İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Alt Forumda kotegarize edilmeyen diğer Hakk Dostları.
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

448. DÖRTYÜZ KIRKSEKİZİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Kabir azabını inkâr edenlerin şüphelerini kaldırmak.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***

Allah'a hamd olsun . Seçmiş olduğu kullarına da selâm...

Bilesin ki:

Bir cemaatın, kabir azabı hakkında tereddüdü vardır. Halbuki, kabir azabı; Kur'an ayetleri, meşhur sahih hadislerle sabit olmuştur. Neredeyse onlar, kabir azabını inkâr edecekler ve onun muhal olduğuna karar verecekler!

Onları bu şüpheye düşüren durum da, medfun olmayan ölülerin hallerini görmeleridir. O, tek hal üzere devam edip durur. Onun bu durumunda, azap ve elem yoktur. Azabın levazimi arasında, zıplamak ve ıstırap duymak ve çırpınmak vardır. Halbuki böyle bir şey onda görülmemektedir.

Bu müşkil sualin cevabı şudur ki:

Kabir yeri olan berzah aleminin hayatı, dünya hayatı kabilinden değildir. Dünya hayatında iradi hareketler ve ihsas vardır; her ikisi de dünya hayatının levazimi arasındadır. Zira, dünya hayatının intizamı, bu iki işe bağlıdır.

Berzahta ise, asla harekete ihtiyaç yoktur. Hatta hareket, o berzah hayatına münafidir. Orada hissetmek yeterlidir. Bu da, azab acısını duymak içindir.

Berzah hayatı, dünya hayatının yarısı gibidir. Ruhun, oradaki bedenle taahluku; dünya hayatındaki taallukun yarısı kadardır.

Medfun olmayan ölülere gelince... Onlar berzahiyet hayatı ile azab acısını duyarlar; amma, bu hayata göre olan çırpınma ve hareket onlarda görülmez.

Muhbir-i Sadık Resulullah Efendimizin verdiği haberler doğrudur. Ona ve âline salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli.

Bu müşkil maddeyi ve benzerini kesip atmak için, şöyle de diyebiliriz:

-Nübüvvet tavrı, akıl ve fikir tavrının ötesindedir. O işler ki, akıl onları idrakten yana kusurludur. Onlar, münübüvvet tavrı ile sabittir.

Şu mana dahi açıktır ki, eğer akıl yeterli olsaydı; peygamberlerin gönderilmesi neden olacaktı? Onlara salât ve selâm olsun. Ve neden dolayı, ahiret azabı onların gönderilmesi ile bağlantılı olacaktı? Bu manada, Allahu Teala şöyle buyurdu:

"Biz resul göndermedikçe, azab ediciler değiliz..."(17/15)

Akıl, her ne kadar hüccet olsa da, lâkin o, tam bir hüccet değildir. Asıl hüccet-i baliğa (tam hüccet) ancak, peygamberlerin gönderilmesi ile tahakkuk etmiştir. Mükelleflerin özürleri de onunla kesilmiştir. Bu manada Allahu Teala şöyle buyurdu:

"Sevindirici ve çekindirici peygamberlerdir. Ta ki, resullerin gelişinden sonra, insanların Allah'a (arz edecekleri) olmaya... Allah Aziz Hakim'dir."(4/165)

Bazı işleri idrak etmekte, aklın kusuru sabit olduğuna göre; bütün şer'i hükümleri, akıl mizanı ile tartmak iyi olmaz.

O hükümleri, akla uydurmaya kalkmak, aklın istiklaline hüküm olur ki, nübüvvet tavrını inkâr sayılır. Allahu Teala bizi böyle bir şeyden korusun.

Başta, Resulullah (sav) Efendimize imanı düşünmek gerek; bir de onun risaletini tasdik etmeyi... Ta ki, bütün hükümleri tasdik etmek mümkün ola... Onun vasıtası ile de, seklerin ve şüphelerin zulmetlerinden halâs müyesser ola...

önce, asla akıl erdirmek gerektir ki, sonra parçaya akıl erdirile. Bir zorlama olmadan da biline... Aslın isbatı olmadan, her parçaya akıl erdirmek cidden zordur.

Anlatılan tasdik yolların en yakını, kalb itminanının husulü yüce Sultan Allah'ın zikridir. Bu manada, Allahu Teala şöyle buyurdu:

"Dikkat ediniz; kalb, Allah zikri ile tatmin olur.

Onlar ki, iman edip güzel amel işlerler; ne mutlu onlara. Dönecekleri yer de güzeldir."(13/28-29)

O yüce matluba nazar ve istidlal yolu ile varmak, cidden uzak görünüyor.

Bir şiir:

Ağaçtandır nazar ehlinin ayakları;

Ne gücü var ki, ağaçtır basamakları...

Şunun da bilinmesi gerekir ki:

Nübüvvetlerini isbat, risaletlerini tasdik ettikten sonra; peygamberlere uyanlar da istidlal ehli olanlardan sayılırlar. Onlara uymaları ve sözlerini tasdik etmeleri aynen istidlaldir. Misal olarak diyelim ki:

-Bir şahıs usullerden bir usul bulmuştur. Yani istidlal ile... Bütün teferruat dahi, o asıldan oluşup gelmiştir; istidlale dayanmıştır.

O aslın istidlali de, bütün teferruata delil olmuştur.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Allah'a hamd olsun ki; bizi buna hidayet etti. Allah bize hidayet etmeseydi; biz hidayeti bulamazdık. Rabbimizin resulleri hakkı getirmişlerdir."(7/43)

Hüdaya ittiba edenlere selâm...

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

449. DÖRTYÜZ KIRKDOKUZUNCU MEKTÛP


MEVZUU: Cemil-i Mutlak zattan her ne sudur eder ise, o mutlaka cemildir.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Muhammed Tahir Bedahşi'ye yazmıştır.


***

Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun. Daima ve her halde.

Korkutucu haberleri duymakla, korkup feryad etmekten bilhassa sakının. Zira, Mutlak Cemil zattan her ne gelir ise, güzel ve hoş olur.

Anlatılan kelâm, yalana hamledilmesin, atma söz sanılmasın. Elbet, tam hakikattir; söylemek yazmak doğru olmaz.

Şayet dünyada mülakat müyesser olur ise, ne âlâ... Yoksa ahiret muamelesi yakındır.

"İnsan, sevdiği ile beraberdir..." müjdesi ayrılığa düşünlere teselli vermektedir.

***

Derviş Muhammed Keşmiri ile gönderilen mektup ulaştı.

Yazdığınıza muttali olduk; vaktin müsaadesi nisbetinde cevaben bir şeyler yazdık.

Evlâd ve ahbab gönül birliği içinde yerlerinde sabit kalsınlar. Hem de, Allahu Teala'nın hükmüne razı olarak.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

450. DÖRTYÜZ ELLİNCİ MEKTÛP



MEVZUU: a) "Ümmetim yetmiş iki fırkaya ayrılacaktır" manasına gelen hadis-i şerifi üzerine sorulan suale cevaptır, b) Erbab-ı Fakrin derecesi.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Molla İbrahim'e yazmıştır.

***

Bilinmesi yerinde olur ki;

Resulullah (sav) Efendimizin:

"Ümmetim yetmiş iki fırkaya ayrılacaktır... Onların hepsi ateştedir; biri müstesna..." hadis-i şerifi ile anlatılan zümrelerin ateşe girmeleri, orada bir müddet kalmaları murad edilmiştir.

Sonsuz olarak orada kalıp azap görecekleri manasına gelmez. Zira, böyle bir şey, imana münafi olup küffara mahsustur.

Bu babda netice söz şu ki:

-Onların ateşe girmelerine sebep olan kötü itikadları olduğuna göre; zaruri olarak hepsi oraya girecektir. İtikadlarının habaseti nisbetinde orada azap göreceklerdir.

Amma, müstesna tutulan fırka böyle değildir. Bunların itikadı, cehennem azabından necat bulmayı muciptir; felah bulmalarına sebeptir. Lâkin, bunlardan bazıları kötü amel irtikab eder de, tevbe veya şefaatle affa uğramaz ise, caizdir ki, günahı kadar ateşte azap oluna. Böylece, cehenneme duhulü de tahakkuk ede...

Lâkin, sair fırkalar hakkında cehennem ateşine girmek, bütün fertlerine şamildir; isterse orada daimi kalmak olmasın.

Fırka-i naciyede ise, bu mana, onların bazı masiyet irtikab eden kimselerine mahsustur.

Üstte anlatılan hadis-i şerifte:

"Hepsi..."(Küllühüm)" tabiri, bu beyana işarettir. Nitekim, bu mana gizli değildir.

Bu bid'atçı fırkalar, ehl-i kıbleden olmaları dolayısı ile; dinen zaruri olan işleri inkâr etmedikleri süre, kendilerini tekfir etmeye cür'et yerinde değildir. Tevatüren sabit olan şer'i hükümleri reddetmedikleri, zaruri olarak, dini işlerden geldikleri bilinen şeyleri kabul ettikleri takdirde, onlar kâfir görülmezler. Bu manada, ulema şöyle dedi:

-Bir meselede, küfrü gerektiren doksan dokuz yön olsa da, bir yönde küfrü nefyetse; yerinde olur ki, bu küfrü nefyeden yön tutula... Küfürle hüküm verilmeye...

En iyisini Sübhan Allah bilir ve en sağlamı onun kelâmıdır.

***

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki;

"Bu ümmetin fukarası, zenginlerden yarım gün evvel cennete gireceklerdir..." hadis-i şerifinde geçen:

"Yarım gün..." manasına... Bundan murad; dünya senelerinden beş yüz senedir. Zira, Allah katında bir gün, bin senedir. Bu manada, bir ayeti kerime şöyledir:

"Rabbin katında bir gün, sene saydıklarınızdan bin sene gibidir."(22/47)

Anlattığımız manaya da şahittir.

Bu müddetin takdiri de, sanı büyük Allah'ın ilmine bırakılmıştır. Orada; ne gece, ne gündüz, ne sene, ne de ay vardır. Yani bilinen manada.

Bu hadis-i şerifte geçen:

"Fakir..." tabirinden murad ise, o sabırlı fakirdir ki, şeriat hükümlerine tutunur; şeriatın yasak ettiği şeylerden dahi kaçınır.

Fakrin dereceleri ve mertebeleri vardır ki; onların bazısı bazısından üstündür. Onun en yüksek mertebesi ise, fena makamında tasavvur edilir. Ki bu fena makamında, Sübhan Hakkın gayrı muzmahil ve mütelaşi olup unutulmuştur.

Bir kimse, fakrin bütün mertebelerini cami olur ise, bazısında tahakkuk edip bazısında tahakkuk etmeyenden daha faziletlidir.

Bir kimsede, fakrin zahiri fena ile var ise, zahiri fakrin olmayışı ile yalnız kendisinde fena olandan daha faziletlidir.

Bu manaları anla...


***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

451. DÖRTYÜZ ELLİBİRİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Tabileri ile hac seferi müşaveresine cevap.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace Hüsameddin Ahmed'e yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Seçmiş olduğu kullarına da selâm.

Bu taraftaki fukaranın (dervişlerin) hal ve vaziyetleri hamd olsun iyidir. Sübhan Allah'tan niyaz; sizin de selâmet ve afiyet üzere olmanızdır.

Şefkat ve merhamet üzere bu Fakir'in adına gönderilen mübarek mektubun mütalaası ile şerefyab oldum.

Şu iştiyakı izhar etmişsiniz: Ehil ve ayal ile her iki haremin birine gidip kalmalı ve orada ölmeli.

Ey mükerrem mahdum,

Ehil ve ayal ile gitmeniz, nazarda zahir olmamaktadır; hatta böyle bir şeye men (engel) anlaşılmaktadır. Sizin tek başınıza gitmeniz, nazarda güzel zahir olmaktadır. Selâmetle kavuşmanızı dileriz. İş Sübhan Allah'a kalmıştır.

Gelelim siyd... maddesine (galiba, keçi eti bahsi olacak...) (Müstakimzade'nin tercümesinde bu cümleye verilen manayı anlayamadık.)

Bunun için yazmışsınız ki:

-Tabipler onun zararına hükmetmektedirler.

Ey müşfik,

Nazar derinlere indikçe, onda zarar müşahede edilmemektedir. Onda bir zulmet hissedilse dahi, zarar zulmeti değildir. Onun nazar yönünü anlayamadık.

Hülâsa, tabiplerin anlattığı zarar yoktur.

En iyisini bilen Sübhan Allah'tır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

452. DÖRTYÜZ ELLİİKİNCİ MEKTÛP

MEVZUU: Sofiye için hasıl olan ilme'l-yakin ite akıl erbabı için meydana gelen ilme'l-yakin.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlana Muhammed Sadık Keşmiri'ye yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.

Bilesin ki,

Sofiye katındaki ilme'l-yakin; eserden müessire istidlalden hasıl olan yakinden ibarettir. Bu mana, nazar ve istidlal ehline de müyesser olmaktadır.

Bu durumda, sofiyeye mahsus olan ilme'l-yakin ile akıl erbabına gelen ilme'l-yakin arasında ne fark vardır?

Sofiyeye mahsus olan ilme'l-yakin; neden keşfe ve şühuda dahil olmakta ve ulemaya mahsus olan da, nazar ve fikir darlığından çıkamaz?

Bu manada şunun bilinmesi gerekir ki;

Eseri müşahede etmek, her iki taifenin ilminde de gereklidir. Şunun için ki, meşhud olmayan müessire intikal edile.

Netice mana da şudur:

Eserle müessir arasında irtibat olduğundan; bu irtibat, eserin vücudundan, müessire intikal etmeye sebep olmuştur. Bu irtibat ise, sofiyeye mahsus olan yakin ilminde keşif ve müşahede edilmiştir. Amma, ulema için böyle değildir. Zira bu, onlarda nazari ve fikridir. Zaruri olarak, intikal dahi nazari ve fikri olmaktadır.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; birinci taifenin yakini, keşfe ve şühuda dahildir; amma ikinci taifeninki böyle değildir. Zira, o istidlal darlığından çıkamaz. Sofiyenin yakinine:

-istidlal ıtlakı ise, zahire ve surete mebnidir. Çünkü o, eserden müessire intikali tazammun etmektedir. Amma hakikatte, keşfe ve şühuda dahildir. Ulemanın yakininde durum böyle değildir; bunların yakininde istidlalin hakikati vardır.

Üstte anlatılan ince fark, pek çoklarının nazarından gizli kaldığından; zaruri olarak, hayret mertebesinde kalmışlardır. Dolayısı ile onlardan bir cemaat kendi kusurlarından; sofiyeye mahsus olan iime'l-yakini: -Eserden müessire istidlal olarak tefsir eden bazı büyüklere itiraz dilini uzatmıştır. Bütün bunlar, işin hakikatına muttali olamamaktandır. Hakkı yerine getiren yüce Allah'tır. Bu yola, o hidayet eder. Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

453. DÖRTYÜZ ELLİÜÇÜNCÜ MEKTÛP

MEVZUU: Kadınlar için zaruri olan nasihatlar.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, saliha hanımlardan birine yazmıştır.
***

Önce bir ayet-i kerime meali:

Allahu Teala şöyle buyurdu:

"Ey Nebi, iman eden kadınlar sana: Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ayakları arasında iftira düzmemek, herhangi bir iyilikte sana asi olmamak üzere, biat için sana geldikleri zaman; onlarla biat et. Onlar için, Allah'tan bağış talebinde bulun. Çünkü: Allah Gafur Rahim'dir."(60/12).

Mekke'nin fethi günü, Resulullah (sav) Efendimiz, erkeklerle olan biati tamamladıktan sonra; kadınlarla biat etmeye başladı.

Kadınlarla olan biat, yalnız sözlü idi; Resulullah (sav) Efendimizin eli, biat eden kadınların ellerine hiç değmedi.

Kötü ve düşük huylar, erkeklerden çok kadınlarda bulunduğundan; erkeklerin biatına göre kadınların biatında fazladan şartlar beyan buyurdu. Yüce Allah'ın emrine imtisal ederek, o vakitte kadınları o kötü huylardan men etti.

O şartlardan birincisi şuydu: Allah'a şirk koşmamak... Koşulan sirk, yüce Hakkın ne vücub vücubunda, ne de ibadet istihkakında olacaktır.

Bir kimsenin ameli; riyadan, şüm'adan, (Görsünler ve işitsinler diye yapılmaktan), Allahu Teala'nın gayrından; sözde ve övmekle olsa dahi ecir talebinden beri olmaz ise, o amel şirk dairesinin dışında değildir. O ameli yapan dahi, halis bir muvahhid olmaz. Resulullah (sav) Efendimiz bu manada şöyle buyurdu:

"Ümmetimde şirk, karanlık gecede karalasın üzerinde yürüyen karıncanın ayak izinden daha gizlidir."


Bir şiir:

Şirksiz olma sözü incedir karınca izinden;

Karanlık gecede bir karatas üstündekinden...

Resulullah (sav) Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: "En küçük şirkten sakınınız." Sordular: -En küçük şirk nedir ya Rasulallah? "Riyadır..."

Bundan başka, şirk âdetlerine, küfür mevsimlerine tazim etmek şirkte sağlam bir basamaktır.

İki dini tasdik eden dahi, şirk ehlinden sayılır. İslâm hükümlerinin mecmuu ile küfrü bir araya getirmeye teşebbüs eden dahi müşterektir. Halbuki küfürden teberri etmek, şirk şaibelerinden sakınmak tevhiddir.

Marazların, hastalıkların defi için, asnamdan ve tağuttan (kâhin ve putlardan) yardım talep etmek aynen şirktir. Böyle şeyler, ehl-i İslâm'ın cahilleri arasında şayi olmaktadır.

Yontulmuş taşlardan hacet talep etmek dahi küfrün kendisi olup yüce Vacibü'l-Vücud zatı inkârdır.

Allahu Teala, bazı dalâlet ehlinin halinden şikâyet ederek, şöyle buyurdu:

"Şu kimseleri görmez misin ki, onlar sana indirilen ve senden önce indirilene iman ettiklerini sanırlar; kâhini de hakem tutmak isterler. Halbuki, ona küfretmek için emir almışlardır. Şeytan dahi, onları, derin bir sapıklıkla saptırmak ister."(4/60)

Kadınların pek çoğu, memnu olan bu yardım talebini yapmaya müptelâdırlar. Kendilerinde bulunan tam cehalet sebebi ise, müsemmadan hali olan bu isimlerden beliyyenin defini talep ederler... Şirk ehlinin ve şirkin merasimini edaya meftundurlar. Bilhassa, Hindistan kadınları sırasında:

-Setile... diye bilinen cederi (çiçek veya benzeri kabarcıklı bir hastalık) marazının arız olduğu vakitlerde.

Anlatılan fiil, o kadınların hayırlısında ve şerlisinde; bu zamanda müşahede edilip görülmektedir. O derecede ki, bu şirkin inceliklerinden geri kalan, onun âdetlerinden bir âdete gitmeyen tek kadın bulunamamaktadır. Meğer ki Allahu Teala'nın koruduğu biri ola...

Hinduların büyük bildikleri günlere tazim, Yahudilerce bilinen gün âdetlerine uymak küfrü icab ettirip şirki gerektirir.

Nitekim ehi-i islâm'ın cahilleri, bilhassa kadın kısımları küffarın belli günlerinde küfür merasimini icra etmektedirler. Bunları kendileri için de bayram kabul edip kızlarının ve kardeşlerinin evlerine onlara benzeyen hediyeler yollamaktadırlar. Zarflarını dahi küffar gibi o mevsimde boyarlar. Ayrıca onları kırmızı pirinçle doldurduktan sonra yollarlar. O mevsime de tam manası ile itina ederler.

Bütün bu anlatılanlar şirktir ve Allah'ın dinine karşı küfürdür. Bu manada, Allahu Teala, şöyle buyurdu:

"Onların pek çoğu, Allah'a iman etmez; meğer ki müşrik halleri ile inanalar..."(12/106)

Kendilerine adak yapılmış olarak, meşayihin kabirlerinde, meşayih için adak olarak kesilen kurbanları dahi, fıkhi rivayetlerde fukaha şirke dahil edip üzerinde sıkı durdular. Sonra bunu, şer'an men edilen cinne tapanların kestikleri cinse dahil eylediler. Kendisinde şirk şaibesi olduğundan, bu amelden dahi sakınmak gerek. Zira, adak yolları bunun dışında çoktur. Neden dolayı, öyle bir şekilde hayvan boğazlanıp da, cinne tapanların cin için kestiklerine benzetilip onlara katılmak olsun?

Kadınların, meşayih niyeti ile oruç tutmaları da böyledir. Bunların isimlerini ekseriyetle kendiliklerinden uydururlar; onların niyeti ile de oruç tutarlar. Her gününün iftarı için, hususi bir vaziyet tayin ederler. Oruç için de, günler tayin ederler. Taleplerini ve maksatlarını da bu oruçlara bağlı kılarlar. Bu oruçlar sebebi ile, o meşayihten hacetlerinin yerine gelmesine talep ederler. Sanırlar ki, işlerinin yerine gelmesi onlardandır. Böyle bir fiil, Allah'ın ibadetinde başkasını ortak etmektir. Ona ibadet yolu ile hacetlerin talebini başkasından yapmaktır. Üstte anlatılan fiilin şenaatini bilmek gerek. Bir hadis-i kusdisede şöyle geldi: "Oruç benim içindir; onun mükâfatını ben veririm." Bunun daha açık manası şudur:

-Oruç bana mahsustur; oruçta başkasının bana ortaklığı olamaz. Her ne kadar yüce Hakka bütün ibadetlerde başkasını ortak etmek aciz olmasa dahi; bunun oruca mahsus görülmesi, ona önem verip ondan ortaklığı atmak içindir.

Bu şeni fiili izhar ettikleri zaman, bazı kadınlar der ki: -Biz, bu oruçları Allah için tutarız. Ancak, onun sevabını meşayihin ruhlarına hediye ederiz.

Böyle bir söz, onlardan gelen hile yoludur. Eğer bu sözlerinde doğru iseler; oruç için günlerin tayinine ne hacet? Hususi taam vermek, iftarda çeşitli şeni vaziyetlerin tayinine neden gerek duyulur?

Onlar, çok kere, iftar vaktinde haram işler irtikâb ederler. Haram olan bir şeyle de oruç açarlar. Hiç de muhtaç olmadıkları halde, dilenirler ve o dilenerek aldıkları ile oruç açarlar. Sanırlar ki, hacetlerinin yerine gelmesi, bu haramı irtikâbına bağlıdır.

Üstte anlatılan manada yapılan işler aynen dalâlet olup, şeytanın aldatmacalarıdır. Allah korusun.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Kadınların biatında ikinci şarta gelince... Bu, HIRSIZLIKTIR. Bu da yasaktır. Bu dahi, seyyielerin büyüklerindendir. Bu kötü huy, çoğunlukla kadınlarda bulunmaktadır. O kadar ki, bundan kurtulan kadın bulunmayacak kadardır. Bunun için de, onlarla yapılan biatta, hırsızlıktan nehyetmek şart oldu.

O kadınlar ki, kocalarının mallarında, izinlerini almadan tasarruf edip hiç sakınmadan onları telef ederler; hırsızlar cümlesine dahildirler. Bu arada şöyle dememiz mümkündür:

-Bu mana, bütün kadınlarda sabit olup, bu hıyanet onların bütün fertlerinde var gibidir. Meğer ki Sübhan Allah'ın koruduğu biri ola... Keşke böyle bir şeyi seyyie ve hıyanet saysalar. Onlarda bu seyyieyi helâl bilmeleri korkusu çoktur. Böyle bir helâl bilme cihetinden de, küfür korkusu onların halinde daha ziyadedir. Şanı yüce mutlak hakim Zat, şirki yasak ettikten sonra, kadınlara hırsızlığı da yasak etti. Şu bağlantı ile ki: Bu kötü işin küfürde sağlam bir basamağı vardır. Yani kadınlar hakkında... Bu da, hırsızlığı helâl bilmelerinin yaygın olması sebebi iledir.

Böyle bir iş, kadınlar hakkında sair seyyielerin en kötüsüdür.

Kadınlara, kocalarının mallarını almanın tekerrür etmesi sebebi ile hıyanet melekesi hasıl olunca; başkalarının mallarında tasarruf etmenin kötülüğü de onların nazarından düşünce, zevcelerinden başkalarının mallarında tasarrufa geçmeleri de uzak görülmez. Dolayısı ile, sakınmadan hıyanetle başkalarının mallarını da çalarlar. Çok az düşünmekle bu mana açık bulunmaktadır.

Üstte anlatılan manadan da tahakkuk etti ki, kadınları hırsızlıktan nehyetmek, İslâm dinini en önemli işlerindendir.

Kadınlarla bağlantılı olarak, bunun çirkinliği şirkten sonra taayyün etmiştir.

Bu arada bir ek bilgi:

Resulullah (sav) Efendimiz, bir gün ashaba sordu:

"Hırsızlığın en kötüsü nedir bilir misiniz?"

Dediler ki:

-En iyi bilen, Allah ve Resulüdür.

Bunun üzerine, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"En kötü hırsız, namazından çalandır. Yani namaz erkânını ikmal etmez; onu kemal üzere eda etmez."

Bu hırsızlıktan sakınmak dahi zaruri görülmektedir; ta ki namaz kılan en kötü hırsızlardan olmaya...

Namaz niyeti, kalb huzuru ile olmalıdır. Zira, namaz, niyet hasıl olmadan sahih olmaz.

Namazda okunan Kur'an dahi sıhhatli okunmalıdır.

Rükûun sücudun, oturmanın ve kalkmanın yapılması dahi itminan ile olmalıdır. Yani rükûdan kalkarken, tam kalkmalı; bir teşbih okuyacak kadar da öyle durmalıdır. İki secde arasında dahi, bir teşbih okuyacak kadar oturmalıdır. Böyle yapmalı ki, oturmada ve kalkmada, itminan müyesser ola...


Bir kimse, anlatıldığı gibi yapmadığı takdirde; kendisini hırsızlar zümresine katmış ve tehdid altına girmiş olur.

***

Gelelim, kadınlarla yapılan biat şartlarının üçüncüsüne... ZİNADIR. Bu dahi nehyedilmiştir.

Kadınlarla olan biatin, bu şartla olan husisiyeti odur ki; zina işi kadınlarda daha çoktur. Bu da, zina işine onların rızalarının husulü, kendilerini erkeklere arz etmeleri sebebi iledir. Bu işte, kadınlar daha öndedir; bu işin husulünde onların rızası dahi muteberdir. Dolayısı ile bundan nehyetmek durumu, onlar hakkında daha tekidli oldu.

Bu işte, erkekler kadınlara tabidir. İş bu mana icaba olarak, Kur'an-ı Mecid'de Sübhan Hak, zina eden kadını, zina eden erkekten önde anlattı.

Şöyle buyurdu:

"Zaniye... (zina eden kadın) zani... (zina eden erkek) bunların her birine yüz değnek vurun..."(24/2)

Bu kötü iş, dünya ve ahiretin hüsranına muciptir. Bütün dinlerde çirkin ve kötü görülmüştür. Ebu Huzeyfe (ra) Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etti:

"Ey insanlar, zinadan sakınınız; onda altı haslet vardır ki, bunların üçü dünyada olup üçü de ahirettedir. Dünyada olanlar şunlardır:

a) Zina, insanın değerini, nuraniyetini, safasını giderir,

b) Fakirlik getirir,

c) Ömrü kısaltır.

Ahirettekiler ise şunlardır:

a) Yüce Allah'ın darlığı ve gazabıdır,

b) Kötü bir şekilde hesap vermektir,

c) Cehennem ateşi azabıdır.

Bundan başka Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Gözlerin zinası, yabancı kadınlara bakmaktır. Ellerin zinası, yabancı kadınlara el sürmektir. Ayakların zinası, yabancı kadınlara gitmektir..."

Bu manada, şu ayet-i kerimeler vardır:

"Müminlere söyle: Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar; edep yerlerini korusunlar. Bu, kendileri için pek temiz bir harekettir. Allah yaptıklarından haberdardır."(24/30)

Sonraki ayet-i kerimede ise şöyle buyurdu:

"Müminlere (kadınlara) da söyle: Gözlerini harama bakmaktan korusunlar; edep yerlerini muhafaza etsinler..."(24/31)

Şunun da bilinmesi yerinde olur; şöyle ki:

Kalb, göze tabidir. Göz, harama bakmaktan sakınmadığı takdirde; kalbin korunması müşkil iştir. Kalb dahi, öyle şeylerle meşgul olduğu takdirde, edep yerini korumak da zordur.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; edep yerini korumak zaruridir. Şu manadan ötürü ki, edep yerini korumak müyesser ola...

Allahu Teala, kadınları, yabancı erkeklerle konuşurken; fücur işleyen kadınlar gibi yalpayı konuşmaktan dahi, Kur'an-ı Mecid'de nehyetti. Ta ki, kalblerinde maraz olanlar, bir şey umup onlara kötü kasdda bulunmayalar... Onların âdet olduğu şekilde konuşmalarını emretti. Yani herhangi bir vehme kaptırmaktan ve bir tamah vermekten...

Bundan başka, kadınlara; erkeklerin yanında zinetlerini açığa çıkarmaktan nehiy geldi. Ta ki, erkeklerde o manada bir ihtiyaç zahir olmaya...

Bundan başka, kadınlar; yürürken ayakları ile yere vurmak dahi nehyedildi. Ta ki," gizli zinetleri, yani halhal ve benzeri şeyleri bilinmeye... Bu şekilde ayak yere sıkı vurulunca, onlar oynar ve şıngırdar. Böyle bir şey dahi erkeklerin kadınlara meylini gerektirir. Hulâsa, her ne şey ki, fişka çeker; o şey, kötü olup yasak edilmiştir.

Mutlaka, böyle bir şeyden korunmak gerekir ki, haramın başlaması ve mukaddimesi" irtikâb edilmeye... Böylelikle de, selâmet müyesser ola... Yani haram işlerin kendilerinden.

Koruyucu Sübhan Allah'tır.

"Başarı dileğim, ancak Allah'adır. Ona tevekkül ettim; ona bağlandım..."(11/88)

Şu da gizli bir mana değildir ki:

Yabancı kadın, kadına nazar etmekte ve onu şehvetle okşamakta yabancı erkek gibidir. Bu manadan olarak, kadının kocasından başkasına süslenmesi caiz değildir. Bu başkası, isterse kadın olsun...

Erkeklerin tüysüz delikanlıya şehvet nazarı ile bakmaları ve aynı duyguyla onları okşamaları haram olduğu gibi; şehvetle kadınların kadınlara bakmaları ve onları okşamaları dahi haramdır. Bu inceliğe de çok riayet edilmesi gerek. Zira böyle bir şey dünya ve ahiret hüsranına çıkan geniş, bir yoldur.

Bir erkeğin kadına ulaşması; iki sınıf arasında bulunan ayrılık ve manilerin olması sebebi ile zordur. Amma kadının kadına ulaşması böyle değildir. Zira, iki sınıfın ittihadı için kolaylık ve suhulet vardır. Bundan dolayı, öbür manadan daha çok, bu hususa dikkat edip ihtiyatlı hareket etmeleri gerekir.

Kadının kadına nazar etmesini, erkeğin kadına nazar etmesini, kadının dahi erkeğe nazar etmesini açık bir şekilde men etmek gerek...
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Kadınların biatındaki dördüncü şarta gelelim: ÇOCUKLARI ÖLDÜRMEKTİR.
Şu manadan ötürü ki: Cahiliyetteki kadınlar, fakirlik korkusu ile, kız çocuklarını öldürürlerdi. Bu şeni iş, bir insanı öldürmek olduğu gibi, soyu da kesmektir. Böyle bir şey de, büyük günahlardan sayılır.

Kadınların biatında anlatılan dördüncü yasak şart ise, BÜHTAN ve İFTİRADIR.

Anlatılan bu kötü huy, kadınlarda daha ziyade olduğundan; bilhassa onlar bu işten nehyedildi. Bu sıfat, çirkinlik itibarı ile kötü sıfatların en şiddetlisidir.

Rezil huyların da en rezilidir. Zira o, bütün dinlerde haram olan yalanı tazammun eder; hepsinde de kötü görülmüştür. Bundan başka, müminlere eziyet sayılır ki, bu dahi haramdır. Sonra o, yeryüzünde fesadı gerektirir ki, mahzurlu olup men edilmiştir. Kur'an hükümlerinin kafi kararı ile, kötü olarak kabul edilmiştir.

***

Gelelim altıncı şarta ki, Peygambere asi gelip ona muhalefet etmekten nehiydir. Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. Hem de verdiği emr-i marufun tümünde.

Bu şart, bütün emirlere imtisal etmeyi; şer'i yönden gelen bütün yasaklara da uymayı tazammun etmektedir.

imtisal edilmesi gereken işler arasında şunları sayabiliriz: Namaz, oruç, zekât, hac.

Anlatılan dört şart, Allah'a ve Allah katından gelenlere imandan sonra, islâm'ın üzerine kurulduğu işlerdir.

Ciddiyetle, çaba harcayarak; tembellik edip ara vermeden, namazın eda edilmesi gerekir.

Bir minnet borcu kabul ederek, zekâtın dahi sarf edilecek yerlerine verilmesi yerinde olur.

Ramazan ayı orucunu dahi tutmak gerek. Zira bu oruç; bir senelik seyiata kefaret sayılır.

Hac vazifesinin dahi eda edilmesi gerek. Zira, Resulullah (sav) Efendimiz hac hakkında şöyle buyurdu: "Hac, yapılmadan önce işlenenlere de kefaret olmayı gerektirir."

Bu vazifeyi de eda etmeli ki, İslâm kıyamı sağlansın.

Anlatılanlardan başka, mutlaka vera (şüpheli işlerden çekinmek) ve takva (her türlü kötülükten dikkatle sakınmak) lâzımdır. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Dinimizin direği vera'dır..."

Burada vera, şer'an nehyedilen işlerin terkinden ibarettir.

Müskirat (sarhoş edici şeyler) alıp yemekten dahi sakınmak gerek. Böyle şeyleri şarap gibi haram ve kötü bilmelidir.

Çalgılı işlerden de sakınmalıdır. Bundan sakınmak zaruridir. Çalgılı şeyler hakkında şöyle geldi:

"Gına (çalgı) zinanın efsunudur."

Zira, böyle şeyler oyuna ve oyalanmaya girer ki, haramdır.

Gıybetten, nemimeden (söz gezdirmekten) dahi sakınmak gerek. Bunlar da yasak edilmiştir.

Maskaralıktan ve bir mümine eziyet etmekten dahi sakınmak zaruridir. Zira, her ne veçhile olursa olsun; bir mümine eziyet edip alaya almak, eğlenmek yasaktır.

Şum tutmak ve herhangi bir şeyi uğur sayıp onun tesirine inanmak dahi yerinde değildir.

Hastalığın da, bir şahıstan diğer şahsa geçeceğine itikad etmek doğru olmaz. Zira, Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz, her ikisinden de men edip şöyle buyurdu:

"Ne şum tutmak, ne de geçme vardır..."

Kâhinlerin ve müneccimlerin sözlerine itibar etmek yerinde değildir. Bunlara gaybe dair işler sorulmamalı ve gaybe dair işlerde onların maarifetli olacaklarına itikad etmemelidir.

Bu hususta dahi, çokça yasak emri gelmiştir.

Sihir istimalinden dahi, sakınmak gerek. İster yapmak, isterse yaptırmak için olsun. Zira, böyle bir şey, kesin olarak haramdır. Bunun küfürde sağlam bir basamağı vardır. Hiçbir günah yoktur ki; sihir istimalinden daha ziyade küfre yaklaştırsın. Bundan çok sakınmak gerekir ki, onun inceliklerinden hiçbiri sudur etmeye...

Bir rivayette şöyle geldi:

"Müslüman, Müslüman olarak kaldıkça, kendisinden sihir (büyü) sadir olmaz."

Allah, bizleri korusun; ondan iman zail olduğu takdirde kendisinden sihir sadır olabilir.

Sihir ve imandan her biri, birbirinin naksedicisi gibidir. Yani sihir vaki olunca, iman kalmaz.

Anlatılan inceliğe dikkat etmelidir ki, imana bir halel gelmeye ve bu amel şumluğu ile, islâm elden gitmeye...

Hulâsa, muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz her ne haber vermiş ise, şeriat kitaplarında ulema her neyi beyan etmiş ise, onlara intisal için, tam manası ile çalışmak gerek. Hem de, onların hilafını, öldürücü bir zehir ve ebedi ölüme kavuşmak, sonsuz azapların dahi çeşitlerine uğramak olduğunu bilerek.

***


Kendileri ile biat edilen kadınlar, anlatılan şartları kabul edince; Resulullah (sav) Efendimiz, onların mücerred sözü ile biat etti. Yüce Allah'ın emri ile de, onların bağışlanmasını talep etti. Bir cemaat hakkında, Resulullah (sav) Efendimizin istiğfarı vaki olunca; onların bağışlanacağına tam bir ümit vardır. Yani kabul olacağı şanında. O cemaat dahi, bağışlanmış olur.

Ebu Süfyan'ın zevcesi Hind dahi, bu biat eden kadınlar arasında idi. Hatta onların başkanı idi. Onların namına konuştu. Onun hakkında dahi, tam manası ile, bir bağışlanma ümidi vardır.

Hangi kadın olursa olsun; bu şartları itiraf edip de, iktizasına göre amel eder ise, hükmen bu biata dahildir; bu istiğfar bereketinden ona da ümid vardır.

Allahu Teala şöyle buyurdu:

"Eğer şükredip de iman ederseniz, Allah size azapla ne yapsın?"(4/147)

Burada şükretmenin manası şudur: Şer'i hükümleri kabul edip onların 'iktizasına göre amel etmek...

Necat ve halâs yolu, şeriat sahibi Resulullah (sav) Efendimize; itikadda ve amelde tabi olmaktır.

Üstaz ve şeyh, ancak şeriata dalâlet içindir. Onların bereketi ile itikad ve amele dair işlerde suhulet ve kolaylık olması içindir. Ancak şöyle bir şey için değildir: Müridler, dilediğini yapacak, canının istediğini yiyecek; sonra şeyh onlara cehenneme karşı perde olup kendilerini azaptan koruyacak! Böyle bir şey, sırf temennimden ibarettir.

Orada ancak, Allah'ın izni ile bir kimse şefaat edebilir. Bir kimse ki, Rabbinin razı olduğu murtaza zümreden değildir; hiç kimse onun hakkında şefaat edemez.

Rızaya nail olan murtaza o kimsedir ki, şeriat iktizasına göre amel eder; bu arada kendisinden ufak bir hata da sudur eder ise, amma beşeriyet iktizası olarak, işte hali anlatıldığı olan bir kimsenin şefaatle kurtulması mümkündür.

Burada, şöyle bir şey sorulabilir:

-Hangi itibara göre, günahkâr bir kimseye:

-Murtaza demek mümkün olur?

Bunun için şu cevabı veririm:

-Sübhan Hak, bir kimsenin bağışlanmasını murad eder ise, onun affı şanında bir vesile meydana çıkar. Böyle bir kimse, hakikatte murtazadır; isterse zahirde günahkâr olsun.

Başarı ihsan eden Sübhan Haktır.


Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet ver. Bizim için işimizde başarı hazırla..." 8/10)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

454. DÖRTYÜZ ELLİDÖRDÜNCÜ MEKTÛP


MEVZUU: Bir manada müjde.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace Muhammed Haşim'e yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulüne... Sizlere dahi dualar ettiğimi bildiririm.

Malumunuz olsun ki,

Molla Fethullah ile gönderilen mektup ulaştı. Mahabbet, ihlâs, hararet ve iştiyakı da tazammun ettiğinden, ferah ve sürür verdi. Nuraniyetinizin dahi, çevreye yayıldığı zahir oldu. Bu mana, mektubunuzu mütalaa sırasında zahir oldu ve nazarda çokça yayılıp dağıldığı görüldü. Bu mana dahi, bana ümit verdi.

Bunun için, Sübhan Allah'a hamd ve şükürler olsun.

***

Bundan daha ziyade ne yazayım?

Ey muhib,

Mir Muhammed Nu'man'ın mektuplaşmayı bırakmasının sebebini bilemiyoruz. Şayet bu taraftan, bir şeyin tevehhümü kendisine vaki olmuş ise, böyle bir şey asla vaki olmamıştır.

Hatta tam bir safa ile tasavvur etmek gerekir ki, Fakir tam manası ile Mir tarafını son derecede muhafazaya çalışmaktadır. Hem de, kuşun yumurtasını korumaya çalıştığı gibi... Ta ki, talep işine bir fütur gelip de, saliklerin yolunda bir kapanma olmaya...

***

İki aydan beri Fakir'e zaaf geldi. Bunun için daha önceki mektuba dere e dilen suallerin cevabının müsveddesinden aciz kaldı. Şayet Sübhan Allah, sıhhat ve afiyet nasib ederse yazarız. Olmazsa asbabdan dua ve fatiha bekleriz. Sübhan Allah bize yeter, o ne güzel vekildir.

Selâm size ve diğer ehlüllaha. Evlâd-ı kiram selhamette, ganimet içinde ve bütün kötülükten mahfuz olsunlar.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

455. DÖRTYÜZ ELLİBEŞİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Zaman Sultanı ile mahfilinde vaki olan konuşmanın beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.
***

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.

Sonra...

Bu tarafın hal ve vaziyetleri hamd etmeyi icab ettirir.

Hayret verici, görülmemiş sohbetler geçti. Yüce Sübhan Allah'ın inayeti ile bu konuşmalarda; dini işlere ve İslâmi esaslara kıl kadar olsun bir müdahane ve gevşeklik düşmedi.

Sübhan Allah'ın muvaffakiyet vermesi ile; has meclislerde ve halvetlerde sudur eden ibarelerin aynıyla bu yerlerde beyanı vaki oldu.

Şayet bir mecliste cereyan edeni yazacak olsak; bir cilt dolmak ister. Bilhassa Ramazan ayının on yedinci gecesi olan leyle-i barihada cereyan edeni.

***

Enbiyanın biseti üzerinde çok şeyler anlattım.

Aklın istiklâli olmadığı üzerinde de durdum.

Ahirete iman, oranın azabı ve sevabı, rüyetin isbatı, Hatemü'r-rüsul Resulullah (sav) Efendimizin Hamiyeti, her yüz yılın müceddidi, Hulefa-i Raşidin'e iktida, teravihin sünnet oluşu, tenasühün batıl olduğu, cin halleri ve onların azapları, sevapları, daha bunların benzeri işler anlatıldı.

Bütün bu anlatılanlar pek güzel bir şekilde dinlendi.

Bu arada; kutupların, ebdalin ve evtadın hallerine dair başka şeyler de anlatıldı. Onların hususiyetleri dahi anlatıldı.

Sübhan Allah'a hamd olsun ki, siz olduğunuz halde kaldınız ve hiçbir şekilde de zahir olmadı.

Ümid odur ki, Sübhan Allah'ın, bu vakıalar ve mülakatta saklı maslahatları ve gizli sırları vardır.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Allah'a hamd olsun ki... bunu bize hidayet eyledi... Eğer Allah bize hidayet etmeyeydi, biz yolunu bulamazdık. Rabbimizin resulleri hakkı getirdi..."(7/43)

***

Kur'an-ı Kerim'in hatminde Ankebut suresine kadar geldim.

Her gece o meclisten dönüyorum; yerime gelip teravih vazifesini yapıyorum.

Hıfzın faydası büyük bir devlettir. Gönül birliği cemiyetin aynı olan bu kesik günlerde o dahi hasıl oldu. Evvel ahir Allah'a hamd olsun.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

456. DÖRTYÜZ ELLİALTINCI MEKTÛP

MEVZUU: Uhrevi rüyeti inkâr edenlerin şüphelerini atmak hakkındadır.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mir Abdürrahman b. Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile...

Rüyet meselesi, (yani ahirette yüce Allah'ı görmek) hakkında irad ettikleri itiraz, hatta rüyetin nefyi için ikame ettikleri delil şudur: Gözle görmek iktiza eder ki; görülen aynı hizada buluna ve görenin mukabilinde dura... Böyle bir şey ise, Vacib Teala hakkında yoktur. Zira böyle bir şeyin olması ciheti gerektirir. Bu cihet ise; ihata, tahdid, nihayeti getirir. Böyle bir durum da, üluhiyete münafi olan noksanı gerektirir.

Halbuki yüce Allah, anlatılan manadan yana, tam bir yüceliğe sahiptir.

Üstte ileri sürülen itiraza cevap şudur:

Kemal üzere kudret sahibi olan yüce Sultan, iki parça içi boş, histen ve hareketten uzak damara; bu zayıf fani dünya hayatında, hiza ve mukabil durma şartı ile eşyayı görüp hissetme kuvvetini verdikten sonra, ahiretin kuvvetli ve baki hayatında o iki parça damara neden bir kuvvet vermesi mümkün olmasın ki; hizasız ve mukabelesiz olarak görülecek olanı o kuvvetle göre... Bu durumda o görülecek olanı ister bütün cihetlerde bulunsun; isterse hiçbir cihette bulunmasın. Bu işin uzak görülmesine sebep nedir ve muhal oluşu nereden gelir?

Zira, Fail-i Muhtar olan yüce Zat, iktitarın en yüce mertebesindedir. Bir istidadlı için kabul eder ki, görme ve hissetme manaları ona taalluk etsin.

Bu manada asıl söz şu ki:

Yüce Allah bazı yerlerde, yararlı olacakları dolayısı ile, hiza şartını ve cihet tayinini gözlerin görmesi için koyar. Ondan başka, bazı yerlerde ve zamanlarda ise, bu şartı itibardan düşer. Anlatılan şart olmadan da, gözlerin görmesi takarrür eder. Aralarında tam zıddiyetin, değişikliğin bulunmasına rağmen; o yeri bu yerle kıyas etmek insaftan uzaktır. Böyle bir iddia, mülk ve şehadet alemi keşiflerinde kısa görüşe sahip olmaktır. Melekût aleminin acaiplerini dahi inkârdır.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Sübhan Hak, görüleceğine göre; gerekir ki, gözle idrak edilip kavrana... Böyle bir şey ise, haddi ve nihayeti gerektirir.

Halbuki, Allahu Teala, böyle bir manadan yana çok çok üstünlüğe sahiptir.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Mümkündür ki; görüle... Fakat gözle idrak edilip kavranmaya... Bu manada, Allahu Teala şöyle buyurdu:

"Gözler onu idrak edemez; ama o, gözleri idrak eder. Lâtif Habir odur."(6/103)

Müminler, Sübhan Hakkı ahirette göreceklerdir. Vicdani bir yakinle de, o şanı yüce Zat'ı gördüklerini anlayacaklardır. Bu görmeye terettüb eden lezzeti dahi kemal üzere kendilerinde bulacaklardır. Lâkin, görülen onlarca asla idrak edilmiş olmayacak, o manadan yana kendilerine kesin olarak bir şey hasıl olmayacak. Yalnız görmeyi bulmak ve onunla lezzet almak başka.


Bir şiir:

Rahat ol, hiç anka avlanır sanma;

Yoksa tuzaklar taşırsın daima...

Görülenin kavranıp idrak edilmesi manasında tevehhüm edilen rüyetteki noksan o yerde yoktur.

Cihetsiz olarak görmenin sübutu olduğu gibi, görene dahi bu rüyetten hasıl olan lezzet için ne noksan vardır; ne de kusur.

Hatta görülen yüce Zat'ın tam in'amından ve ihsanındandır ki, mahabbet ateşi ile yananlara kâmil cemalini açar ve rüyetinin zülâlinden kana kana onlara içirir.

Onları visali ile şereflendirmesi, yüce mukaddes Zat'ına hiçbir kusur ve noksan gelmeden olur. O Sübhan Zat'ın üns makamında dahi cihet ve ihata sübutu olmaz.


Bir şiir:

Gelmez noksan şanınıza bu yandan;

Olsa bende bir keramet şanından...

Bu manada şöyle de diyebiliriz:

Rüyetin husulünde, hiza ve mukabele şart olunca, gören tarafında dahi, aynı şekilde şart olması gerekir. Çünkü, görülen tarafında şarttır. Sonra, mukabele bir nisbet olup iki mütakabil tarafta da vardır. Yani gören ve görülende...

Üstte anlatılan manadan lâzım gelir ki, Sübhan Hak eşyayı göremeye... Görme sıfatı dahi, o yüce mukaddes Zat için sabit olmaya... Halbuki, böyle bir mana, Kur'an'ın kafi hükümlerine aykırıdır. Bu manalarda şu ayet-i kerimeler sarihtir:


"Allah, yaptıklarınızı görür..."(54/4)

"Gören ve duyan odur..."(42/11)

"Allah amellerinizi görecektir..."(9/94)

Sonra öyle bir manayı almak, o yüce Zat'tan kâmil bir sıfatı için noksan ve olmamaktır.

Burada şöyle bir soru da çıkabilir:

-Vacib Teala hakkında görmek, eşyayı bilmekten ibarettir. İlmin dışında görmek, ciheti icab ettiren manadan başka bir şey değildir.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Hiç şüphe yok ki, rüyet (görmek) kâmil sıfatlardan olup, Vacib Sübhan için sabittir. Hem de istiklâl ile... Bu mana, Kur'an'ın kesin hükmü ile anlatılmıştır. Bu durumda rüyeti ilme döndürmek, zahir olan mananın hilâfına irtikap etmektir.

Öyle bir mana kabul edilse dahi, yani rüyetin ilim kısımlarından olduğu, yine de bundan, hizanın şart olmaması lâzım gelmez. Yani ilimde. Zira, ilim iki kısımdır:

a) Bir kısım ilim var ki, bunda bilinen şeylerin hizada olması şart değildir.

b) Bir kısım ilim de vardır ki, bunda hiza şarttır. Bu, ikinci kısma:

-Rüyet... (Görmek) ismi verilmiştir. Bu kısım ise, mümkinatta ilim kısımlarının en alâsıdır; kalbin itminan mertebesinde hasıl olur.

Makulatta, yani akılla idrak edilen şeylerde, vehmin arız olmasından kurtuluş yoktur. Bu muarazadan kurtulan, ancak hissedilen (yani görülüp tutulan) şeydir.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, İbrahim Halil (as) Peygamber ölülerin dirilişini görmeyi taleb etti. Buna imanı ve yakini olduğu halde, görmekle kalbinin tatmin olmasını istedi.

Şunun da bilinmesi gerekir ki, sıfat-ı kâmilden olan rüyet, şayet Vacib Teala'dan olmayaydı; mümkine nereden gelecekti? Zira, mümküne hasıl olan her kemal, yüce mukaddes Vacib mertebesindeki kemalin bir aksidir. Haşa ki, Vacib Taala'da olmayan bir şey mümkinde buluna... Zira mümkin, haddizatında aynen noksandır; eğer onda bir kemal var ise, yüce mukaddes Hazret-i Vücub mertebesinden gelen bir emanettir. O makam, her hayrın ve kemalin kaynağıdır.


Bir şiir:

Getirmedim ki, evimden hiçbir şey, ancak;

Verdin bendekini, nefsim ondan olacak...

Sualin aslına bir başka cevap da şudur:

-Bu itiraz, yüce mukaddes Vacib Zat'ın varlığına da yürümektedir. Rüyeti nefyettiği gibi, yüce mukaddes Zat'tan varlığı dahi nefyetmektedir. Dolayısı ile, böyle bir itiraz varid değildir. Şunun için ki, aklen muhal olan bir şeyi getirir. O itirazın daha açık beyanı şudur:

-Sübhan Vacib Zat madem mevcuttur; alem cihetlerinden bir cihette olması gerekir. Meselâ altta, üstte, önde, arkada, sağda ve solda.

Halbuki, öyle bir şey ihatayı, tahdidi gerektirir ki, bunların hepsi de, üluhiyeti nefyeden noksandır. Allahu Teala, böyle bir manadan yana pek temizdir.


Burada şöyle bir soru da çıkabilir:

-Mümkündür ki, bütün cihetlerde buluna; ama bundan ihata ve tahdid lâzım gelmeye.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Onun bütün cihetlerde olması ve ihata ve tahdidi nefyetmez. Bu takdire göre o, elbette alemin ötesindedir. Bu durumda ikilik olur ki, başka başka olmayı gerektirir. Zira:

-İki şey, birbirinden başkadır. Kaziyesi, akıl erbabı katında mukarrerdir. Bu da, tahdidi gerektirir,

***

Şu mana gizli kalmamalıdır:

Bu gibi, süslü gösterilen haksız şüphelerden kurtulma yolu odur ki, gaybe ait hükümlerle, şehadete ait hükümlerin arası fark edile... Gayb dahi, şahide kıyas edilmeye. Zira mümkündür ki, şahidde bazı hükümler doğru olurken, gaibde yalan çıkar. Şahidde kemal olan dahi, gaibde noksan bulunur. Zira hükümlerin ayrılığı sabittir. Bilhassa iki yer arasında, uzun bir ayrılık olursa...

Toprak nerede Rabbü'l-erbab nerede!..

Allahu Teala, onlara insaf versin ki, Kur'an'ın sağlam hükümlerini inkâr etmeyenler... Hem bu karışık tevehhüm ve hayalât ile sahih hadis-i nebevileri dahi yalana çıkarmayalar...

İnzal olunan bu gibi hükümlere iman etmek gerek. Hem de, keyfiyetini, keyfiyeti belli olmayan ilme havale ederek. Onu anlamaktan yana da kusuru itiraf etmek gerek, idrak edilemediği için, o hükümleri nefyetmek yerinde bir hareket olmaz. Zira, böyle bir şey, selâmetten ve doğruluktan uzaktır.

Şu da mümkündür ki, pek çok şeyler aslında doğru oldukları halde, bizim kısa akıllarımıza göre uzak bulunurlar.

Eğer akıl yeterli olsaydı; Ebu Sina gibi birine olurdu. Ki o, işi akılla bulmaya çalışan akıl erbabına mukteda idi. Bütün akla dayalı hükümlerde haklı idi; onlarda yanılmadı. Halbuki o, bir meselede hata etti; o da şu hükme varmasıydı:

-Birden ancak bir sudur eder.

Bunun böyle olmadığı da, en küçük bir teemmülle insafla bakana açıktır. Bu makamda, İmam Fahr-i Razi ona taan edip şu ibareyi kullanmıştır.

-Asıl şaşırtıcı mana, o kimseden gelmektedir ki; bütün ömrünü hatadan koruyan bir âleti öğrenmek ve öğretmekle tüketmiştir. Sonra, en büyük matluba gelince; çocukları dahi güldürecek şeyler kendisinden sadir olmuştur.

Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet uleması, bütün şer'i hükümleri isbat etmişlerdir. Amma, bunların manası ister aklen bilinsin; isterse bilinmesin. Onların keyfiyetinin idrak edilemeyişi sebebi ile nef-yi cihetine de gitmezler.

Misal olarak, burada kabir azabını, Münkir Nekir sualini, sıratı mizanı ve benzerlerini alabiliriz. Ki bunlar, noksan akıllarımızın, idrakten yana kusurlu olduğu şeylerdendir.

Bu büyüklerin iktida ettikleri Kur'an ve hadistir; akıllarını da onlara tabi kılmışlardır. Şayet onları idrak zaferine ererlerse ne âlâ... Aksi halde, şer'i hükümleri kabul ederler. İdrak edemeyişi dahi, anlayışlarındaki kusura yorarlar. Bunlar başkaları gibi, akıllarının idrak edip kabul ettiğini kabul ve akıllarının idrakten aciz kaldığını da reddedenler değildir. Hiç bilmezler mi ki, peygamberlerin gönderilmesi, ancak Sübhan Mevlâ'nın razı olduğu bazı matlupları idrak etmekten yana akıllar kusurlu olduğu içindir. Akıl da, her ne kadar hüccet ise, lâkin kâmil manada hüccet değildir. Asıl kâmil hüccet, peygamberlerin biseti ile tamam olmuştur. Onlara salât ve selâm olsun. Bu manada, Allahu Teala, şöyle buyurdu:

"Biz, bir resul gönderinceye kadar azab ediciler değiliz..."(13/15)


***

Biz, yine esas sözümüze dönelim. Deriz ki:

-Hiza ve mukabele, her ne kadar şahidin (hazırın) görülmesinde şart olsa da, lâkin mümkündür ki, gaibin görülmesinde bunlar şart olmaya...

Galib mevcuttur; ancak mevcudat cihetlerinden herhangi bir cihette asla değildir.

Görenin görmesi olmasa dahi, o bütün cihetlerden münezzeh olduğu gibi; gördükten sonra da, ona bir cihet sabit olmaz.

Orada mukabele ve hiza yoktur; burada anlatılan mananın uzak görülmesi ve muhal sayılması neden? Şekli belli olmayan görüşün sekli belli değildir. Şekli belli olmayan, şekli belli olanın yolu yoktur.

Sultanın ihsanını ancak onun taşıyıcıları alabilir.

Keyfiyetten münezzeh görüşü; keyfiyeti belli görüşe göre, görülen şeylere taalluk eden keyfiyetle kıyaslamak münasip düşmez. Böyle bir şey, insaftan da uzaktır.

Doğruda basan ihsan eden Sübhan Allah'tır.

***

Zira, her ne.şey ki, icmal ciheti ile daha sıkı, cem'iyet itibarı ile daha çok olur; yüce Allah'ın zatına daha yakındır.

İnsanda bulunan, ya halk alemindendir, yahut emir aleminden. Kalbe gelince, bu iki alem arasında berzahtır.

Yükseliş, mertebelerinde ise, o mertebelerin tazammun ettiği şeylerden insan letaifi, asıllarına kadar yükselir. Meselâ, önce suya yükselir; sonra havaya, sonra ateşe, sonra letaifin asıllarına, sonra kendisinin terbiyesine gelen cüz'i isme. Daha sonra da, onun küllisine. Daha sonra da Allah'ın dilediği yere kadar yükselir. Amma kalb, böyle değildir. Zira, onun yükseleceği bir aslı yoktur. Elbet kalbden yükselişi, evvelâ yüce Zat'adır.

Sonra kalb, gayb hüviyetinin kapısıdır. Ne var ki, anlatılan tafsil olmadan yalnız kalb yolundan vuslat, zordur. Ancak o tafsili itmam ettikten sonra, vuslat meyesser olur.

Görmez misin ki, onda bulunan bu cemiiyet ve vüs'at, anlatılan tafsilli mertebeleri aştıktan sonra olmaktadır.

Burada:

-Kalb... demekten murad, geniş manası ile (basit) cami olan kalbdir. Bilinen bu et parçası değildir.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

457. DÖRTYÜZ ELLİYEDİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Mü'min kalbinin yüce şanı beyanında olup ona eziyetten men hakkındadır.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Arabi ibare ile Mevlâna Sultan Serhendi'ye yazmıştır.
***


Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun.

Salât ve selâm, onun Resulü Muhammed'e ve tüm âline.

***

Sonra...

Bilesiniz ki,

Kalb, Sübhan Allah'ın candır. (Komşu, yakın manalarınadır) Onun mukaddes zatında ondan daha yakın bir şey yoktur. Bilhassa ona eziyet etmekten sakınınız. Amma hangi kalb olursa olsun...İster mü'min olsun; isterse asi. Zira komşu, asi olsa dahi himaye görür. Sakınınız, bundan çok sakınınız. Zira, küfürden sonra, Sübhan Allah'a eziyet etmeye sebep olan kalb eziyeti gibi bir günah yoktur. Çünkü o, Sübhan Allah'a pek çabuk ulaşır.

Halkın tümü, Sübhan Hakkın kullarıdır. Dövmek ve ihanet etmek. Amma hangi kul olursa olsun; onun efendisine eziyet muciptir.

Yüce Mevlâ'nın şanını düşünmek gerek. O , Mutlak Malik'tir. Onun halkında ancak emir buyurduğu kadar tasarruf edilir. Bu emredilen mikdar dahi, eziyet kısmına dahil değildir. Elbette yüce Allah'ın emrine imtisaldir.

Meselâ, bekâr olarak zina eden kimsenin haddi yüz değnektir. Bu yüzün üstüne bir tane artırılırsa, zulüm olur ve eziyete dahildir.

Bilesiniz ki,

Kalb, mahlukatın en faziletlisi ve en şereflisidir. Nitekim, insan da, mahlukatın en faziletlisidir. Bu da, alem-i kabirde olanı icmal ve cem ettiği içindir. Kalb de, insanda bulunanı cem ettiğinden en faziletlidir; bir de başatında ve icmaliyetinde kemal üzere olduğundan...

Zira, her ne şey ki, icmal ciheti ile daha sıkıcı, cem'iyet itibarı ile daha çok olur; yüce Allah'ın zatına daha yakındır.

İnsanda bulunan, ya halk alemindendir, yahut emir aleminden. Kalbe gelince, bu iki alem arasında berzahtır.

Yükseliş mertebelerinde ise, o mertebelerin tazammun ettiği şeylerden insan letaifi, asıllarına kadar yükselir. Meselâ, önce suya yükselir; sonra havaya, sonra ateşe, sonra letaifin asıllarına, sonra kendisinin terbiyesine gelen cüz'i isme... Daha sonra da, onun küllisine... Daha sonra da Allah'ın, dilediği yere kadar yükselir. Amma kalb, böyle değildir. Zira, onun yükseleceği bir aslı yoktur. Elbet kalbden yükseliş, evvelâ yüce Zat'adır.

Sonra kalb, gayb hüviyetinin kapısıdır. Ne var ki, anlatılan tafsil olmadan yalnız kalb yolundan vuslat zordur. Ancak o tafsili itmam ettikten sonra, vuslat müyesser olur.

Görmez misin ki, onda bulunan bu cem'iyet ve vüs'at, anlatılan tafsilli mertebeleri aştıktan sonra olmaktadır.


Burada:

-Kalb... demekten murad, geniş manası ile (basit) cami olan kalbidir. Bilinen bu et parçası değildir.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

458. DÖRTYÜZ ELLİSEKİZİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Uruc ve nüzul beyanındadır.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Arapça olarak, Mahdumzade Muhammed Said'e yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Ondan yardım dileriz.

Seyyidüna Mevlâna Şefi-i zünubiha (Efendimiz sahibimiz günahlarımıza şefaatçi) Muhammed'e ve onun âline, ashabına salât okuruz.

***

Bilesiniz ki,

Sübhan Hakkın bana zihar eylediğine göre, kâinatta bir nokta vardır ve o nokta, zilli alemin merkezidir. Yine bu nokta, tüm alemin icmalidir. Alem dahi, tamamı ile bu icmalin tafsilidir.

Yine o nokta, semada güneş gibi olup afaktakiler onunla nurlanır.

Her kime ki, Sübhan Hak'tan bir feyiz ulaşır; bu noktanın tevessülü ile olmaktadır.

O nokta, gayb hüviyeti noktasının hizasındadır.

Yine o nokta, nüzul mertebesinde bulunmaktadır.

Hübuta ve esfeliyete bu mertebede nüzul olmadıkça, gayb-ı hüviyet ismi ile müsemma olan mertebeye uruc olmaz.

Bu nüzul, davet ve tekmildedir.

O nokta mertebesinde bulunan nüzulda tahayyül edilir ki, yüz aleme, arka dahi Sübhan Hakkadır.

Zahir olan mana şu ki: Aleme olan bu teveccüh, Sübhan Hak'tan inkıta; ancak ölüm zamanına kadardır. Ölüm zamanı gelince, iş tersine döner.

Bu dünya hayatında ayrılık ve her iki taraftan zevk vardır. Mülakat, ancak ölümden sonra olacaktır.

Bu anlatılan manadan da şu kudsi hadis-i şerifin manası zahir olmaktadır:

"Dikkat ediniz, ebrarın bana şevki arttı... Benim dahi onlara pek ziyade şevkim vardır..."

Bilesin ki,

Bu mertebede nüzul tahakkuk etmekle beraber; salikle Sübhan Allah arasında hicap yoktur. Hatta bu mertebede, bütünüyle hicaplar yoktur. Lâkin, Sübhan Hakka teveccüh de yoktur. Bu makamda teveccüh, tamamı ile halkadır.

Bu makam, davet makamıdır.

Nüzul bu noktadan başlar ki, zilli alem dairesinin merkezidir; adem dairesi merkezi noktasına kadar gider. Bu da, Allahu Teala'ya küfür ve Sübhan zat'ı, enbiyayı, yüce Allah'ın ayetlerini de inkâr makamıdır.

Uruc, bu noktadan asıl daire merkezine vaki olur. Ki orası enbiyanın makamıdır. Onlara selâm...

Anlattığımız o nokta, zulmani olmanın son derecesinde zulmanidir. Nur-lanıp aydınlık olması için o makama nüzul, manası yüksek bir iştir. Bunun mukabilinde ise, İslâm noktası vardır. Bu dahi o noktadır ki, anlatılan zulmani nüzuldan sonra oraya urucu vaki olur. Bu zulmani noktanın aydınlık lambası ise şu kelim-i tayyibedir: -LA İLAHE İLLALLAH... (Allah'tan başka ilâh yoktur) Vesselam...

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

459. DÖRTYÜZ ELLİDOKUZUNCU MEKTÛP


MEVZUU: a) Duanın sırları, b) Ulemayı ve sulahayı medhetmek.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, sayesi eksik olmasın, zaman sultanına yazmıştır.

***

Duacıların en küçüğü AHMED, zat-ı muallanın hizmetçilerine tavazu ve inkisar izhar eder. Avama ve havasa şamil olan emniyet ve eman nimetinin şükrünü edaya çalışır. Duanın kabul olacağı bilinen vakitlerde, fakirlerin (dervişlerin) toplandığı zamanlarda, İslâm askerlerine fetih ve yardım talep eder.

Mahlukun her ferdi, bir iş için yaratılmıştır. Her neden yaratıldıysa, kendisine müyesser olan odur. Zira, Sübhan Allah'ın fiillerinde abes mümtenidir.

Gazi mücahid askerlere bağlanan işe gelince, üstün devletin sütunlarını takviyedir; açık saltanatın rükünlerini teyiddir. Şöyle ki:

Şeriat-ı garranın revaç bulması dahi o saltanatın kıyamına bağlıdır, bu manada şöyle gelmiştir:

"Şeriat, kılıçların gölgesi altındadır."

Bu iş, değeri üstün bir iş olup, dua askerlerine bağlıdır. Bu dua askerleri, fukara ve ashab-ı belâdır.

Çünkü, fetih ve nusret iki kısımdır. Şöyle ki:

a) Sebeplere bağlı olan kısımdır. Ki bu savaş askerlerine taalluk eden fetih ve nusrettir.

b) Diğer kısım ise, fethin ve nusretin hakikatidir ki; sebepleri sebep eyleyen yüce Zat katından gelmektedir. Allahu Teala'nın buyurduğu:

"Nusret, (yardım) ancak allan kalındandır..." (3/126) ayet-i kerime bu manaya işarettir. Bu dahi, dua askerlerine taalluk eder.

Dua askerleri, züllü ve inkisan ile önde olup sebepten müsebbibe terakki etmiştir.

Bir mısra:

Topu kaptılar, bu meydanda gönlü kırıklar...

Bundan başka, dua kazayı dahi reddeder. Nitekim bu manada, Muhbiri Sadık Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Kaza, ancak dua ile reddolur..."

Kılıcın ve cihadın, kaza reddinde bir kudreti yoktur. Bu manada, zaaf ve inkisar varlığına rağmen; dua askerleri, gaza askerlerinden daha kuvvetlidirler.

Anlatılan manadan başka, dua askerleri, gaza askerlerine ruh gibidir; gaza askerleri de onlara bir kalıp. Bu manadan olarak, gaza askerine mutlaka dua askeri lâzımdır. Zira, ruhtan hali kalan kalıp teyid ve nusret babında kabiliyetli değildir. Bu mana icabı olarak, anlattılar ki:

- Resulullah (sav) Efendimiz, muhacirlerin fakirlerine tevessül ile fetih ve nusret talebinde bulunurlardı. Hem de, gaza askerlerinin varlığı ve muhariplerin istilâsına rağmen...

Fukara; zillet, meskenet, itibarsızlık olmasına rağmen, dua ordusu olmuşlardır. Nitekim, bu manada demişlerdir ki:

-Fakirlik, iki cihanda yüz karasıdır.

Bazı yerlerde, bunlara ihtiyaç olmuştur. Bu itibarsızlıklarına rağmen, onların itibarı olmuştur. Anlatılan yerlerde, onlar, akranlarından üstün tutulmuşlardır.

Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz, şöyle buyurdu:

"Kıyamet günü, ulemanın mürekkepleri, şehitlerin kanı ile tartılacak; ulemanın mürekkepleri ağır gelecektir."

Sübhanellah, ona hamd olsun, bu mürekkep ve yüz karalığı, onların izzet ve rif'at bulmalarına sebep olmuştur. Derecelerini, aşağılıktan alıp yükseklere çıkarmıştır.

Evet, şu mısra güzeldir:

Zulmetlerdedir, hayat suyu...

Bu manada, bir şair de şöyle demiştir:

Lâle yanaklı aldı beni köleliğine;

Sonunda yaradı kara yüzüm işe yine...

Bu Fakir, her ne kadar kendisini dua askerlerinden saymaya lâyık olmasa dahi, mücerred FAKR ismi ile ve duanın kabul olunacağı ihtimaline göre kendisini üstün devlete duadan yana boş bırakmıyor. Hal ve kal dili ile dua ve Fatiha okuyup dilini ıslak tutmaktadır.



"Rabbimiz bizden kabul buyur; sen duyan bilensin..."(2/127)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

460. DÖRTYÜZ ALTMIŞINCI MEKTÛP


MEVZUU: a) Allahu Teala'nın pek yakın oluşunun sırrı.

b) Huzuri ilimle, künh-ü zatın inkişafı beyanı.


NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace Muhammed Said'e yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile...

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.

***


Bilesin ki,

Yüce Allah'ın akrebiyeti (pek yakınlığı), malumun aslına taalluku olan hu-zuri ilme bağlıdır; onun zılâlinden bir zılla değil. Suretlerinden bir surete de değil. Zira bu, husuli ilmin nasibidir. Husuli ilim ise, hakikatta, bir şeyin kendini bilmek değildir; onun suretlerinden bir sureti bilmektir. Bu durumda, o şeyin kendisine karşı cehl tahakkuk etmiş durumdadır.

Sübhanellah... Bir şeye olan cehaleti, o şeye karşı ilim olarak kail olmuşlardır. Sanki bu durumda onlar bir şeyin suretini ve zillini, o şeyin aynı tasavvur etmişlerdir. O sureti bilmeyi dahi, o şeyin kendisini bilmek sanmışlardır. Halbuki, bu memnu olup böyle bir şeyde ayniyet davası duyulmamıştır. Zira, bir şeyle sureti arasında, ikilik nisbeti vardır. İkilik nisbeti oldukça da, başkalık lâzım gelir. Zira:

-İkilik, başkalıktır kaziyesi, akıl erbabı kaziyeleri arasında mukarrerdir.

Üstte anlatılandan başka; bir şeyin suretini bilmek, nasıl o şeyin kendisini olduğu gibi bilmeyi gerektirir? Zira, bir şeyin sureti, o şeyin zahirde timsali olup ayna hükümleri manası gibi karışık zuhur eder.

Bir şeyin nice incelikleri ve sırları vardır ki; onlardan yana surette ne bir nam vardır, ne de nişan...

Bir şiir:

Nakkaş tasvir etse suretini güzelin;

Hayret ederim, yolu nedir işvesinin...


Keşke bir şeyin zahiri, o şeyin suretinde sarafeti ile zahir olabilseydi!.. Batın dahi, ona bağlı kalıp susardı.

Zira, bir şeyin zahiri, bir şeyin suretinde mahallin ve aynanın hükümlerine karışık olarak zuhur ettiği sabit olunca, yakin manada zahir sarafeti ile kalmaz. Elbette ona, bir başka hal arız olur. Çünkü suret, bir şeyin batınından nasıl mahrum ise, onun zahirinden dahi mahrum bulunmaktadır. Bu manadan ötürü, o sureti bilmek, o şeyin aslını bilmeyi gerektirmez... Bu mana zaruridir.

Hulâsa, malum (bilinen) zihinde oluşan şeydir. Zihinde oluşan suret olunca; malum dahi o suret olur.

Bir şeyin sureti ile o şey arasında ayrılık ve başkalık nisbeti olunca, sureti bilmek, bir şeyi olduğu gibi bilmeyi gerektirmez.

Huzuri ilim, öyle bir şeydir ki, o ilimde hasıl olan müdrikedeki şeyin kendisidir. Hem de araya zil ve suretten yana bir şey karışmadan... Bu durumda malum olan, o şeyin kendisi olup suretlerinden bir sureti değildir.

Anlatılan manadan olarak, huzuri ilim, pek şereflidir; hatta ilim, ondan başka değildir. Onun dışında kalan husuli ilim ise, ilim suretine giren cehalettir.

Cehl-i mürekkeple muttasıf olan, cehlini ilim sanır; bir şey bilmediğini de, idrak edemez.

Husuli ilim için, yüce Hakkın zatına ve sıfatına yol yoktur. Zat ve yüce mukaddes Vacibiyet sıfatları bu ilimle bilinemez. Zira bu ilim, hakikatta malum olanın suretidir. Malum olanın kendisi değildir. Nitekim bu mana yukarıda da anlatıldı.

Suretin Hazret-i Sultan'a yolu yoktur ki; sureti bilmek, aslı zannedile...

Her ne kadar bazıları:

-Sübhan Hakkın misli yok ise de, onun misali vardır demişlerse de, lâkin bu misale bağlı suret, sübut bulduğu takdirine göre olup ilmin taalluk ettiği zihni suret değildir.

Şu da mümkündür ki, bu suret mahlukatın en büyüğü olarak misalde oluşa... Amma zihinde sabit olmaya...

"Beni, ne yerim, ne de semam aldı; lâkin mümin kulumun kalbi beni aldı..." manasında buyurulan kudsi hadise gelince:

8u mana o mümin kulun kalbine mahsustur ki; onun muamelesi, sair insanların muamelesinden başkadır. Bu da, fena ve beka ile teşerrüf ettiğinden ve husulden dahi halâs olup huzur ile tahakkuk ettiğindendir. Eğer orada bir genişlik var ise, bu da huzur itibarı ile olup husul itibarı ile değildir.

Bir mısra:

Hangi aynada tasvir edilmiştir!..


Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, huzuri ilimde, alimle malumun (bilenle bilinenin) ittihadı vardır. Bu manadan olarak alimden ilmin zevali caiz değildir. Zira, malum kendisidir; ondan ayrılmaz. Hatta orada; ilim alimin aynı olduğu gibi malumun da aynıdır. Ayrılma mecali bu durumda nasıl olsun?

Şunun da bilinmesi gerekir ki: Huzuri ilimde; bir şeyin sureti değil bizzat kendisi olduğundan, zaruri olarak malum, olduğu gibi orada inkişaf eder. Böylece künhü malum olur. Bir şeyin künhü ise, o şeyin kendisinden ibarettir.

Vakta ki bütün itibarlar, yüzler düştür; müdrikede hazır zatın kendisi kaldı; o zaman, o zatın künhü malum olur.

Amma, hüsuli ilimde mana anlatıldığı gibi değildir. Zira, orada malum, bir şeyin sureti ve kalıpları olan yüzleri ve itibarlarıdır; kendisi değildir. Nitekim, bu mana yukarıda anlatıldı. Orada malum, olan, bir şeyin künhü değildir. Ve bir şey, orada künhü ile malum olmaz.

Şu mana dahi gizli kalmasın ki, yüce Sultan Vacib Zat'a nisbetle huzuri ilim sabit olursa -daha önce de anlatıldı- gerekir ki, zat künhü inkişaf ede ve olduğu gibi zat malum ola...

Anlatılan mana, ulema katında takarrür eden durumun hilâfınadır. Halbuki, şöyle diyorum:

-Vacib Teala'nın zatına taalluku olan huzuri ilim, Sühan Hakka nisbet edilen rüyet kabilindendir. Bu manada dahi, inkişaf mevcud olduğu halde, idrak yoktur. Anlatılan bu manada dahi, inkişaf mevcud olup idrak yine yoktur. Vacib Teala'nın zatına rüyet taalluk ettiğine göre; rüyetten daha latif olan ilim neden taalluk etmesin? Asıl mahzur, ancak ihayatı gerektiren rüyette olup inkişafta değildir. Bu manada Allahu Teala şöyle buyurdu:

"Gözler onu idrak edemez..."(6/103)

Amma şöyle buyurmadı:

-Gözler onu göremez...

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-İdrak hasıl olmayınca, inkişaftan gelen fayda nedir?

Derim ki:

-inkişaftan maksat, görenin lezzet almasıdır ki; bu dahi hasıl olmaktadır. İdrak ister tahakkuk etsin; isterse etmesin...

Denirse ki:

-İdrak olmadan, inkişaf nasıl lezzeti gerektirsin?

Derim ki:

-Lezzet için inkişafı bilmek yeterlidir, idrak ister hasıl olsun; istense olmasın...

Şöyle de diyebiliriz:

-O yerde idrak de vardır; lâkin, keyfiyeti meçhuldür. En iyisini Allah bilir; amma, menfi olan idrak, keyfiyeti bilinen ve malumu ihata olan idraktir.

"-Onu ilmen ihata edemezler."(20/110) mealine gelen ayet-i kerime ise, hüsuli ilme münasiptir. Huzuri ilimdeki idrak yoktur; hüsuli ilimde nereden olsun?

Her ne şey ki, zılda vardır; o asıl mertebeden istifade yollu gelmiştir. Lâkin, asılda idrak keyfiyeti meçhul olan bir durumdur; amma zılda bu malum bir keyfiyettir.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

461. DÖRTYÜZ ALTMIŞBİRİNCİ MEKTÛP

MEVZUU: irfan sahibinin kendisine olan huzuri ilmi, yüce Hakka taalluk eder.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hz. Muhammed Nu'man Hazretlerine yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm...

Şunun bilinmesi yerinde olur ki,

Hüsuli ilim, afaka nisbetlidir; huzuri ilim ise, enfüse göredir.

Marifette tam olan bir irfan sahibine, yüce Hakkın akrabiyeti (pek yakınlığı) muamelesi zahir olup husule gelir ise... İrfan sahibi bu üstün makamla da değerini bulur ise... onun hakkında o enfüs hükmü, afak hükmü olur. Ona taalluk eden huzuri ilim dahi hüsuli ilme tebeddül eder.

Yine bu vakitte, yüce Hakkın akrabiyetine enfüs hükmü taalluk eder.

Daha önce, enfüse taalluk eden huzuri ilim ise, bu kere o akrabiyete taalluk eder. Amma bu:

-O, kendisine yüce Vacib'in aynı bulur. Kendisine taalluk eden ilmin de, ayniyle Sübhan Vacib'e taalluk ettiğini zanneder manasına değildir.

Zira böyle bir şey, ayniyle tevhid muamelesidir; kurb (yakınlık) makamlarına taalluk eder. Kurbun nihayeti ise, ittihaddır. Amma akrabiyet bundan başkadır; onun muamelesi ise, bir başka şeydir.

Yerinde olur ki, ittihad geçile; ikilik itiraf edile... Ta ki, bunun sonunda akrabiyet tasavvuru meydana gele...

Üstte anlatılan:

-ikilik... lâfzından, kısır görüşlü, tevehhüme düşmemeli ve ittihadı da ikiliğin üstünde sanmamalıdır.

O ikilik ki, ittihadın altındadır; hayvanlar gibi olan avam makamıdır. Amma bu ikilik öyle bir şeydir ki, ittihad üzerine binlerce meziyeti vardır; enbiya-i kiramın da makamıdır. Onlara salât ve selâm olsun.

Nitekim, sekirden ait olan sahiv, avamın halidir. Amma sekirden sonra gelen sahiv hali havas makamıdır. Hatta, havasın da hası zümrenin makamıdır.

Nitekim, tarikat küfründen evvelki İslham, ehf-i İslâmın avamına ait İslâmdır; amma tarikat küfründen sonraki İslâm, havasın da hası olan zümrenin islâmıdır.

Asıl şaşılacak mana şu ki: İrfan sahibi, her ne kadar kendisini Vacib Teala görmese dahi, lâkin irfan sahibinin kendisine taalluk eden huzuri ilim, vacibe taalluk eder. Kendisine taalluk eden huzuri ilim ise, husuli olur.

Bir mısra:

Aşkta neler var neler; hayretten öte hayrete girer...

Zorla akıl erdirmeye çalışanın aklı, bu inceliğe eremez. Hatta onu, iki zıddın bir araya gelmesine yorar. Bu manadan olarak, irfan sahiplerinden biri şöyle demiştir:

-Rabbimi, zıdların biraraya gelmesiyle buldum.


Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet ver; işimizde bizim için başarı hazırla..."(18/10)

Hüdaya ittiba edenlere selâm...

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

462. DÖRTYÜZ ALTMIŞİKİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Rasihun ulemanın istidlali ile zahir erbabının eserden müessire istidlali arasındaki farkın beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Kadı Nasrullah'a yazmıştır.

***

Eserden müessire, mahluktan yüce Sultan Hakka istidlal, zahir ulemanın meşguliyetidir. Aynı zamanda bu meşguliyet, rasihun ulemanın da meşguliyetidir. Bu rasihun ulema, enbiya varislerinin kâmilleridir. Onlara salât ve selâm olsun.

Zahir ulema, mahlukun varlığını bilmek yolundan, halkın varlığını bilmeyi tahsil ederler. Eserin varlığına da, müessirin varlığına delil kılarlar. Böylelikle de, müessirin varlığına, iman ve yakin hasıl ederler.

Rasihun ulemaya gelince... Velayet kemalâtı derecelerini kat etmişlerdir; asaleten enbiyaya has olan devlet makamına da ulaşmışlardır.

Yine bunlar, eserden müessire istidlal ederler. Amma müşahedelerin ve tecellilerin husulünden sonra. Bu yolla, hakiki müessire yakine dayalı iman kazanırlar.

Bunlar, işin sonunda bilirler ki, kendilerine tecelli edip müşahede yollu ne gelir ise, matlubun zılâlinden bir zılâl olup nefye ve iman edilmemeye müstahaktır.

Şuna da yakin hasıl ederler ki, keyfiyeti belli olmayana iman, bu yerde istidlal olmadan müyesser olmaz. Çaresiz olarak, istidlale geçip matlub zatı, zılâl hailiyeti olmadan talep ederler.

Bu büyüklerin ki, yüce mukaddes Zât'a kuvvetli mahabbetleri vardır; hatta masivayı onun için feda etmişlerdir; hiç şüphe edilmeye, Resulullah (say) Efendimizin buyurduğu:

"İnsan, sevdiği ile beraberdir..." mana hükmüne göre, istidlal yolundan hakiki matluba vâsıl olurlar.

Böylelikle de, tecellilerin darlığından ve zılâl şaibesi olan zuhurattan halâs olurlar. Böylelikle de, aslın aslına adım atarlar.

O makam ki, zahir uleması ilmi oraya ulaşır; bu büyüklerin kendileri mahabbet cezbeleri ile cezbeli olarak oraya ulaşır. Kendilerine, keyfiyeti belli olmayan bir manada ittisal hasıl olur.

Üstte anlatılan fark, ancak mahabbet yolundan gelmektedir.

Her kim ki mahabbet ehlidir; mahbubun gayrından kopup onunla ittisal eder. Bir kimsede mahabbet yok ise, ilimle iktifa eder; bunu da bir ganimet bilir.

Hatta, bu büyükler, bazen öyle bir makama çıkarlar ki, ulemanın ilmi dahi, oraya ulaşamaz.

Ulemanın ilmi, o da sıhhat takdirine göre, matlubun dehlizinde nihayet bulur. Halbuki, matluba ulaşan, matlub iledir. Bu beraberlik bir dakika dahi terk edilmez ki, o dakikada onlara nasip gelmeye...

Bir büyük şöyle demiştir:

Hak ile kulu, sütle şeker oldu...

En yüce vasıf, yüce Allah'ındır.

Yerinde olur ki, hakiki manada kul olana; yüce Hakkın masivasından dahi halâs müyyesser ola...

Bu yolda başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

463. DÖRTYÜZ ALTMIŞÜÇÜNCÜ MEKTÛP


MEVZUU: Kalbin tasdiki ile yakıni arasındaki fark.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Molla Şir Muhammed Lahori'ye yazmıştır.


***

Allah'a hamd olsun; onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.

***

Bir sual:

-Kelâm ulemasının muhakkiklerinden bazıları demiş ki:

-İmanın hakikati, iman edilmesi gereken şeylere kalbin kabulü ve onlara inkıyadıdır.

Üstte anlatılan cümlenin manası nedir? Kabul ve inkıyad; iman edilmesi gereken şeylere kalbin yakıni ve tasdikin kendisinden mi ibarettir, yoksa bu tasdik ve yakinden başka bir şey midir?

Bunun cevabı şudur:

-Kalbin kabulü, onun yakıni değildir. Tasdikten başka bir şey olmasa dahi, lâkin onun teferruatı yakin üzerine olmuştur. Çünkü, kalb yakin husulünden sonra, şu iki haletten hali kalmaz.

a) İman edilen ise teslim ve inkıyaddır,

b) Ona karşı kâfir olup inkâr etmektir.

Teslimin ve inkıyadın alâmeti odur ki, kalb, iman edilene teslim olup inkıyad ede... Ona karşı gönlü açık ola...

Küfrün ve inkârın selâmeti de odur ki, kalb tasdik edileni istemeye ve ona karşı gönül darlığı ola...

Üstte anlatılan manalarda, Allahu Teala, şöyle buyurdu:

"Bir kimseye Allah hidayet dilerse, onun sinesini İslâm'a açar... Bir kimsenin de dalâlette kalmasını murad ederse, onun yüreğini pek sıkı kılar... Zorla semaya çıkarılıyormuş gibi olur. Allah iman etmeyenlerin üstüne, işte böyle murdarlık çökertir."(6/125)

İman edilene teslim ve inkıyad husulü; onu tasdik ve yakin husulünden sonradır.

Ona yakin elde edilmesi, sırf ilâhi bir mevhibedir; katıksız namütenahi keremdir.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, şöyle denmiştir:

-İman, ilâhi mevhibedir.

Tasdik edilen şeye, yakin ve tasdik husulünden sonra küfrün ve inkarın menşei ise, düşük sıfatların nefs-i emmareye yerleşmesi ve orada âdet haline gelip devamlı durmasıdır. Zira nefs-i emmare, makam ve riyaset sevgisi üzerine yaratılmıştır. Onun tabiatı ise bir kimseye uyup tabi olmamaktır.

İster ki, herkes kendisine uyup kabul ve tasdik etsin; amma o, hiç kimseye uyup tabi olmasın. Ferdlerden hiçbir ferde teslim olup boyun eğmesin....

Bir ayet-i kerime meali:

"Allah, onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendilerine zulmettiler."(16/33)

Sübhan Allah, sırf fazlı ve keremi ile bir taifeyi, bu cibilli marazdan halâs edip enbiyaya inkıyad ve teslim şerefi ile müşerref eyledi... Onlara salât ve selâm olsun. Onlar, insanları selâmet yollarına ve sırat-ı müstakime hidayet etmişlerdir.

Anlatılan inkıyad ve teslim sebebi ile, kendilerine yüce Hakkın rıza mahalli olan naim cennetleri vaad edilmiştir.

Anlatılan zümreden başka bir taifeyi ise, hallerine bırakmaktır. Cebren ve kahren de olsa, onları anlatılan rezaletlerden halâs etmemiş; anlatılan devlete kendilerini çekmemiştir. Amma, sırat-ı müstakimin, tasdik edip itaat edenleri müjdelemede ve tekzib edip asi gelenlerin cekindirilmesi beyanında ise, resuller gönderip kitaplar indirmek sureti çokça durmuştur. Böylece, her iki fırkaya da, hüccet ikmal eylemiştir.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

464. DÖRTYÜZ ALTMIŞDÖRDÜNCÜ MEKTÛP

MEVZUU: a) Kalbin ve nefsin fenası.

b) Husuli ve huzuri ilmin zevali.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Fakir Muhammed Haşim Keşmiri'ye yazmıştır.

***

Fena, Sunan Hakkın masivasını unutmaktan ibarettir. Yüce Hakkın masivası ise, iki kısımdır:

a) Afaki...

b) Enfüsi...

Afaki olanlar unutmak, afaka nisbet edilen husuli ilimlerin zevalinden ibarettir.

Enfüsi olanları unutmak ise, enfüse nisbet edilen huzuri ilimlerin zevalinden ibarettir.

Zira, husuli ilim afaka taalluk eder; huzuri ilim ise, enfüse taalluk eder.

Husuli ilmin zevali mutlaktır; isterse zor olsun. Zira o, evliyanın nasibidir. Huzuri ilmin zevaline gelince, cidden pek zordur. Zira o, evliyadan pek kâmil olanların nasibidir. O kadar ki, bunun olmasına cevaz vermek, hatta tasavvur etmek; akıl erbabının pek çoğu katında muhaldir. Şu kanaatlardan ötürü ki:

-İdrak edilenin, idrak edenin yanında olmayışı, safsatadır.

Zira, onlara göre, bir şeyin kendi özünde hazır olması zaruri bir manadır. Yine onlara göre göz açıp kapayacak kadar az bir zaman için olsa dahi, huzuri ilmin zevali caiz değildir. Bu ilmin mutlak zevali şöyle dursun; hem de hiçbir şekilde geri dönmeyecek manada...

Husuli ilme bağlanan birinci olarak anlatılan unutmak; kalbin fena bulmasına taalluk etmektedir.

Huzuri ilme nisbet edilen ikinci olarak anlatılan unutmak ise, nefsin fena bulmasını gerektirir. Ki bu, daha tamam ve ekmeldir. Bu yerde, fenanın hakikati ise budur. Birinci fena buna nisbetle suret ve ona zil gibidir.

Zira, husuli ilim, hakikatta, huzuri ilmin zillidir. Onun fenası dahi, zaruri olarak, bunun zillinin fenası olur.

İş bu fenanın husulü iledir ki, nefsin, itminan makamında istikrar bulur; Sübhan Hak'tan razı olur. Yüce Hakkın dahi rızasına kavuşmuş olur.

Beka ve rücudan sonra; tekmil ve irşad makamı ona taalluk eder. Dört tabiat unsurları ile de, cihad ve gaza kendisine müyesser olur. Bu tabiat unsurları muhtelif olup, beden erkânı sayılır. Bunlardan her biri, diğerinin iktiza etmediği şeyi iktiza eder; diğerinin hilâfına, bir başka şeyi ister. '

Burada elde edilmesi gereken devlet, letaiften birine dahi müyesser değildir.

Halbuki o itminana varan nefsin, kendi siyaseti ile ateş unsurundan neş'et eden iblisi enaniyeti ıslah eder.

Şehvet ve gazap kuvvesine ve behaimin ve hayvanatın da müşterek olduğu kötü sıfatlara onun iyi terbiyesi ile itidale gelir.

Sübhanellah... Letaifin şerri, onun hayrı olur. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Fakih (nefsin terbiyesinde inceliklere vakıf) olurlarsa, cahiliyet devrinde hayırlınız, İslâm dinine girdikten sonra da hayırlınızdır."


***


BİR TENBİH

Masivanın unutulmasına alâmet odur ki, kalbde onun huzuru olmaya...

Alimin kendisine olan huzuri ilmin zevaline alâmet ise, şudur: Aynı ve eseri olarak, alimin tamamen yok olmasıdır. Böyle olması gerekir ki, ilmin ve malumun, ondan zeval bulduğu tasavvur edile... Zira o yerde, ilim ve malum, alimin kendisidir. Alimin kendisi zeval bulmadıkça, ilim ve malum ondan zeval bulmaz.

Birinci fena, afakin fenasıdır.

İkinci fena ise, enfüsün fenası olup, fenanın hakikatidir.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

465. DÖRTYÜZ ALTMIŞBEŞİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Aynın ve eserin, vücud ve şühud olarak zevali.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade hace Muhammed Said'e yazmıştır.
***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile...

Allahu Teala şöyle buyurdu:

"İnsan üzerine, uzun devirden öyle bir zaman gelip geçti ki; o vakit o, anılmaya değer bir şey değildir."(76/1)

Ne aynen, ne eser olarak, ne şühud, ne de vücud olarak...

Evet, öyle idi ya Rabbi, sonra ona sen dilersen hayatınla hayat verir; bekanla baki kılar; ahlâkınla mütahallık eylersin. Hatta fazlınla aynen fenada baki kılarsın; aynen bekada dahi fani kılarsın. Şu manadan ki, her iki mana arasında (fena ve beka) telâzüm vardır; her birinin kemal husulü diğerinin varlığı ile olmaktadır.

Üstte anlatılan mananın misali o insanın misalidir ki, tuz madenine atılır; orada parça parça tuz hükmüne girer. Sonunda bütünüyle tuz olur; kendisinden yana ne aynen, ne de eser olarak bir şey kalır. Hiç şüphe edilmeye ki, bundan sonra onu kesmek, parçalamak mubah olduğu gibi, yenmesi de helâl olur. Keza, alınıp satılması da... Amma ondan yana aynen veya bir parça olarak, bir şey kalacak olsa, anlatılan işlerin hiçbiri caiz olmaz. Farsça şu şiiri söyleyen ne kadar güzel söylemiş:

Kaybedip giderken kendini bir köpek tuzlukta;

Tuzluktan az görmem bu dolu deryayı şorlukta...

***

Burada şöyle bir soru çıkabilir:

-Daha önce mektuplarda ve risalelerde yazmıştın ki:

-Aynen ve eser olarak, zeval, ancak şühudi olur; vücudi olmaz. Zira, öbür türlüsü, ilhad ve zındıklık getirir. Ubudiyetle rübubiyet arasında sabit olan ikiliği kaldırmak olur.

Şimdi söylenen:

-Aynen ve eser olarak vücudda zeval bulur demenin manası nedir?

Derim ki:

-Bir şeyin, biç başka şeyin boyasını alması; yani kendi hükümlerinden çıkıp diğerinin hükmüne girmesi, onlardan ikiliği kaldırmayı gerektirmez. Evet, böyle olmaz ki ikilik ve zındıklık meydana gele...

Çünkü, tuz madenine atılan insan, tuzla ittihad etmemiş ve ikilik de zail olmamıştır. Elbette ona, tuz komşuluğu hasıl olmuş; onun saltanatı altına girmiştir. Kendisinden ve sıfatlarından fena bulması, tuzla ve hükümleri ile beka bulması ikiliğin bekası iledir.

Bu babda netice söz şu ki: Burada anlatılan ikilik, asla karşı ikiliğin zıllına benzer; kendisinin müstakil bir durumu yoktur. Bu zail olan ikilik, avam nazarında bir nevi istiklâldir. Amma henüz ikilik bakidir. Bundan dolayı ittihad ve zındıklık yoktur.

Kitaplarımda ve risalelerimde yazdığım vücudi zeval manilme gelince; bu dahi, avamın kusurlu anlayışına hamledilir. Zira, onlar bundan, ikiliğin (tam olarak) kalktığını anlarlar, dolayısı ile ilhada ve zındıklığa düşerler.

Allahu Teala, zalimlerin dediklerinden yana pek yüceliğe sahiptir. Büyüklüğüne de pek büyüktür.

Şu mana kaldı ki, hükmen tuz olduktan sonra insandan kalan kalıp, hakikatta insan, onun boyasını aldığı tuzun suretidir. İnsanın sureti değildir. Ancak suvar ki, o hükmi olan tuz, insanın kalıbı ile kıyas ve onun sureti ile de tasvir edilir. Yoksa onun kalıbı kalmamıştır ki; eseri de baki kala...

***


BİR TENBİH

Tuzda kalan ve insanın sureti mikyası ile kıyas edilen kalıbın zevali mümkündür; hatta vakidir. Amma, üzerinde durduğumuz mana öyle değildir.

"En üstün vasıf, Sübhan Allah'ındır."(16/60)

O Sübhan Zat, bir şeyle ittihad etmeyeceği gibi, herhangi bir şey de onunla ittihad edemez. Ne eşya ile ittisal eder; ne de eşyadan ayrılır. Eşya dahi, ne onunla ittisal eder; ne de ondan ayrılır.

Noksan sıfatlardan münezzehtir o zat ki, kâinatta meydana gelen hadiselerin oluşması ile; zatında, sıfatlarında ve isimlerinde bir değişme olmaz.

O yüce Zat, şu anda dahi yine öyle tenzih ve takdis sarafeti üzerinedir.

O yüce Sübhan Zat, aleme yakındır; alemle beraberdir. Amma, keyfiyeti bilinmeyen bir yakınlık ve beraberlik ile... Bir cismin, diğer cisimle olan beraberliği gibi değildir. Bir cismin arazlara olan yakınlığı gibi de değildir.

Hulasa, imkân sıfatları ve hüdus damgaları tamamen onun mukaddes zatından atılmıştır.

Evliyanın urucu, Sübhan Hakkın yakınlığında; kula bir yakınlık getirmez. Asfiyanın vusulü ise, Sübhan Allah ile ittisali sağlamaz.

Fena ve beka irfan sahipleri için, hallerdir; amma akılla anlamaya çalışanlar, ondan bir şey çıkaramazlar.

Aynen ve eser olarak, zevalin manası vardır; amma ancak onu, kendisinin nasibi olan anlayabilir.

Nitekim, bu mananın tahkiki, ileride gelecektir.

Bu taifenin kelâmanı hüsn-ü zanla dinle, kabul eyle. Amma ondan zahiri medlulünü ve zahiri tatbikini çıkanp anlamaya bakma. Böyle bir şey ettiğin takdirde, çok kere, yanılır galata düşersin. Hem de, kötü bir şekilde. Hem doğru yoldan saparsın; hem de başkalarını saptırırsın.

Doğruyu ilham eden Sübhan Allah'tır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Burada şöyle bir soru sorabilirsin:

-İnsanın aynen ve eser olarak zevaline cevaz veriyorsun. Lâkin, Kur'an-ı Mecid'de, Resulullah (sav) Efendimizin sanından gelen şu manaya ne dersin:

"De ki: Ancak, ben de sizin gibi bir beşerim; ne var ki bana vahiy gelir."(41/6)

Resulullah (sav) Efendimiz, bir hadis-i şerifinde ise şöyle buyurmuştur:

"Ancak, ben de sizin gibi bir beşerim. Beser nasıl öfkelenirse, ben de öfkelenirim."

Bu manalar da, insaniyetten kalan bakiye eseridir.

Üstte sorulan soruya cevap olarak derim ki:

-İş, öyle değildir. Bundan, eser bekasına bir dalâlet de yoktur. Ancak şu var ki, fenadan ve bekadan sonra; insan-ı kâmilin aleme, halkı Sübhan Hakka davet için gönderilmesi murad edilince kendisinde, zail olan beşeri sıfatlar ve hususiyetler bir araya gelir. Amma, onların sivri yanları kırılarak. Ta ki, onunla alem arasında; zeval bulduktan sonra, yeniden münasebet husule gele...

Bundaki bir başka hikmet ise, yani beşeri sıfatların döndürülmesinde ve zeval bulduktan sonra gelip katılmalarındaki hikmet sudur: Mükellefleri iptilâ ve davet edilenleri deneme... Şunun için ki: Habis olan temizden ayırt edilsin; yalancı dahi doğrudan ayrılsın. O sıfatların dönmesi ile hal örtülüp iş kapandıktan sonra da gaybe iman elde edilsin.

Bu manada Allahu Teala şöyle buyurdu:

"Şayet o peygamberleri melek yapsaydık; yine de erkek suretinde yapardık. Elbette onları yine düşmekte olduktan şüpheye düşürürdük."(6/9)
***

Biri şöyle derse:

-Aynen ve eser olarak insan-ı kâmilin, zeval bulmasının manası nedir? Halbuki, onun zahiri beşeri sıfat üzerine daimidir. Yer ve içer. Uyur ve istirahat eder. Allahu Teala dahi, enbiya hakkında şöyle buyurdu:

"Biz, onları öyle bir ceset yaratmadık ki; yemek yemeyeler."(21/8)

Bu manada şöyle derim:

-Fena ve beka, batın sıfatlardandır. Asaleten bunların zahir ile bir taalluku yoktur. Zira, zahir kendi ahkâmı üzerine devam eder; batın ise, ayrılır kapanır.

***

Şöyle bir soru sorulabilir:

-Batın letaifi, mütaddiddir. Onların hepsi mi fena ve beka ile tahakkuk eden yoksa bazısı mı? Eğer bazısı ise, hangisidir?

Bunun için derim ki:

-Fena ve beka ile tahakkuk eden, ancak nefis latifesidir. Bu dahi gerçekte insanın hakikati olup ona:

-Ene... (Ben...) sözü ile işaret edilir ki bu, önce kötülükle emreden, sonra itminana varan nefistir.

Yahut o, önceleri Rahman'ın düşmanlığına kıyam eder; sonca ondan razı olur. Sonunda kendisinden de razı olunur.

O, şerliler şerlisi; hayırlılar hayırlısıdır. İblis onun şerrini artırır; teşbih ve takdis ehli, onun için hayır üzerine hayır artırır.

***


BİR TENBİH

Fenanın ve zevalin manası, vücuda bağlı fena ve vücuda bağlı zeval değildir.

Bekabillah manası dahi mümkinden imkânın gitmesi ikinci olarak ona vücub husulü değildir. Zira, böyle bir şey aklen de muhaldir. Böyle bir şeye kail olmak dahi küfürdür. Belki de, o imkâniyetin bekası ile ha! ve lübs (giymek çıkarmak, yani değişik görüntüler) gibidir. Kevn ü fesat yolu ile anasırda akıl erbabının isbat ettiği hal ve lübs gibidir. Ancak onlar, her iki halde de, çeşitli suretlerin tebeddülü ile beraber onların heyulasın! sabit tutarlar. Bize gelince, ne heyulaya kailiz; ne de onun sübutuna. Elbette biz şu manayı söylüyoruz:

-Fena ve beka, sani yüce Kadir Muhtar Zat'tan gelen idam ve icaddır.

Bir haberde şu mana geldi:

"İki defa doğmayan, semaların melekutuna giremez..."

Burada, ikinci doğumla, ikinci icada işaret edilmiş gibidir. Ancak:

-Bekabillah dedikleri, mecaz ve teşbih yollu düşük sıfatların nail olması ve güzel huyların da husulüdür.

Bir bakıma bu mana, yüce mukaddes Vücub mertebelerine benzer. Halbuki birçok yerlerde tahkikini yaptım: Mümkinin zatı adem olup, neyse odur. Zevalinin manası da yoktur. Çünkü mümkin, bütün hallerde mümkindir. Fena ve beka hali, ademlerindeki gibidir.

Yüce Vacib Zat'a gelince... Kesintisiz devamlı olarak vacibdir. Onun mukaddes Zatına bir şey katılmaz. Ondan ayrılan bir iş de yoktur. Şu (Farsça) şiiri söyleyen güzel söylemiş:

Her iki alemde yüz karalığı mümkinden;

Allah'tır en iyi bilen, gitmez hiç kendinden...


Şu mana dahi sana gizli kalmaya ki:

Mümkinde imkân bekası, sübut mertebelerinden bir mertebede onun sübutundan ibaret değildir. Zira, böyle bir şey tam manası ile fena haline münafidir.

Bu tam fena ile fena bulan; emanetleri sahibine verdikten, kendisinde akseden gölgeleri de aslına dönderdikken -ki onlar, faziletli vasıflar, kâmil sıfatlardan olup, vücud ve onun tam teavibiidir- sonra, ademiyette kâmil olan sırf ademe katılır. Kendisinde ne herhangi bir şeye nisbet ve izafet bulunur; ne de namı nişanı kalır. Zira, ademde izafet; umumi manada olsa dahi, sübuttan haber verir.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

466. DÖRTYÜZ ALTMIŞALTINCI MEKTÛP

MEVZUU: a) Şer'i Mübine ittiba.

b) Din düşmanları ile muharebe.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hanıcihan'a yazmıştır.

***

Allahu Teala, size razı olduğu işleri yapmakta başarı ihsan eylesin. Sizlere selâmet verip muazzez vem uhterem eylesin. Resulullah ve onun şerefli âli hürmetine, O'na ve diğerlerine saiât ve selâm.

Bir şiir:

Koyun saadetini bir yana iki cihanın;

Onu atmayan varamaz ki, üstüne batılın...


***

Dünya lezzetleri ve fani nimetler, ancak o zaman güzel ve sindirici olur ki, onun zımnında, şeriat-ı garra ile amel bulunur. Bu, durumda, ahiret nimetleri ile de birleşir.

Anlatıldığı gibi olmayınca, onun hükmü, şekere belenmiş öldürücü zehirdir ki; ancak ahmak onunla aldanır.

O ne acıdır ki, mutlak Hakim Zat'ın tiryakı ile ilaç edilmez de, onun halâveti dahi şer'i emirlerin ve nehiylerin acılığı ile telâfi edilmez ise...

Hulâsa, ebedi mülk, en küçük bir çalışma ile elde edilir. Hatta, kuruluşu kolaylık üzere olan şeriat uyarınca küçük bir hareketle de. Amma en küçük bir boş verme ile de elden çıkıp gider.

İdrakli aklın kullanılması gerek... Ebedi mülk; çocuklar gibi cevize ve muza değiştirilmemeli.

Bugün yapmakta kaim bulunduğunuz hizmetle beraber; Şeriat-ı Mustafaviye'yi de birleştirecek olursanız, enbiyanın amelini işlemiş olursunuz ve din-i metin'i nurlandırıp mamur etmiş olursunuz.

Halbuki biz fakirler, senelerce çalışıp canımızı azaba atsak, bu amelde sizlere katılamayız. Sizin gibi şahinlerin tozu olamayız.

Bir şiir:

Koyun saadetini bir yana iki cihanın;

Onu atmayan varamaz ki, üstüne batlın...

Allahım, sevip razı olduğun şeyi bizi muvaffak eyle...


***

Bakiye-i meram o ki:

Bu dua mektubunu getiren iki faziletli Hace Muhammed Said, Hace Muhammed Eşref hususiyeti olan arkadaşlarındandır. Bunların hallerini gözettiğiniz kadar, fakirlerin şükranını mucib olacaktır.

İşiniz daha yüksek ve şanınız daha büyüktür.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

467. DÖRTYÜZ ALTMIŞYEDİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Fakr halinden gınaya dönmenin zemmi.

NOT: İmam-ı rabbani Hz. bu mektubu, Memrizhan Afgan'a yazmıştır.


***

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullara da selâm.

Kardeş Memrizhan, fakrin sıkıntısından zenginlere iltica etmiş; zenginlik nimetlerine ve lezzetlerine heveslenmiş.

"Biz, Allah içiniz; Allah'a dönücüleriz..."'2/156)

Zenginlerin sohbetlerinden dünyada bir şey hasıl olursa, bu binlik olur. Söyle farzediniz ki, en yüksek makama ulaştınız. Düşününüz, bundan elinize ne geçer, bundan hangi haşmeti kazanabilirsiniz?

Bir lokma ekmek, fakir halinde de ulaşır. Şu anda da, ondan daha yağlı lokma yersiniz. O da yok olacak, bu da yok olacak. Hele bir düşününüz: Elinizden zay olup çıkan ne iştir!.. İlerisinin de en müflisi olmaktasınız.

Zarara razı olan iltifata müstahak olmaz. Bununla da, iptilâya uğramış durumdasınız.

Çalışmalısınız. Ta ki, istikamet yolu ve şeriata iltizam elinizden çıkıp gitmeye... Batın vazifesine dahi fütur gelmeye... İsterse, bu işleri bir araya getirmek müşkil olsun. Zira iki zıddı cem etmek sayılır.

Lâkin, siz bu vaziyeti seçtiğiniz için, size kapı bekçiliği hizmetini seçmek düşer. Şayet niyetiniz sağlam olur ise, bu da gazaya ve güzel amele dahildir. Amma niyeti düzeltmek müşkildir.

Bugün siz, umumi manada iyi olan bu hizmettesiniz. Amma yarın size başka bir hizmet verirler ki, aynen vebal olur.

Hulasa, iş zordur; ayıkmak gerek...

"Elçinin vazifesi tebliğdir..."(5/99)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

468. DÖRTYÜZ ALTMIŞSEKİZİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: a) Geçen sohbetleri kaçırmaya esef etmek.

b) Yeni yeni sırlara ima.


Bu münasebetle bazı hususların beyanı.


NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Şeyhimizin oğlu Hace Muhammed Abdullah'a ve Hace Hüsameddin Ahmed'in oğlu Hace Cemaleddin Hüseyin'e yazmıştır.

***

Maddi ve manevi gönül birliği içinde kıymetli bulunan Hace Muhammed Abdullah'ın ve Hace Cemaleddin Hüseyin'in gözleri aydın, kulaktan mesrur olsun.

Şaşılacak bir durumdur ki, her ikisi de, misli bulunmayan bir gafletle gaflete dalıp gittiler. Şefkat ve merhamet de yok oldu. O kadar ki .yakınlık olmasına rağmen, Serhend'e gelmediler ve bu Garib'in halinden sual ederek dostluk hakkını ödemediler.

Hace Muhammed Efdal için ne diyeyim? O kendisini sevgide nice merhale bunlardan uzak saymaktadır. Hatta, bizimle dostluk bağı kurmaktan korkmaktadır.

Mir Mansur'a ne diyeyim? Kendisi daima sohbet istemekte; lâkin bu bir temenni olarak kalmakta ve bir türlü kuvveden fiile çıkaramamaktadır.

Fukahanın şu sözü meşhurdur:

-Zarara razı olan, asker nazarına müstahak değildir.

Her ne kadar deniz karanlık ise de; abıhayat ondadır. Allah'ın inayeti ile, nadiren olsa dahi, cevherler burada hasıl olmaktadır. Başka yerlerde bulunan benzeri hasıl olsa dahi yine ganimettir.

Her savaşan, kadir ve kıymet kazanır. Bu dahi, düşmanın istilâsı zamanında müyesserdir.

Selâmet, her ne kadar zaviyede olsa dahi, lâkin, gaza ve şehadet devleti muharebe meydanındadır.

Zaviye, ancak, kapanan ve zaaf erbabı olanlara mahsustur.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruldu:

"Kavi mümin, zayıf müminden hayırdın."

Kuvvetli askerlerin yeri ise... büyük muharebe meydanında çarpışmaktır.

Bir ayet-i kerime meali:

"De ki: Herkes, kendi asfiy aratılışına göre amel eder. O halde, kimin doğru yolda olduğunu, Rabbin daha iyi bilmektedir."(17/84)

***

İzin ve ruhsat müddeti bittikten sonra askere giderken; zaruri olarak, oğlum Muhammed Said'i evde bıraktım.

Ondan ayrıldıktan sonra; feyizleri, bereketleri, ilimleri ve maarifi düşündüm, ondan ayrıldığıma pişman oldum.

Fırsatı bir ganimet bilip onu istedim. Büyük küçük, hemen herkes de bu bereketlere nail olmak için geldi.

***


Şaşılacak bir durum şu ki: Kendim, melametiye taifesinden ve Kalenderiye zümresi içinde gibiyim. Halbuki ben, her ikisinden de ayrılmışım; onlardan başka bir durumdayım. Benim kendi başına bir muamelem var.

***

Yeni ilimlerden bir parça olsun dinleyiniz, duyunuz... Şu ayet-i kerime ile başlayan mektubu (bak: 53. mektup) okuyunuz:

"İnsan üzerine, uzun bir devirden öyle bir zaman gelip geçti ki; o vakitte o, anılmaya değer bir şey değildi..."(76/1)

Evet, öyle idi ya Rabbi,n aynen, ne eser olarak; ne şühud, ne de vücud olarak anılan bir şeydi...

Herhalde siz görmüş olacaksınız, bazı mektuplarda vücuda bağlı zevali, ilhad ve zındıklık kabilinden saymıştım. Orada da bu ibareleri yazdım. Yüce Sübhan Hakkın keremi ile ona çare buldum.

Bir mısra:

Gülistanımla kıyasla baharımı...

Bütün bu devletler, o vakıaların bereketlerindendir. O olmasaydı, bunu bulamazdım. "Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla... Sen her şeye kadirsin."(66/8)

Mevlâna Muhammed o tarafa geldiğinden, bir iki kelime yazdık. Sonu hayırdır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

469. DÖRTYÜZ ALTMIŞDOKUZUNCU MEKTÛP


MEVZUU: a) Bu alemin sonradan yaratıldığının beyanı.

b) Akl-ı faale tapanları red.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Hamid Ahmedi'ye yazmıştır.


***

Alemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, Seyyidü'l-mürselin Resulullah Efendimize.

***

Yüce Allah, zatı ile mevcuttur. Onun vücudu dahi, kendisi iledir.

Yüce Allah, şu anda önce olduğu gibidir. Sonsuzlara kadar da, böyle olacaktır.

Onun mukaddes zatına, ne geçmişte bir yokluk olmuştur; ne de gelecekte bir yokluk gelecektir.

Burada:

-Vücub-u vücud tabiri, o mukaddes zatın en küçük hizmetçileri arasındadır.

-Seib-i adem tabiri ise, o harem-i muhteremin en düşük temizlikçisidir.

Yüce Hakkın masivasına gelince bunların hepsi de:

-Alem tabiri ile anlatılır.

Bunlar da anasır, eflâk, ukul, nüfus, besait ve mürekkebattır. Bütün bunlar, yüce Hakkın vücud vermesi ile mevcud olmuş; ademden vücuda gelmiştir.

Zata ve zamana bağlı kıdemlerin ikisi de, yalnız yüce Hakkın mukaddes zatı için mevcuttur. Zati ve zamanı hüdus ise, yüce Hakkın masivasına göredir.

Sübhan Hak, yeri iki günde yarattı. Yerin yaratılmasından sonra, semaları ve yıldızları da ademden vücuda iki günde çıkardı. Şu ayet-i kerimeler bu manayı anlattı:

"...Yeri iki günde yaratana..?"(41/9)

"Ve yedi sema olmak üzere iki günde yarattı..."(41/12)

Sefihtir, hatta Kur'an'ın kesin hükümlerini inkâr etmektir; şu kimse ki, yüce Hakkın masivası olan eflâk ve ondakilerin kıdemine dair söz eder. Keza basit anasır, ukul ve nüfus için de aynı sözü eder. Zira, bütün din ehli olanlar, icma ile şu iş üzerinde karara vardılar ki:

-Yüce Hakkın masivayı sonradan yaratılan hadistir.

İttifakla hükmettiler ki:

-Masiva, geçmişinde bulunan yokluktan sonra var olmuştur.

Nitekim, üstte anlatılan manayı, Haccetü'l-islâm, İmam-ı Gazali, EL-MÜNKIZÜ MİNE'D DALAL adlı eserinden sarahaten anlatmıştır. Alemin bazı parçalarının kadim olduğuna kail olanları da tekfir etmiştir.

Zira, mümkinattan bir şeyin kıdemine hükmetmek; dinden çıkıp felsefeciler arasına girmektir.

Yüce Hakkın masivasına, geçmişte yokluk olduğu gibi; geleceğine de yokluk katılacaktır.

Yıldızlar dağılacak, yerler ve dağlar parçalanacak, böylece yokluğa katılacaktır.

Nitekim, üstte anlatılan manayı Kur'an'ın kafi hükümleri anlatmıştır. İslâm fırkalarının dahi, tamamı bu iş üzerinde kesin hükme varmışlardır.

Allahu Teala, Kelâm-ı Mecid'inde şöyle buyurdu:

"Artık sıra birinci üfürülüşle üfürüldüğü zaman; yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp birbiri ile bir defa çarpışıp parçalanır. İşte o zaman olan olmuş ve gök yarılmış, o gün zaafa düşmüştür."(69/13-16)

"Güneş durulduğu zaman; yıldızlar düştüğü zaman; dağlar yürütüldüğü zaman..."(81/1)

"Gök yarıldığı zaman; yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman..."(82/1-2)

"Sema yarıldığı zaman..."(84/1)

"Onun vechinden başka her şey helak olucudur. Hüküm onundur; ona döneceksiniz."(28/88)

Kur'an'da bunların benzeri manada ayet-i kerimeler pek çoktur.

Cahil, anlatılanların fena bulacağını inkâr etmektedir. Bunun sebebi de cehaletidir.

Feslefecilerin süslü sözlerine kanarak, Kur'an'ın kesin beyanlarını da reddetmektedir.

Hulâsa, mümkinata, sonradan gelecek yokluğun isbatı; onların geçimişinde bulunan yokluğun isbatı gibidir. Bütün bunlar, dinin zaruri olarak, kabul edilmesi gereken işlerindendir. Buna iman etmek lâzımdır.

Ulemadan bazılarının dediği:

-Yedi şey var ki, bunlara fena gelmez; onlar bakidir: Arş, kürsi, levh, kalem, cennet, cehennem, ruh... cümleye gelince: Burada mana şu demek değildir:

-Bu eşya fena kabul etmez. Onlarda zeval kabiliyeti yoktur.

Haşa ki, böyle bir mana da... Elbette mana şudur:

-Şanı yüce Kadir Muhtar Zat, dilediğine vücud verdikten sonra onu yok edip sonra baki kalır. Bunun da, hikmetleri ve maslahattan vardır. Zira:

"Allah dilediğini yapar ve istediği hükmü verir..." (3/40 ve 5/1) manalarına gelen ayet-i kerimeler sarihtir.

Bu beyandan da anlaşılmış oldu ki:

Bütün parçaları ile alem, Vacib Teala'ya dayanmakta; vücudda ve bekada ona muhtaçtır.

Çünkü beka, ikinci ve üçüncü zamanda, vücudun devamından ibarettir; taa, Allahu Teala'nın dilediği yere kadar. Bunda vücud üzerine zaid bir şey yoktur.

Beka ile müsemma olan vücudun kendisi olmaktadır. Onun istimrarı ise, yüce Hakkın iradesine bırakılmıştır.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; akl-ı faal ne oluyor ki, eşyayı tedbir eyleye ve hadiseler dahi ona istinad ettirile... Kaldı ki, onun kendi varlığında ve sübutunda dahi, bin kelâm vardır. Zira, onun tahakkuku ve husulü, süslü felsefi mukaddimelere bina edilmiştir. Bütün İslâm fıkralarının usullerine göre; onların hiçbiri de tam değildir.

Asıl ahmak odur ki, eşyanın tasarrufunu, şanı yüce Kadir Muhtar Zat'tan alıp onu bu gibi mevhum işe istinad ettirir. O kadar ki, felsefi yontmalar dayandırılmaktan eşyaya bin türlü ar gelir. Hatta eşya, safsata yontmasına dayandırılıp Kadir Muhtar Zat'a bağlanmak saadetinden mahrum olmaktansa, yok olup gitmesine razı olur.

Bir ayet-i kerime meali:


"...Ağızlarından çıkan söz ne büyük!.. Onlar, ancak yalan söylerler."(18/5)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Cevapla

“►Diğerleri k.s.◄” sayfasına dön