İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Alt Forumda kotegarize edilmeyen diğer Hakk Dostları.
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

490. DÖRTYÜZ DOKSANINCI MEKTÛP


MEVZUU: Asker semerelerinin zikri ile, onlara şefkat ve onlara iştiyak.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Said ve Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.
***

Allah'a hamd olsun; salât ve selâm dahi Allah'ın Resulüne.

Evelâd-ı kiram, bize müştak ve bizimle olacak sohbetin devamını istemekte iseler; bize dahi onların hazır olmalarını ve mülakatını temenni etmekteyiz. Ne yapabiliriz ki, bütün temenniler husule gelmiyor.

Bir mısra:

Rüzgâr götürür; gemiler istemese de...

***

Asker'de, ihtiyarsız ve rağbetsiz olarak kalmamı bir ganimet görmekteyim. Bu yerde bir saat kalmayı, sair yerlerde çok saatler kalmaktan daha faziletli bilmekteyim.

Burada öyle şeyler müyesser oldu ki; başka yerlerde onun misli müyesser olur mu bilinmez.

Bu yerin maarifi dahi, sair maariften ayrıdır, mümtaz bir manası vardır. Bu toplumun halleri ve makamları, her irfan sahibinin nail olacağı cinsten değildir.

Sultan tarafından varid olan engele gelince, aziz şan Mevtanın rızasına açılan bir pencere görmekteyim. Saadetimi dahi, bu hapiste görmekteyim. Bilhassa, bu çekişmeli günlerde; bu işler ve muameleler acayiptir. Bu tefrika günlerinde, bunlar bir nazdır, işvedir, mülatafedir.

Lâkin gün gün, yeni hayretseza devlet husule gelirken; evlâd hatıra düşmekte ve mülakat nailiyetinin olmayışı ile uzaklık ve hicran eleminden gönül mustarib olmaktadır.

Sanıyorum ki, benim şevkim, sizin şevkinizden daha ziyade, daha çok ve daha üstündür.

Şu makarrer bir manadır ki, babanın çocuğunu istediği kadar çocuk babasını isteyemez. İsterse, asalet ve fer'iyet kaziyesi bu mananın aksine olsun. Zira aslın ona ihtiyacı yoktur; fer'in ise, ona ihtiyacı vardır. Baştan sona durum budur. Lâkin muamele böyle cereyan etmiş; şevkin şiddetlisi asıl için sabit olmuştur.

Ölüm gibidir, bir yerde kalmak kethüda ile...

Dehli civarınızdadır; Egre dahi size yakındır.

Vesselam...

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

491. DÖRTYÜZ DOKSANBİRİNCİ MEKTÛP



MEVZUU: a) Mevhube-i lâkeyfiye olan arifin zatının sırlan, b) Zat tecellisinin tahkiki.

c) Uhrevi rüyet... (Ahirette Allahu Teala'yı görmek)


Bu münasebetle bazı hususların beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.

***

İrfan sahibinin muamelesi, şuundan ve sıfatlardan yükselip yüce mukaddes Zat itibarları yüzlerini de geçerek, kendisinden:

-Namazın hakikati diye anlattığımız makamdan dahi o muameleye bir üstünlük hasıl olur ise, orada teveccüh ve teveccüh eden bilâkeyf olur. Tıpkı kendisini teveccüh edilen zat gibi. Çünkü, keyfi için, lâkeyfiye yol yoktur.

Bu teveccüh eden, o irfan sahibinin zatıdır. Amma kendisinden bütün yüzleri ve itibarları attıktan sonra.

Künh: Bu mücerred zattan ibarettir. Ki o, marufunun zatına ve matlubunun kendi künhüne teveccüh etmektedir. Amma ne bir yüz, ne de bir itibar. Yukanda:

-Künh, mücerred zattan ibarettir dedim. Bunu ancak şunun için dedim ki:

-Bir şeyin künhü, o şeyin bütün yüzlerinin ve itibarlarının ötesindedir. Bir şeyin zatı dahi, o şeyin tüm yüzlerinin ve itibarlarının ötesindedir.

Her ne zaman, bir şeyin yüzleri ve itibarları mülâhaza edilir ise, o şeyin zatı, bütün bunların ötesinde bulunur. Zat mertebesinde bir şeyin isbatına asla mecal yoktur. Her ne şey ki, orada sabit olur; o yüzlere ve itibarlara dahildir; zat bunun ötesindedir. O makamda, nefy ve selbden başka bir iş tasavvur edilemez.

Şayet orada imtiyazlı bir ilim var ise, selb iledir. Eğer orada bir tabir ve tefsir var ise, selb iledir.

Her ne şey ki, onda isbat mecali yoktur ve selb olmadan ondan tabir dahi mümkün değildir; o keyfiyeti meçhul bir şeydir v e onun için lâkeyfiden nasip vardır.

O teveccüh ki, zat mertebelberinde isbat edilir; teveccüh edenin aynen zatıdır. Zatın yüzlerinden bir yüz olmadığı gibi, onun itibarlarından bir itibar da olmaz. Çünkü, bütün yüzler ve itibarlar ondan atılmıştın tek zattan başka bir şey de kalmamıştır.

Mana böyle olunca, aynen zat olan bir teveccüh dahi, zaruri olarak lâkeyfiden bir nasip olur.

Şimdi sağlama çıkan mana şu ki: Teveccüh, teveccüh eden orada bilâkeyf olmaktadırlar. Tıpkı kendisine teveccüh edilen gibi. İsterse, bir lâkeyfi ile diğer lâkeyfi arasında çok fark bulunsun.

Toprak kim, Rabbü'l-erbab kim!.. İş bu manadan ötürüdür ki, teveccühte ve teveccüh edende, lâkeyfiden bir nasip isbat eyledik. Halbuki, hakiki lâkeyfi olan yalnız kendisine teveccüh edilendir.

Bu mümkinin zatı ve künhü ki, keyfiyeti meçhul bulunmaktadır ve onda bir şeyin isbatı da mümkün değildin letafetin, tenezzühün, tekaddüsün kemalinde bulunan yüce Vacib Zat nasıl idrak edilir ve ondan bir şey nasıl elde edilin!..

Bir şiir

O ki, haberdar değildir, kendi zatından;

Gücü yeter mi haber vere şundan bundan?..

Merhametliler merhametlisi yüce Zat, tamamen keyfiyetle muttasıf olan mümkine merhametinin ve şefkatinin kemalinden ötürü lâkeyfiyeden bir nasip verdi. Şunun için ki: Kendisine hakiki lâkeyfiyeden bir zuhur ve şuur hasıl ola...

Bir mısra:

Yerin de vardır nasibi, büyüklerin kadehinden...

Denmiştir ki:

-Zatın künhünü bilmek muhaldir.

Herhalde bunların:

-Bilmek (marifet) demekten muradları, keyfi alemden bilinen şeylere dair bir bilmektir. Halbuki, bunların lâkeyfiye taalluku muhaldir. Amma lâkeyfi alemden bir iş, lâkeyfi ile lâkeyfi bir ittisal ile muttasıl olur ise, bu büyük devletten de büyük bir nailiyete erer ise, neden muhal olsun?

Burada anlatılan duyulmamış bir marifet, incelik taşıyan bir meseledir. Keşif ve irfan sahiplerinden de pek az zuhur etmiştir.

Lâkeyfiden nasibi olan bu mücerred zat ki, tafsilatı ile beyan ettim; marifeti tam bir irfan sahibine mahsustur. Sonra o, yüce mukaddes Hazret-i Zat'a dahi vasıl olmuştur. Ve bu yüksek derecede ona fena ve beka dahi hasıl olmuştur. Bu devlet dahi, o zati bekanın eseridir. Bu irfan sahibinin dışında kalan sair mümkinata gelince, zattan yana asla onların nasipleri yoktur. Kesin olarak, onların zatı yoktur ki; bu zatla kaim olan sıfatları da olsun. Elbette onların tüm varlıkları, isimlerin ve sıfatların zılâli, şuunun ve itibarların akisleridir. Bu zılâl ve akisler dahi, isimler ve sıfatlar olan asılları ile kaim bulunmaktadırlar. Kendisinden:

-Zat... diye anlatılabilecek bir işle değil.

Tüm mümkinatın ecmaı olan insan letaifine gelince, ister hafi, isterse ahfa olsun, cismani ve ruhani olarak sıfatların eserleri ve isimlerin de zılâlidir; yüce mukaddes Zat itibarlarıdır. Zatın kendisinden, onlara bir şey tevdi edilmediği gibi, onların kıyamı dahi zat ile olmamıştır.

Burada şöyle bir şey sorulabilir:

-İsimlerin ve sıfatların kendi başlarına kıyamı yoktur; bunların kıyamı da ancak yüce mukaddes Zat iledir. Gayrı olan nasıl onlarla kaim olabilir?

Bunun için şu cevabı veririm:

-Gayrı olan ancak şu halde onlarla kaim olamaz ki, mevcud olur ise. Amma onun sübutu ki, tevehhüm mertebesindedir. Neden onlarla kaim olamasın? Zira o, pek zayıftır.


***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Hem söyledim; hem de yazdım:

-Mümkinin zatı ademdir diye... Bu, şu sözümüz gibidir:

-Mümkinin zatı yoktur.

Onun zatının olmaması, zatının olması bir manayadır. İsterse, felsefi tahkik, bu iki mana arasında bir başkalık ortaya atsın; onun bir mefhumu yoktur. Hakikatta, her ikisin mercii ve meali birdir.

Ademin kendisine bir faydası yoktur; başkası için ne yararı olabilir? Kendini tutmaya gücü yetmez. Başkasını tutmaya nasıl gücü yetsin?

Bu bahsin tahkiki şu ki: İsimlerin ve sıfatların akisleri adem aynasında zuhura geldiği zaman, onların kıyamı zahiren aynada görülür. Onların kıyamı ayna ile olduğundan; ayna, onlara zat gibi tahaylül edilir. Hakikatta onların kıyamı asılları ile olup, aynı ile asla taalluku yoktur. Adem aynası ile tevehhüm dışında bir işleri de yoktur. Burada, aynanın cevheriyle ve zatiyeti için mecal nereden olsun? Halbuki ademin araz olmaya dahi kabiliyeti yoktur; nasıl cevher olabilir?

Marifeti tam olan bu irfan sahibine gelince... Ki o, yüce mukaddes Zat mertebesine vasil olmuştur. Kendisine o zat ile beka hasıl olmuştur ki, onun hükmü anka-i mağrib hükmüne benzer. Hem de bütün vakitlerde. Ki onun vücudu bulunmaz bir şey olup, vukuu dahi enderdir.

Fenadan ve bekadan sonra, ona bir zat verilir ki, isimlerin ve sıfatların zılâli ve akisleri -ki bunlar o irfan sahibinin hakikatidir- o zat ile kaimdir. Tıpkı onların asılları olan isimlerin ve sıfatların kıyamı Hazret-i Zat ile olduğu gibi; bu isimlerin ve sıfatların zılâli dahi o irfan sahibine verilen zat ile kaimdir.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, o irfan sahibi, cevherden ve arazdan mürekkeb olur. Sair mümkin fertleri ise, mücerred arazlar olup onlarda cevheriyet şaibesi yoktur.

Sahibü'.-Fütuhat Muhyiddin b. Arabi'nin şu cümlesi ne kadar güzeldir:

-Alem, tek zatta toplanıp kaim olan arazlardan ibarettir.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın.

Ancak, Şeyh, burada iki inceliği seçmiştir. Söyle ki:

a) Anlatılan ekmel manadaki irfan sahibini bu hükümden istisna etmemiştir.

b) Alemin kıyamını zat-ı ehadle kılmıştır. Halbuki, onun kıyamı, aslı olan cema ve sıfat ile olup yüce Zat ile değildir. İsterse, isimlerin ve sıfatların kıyama zat ile olsun. Çünkü, Hazret-i Zatın alemden yana istiğnası vardır. Alemin o yüce derece ile kıyamı nasıl olsun? Alem ne oluyor ki; o zirve-i kusva ile kıyam hevesi kendisinde bulunsun.

Bir şiir:

Biz yetişmeye çalışırız kısa elle;

Senin gibi ulu ağaca şöyle böyle...

Bu irfan sahibinin muamelesi, alemin muamelesi dışındadır... Onun hükmü dahi, alemin hükümlerinden müstesnadır. Zira o:

"İnsan sevdiği ile beraberdir..." hükmüne göre, zati mahabbetle maiyete (beraberliğe) nail olmuştur. Aslını gerek, aslın aslı ile bir olmuştur. Asılların aslında nefsini ifna etmiştir. Keremliler keremlisi:

"İhsanın mükâfatı, ihsandan başka mıdır."(55/60) ayet-i kerimesinde-ki mana muktazasına göre, onun fenasına karşılık, bekasını ikram eyleyip fenasına erdiği şeyde baki kılar. Ve onu, isimlerine ve sıfatlarına mazhar eyler. Kendisini cami bir mir'at yapar.

Bundan sonra, sair alem fertlerinin hükmü, bir aşık irfan sahibinin yanında, ummandenize nisbetle bir damla gibi olsa iyidir. Çünkü, isimlerin ve sıfatların Hazret-i Zat yanında bir kadri kıymeti yoktur. Halbuki, damlanın, umman denize nisbetle bir miktarı yardır.

O irfan sahibinin, kavrayışı, idraki, marifeti ve ilmi diğerlerine nisbetle anlatılan mana ile kıyaslanmalıdır. Onun büyük sanı, derecesinin yüksekliği bu manadan anlaşılmalıdır.

Bir ayet-i kerime meali:

"Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve, Allah büyük fazlın sahibidir."(62/4)

Zati beka ile müşerref olan ve kendisine zat verilen bu irfan sahibinin sıfatlarının kıyamı ilim ve kudret gibi zat iledir. Nitekim daha evvel, sair alem fertleri gibi, asıdan ile kaimdi.

Bu ekmel manada bekanın varlığı ile; o irfan sahibine:

-Ene... (Ben...) kelimesinin ıtlakı avdet etmez. Zira, ondan zail olup gitmiştir. Zira, beka mertebelerinden hiçbir mertebeye:

-Ene... (Ben...) ıtlakına güç yetmez. Çünkü ekmel manada beka, pek tamam olan fena üzerine yayılmıştır. Ki bu fena:

-Ene... (Ben...) kelimesinin ıtlakından yana, ne nam bırakmıştır, ne nisan. Ne de öyle bir mecal kalmıştır.

-Zail geri dönmez, kaziyesi meşhurdur. O ki, avdet edip geri döner; zail olmamıştır. Belki de, ağırlık altında kalıp mağlup ve mestur olmuştur. Sonra, arızalardan biri ile, kuvvetlenir ve galip gelir. Zira, mağlup, bazen galip olabilir.

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki: Yüce mukaddes Hazret-i Zat mertebesinden nasip bu irfan sahibine mahsustur. Zira o, sıfatların dahi onunla kaim olduğu Hazret-i Zat ile bakidir. Onun dışında kalanın; fena ve beka kısmından elde ettiği her ne olur ise, isimlerden ve sıfatlardan bir nasip olup zattan değildir. İsimlerde ve sıfatlarda zattan ayrılma durumu olmasa dahi zattan gelen nasip sıfatlardan gelen nasipten başkadır. Her ne kadar, sıfatların zattan ayrılma durumunun olmayışı, bir cemaatı sıfatlardan gelen nasibin; zattan gelen nasibin ayniyeti ve ittihadı tevehhümüne düşürmüş ise de, her birinin kendine has alâmetleri ve emareleri, ilimleri ve hususi manada maarifi vardır. Bu mana dahi, bu büyük devlete ulasan kimselere gizli değildir.

Şu mana dahi, sana gizli kalmamalıdır ki, zati tecelli, yalnız anlatılan irfan sahibine mahsus değildir. Bu tecellinin, ondan başkasına da müyesser olması caizdir. Lâkin o başkasına, zatın kendisinden nasip yoktur. Çünkü, tecelli zıllıyetten bir şey ister. Zira o, ikinci mertebede bir zuhurdur. Zikri edilen zatın kendisine gelince zıllıyetten yana bir şaibeye tahammülü yoktur; tecellinin kendisinden kaçar. Keza zuhurdan da... Sıfatlardan herhangi biri ile, zatın zuhuru dahi, ikinci mertebede bir zuhurdur. Amma bu, zati tecelli de olmaz. Belki de, yüce mukaddes Zat itibarlarından bir itibar tecellisidir.

Çünkü şanı yüce Zat, bütün itibarları camidir. Hatta, bütün itibarlardan münezzehtir. Dolayısı ile itibarlardan bir itibar, zati tecelli olamaz.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Üstte anlatılan manalara bakılarak, şöyle bir soru sorulabilir;

-Şeyh Muhyiddin b. Arabi -Allah sırrının kudsiyetini artırsın- ve ona tabi olanlara -sırlan mukaddes olsun- demişlerdir ki:

-Tahayyün-ü evvel, zati taayyündür.

Bu dahi, ilmi cümeli taayyün ile zatın zuhuru olup zat itibarlarından bir itibardır. İsterse, onun camiiyeti olsun.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Bu derviş'in itikadı odur ki:

-Taayyün-ü evvel diye tabir ettikleri ilmi cümeli zuhur, zati tecelli değildir. Zat şuunatından bir şandır. Zat ise, bütün şuunatı ve itibarları camidir. Hatta şuunatın ve itibarların da üstündedir.

Burada ilmin itibarı, sair itibarlar gibidir ki, o mukaddes mertebenin zenginliğine eller ulaşmaktan yana kusurludur.

***

Burada, bir başka soru da şöyle olabilir:

-ikinci mertebede zuhur, ilme inhisar etmektedir. Zira, hariçte yüce Zat'ın kendisi vardır. Dolayısı ile onun zuhuru, ilim yeri olan ikinci mertebededir. Kaldı ki, bu zuhur ya ilimdedir; yahut hariçtedir. Üçüncüsü şık beyan edilmemiştir ki, onda zuhur sabit olsun.

Bu soruya şöyle derim:

-Zat itibarlarından bir itibar olan ilim şanında zuhura kadir olan; bazen ilim itibarının zuhuru olduğu yerde dahi zuhur etmeye kadirdir. Yani o cami zuhurdan bir zuhur olarak. Hatta, şöyle bir zuhur olduğu dahi olur ki orada, ne ilim itibarı, ne de sair itibarlara bir mecal buluna... Bu durumda, o cami zuhur mertebesi, hariç mertebesinin de, ilim mertebesinin de ötesinde olur. Yani hariç için bir zil, ilim mertebesinden daha yüksek.

Zati tecelliyi, ilim tahayyünü ile mukayyed kılmak, umman denizi bir testiye sığdırmaya çalışmak kabilindendir; hatta, şarabı serapta aramak kabilindendir.

Bir şair şöyle demiştir:

Kim ki, sırça çanakta kavurma yapar;

O bir muhal uğruna ömrünü harcar...

***

Evet, ilim itibarı, zat itibarların tümden ecmaıdır. Yine bunda, zıt kemalâtının şümulü de vardır; ondan başka itibarlarda bu yoktur. Şayet, ilmi zuhur için:

-Zat zuhurudur derlerse, amma mecaz yollu... Ve onun için, zati tecelli ıtlakını yaparlarsa... Bunun yeri vardır. İsterse.onların ıtlaklarından uzak ve zevklerine uymaz olsun.

Nitekim, bu mana, onların kelâmlarına nazar edenlere gizil değildir.

***

Burada, söyle bir soru sorulabilir:

-Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh Muhyiddin b. Arabi, demiştir ki:

-Uhrevi rüyet; lâtif, cami ve misali bir surette olacaktır.

Bu hususta sizin kanaatiniz nedir? - Bunun için şu cevabı veririm:

-Anlatılan suret-i camia, Şübhan Hakkın rüyeti değildir; onun kemalât mazharlarından bir mazharın niyetidir. Böylece, misal aleminde hasıl olmuştur.

Bir şiir:

Müminler onu keyfiyetsiz görecekler;

İdraksiz ve darb-ı meselsiz erecekler...

Şübhan Hakkın rüyetine suret olarak kail olmak; hakikatta, Şüthan Hakkın rüyetini nefyetmektir.

O suret ki, misal aleminde hasıl olmaktadır; isterse cami manada olsun, bu misal aleminin miktarına göredir. İsterse onun bir vüs'atı olsun. Ne var ki o, yüce Allah'ın yaratmış olduğu alemlerden biridir. Nasıl onda suret-i camianın yeri olsun!.. Böylece o, vücubi kemalâtın tümünü cami ola ve onun bütününü zaptede ve o mertebe-i mukaddeseye mir'at durumunu ala!.. Onun rüyeti dahi, Hak Taala'nın rüyeti ola!..

Vücubiyet sıfatlarından bulunduğu, zati sıfatların dahi ecmaı olduğu halde; daha önce de anlatıldığı gibi, bütün sıfatları ve zati itibarları almaya kendisinde mecal olmayınca; mümkin ve mahluk olan misal alemi nasıl olur da kendisinde, bütün vücubi kemalâtı cami bir suret bulunur!

O suretin cami olduğunu faraza kabul etmek dahi, o mertebenin zılâlinden bir zılâl olur ki, zillin rüyeti, hakikatta aslın rüyeti değildir.

Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz, uhrevi rüyeti, mehtabı görmeye benzetmiştir. Bunda gizli bir yan bırakmamıştır.

Zilli görmek dahi, bir teşt içinde ayı görmek gibidir ki, üstün fıtrata sahib olanlar bunu kabul etmezler.

Bu arada bilip anladığımız şudur:

Bu mukaddes mertebe için, ilim yeri dışında bir zuhur hasıl olması mümkündür. Daha önce de anlatıldığı gibi, bu zuhur için, hariç mertebesi zıllında bir sübut meydana gelir.

Anlatılan cami zuhur için dahi:

-Tahayyün-ü evvel tabir ettikleri ilim yerinde cami bir zil meydana gelir.

Bu cami zuhur için yine, misal aleminde bir başka cami zil olur ki, camii ilmi zılla bir ayna olur.

Misal aleminde lâtif bir surette zuhura gelen misal alemine bağlı bu zili . ise, mahlukatın ecmaı olan insan suretinde olur. Mümkündür ki:

"Allahu Teala, Ademi kendi sureti üzerine yarattı..." manasında buyurulan hadis-i şerif bu itibara göre varid ola. Lâkin, Şübhan Hakkın rüyeti, zuhuratın ve suretlerin ötesinde lâkeyfi ve lâmisli alemden gelecektir.

Uhrevi rüyete iman etmek gerek. Amma onun keyfiyeti, kemmiyeti, limmiyeti ile meşgul olmadan.

Ahiretin yaratılışı ile, dünyanın yaratılışının ve vücudunun asla bir münasebeti yoktur ki, birinin hükümleri, diğerinin hükümleri ile kıyas edile...

Oradaki göz, buradaki gözden başkadır.

Oradaki anlayış ve idrak dahi, buranın anlayış ve idrakinden başkadır. Onun için devam ve ebedilik vardır; bunun için fena ve zeval vardır.

Onun için, kemal manada letafet ve nezafet vardır; bunun için ise, gayet habaset ve son derecede kesafet vardır.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh (Muhyiddin b. Arabi) yüce Hak için, ilim yeri dışında bir zuhur isbat eylemiyor. Tecelligâh ve zuhur yerleri dışında dahi; bir şuhuda, bir müşahadeye ve bir rüyete cevaz vermiyor.

Bir mısra:

İşte görüşüm, onların görüşünden başka...

Ne yapabiliriz ki? Bu meydanda Şeyhten başkası yok. Sırrı mukaddes olsun. Onunla da, bazen muharebe ediyoruz; bazen da musaleha.

Marifet ve irfan kelâmını kuran, şerh edip yayan odur.

Tafsilatı ile tevhid ve ittihad kelâmını eden de odur.

Taaddüd ve tekessür menşeini de beyan eden odur.

Küliiyeti ile vücudu Hakka veren odur. Bu alemi dahi, mevhum ve yal kılan odur.

Vücud için tenezzülat isbat eyleyen, onlardan her birinin hükümlerini diğerinden ayırd eyleyen odur.

Alemi yüce Hakkın aynı bilen ve:

-Hepsi odur diyen odur. Bununla beraber, yüce Hakkın tenzih mertebesini, alemin ötesinin de ötesinde bulan ve Sübhan Hakkı, görmekten ve idrak etmekten münezzeh ve müberra bilen de odur.

Şeyh'ten (Muhyiddin b. Arabi'den k.s.) evvel gelen meşayih, bu babda konuşacakları zaman, işaret ve rumuzla konuşurlardı. Şerhi ve tafsilatı ile meşgul olmazlardı,

O kimseler ki, Şeyh'ten sonra geldiler. Yani bu taifeden... Onların pek çoğu, Şeyh'i taklid etmeyi tercih etti. Onun ıstılahına uyarak kelâm yürüttüler.

Biz sonradan gelen aclere gelince, onun bereketlerinden feyz aldık (yani Muhyiddin b. Arabi'nin). Onun ilimlerinden ve maarifinden dahi bolca hazza nail olduk. Allahu Teala onu bizden yana bolca mükâfatlandırsın.

Bu babda netice mana şu ki:

Beşeriyet hükmüne göre, hata zannı ile sevap mecali birbirine karışıktır. Dolayısı ile insan bazan hata eder; bazen da sevap işler. Mana böyle olunca, hiç şüphe edilmeye ki, ehl-i Hak olan süvad-ı azama muvafaakat eylemek gerek. Bunlara uymak, savap alâmeti olsun. Söylenen de ne olursa olsun. Bundandır ki, Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Süvad-ı Azama tabi olmalısınız..."

Şu mana dahi, mukarrerdir ki, san'atın tekmili fikirlerin katılmasına bağlıdır; bir de değişik görüşlerin serd edilmesine. İsterse:

-Nahiv ilminin banisi Sibeveyh'tir, denebilsin.

Lâkin, nahiv ilmi, son gelenlerin fikirlerinin katılması ve onlardan değişik

görüşlerin girmesi ile kemalini bulmuştur. Ona bir başka şeylerin girmesi de, onda bir başka güzellik peyda olmuştur. Hatta denebilir ki:

-Bu, bir başka çeşittir; ona tek başına başka hükümler arız olmuştur.

Bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet ver... İşimizde bizim için muvaffakiyet hazırla..."(18/10)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

492. DÖRTYÜZ DOKSANİKİNCİ MEKTÛP




MEVZUU: Eşyayı, irfan sahibinin mevhub zatına istinad ettirmek.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.

***

Bir ayet-i kerime meali:

"Allah'a hamd olsun ki; bunu bize hidayet eyledi. Allah bize hidayet eylemeseydi; kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık. Rabbımızın resulleri gerçeği getirdi."(7/43)

Onlara salât ve selâm olsun.

***

Bilesin ki,

Zillin, aslına doğru sultani bir yolu vardır, ikisi arasında, saman çöpü kadar dahi bir aralık hali yoktur. Eğer ikisi arasında bir hali var ise, bu da, asıldan iraz edip kendi nefsine dönmesidir.

Zil, ancak aslın emanetlerini taşır. Şayet onda bir vücud güzelliği ve kemali var ise, hatta tevabii de, hemen hepsi asıldan istifade yollu gelmiştir. Aslın tavassutu olmadan gelen nasibi ise, herhalde ademdir. Bu dahi, mahza hiçbir şey değildir; mücerred itibardır.

Bu zil, aslını unuttu. Bu unutuşu da, tam manası ile cehaletinden gelmektedir. O emaneti dahi, kendi nefsi tarafından sanmaktadır; böylelikle de, emanete hıyanet etmiş olmaktadır.

Zati çirkinliğe rağmen, kendisini güzel ve kâmil sanmaktadır. Lâkin, onun nefsine ikbali olmasına, aslından irazına rağmen; aslına karşı tabii bir meyli vardır. Bu manayı, ister bilsin; ister bilmesin... Zira mahabbetin taalluk ettiği güzellik ve kemal, aslından gelmektedir; kendisinden değil, çünkü o, ademden ve çirkinlikten başka bir şey değildir ki, kendisine mahabbet taalluk etsin. Nitekim bu mana daha önce de geçti.

Sübhan Allah'ın keremi ile, kendisinden uçup ve enaniyet marazı zail olduğu, kendisinde bulunan cehl-i mürekkepten kurtulduğu, emanetin emanet sahibinden geldiğini itiraf ettiği, kendi nefsine ikbal yerine nefsinden iraz etmek kendisine hasıl olduğu; aslından iraz yerine de ikbale geçtiği zaman eli ile saadet ipine yapışmış olur. Asla vusul babında dahi, kendisinde bir ümit peydah olur. Bu babda netice mana şu ki:

Alem, vacibiyet isimlerinin ve sıfatlarının zılâli olduğuna göre; o zıiâlin asılları o isimler ve sıfatlardır. Bu zılâl dahi, esma ve sıfat asılları ile kaim olan arazlardır. Alemle bunlar arasında bir cevher yoktur ki, onunla kaim bulunsun.

-Yalancı bazen doğru söyler hükmüne göre, Mutezile'den Nizam bu sırra muttali olup demiştir ki:

-Alem, tamamı ile arazlardan ibarettir; onun kaim olacağı bir cevher yoktur.

Ne var ki, bu arazların kendi kendilerine kaim olduklarına kail olmak sureti ile hataya düşmüş ve onların kaim oldukları asıllardan yana gafil kalmıştır.

Sofiyeden Şeyh Muhyiddin b. Arabi ise, sırrı mukaddes olsun:

-Alem, bir araya gelen arazlardan ibarettir demiştir. Ve onların kıyamını, asılları olan esma ve sıfat ile değil; yüce Allah'ın zatı ile eylemiştir.

Keşke bileydim: Vücihlerden ve itibarlardan mücerred olan zat ile kıyamın manası nedir? Burada kıyamın manası, naitin men'ut ile ihtisasından başka değildir. Bu durumda ne naat vardır; ne de kıyam. Sonra kıyam dahi, taayyün eden vecihler ve itibarlar cümlesindendir. Dolayısı ile, bu mukaddes mertebe onun isbatına mana yoktur.

Alem fertleri, isimlerin ve sıfatların zılâli olduğuna göre; hiç şüphe edilmeye ki, onların vusulü, asılları olan isimlere ve sıfatlara olacaktır. Bu durumda alem, asılların aslına ulaşsa dahi; mücerred mukaddes Zat'ta nihayet bulamaz. Onu geçmeye de gücü yetmez. Orada asalet için de yer yoktur. Zira, orada her şeyden yana bir gına vardır. Orada ne isim, ne sıfat, ne şan, ne de itibar vardır.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, mukaddes Zat mertebesinden, alem için mahrumiyetten başka nasip yoktur. Orada vaslın ve ittisalin mecali yoktur.

Lâkin, Sübhan Allah'ın âdeti öyle cereyan etmiştir ki, aradan geçen uzun asırlardan ve uzun zamanlardan sonra; merhametinin ve şefkatinin kemalinden, tam manası ile fenadan ve ekmel manada bekadan sonra bir devlet sahibine pek mukaddes Zat'tan bir örnek vere... Daha önce onun aslı esma ve sıfat iken, bu vergiden sonra, o örnek ile kaim olur. Daha önceki arazların nihayeti dahi burada son bulur. Onun hakkında nimet dahi tamam olur.

İşte ben burada öyle bir kelâm ediyorum ki, bunu dikkatle dinlemek gerek.

O hibe edilen zat ile kıyam, anlatılan irfan sahibine mahsus değildir. Elbette, bir araya gelen arazlardan ibaret olan alem fertlerinin kıyamı daha önce isimler ve sıfatlarla olduğu halde, şimdi o hibe edilen zata merbut kılınmıştır. Böylelikle her şey, o hibe edilen zatta kaim olmuştur.

Bir şiir:

Ne zorluğu olur yüce Allah'a;

Sığdırırsa alemi bir varlığa...

İnsan hilâfetinin sırrı burada tahakkuk etmektedir. Ki o hilâfet hakkında şu ayet-i kerime gelmiştir:

"Gerçekten ben, yerde bir halife kılacağım..."(2/30)

Ayrıca:

"Allahu Teala, Adem'i kendi sureti üzerine yarattı" manasına gelen hadis-i şerifin hakikati dahi, vuzuha kavuşmuş olur.

Burada:

-Pek mukaddes Zat'tan bir örnek verilir, deyişim dahi, ibare meydanının darlığındandır. Halbuki, orada örnek mecali nereden olsun. Onun suretini ne zuhura getirebilir!.. Sonra orada suret mecali nasıl olsun!

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,

Anlatıldığı manada bir irfan sahibi, bir asırda müteaddid olmaz. O, uzun asırlardan sonra geldiğine göre, bir asırda onun müteaddid olması nasıl tasavvur edilir!.. Böyle bir devletin zuhuruna bir müddet tayin edecek olsak, onu tasdik edecek olan azdan daha azdır.

Bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet ver. Bizim için, işimizde muvaffakiyet hazırla..."(8/10)

Şunun da bilinmesi yerinde olur:

O zat ki, irfan sahibi onunla beka bulmak şerefine nail olmuştur; bu hibe edilen bir zat olup lâkeyfidir. İş bu zat, bütün vecihlerin ve itibarların ötesinde bulunmaktadır.

O zat ki, kendisine lâkeyfi manadan bir nasip gelmiştir; lâkeyfi olan mücerred zata onun için bir sultani yol vardır. O hibe edilen zat ise, o irfan sahibinin künhüdür. Künh ise, bütün vecihlerin ve itibarların ötesinden ibarettir. Bu zat dahi, bütün itibarların ötesindedir.

Diğer alem fertlerinin künhü yoktur. Onların bütün vücudları, vecihler ve itibarlardır, itibarların ötesinde onların zatı yoktur ki, onlara bir künh içni kail olunsun. Onların ki künhü yoktur; aslın künhünden yana nasıl nasipleri olur.

O kimse ki, künhe yolu vardır; künh odur. Künh ile vechin ne münasebeti olabilir!.. Künh, künh ile aynı hizada gibidir. Vecih ise, künhten inhiraf etmiştir; künhe nasıl ulaşabilir!.. Bu durumda, onun hareketi ve seyri ne kadar çok olur ise... o kadar künhten uzak düşer...

Bir şiir:

Ey Arabi, yüce Kâ'be'ye varmadan kalırsın;

Bu girdiğin yoldan ancak Türkistan'a varırsın... -Yukarıdaki cümlede geçen:

-Künh, künh ile aynı hizada gibidir tabiri, ibare mecalinin darlığından söylenmiştir. Yoksa, o makamda, nasıl hiza tasavvur edilebilir.

Ne var ki, hiza ıtlakı mecaz yolludur. Bu dahi, anlatılan o lâkeyfi manayı, misali keyfi surette temsil yollu anlatmak içindir:

"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak, bizi muaheze eyleme."(2/286)

Şimdi dinle...

Bir araya gelen arazlardan ibaret olan, alem fertlerine o irfan sahibinin hib edilen zatı ile kıyam hasıl olduğuna göre; -ki bu daha önce de anlatıl

di- onlara pek mukaddes şanı yüce Zat ile dahi bir bağlantı hasıl olur. Amma bu anlatılan irfan sahibinin tavassutu ile olacaktır. Ayrıca, anlatılan mana cihetinden, onlara o mukaddes mertebeden dahi bir nasip gelir. Zira onların zatı, bu irfan sahibinin zatının aynıdır. O zatların tavassutu ile, kendilerine lâkeyfi zat ile lâkeyfi bir irtibat hasıl olmuş gibidir. Bununla beraber, onların intisabı, o irfan sahibinin tavassutu ile pek mukaddes Zatadır. Zira, hakikatta, o zat irfan sahibinin zatıdır.

Duyulmamış bir kelâmı dinle... Hemen helkesin, o pek mukaddes Zat'a bizatihi intisabı vardır. O mukaddes mertebeye dahi, lâkeyfi manada asaleten vusulü vardır. O mukaddes mertebeden feyizleri ve bereketleri almak için de, bir istiklâli vardır. Bu durumda, vasıtalar ve tavassut araya girmez. Ancak bu tavassut ve vasıtalar, o mukaddes mertebenin dışındadır. O münezzeh mertebeye vasıl olanlardan herkese dahi; asalet yollu, istidadı kadar nasip vardır.

Bütünüyle işlerin hakikatlerini en iyi bilen Sübhan Allah'tır.


Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

493. DÖRTYÜZ DOKSANÜÇÜNCÜ MEKTÛP




MEVZUU: Rüya tabiri.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace Cemaleddin Hüseyin'e yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Onun Resulüne dahi salât ve selâm. Sizlere de dualar ederim.

Pek değerli oğlunun malumu olsun ki, göndermiş olduğu mübarek mektup ulaştı.

Maddi ve manevi birliği, sıhhat ve afiyet haberini tazammun ettiğinden; ferah ve sürür verdi.

***

Tabirini talep ederek yazdığın rüya şöyle.

-Bir gün ben abdest alıyordum. Bana baygınlık geldi; düşmüşüm. Ruh bedenimden çıkmış gibi bir hale geldim. Ayıldığım zaman, güneş gibi parlayan bir nur gördüm. Gayet lâtif olarak beni kapladı. Tıpkı bir şahıs sevdiğini görünce, onun cemali şualarında kaybolduğu gibi. Bu durumda ondan yana ne bir nam kalır; ne de nişan.

Oğluma açık bir şekilde malum olsun ki;

İnsan, meşhur olan yedi latifeden mürekkeptir. Her latifenin de kendine has bir muamelesi vardır. Ona mahsus olan haller ve vecidler vardır.

Oğlumun halleri ve zevkleri şu anda kalb latifesine taalluk etmektedir; kalb latifesi telvinatı ile mütelevvin bulunmaktadır. Şu anda da bu kuvvetli varidat ruhunun latifesine gelmiş ve onu tasarrufu altına almıştır. Zira:

"Bir karyeye melikler gerince, orayı -şad edip, aziz ehlini zelil ederler. "(27/34) ayet-i kelimesindeki mana sarihtir.

İdrakin ve şuurun menşei olan ruh mağlup olunca, o zamanın hasılatı

baygınlık olur. Bu vakitte sana ait muamele dahi, ruh latifesine taalluk eder.

Bugünkü halkada bir nevi imdad ve muavenet vaki oldu. Yani bu nisbetin tekmili hakkında. Bunun tesiri dahi müşahede edildi. Şu da malum oldu ki, o tesir için bir vüs'at hasıl oldu... Amma henüz o, sirayet sadedindedir. Allahu Teala onun itmamını nasip eylesin.

***

Yazdığın ikinci rüyaya gelelim. Yazmışsın ki:

-Gördüm ki, Süreyya yıldızı ile benat-ı naaş evimde karşılaştı.

Bu rüyanın tabiri de, birinci rüyanın tabirine uyar. Şunun için ki: Kalb nisbeti ile, ruh nisbeti bir araya gelmiştir. Yani yıldızlardan anlatılan iki kısmın karşılaşması ile... Şöyle ki:

Süreyya yıldızında yıldızların intizamı vardır; bunun için de kalbe uygun düşer. Benat-ı naaşta dahi, intişar vardır. Bu da ruha münasiptir.

İkinci rüyanın, birinci rüyadan sonra zuhura gelmesi sahihtir ve iki nisbetin içtimaına delildir. Önce zuhur etmiş olsa dahi yine sahihtir. Zira, nisbet hasıl olur amma, zuhur olmaz...

Bu durumda, sana önce o nisbetin husulü gösterilmiş; sonra da ikinci rüya ile zuhura gelmiş.

Doğruyu en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

Bir ayet-i kerime meali:

"Sübhansın (Allahım), senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur."(2/32)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

494. DÖRYÜZ DOKSANDÖRDÜNCÜ MEKTÛP



MEVZUU: Bazı müjdelerle, mücerret elemlerini izhar.

NOT: İmam-ı Rabbani Kz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Said'e yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.

Evlâd-ı kiram, maddi ve manevi birlik için, tahakkuk etmiş olsunlar.

Bu seferlerde de mihnetlerde elemlerden bir şey bulamıyorum ki, aziz evlâdımın ayrılığına müsavi olsun.

Onları hatırlamaktan pek az fariğ olmaktayım.

Mün'im-i hakikiden himetlerin vusulü, ne miktar artacak olsa, uzakta kalan sevgililerin mahabbetleri o kadar çoğalıp artmaktadır. . Yeni yeni sünuhat gün gün müsveddeye yazılmakta ve beyaza nakledilmektedir. Lâkin, onları kim anlayacak ve onlardan haz alacak ki?

Hace Muhammed Haşim, bir ganimettir. Kendisinde kelâm anlayışı istidadı da vardır. Umumi olarak lezzet almaktadır. Lâkin, bu icmi seferinde o, özrü sahih muhlislerden mihnet şiddetine duçar oldu. Refakat edenler dahi az.

Allah bize yeter; o ne güzel vekildir.

Refikler az olduğu gibi, zevkler dahi az.

"Allah kuluna yeterli değil mi?"(39/36)

Evet, yeter...

***

Sonra, bir gece ben, sizin ayrılık elemenizden mahzun ve müteellim iken; teheccüd namazından sonra söyle gördüm: Siz iki kardeş, o arkadaşlardan biri ile sultan vekilinin yanına gittiniz ki; kendisine hizmette bulunasınız. Bu hizmete yarayanı ayırd etmek işi de, o vekile bırakılmış. O da, her kimi hizmete kabiliyetli görüyorsa, onu hizmete alıyor. O kabul edilenin rengini ve alâmetlerini de bir kâğıda bu arada yazıyorlar.

Bu üç kişiden ikinizin rengini yazıp hizmete aldılar. Arkadaşlardan üçüncünün rengini yazmadılar ve hizmete de almadılar.

Bu arada ben size soruyorum:

-Onun rengini neden yazmadılar?

Siz de şu cevabı veriyorsunuz:

-Renk yazma sırasında, yazan kendi yüzünü onun yüzüne yaklaştırdı; onda çokça düşündü. Sonra şöyle dedi:

-Onda siyahlık vardır.

Veya buna benzer bir lâfız kullandı. Ve yazmadı.

Sübhanellah, sizden yana kalb mutmain oldu. Şunun için ki: Sizi kabul ettiler. Lâkin, arkadaşlardan o üçüncü şahıstan yana gönül elemli kaldı. Şunun için ki: Onu kabul etmediler. Keşke onu da, sultanın hizmetine kabul etselerdi.

Akıbet hayırlıdır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

495. DÖRTYÜZ DOKSANBEŞİNCİ MEKTÛP



MEVZUU: Gayr-ı ihtiyari bereketlerin askerde olduğu beyanındadır.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mahdumzade Hace Muhammed Said ve Hace Muhammed Masum Hazretlerine yazmıştır.

***

Keremli evlâdım birlik üzere olsunlar... (Yani manevi huzurda ve gönül birliğinde...)

İnsanlar, her zaman mihnetlerimize bakarak; bu darlıktan kurtulmamızı isterler. Amma bilmezler ki, muradın husule gelmeyişinde, ihtiyarsız olmakta, maksada ve merama nail olmamakta tatlı ve hoş belâ vardır.

Hangi nimet var ki, insanın ihtiyarı olmadan ihtiyarından çıkarılmasına, istenmeden maişetinin verilmesine, ihtiyari işleri dahi onun ihtiyarsızlığına ve onun, yıkayıcı elindeki meyit kılınmasına müsavi olur.

Hapis günlerinde, zaman zaman, bilhassa ihtiyarsız ve mustar halimde; çokça haz alırım. Hem de şaşılacak kadar. Keza garip zevk alıyorum.

Evet, feragat erbabı, belâ erbabının zevklerinden ne alabilir ki? Onun belâ güzelliğinden ne anlarlar?..

Çocuklara göre, yalnız haz tatlıdadır. O ki, acılıktan yana bol hazza nail olur, tatlıyı bir kıla satın almaz.

Bir mısra:

O kuş ki, ateş yutar, dane lezzetinden ne anlar...

Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

496. DÖRTYÜZ DOKSANALTINCI MEKTÛP



MEVZUU: Bu Tarikat-ı Aliyye'nin adabı hakkındadır.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hafız Abdulgafur'a yazmıştır.


***

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm...

Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat görüşlerine göre itikadı düzeltip fıkıh hükümlerini de öğrenerek onların gereği ile amel ettikten sonra bir talibe yakışan odur ki, cümle vakitlerini şanı büyük Allah'ın zikrine harcaya. Şu şartla ki: Bu zikir, kâmil ve mükemmel bir şeyhten alınmış ola... Zira, nakıstan kâmil çıkmaz.

Vakitleri, zikirle mamur eylemek gerek. O kadar ki, farzların ve sünnet-i müekkedelerin edasından sonra zikirden başka bir şeyle meşgul olunmamalıdır. Hatta Kur'an-ı Kerim tilâveti ve nafile ibadetler dahi (bir zaman için) bırakılmalıdır.

Abdestli, abdestsiz, ayakta ve oturarak zikir vazifesini yapmak gerek.

Giderken, gelirken, yerken ve uyurken zikirden hali kalınmamalıdır.

Bir şiir:

Ayıkın, zikredin mahlukatın Rabbini zira;

Hem cila vurur kalblere hem gıdadır ruhlara...

Devamlı zikirle meşgul olunsun. O kadar ki, sine sahasında, zikri edilenden gayrı ne gam kalsın; ne de nisan... Hatta, anma yolu ile, kalbe zikri edilenden başkasının hatırası dahi gelmemelidir. Kalb, zikri edilenin gayrını unuttuğundan, onun gayrı zorla hatırlatılmaya çalışılsa dahi böyle bir şey müyesser olmamalıdır. Bu unutmak:

-Matlubun gayrı olan her şeyi unutmak demek istiyorum. Matlubun husulüne bir mukaddime ve ona vusul için müjdecidir.

Matlubun husulü ve maksuda hakiki vusul için ne yazabilirim ki? Zira o, ötelerin de ötesindedir.

Bir şiir:

Nasıl erilir o saadete ki, hep oralar;

Yüksek yüksek dağlar ve korkunç uçurumlar.

Pek aziz kardeş, bu dersi bitirirse, başka dersi talep edebilir.

Basan ihsan eden Allah'tır. Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

497. DÖRTYÜZ DOKSANYEDİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Vakitleri muhafaza etmek.


NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.

***

Bu tarafın halleri ve vaziyetleri hamd edilmeyi gerektirir.

Sübhan Allah'tan dilek: Selâmetiniz ve istikametinizdir.

Yüce Allah'ın dileği ile, İcmir'e vasıl olur da; bu akabelerin sıkıntısından ve şiddetli sıcağından necat hasıl olur ise, size bir mektup yazar, sizi isterim. Allahu Teala dilerse...

***

nül birliği içinde olmalı ve tamamı ile himmeti, şanı büyük Mevla'nın razı olduğu şeylere harcamalısınız.

Vakitleri boşa harcamaktan sakınmak gerek.

Nefsin hazzını vermeye çalışmak, ehil ayal ile ünsiyete dalıp kalmak önemli işlere kesiklik getirir. Bunlardan, mahrumiyet ve nedamet dışında bir şey hasıl olmaz. Nedamet ise, bir şey hasıl etmez..

Bu sohbeti ganimet bilmelisiniz.

Vakitleri de, işlerin en önemlilerine harcamalısınız.

"Elçinin vazifesi, ancak tebliğdir..."(24/44)

***

Size ders ders yazdığım maarife dikkat ediniz; onları boşa gidermeyesiniz. Ciddi ve ihtimamla onları mütalaaya çalışınız. Herhalde onların gizliliklerinden size birer pencere açılacaktır. O zaman, saadet sermayenizi bulmuş olursunuz.

Sizin için müjdeli bir haber buldum; bir mektuba yazdım. Hace Muhammed Haşim'e de verdim; onu size ulaştıracaktır.

Ümittir ki, Sübhan Allah keremi ile sizi zay etmez; makbul kılar. Ne de olsa, çekinmeli ve sakınmalısınız.

Vakitleri oyuna ve oyalanmaya harcamaktan çokça sakınınız; bu durumda sohbetin de tesiri kalmaz.

Hazret-i Sübhan Hakka iltica ve tazarru üzere olunuz.

Ehl-i hukuk ile zaruret miktarı karışık durunuz ve gönüllerini alınız,

Cemaat-ı mesture ile vaaz ve nasihat ederek geçininiz. Onlar hakkında, emr-i maruf ve nehy-i münker vazifesinde cimrilik etmeyiniz.

Bütün ehl-i beyti; namaza, salâha ve şeriat hükümlerini yerine getirmeye teşvik ediniz. Zira siz, muhafazanız altında olanlardan sorumlusunuz.

Allahu Teala, size ilim ihsan eylesin. Bu ilimle de, amel etmeye muvaffak eylemesini ve istikamet üzere kılmasını o yace zat'tan dileriz.

Amin!..

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

498. DÖRTYÜZ DOKSANSEKİZİNCİ MEKTÛP




MEVZUU: Harika hallerin zuhurunun çokluğu ve azlığı.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Derviş Habib Hadim'e yazmıştır.

***

Bilesin ki,

Fuzuli mubahları irtikâb etmek, harika kerametlerin azalmasına sebeptir. Bilhassa bu fuzuli şeyler, şüpheliler haddine ulaşacak olur ise... Oradan dahi haram sınırlarına ulaşır ise... Bu durumda, keramet nerede!.. Harikaların zuhuru nerede!..

Her ne miktar mubahlara mübaşeret çemberi daralır ise, onunla zaruri miktar iktifa edilir ise, keşif, keramet mecali o miktar geniş olur. Harika hallerin zuhuru dahi o miktar açık vazıh olur.

Harika hallerin zuhuru, nübüvvet şartlarından olup, velayet şartlarından değildir. Zira, nübüvvet izahı vaciptir; velayet izharı değil. Hatta, bu velayet mertebesinde gizlilik ve saklılık evlâdır. Çünkü, nübüvvette halkı davet vardır.

Bu manadan olarak şu husus malumdur ki:

Davet için izhar lâzımdır.

Yakınlık için de, kapamak münasip olur.

Bir veliden çokça harika hallerin zuhur etmesi; kendisinden zuhur eden harika hallerin benzeri zuhur etmeyen başka velilerden daha faziletli olduğuna delâlet etmez. O kadar ki, kendisinden asla harika bir keramet zuhur etmeyen bir veli, kendilerinden çokça harika kerametler zuhur eden velilerden çok daha faziletlidir.

Nitekim üstte anlatılan manayı Şüyhü'ş-Şüyuh AVARİF nam kitabında tahkik etmiştir.

Harika hallerin çok veya az zuhuru, nübüvvet şartı olmasına rağmen; daha faziletli olma mucibi olmayınca, velayette daha faziletli olma mucibi nasıl olabilir? Halbuki harika hallerin zuhuru onda şart da değildir.

Zannım o ki, enbiyanın riyazetlerinden, mücahedelerinden ve nefislerini mubah işlemek için tazyik etmelerinden asıl maksat; kendilerine vacip olan nübüvvetleri için şart olan harika hallerin zuhurunu tahsildir. Yüce Sultan kurb-u ilâhi derecelerine vusul değildir. Onlara salât ve selâm olsun.

Zira peygamberler seçilmiş zatlardır. Mahabbet cezbesinin zinciri azar azar onları çeker ve şanı büyük Allah'ın yakınlığına ulaştırır. Hem de, kendilerinden gelen bir meşakkat olmadan.

O yolda ki, yüce Sultan Allah'ın yakınlık derecelerine vuslat için riyazete ve mücahedeye ihtiyaç duyulur; bu yol, inabe ve irade yolu olup müridlere göre bir yoldur. İçtiba yolu ise, murat olanların yoludur.

Müridler, meşakkat ve mihnetle ayaklan ile giderler.

Muratlar, izaz ikram ile menzil-i maksuda alınıp taşınırlar. Kendilerinden gelen hiçbir mihnet olmadan, büyük dereceler ulaştırırlar.

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, riyazet ve mücahedeler, inabe ve irade yolunun şartlan arasındadır. Amma bunlar, içtiba yolunun şartlan arasında değildir. Bununla beraber faydadan hali de değildir. Meselâ bir kimseye, parça parça taşınarak götürülme işi hasıl olunca, bu arada kendisinden de, bir miktar gayret olur ise, hiç şüphe edilmeye ki, bunun gidişi, kendisinden hiçbir çaba çıkmayandan daha çabuk olur. İsterse, zaman zaman tek başın çekilmek, iki taraflı çekilme işinden daha kuvvetli ve daha faydalı olduğu caiz olsun.

Hulâsa, içtiba yolunda, sa'y (çaba harcamak, çalışmak) kemalli mana

da vusul için şart değildir. Tıpkı vusulün kendisine şart olmadığı gibi.

Evet, bunda fayda ihtimali, bazı mahallerde olsa dahi vardır.

Rizayetlerin faydalan, mücahedelerin menfaatten ki, bunlar mubah işlerin zaruri olanları ile yetinmektir; içtiba erbabı için, anlatılan mana dışında dahi çoktur. Meselâ cihad-ı ekberin devamı, dünya telvinatından batın tahareti ve nezafeti gibi. Zira, her ne ki, zaruri sayılır; dünya işlerine dahil değildir. Her ne ki, fuzulidir; o da dünyaya dahildir.

Riyazette ve zaruri olan işlerle yetinmekte bir başka fayda odur ki, uhrevi olan muhasebe ve muahaze az olur. Bu da derecelerin yükselmesine bir sebeptir. Zira, ahiret sürürü, dünya mihnetinin katına göre olacaktır.

İş bu manadan; enbiyanın riyazetleri ve mücahedeleri için, anlatılan vecihler dışında bir başka vecihler zahir oldu.

Şu da vuzuha kavuştu ki, riyazet ve zaruri olanlarla yetinmek, her ne kadar içtiba yolunda şart değilse de, haddizatında beğenilir ve güzel olur. Hatta anlatılan faydalara nazaran, zaruri ve lâzımdır.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet ver. İşimizde bizim için muvaffakiyet hazırla..."(18/10)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

499. DÖRTYÜZ DOKSANDOKUZUNCU MEKTÛP



MEVZUU: Hazret-i Şeyhimizin (yani: İmam-ı Rabbani Hazretlerinin) murad ve mürid olduğu sırlarının beyanı...

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Salih Külabi'ye yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullara da selâm olsun.

Ben, Allah'ın müridiyim; Allah'ın muradıyım.

Müridlik silsilem dahi, arada vasıta olmadan, yüce Allah'a muttasıldır.

Elim, yüce Allah'ın eli yerine naib-i menabdır.

Yine müridliğim, çok vasıtalarla Allah'ın Resulü Muhammed'e ulaşmaktadır. Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. Onunla aramda:

a) Naksibendiye Tarikatında, yirmi bir (21) aracı vardır.

b) Kadiriye Tarikatında yirmi beş (25) aracı vardır.

c) Çeştiye Tarikatında, yirmi yedi (27) aracı vardır.

Daha önce de anlatıldığı gibi, Allahu Teala ile müridliğim hiçbir vasıta (aracı) kabul etmez.

Ben, Allah'ın Resulü Muhammed'in müridiyim. Allahu Teala ona salât ve selâm eylesin. Onun izinde giderek, ikimiz bir mürşidde de birleşmekteyiz.

Ben, bu devlet sofrasının her ne kadar tufeylisi isem de, oraya davetsiz gelmedim.

Ben, her ne kadar tabi isem de, lâkin asaletten hali değilim.

Ben her ne kadar ümmet isem de, bu devlette ortağım. Amma, müsavat davasının kaim olduğu bir ortaklıkla değil. Zira, böyle bir iddia küfürdür. Elbet bu, bir hadim ve mahdum (hizmet eden ve hizmet edilen) ortaklığıdır. Talep edilmedikçe, bu devlet sofrasında hazır olmam; davet edilmedikçe, o devlete elimi uzatmam.

Ben, her ne kadar Üveysi isem de, lâkin benim hazır nazır mürebbim vardır.

Naksibendiye tarikatında şeyhim her ne kadar Abdülbaki ise, -Allah ondan razı olsun- lâkin terbiyeme tekeffül eden o sanı yüce nimeti bol Baki'dir.

Ben, fazi ile büyüdüm; içtiba yolundan götürüldüm.

Silsilem, Rahmani silsile olup ben, Abdürrahman'ım, Rabbim de Rahman'dır. Onun şanı büyük ihsanı her şeye şamildir.

Tarikatım, Tarikat-ı Şübhaniyedir. Zira ben, tenzih yolundan gittim. Pek mukaddes Zat'tan başka ne isim, ne de sıfat istedim.

Bu Sübhani olmak, Beyazıt-ı Bistami'nin kail olduğu Sübhani manasına değildir. Bununla onun hiçbir münasebeti yoktur. Zira o, enfüs dairesinden halâs manasıdır. Bu ise, enfüsün ve afakin ötesindedir. O, tenzih libası giyen bir teşbihtir. Bu ise, bir tenzih olup kendisine teşbih tozu bulaşmamıştır. O, sekr menbaından fışkırmaktadır; bu ise, sahiv kaynağından çıkmaktadır.

O merhametliler merhametlisi, hakkımda terbiye sebeplerini MA'DAN veya MA'DAT (MA'DAN ve MA'DAT: Değişk nüshalarda her iki lâfız da vardır. Biri başka vurulmak, diğeri de, dıştan görülen düşman cephe hareketleri manısına alınabilir.) dışında bir şey kalmadı. Terbiyemde yapıcı bir sebep olarak, o yüce mukaddes Zat fazlından ve ihtimamından başkası olmadı. Kereminin kemalindendir ki, terbiyeme, başkasının fiiline karışma cevazı olmaz.

Bu manada, başkasına teveccüh etmem de caiz değildir. Dolayısı ile ben, o şanı yüce İlâh'ın terbiyesinde olmuşum; namütenahi fazlı ve keremi ile seçilmişim.

Bir mısra:


Ne zorluğu bir işte, olunca keremlilerle...

Zü'l-celâl ve'l-İkram Allah'a hamd ü şükürler olsun. Baştan sona kadar salât, selâm ve tahiyyet dahi onun Resulüne olsun.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

500. BEŞYÜZÜNCÜ MEKTÛP


MEVZUU: a) Hilal'in hullet sırlan. . b) Tahayyün-ü vücudi isbatı.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz, bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Ali mertebe Hace Muhammed Said'e yazmıştır. Allahu Teala, ona selâmet ihsan eylesin.

***

Sübhan Hak, asaleten Hazret-i İbrahim'e (as) mahsus olan hullet devleti ile bir kulu şerefyab eylerse; yine onu Velâyet-i İbrahimiye ile mümtaz kılarsa, onu kendisine nedim ve enis eyler. Bu arada hulletin levazimi olan ünsiyet ve ülfet nisbeti gelir. Levazimi ünsiyet ve ülfet olan hullet de hasıl olur ise, hallin yaramaz huyları, uygunsuz vasıfları nazardan kalkar.

Zira, nazarda bir çirkinlik olsa, nefrete, ülfetsizliğe sebep olur. Böyle bir şey dahi, bütünüyle ülfet olan hullet makamına münafidir.

***

Yukarıda anlatılan manaya göre, şöyle bir soru sorulabilir:

-Halil vasıflarında bulunan çirkinliğin nazardan kalkması, mecaz mertebede zahirdir. Zira, caizdir ki, o yerdeki hullet nisbeti, ağır basa ve halilin vasıflarındaki çirkinliği kapata. Amma, eşyayı olduğu gibi bilmek makamı olan hakikat mertebesinde böyle bir şey caiz değildir. Orada, hullet nisbetinin mağlubu çirkinlik, çirkinlik dışında zahir olamaz.

Bunun için şöyle derim:

-Her çirkinlikte, güzellikten yana bir yüz vardır. Mümkündür ki; o çirkin güzel yüze göre, güzel görüle ve öyle hüküm verile... Yani güzelliğine.

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, o çirkine mutlak bir güzellik arız olmasa dahi; onun güzel yüzü şanı yüce Mevlâ için manzur ve melhuz olduğundan:

"Allah hizbi galib olanlardır..."(5/56) mana hükmüne göre, sair çirkin yüzlerine karşı üstün gelir. Onların hepsini kendi rengine getirir ve güzelleştirir. Bu manada şu ayet-i kerime açıktır:

"Allah, işte bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir..."(25/70)

***

Bilesin ki,

Allahu Teala seni, doğru yola irşad eylesin.

Huiletle, mahabbet nisbeti arasında, umumi ve hususi mana vardır.

Hullet umumi manada olup mahabbet onun kâmil bir ferde tahsisidir.

Ünsün ve ülfetin ifatı o mahabbettir ki, tam bir düşkünlüğe sebep olur; kararsızlık ve yerinde duramamazlık getirir.

Hullete gelince, tamamı ile üns, ülfet ve istirahattır.

Mahabbet ise, o huilete arız olan bir başka keyfiyettir. Sair hullet fertlerinden de mümtaz kılar. Böylece o, bir başka cins gibi olur. Sair hullet fertlerinden mümtaz kılan hususiyet şunlardır; Hüzün ve elem...

Hulletin kendisi, maişet içi bir maişet, ferah için bir ferah, üns içi bir ünstür. Herhalde bu manadan olacak ki; Sübhan Hak, Halil'inin ecrini, mihnetler yeri olan dünyada iken verdi. Keza ahirette de... Şöyle buyurdu:

"Onun ecrini dünyada verdik; ahirette dahi o salihlerdendir."(29/27)

Mahabbet hüznün ve elemin menşei olduğuna göre; kimde ki mahabbet ağır basar; ondaki elem ve hüzün pek ziyade olur. Bu manadan olarak anlatıldı ki:

-Resulullah (sav) Efendimizin hüznü devamlı idi.

Yine bu manadan olarak, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Bana edilen eziyet, hiçbir peygambere edilmemiştir."

Çünkü, mahabbet husulünde, insan fertlerinin kâmili, Resululiah (sav) Efendimiz idi. Yine Resulullah (sav) Efendimiz MAHBUB idi. Lâkin, orada

mahabbet nisbeti hasıl olduğundan; MAHBUB, MUHİBB gibi hayran ve dalgın oldu.

Bir kudsi hadiste şöyle buyuruldu:

"Dikkat ediniz, ebranın bana şevki arttı. Ama, benim onlara şevkim daha şiddetlidir."

Üstteki manadan ötürü, yine meşhur sual burada sorulabilir ki, şudur:

-Şevk, yitirilen bir şeyedir. Halbuki, Sübhan Hakka göre yitirilmiş bir şey yoktur. Bu durumda, ondaki şevk nedir? En şiddetli şevk ne oluyor?

Bunun cevabı şudur:

Mahabbet kemalinin iktizası, ikiliğin kalkması ve muhibb ile mahbubun ittihadıdır. Böyle bir mana olmayınca, şevk mevcuttur. İttihad temennisi, mahbub canibinde olduğuna göre; herhalde muhibb, mahbubun visali ile kanaat edecektir. Zaruri olarak, mahbub tarafından dahi şevk ziyade olacaktır. Hüznün devamı ise, habibin sıfatından sayılacaktır.

Burada bir başka soru da şöyle olabilir:

-Sübhan Hak, bütün işlere kadirdir. Her dilediği kendisine müyesser olur. Onun hakkında, kaybolan bir şey yoktur ki; şevk tahakkuk etsin.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Yüce Allah'ın iradesi ve muradı dışında bir şeyi temenni; onun iradesine ters düşmez. Lâkin şu caiz olur ki, bir işin temennisi buluna; amma, onun husulü için irade olmaya. Onun vücudu dahi murad olmaya.

Bir mısra:

Aşkta öyle işler olur ki, hayretten öte...

Bazen da, aşkta mücerred matlub elem için olur. Vasıl olmak asla düşünülmez. Belki de, vuslat istenir amma mahbub ile ittisalden kaçılır. Bu kısım, aşkın cinnetleri kısmındandır. Hatta, aşkın güzellikleri arasındadır. Tatmayan bilmez.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Biz, yine esas kelâma dönelim ve sözümüze devam edelim:

-Hullet, cidden yüce bir makamdır. Bereketi de çoktur.

Her kimde ki, mecaz aleminde bir başkası ile üns, ülfet, sükunet ve itminan vardır; bütün bunlar, hullet makamının zılâlindendir. Kezalik, bütün haz, lezzet, güzel suret ve hoş mazharlarla itminan hullet makamından neş'et etmektedir.

Mahabbet bir başka şeydir. Onda bir başka keyfiyet vardır.

Arada bir hullet, üns ve lüfet olmayınca; terkib edilen bir şey asla bulunmaz. Bir parça, diğer parça ile inzimam etmez. Bilhassa aralarında tezad olunca... Hatta vücud, mahiyet ile de imzimam etmez. O kadar ki, alemden hiçbir şey, Vacib Taala'nın icadı altına girmez.

İcad zincirini harekete getiren, eşyanın vücuduna sebep olan o mahabbettir ki; şu kudsi hadiste anlatılmıştır:

"Bilinmemi sevdim; halkı da bilinmem için yarattım."

Ve mahabbet, daha önce de anlatıldığı gibi, hulletten ayrılan bir kâmil ferttir.

Hullet olmasaydı; eşyadan hiçbir şey, vücud bulmazdı. Bir şey, bir şeyle birleşmezdi. İki şey arasında ülfet olmazdı.

Alemin nizamı ve vücudu, her ikisi de, hullete bağlıdır. Eğer hullet olmasaydı; nizam da vücud gibi yok olurdu.

Hullet, hem mucid canibinde, hem de mevcud canibinde icadın aslıdır (yani var eden ve var olan).

O şey ki, mümkini Rahman'ın kabulüne ünsiyetli kılıp onu icad bağına getirmiş; o şey hullettir. Hatta ademin dahi, halvethanesinde rahat etmesi, hullet devlefi iledir; hiçbir şey olmamak ünsiyettedir; hatta nakzedeni ile ülfet ve ünsiyet üzeredir. Bu manadandır ki, onun kemalâtına ayna oldu; mümkinatın vücuduna dahi bir vasıtadır.

Hullet, tüm eşyanın en bereketlisidir. Onun bereketleri dahi, mevcuda ve mahduma şamildir.

***

Şimdi, hullet makamının maarifini ve dekaikini ve bereketlerinin umumi olduğunu bildin. Keza bildin ki, hullet makamı, asaleten Hazret-i İbrahim'e (as) mahsustur; onun velayeti daha, Velâyet-i İbrahimiye'dir.

Bundan sonra bilmiş olasın ki,

Bu Fakir'e o maarifin bereketleri tavassutu ile şu mana zahir oldu: Taayyün-ü evvel, vücud makamında, yüce mukaddes Hazret-i Zat'ın taayyünüdür. Bu taayyün-ü evvel dahi, Hazret-i Halil'in terbiyesine gelmektedir. Bu manadan olarak, o herkesin imamı oldu. Allahu Teala dahi şu hitabı yaptı:

"Seni insanlara imam kılacağım..."(2/124)

Seyyidü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimiz dahi, tam olarak ona mutabaatla memur olmuştur. Hangi peygamber ki, ondan sonra gelmiştir; o dahi, ona mütabaat emrini almıştır.

Sair taayyünat dahi, bu taayyün-ü vücudi taayyünün zımnına dere edilmiştir. O, ister ilmi cümeli taayyün olsun; isterse tafsili...

Şu da mümkündür ki, Resulullah (sav) Efendimizin Hazret-i İbrahim'i (as) babalıkla zikretmiş ola; sair peygamberleri dahi, kardeşlikle anlatmış ola... Onların hepsine salât ve selâm olsun. Eğer onları, nübüvvet veya bünüvvet (peygamberlik veya oğullak) ile yad etmiş olsaydı yine de caiz olurdu. Zira onların taayyünleri, onun ilmi cümeli taayyününde münderiçtir. Bu manayı da anlatmışlardır.

Resulullah (sav) Efendimizin okuduğu, eserlerde gelen şu cümleye gelince:

"İbrahim'e salât eylediğim gibi..."

Mümkündür ki, şu cihetten ola: Yüce mukaddes Hazret-i Zat'a vusul, taayyün-ü vücudi olan taayyün-ü evvel tavassutu olmadan, Velâyet-i ibrahimiye kemalâtını itmam etmeden dahi müyesser olmaya. Zira o, bu mukaddes mertebe için ilk akabedir. Yine o, gayb gaybine dahi ayna olmuştur. Batınların batınını dahi, zuhur meydanına getirmiştir. Mana böyle olunca, herkese onun tavassutu lâzımdır.

Allahu Taala'nın Hateme'l-enbiya Resulullah (sav) Efendimize onun mütabaatını emretmesi ise, ona tebaiyetle velayetine ermesi içindir. Sonra da, şanı yüce Hakkın zatına sevinerek ulaşacaktır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Yukarıda anlatılan manaya bakılarak, şöyle bir soru sorulabilir:

-Üstteki beyandan lâzım gelir ki, İbrahim (as) Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizden daha faziletli ola... Halbuki, icma kararı ile, Resulullah (sav) Efendimiz bütününden daha faziletlidir.

Ayrıca, şu da lâzım gelir ki, Zati tecelli, asaleten Hazret-i Halil İbrahim'in nasibi ola... Başkasına da ona tebaiyetle gele... Halbuki, sofiyenin en büyükleri katında; zati tecelli, asaleten Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimize mahsustur. Diğerlerine de bu tecelli onun tebaiyeti ile gelir.

Bu soruya şu cevabı verebilirim:

-Zata vasıl olmak, yüce mukaddes Zat tecellisi gibi iki kısımdır:

a) Nazar itibarı ile,

b) Kıdem itibarı ile.

Bunun daha açık manası şudur ki:

Vasıl olan ya nazardır. Yahut da kendi nefsine nazar edendir. Bu nazari vusul, asaleten Halil'in nasibidir. Ona selâm.

Zira, taayyünlerin Hazret-i Zat'a en yakını taayyün-ü evveldir. Bu dahi, onun terbiyesine gelir. (Yani Hazret-i İbrahim'in... Ona selâm) Bu mana daha önce de anlatıldı. Bu taayyüne ulaşılmadıkça, nazar daha ötesine geçmez.

Kademi vusul ise, asaleten Habib'in nasibidir. Çünkü o, Rabbü'l-alemin'in mahbubudur. Bu vusul, mahbubları öyle bir mahalle ulaştırır ki, haliller oraya varmaktan yana acizdirler. Meğer ki oraya, mahbub tebaiyeti ile gideler.

Halil'e uygun düşen odur ki, nazarı, Resü'l-mahbubin olan zatın ulaştığı makama ulaşa... Ona ve âline salât ve selâm. Yolda dahi kusurlu olmaya.

Hulâsa, zat tecellisi, bir yüzden Halil'e (as) mahsus olup başkası ona tabidir; bir başka yüzden de Hatemü'r-rüsül'e (sa) mahsus olup başkası ona tabidir.

-İkinci yüz, daha kuvvetli ve yakınlık mertebelerine daha fazla dahil olduğundan; zati tecelli münasebeti Hatemü'r-rüsül'de daha çok ve daha ziyadedir. Bu manadan olarak, Resulullah (sav) Efendimiz, zaruri olarak, Halilden ve diğer enbiyadan daha faziletli bulunmaktadır. Külli manada fazilet, enbiya arasında Habib'in ve Halil'in nasibidir, isterse biri, diğerinden daha faziletli bulunsun. Onlara salât ve selâm olsun.

Resulullah (sav) Efendimiz, mahbubların reisi olduğu gibi; Musa (as) dahi muhiblerin reisi olunca, kendisi için:

"İnsan, sevdiği ile beraberdir" mana hükmüne göre, zaruri olarak, Hazret-i Zat ile maiyet vardır ki; başkasına yoktur. Yine onun, Hazret-i Zat'tan bir derecesi vardır ki; buna başkasının girmesi yoktur. Bütün bunlar, ancak mahabbeti vasıtası ile olmuştur. Lâkin, bu fazilet cüz'i manaya racidir. onun için şöyle demek mümkündür:

-Her birinin muadilidir.

Zira, enbiyadan büyük bir cemaat, bu makamda ona tabidirler. Bununla beraber külli manada fazilet, Habib'in ve Halil'in nasibidir. İsterse, biri diğerine tabi olsun. Onlara salât ve selâm. Şöyle ki:

Nazari vüsulda Halil asıldır; Habib dahi, bu manada ona tabidir. Kademi vüsulda dahi, anlatılanın aksi variddir.

Hatıra şöyle geldi: Hazret-i Kelim'e mahsus olan kemalât ve faziletler üzerine ayrıca bir sayfa yazayım inşaallah. Resulullah (sav) Efendimiz ve ona salât-ü selâm olsun.

***

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:

Enbiya, nebilerden birinin tavassutu ile yüce mukaddes Hazret-i Zat'a vâsıl oldukları zaman, o nebi, Hazret-i Zat ile o enbiya arasında hail olmaz. Elbette onların, asaleten Hazret-i Zat'tan nasipleri vardır.

Bu babda netice mana şu ki: Bunların o dereceye ulaşmaları, o nebinin tebaiyetine bağlıdır.

Amma bir nebinin tavassutu ile, ümmetinin vuslatı böyle değildir. Bu durumda o nebi, arada haildir. Meğer ki, ümmet fertlerinden öyle bir ferd ola ki; asaleten Hazret-i Zat'tan nasibi .buluna. Bu durumda, arada hail olma durumu yoktur; amma tebaiyet mevcuttur. Böylesi de azdır; hatta azdan da azdır.

Üstte anlatılan manadan sonra, şöyle bir soru çıkabilir:

-Bu takdirde, ümmetten bu ferd ile sair enbiya arasında ne fark vardır. Zira, her ikisinin de, hali yoktur amma tebaiyet mevcuttur.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Ümmetten bu ferdin tebaiyeti teşri itibarı iledir. O, bir nebinin şeriatına tabi olmadıkça, vasıl olamaz.

Enbiyada tebaiyet iki itibara göredir. Şöyle ki:

a) Evvelâ ve bizzat, metbu olan nebinin o dereceye ulaşmasıdır.

b) İkinci ve arazla ondan başkasının vusulü.

Davetten matlub olan, o mahbub zattır. Ondan başkası, onun tataffülü ile çağrılır ve onun teabiyeti ile talep olunur. Lâkin, onların hepsi tek sofrada otururlar; nimetlerde ve lezzetlerde değişik derecelerine göre verilirler. Ümmetler ise, onlardan artanı ve fazla kalanı yerler. Meğer ki, onların fertleri arasından bir hususiyeti olan ferd ola... Yani şanı büyük Allah'ın keremi ile... O zaman, büyüklerin meclisinde oturabilir. Bu mana, daha önce de anlatıldı.

Bir mısra:

Ne zorluğu o işte, olunca keremlilerle...

Durum anlatıldığı gibi olmasına rağmen, ümmet ümmettin nebi de nebi. İsterse o ümmete, son derece üstünlük ve gayet yücelik hasıl olsun. Yine de, enbiyadan birinin kademine varamaz. Allahu Teala söyle buyurdu:

"And olsun, bizim mürselin (resuller-peygamberler) kullarımıza geçen sözlerimiz vardır.(37/171) Muhakkak onlar, mansur olacaklardır.(37/172) Muhakkak ordumuz galip gelecektir."(37/173)

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Resulullah (sav) Efendimize mütabaat etmesi için emredilen MİLLET-İ İBRAHİM'den murad nedir? Resulullah (sav) Efendimizin şeriatı müstakli olduğu halde, tebaiyet emri ne oluyor?

Bunun için şu cevabı veririm:

-Şeriatın istiklâli ile tebaiyet arasında bir menfi durum yoktur. Şöyle ki:

Resulullah (sav) Efendimiz, şeriatı müstakil olarak alması caiz iken, işlerden bir işin husulü için, Halil'e mütabaatle memur olabilir. Şunun için ki: O iş, mütabaatı ile emrolunan metbu zatın hususiyeti arasında sayılır. Ve o işin husulü dahi, bu mütabaata bağlıdır. Şunun gibi ki: Bir şahıs, farzlardan bir farzı eda ederken, mütabaatı niyetine alır ve der ki:

-Bu farzı, Resulullah (sav) Efendimize de eda etmişti. Ben de aynı şekilde ona eda ediyorum.

Böyle olunca, farzı eda sevabı dışında, mütabaat sevabına da nail olur. Ayrıca, kendisine Resulullah (sav) Efendimizle münasebet de hasıl olur ve onun bereketlerinden de istifade eder.

Şu da bir araştırma konusudur ki:

-Mütabaat-ı millet... (şeriat-din-yol-edeb-erkân) manasından murad, milletin bütününe mi, yoksa bazısına mıdır? Şayet milletin tamamına tabi olmak murad ise, bazı hükümlerin neshedilmiş olmasına rağmen, nasıl tamamına mütabaat tasavvur edilebilir? Şayet bazısına mütabaat ise, bu da, karışık olmaktan hali değildir.

Bunu da tefsir uleması halletmiştir. Oraya müracaat etmek yerinde olur. Zira bu, zahir uleması ilimlerinden olup sofiye ilimleri ile münasebeti azdır.

Sübhanellah...

O maarif ki, benden zuhura gelmektedir; onların garabeti sebebi ile eb-na-i cins benden kaçar durumuna gelmişlerdir. Mahrumlar dahi, buğuz makamına girip mahrum kalmaktadırlar.

O maarifin husulünde, benim ne gibi bir ihtiyarım var ki?.. Onları izhar etmekte benim ne garazım olabilir?..

***

Şunu bildin ki,

Taayyün-ü evvel, taayyün-ü vücudi olup, Halil'in terbiyesine gelen rabbidir; keza onun taayyün mebdeidir. Resulullah (sav) Efendimize ve ona salât ve selâm. .

-Taayyün'ü vücudi demeye geldiini, bin senelik bir müddet içinde hiç kimse duymamıştır. Keza Halil'in dahi, terbiyesine gelen rabbi olduğunu, Resulullah Efendimize ve ona salât ve selâm.

Bu ibareler ve ıstılahlar, mütekaddimin arasında bilinen şeyler değildir.

Onlar katında, taayyünün ve tenezzülün mecali de yoktu.

Müteahhirin katında mukarrer mana ise, -ki onlar, bu gibi cümleleri aralarında alışılmış hale getirdiler- bu taayyün-ü evvel;

-İlmi taayyündür...

Ve Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin terbiyesine gelen rabbidir. Ona salât ve selâm olsun.

Halbuki bugün, bir şahıstan, üstte anlatılanın hilafı zahir olmuştur. Bunu tahayyül etmek gerek. Başına neler gelecektir, ne gibi taanlara ve ayıplamalara uğrayacaktır?..

Sanırlar ki o, Halil'i, Habib'den daha faziletli kılmaktadır ve Habib.i Halil'den bir cüz eylemektedir. Bunların sebebi dahi onun:

-Sair taayyünatı, taayyün-ü evvelde diyebilip öyle itikad etmesidir.

Halbuki, onların bu tevehhümünün defi daha önce geçti. Yeterli cevap dahi verildi. Amma bilinmez. Onlar o tevehhümün defi zımnında söylenenlerle yetinecekler mi? O şifalı cevapla şifa bulacaklar mı? Yoksa bunlar olmayacak mı?

Ne yapabiliriz ki? Cehlin, inadın ve taassubun ilâcı yoktur. Meğer, Mukallibü'l-kulub olan yüce Allah kudret-i kâmilesi ile onlann kalblerini döndüre ve hakkı dinlemeye onları kabiliyetli kıla.

***


Yerinde olur ki, Hazret-i Halil'in şanı idrak edile. Zira Sübhan Hak:

"İttiba et..."(16/123) emrini, onun hakkında Habibine vermiştir.

Tabi ile metlubun münasebetleri ne olabilir ki!.. Lâkin, Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin nasibi mahbubiyet olduğundan; bütün faziletlere ve yakınlık mertebelerine üstün geldi. Kıdem itibarı ile, Resulullah (sav) Efendimizi hepsinden ileri eyledi. Mahbubiyet nisbetlerinden bir nisbete; yakınlık mertebelerinden bin tanesi bile müsavi gelmez. Kaldı ki, MUHİBB, MAHSUBUNU kendisinden daha daha kıymetli bilmektedir. Başkasının bununla ortaklık davası mecali nereden olsun?

***

Burada bir soru sorulabilir:

-Risalelerinde yazdın ki:

-Halil'in terbiyesine gelen de ilim şanıdır; nitekim Habib'in terbiyesine gelen dahi budur. Ancak ikisi arasındaki fark odur ki, buradaki tafsil ola; öbür taraftaki de icmal... Her ikisine de salât ve selâm olsun.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Üstte anlatılan marifet, hullet velayetinin hakikatına vasıl olmadan evveldi. Amma bu velayetin hakikati ile tahakkuk ettikten sonra, muamele olduğu gibi zuhur etti. O marifet, bu hakikatin zıllına mütaallik gibi oldu.

Doğruyu ilham eden Sübhan Allah'tır.

***

Bu beyandan da vuzuha kavuştu ki, vücudi, zatın aynı değildir. Ancak, bir taayyün olabilir ki, sair yüce mukaddes Zat taayyünlerinden daha ileridir. Her kim, zat ile vücudun aynı olduğuna kail olur ise, tayyünü lâtaayyün zannetmiş olur. Zatın başkasını dahi zat bilmiş olur.

-Başka (gayrı) sözü üzerinde münakaşadan bir şey hasıl olmaz. Zira o, ibare meydanının darlığından gelmiştir.

***

Burada şöyle bir şey sorulabilir:

-Senin bulduğun vücudi taayyün-ü evvelin başkalarının bulduğu ilmi cümeli taayyün-ü evvel ile nisbeti nedir? Bu iki taayyün arasında da bir başka taayyün var mıdır, yok mudur?

Bunun için şu cevabı veririm:

-Vücudi taayyün, ilmi taayyünün üstündedir.

Bazılarının:

-İlmi taayyünün üstünde lâtaayyün ve Hazret-i Zat vardır, dedikleri işte bu vücudi taayyündür. Onun zatında aynı bulup zat için vücudun ayniyetine hükmetmişlerdir.

Anlatılan iki taayyün arasından hayat sanı vardır ki, bütün şuunattan kıdemlidir. Bundan sonra, icmal ve tafsil olarak ilim şanı gelir ki; ona tabidir. Lâkin, bu orta taayyün, nazarda bir mazhariyet zuhura getirmez. Halbuki Hazret-i Zat ile onun münasebeti hepsinden ziyadedir. Zati istiğna dahi, cidden onda açıktır. Bilinen mana da şudur ki: Zati istiğna dahi, cidden onda açıktır. Bilinen mana da şudur ki: Onun feyizleri ve bereketleri, bilhassa ruhanilere feyiz yollu gelmektedir.

Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

Bir ayet-i kerime meali:

"Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak sen, Alim Hakim'sin..."(2/32)

***

BİR TENBİH

Yukarıda şöyle geçmişti:

-Nazari vusul, asaleten Halil'in nasibidir; kademi vusul ise, Habib'in nasibidir.

Her ikisine de salât ve selâm olsun.

Üstte anlatılan cümledeki mana şu demeye gelmez:

-Orada şühud ve müşahede vardır; ya da orada bir kıdem mecali vardır.

Çünkü orada, kadem yeri şöyle dursun; bir kıl payı bile yoktur. O, öyle bir vusuldür ki, keyfiyeti meçhuldür. Şayet misali surette nazar resmedilse, vüsuli nazar olur; kademi olarak resmedilse kademi olur. Ancak, kadem ve nazar her ikisi de o sanı yüce Zat'ta hayran ve şaşkındır.

Hüdaya İttiba edenlere selâm olsun.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

501. BEŞYÜZBİRİNCİ MEKTÛP



MEVZUU: a) Şeyh Ruzbehan Bakli'nin kelâmına şerh.

b) Tevhid-i vücudinin bazı inceliklerini beyan.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Kadı İsmail Ferid Abadi'ye yazmıştır.

***

Veli Şeyh Ruzbehan Bakli, sofiye galatlarını ve başka galatı beyan ederken demiştir ki:

-Onlar derler:

-Hepsi odur.

Böylelikle de, bütün meydana gelen müteferrik cüz'iyatı o tek zat olarak murad ederler. Onların bazısı dahi, bazısına remz ile der ki:

-Biz ancak oyuz.

Böylece, o küffar için, yüz binlerce ilâh meydana gelmektedir.

Halbuki alemlerin Rabbı yüce mukaddes Allah, bütün meydana gelenlerden ve onların tefrikasından münezzeh ve tektir.

Bölünmenin ona yolu yoktur. Hulul kabul etmez. Böyle renkten renge de girmez.

Onlar, bu sözleri ile küffardır. Allahu Teala'yı bilmedikleri gibi, kendilerini de bilmezler.

Şayet insan HAK olur ise, nasıl fani olur?

Bir kavmin galatı ruhtadır; bunlarınki ise, cisimdedir. Sübhanellah onların canını alsın.

Onun cümlesi boraya kadardır.

***

Şu mana gizli kalmaya ki:

-Hepsi odur ibaresi, her ne kadar kadim sofiye arasında bilinen bir mana haline gelmemiş olsa dahi; aralarında şu cümleler vardır:

-Ene'l-Hak (Ben Hak),

-Sübhan!..

-Cübbemde Allah'tan başkası yoktur.

Daha bunların benzeri sayılamayacak kadar çok cümleler vardır. Bu ibarelerin ve o ibarelerin ifade ettikleri bana birdir. Hepsi aynı yola çıkar.

Bir şiir:

Hiçtir, madem ki su baştan bozulmuş;

Fark, ha bir ok, ha bin ok kadar olmuş...

Bu mesel, mevzun ve meşhurdur.

Yukarıda üzerinde durulan ibare, son gelen sofiye arasında dağılıp yayılmış bir durumdadır. Onlar:

-Hepsi odur derler. Hem de hiçbir tekellüf olmadan. Bu söz üzerinde de ısrarla dururlar. Ancak, onlardan pek azının bu ve benzeri ibarede tereddüdü vardır. Hatta inkâr sureti gösterenler de olmuştur.

Onların:

-Hepsi odur cümlesinden bu Fakir'in anladığı mana ise şudur:

-Bütün dağınık cüz'iyet, olan hadiseler yüce mukaddes Tek Zat'ın zuhurudur. Tıpkı Zeyd'in müteaddid aynalarda suretinin zuhura gibi... Onların hepsinde zuhura gelmiştir ve:

-Hepsi de odur denmiştir. Bunun daha açık manası şudur:

-O müteaddid aynalarda zuhura gelen suretler, Zeyd'in tek zatıdır.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; burada cüz'iyat, ittihad nasıl olur? Hulul ve televvün nerede? O kadar ki, Zeyd'in zatı sırflık üzeredir; hem de bütün suretlerin varlığı ile... O, kendi asli haleti iledir. Bu suretler, ona ne bir şey artırmıştır; ne de bir şeyini eksiltmiştir. Zeyd'in zatının bulunduğu manada; suretlerin ne namı vardır; ne de nişanı... Böyle bir şey yoktur ki, cüz'iyet, ittihad, sereyan ve hulul nisbetlerinden bir nisbet husule gelsin.

Yerinde olur ki:

-Şu anda dahi, önce olduğu gibidir, sırrı bu mekânda arana...

Çünkü yüce Şübhan Hakkın mertebesinde, zuhurdarf evvel alemin nasıl yeri yok idiyse, zuhurdan sonra dahi o makamda alemin yeli yoktur. Dolayısı ile, hiç şüphe edilmeye ki:

"Şu anda, ince olduğu gibidir..." manası geçerli olmuştur.

Burada asıl şaşılacak durum şu ki:

Mütekaddimin sofiyeden pek çokları; tevhid balı kansan bu cümleden, hulul ve ittihad manası anlamışlardır. Onlara kail olanları dahi, tekfir edip dalâlete saymışlardır.

Hatta onlardan bazıları bu ibareyi öyle tevil etmişlerdir ki, diyenin zevki ile ne bir uyarlığı vardır; ne de bir münasebeti. Bu manada, AVARİF kitabının sahibi şöyle demiştir:

-ENE'L-HAK... (Ben Hak...) cümlesi Hallac'dan gelmiştir; Bayezid-i Bistami'den ise:

-Sübhani... (Sübhanım...) sözü gelmiştir. Amma hikâye yollu. Yani Sübhan Hak'tan naklen.

Eğer hikâye yollu olmasaydı; mutlaka onda hulul ve ittihad şaibesi olurdu ki, bu sözleri diyenleri, Nasara'nın hulul ve ittihada kail olanlarını reddettiğimiz gibi reddederdik.

Yukarıdaki tahkikten açıkça anlaşılmış oldu ki, Şathiyat kabilinden söylenen o ibarelerde, hulul ve ittihad yoktur. Bu manaya hamletmek de, ancak zuhur ve şühud itibarı iledir; vücud itibarı ile değildir. Yani onların anlayıp hulul ve ittihad manasına yordukları gibi değildir.

Bu mesele, yani tevhid-i vücudi meselesi, mütakaddimin sofiye arasında lâyıkı olduğu gibi yazılıp söylenmemiştir. Onlardan her kim, haline mağlup olmuş ise, kendisinden hulul ve ittihada benzeyen bir kelime zuhur etmiştir. Halbuki, kendisinde sekr halinin ağır basmasından, onun sırrına muttali olmamıştır. Hulul ve ittihad şaibesi anlaşılan, zahiri manasında da sarf edilmemiştir.

Vakta ki, sıra Şeyh-i Eceli (pek kıymetli Şeyh) Muhyiddin b. Arabi'ye gelmiş. Allah sırrının kudsiyetini artırsın. Marifet kemalinden bu ince meseleyi şerh edip açmıştır. Sarf nahiv tevdini gibi, onlan bablara ve fasıllara ayırıp tedvin eylemiştir.

Durum böyle olmasına rağmen, bu taifeden bir cemaat, onun muradını anlayamadı. Kendisini hatalı bulup ona levm dilini uzatmışlardır.

Şeyh, (Muhyiddin b. Arabi k.s.) bu meselenin ekseri tahkikatında haklı

idi; ona taan edenler dahi, doğruluktan uzak durumda idiler.

Yerinde olur ki, bu meselenin tahkikinde ilminin çokluğu, şanının üstünlüğü biline. Onu red ve taan etmek, yerinde bir iş değildir.

Bu mesele üzerinden zaman geçtikçe; son gelenlerin fikirleri katılınca, vazıh ve ayıklanmış duruma gelmektedir. Hulul ve ittihad şüphelerinden uzaklaşmaktadır.

Nahiv ilmini görmez misin! Şu anda nasıl ayıklanmış ve açık duruma gelmiş. Bu, son gelen nahiv alimlerinin fikirlerinin katılması ile olmuştur. Sibeveyh'in ve Ahfeş'in zamanında, o ilimde bu şekilde vuzuh ve gelişmiş durum yoktu. Zira, san'atın tekmili fikirlerin katılması ile olacaktır.

Kur'an'ın mahluk olup olmadığı üzerinde; İmam-ı Azam ve İmam-ı Ebu Yusuf altı ay mübahaseye girmişlerdir. Aralarında red ve nakz cereyan etmiştir. Sonra, her ikisinin görüşü de şu mana üzerinde istikrara kavuşmuştur:

-Kur'an mahluktur, diyen kâfir olur.

Bu münazaanın uzaması, o vakit, hakikatına tam ulaşılamadığındandır. Şu anda, fikirlerin katılması ile derinliğine inilip hakikati bulunmuştur. Bu manada deriz ki:

-Şayet niza yeri, harfler ve kelâm-ı nefsiye delâlet eden kelimeler ise, bunlar sonradan yaratılan mahluktur. Şayet medlulat ise, onlar kadim olup mahluk değildir.

İşin bu şekilde açıklığa kavuşması ise, fikirlerin katılması bereketi iledir.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Biz, yine esas kelâma dönelim. Deriz ki:

-Bu ibarenin, yani:

-Hepsi odur ibaresinin; hulul ve ittihadından uzak olarak, bir başka manası vardır ki; şu demeğe gelir:

-Hepsi madum olup (yok olup) mevcud olan Allahu Taala'dır.

Amma bu kelâmın manası şu demek değildir:

-Her şey, Allahu Teala ile mevcud olup onunla ittihad etmiştir.

Zira, böyle bir kelâmı ahmak dahi söylemez. O büyüklerden bu manada bir kelâmın süduru nasıl tasavvur edilebilir?

O büyüklerin nazarında; mahabbet halinin ağır basması sonunda mahbubun masivası mestur olunca, müşahede gözlerinde onun gayrı kalmayınca:

-Hepsi odur demişlerdir. Bunun manası şudur:

-Bu sabit görünenlerin tümü, vehim ve hayaldir. Mevcud olan o yüce Allah'tır.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; onda cüz'iyat ve ittihad şaibesi olmaz. Hulul ve televvün zannı da yoktur.

Mana üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen; bu Fikir, o gibi ibareleri iyi görmez. İsterse, anlatılan fasit manalardan beri olsun. Zira onlar, yüce Hakkın takdis ve tenzih mertebesine lâyık değildir. Bu mevcudatın miktarı nedir ki, yüce Hakkın mazharları olalar!..

Bir mısra:

Hangi aynada tasvir edilebilir?..

Sonra onlarda o istihkak nerededir ki, yüce Hakkı taşıyalar... İsterse, şühud ve zuhur itibarı ile olsun.

Şayet, o bir mazhar ise, yüce Hakkın kemalâtının zılâlinden bir zilin mazharıdır. Her halde, mevcudatın mazharı olduğu zil ile, yüce mukaddes Hak arasında binlerce hicap vardır. Şu manayı duymadın mı:

"Allahu Taala'nın, nurdan ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır."

Yüce Hakkın kemal zılâlinden bir zillin mazharını, o Sübhan Zat'a sakınmadan yormak edep dışı bir harekettir. Cür'etin de kemalidir. Lâkin böyle bir şey, halin galebesi ve sekr halinin istilâsı ile olduğundan cidden mezmum değildir.

Anlatılan manadan başka; müşahede ettikleri ikinci tevcihe göre Hakkın aynı bilmek ve yüce Hakka yormak dahi, bu itibara göre suideptir. Hatta vakıanın da hilafıdır. Zira, bu müşahede edilen dahi, yüce Hakkın kemalât zılâlinden bir zildir. Halbuki o yüce Zat ötelerin ötesinde, ötelerin ötesindedir.

Sonra, her ne iki meşhud ve nefye müstahaktır; yüce Sultan Hak olamaz.

Sırrı mukaddes olsun; Hace Nakşibend şöyle demiştir:

-Her ne ki görülür, duyulur ve idrak edilir; o Sübhan Hakkın gayrıdır. Onu, LA (YOK) kelimesinin hakikati ile nefyetmek gerek.

Bu meselede bu Fakir'in tercih ettiği de budur. Takdis ve tenzih şanına münasip olan da:

-Hepsi ondandır ibaresidir. Amma bunun manası, zahir ulemanın kısadan anlattığı:

-Tümden halkın süduru ondandır, demek değildir.

Bu cümle her ne kadar doğru ise de; burada bir başka alâka vardır ki; ulema, onun yolunu bulamamıştır.

Sofiyenin bulup idraki ile ayrıldığı mana o irtibattır ki, asaletle zıllıyet arasındadır; şu demeğe gelir:

-Mümkinin vücudu, Vacib Taala'nın vücudundan neş'et edip o Sübhan Zat'ın vücuduna bir zildir. Aynı şekilde, mümkinin hayatı dahi, o Sübhan Zat'ın hayatından neş'et etmekte ve o mukaddes hayata bir zil olmaktadır.

Üstteki kıyası; ilim, kudret ve irade üzerinde de yürütmek mümkündür. Hatta diğer sıfatları da.

Sofiyenin görüşüne göre alem Sübhan Hak'tan sadır olmuştur; onun kemalâtına zildir. O münezzeh kemalâttan neş'et etmiştir.

Misal olarak, burada mümkine verilen vücudu ele alalım. Bu, kendi başına müstakil bir iş değildir. Elbette o, Vacib Teala'nın vücududur.

Mümkine verilen hayat, ilim ve diğerleri de böyledir. Bunlar, Vacip Teala'dan gelen kendilerinin istiklâli olan işler değildir. Elbette onların durumu şudur: Vacib Teala'dan sudur etme durumu olmasına rağmen, o Sübhan Zat'ın kemalât zilli, o kemalâtın suretleri ve misalleridir.

İş bu irtibat yolunu bulmaktır ki, yani asalet ve zıllıyet irtibatını, sofilerin muamelesini âlâiliyyine (yücelerin yücesine) ulaştırıp onları fenaya ve bekaya vardırmıştır. Keza, onları, has velayetle de tahakkuk ettirmiştir.

Zahir ulemaya anlatılan rüyet ve itinada müyesser olmayınca, kendilerine fenadan ve bekadan yana bir şey isabet etmedi. Has velayetle dahi tahakkuk edemediler.

Sofiyeye gelince, kemallerini, vacip kemalâtı zıiâlinde buldular. Sildiler k, vücud ve vücudun tevabil, o kemalâtın akisleridir. Şüphesiz, bu durumda kendilerini şöyle gördüler: Sübhan Hakkın kemalâtının hamilleri... Sonra kendilerini, o kemalâta aynalar olmaktan başka bir şey bulamadılar. Vakta ki onlar:

"Allah size emrediyor ki; emanetleri sahiplerine veresiniz..."(4/48) mana hükmüne göre, emanetleri sahiplerine vermişlerdir.

Bütün bu kemalâtı dahi, tamamı ile aslına vermişlerdir, hem de zevk olarak. Kendi nefislerini madum ve meyyit bulurlar. Zira, vücud ve hayat asla gidince; madum ve meyyit olarak kalmışlardır. Mevlevi Rumi k.s. fena tahakkuku üzerine şöyle demiştir:

Bildiğin zaman, sen kimsin o kimdir en başta;

Kendini bağladığın zaman, o yüce Zat'a...

Yine sen bilirsin ki, kimin zillisin ey bilgin; Artık ölü, diri kal kâinattan boşta...

Bir kimse, fenadan sonra, beka ile tahakkuk ederse, kendisine ikinci kere, sıfat-ı kâmileden vücud ve tevabil ihsan edilir. Bu kere, ikinci doğumla tahakkuk eder. Burada:

"İkinci kere doğmayan, sema melekûtunu geçemez..." cümlesindeki mana geçerlidir.

Bir mısra

Mübarek olsun erbab-ı nimete erdikleri...

***

ilâhi, ibare darlığından, bazı lâfızlar çıktı ki, onların ıtlâkı şeriatta varid olmamıştır. Zıllıyet ve diğerleri gibi. Diyorum ki:

-Mümkinin vücudu, Vacip Taala'nın vücudunun zillidir; onun sıfatı ise, Vacip Taaia'nın sıfat-ı kâmilesidir.

Amma ben bu ibarelerin kullanılmasından korkuyorum. Halbuki, bu ibareleri kullanan veli kulların gelmiştir.

Affını, bağışlamanı dileriz.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak, bizi muaheze eyleme."(2/286)

***

Bilinmesi yerinde olur ki,

Yukarıda anlatılan tahkikten vuzuha kavuşan şudur:

-Hepsi odur kelâmına kail olan sofiye, alemin yüce Hak ile ittihadına itikad etmezler. Hulul ve sereyanı da isbat eylemezler.

Bu durumda, onların kelâmından hasıl olan yorum şudur: Bu, ancak zuhur ve zıllıyet itibarı iledir; vücud ve tahakkuk itibarı ile değildir.

Her ne kadar onların zahiri ibarelerinden vücudi tahakkuk tevehhüm edilir ise de; lâkin onları böyle bir manadan tenzih etmek gerek. Hâşâ ki, onların muradları böyle bir şey ola... Zira böyle bir şey, küfür ve ilhaddır.

Vücud itibarı ile olmadan; zuhur ve şühud itibarı ile her iki cümle mana alınarak, biri diğerine yorulur ise, o zaman:

-Hepsi odur kelâmının manası:

-Hepsi ondandır demeğe gelir.

Zira, bir şeyin zilli, o şeyin kendinden neş'et etmektedir. İsterse, halin galebesi vaktinde:

-Hepsi odur demiş olsunlar. Ne var ki, bu ibareden muradları, hakikatte

-Hepsi ondandır manasıdır. İş böyle olunca, o cümleye kail olanları dalâlette bilip tekfir etmeye ve o kelâmlarından dolayı taan etmeye yer yoktur.

***

Bilesin ki,

Bir şeyin zilli, o şeyin; ikinci, yahut üçüncü, yahut dördüncü mertebede zuhurundan ibarettir. Meselâ, Zeyd'in aynada akseden sureti, Zeyd'in zilli ve ikinci mertebede zuhurudur. Halbuki hakikatta Zeyd, vücudunun asli mertebesindedir. Kendisini aynada zill olarak izhar eyledi. Hem de, zatına ve sıfatına bir tağayyür ve televvün gelmeden.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, nurumuzu tamamla ve bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin."(66/8)

Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

502. BEŞYÜZ İKİNCİ MEKTÛP




MEVZUU : Sübhan Hakkı, kalble, ariflerin müşahedesinin hakikati ve tahkiki..

***

NOT

İMAM-1 RABBANÎ Hz. bu mektubu, Fakir Haşini Kişemî'ye yazmıştır.

***

Şunu sormuşsun:

Dünyada iken, sofiye muhakkiklerinden bazıları Yüce Hakkı müşahadeyi; dünyada iken, kalb gözü ile isbat eylemiştir.

Bu manadan olarak, Şeyh Arif, AV ARİF nam kitabında şöyle demiştir:

Müşahede yeri kalb gözüdür.

Bu taifenin eskilerinden ve reislerinden olan Şeyh Ebu îshak Külâbadî ise, TAARRUF nam kitabında şöyle demiştir:

Şu hususta icma kararına varmışlardır ki: Yüce Allah, dünyada kalb gözleri ile, baş gözleri ile görülmeye.. Meğer ki ikan cihetinden gele..

Allah sırrının kudsiyetini artırsın..

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca.. Bu iki tahkik arasındaki uyarlık nedir?. Senin görüşün hangisine uyar?. İhtilaf mevcud iken:

İcma..

Demenin manası nedir?.

Bu soruya cevab olarak, bilesin ki..

Allah seni irşad eylesin..

Bu meselede bu Fakir'in tercihi, TAARRUF kitabının kail olduğu manadır. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.

Şunu da biliyorum ki: Bu dünyada kalblerin nasibi o Yüce Haz-ret'ten yana ikandan başka bir şey değildir. Bu ikam dahi, ister rüyet görmek sansınlar; isterse müşahede..

Kalb için rüyet olmayınca, gözler için nasıl olur?. Zira, bu dünya hayatında iken, baş gözü bu muamelede muattaldır.

Bu babda netice söz şu ki:

İkan.. Olar ak isimlendirilen kalbde hâsıl olan mana; misal âleminde

rüyet suretinde zuhur eder. Kendisine ikan edilen dahi görülen suretinde zahir olur.

Zira, şehadet âlemine münasib bir şekilde; her mananın misal âleminde bir sureti vardır. Şöyleki: Kâmil manada olan bir yakin, yani: Şehadet alemindeki.. aynı şekilde, misal âleminde rüyet olarak zuhur eder.

İkan, rüyet suretinde görüldüğüne göre; zarurî olarak, onun taalluk ettiği de, yani: Kendisine ikan edilen.. görülen suretinde zuhur eder.

Salik de, onu misal aynasında müşahede edince; aynanın tavassutundan çıkar; sureti hakikat zanneder. Sanır ki: Kendisine, rüyetin hakikati olarak hâsıl oldu; kendisine görülen zuhura geldi.. Ama, bilmez ki: O rüyet, ikanın suretidir; görülen dahi, ikan edilenin suretidir.

Anlatılan durum, sofiye galatlarındandır; suretlerin hakikatler suretine girmelerindendir.

Anlatılan rüyet ki galip geldi; batından zahire taşmaya başladı.. işte o zaman, saliki tevehhüme düşürür ve sanır ki: Kendisine baş. gözü ile görmek hâsıl oldu.. Matlub dahi, duymaktan çıkıp baş başa olmaya döndü..

Ne var ki, aslında basiret olan bu mananın husulü, tevehhüme ve telebbüse mebnidir. Onun bir parçası olan göz için bu dünya hayatında ne isabet alabilir ki?. Kendisine rüyet nasıl hâsıl olur?.

Kalbî rüyette, sofiyeden büyük bir topluluk, tevehhüme düşmüş ve onun vukuunu basari rüyetin hilâfına hükmetmişlerdir.

Onun vukuu tevehhümüne dahi, bu taifeden ancak, nakıs olanlar düşer.. Böyle bir şey de, ehl-i sünnet vel-cemaatın üzerinde durduğu manaya aykırıdır. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

Kendisine ikan edilen zat ki, misal âleminde sureti vardır; bundan lâzım gelir ki, Sübhan Hakkın orada bir sureti ola..

Bunun için şu cevabı veririm:

Sofiye cevaz vermiştir ki; her ne kadar Yüce Hakkın bir misli olmasa da onun bir misali ola.. Bir suretle, misalde zuhuruna dahi cevaz vermişlerdir.

Nitekim bu manayı, Sanib-i Füsus (Muhyiddin b. Arabî) Allah sırrının kudsiyetini artırsın anlatmıştır. Yani şu manada:

Âhiret rüyeti dahi, cami misali latif bir surette olacaktır. Bu cevabın bir başka tahkiki şudur:

Misalde bulunan; kendisine ikan edilenin sureti Sübhan Hakkın sureti değildir. O keşfolunan bir surettir ki: îkan sahibinin ikanı ile taalluku vardır. O keşfolunan dahi, Sübhan Hakkın bazı yüzleri ve itibarları olup onun Yüce Zat'ı değildir.

İrfan sahibinin muamelesi zata ulaştığı zaman; kendisine bu gibi tahayyülât zahir olmaz. Ne rüyet, ne de mer'î (ne görmek ne görülen) tahayyül eder. Zira, Sübhan Hakkın misalde pek mukaddes zatına suret yoktur ki; kendisine zuhur etsin. İkanmı dahi, rüyet suretinde görsün..

Şöyle dememiz de mümkündür:

Misâl âleminde manaların suretleri vardır; zatların suretleri yoktur. Şöyle ki: Âdem, tamamı ile isimlerin ve sıfatların mazharlarıdır; onun zatiyattan yana nasibi yoktur. Nitekim bu manayı, bir çok yerde tahkik ettim. Durum böyle olunca, zarurî olarak, tamamı ile manalar kısmından olur; misalde dahi onun bir sureti bulunur. Vücubî kemalâtta, hangi mertebe ki kıyamı Yüce Mukaddes Zat ile olan sıfat ve şan bulunur ve maani kabilindendir; noksan yollu olsa dahi, misalde bunların sureti bulunmasının yeri vardır. Amma, Yüce Hakkın zatına gelince.. haşa ki: Onun, mertebelerden bir mertebede sureti ola.. Zira, suret tahdid ve takyidi gerektirir. Böyle bir şey ise., hangi mertebede olursa olsun caiz görülmez. Hepsi, Yüce Allah'ın mahluku olan mertebelerin ne mecali vardır ki; Yüce Yaratıcıyı mahdud ve mukayyed kılalar. Her, kim, Sübhan Hakkın Zatı için misal cevazı vermiş ise.. bu yüzler ve itibarlar ciheti iledir. Zatın aynı itibarı ile değildir. Her ne kadar zatın yüzleri için dahi misal cevazı bu Fakir'e ağır gelir ise de; ancak uzak zılâlden bir zılda cevaz verilir.

***

Beyandan anlaşıldı ki: Suretlerin misalde resmedilmesi, anmalar ve sıfatlar içindir; zat için değil..

Uhrevî rüyetin, misalî surette olacağı cevazına dair Sahib-i Füsus'tan Ks. gelen mana, Sübhan Hakkın rüyeti değildir. Hatta, Sübhan Hakkın suretinin rüyeti de değildir. Zira onun sureti yoktur ki, kendisine rüyet taalluk etsin.. Şayet misalde bir suret var ise.. o da zılâl-i baideden bir zıldır. Böyle olunca onun rüyeti, nasıl Sübhan Hakkın rüyeti olabilsin!.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh rüyeti nefyinde, mutezileden ve felsefecilerden geri kalmamaktadır. Hatta rüyeti o derecede isbat eder ki; rüyetin nefyini gerektirir. Halbuki bu, sarih olarak nefyetmekten daha şümullüdür. Zira:

Kinaye, sarihten daha şümullüdür..

Cümlesi, kaziye-i mukarraradır. Arada ancak şu fark var ki: O cemaatın uyduğu, akla dayalı şeylerdir.. Şeyh'inki ise., sağlıktan uzak keşiftir.

Şöyle bir duruma benzer gibidir ki: Muhaliflerin tam olmayan delilleri; Şeyh'in Ks. muhayyilesinde yerleşmiş ve bu meselede onun keşfini doğruluk isabetinde tahrif etmiştir; muhaliflerin mezhebine meylettirmiştir. Lâkin, ehl-i sünnetten olduğundan, onu suret olarak isbat eyleyip bu kadarıyla yetinerek onu rüyet zannetmiştir.

Dua makamında bir âyet-i kerime meali:

«Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak, bizi muahaze eyleme..»

(2/286)

Bu ince meselenin tahkiki, AVARİF nam kitabının bazı yerlerinin halli zımnında yazdıklarımda geçmiştir.

***

İhtilaf mevcud olduğu halde, icmaın tahakkuku..

Manasında sorduğunuza gelince.. herhalde bu ihtilâfın geçtiği meseleler, icma vaktinde yoktu.. Yahut:

İcma'..

Demekle, asrındaki meşayhin icmaını murad etmiştir. Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

503. BEŞYÜZ ÜÇÜNCÜ MEKTÛP




MEVZUU: Hakiki imanla marifet arasındaki fark sualine cevap.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Tahir Bedahşi'ye yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun; onun Resulüne dahi salâtlar. Sizlere de dualarımı bildiririm.

***

Malum olsun ki,

Şeyh Secadil ile gönderilen pek aziz kardeşimin mektubu ulâştı.

Sübhan Allah'a hamd olsun. Bilhassa selâmet ve afiyetiniz üzerine.

O mektuba, müteaddid sualler derc edilmiş. Onların cevabını, hatıra geldiği kadar yazdık. Bu cevabı, tam teveccühle okumak yerinde olur.

***

BİRİNCİ SUAL Sormuşsun ki:

-Marifetle hakiki iman arasında ne fark vardır?

Bunun cevabı şudur:

-Marifet, imandan başkadır. Fars dilinde, marifet için şu tabir kullanılır:

ŞINAHTEN (tanımak, bilmek, anlamak)...

İman için dahi, şu tabir kullanılır:

-GİREVİDEN (inanmak, meyletmek, yönelmek, tabi olmak)...

Çok kere, anlatılan manada marifet hasıl olur; amma iman hasıl olmaz.

Ehl-i kitabı görmez misin, Resulullah (sav) Efendimize karşı marifetleri vardı. Onun peygamber olduğunu da bilirlerdi. Bu manayı Allahu Teala şöyle anlattı:

"Onu tanırlar; tıpkı kendi çocuklarını tanıdıktan gibi..."(2/146)

Lâkin, inat sebebi ile, kendilerinde tasdik husule gelmediğinden; iman tahakkuk etmedi.

Sonra marifet dahi, iman misali iki kısma ayrılmıştır. Şöyle ki:

a) Marifetin sureti, imanın sureti gibidir.

b) Marifetin hakikati imanın hakikati gibidir.

İmanın sureti odur ki; Sübhan Hak, şefkatinin ve merhametinin kemalinden, şeriatta uhrevi necat için onu yeterli kılmıştır. Bu dahi, nefs-i emmarenin inkârı ve temerrüdü olmasına rağmen, kalbin tasdikidir.

Marifetin sureti de odur ki, marifetin oluşu, o lâtife üzerine kısıtlıdır. Hem de, nefs-i emmarenin cehline rağmen. Marifetin hakikati ise, nefs-i emmarenin cibilli cehaletinden çıkıp kendisine marifet husulüdür.

İmanın hakikati ise, nefs-i emmare için tabii olan emmarelikten çıktıktan sonra, kendisine itminan ve marifet hasıl olması ile nefsin tasdikidir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Şeriatta itibar edilen kalbi tasdik:

-GİREVİDEN (inanmak, meyletmek, yönelmek, tabi olmak...) manasıdır. Bu mana, o tasdikin aynı mıdır, yoksa bunun dışında bir başka şey midir? Şayet bunun ötesinde bir şey ise, o zaman iman için gerekir ki, üç parçada itibar edile:

a) ikrar,

b) Tasdik,

c) Gireviden...

Bu dahi, ulema katında mukarrar olanın hilâfınadır. Bazılarına göre, imandan sayılan amel dahi dördüncü parça olur.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Gireviden...

Aynen tasdiktir. Zira tasdik, iz'andan ibaret o hükümdür ki, Fars dilinde ondan:

-Gireviden diye tabir edilir.

Burada, şöyle bir soru sorulabilir:

-Ehl-i kitap, Resulullah (sav) Efendimizi nübüvvet unvanı ile bildiklerine göre; zaruri olarak, onun peygamberliğine hükmetmiş olurlar. Kendilerine:

-Gireviden diye tabir edilen iz'an hasıl olur. Bu takdire göre hüküm, bu iz'anın aynıdır. Bu duruma göre, neden onlar için iman tahakkuk etmiyor? Hangi sebeple küfürden çıkamıyorlar?

Bunun için vereceğim cevap şudur:

-Onlar, Resulullah (sav) Efendimizi nübüvvet unvanı ile bildiler. Lâkin, kalblerinde, taassup ve inat sebebi ile iz'an hasıl olmadı ki; kendileri için onun nübüvvetine dair hüküm husule gele... Zira, çok kere marifet ve tasavvur hasıl olur; amma iz'an husule gelmez ki, tasdik bulunsun. İman dahi tahakkuk edip küfürden çıksınlar.

Bu fark çok dakiktir. Dinle ve vicdanına dön. İnat mevcut iken şöyle demek mümkündür:

-Allah'ın peygamberi şöyle şöyle yaptı...

Lâkin, şöyle demek mümkün değildir:

-O, Allah'ın peygamberidir.

Yani iz'an hasıl olmayınca...

Birinci surette, yalnız tasavvur ve meşhur marifete havale etmek vardır.

İkinci surette ise, iz'ana mebni tasdik vardır.

İz'an bulunmayınca, tasdikin bulunması nasıl tasavvur edilir? Kaldı ki, birinci surette, nübüvvet isbatı yoktur; fiil isbatı vardır. İkinci surette ise, nübüvvetin isbatı vardır; inad onunla olamaz. Bilhassa, iza'anın varlığı tasavvur edilince...

Faraza, tasdik ve hüküm, iz'an husule gelmeden olsa; tasavvurata ve tasdikin suretine dahil olur.

İz'an hasıl olmadıkça, tasdikin hakikati husule gelmez; iman dahi hasıl olmaz.

Bu mesele, kelâm ilminin en önemli meselelerindendir. Cidden dakiktir. O kadar ki, bunun hallinde, en ileri gelen alimler dahi aciz kalmışlardır. Zaruri olarak, bazıları, imana üçüncü bir rükün ekleyip ziyadeden:

-Gireviden manasını, tasdik üzerine getirmişlerdir.

-Gireviden manası için, tasdikin aynı olarak kail olanlar, bu manayı lâyık olduğu üzere halledememişlerdir. İcma olarak yetinip geçmişlerdir.

Bir ayet-i kerime meali:

"Allah'a hamd olsun ki, bizi buna hidayet eyledi. Allah bize hidayet etmeseydi, biz bulamazdık."(7/43)

***

Şunu da dinle:

-Allah'ın peygamberi ve bu peygamber misali, takyidi terkib ve tavsifi terkip; her ne kadar:

-O peygamberdir, hükmünü tazammun edip onu nübüvvet unvanı ile bilmeyi şümulüne almakta ise de; lâkin:

-O peygamberdir, manasında tasdik husulü, imanı müsbet hale getiren iz'ana bağlıdır.

-Zeyd'in kölesi şöyle yaptı,

-Salih bir adam şöyle hükmetti cümleleri, iz'ansız olarak da sahihtir. Kölelik unvanını bilmek, salâhiyet unvanı da her iki cümlede sabittir. Lâkin, bunlarda iz'an yoktur ki; kölelik ve salâhiyet için tasdik husule gelsin.

Şöyle bir soru sorulabilir:

-Nefsin iz'anı, kalbin iz'anından sonradır, demiştin ve:

-Nefsin iz'anı, hakiki imandır diye tabir etmiştin. Halbuki felsefeciler ve akılcılar, tasdik işinde, mutlak nefsin iz'anını almışlardır. Kalbin iz'anından kelâm etmemişlerdir.

Bu soruya şöyle derim:

-Akıl erbabı, bazı Itlaklarda:

-Nefs... demekten muradları ruhtur. Bazı itlıklarda ise, kalbi murad ederler.

Umumi manada, onların felsefi tetkikleri de, bir başka manaya yorulur ki, faydası yoktur. Onlar, bu meselede muattal ve acizdirler. Bunda onların hükmü, avam hükmü gibidir.

***

Bu işte tetkik sırası şimdi sofiyeye geldi.

Bunlar, har latifenin hükmüne girer; seyr ü sülük ile, bütün letaiften yükselirler.

Nefsi kalbden, ruhu da sırdan fark ederler. Hafi ile ahfa arasını ayırd ederler. Bilinmez; akılcılara, onların isimlerini bilmekten başka bir nasib hasıl olur mu olmaz mı?

Felsefeciler, nefs-i emmareyi büyük bir şey bilip onu mücerredler arasında saymışlardır. Kalb, ruh ismi dillerine gelmemiştir. Sırdan, hafiden ve ahfadan yana da bir alâmet belirmemiştir.

Allahu Teala'nın meleği vardır ki ehli ehline, yerli yerine ulaştırır.

***

Şu da, üstteki soruya bir başka cevap:

-Akıl erbabı, nefsin iz'anını, ancak âdet ve örf hükümlere bakarak anlatmışlardır. Zira, akıllarına yakın olan budur. Bizim kelâmımız ise, şer'i hükümlerin tasdikleri hakkındadır. Halbuki, nefsin buna bizzat inkârı vardır; iz'an nerede? Bu inkâr, öyle bir inkârdır ki, münkiri o hükümlerin sahibine düşmanlık etmeye kadar götürür.

Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden Allah'a sığınırız.

Bir kudsi hadiste şöyle varid olmuştur:

"Nefsine düşman ol; zira o, bana düşmanlığa saplanmıştır."

Merhametliler merhametlisi, şefkatinin kemalinden ötürü; ilk hallerde nefsin iz'anını, nazara almadı. Necatı, kalbin iz'anına bağlı kıldı.

Şayet ikinci olarak; yüce Sübhan Hakkın sırf keremi ile nefsin iz'anı da müyesser ise bu, nurdur, sürürdür, velayet derecelerine vusuldür; iman hakikatinin dahi husulüdür.

***

Yazmışsınız ki:

-Bu Fakir'in anlayışına ve idrakine uygun bir cevap yazmanız yerinde olur. Ta ki, onu anlayabilmem mümkün ola...

Fakat ne yapabilirim; mesele cidden dakiktir. Onun halli dahi, dikkatsiz müşkildir. Hatta, hallin kendisi dahi dikkat ister. İbarenin ne 'günahı var? Yerinde olur ki, evvela bu anlatılanı düşünesiniz; bu gibi muammanın halli sualine cür'et etmeyesiniz.

"Beni levm etmeyiniz; (nefsinizi-kendinizi) levm ediniz."(14/22)

***

İKİNCİ SUAL şöyle sorulmuş:

-Zahidler ve abidler hakiki imanla müşerref olmuşlar mıdır, yoksa olmamışlar mıdır?

Bu sorunun cevabı şudur:

-Onlar mukarrebin mertebesine ulaşmışlardır. Nefisleri dahi itminana varmıştır. Böylece, hakiki iman mertebesine ulaşmışlardır.

***

ÜÇÜNCÜ SUAL şöyle sorulmuş:

-Menşei küfr-ü hakiki olan icmali marifet sahipleri için, nasıl mümkün olur ki; kendilerine:

-Urefa... (Arifler...) söylene...

Bunun için derim ki:

-Bu ibarenin manası lâyık olduğu biçimde anlaşılmıyor. İbreyi muğlak yazmaktasınız, başkalarına da engel olmaktasınız. Şayet maksadınız:

-Tarikat kâfirine, ARİF demek ne manadır? diye sormak ise, bunun cevabı şudur:

-Tariket kâfiri dahi, Sübhan Hakkı vahdaniyetle bilir. Başkasını dahi, mahiv ve yok olmuş bulur. Bu kimse de, irfan sahibidir; amma mutlak irfan sahbi değildir. Zira o, temyiz dairesinden çıkmıştır. Şayet temyiz dairesine döner ise, mutlak irfan sahibi olur; hakiki imanla müşerref olma şerefine dahi erer.

Vesselam...

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

504. BEŞYÜZDÖRDÜNCÜ MEKTÛP


MEVZUU: Sofiyenin, Sübhan Hakkın kelâmını duyması ve o yüce Hak'la mükâlemesi.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Fakir Haşim Kişemi'ye yazmıştır.

***

Sormuşsunuz ki: -Bazı ariflerin söylediği şu cümlenin manası nedir:

-Biz Sübhan Hakkın kelâmını duyarız. Onunla aramızda mükâleme olur.

Nitekim bu gibi mana, İmam-ü Humam Cafer-i Sadık'tan da nakledilmiştir. O demiştir ki:

-Ayet-i kerimeyi tekrar ederim. Taa, onun mütekelliminden duyuncaya kadar.

Bundan başka Hazret-i Şeyh Abdülkadir Geyiani'ye ks. ait olan RİSALE-İ GAVSİYE nam eserde dahi bunlar anlatılmaktadır.

Size göre bunların hakikati nedir?

Allahu Teala seni irşad eylesin; bilesin ki,

Sübhan Hakkın kelâmı, onun zatı ve sair sıfatları gibidir. Keyfiyeti olmayan bir kelâmı duymak dahi, aynı şekilde lâkeyfidir. Zira, keyfi olanın lâ-keyfiye çıkan yolu yoktur. Dolayısı ile, bu duymalar, kulak duygusuna bağlı değildir. Zira o, tamamı ile keyfiyetle mütekeyyiftir. Şayet kulun orada bir duyması var ise, bu, ruhani bir telâkki iledir. Zira, ruhun da; lâkeyfi manadan nasibi vardır ki, harflerin ve kelimelerin tavassutu olmaz.

Aynı şekilde, kelâm kuldan gelse dahi, yine ruhani ilka ile olup harfler ve kelimeler yoktur. Bu kelâm için dahi, lâkeyfi olmaktan yana bir nasp vardır. Çünkü lâkeyfi için duyulmuş bulunmaktadır.

Misal olarak biz deriz ki:

-Kuldan sudur eden lâfzî kelâmı, Sübhan Hak, keyfiyeti olmayan bir duyma ile işitir. Hem de, harflerin ve kelimelerin tavassutu, takdim ve tehir olmadan.

Zira, Sübhan Hak üzerine zaman yürümez ki, oraya takdim tehir sığısın.

Bu yerde kuldan gelen bir duymak var ise, o, bütünüyle duyucudur. Eğer bir kelâm var ise, o bütünüyle mütekellimdir. Yani kul, bütünüyle kulak, bütünüyle dildir.

Nitekim, Adem'in (as) zahrından çıkan zerreler, misak günü:

"Elestü birabbiküm?.. (Sizin Rabbiniz değil miyim?)" (7/172), hitabını külliyetleri ile vasıtasız duyup cevabını verdiler. Zira onlar, bütün olarak kulak, bütün olarak dil olmuşlardır.

Şayet kulak, dilden ayrılmış olsaydı; duymak hasıl olmazdı. Lâkeyfi manadaki kelâm da öyle... Kâkeyfi mertebeye, öyle bir şey lâyık da olmazdı.

Sultanın ihsanlarını, ancak onun taşıyıcılar alabilir.

Bu babda netice mana şu ki:

Ruhaniyet yolundan alınan mütelakka mana, insanın içinde bulunduğu hayal aleminde misal alemi timsaline göre temessül eder. Yani tertipli kelimelerin ve harflerin sureti ile... Bu telâkki ve ilka ise, duymak ve lâfzi kelâm resmine girer. Zira, her mananın, o alemde bir sureti vardır. İsterse, o mana, keyfiyetten münezzeh olsun. Ne var ki, keyfiyetten münezzeh olanın resmedilmesi, orada bir keyfiyetle mükeyyef surette olur. Zira, resmedilmekten maksud olan anlamak ve anlatmak üstte anlatılan duruma bağlıdır.

Bir salik; amma mutavassıt olan salik, kendinde birtakım harfler ve tertipli kelimeler bulup lâfzi kelâm hissederse; tahayyül eder ki, o kelimeleri asıldan duydu ve aynntısız oranda aldı. Halbuki o harflerin ve kelimelerin hayali suretler olduğunu bilemez. Yani o telâkki edilen manalar için... Bu duymak ve lâfzi kelâm ise, o duymanın ve kâkeyfi kelâmın timsalidir.

Marifeti tam bir irfan sahibi için yerinde olur ki, her mertebenin hükmünü diğerinden ayırd ede... Birinin hükmünü diğerine karıştırmaya...

Bu irfan sahiplerinin duymaları ve kelâmları lâkeyfi mertebeye bağlı olup ruhani telâkki ve ilka kabilindendir.

Bu harfler ve kelimeler ki, -o telâkki edilen manadan böyle tabir ederler-misali suretler alemindendir.

Onlar ki, harfleri ve kelimeleri Sübhan Allah'tan duyduklarını zannederler; iki fırkaya ayrılmışlardır.

Bir fırkaya mensub olanlar derler ki:

-Yaratılmış olarak duyulan bu kelimeler ve harfler kadim olan nefsi kelâma delâlet eder.

Bunlar, hal olarak ikinci fırkadan daha iyidir.

ikinci fırka ise, sözün sanı büyük Hakkın kelâmına yorarlar. Duyulan tertipli harfleri ve kelimeleri ise, yüce Hakkın kelâmı bilirler. Bu arada, o yüce mukaddes Hakkın zatına lâyık olanla olmayanı ayırt etmezler.

Bunlar cahil ve battal kimselerdir. Sübhan Hak için caiz olanla olmayanı bilmezler.

Bir ayet-i kerime meali:

"Sübhansın, bize öğrettiğinden başka bildiğimiz yoktur. Sen Alim Hakim'sin..."(2/32)

Salât ü selâm, Hayrü'l-beşer Resulullah'a ve onun âline ve pek temiz ashabına.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

505. BEŞYÜZ BEŞİNCİ MEKTÛP




MEVZUU: a) Vücudi taayyün-ü evvelin tahkiki.

b) Habib, Halil, Kelim taayyünlerinin mebdeleri arasındaki fark. Onlara salât ü selâm.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Said'e yazmıştır.

***

Yüce Sübhan Hakkın fazlı keremi ile sonunda keşfolunan yüce mukaddes Hazret-i Zat'ın taayyün-ü evvelidir.

Bu Hazret-i Vücudun taayyünüdür. Bütün eşyayı ihata etmiştir. Bütün zıdları bir araya getirmiştir. Sırf hayırdır. Bereketi çoktur. Hatta bu Taife-i Aliyye'den pek çok mesayih onun için:

-Aynen, zat, diye anlatmışlardır. Yüce Zat üzerine fazladan bir şey olmasını da men etmişlerdir.

Onda tam bir incelik ve tam bir letafet vardır. O kadar ki, her şahsın gözü onu kavrayamaz. Asıldan da ayırd etmeye gücü yetmez.

Üstte anlatılan manadan ötürü; onun taayyünü, bu zamana kadar gizil kalıp mütaayyinden ayırd edilmemiştir. Birçoklan da, onu Allah sanıp ona kulluk etmişlerdir. Onun dışında bir matlub ve mabud da aramamışlardır.

Yine onu, harici eserler için bir mebde bilmişlerdir. Yine onu, günlük hadiseleri oluşturan zannetmişlerdir.

Bu temyiz, yani Hakkı hak olmayandan ayırd etmek; bir devlettir ki, bu son gelen Aciz Miskin için saklanmıştır.

Mabud olanı, mabud olmayandan atmak işi, enbiyadan kalan bir hissedir. Onların sofra sakıntılarından toplanıp alınandır.

Bir ayet-i kerime meali:

"Allah'a hamd olsun ki; bizi buna hidayet eyledi. Allah bize hidayet etmeseydi; bulamazdık. Rabbimizin resulleri gerçeği getirdi."(7/43).

Şu dahi keşfolundu ki: Bu vücudi taayyün-ü evvel, Halilülrahman'ın terbiyesine gelmiştir (Rabbidir). Taayyün mebdei ve hulletinin taayyünüdür.

Yine keşfolundu ki: Bu taayyünün en şerefli parçası olan merkezinde asla pek yakınlık nisbeti vardır. Yani diğer cüzler arasında... Ve bu Halilullah terbiyesine gelir (yani Rabbıdır). Taayyün mebdei olup mahabbeti-nin de taayyünüdür. Ona ve bütün peygamberlere salât ü selâm.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Bu taayyün-ü evvel, Halil'in terbiyesine gelen (rabbi) olunca, Resulullah (sav) Efendimizin:

"Allah'ın ilk yarattığı nurumdur" hadis-i şerifindeki mana nedir?

Bunun için şu cevabı veririm:

-Dairenin merkezi, daire cüzlerinin en ileri olanıdır. Sonra, cüz'ün külle tekaddümü vardır. Bunun için, Resulullah (sav) Efendimizin:

"Nurum..." diye anlattığı, zaruri olarak, hepsinden ileridir.

Dairenin merkezi, her ne kadar daireden bir cüz, daire dahi onun bir küllü ise de; lâkin o öyle bir cüzdür ki, küllün sair cüzleri ondan neş'et etmiştir. Çünkü daireyi ihata eden bütün cüzler, o dairenin merkezi olan cüz'ün zılâlidir. Eğer bu cüz olmasaydı; dairenin ne ismi olurdu; ne de resmi...

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Üstte anlatılan manalardan vuzuha kavuştu ki:

Hazret-i Halil'in terbiyesine gelen (rabbi) ve onun taayyün mebdei, o taayyünü-ü evveldir.

Taayyün-ü evvelin menşei olan cüz, merkez olarak, o daire cüzlerinin en şereflisi de Hazret-i Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin terbiyesine gelmiştir (Rabbidir). Ve onun taayyün mebdeidir. Böyle olunca, her şeyin daha ilerisinde bulunan, Hatemü'n-nübüvvet Resulullah (sav) Efendimizin hakikatidir. Sonrakilerin zuhur menşei dahi yine odur. Bu mana icabıdır ki; kudsi hadiste, Habibüllah şanında şöyle varid olmuştur:

"Sen olmasaydın, eflâki yaratmazdım. Rübubuyeti izhar eylemezdim."

Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin taayyün mebdei, Halil'in (as) taayyün olan taayyün-ü evvel dairesinin merkezi olduğuna göre; hiç şüphe yok ki, menşei mahabbet olan Velâyet-i Muhammediye; menşei hüilet olan Velâyet-i Haliliye'nin merkezi olur.

Velâyet-i Haliliye daha evvel olmasına rağmen Velâyet-i Muhammediye ile yüce mukaddes Hazret-i Zat arasında bir engel ve hail olamaz. Zira daire merkezinin, daire üzerine zati sebkatı vardır. Halef, selefe hail olamaz; iş aksinedir.

***

Bu daire merkezinin sebkatı ve yakınlığı için bir başka tevil de şöyledir;

dinle:

Merkez olan bu noktada, seyre her ne miktar dalınır ise, muhib mahbubdan ayırd edilir. Yani hasılı mahabbet olan noktadan. Merkezi mahbubiyet, çevresi mahibbiyet dairenin de sureti zuhur eder.

O muhebbiyet, Velâyet-i Museviye'nin mebdeidir.

O mahbubiyet ise, Velâyet-i Muhammediye'nin mebdeidir. Onun sahibine salât ve selâm olsun.

Merkezi mahbubiyet olan bu daire, merkezi mahabbet olup daire olan mahabbetten daha ileri ve Hazret-i Zat'a daha yakındır. Zira merkezin bir ileriliği ve yakınlığı vardır, bunlar dairede yoktur.

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca; Velâyet-i Muhammediye daha ileri ve daha yakındır.

Velâyet-i Muhammediye'nin ileri (sebkatı) için bir başka mana vardır. Bunu da dinle...

Sübhan Hakkzın fazlı ile mahbubiyet olan bu merkezde seyir derinliğine girildikçe; bu merkeze bir daire sureti arız olur. Onun merkezi dahi, sırf mahbubiyet gösterir. Onun çevresi dahi, muhabbiyetle karışık mahbubiyet olarak zuhur eder. Bu da, Resulullah (sav) Efendimize tebaiyet olarak, onun ümmeti fertlerinden bir ferdin nasibidir. Hatta, Velâyet-i Museviye'ye dahi tebaiyetle... Bu dahi, dairenin çevresine (muhitine) münasip bir şekilde olur.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, şöyle denmiştir:

-Velâyet-i Muhammediye, bütün vakitlerde merkezidir. Muhibbet keyfiyeti dahi, bu velayetin bereketi ile olmaktadır. İkinci merkez, ancak onunla imtizaç etmesi ile daire olmuş ve bundan dahi bir başka merkez zuhur etmiştir.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki, bu üçüncü merkez, muameleye çok terakki getirmiştir. Ve onu, en yakından daha yakın eylemiştir.

Bir mısra:

Ne zorluğu o iste, olunca keremlilerle...

Bu sırlardan ve dakik manalardan, bu mana üzerine daha ziyade ne izhar edilebilir ki, taayyün-ü evvel ötesinde, bundan daha çok ne söylenip beyan edilebilir!.. Halbuki taayyün-ü evvel ötesi bir şey yoktur. Varsa da, onun bir veya iki vasıtalı olarak bir cüz'ü veya cüz'ünün cüz'üdür. Bu dahi, keşfi nazarda taayyün-ü evvelden birkaç merhale uzaktır. Matluba dahi, ondan birkaç merhale yakındır.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir

-Hangi kemal ki, cüz'e müyesser olmuştur; külle dahi müyesser olur. Zira kül; başka cüzlerle beraber, o cüzden ibarettir. Mana böyle olunca, küllün dışında, o cüz için sebkat husulünün ve yakınlığının manası nedir?

Bunun için şu cevabı veririm:

-O kemal ki, cüz için asaleten hasıl olur; o kemal kül için dahi, cüz'e tebaiyeti ile hasıl olur.

Şüphesiz, asalet için bir sebkat vardır ki; bu tebaiyet için yoktur. Aslın bir yakınlığı vardır ki; bu yakınlık fer için yoktur.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, dairenin merkezi, kıdem itibarı ile, daha ileri olmuş ise, yani kendine mahsus olan kemalâtanda, bunun yeri vardır.

Bu cevabın bir başka tahkiki şöyledir:

Cüz'ün kemali; ancak o kemal, cüz'ün asli mahiyetinden neş'et etmekte ise külle sirayet eder. Amma o kemal, mahiyetinin inkılabından sonra cüz'e arız olmuş ise, o kemalin külle sirayet etmesi lâzım gelmez. Zira o cüz; mahiyetinin inkılabından sonra, o kül için cüz olarak kalmaz ki, ondaki kemal sirayet etsin.

Bir misal olarak şöyle anlatabiliriz:

Bir gümüş cüz, iksir ameliyesi ile altın haline getirildiği zaman; gümüş cüz mahiyetinden çıkıp altın mahiyetine inkılab eder. Artık altınlaşan bu parça (cüz) için:

-Altın haline gelen bu parçanın kemalâtı, kendisinin küllü olan gümüşe sirayet eder, denmesi mümkün olmaz.

Bu cüz, inkılâptan sonra, o gümüş için bir cüz olarak kalmaz ki, kemalâtı sirayet etsin.

Bu manayı anla; içinde bulunduğumuz marifeti ona göre kıyasla.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Vücudi taayyün-ü evvelin hariçte bir vücudu var mıdır? Yahut yalnız ilmi bir sübut mudur? Halbuki, bu iki şıktan her ikisi de sahih değildir. Zira, o büyükler katında, haricen Zat-ı Vahidden başka yoktur. Taayyünat ve tenezzülatın, zahirde ne ismi vardır; ne de resmi. Şayet ilmi sübuta kail olsak, lâzım gelir ki, taayyün-ü ilmi ondan ileri buluna... Bu dahi, mukarrer mananın hilâfınadır.

Bunun için şu cevabı veririm:

-O, işin aslında sabittir, isterse, ilim ötesinde onun sübutu olduğu manasına:

-Harici sübut... densin. Bunun da yeri vardır.

Doğruyu ilham eden Sübhan Allah'tır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

506. BEŞYÜZ ALTINCI MEKTÛP




MEVZUU: Cemalin ve kemalin incelikleri beyanında olup bu iki mertebenin üstünde bulunan mukaddes bir mertebe. Anlatılan iki mertebeden: Habib'in, Halil'in ve Kelim'in nasipleri. Onlara salât ve selâm olsun.

Ve Hazret-i Şeyhimizin (İmam-ı Rabbani)'nin bu mertebeden nasibi.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade, Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.

Sübhan Hak, haddizatında Cemil'dir. Zati olan hüsün ve cemal, onun için sabittir. Bu hüsün ve cemal, bizim kavradığımız ve akıl edip hayalimize getirdiğimiz hüsün ve cemal değildir.

Bununla beraber, Hazret-i Zat'ta pek mukaddes bir mertebe vardır ki; son derece azamet ve kibriyası bulunduğundan o mertebeye vusul mümkün değildir. Hatta onu,,hüsün ve cemal ile de tavsif etmek mümkün değildir.

Taayyün-ü vücudi olan taayyün-ü evvel zati olan o kemalin ve cemalin taayyünü onların zillidir. O pek mukaddes mertebede hüsün ve cemalin mecali yoktur. Orada, asla bir tahayyün de yoktur. Zira orası, gayet azametinden ve kibriyasından ötürü, asla bir taayyün ile mütaayyen olamaz.

Bir mısra:

Aynaların hangisinde suret bulabilir!..

Mana yukarıda anlatıldığı gibi olmasına rağmen; taayyün-ü evvel dairesi merkezine, o pek mukaddes mertebeden bir sır ve keyfiyet tevdi edilmiştir. Oraya, alâmetten yana münezzeh ve mukaddes olan o mertebeden bir alâmet konmuştur.

Taayyün-ü evvel, nasıl Velâyet-i Haliliye'nin menşei ise, o taayyün-ü evvel dairesi merkezinde tevdi edilen sır ve keyfiyet de, Velâyet-i Muhammediye'nin menşeidir. Onların sahiplerine salât, selâm ve tahiyyet.

Zılları taayyün-ü evvel olan zati hüsün ve cemal için mecaz alemindeki güzellik vardır. Bu dahi, yanak hüsnü ve ben cemaldir.

Merkeze tevdi edilen bu sır ve keyfiyet için bir melâhet ile münesebeti vardır ki, boy güzelliğinin, yanak tatlılığının, göz hüsnünün ve ben cemalinin ötesindedir. Bu, ancak zevke dayalı bir iştir ki, kendisine zevk verilmeyen kavrayamaz.

Bir şiir:

Bir ceylânım var tüm güzellik onda;

Kim vasfeder bana cemal dilâl şanında...

İki velayet arasındaki tefavüt, bu beyandan bilinmelidir. İsterse, her ikisi de, yüce mukaddes Zat yakınlığından neş'et etmiş olsun. Ne var ki, birinin mercii, zat kemalidir; diğerinin avdet yeri ise, sırf yüce Zat'tır.

Melâhat, sabahatın fevkinde olduğuna göre; melâhata vusul, ancak bütün sabahat mertebelerini geçtikten sonra tasavvur edilebilir.

Velâyet-i İbrahimiye mertebelerinin tümüne vusul müyesser olmayınca; büyük Velâyet-i Muhammediye'nin zirvesi olan bu velayetin hakikatında vusul müyesser olmaz. Her iki velayetin sahibine de salât ve selâm.

Resulullah (sav) Efendimizin Millet-i ibrahim (as) mütabaatı ile memur olması mümkündür ki, şu sebepten ola; bu mutabaat vasıtası ile onun velayetinin hakikatına ulaşa; oradan dahi:

-Melâhat... diye tabir edilen, kendi velayetinin hakikatına terakki ve onunla tahakkuk eder.

Resulullah (sav) Efendimizin hullet velayetinin merkezi ile zati münasebeti bulunduğundan; Hazret-i Zat icmaline daha yakındır. Dairenin çevresi (muhiti) ile münasebeti daha azdır. Zira, o dairenin yönü, zat kemali tafsilinedir. O dairenin muhiti kemalâtı ile tahakkuk edilmedikçe, Velâyet-i Hullet tamam olmaz.

Üstte anlatılan mana icabı olarak; okunan salâvat-ı şerifede şöyle gelmiştir:

"İbrahim'e salât eylediğin gibi..."

şunun için ki: Kendisine Velâyet-i Hullet tamamı ile müyesser ola... Tıpkı, o velayetin sahibine müyesser olduğu gibi.

Resulullah (sav) Efendimize ve ona salât ve selâm olsun.

Velâyet-i Muhammediye için tabii mekân, Velâyet-i Maliliye dairesi merkezinin noktası; onun seyri dahi, o dairenin merkezi ile kısıtlı oyunca o merkezden çıkışı ve dairenin muhitine girişi ve onun kemalâtını iktisabı zor olur. Şunun için ki: Bu durum, onun tabiatının iktizası hilâfınadır.

Bu duruma göre hal şunu iktiza etti ki, Resulullah (sav) Efendimizin ümmetinden mutavassıt biri çıka; onun tebaiyeti ile o merkezi aynında buluna ve bir başka yönden de, kendisi için dairenin muhiti ile münasebet peydah ola... Böylelikle de, o dairenin kemalâtını iktisab ederek, onun hakikati ile de taahhuk ede.

"Bir kimse, iyi bir âdet meydana getirir ise, onun ve onunla amel edenlerin ecri kendisinedir." hükmüne göre; metbuu (tabi olduğu) peygamber dahi o kemalât ile tahakkuk eder. Böylelikle Velâyet-i Haliliye'yi dahi itmam eylemiş olur.

Bu Fakir'e zahir olduğuna göre; bu muammanın sırrı şöyledir:

Velâyet-i Hullet dairesi merkezinin noktası, sair noktalarından mahabbetle imtiyazlı bir durum almıştır; isterse basit manası ile olsun. Lâkin, muhibbiyet ve mahbubiyet itibarını tazammun ettiğinden; kendisine daire sureti zuhur eder. Onun muhiti, muhibbiyet itibarı olup merkezi mahbubiyet itibarıdır.

Velâyet-i Museviye menşei, dairenin muhiti olan muhibbiyet itibarıdır.

Velâyet-i Muhammediye menşei, dairenin merkezi olan mahbubiyet itibarıdır.

Velâyet-i Muhammediye'nin husulünü bu makamda tasavvur etmek gerek.

Bin sene geçtikten sonra; Hakikat-ı Muhammediye'nin bağlı olduğu bu ikinci daireye bir genişlik arız oldu. Onda ikî itibar zuhura geldi. Merkez daire suretinde sırf mahbubiyet zuhur etti. O dairenin muhiti ise, muhibbiyetle imtizaç eden mahbubiyet oldu.

Velâyet-i Ahmediye'nin menşei dahi, bu anlatılan dairenin merkezidir.

AHMED ismi, Resulullah (sav) Efendimizin ikinci ismidir. Ve o, sema ehli arasında, bu isimle bilinmektedir. Nitekim, bu manayı anlatmışlardır. Mümkündür ki, sema ehlinden olan İsa'nın (as) Resulullah (sav) Efendimizin kudümünü bu AHMED ismi ile müjdelemesi bu sebebe göre ola... Bu mübarek ismin, Zat-ı Ehad'e çok yakınlığı vardır. Hazret-i Zat'a diğer ikinci bir isim olan mübarek MUHAMMED isminden daha yakındır.

Bu isim, mübarek EHAD isminden bir MİM halkası ile ayrılmıştır. O da, zuhura ve izhara sebeb olan mahabbetin mebdeidir.

AHMED ismine dere edilen MİM Kur'an harflerinin mukattaatından olup suretlerin evvellerinde nazil olmuştur. Keza, derin sırları taşır.

MİM harfinin, Resulullah (sav) Efendimize mahsus olan bir hususiyeti vardır. İş bu hususiyettir ki, onun mahbubiyetine sebep olmuş ve her şeye karşı üstün bir duruma getirmiştir.

Biz yine asıl kelâma dönelim. Deriz ki:

-Muhibbiyetle imtizaç eden mahbubiyetten ibaret olan o dairenin muhiti; Resulullah (sav) Efendimizin ümmeti efradından bir ferdin velayet menşeidir. Velâyet-i Muhammediye ve merkeziyet husulü ile beraber, onun daire muhiti ile de münasebeti vardır.

Kemalâtını iktisab etmiş ve bilmiştir ki, bu ikinci devlet, yani dairenin muhiti ile münasebeti ve onun kemalâtını iktisab etmesi; kendisine Velâyet-i Museviye yolundan hasıl olmuştur.

Mukarrer olan mana şu ki: Ümmete hangi kemal hasıl olur ise, aynısı o ümmetin peygamberine de hasıl olur.

"Bir kimse, iyi bir âdet meydana getirir ise..." hadis-i şerifi hükmüne göre; Resulullah (sav) Efendimize, o ferdin tavassutu ile, daire muhitinin kemalâtı müyesser olmuştur. Resulullah (sav) Efendimiz için, yine Velâyet-i Hullet dahi tamam olmuştur. Bin seneden sonra:

"Allahım, Muhammed'e salât eyle: İbrahim'e salât eylediğin gibi..?" manasındaki dua icabet görüp dilek makbul oldu.

Resulullah (sav) Efendimizin muamelesine gelince, o sır iledir. Bu dahi, kendisinden:

-Melâhat... tabir edilen merkeze tevdi edilmiştir.

O ferde gelince, anlatılan makamdan aleme döndürülür. Şunun için ki: Ümmetini koruya... Amma kendisi, keremli nefsi ile, gaygın gaybı hücrede mahbubu ile halvete çekilir.

Bir şiir:

Mübarek olsun erbab-ı nimete erdikleri;

Miskin aşıka yeter yudum yudum içtikleri...

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Şunun bilinmesi yerinde olur ki,

Üçüncü merkez muhiti; her ne kadar taayyün-ü evvel merkezi muhitine nisbetle daha küçük görünmekte ise de; lâkin daha camidir. Zira, bir şey Hazret-i Zat'a ne kadar fazla yaklaşırsa; daha cami duruma gelir.

Bilinmelidir ki, onun küçüklüğü, insanın küçüklüğüne benzer. Zira, onda küçüklük bulunmasına rağmen, alem sınıflarının tümünden daha camidir. ' Yine bunun gibi... Bir şahıs, bu muhitin kemalâtı ile tahakkuk ettikten sonra, merkez icmalinden çıkıp muhit tafsiline geçer ise, önce içinde bulunduğu tafsil ve muhitle olan münasebetsizliği zail olur. Hiçbir zorlama olmadan, tafsilden tafsile geçer ve o tafsilin kemalâtı ile tahakkuk eder.

***

Şunu da dinle:

Kemal-i iktidar bulunmasına rağmen; alemin nizamı hikmete bağlı olduğundan; mahbupların terbiyesinde sebeplerin varlığı gerekli görülmektedir. İsterse sebeplerin varlığı illetsiz ve kudret nikabı dışında bir şey olmasın.

Bir ayet-i kerime meali:

"Allah'ın sünneti (âdeti, töresi, yolu, usulü) daha önce de geçtiği gibidir. Onun sünnetinde asla bir tebdil bulamazsın."(48/23)

***

BİR TENBİH

Bilesin ki,

Peygambere kemalâttan bazısı, her ne kadar ümmetinden bir ferdin tavassutu ile husule gelmekte ve bazı makamlara onun tevessülü ile ulaşmakta ise de; lâkin, böyle bir şeyden o peygamberin noksan, o ferdin dahi, onun üzerine meziyetli olması lâzım gelmez. Zira o ferd, kemale, o peygambere mütabaatle nail olmuştur. Bu devlete dahi onun uydusu olmakla ermiştir. Hakikatta o kemal, o peygamberindir. Kendisine yapılan mü-tabaatın neticesidir.

Bu ferdin misali şuna benzer ki, bir hizmetçidir; hizmeti görülenin hazinesinden harcını yapar. Onun için güzel elbiseler hazırlar. Şunun için ki: Güzelliğin ziyadelik gele ve haşmeti ve celâli arta...

Mana anlatıldığı gibi olunca; hizmeti görülende ne gibi bir noksanlık olur; hizmet edenin de, onun üzerine ne gibi bir meziyeti bulunabilir.

Yardım, ancak akrandan gelir ise, bir noksan olur. Amma hizmetçilerden ve kölelerden gelir ise, bu aynen kemal, cahın ve celâlin artmasına sebep olur.

Asıl noksan odur ki, anlatılan manada birini diğerine karıştırır ve noksanlık tevehhümüne düşer.

Padişahları görmez misin? Mülkleri ve beldeleri, ancak hizmetçilerin ve orduların yardımı ile alırlar. Kaleleri onların yardımı ile fethederler. Böyle bir yardımdan da, o padişahlar için azamet ve kıymet husulünden başka bir şeyin husule geldiği bilinmez. Hizmetçilerin ve yardımcıların şerefinden ve izzetinden yana da bir şey izhar edilmez.

Ümmetlere gelince, bunlar da, peygamberlerin hizmetçileri ve köleleridir. O büyüklere, bunlardan yardım hasıl olur. Böyle bir şeyden onların noksanı olması nasıl tevehhüm edilebilir? O büyükler için nasıl şöyle denir:

-Bunlar, asla yardıma muhtaç değillerdir.

Kemal mertebelerin bütünü, o büyüklere bilfiil hasıl olmuştur. Hem de sarih olarak açık bir şekilde.

Kaldı ki, bu büyükler, Sübhan Allah'ın kullarıdır. Daima onun fazilet feyizlerini beklemektedirler. Onun rahmet bereketlerini ummaktadırlar. Devamlı olarak; terakki etmek isterler.

Şu hadis-i şerifler anlatılan manayı teyid ederler:

"İki günü eşit geçen ziyandadır."

"Benim için vesile isteyiniz."

Şu manalar dahi gelmiştir:

- Resulullah (sav) Efendimiz, muhacirlerin fukaralarına tevessül ile fetih talebinde bulunurlardı.

Bütün bunlar, yardım ve muavenet talepleridir. O kimseler ki; o büyükler hakkında, ümmetlerin yardımlarına ve muavenetlerine cevaz vermezler; bunların nazarları peygamberlerin azametine ve yüksek derecelerine vaki olmuştur. Şayet onların nazarı, peygamberlerin kulluğuna düşseydi; onların mevlalarına olan ihtiyaçları dahi malum olsaydı; ümmetlerin imdadını inkâr etmeyecekleri gibi, hizmetçilerin ve kölelerin yardımını dahi uzak görmezlerdi.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, nurumuzu tamamla; bizi bağışla... Sen her şeye kadirsin."(66/8)

Salât ve selâm, Resulullah Efendimize, bütün enbiya-ı izama ve melâike-i kirama.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

507. BEŞYÜZ YEDİNCİ MEKTÛP



MEVZUU: Hazret-i Şeyhimize (İmam-ı Rabbani)'ye mahsus velayet sırları.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Salih Külâbi'ye yazmıştır.

***

Bu Fakir'in velayeti, her ne kadar Velâyet-i Muhammediye ve Velâyet-i Museviye terbiyesi ile olmakta, -o velayetlerin sahiplerine salât ve selâm olsun-, onların uyumuyla mahbubiyet ve muhibbiyet nisbetinden mürekkeb -çünkü mahbubların reisi Allah'ın Resulü Muhammed (sav) olup, muhiblerin reisi dahi Musa Kelimüllah (as) olmuştur- ise de; lâkin onda bir başka iş vardır. Ona, kendine mahsus bir muamele sağlanmıştır.

Bu velayetin aslı, her ne kadar Velâyet-i Muhammediye olan peygamberinin velayeti ise de, o velayet dahi, asaleten sırf mahcubiyetten neş'et etmiştir; lâkin bu velayete, Velâyet-i Museviye dahi inzimam ettiğinden, o dahi, asaleten sırf muhibbiyetten neş'et etmiştir; dolayısı ile onun boyasına da girip kendisine bir başka durum arız olmuştur. Hatta onun için şöyle demek de mümkündür:

-O, bir başka hakikat olmuştur; bir başka semere vermiştir; bir başka netice vermiştir.

Şu şiiri söyleyen ne güzel söylemiştir:

Saki, bir afyon atmış ki bu şaraba;

Ne baş bıraktı, ne de kavuk ahbaba...

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet ver; bizim için isimizde muvaffakiyet hazırla..."(18/10)

***

BİR FASL-I HAYR

Bu velayete bağlı muameleden bir nebze izhar edecek olsam; boğaz kesilir ve gırtlak koparılır.

Ebu Hüreyre ki, Resulullah (sav) Efendimizin aldığı bazı ilimlerden ötürü:

-Boğazın kesilmesi... manasından bahsettikten sonra, başkası hakkında ne denir? Allah ondan razı olsun.

Sübhan Allah, anlaşılması zor, derin ve çetin sırların zatı ile hasın hası kullan arasında saklı kıldı. Yabancıları, onların etrafında gezmeye dahi bırakmadı.

Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimiz, alemlere rahmetti. Bu saklı sırlan, marifetinin kemalinden ve ilminin çokluğundan Ebu Hüreyre (ra) ve başkasına söyledi. Onların, hayrı serden ayırma kabiliyetlerini bildiği için, bu saklı incileri onlara vermeyi tercih etti.

Ben Müflis Kalibülbidaa kula gelince, bu sırları anlatmaktan korkuyorum. Hatta hatırlatmaktan da... Bu su-i halim ve istidadsızlığımla o yüce matluplara karşı bir münasebet bulamıyorum. Lâkin durumu anlıyorum ve şu manayı itiraf ediyorum:

Olmaz bir işte zorluk, olunca keremlilerle...

Evet, Allah için durum budur. Bu kerem dahi, Sübhan Zatına lâyıktır.

Sübhan Hakkın keremi, bize yalnız bugün için gelmemiştir. Bu kerem, yerden bir avuç toprak alıp da bizi ondan yarattığı günden başlar (hatta daha da evvel).

Bu yarattığını, zatına halife kıldı. Zatından vekâleten eşyanın kıyamını onunla sağladı. Arada bir vasıta kılmadan, bütün eşyanın ilmini ona öğretti. Kendisinin mükerrem kullan olan melekleri dahi, onun talebeleri eyledi. Üstün şanlarına rağmen, meleklere emretti ki, ona secde edeler.

-Muallim-i melekût (meleklerin öğretmeni) diye nam salan İblis'i de tard etti. İbadette ve taatta onun büyük bir şanı vardı. Halife kıldığına secde etmekten imtina ettiği, zami ve saygıda bulunmadığı için onu mel'in, melum, mat'un eyledi.

Bu toprağa bir kuvvet ve himmet verdi ki, semaların, yerin ve dağların taşımaktan çekindiği, ondan korktuğu emaneti yüklene... Sonra ona, keyfiyetten münezzeh, misalden yüce olan yerin ve semaların yaratıcısını görme kuvveti ve kabiliyeti vardı. Halbuki kendisi, keyfiyet ve misal durumundadır. Bununla beraber, dağ bütün salâbetine rağmen, o Sübhandan gelen bir tecelli ile parça parça toz haline geldi.

O yüce Allah kadim ihsan sahibidir. Merhametliler merhametlisidir. Bizim gibi acizleri de, sabikun zümrenin derecelerine yükseltmeye de kadirdir. Keza, onların eriştiği devlete ortak kılmaya da... Yani onların bir uydusu olarak...

Bir şiir:

Padişah çalarsa kapısını kocakarının;

Olmaya gidesin yolunmasına bıyığının...

***

BİR TENBİH

Bilesin ki,

Hazret-i Sübhan Hak, daima tenzih ve takdis üzere olup hüdus sıfatlarından münezzeh, noksan damgalarından da beridir. O yüce Sultan'ın Zatına tagayyür ve tebeddül yolu yoktur. Orada ittisal ve infisal mecali de yoktur. O makam için haliyet ve mahalliye! cevazı dahi küfürdür, ittihad ve ayniyet hükmü dahi aynen ilhaddır; zındıklıktır.

Şayet Sübhan Hak kullarına bir yakınlık ve vuslat hasıl olur ise, lâkin bu, bir cismin diğer cisme yakınlığı kabilinden değildir; cevherin arazla ittisali cinsinden dahi değildir. Şayet burada bir yakınlık var ise, bu keyfiyetten münezzehtir. Eğer bir vuslat var ise, o dahi kemmiyetten ve bir yerde olmaktan (eyneden) beridir.

Bu büyüklerin, o makamdaki muamelesi, lâkeyfi alemdendir. Lâkeyfi alemin, keyfi aleme nisbetle durumu, umman denize nisbetle bir damla gibidir.

Nasıl böyle olmasın ki?.. O mümkindir; bu dahi Vacib Taala'dır. O, dar bir mekâna sığdırılmıştır; bu ise, zaman ve mekân darlığından münezzehtir.

Evet, ibare sahası, o alemde geniştir. Amma ibareden yana yüksekliğe sahip olduğundan, bu alemde dardır. Keza işaret edilmekten yana uzaktır.

Merhametliler merhametlisi, has kullarına lâkeyfi alemden bir nasip ve bir seyir vermiştir. Lâkeyfi kuamele ile de, onları müşerref eylemiştir.

Şayet lâkeyfi alemden faraza keyfi ile tabir etmek mümkin olsa, böyle bir tabir, çocuklara; buluğa ermişlerin, şeker ve bal lezzetini cima lezzeti ile tabir etmelerinden daha uzak bir mana ifade eder.

Sonra, üstte anlatılan iki lezzet bir alemdendir. Halbuki, o tabir edilenle tabir eden iki ayrı alemdendir.

Her kim, lâkeyfiyi, keyfi ile tabir etmeye kalkar da, keyfinin hükümlerini lâkeyfi üzerine yürütmeye giderse, onun için hak olur ki, taan ve tard uğrağı ola... Zaruri olmaktan da, ilhad ve zındıklıkla itham edile.

Şunun için ki: O sırlar, incedir; çetindir. Onlar da, ancak ibare ve tabir cihetinden gelmektedir; tahakkuk ve husul cihetinden değildir.

insanın o sırlarla tahakkuku, imanın kemalidir; amma keyfiyetle onları tabir etmek aynen küfür ve ilhaddır. Bu makamda gerekir ki:

"Allah'ı bilenin dili tutulur..." manasına göre amel edile...

Bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, nurumuzu tamamla; bizi bağışla. Çünkü sen her şeye kadirsin."(66/8)

Evel ahir Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Allah'ın Resulüne; daima ve her zaman.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Cevapla

“►Diğerleri k.s.◄” sayfasına dön