar.

Mevlânâ'da meydana gelen büyük değişikliği hazmedemeyenler, onun Mevlânâ'dan ebediyeyen ayrılmasına sebep oldular. Şems Hicri 645 Miladi 1247 tarihinde şehid mi edildi, yoksa geldiği gibi, kimseye haber vermeden Konya'yı mı terk etti kimse bunu BİLmez/BİLemez!.

Bu gün Konya'da Şems Makamı olarak bilinen, halk ve bilhassa Mevlevîlerce Mevlânâ Türbesinden önce ziyâret edilen bu mescid-türbe de mevcut sanduka, boş bir sanduka mı, yoksa Mehmet Önder Bey"in bir hatırasında anlatıldığı gibi, Şems gerçekten burada mı medfundur, bu da bilinmez. Bilinen gerçek odur ki, ALLAH celle celâlihu Velîlerinin kalblerde yaşadığıdır.

Niğde'deki Kesikbaş Türbesi de Şems'e izâfe edilir. Bunlardan ayrı olarak tebriz'de “Geçil” denilen mezarlıkta, Hoy'da, Pakistan'ın Multon şehrinde Şems türbeleri veya makamları vardır. Bunlar çeşitli rivayetlerle süslenmiştir. Pakistan'lıların söylediklerine göre de Şems, Konya'dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, önce Tebriz'e oradan da Hindistan'a gelmiş, meczub ve perişan yıllarca ormanlarda dolaştıktan sonra Multon şehrinde HAKk’a YÜRÜmüştür..
RAHMetLer OLsun ve Şefâtı var OLsun İnşâe ALLAHu TeÂLÂ!.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: ŞEMSî ZeVKleriM..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ŞEMSî TEBRİZî kaddesallahu sırrahu..

Şems-i Tebrizi ya da tam ismiyle Şemsüddin Muhammed bin Ali bin Melikdad Tebrizî, İranlı bir Azerbaycan Türkü, İslam âlimi, tasavvuf düşünürü ve muhteşem bir Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve ALLAH celle celâlihu DOStu ve ÂŞIKıdır. Mevlânâ’nın düşüncelerinde büyük bir ufuk olan Şemsi, Mevlânâ tarafında yazılan Divan-ı Şems Tebrizi adındaki eseriyle tanınmıştır.

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Muhammed bin Ali olup, Tebrîzlidir. “Şemseddîn=dinin güneşi” lakabıyla meşhûrdur. 645 (m. 1247) senesinde Konya’da şehîd edildi.

Şems-i Tebrîzî şöyle anlatır:
“Henüz ilk mektepde idim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği hâlde, O’nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmezdi. Ba’zan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yahut başımla reddederdim. Göklerde olan melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hâllerini müşâhede ederdim. Hocam Ebû Bekr, hâllerimi haber vermekten beni men ederdi.”

Şems-i Tebrîzî, Ebû Bekr-i Kirmânî’den ve Baba Kemâl-i Cündî’den feyz aldı. Onunla beraber, Baba Kemâl’in yanında, Şeyh Fahreddîn-i Irakî de ders almakta idi. Şeyh Fahreddîn, her keşf ve hâlini, şiirler hâlinde Baba Kemâl’e bildirdi. Birgün Baba Kemâl, Şemseddîn’e; “Sana esrârdan ve hakîkatlerden birşey hâsıl olmuyor mu? Neden hiç söylemiyorsun?” dedi. Cevâbında: “Ondan daha çok oluyor. Fakat, ben onun gibi şiir söyleyemiyorum” dedi. Baba Kemâl buyurdu ki: “Allahü teâlâ, sana öyle bir arkadaş ihsân eder ki, o senin adına her ma’rifet ve hakîkatleri söyler” buyurdu. Şems-i Tebrîzî hocasını çok sever, derslerine çok çalışırdı. Bu bağlılık ve çalışmasının sonunda, kısa zamanda zâhirî ve batınî ilimlerde yüksek derecelerin sahibi oldu.

Şems-i Tebrîzî, Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O’na uydurmaya gayret ederdi. Şayet bir kimseden rahatsız olsa:
“Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle” derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi.

Şems-i Tebrîzî buyurdu ki:
“Eğer bir kimse bana âhıretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir.”

Şems-i Tebrîzî Hazretleri her nerede bir cenâzeyi görse:
“Ah! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defn etselerdi” derdi. Bunu işitenler: “Niçin böyle söylüyorsun?” dediklerinde, onlara: “Aşık olanlar maşuklarına bir an önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa zamanda ulaşmaları makbûl değil midir?” diye cevap verirdi.

Kendisine bir şey ikram etseler veya bir şey istediğinde getirseler, onlara mutlâka karşılığında bir şey verirdi. Ayrıca bu iyiliği yapanlara teveccüh ve duâ ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb gözleri açılır, keşif sahibi olurlardı.

Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübahların fazlasını dahi terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pek çok yerlere gitti: Bunun için kendisine “Uçan güneş” de derler idi. Şems-i Tebrîzî, seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi. Israrla yaptığı bu duâların neticesi olarak rüyâsında; “Konya’da bulunan Celâleddîn-i Rûmî’ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması” bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü Teâlâya şükür ederek: “Böyle dosta canım feda olsun” dedi.

Şems-i Tebrîzî Hazretleri Şam’dan Konya’ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devam ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, câmide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak dedi ki: “Burada yatılmaz kalk!” Şems-i Tebrîzî Hazretleri doğrularak dedi ki:
“Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garîbim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım.” Câmiyi kilitlemek için gelen dedi ki: “Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim.”
Şems-i Tebrîzî Hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı. Câmiden çıkmasını istiyen onun arkasından bakarken, aniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine: “İmdat boğuluyorum” diye bağırmaya başladı. Bunun sesini işiten İmâm koşarak geldi. Ona: “Ne oldu, niye bağırıyorsun?” diye sordu. Kayyûm durumu anlatınca, hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî Hazretlerine yetişti. Kendisine dedi ki: “Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!” Şems-i Tebrîzî Hazretleri İmâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde buyurdu ki:
“Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim bir şey yoktur. Ancak imânla ölmesi için duâ edebilirim.”

Şems-i Tebrîzî, Konya’ya gelip Şekerciler ismindeki hana indi. Günlerini orada geçirirken, birgün kapıda oturmuş Allahü Teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ Hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devam etti. Kendi kendine de: “Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nurlu bir yüzü var” diye düşünürken aniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ Hazretleri, elin sahibinin o yabancı olduğunu görünce: “Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?” dedi. O kimse:
“İsminizi öğrenmek istiyorum.” deyince, o da: “Mevlânâ Celâleddîn Muhammed” diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî: “Bir suâlim var. Acaba Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?” diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ Hazretleri: “Elbette ki Muhammed aleyhisselâm efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O’nun hürmetine yaratıldı” dedi. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî: “Peki, Muhammed aleyhisselâm: “Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!” dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin: “Sübhânî, benim şânım ne yücedir” diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?” diyerek tekrar sordu. Mevlânâ Hazretleri, buna da şöyle cevap verdi: “Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) mübârek kalbi öyle bir derya idi ki, ona ne kadar ma’rifet, aşk-i ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip: “Yâ Rabbî! Verdiğin bu ni’metleri daha da arttır” buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî’nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemiyerek ufak bir tecellî ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi.”
Bu izahata hayran kalan Şems-i Tebrîzî:
“Allah!.” diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî’yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmışta, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, aydınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn Hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince: “Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır” diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide va’zü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahi, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Hergün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü Teâlânın yarattıkları üzerinde tefekkür ederler, namaz kılarlar, Cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tazelerlerdi. Birgün Mevlânâ havuz kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şemseddîn gelip, kitapları sordu ve onları suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ: “Ah! babamın bulunmaz yazıları gitti” diyerek çok üzüldü. Şemseddîn, elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ: “Bu nasıl işdir?” dedi. “Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın” buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp; sarsılmaz bir kale gibi oldu. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: “Ansızın Şems-i Tebrîzî Hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, O’nun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etrâflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama ma’rifetten, Allahü Teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve ona muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu. Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam, Şems’e uyar oldu. Şems babamı muhabbete da’vet ettikçe, babam, Allahü Teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük ma’nevî derecelere yükseldi.”

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ bunları Şems-i Tebrîzî’ye havale etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler.
Şems-i Tebrîzî mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî:
“Sorun” buyurdu. İçlerinden birini reîs seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: “Allah var dersiniz. Ama görünmez, göster de inanalım.” Şems-i Tebrîzî buyurdu ki: “Öbür sorunu da sor!” “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz, hiç ateş ateşe azâb eder mi?” Şems-i Tebrîzî: “Peki öbürünü de sor!” “Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!” Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamanın kadısına gidip, Tebrîzî’yi şikâyet etti ve: “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu” dedi. Şems-i Tebrîzî: “Ben de sâdece cevap verdim” buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî de şöyle anlattı: “Efendim, bana Allahü Teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.” O kimse şaşırarak: “Ağrıyor ama gösteremem” dedi: Şems-i Tebrîzî: “İşte Allahü Teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Halbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana: “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz” dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mes’ele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?” buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.

Şems-i Tebrîzî ile Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz gezdirerek:
“Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhıret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu halleriyle ölüden farkları yok” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp: “Yâ Rabbî! Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır” diye duâ etti. Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden :“Allah! Allah!.” sesleri gelmeye başladı. Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems: “İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyâçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve ma’nevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp “Allah! Allah!” demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakikî uykudan uyanmaları, cenâb-ı Hakkın sevdiği bir âlimi veya evliyâsı sebebiyle olmaktadır” buyurdu.

Mevlânâ birgün talebelerine, Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin üstünlüklerinden, ba’zı kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan Veled anlattı ki: “Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems’in huzûruna koştum. Geldiğimi görünce:
“Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ’nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ’nın yanında bin tane Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsib olmaz” buyurdu.

Şems-i Tebrîzî Hazretleri bir gün kalb gözüyle gayb âlemini seyrederken, kırk bin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde cenâb-ı Hakka: “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diye duâ ediyordu, öyle bir yalvarışı vardı ki, bütün rûhlar, onunla birlik olmuşlar: “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diyorlardı. Şems-i Tebrîzî de o anda Cenâb-ı Hakka münâcaat edip, yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap olarak: “İste ey Şems! Bütün dileklerin yerine getirilecek” diyen bir ses işitti. Bu cevap üzerine Şems-i Tebrîzî: “Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte: “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diye yalvaran bu evliyâ kuluna ihsân eyle” dedi. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu şefâatiyle, o evliyâ kul, derhal isteğine kavuştu.

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerin zâhirî ve batınî çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ’nın kendi aralarına katılmamasına üzülen ba’zı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ’nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: “Bu kimse Konya’ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultânü'l- ulemâ’nın oğlu olsun da, Tebrîz’den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ Hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.” Bu söylentilere Mevlânâ: “Hiç toprağa i’tibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye galip gelirse, Mekkelinin İstanbul'luya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?” diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî Hazretleri artık Konya’da kalamayacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbabını bırakarak Şam’a gitti.

Şems-i Tebrîzî’nin gitmesi Mevlânâ’yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems’in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. “Şems! Şems!” diyerek ciğeri yakan kasideler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektûpları Şam’a, Şems-i Tebrîzî Hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse; “Şems’i gördüm” diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi: “Şems-i Tebrîzî’yi Şam’da gördüm. Sıhhati yerindeydi” dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepisini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse: “O, Şems-i Tebrîzî’yi görmedi. Yalan söylüyor” deyince, Mevlânâ da: “Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakiki haberini getirene canımı veririm” diye cavap verdi. Böylece aylar geçti. Mevlâna artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp: “Sür’atle Şam’a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın. O, Allahü Teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir, İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşrîflerini tarafımdan istirhâm et!.” dedi. Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam’da, babasının ta’rîf ettiği handa, Şems-i Tebrîzî’yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya’da bu hadîseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ’dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya’ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems Hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled’in ata binmesi için ne kadar ısrar ettiyse, o: “Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz.” diyerek ata binmedi Sultan Veled, Konya’ya yaklaştıklarında Mevlânâ’ya haberci gönderip, Konya’ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ Hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki o kimse zengin oldu. Konya’da tellâllar bağırtılarak, Şems’in Konya’ya teşrîf etmek üzere olduğu bildirildi. Konya’da başta padişah olmak üzere, ileri gelen vezirler hâkimler, zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde mübârek velî Şemseddîn Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems’in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstadının ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızler Kur’ân-ı Kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur’ân-ı Kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şemseddîn-i Tebrîzî Hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ’nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled’in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ’ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek:
“Benim bir serim (başım), bir de sırrım vardır. Başımı sana feda ettim. Sırrımı da oğlum Sultan Veled’e verdim. Eğer Sultan Veled’in, bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle, geçirse, ona verdiğim sırra, ya’nî evliyâlıkta yükselmesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz” dedi.

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, ma’nevî bir alemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems, gelince Mevlânâ’nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasihat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems’e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.

Sirâceddîn anlatır: “Kış mevsiminin ortası idi. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî’nin bulunduğu bir mecliste; “Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider?” diye sordu. Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî; “Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır” derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı. Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık.”

Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası birgün Şems-i Tebrîzî’nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip, Kur’ân-ı Kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup:
“İnşâallah hergün Kur’ân-ı kerîmin bir cüz’ünü (yirmi sahife) ezberler” dedi. Orada olan herkes bu söze şaşırdılar. Ertesi günden i’tibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahifeyi ezberledi. Bir ayda Kur’ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.

Şems-i Tebrîzî Hazretleri, Mevlânâ’yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devam ederken, halk, Mevlânâ’nın hiç görünmemesinden dolayı Şems’e kızmaya başladılar. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled’e dedi ki:
“Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ’dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!”

645 (m. 1247) senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems Hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü Teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Birara kapı çalındı ve Şems Hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ’ya: “Beni katletmek için çağırıyorlar” dedi ve dışarı çıktı. Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücum ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin: “Allah!” diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı. Fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled’i uyandırıp, durumun tetkikini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde, Mevlânâ’nın oğlu Alâeddîn de vardı. Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler. Bir gece Sultan Veled, rü’yâsında Şems-i Tebrîzî’nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Mevlânâ’nın medresesine defn ettiler.

Şems-i Tebrîzî’nin kıymetli sözlerinden ba’zıları:

Şems-i Tebrîzî Hazretlerine bir kimse sordu: “Efendim! Ma’rifeti bana anlatır mısınız?” O da:
“Bir gönül ki, Allahü Teâlâ'nın muhabbetiyle yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu ma’rifettir.” Soruyu soran: “Peki ben ne yaparsam bu ma’rifeti elde edebilirim?” diye tekrar sordu. “Bedeni terk ederek. Çünkü Allahü Teâlâ ile kul arasındaki perde, kişinin bedenidir. Allahü Teâlâya vâsıl olamaya mâni olacak şey dört tanedir:
1-) Şehvet,
2-) Çok yemek,
3-) Mal ve makam,
4-) Ucb ve gurûr,
İşte bu dört şey, kulun cenâb-ı Hakka ulaşmasına mânidir.”


Bir defâsında da şöyle buyurdu:
“Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O’nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her ân Allahü Teâlâyı zikr ederler, şükr ederler, ibâdete devam ederler. Bir kalbden bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü Teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz.”

“İlim olmayan bir beden,
suyu olmayan şehre benzer.”


Şems-i Tebrîzî Hazretlerin: “İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir?” diye sordular. Cevâbında:
“Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü Teâlâ katında yüksektir:
1-) Şükreden zengin,
2-) Kanaatli ve sabreden fakir,
3-) İşlediği günahlara pişman olup, Allahü Teâlânın azâbından korkan kimse,
4-) Takvâ, vera’, zühd sahibi; ya’nî haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmiyen âlimdir”
buyurdu..

“Bu kıymetli insanların içinde en üstün olanı hangisidir?” diye sordular. Buyurdu ki: “İlim ve hilm sahibi âlimlerdir.”

Cömertliği sordular, buyurdu ki:
“Dört türlü sehâvet (cömertlik) vardır
1-) Mal cömertliği; zâhidlere mahsûstur. Onlar malı verirler, ma’rifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar.
2-) Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsûstur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar.
3-) Can cömertliği; şehidlere mahsûstur. Onlar da canlarını vererek Cenneti alırlar.
4-) Kalb cömertliği; âriflere mahsûstur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar.”


Birgün dostlarına şöyle nasîhatta bulundu:
“Âhıreti terk edip, dünyâya tâlib olup muhabbet edenlere, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhırete tâlib olan kimselere de, ölmeden önce ibâdet yaparak, dîn-i İslama hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü Teâlânın talibi olan kimselere, O’na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur, İlmi taleb edenlere, ya’nî âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır ki, huzûra kavuşabilsin. Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmek olur. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarf edenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanaatkar olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Her kimsenin, kendisinde bulunan iki şeyin birisini öldürüp, birisini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi icâb şey nefsidir. Çünkü nefsi öldürmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mes’ûd ve bahtiyar olması düşünülemez.”

“Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Neticede Cehenneme götürür.”

"Âhıreti kazanmak için çalışmak lâzımdır ki, bu, insanı Cennete götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmeye sebeb olur.”


(İslam Âlimleri Ansiklopedisi)

KAYNAKLar.:
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1072
2) Rehber Ansiklopedisi cild 16, sh. 69
3) Nefehât-ül-üns sh. 520
4) Hadîkat-ül-evliyâ sh. 16
5) Kâmûs-ul-a’lâm cild-4, sh. 2872
6) Menâkib-ül-ârifîn cild-1, sh. 82..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: ŞEMSî ZeVKleriM..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


=>İHVÂNîm=>ŞEMSî MELÂMî
NÛN’un=>MîM KEVN-i KELÂMî
CÜMMLe KİLİTLere>ANAHTAR
RABB’ım VAKTı-nda =>SELÂMî!.

KAÇtım KOĞdu KOĞdum KAÇtı
=>ÇİLLE-mi=->CİHÂNa SAÇtı
KALBimdeki =>AŞKk TOHUMu
=>KÂİNÂT’a ==->KANAt AÇtı!.


ZEVK 9198

=>ŞAŞ!.arım =>İNSÂNoğLUna =>YÂRım NEFES =>ELde VARı
NÛRLanan AKIL=>NAKLinde =>GÜBREden>GÜL>CÂN BAHARı
MeKÂN-da =>ZamÂN HÜLYÂsı
AŞk ÇÖLÜn=>MecNÛN LEYLÂsı
CÂNda =>CÂNÂN!. KUL İHVÂNim =>AŞKk KİLİDİ-n ANAHTARı!.


Resim07.04.19 00:08.
brsbrsm..tktktrstkkmdcÂNcÂNÂN..



Resim

BÂTıN<->ZÂHİRde>GERÇEKLik
==>AŞKın ANAhtarı ==>SEVgi
YOKLuk-ÇOKLuk=>TEKe TEKLik
SEVen<=>SEViLen ==>SEVGİLi!.


ResimYEDi RENKLi YALNIZLIK!.
Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: ŞEMSî ZeVKleriM..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

CÂNın =>CÂNÂN-La BİZ-Liği
=>ALdığın NEFEsi=>VERmek!.
“VERdiğin=>AL!.”>DENİZ-Liği
DAMLA-yı DİVÂN’a =>SERmek!.


ZEVK 9295


DÖRt MEVSİMim TEKk NEFESte =>BiR YANım>KIŞ!. BiR YANım>YAZ!.
=>İKİ YÜZ ==>KANLI KAFESte =>BİRİ-nde>NÂZ!. =>BİRİ->NİYAZ!.

ŞEMSî MELÂMî İHVÂNim
KELÂM SELÂMî İHVÂNim
ZÂHİR=>BÂTIN-ım=>TEKk SESte =>AKk SAÇLar TEL!.=>SÎNE-si SAZ!.


01.07.19. 11:37
brsbrsam..tktktrstkkmdbircÂNnn..


ŞEMS-ten KAMER-den HABERsİZ
=>AKIL ==>BEN-Lik KARANLığı!.
GÖZ-Leri=>KÖR!. Ya da=>FERsİZ
=>YAŞAyamAZ!. ==>İNSAN-Lığı!.


KAMER.: Ay..SEVen..
ŞEMS.: GüNeş..SEViLen..

DÜNyâ.: İkİ ARAda BİR DeRede!.


ResimYEDi RENKLi YÂRe NiYAZ-NAZ!.
Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: ŞEMSî ZeVKLeriM..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim
RAVZÂ -yı ŞEMSs..
kaddesallahu sırrahu..


KuL İHVÂNim->OLAN->OYUN,
BENLik BELÂmızı==->sOYUN,
=>“HİÇLİk KEFENİ”ni BÜRÜN,
NE KURt KALsın Ne de kOYUN,

AMeL=>SEVgidir=>SÛREtte,
İMÂN=>AŞKktır ki->SÎREtte,
KAFA GÖZü>HeR YAN BAKar,
KALB GÖZ GÖRüR>BASÎREtte,

==>HİÇLiğin BEDELi==>BAŞtır,
YeRe DüŞen=>Bir DaMLa KAN!.
LEYLÂ GÖZÜn>MecNÛN KAŞtır,
SeLÂM OLsun>ŞEMSim SULTÂN!.


ZEVK 9746

BUZ DAĞIn ÜStü’nde=>YAZı=>HÂL-i HAZıR'da “HEP”Ler ÇOKk,
AŞKk ATEŞ KEFEN GİYiN!.miş=>SIRRın SOYunan "HİÇ”Ler YOKk,
OLsun!. OLMasın!. OLANLar!.
=>Bir Gün VÂDEsi dOLANLar!.
HERKEs=>MEZÂRa KOŞuYOR=>EMELLer=>Yay.. ECELLer=>OKk!.


11.09.2020. 21:01
Resim 23. mHRRm. 1442
brsbrsmd..tktktrstkkmizzz..

Resim

ŞÂHŞE’ÂNULLAH==>ŞEMSî,
->RAVZ-ı RASÛLULLAH ŞEMSî,
NAHNU=>BİZ BİR-İZ SANCAğı,
EHL-i BEYt-ü-ÂLİ ŞÂH>ŞEMSî!.

=>ELLi YıL ÖNCEsin Gittim,
O ÂN’ı ===>YiNE YAŞAdım!.
ŞEMS’in BİZ-BİRİnde Bittim,
>MELÂMî ŞEMSî OLdu Adım!.

ŞEMS->AŞKktır NÂRın YANmak,
SEVgi SIRRI”-na ==>İNANmak,
Lî-VECHİLLAH=>HASBî HİZMEtt,
->“HİÇLİk KUŞAĞı”n KUŞANmak!.

celle celâlihu..
aleyhumusselâm..


Resim nOt.:
1970 Yılıydı.. Konyada işe başlamıştım.. Şems-i Tebrizî Câmisinin İmamıyla tanış olmuştum Mevlevî-Şemsî idi. Şimdiki Sandukasının altındaki mahzendeki gerçek Kabr-i Şerifine indirdi beni.. YâSîN ve duâ okuduk.. o zât sonra Medine’ye yerleşti.. vs..


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: ŞEMSî ZeVKLeriM..

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim
ve nahnu akrebu ileyhi min hablil- verîdi..


وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
Resim---“Ve lekad halakne’l- insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh (nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min habli’l- verîdi.: Ve andolsun ki insânı BİZ yarattık. Ve nefsinin ona ne vesveseler vereceğini biliriz. Ve BİZ, o’na şahdamarından daha yakınız/akreb-akrabayız.” (Kâf 50/16)


İNDiRiR GÖKkten MELEği,
=>ŞEMSî TEBRİZî YÜREği,
MELÂMEtte TAHkîK İMÂN,
>SÂLiH AMeL DÎN DİREği!.


ZEVK 10.203

AK DELik-KARA DELiğin=>HAYy HÜNNes’e=>KÜNNes İZi,
ZITLaRın ZEVki DAMLAsın=->GÖNÜLde=>GİRDAB DENİZi,
AŞKk>KALeMin SEVgi>HOKkası,
SONSuZun===>BİtiŞş NOKtası,
SIRR-ı SIFIR SAHRASI’nda==>SIRR-ı SIRf=>ŞEMSî TEBRİZî!.


08.12.2021.. 12:08..
brsbrsm...tktktrstkkmdcevL-ÂNnn..


ŞEMSî’yim->ŞÂH ŞÂHBAZı’yam,
=>MELÂMî-yem SIRR SAZı’yam,
HAKk ÂŞIK===>BAŞı KOLtukta,
MERZîYyetENim<==>RAZIyam!.

ŞEMSî TEBRİZ====>EZEL ERi,
SÜRmektedir==>SIRR SEFERi,
====>KuL İHVÂNİ SEFîL GiBi,
==>HAKk ERENLeR SAFın ERi!.



Resim
AK DELik<->KARA DELik<->AK DELik...
KÛN<->feyeKÛN<->KÛN<->feyeKÛN

Resim

Resim
GİRDAB.: Tehlikeli yer veya durum.. Bir engelle karşılaşan su veya hava akıntısının dönerek ve çukurlaşarak yaptığı çevrinti, ters akıntıların oluşturduğu dönme, eğim, çevri, anafor..
HOKka.: Metalden, camdan ya da seramikten yapılmış, içine yazı mürekkebi konulan küçük kap..
SAHRA.: Uçsuz-bucaksız, ıssız-sessiz HİÇLik ÇÖLü..
SIRf.: Ancak, yalnız, salt. Tüm olarak, bütünüyle, baştan aşağı, büsbütün.. HEPte HİÇç..
ŞAHBÂZ.: İri, gösterişli bir akdoğan. Kahraman, mert, yiğit, yürekli (kimse)..


Resim

MERZîYyetENim<->RAZIyam!.:
RAZİYyetEN =>MERZİYyetEN RÜCÛ’.:


يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
Resim---“Yâ eyyetuhân nefsu'l- mutmainnetu: Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis,” (Fecr 89/27)

ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً
Resim---“İrciî ilâ RABBiki râdıyeten mardıyyeten.: Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş bir halde RABBine dön!.” (Fecr 89/28)

فَادْخُلِي فِي عِبَادِي
Resim---“Fedhulî fî ibâdî.: Gir kullarımın içine!” (Fecr 89/29)

وَادْخُلِي جَنَّتِي
Resim---“Vedhulî cennetî.: Ve cennetime gir!” (Fecr 89/30)

AK DELik-KARA DELiğin=->
HAYy HÜNNes’e=>KÜNNes İZi.:

Resim
AK DELik<->KARA DELik<->AK DELik...
KÛN<->feyeKÛN<->KÛN<->feyeKÛN

Resim

İnsÂNın İLâHî KULLuk İmtihÂNında başrol, NEFSe aittir.
NEFSin sağındaki RÛH =>HAKka ve HaYRa çağırıcısı ve TÜMMLeyicisidir.
NEFSin solundaki ŞeytÂN ise =>Bâtıla ve Şerre çağırıcısı ve parçalayıcısıdır. .
Nefs; SubhÂN ALLAH TeALÂ'nın Emrini-SÖZünü, Resûlullah SALLallahu aleyhi ve SELLem'in SÖZünden-SESinden dinlerse =>8 Cennete, inanıp yaptıklarından dolayı mîrâsçı olur.
Yoksa Bâtıl İnanç ve Şer Ameli ona Cehennem'i boylatır!..

Biz birinci elden Kur'ÂN-ı Kerîm mesnedli İlâhî İlmi aktararak zevke devâm edelim..


عَلِمَتْ نَفْسٌ مَّا أَحْضَرَتْ
Resim--- "Alimet nefsün mâ ahdaret.: Her nefs, hazırlamış olduğunu bilmiş olacak (hayat filminde yaptıklarının hepsini görecek).” (Tekvîr 81/14)

فَلَا أُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ
Resim--- "Fe lâ uksimu bi’l- hunnes (hunnesi).: Bundan sonra hayır, hünnese (MERKEZdeki->merkezî çekim kuvvetine) yemin ederim." (Tekvîr 81/15)

* Başka söze gerek yok. Hareket noktalarına dönen, gizlenen yıldızlara, yoğunlaşan enerjiye, pusan boyutlara yemin ederim..
* Artık hayır; yemin ederim (gündüz) sinip (gizlenip de gece) dönen (gezegen)lere..
* Geceleyin görünüb gündüz sönenlere..


الْجَوَارِ الْكُنَّسِ
Resim---El cevâri’l- kunnes (kunnesi).: Cevalan edene (merkezî çekim kuvvetinin etrafında->MUHitte->yörüngede dönene-akıp gidene)." (Tekvîr 81/16)

عَلِمَتْ نَفْسٌ مَّا قَدَّمَتْ وَأَخَّرَتْ
Resim--- "Alimet nefsun mâ kaddemet ve ahharet.: (Her) bir nefs önden neyi gönderdiğini ve neyi (arkada) bıraktığını bilir." (İnfitâr 82/5)

يُنَبَّأُ الْإِنسَانُ يَوْمَئِذٍ بِمَا قَدَّمَ وَأَخَّرَ
Resim---"Yunebbeu’l- insânu yevme izin bimâ kaddeme ve ahhar (ahhâre).: İzin günü insÂNa, takdim ettiği (yaptığı) ve tehir edip (yapmadığı) şeyler haber verilir." (Kıyâmet 75/13)

بَلِ الْإِنسَانُ عَلَى نَفْسِهِ بَصِيرَةٌ
Resim--- "Belil insânu alâ nefsihî basîreth(basîretun).: Hayır, insÂN kendi nefsine basirdir (şahiddir)- en iyi gözcüdür." (Kıyâmet 75/14)

كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ
Resim---"Kullu nefsin bimâ kesebet rehîneh (rehînetun).: Bütün nefsler, iktisâb ettikleri (kazandıkları) dereceler sebebiyle (karşılığı olarak) rehînedirler (tutklu-bağlıdırlar)." (Müddesir 74/38)

Rehîn, rehîne: rehîn edilmiş. Bir şeye karşılık garanti olarak tutulmuş.


قُلْ أَغَيْرَ اللّهِ أَبْغِي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ وَلاَ تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ إِلاَّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى ثُمَّ إِلَى رَبِّكُم مَّرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ
Resim---"Kul e gayrallâhi ebgî rabben ve huve rabbu kulli şey’(şey’in), ve lâ teksibu kullu nefsin illâ aleyh(aleyhâ), ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ, summe ilâ rabbikum merciukum fe yunebbiukum bimâ kuntum fîhi tahtelifûn(tahtelifûne).: De ki: "ALLAH, her şeyin RABB'i iken ben hiç O'ndan başka RABB mı isterim? Her nefsin kazandığı ancak kendi boynuna geçer (sorumluluğunu gerektirir) . Hiçbir günâhkâr başkasının günâhını taşımaz. Sonra hep dönüp RABB'inize varacaksınız. O vakit O, size ayrılığa düşdüğünüz gerçeği haber verecektir.” (En'âm 6/164)

Ve şu ÂNda =>Şe’ÂNuLLAH'ta =>Her ÂN =>Ubudîyyet/KuLLuk Denememiz YAKÎNe ERincedek!.:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّىٰ يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
Resim---“Va’bud rabbeke hattâ ye/tiyeke-lyakîn(u): Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr 15/99)

Ol YaKÎN ki..KÛN<->feyeKÛN'u her ÂN YAŞAyış ŞeHÂDEti ŞeReF-i ŞeFÂAT-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem!..

EVVeL'in ÂHiR'e HaTMi.. tÜMM SeBeBlerin SON-UÇu.. URUCun RaBB'e RuCÛ’..


Resim

TÜRKÇESİ: Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedin Resim Ve Âdeme ve Nûhin ve İbrâhîme ve Mûsâ Resim ve İsâ Ve mâ beynehum minennebîyyîne ve'l-mürselin Resim Salâvâtullahi ve Selâmuhu Tealâ aleyhim ecmaîn.

MÂNÂSI: ALLAHım! Efendimiz Muhammed (salallahu aleyhi ve sellem)’e salât-ü selâm et! Ve Âdem (aleyhisselâm)’a ve Nûh (aleyhisselâm)’a ve İbrâhim (aleyhisselâm)’a ve Musa (aleyhisselâm)’a ve İsa (aleyhisselâm)’a ve aralarında gelen tüm nebîlere ve mürsellere de! ALLAHU Tealânın salât ve selâmı cümlesinin üzerine olsun!”


Resim

ResimMMM MuHABBetLerimLe..


°. °. °. °.Kul İhvÂNi .° .° .° .°

GÖNLüMdeki 7 GÜLüm..
ÖZ ÖZetim. ÖMüR TÜLüm!..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: ŞEMSî ZeVKLeriM..

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

NAHNU NÂZı'n ==>NİYÂZ EŞi,
YÂR’in>YÜZüK KAŞIdır ŞEMS!.
==>MELÂMEt GÖNüL GÜNEŞi,
BiR DAMLa GÖZ YAŞIdır ŞEMS!.


ŞEMS-i TEBRÎZî kaddesallahu sırrahu..
(1185-1248), İranlı mutasavvıf. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin gönül dünyasında büyük değişikliklere sebeb olan, "Dîvân-ı Şems-î Tebrîzî" Sâhibi HAKk EREN SUFî..

1186 yılında Tebriz'de doğmuştur..
Adı.: Muhammed..
Lâkabları.: Şemseddin, Şems, Şems-i Tebrizî ve Şemsü'l-Hak ve'd-Din'dir.. Babası.: Ali bin Melikdad Horasan'ın Bezer Vilayetinden ticaret yapmak gayesiyle Tebriz'e gelip yerleşen bir tüccardır.

Ahmed Eflâkî'nin Menâkıbü’l Ârifîn'inde ve Makalât-ı Şems-i Tebrizî'de gençlik yıllarında medrese eğitimi almadığı, manevî halleri olduğu, semâ yaptığı ve riyâzette bulunduğu rivâyet edilir.
Çeşitli kaynaklarda Tebrizli Ebubekir Selebâf adındaki şeyhe bağlandığı belirtilir. Sahîh Ahmed Dede Eserinde Şems'in şeyhine 22 yaşında bağlanıp 14 yıl hizmet ettiğini ifâde eder. Geçimini sepet örerek temin eden, müridlerinin hırka giymesine izin vermeyen, Melâmet ve Fütüvvet Ehli Sufî olan şeyhi Ebubekir Selebâf BaBa, Şems'in şahsiyetinin şekillenmesinde büyük etki sâhibidir..
Daha küçük yaşlarda, mânevî ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkat çeken Şems, din ilimleri tahsilden sonra, genç yaşlarında Tebrizli Ebubekir Sellâf'a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyâr diyâr dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine "Şemseddîn Perende.: Uçan Şemseddîn” denilmiş, ayrıca Tebriz’de Tarikat Pîrleri ve Hakikat Ârifleri ona.: "Kâmil-i Tebrizî" adını vermişlerdir..

Hayatı, Şahsiyeti ve GörüşLeri.:

Daha sonraları Sacaslı Şeyh Rukneddîn, Tebrizli Selahaddîn Mahmud ile mutasavvıf Necmüddîn Kübrâ’nın halifelerinden Centli Baba Kemâl’e intisab ederek onlardan feyz almıştır.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ahlâkını örnek alan Şemseddîn-i Tebrizî, devamlı bir arayış içerisinde olmuş, manevî bir işâret üzerine de Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’yi arayıp bulmuştur. Dünyaya, kılık ve kıyafete önem vermeyen Şems, Mevlânâ ile üç-üç buçuk yıl süren beraberliği neticesinde onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, O’nu İlahî Aşkın potasında eriterek, Kâmil bir HAKk Âşığı yapmaya muvaffak olmuştur..

ŞEMS-i TEBRÎZî Şam’a döndüğünde, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî için onun yokluğu dayanılmazdır. Şems’in varlığını kabullenememiş kimseler, Mevlânâ’ya ileri geri laflar etmişlerdir. Celâleddîn Rûmî’nin bu kimselerden birine verdiği cevap şöyledir.:
“O’nun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım sadece taş duvarlarınızda.
O, elindeki yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nameyi çalıp söyleyen, kendi sesine yabancı bir kuru rebaptım.
Ben onun avucunda bağlar, bahçeler ağaçlar görür; deryalar gibi geniş, deryalar kadar berrak sular görürüm.
Onun avucunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim. Lâkin siz bunların hiçbirini göremezsiniz.”


Bir süre sonra Şems, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’in oğlu Sultan Veled’in çağrısı üzere Konya’ya geri gelir. Mevlânâ bir daha şehirden ayrılmasın diye, onu bir kızla evlenmeye iknâ eder; bu kız Celâleddîn Rûmî’nin evinde evlâtlık olan Kimyâ Hâtun’dur. Kimyâ Hâtun’a gizliden âşık olan, Mevlânâ’nın küçük oğlu Âlâeddin, bu durumu hazmedemez ve Şems aleyhtarlarının yanında yer almaya başlar..

HuLuL İNaNcı.: HâL İÇİnde HÂL.:
Şems'in Kimyâ adında bir karısı vardı. Bir gün Şems’e kızıp Meram Bağları tarafına gitti. Kadınlardan bir grup onu aramaya başladıkları sırada Mevlânâ Şems’in yanına girdi. Şems şahâne bir çadırda oturmuş, Kimyâ Hâtun’la konuşup oynaşıyor, Kimyâ Hâtun da orada oturuyordu. Mevlânâ bunu görünce hayrette kaldı ve dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mâni’ olmamak için aşağı yukarı dolaştı. Şems.: “İçeri gel!.” diye seslendiğinde, Mevlânâ Şems’ten başkasını görmedi.: “Kimyâ nereye gitti?.” dedi. Şems.: “Yüce Tanrı beni o kadar sever ki, istediğim şekilde yanıma gelir, şu ÂN’da da Kimyâ şeklinde geldi” buyurdu.
(Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifin, II/56-57, ter. Tahsin Yazıcı, MEB, İst. 1989.)

Hulul.: Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş. * Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek. * Halletmek. * Vuku' bulmak. Zuhur etmek. * Gelip çatmak. * Bir menzile inmek..

ÖLüMü Hakkındaki RivayetLeR.:
Şems hicrî 645, miladî 1247 tarihinde Mevlânâ'da meydana gelen büyük değişikliği hazmedemeyenler tarafından mı öldürüldü, yoksa geldiği gibi kimseye haber vermeden Konya’yı terk mi ettiği bilinmemektedir.
Bu gün Konya’da Şems Makamı olarak bilinen, halk ve bilhassa Mevlevîlerce türbesinden önce ziyâret edilen bu Mescid-Türbe de mevcud sanduka, boş bir sanduka mı, yoksa Mehmet Önder Bey'in bir hatırasında anlatıldığı gibi, Şems gerçekten burada mı gömülüdür, bu da bilinmez..

ŞEMS-i TEBRÎZî Türbesi.:
Niğde’deki Kesikbaş Türbesi de Şems’e izâfe edilir. Bunlardan ayrı olarak Tebriz Şehri’nde "Geçil" denilen mezârlıkta, aynı bölgede Hoy’da, Pakistan’ın Multan Şehrinde Şems Türbeleri veya Makamları vardır. Bunlar çeşitli rivâyetlerle süslenmiştir. Pakistanlıların söylediklerine göre de Şems, Konya'dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, Hoy Şehri’ne hareket etmiş ve orada yerleşmiştir. Rivâyete göre Şems-i Tebrizî Hoy’da vefât eder ve orada gömülür. Mezarı, Unesco Dünya Kültür Mirası'na aday gösterilir.
Bir rivâyete göre, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin küçük oğlu Âlâeddin de, Şems'i öldürenler arasındadır.
Şems’in Konya'daki türbesi küçük, mütevazi, âdeta saklanmış bir yerdir. Mevlânâ’nın o ihtişamlı türbesinin yanında -ki Mevlânâ.: "En güzel türbe gökkubedir." der- sâdedir..


Resim

ŞEYH EBÛ BEKİR SELEBÂF TEBRİZî kaddesallahu sırrahu.:

Selebâf’ın kendi hânegâhının olduğunu ve o dönem sûfîlerinden farklı meşrebde olduğunu söyler. Şems, dönemin siyâsîlerine ve hattâ hırka giyme ve giydirmeye itinâsızlık gibi bazı davranışları ondan öğrenmiştir.

Şems, Tebrîz’deki HAKk ERENLer hakkında gâyet mütevâzidir ve Makālât’ında şöyle der.:
“Orada öyle kişiler varmış ki, en hakîrleri benim. Ki, deniz beni dışarı atmış. Çerçöpü bir köşeye atar gibi.. Ben böyleyim, peki ya onlar?!.”
(Şemsî Tebrîzî, Makālât, s.641)

“Ben kendi şehirimden çıktığımdan beri şeyh görmedim. Yaparsa eğer, Şeyhlik Mevlânâ’ya yakışır ancak o hırka vermez. Gelip zorla.: “İllâ bize hırka ver, saçımızı kes!.” diye ısrar edip zorla hırka vermek başkadır. “Gel benim mürîdim ol!.” demesi başka.
O Şeyh Ebûbekr’de bu hırka verme geleneği yok.
Kendi şeyhimi görmedim. Var, ben bu taleble kendi şehrimden çıktım ancak (henüz) bulamadım. Âlem şeyhsiz değil ya!..

(Şemsî Tebrîzî, Makālât, s.756)

ŞEYH EBÛ BEKİR SELEBÂF TEBRİZî kaddesallahu sırrahu’nun hayâtı ile ilgili ne yazık ki daha detaylı bilgi bulunmuyor. Sipehsâlâr, ondan hiç bahsetmez ve Eflâkî Dede ise, Şems’ten bahsederken, Selebâf hakkında bir iki cümle ile yetinir.
Makālât’ta ise, Şems’in karmâşık cümleleri arasından yukarıda aktarılan cümleler kadar bilgi bulunmaktadır. Şüphesiz 7.nci hicrî asır tasavvuf ve edebiyâtı açısından İslâm coğrafyasının en verimli asrıdır. Bu yüzyılın en mühim şahsiyetlerinden biri olan Sa’dî, Tebrîz’de duyduğu bir hikâyeyi isim
Vermeden Bostân’da aktarır ve yaklaşık iki buçuk asır sonra Hâfız Kerbelâî Hüseyin, hocasından naklen bu “Tebrîzli zâhid”in aslında Şems’in hocalığını yapmış olan Ebûbekr Selebâf olduğunu söyler.
Eski Bostân şerhlerinde bu iddiâyı reddeden veya tasvîp eden herhangi görüş bulunmamaktadır. Bunun sebebi aslında Bostân şerhlerinin çoğunlukla muhtevâdan ziyâde dilbilgisi kaideleri cihetinden ele alınması olabilir..

* Şemsüddîn Muhammed-i Tebrîzî, Makālât, tashîh ve ta’lîk:Muhammed Ali Muvahhid, İntişârât-ı Hârezmî, Tahran, 1391..
* Sa’dî-i Şîrâzî, Bostan, çev. Mehmet Ali Özkan, İnsankitap,İstanbul, 2017..


Resim
Şems-i Tebrizî kaddesallahu sırrahu, yaklaşık olarak 1503 yılında yapılmış bir minyatür. Rumî’nin şiiri olan "Divan-ı Kebir" den bir sayfa..

TEBRİZLİ ŞEMSEDDİN HAZRETLERİ.:

Eflaki Şems'in babasının Melikdad oğlu, Ali olduğunu yazıyor. Tebriz'de doğduğuna göre Azeri Türklerinden olsa gerek. Çok iyi bir tahsil gördüğü, devrinin bütün bilgilerine sahip olduğu Makalat adlı eserindeki sözlerinden belli. Bir yere bağlanıp kalmadığı, çok yer dolaştığı için, ona "Şems-i perende" (Uçan Şems) denmiştir. Kamil bir insÂN oluşu sebebiyle "Kamil-i Tebrizi" diye de anılır. Şems büyük bir varlıktı. O da Mevlânâ gibi büyük bir Hak âşıkı idi. O da çeşitli memleketler dolaşmış, çeşitli alimler, şeyhler görmüş, kendi ifâdesine göre hiç birinde aradığını bulamamıştı. Hiç bir kimse onun haline muttali olamamıştı. Hiç kimse, onun sırlarının hakikatini bilememişti.
O devirlerde konuştuğu, tanıştığı, sohbetlerinde bulunduğu, muhtelif yerlerde yaşayan, meşhur şeyhlerin hiç birisinde, Şems, aradığını bulamamış, onlara tam olarak bağlanıp kalamamıştı. O insÂN-ı kamil, mükemmel, bir mürşid arıyordu. Onun kafasında kusursuz, tam MuhaMMedi yolda, yaşayan bir sahabe gibi lekesiz, tertemiz bir şeyh mefhumu vardı. Bu yüzden şeyh diye, mürşid diye karşısına çıkan kişilerde kusur görüyor, onlara gönül veremiyordu. Herkesin eline sarıldıkları, saygı gösterdikleri şeyhlerde, İslami yaşayış, İslami ahlak bulamayınca üzülüyor, onlardan uzaklaşıyordu.
Şems menfaat ve gösteriş peşinde koşan şeylerden daima uzak kalmış, ömrü boyunca Mevlânâ'yı görüp tanışıncaya kadar herhangi bir şeyhe bağlanıp kalamamıştı. Muhyiddin-i Arabi hazretleri de dahil bir çok şeyh gören, bir çok ariflerle sohbetlerde bulunan, kendisi de Sipehsalar'ın yazdığı gibi Velilerin sultanı olan Tebrizli Şems hazretleri, Mevlânâ Celaleddin hazretlerini tanıyınca, ondaki hakikati görünce "Ben aradığımı, Hüdavendigârım, Mevlânâ'da gördüm" demiş ve Konya'da kalmıştı.

Mevlânâ İle Şems'in Buluşmaları.:

Eflaki, Mevlânâ ile Şems'in Konya'da buluşmalarından önce, Mevlânâ Şam'da iken Şems'le buluştuklarından bahseder: "Bir gün Mevlânâ Şam çarşısında iken, başında külah bulunan siyahlar giymiş bir adamın Mevlânâ'nın elini öperek.: "Ey manalar aleminin sarrafı, beni bul, beni anla" diyerek kalabalığa karıştığını yazar. Ve bu adamın Şems olduğunu hikaye eder." Mevlânâ ile buluşmaları hakkındaki rivayetler çeşitlidir. Eflaki'nin rivayetine göre Mevlânâ bir gün, İplikçi medresesinden çıkarak rahvan bir estere binmiş, talebeleri ve müridleri ile beraber gidiyordu. İşte tam bu sırada Tebrizli Şemseddin, Mevlânâ Hazretlerine rastladı.
Halbuki Sipehsalar (Midhat-ı Bahari Tercümesi s.168) Mevlânâ ile Şems'in buluşmalarını şöyle anlatır: "Şemseddin-i Tebrizi Konya'ya gece vakti geldi. Pirinçiler Hanına nazil oldu, hanın kapısı önünde oturmak için süslü bir sedir vardı. Ekseriya büyük kişiler o sedire oturuyorlardı. Şems sabahleyin o sedirin üstüne oturdu. Hazreti Mevlânâya velilik nuru ile Şems'in geldiği malum oldu. Hane-i mübâreklerinden çıkarak ol tarafa doğru yürüdüler. Yolda halk, Hazret'in elini öpmek için her taraftan ol mübâreke yaklaşmağa, yol bulmağa çalışıyorlardı. Hazreti Mevlânâ da bi'l-mukabele hepsini okşayıp gönüllerini hoş ediyordu. O sırada ansızın Şems-i Tebrizi'nin nazarı Mevlânâ'ya tesadüf etti. Rüyasında kendisine haber verilen mübârek zatın, bu zat olduğunu anladı. Hiç bir şey söylemedi.
Bu iki büyük velinin buluşmaları ve birbirlerini Hak dostu olarak SEVenleri, daima sohbetle vakit geçirmeleri, etrafta bulunanlar tarafından iyi karşılanmıyordu. Mevlânâ'nın öğrencileri, müridleri, ileri gelen imamlar, din adamları, hatta âilesinin ferdIeri, Mevlânâ'yı bu kadar tesiri altında bırakan Şems'teki hakikati, aşk ve imân gücünü göremedikleri, sezemedikleri için Tebrizli'ye nefret gözü ile bakıyorlardı. Şems'in Mevlânâ'ya bu kadar yakın oluşu, onu tesiri altına alışını İbtidanâme'de Sultan Veled şöyle anlatmakta: "Halk bu bağlılığı, bu vefâyı, bu coşkunluğu, bu SEVgiyi görünce hasede düştü, herkes kınamaya koyuldu. Şeyhler, büyükler, yüce kişiler, 'bu ne biçim bir adamdır ki, Mevlânâ'yı bu hale getirdi. Hiç birimiz Şems'de bir hayır görmediğimiz halde Mevlânâ neden onu böyle üstün bir adam olarak tutmada, ağırlamada? Onda ne hal var, ne ilim var, ona nazar ehli dememize, gönül gözünün açık olduğuna hükmetmemize imkan var mı? diye açıkça onun hakkında dedikodu yapmağa başladılar.
Şems, işin çığırından çıktığını, herkesin kendisine düşman olduğunu görünce, bir gün ansızın kayboluverdi. Şems, 643 yılı Şevvali'nin 21. günü Konya'yı terk etmişti (15 Şubat 1246). Şems Konya'da tam 15 ay yirmi gün kalmıştı.

ŞEMS-i TEBRÎZî HazretLerinin Konya 'ya İkinci GeLişi.:

Sultan Veled İbtida-name adlı eserinde: Mevlânâ'nın Şems'in gidişinden çok üzüldüğünü, Şems'in gidişine sebep olanların, yüzlerine bile bakmadığını yazıyor. Bunun üzerine sebep olanların yaptıklarına pişman olduklarını, Mevlânâ'nın da onları affettiğini bildiriyor. (İbtida-name, s.45-47) Sultan Veled, Şems'in Konya'dan doğruca Şam'a gittiğini yazıyorsa da Sipehsalar önce Şems'in nereye gittiğinin bilinmediğini bildirmektedir. Bir müddet sonra Şems Mevlânâ'ya Şam'dan bir mektup göndermiş, bu suretle Şems'in Şam'a gittiği anlaşılmıştır. Şems Şam'dan Mevlânâ'ya mektup yazınca, Mevlânâ da ona mektuplar yazdı.
Mevlânâ, Şems'in mektubunu aldıktan sonra Sultan Veled'i çağırdı. Ona bir miktar para vererek "Sen elçi olarak git. Bu paraları ayağına saç. Benim tarafımdan rica et. Kendisine kötü davrananların pişman olduklarını söyle, Iütfetsin, gelsin artık." dedi. Sultan Veled bu hizmeti canla başla kabul etti. O da babası gibi Şems'e âşıktı. O da babası gibi Şems'in hakikatini görmüş, büyüklüğünü anlamıştı. Sultan Veled Şam seyahatini anlatırken diyor ki: "Yorulmadan, ovalarda koşuyor, dağları bir saman çöpünden bile ehemmiyetsiz görüp aşıyordum. Yoldaki dikenler, bana güller gibi görünmede idi. "
Eflaki, Sultan Veled'in yirmi kişi ile gittiğini yazıyor. Şam'da Şems hazretlerini buldular. Sultan Veled babasının dediğini yaptı. Paraları ayağına saçtı. Şems paraları görünce, gülümsedi. MuhaMMed huylu Mevlânâ bizi altınla, gümüşle ne diye oyalıyor? Onun dileği kafi, dedi ve Konya'ya gelmeği kabul etti. Sultan Veled ve arkadaşları, Şam'da bir kaç gün kaldılar. Sema meclisleri kuruldu. İstirahat ettiler sonra Şems hazretlerini yanlarına alarak yola düştüler. Şam kervanı Konya'ya yaklaşınca, Sultan Veled babasına bir müjde gönderdi. Mevlânâ müjdeyi alır almaz, dervişler, beyler ve Mevlânâ'nın adamları Mevlânâ ile beraber karşı çıktılar. 8 Mayıs 1247 günü Şems hazretleri tekrar Konya'yı şereflendirdi. Şems Mevlânâ'yı görünce attan indi, kucaklaştılar. İki mana denizi tekrar birleşti.

ŞEMS-i TEBRÎZî'nin KayboLuşu.:

Şems tekrar Konya'ya geldikten sonra, önce, onun aleyhinde bulunanların hepsi yaptıklarına pişman oldular. Şems de Mevlânâ gibi onların hepsini bağışladı. Çünkü Mevlânâ da, Şems de MuhaMMed huylu idiler. Malum olduğu üzere Peygamber Efendimiz Taifte kendini taşlayanları, mübârek ayaklarını kanatanları bile affetmişti. Zaten Şems gelmeden önce Hazreti Mevlânâ da kötülük edenleri, dedikodu yapanları affetmişti. Şems de aynı yolda yürüdü. Kendisiyle uğraşanları hoş gördü. Suçlarını affetti. Sema meclisleri tertip edilmeğe başlandı. Mevlânâ da, Şems de her gün bir yere dâvet edilmekteydiler. Fakat, sema neşe ve şevkle geçen günler de uzun müddet devam etmedi. Yine kin ve nefret uyandı. Şems aleyhinde, yine dedikodular başladı. Yalanlar, fitneler yine aldı yürüdü. Bu defaki fitne daha şiddetliydi. Onu Konya'ya tekrar geldiğine pişman etmişlerdi. Makalat'ında şöyle dert yanıyor: "O kadar zahmet çektim. Bu son yolculuk beni o kadar yordu ki, yorgunluğum iki yılda çıkmaz. Yollara düştüm. Öyle zahmetlere katlandım ki şu Konya'yı altınla doldursalar, yine gözümde yok, bu cefalar çekilemez. Fakat Mevlânâ'nın SEVgisi üstün geldi de bu sıkıntıya katlandım." (Makalat s.26)
Cenab-ı Şems, kendini çekemeyen, kötü niyetli kişilerin davranışlarını dedikodularını, iyi huylu olduğu için kendi içine gömüyor, Mevlânâ'ya açmıyordu. Şems'in çok SEVdiği karısı Kimya da evlendiklerinden pek az zaman sonra vefâ etmişti. Ne kadar üstün bir varlık olursa olsun, Şems de insÂNdı. Bir taraftan SEVdiği karısının vefâtı, bir taraftan dedikodular onu çok sarsmıştı. Küfür ve tehdidIere artık dayanacak hali kalmamıştı. Mevlânâ'ya olan bağlılığı, Mevlânâ da gördüğü hakikat onu yaşatıyordu. O, Sultan Veled'e bir kaç defa "Ben bu sefer öyle bir gidiş gideceğim, izimi kimse bulamayacak yahud onu bir düşmanı öldürdü diyecekler" diye söylediği gerçekleşti. 1247 senesinin Aralık ayının perşembe günü Şems hazretleri ortadan kayboldu.
Sipehsalar'ın yazdığına göre, Şems'in ortadan kaybolduğu sabah Hazreti Mevlânâ medreseye gelip de Şems'i odasında bulamayınca çok mahzun oldu. Hemen Sultan Veled'in yattığı yere gitti: "Bahaeddin, ne yatıyorsun! Kalk, şeyhini ara. Yine can burnumuz, onun latif kokusundan mahrum kaldı." diye seslendi. (Sipehsalar Tercümesi, s.179) Şems gerçekten "Öyle bir gidiş gideceğim ki kimse bulamayacak" dediği gibi kayıplara mı karıştı? Dönülmez bir seyahata mı çıktı? Yoksa şehid mi edildi? Doğrusunu Allah bilir. Yine Eftaki'nin rivayetleri üzerinde durulunca, bu rivayetlerden şöyle bir netice çıkarılabilir: Şems, Hazreti Mevlânâ'nın yanında iken dışarı çağrılmış, fakat bir daha Mevlânâ'nın yanına geri dönmemiş ve ortalıkta görülmemiş. Onu çağıranlar onu alıp götürdüler mi? Öldürdüler mi? Onun Konya'dan başka bir yere gitmesini mi sağladılar? Acaba, Şems, evvelce, gittiği Şam'a mı gitti? Bütün bunlar kat'i olarak bilinmemektedir. Bilinen bir hakikat varsa, o da Mevlânâ'nın Şems'in şehid edilmesini bilmediğidir. Bu faciayı Mevlânâ'ya duyurmadılar mı? Yahud böyle bir facia vuku bulmadı mı?

ŞEMS-i TEBRÎZî HazretLerinin KayboLuşundan Sonra Hazreti MevLânâ'nın HaLi.:

Sultan Veled, Şems'ten sonra Mevlânâ'nın halini şöyle anlatır: "Şeyh, onun ayrılığından sonra adeta deli oldu. Fetva veren şeyh, aşkla şair kesildi. Zahiddi, meyhaneci oldu. Fakat üzümden yapılan şarabı içip satan meyhaneci değil, nura mensup olan can, nur şarabından başka bir şeyi içmez." (İbtida-name, s.53) Mevlânâ, gece gündüz sema etmede, ağlayışını, feryadını küçük, büyük herkes işitmedeydi. Eline geçen altını, gümüşü çalgıcılara veriyor. Nesi varsa bağışlıyordu. Şems'i gördüm diyenlere, parası yoksa, üstündeki elbiseyi bağışlıyordu.
Sultan Veled'in İbtidanâme'de yazdığına göre, Hazreti Mevlânâ bir kaç sene sonra müridleri ile beraber tekrar Şam'a gitti. Aylarca orada kaldı. Bütün araştırmalarına rağmen Şems'i bulamayınca, ümidini kesti. Onun öldürüldüğüne dair dedikoduları da duymuştu. Oğlu Alaeddin Çelebi'nin de bu işte parmağı olduğunu artık biliyordu. SEVgi ve hasret şiirleriyle duygularını ifâde etmekle avunuyordu.

ŞEMS-i TEBRÎZî mi Mürşid, MeVLâNâ mı?.:

Birbirlerinde bulunan hakikatleri gören, birbirlerine hayran olan bu iki büyük veliden hangisi üstündür, büyüktür? İlahi aşkta fani olan velileri, birbirleri ile mukayese etmek hatadır. Bütün beşeri kirliliklerden arınmış, nefsani arzulardan kurtulmuş, Hakk'ın tecellisine mazhar olmuş, vahdet deryasına daImış, yok olmuş bu yüce varlıklar, birbirlerinden üstün görülemezler. Tozlardan, paslardan temizlenmiş, çeşitli aynalarda parlayan güneşin nuru, aynı nur değil midir? Bunlar birbirinden ayırdedilebilir mi?
Hazreti Mevlânâ; gönlü hasret ateşiyle yana yana Şam'da Hazreti Şems'i ararken, Mevlânâ'nın ilmine, irfanına, aşkına hayran olan, nuruyla gözleri kamaşan Şam'ın arifleri, nasıl oluyor da; bir mürşid, mürşid arıyor? diye düşünmüşlerdi. Mevlânâ Şems'i aradığı gibi, Şems de vaktiyle Mevlânâ'yı aramıştı. Şems de dolaştığı şehirlerde; meşhur şeyhlerin, mürşidlerin hiç birisinde aradığını bulamamış; Mevlânâ'yı bulunca.: "Memleketten çıkalı Mevlânâ'dan başka şeyh görmedim. Ben aradığımı hudavendigarım Mevlânâ'da buldum" demişti. Bunlar birbirlerinde ne gördüler? Ne buldular? Bunlar, birbirlerine ayna oldular. Bunlar, şeyhlik, mürşidlik, halifelik, müridlik makamlarının ötesine geçtiler de birbirlerinde bulunanı gördüler. Bu sebeple bunlardan herhangi birisini ötekinin mürşidi sanmak, evvelce de arzedildiği gibi boş bir düşüncedir. Yersiz, lüzumsuz bir fikre kapılmaktır.
Eğer, insÂNlar, Mevlânâ ile Şems gibi, birbirlerinde bulunanı, birbirlerinin hakikatini görebilselerdi, dünya cennet olurdu. İnsanlar daimi bir barış halinde yaşarlardı, harpler ortadan kalkar, bütün dünyada silah fabrikaları kapatılır, Afrika'da şurada, burada açlık çeken insÂNlar bulunmazdı. Dünya refah içinde yaşardı. Hazreti Mevlânâ.: "Şu dünyada gördüğümüz tenlerimiz, vücutlarımız, bizim gölgelerimizdir. Biz aslında bu gölgelerin üstesinde yaşıyoruz" diye buyurmaktadır. İşte Mevlânâ ile Şems birbirlerinin, maddi varlıklarının ötesinde bulunanı gördüler, onu SEVdiler.

ŞEMS-i TEBRÎZî'nin Eseri ve Şems'e İsnad EdiLen EserLer.:

Şems'in toplantılarda yaptığı sohbetlerden derlenmiş Makalat adlı bir kitabı vardır. Bu kitabı, kendisi yazmamıştır. Konuşmaları sırasında müridleri tarafından not edilmiştir. Çeşitli konuları ihtiva etmektedir. Türkçeye de Nuri Gençosman tarafından tercüme edilmiş bulunan bu kitap, son derece tertipsiz, karışık, kesik cümlelerle yazılmış olmasına rağmen çok önemlidir. Çünkü bu kitap vasıtasıyla Şems'in kişiliği, ilmi, irfanı anlaşılmaktadır. Bu kitap bir ansiklopedi gibi her konuyu özlü olarak anlatmaktadır. Sohbet esnasında, ortaya atılan mevzularla, Şems'e sorulan suallere verilen cevaplarla, Şems'in felsefeye, kelâm ilmine, tarihe, edebiyata, şiire, hadis ilmine, tefsire, her şeye vakıf olduğu görülmektedir. Bu kitapta sufiliğe, şeyhlere, mürşidlere, müridlere dair çok ince görüşler, güzel mutalaalar vardır. Yine bu kitapta, Şems'in Mevlânâ'da gördüğü hakikat gün gibi açığa vurulmakta ve onun üstünlüğü, büyüklüğü belirtilmektedir. Nesir halinde yazılmış bu eserde Arapça ve Farsça bazı manalı şiirlere de rastlanmaktadır.
Mevlânâ'nın Mesnevi'si ile, Şems'in Makalat'ı arasında çok kuvvetli bağlantılar olduğunu Profesör Firuzanfer Mevlânâ Celaleddin eserinin 89. sayfasında ileri sürmektedir. Mevlânâ'nın Makalat'ta geçen bazı hikayelerin konusunu Mesnevi'de açıkladığını yazmaktadır. Firuzanfer'e göre: "Eğer Şems'in sözleri not edenlerin hatalarından, noksan not etmelerinden ötürü Makalat'ın bazı kısımlarının eksikliği, irtibatsızlığı olmasaydı, bu eser sufiyane yazılmış nesirlerin en güzellerinden biri sayılırdı." Şems'e Esma-i Hüsna Şerhi, bir de Merğubu'l-kulub diye bir iki eser daha, isnad ederlerse de bu kitapların Şems'e aid olmadıkları yazıldıkları tarihlerden anlaşılmaktadır.

Hazreti MeVLâNâ'nın Hayatında Sükûnn Devri.:

Hazreti Mevlânâ, Şems'in yaşadığından ümidini kesmiş, artık onu, aramaktan vaz geçmişti. Şems'i, artık, ne Şam'da, ne de başka yerde bulamayacağını anlamış da, Sultan Veled'in dediği gibi onu, kendi gönlünde, kendisinde bulmuştu. Bulmuştu ama, hala, gözleri Şems misillü bir gönül dostu arıyordu. Mevlânâ'nın etrafında âilesi, oğulları, dostları, talebeleri, müridleri bulunduğu halde içinde bir boşluk duyuyor, adeta kendisini yalnız hissediyordu.
Muhakkak ki insÂNın en büyük dostu ALLAHtır. Cenâb-ı HAKk .:"Nerede olursan ol, ben seninle beraberim."(57/4) diye buyurmuyor mu? Mevlânâ da bir şiirinde bu hakikati şöyle ifâde eder:
"Burada gizli birisi var, Kendini yalnız sanma"
Fakat Mevlânâ'nın bu duyguyu paylaşan, kendinde bulunanı, kendine hissettiren Şems gibi bir Hak dostuna, bir can aynasına, bir ruh ufkuna ihtiyacı vardı.. Bu yüzden huzura ve sükuna kavuşamıyordu. Mevlânâ'ya, Şemsden sonra, gönül dostu, can aynası Konyalı Selahaddin hazretleri oldu, Bu hemdem, bu gönül dostu ile Mevlânâ manevî yalnızlıktan kurtuldu. Huzura, sükuna kavuştu."
Resim
Cevapla

“►Kul ihvâni ZEVKleri◄” sayfasına dön