Abdülkadir-i Geylani Hazretleri

Abdulkadir Geylani (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
derunilale
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 268
Kayıt: 27 Tem 2007, 02:00

Abdülkadir-i Geylani Hazretleri

Mesaj gönderen derunilale »

Hz Geylânî’nin sırrından ötede böyle bir yol bulmaya imkân yoktur. Fevkalâde mânevî ceryanıyla evrenlerin mânâ boyutlarını kaplamış çok büyük bir sultandır. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri İslâm tasavvuf tarihinde olsun, mânâ bilimleri sohbetlerinde olsun çok mümtaz, çok özel bir yere sahiptir. Bir takım tanımlar vardır, bu tanımları Abdülkâdir Geylânî Hazretleri vesilesiyle anlatmak isterim.

Meselâ: “GAVS”
Tasavvufta: Bir insanın varabileceği en üstün mânevî nokta demektir.
(Sahibi zaman kelimesi içerisinde toplanabilir) Bütün dünyada yaşayan insanlarının gönüllerine hükmetme, gönülleriyle ceryanlaşma anlamına gelir.)


Hz Geylânî’nin ismi GAVS-I ÂZAM’dır.. Yani o gavs’lık sistemi içersinde, zaman diliminde ayrı bir saltanatı vardır. (Haddimizi aşmış bir düşünce olarak kabul etsin sayın okuyucularım beni) Velilerin; her zaman dilimi içersinde, özellikle yaşadıkları zaman dilimi içersinde hükümleri, vazifeleri ve ceryanları vardır. Aslında bir velinin kıyamete kadar olan zaman dilimi içersinde de mutlaka rüzgarı devam eder durur. Sıradan bir mü’minin bile ölmeyeceğini Kur’an hükmü olarak biliyoruz. Kaldı ki, BİR VELÎNİN HAKKINDA ÖLDÜ, BİTTİ CÜMLESİ KULLANILAMAYACAK BİR SÖZDÜR. Zaman dilimlerinde çok şiddetli ceryan atlamaları yapan velîler vardır. Her zaman diliminde zuhur etmek, o zaman dilimine ışık tutmak gibi bir takım özel ışımaları vardır.

Meselâ, Cenâb-ı Hakk, bir takım mâdenlere radyoaktivite verdiği gibi, velîlerin bir kısmına da böyle radyoaktivite vermiştir. Öyle ki, zaman dilimleri üzerinde devamlı sûrette ışır durur. Bu özellikle Abdülkâdir Geylâni hz. için çok geçerlidir, zamanının her diliminde, her saatinde yaşayabilen bir sırra sahiptir.

Hz Abdülkâdir-i Geylânî’nin milletimiz için çok önemli bir hususiyeti de, hazar denizi yakınındaki Geylân kasabasında doğmuş olmasıdır. Gerçi 13′üncü asır veyahutta bizim hicri tanımımızla 7′nci asrın velîlerinin genellikle çok sayısal bir biimde o bölgeyle yakînlikleri olmuştur. Yani Cenâb-ı Hakk, bu bölgeye, o yüce zatları fazlaca ışınlamıştır. Bunlar arasında Bahaeddin Nakşibend Hazretleri, Mevlâna Hazretleri, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri hep o mıntıkadan ışınlarını bütün âlem-i İslâma yaymışlardır. Bunlardan çok önemli, çok üst seviyede bir velî de Hz Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleridir.

Hz Geylânî’nin özelliğini anlayabilmek için çok genç yaşta, talebeyken velâyetini izhâr ettiğini, yahutta, âlem-i İslâma seyrettirdiğini bilmek lâzım gelir. Cenâb-ı Hakk tarafından, bir velîlik makamının bir kula verilmesi çok küçük yaşlarda da, büyük yaşlarda da olur. Gerçi Hz Geylânî doğuştan müstakbel bir yüce velî olduğunu göstermiştir.
Çünkü annesinin hâtıratında, Ramazan’ın başlayıp başlamadığını Hz Geylânî’nin annesine sorduklarını okuyoruz. (Eskiden biliyorsunuz takvim yoktu, ay üzerinden seyredilerek Ramazan’a yaklaşım olurdu.) Ramazan’ın başlayacağı günlerde hava bulutlu idi. Hz geylânî annesini emmiyorsa ramazan girmişti… Bu kadar erken yaşta bir hikmete sahipti, ama velâyetin intişârı ayrı sebepler ve hikmetler çercevesinde meydana gelir ve bu meydana gelişte vazife tahakkuk eder. Yani Hz Geylânî’nin çok genç yaşta vazifeliliğe geçmesi ve “GAVS” makâmına kavuşmasını biliyoruz. Bu çok önemli bir hadisedir.


Böyle bir yüce şahsı tasavvur ederken, biz genellikle onların kerâmetlerinin ve menkîbelerinin hayranı oluruz. Ama, ben bu işe biraz muhalifim. Asıl onların özündeki sırra hayran olmamız lâzım gelir. ONLAR KERÂMET DEPOSU DEĞİLDİR. Hakkında en çok menkîbesi olan velîlerinden bir tanesi Hz. Geylânî’dir. Hamdolsun ben bunların hepsini küçük yaşımdan beri ezbere bilirim. Ancak ben özümde Hz Geylânî’yi çok sonralar anlayabildim. Ahlâk-ı Muhammedî üzerindeki çizgileri çalışmaya başladığım zaman ve bunu kitap haline getirme gayretlerini gösterdikten sonra anladım, niçin bu kadar üstün Hz Geylânî (ks)…

Eğer biz ahlâk-ı Geylânî’yi anlamazsak, menkîbeler bizi hz geylânî’den uzaklaştırır, yaklaştırmaz… Çünkü, biz insanoğlu deriz ki, bunları nasıl olsa yapamayız, bizden çok uzak şeyler, o halde bir hâtıra gibi gönlümüzde saklayalım. Halbuki Hz Geylânî bize bir yol göstermiş ve bu yolda müthiş bir adım atmıştır. BENİ TAKLİT EDİN demiştir.

Bizler konuşurken bir hâdiseyi, bir velîyi, bir menkibesiyle yorumlarız. Bir velînin bir meseleye ışık tutmasını me’haz telâkki eder ona göre hareket ederiz. Ancak Hz Gelyânî’deki hususiyet, Ahlâk-ı Muhammedî’nin özündeki bir sırrı yakalayıp bize intişar ettirmesidir. Bu çok önemlidir. Eğer biz bu sırrı anlayamazsak, İslâmiyeti anlamamız güçleşir. Efendimizi (sav) anlamamız büsbütün güçleşir.

Fahr-i Kâinat Efendimizin ne kadar merhamet sahibi olduğunu; nasıl bir infak zevki içinde olduğunu, hatta kendisinden 1500 yıl sonra gelecek mü’minlerin bile gönlüne infaklar yaparak, onları infaka yönelterek bir büyük tasarrufta bulunduğunu, merhameti muhammedi’siyle bizleri yaşattığını biliriz. Ama, bunu bilfiil yaşatmasının hikmetini anlamamız mümkün değildir. Çünkü efendimizi anlayamayız…

Biliyorsunuz, Efendimizin (sav) CÖMERTLİĞİNİ SEHÂSINI her zaman dile getirip konuşmak isteriz. Ama bunun bir tanımı var. Bu tanımı bir türlü bulamıyoruz. İnşallah, Allah’ın izniyle bu tanımı bir özel sırda, Hz Geylânî’nin velâyeti kazanması olayındaki, jestinde buluyoruz. Bu sırrı çok iyi yakalamak lazım. Ben bu menkîbenin ayrıntılarını çok iyi anlatmak istiyorum. Çünkü çok önemli bir hâdisedir.

Hz Geylânî’yi Gavs-ı Âzam yapan, “velîlerin boynu benim ayağımın altında” dedirten bir hikmet. Bu hikmeti yakalamak lâzım. Bir nev’i mânâ patlamasıdır. Bu mânâ patlamasının hikmeti nasıl zuhur etmiştir?… bunu gözlememiz lâzım.

Hz Geylânî’nin asıl can alıcı özelliği, Bağdat’da talebeyken ortaya çıkan bir hâdisedir. Hz Geylânî Bağdat’ta talebeyken bir kıtlık çıktı. Hz Geylânî’nin annesi, ticaret zevkiyle Bağdat’a giden bir adamcağızla, yaptığı birkaç tepsi böreği oğluna gönderdi. Hiç olmazsa belli bir süre yavrum açlıktan kurtulur diye. İslâm anneleri tahsile giden yavruları için pek özel bir tavır takınırlar. Sabahtan başlayarak duâlarıyla onu yıkarlar, o çocuk ders çalışıyor diye etrafında pervâne gibi dolaşırlar. İslâm annelerinin, daha doğrusu İslâmiyetin hususiyeti, Allah ilmini öğreniyor diye, ona duyduğu gönül muhabbeti tasavvur edilir bir şey değildir. Ne bugünkü insanlar, ne batılı, ne de münevverim diyen insanlar anlayabilir bunları, bu çok özel bir durumdur. Gönlünü parçalarcasına ona hizmet etmek, işte bu zevk içersinde, Hz Geylânî’ye koca bir bohça börek gönderiyor. Tüccar gelir, sorar soruşturur, Geylânî’yi bulur. Hz Geylânî genç bir talebedir. Yaşı üzerinde çeşitli ihtilaflar vardır. 16 veya 17-18 yaşlarında olabilir. Çünkü tahsilini ikmâl etmek üzereydi. Kıtlık vardı bu nedenle oradaki bütün talebelerin beti benzi soluk, yaşlılar daha perişandı. Ekmek kırıntılarını suya batırıp karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. İşte böyle bir tablo…
Eski çağların kıtlıkları bazen çok şiddetli olurdu, yani sabahtan akşama kadar kimse bir lokma yiyecek bulamazdı. Şimdiki insanlar tasavvur edemiyor, kıtlığı bir parça maaşının azalması gibi bir şey zannediyor. Kıtlık mutlak açlıktı o çağda…
Tüccar kendisini tanıtır. Hz Geylânî elini öper, saygısını gösterir. Annesini sorar. Annen sana hediye gönderdi, burdaki kıtlığı duydu da der…
Hz Geylânî’nin bohçayı açıştaki zevki seyrederken adam:

- Börek ne de güzel kokuyor, der. Hz Geylânî de,

- Ama bana daha güzel bir koku geldi, annemin kokusu var bunda, o koku beni daha çok mestetti, diyerek cevap verir… Adam:

- Hadi buyur, baksana betin benzinde renk kalmamış deyince Hz Geylânî:

- Ama ben bunu hemen yiyemem… Benden daha çok aç ve güçsüz olanlar var, yaşlılar açlığa hiç tahammül edemez. Ben yine gencim biraz tahammül ediyorum…Ben evvelâ onların kısmetlerini vereyim, der…

En yaşlı, en takatsız olanlardan başlayarak böreği dağıtmaya başlar. Börek azalır, yarısına gelir, nihayet üçte biri kalır. Adam:

- Artık yavrum onu da sen ye, dediğinde,

- Benden güçsüzleri tayin ediyorum, diye cevap verir.

Netice itibariyle, bu sistemi uygulayarak en son dilim böreğe geldiği zaman, hâlâ benden güçsüzler var, bunu da taksim edeceğim, diyerek bir dilim börek yemeden hepsini dağıtır.

O böreği getiren adamda çok enteresan bir bulgu çıkar ortaya. Aç bir insanın yiyeceğe karşı duyduğu arzu yerine, onlara bunu verebildiği için bir sevinç vardı Hz Geylânî’de. İşte bu ahlâk-ı muhmmedî’nin en önemli noktalarından birtanesidir… Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz, SÛRE-İ MAUN’UN yorumunda olsun, genel anlamda olsun “bir mü’minin aç birini doyurmaktan aldığı zevkin tümü bana aittir “diyor… yani bir mü’min bu zevki alacak diyor, bu zevk gönülden gelen bir şey. Nasıl gönülden gelen bir şey?… doğrudan doğruya fahr-i kâinat efendimize karşı duyduğu meftuniyetten, sevdâdan oluşan bir muhammed (sav) ceryanıdır…

O anda hz geylânî’nin gönlünde ansızın muhammed (sav) ceryanı yanıyor. İşte o zaman gavs-ı âzam oluyor… Zaten rütbeler, velâyetler, herşey Efendimizin cıngısını çakmasına bağlıdır. Bu kadar yakın bir çıngıyı yakalamak çok zor bir şeydir. AHLÂK-I MUHAMMEDΒnin başkasını doyurarak evvab denilen sırrı içersinde bu zevki alabilmek ancak Muhammed (sav)’e mahsustur bir sırken, bunu onun sevdasıyla gönlü yanan bir mü’minin kazanması demek, o kazana, ceryan-ı muhammedî’ye, nûr-u muhammemdî’ye (sav) düşmesi demektir. Onun için fekalâde önemlidir.

Hz Geylânî’nin bize bıraktığı en önemli örnek, en büyük âhlâk dersi budur. Bu âhlâkı, bu dersi ne nisbette kavrarsa insan, o nisbette kadiri tarikatından olur… Yoksa, yalnız kayıt olmak, tescil olmak, bir takım zikirlerini yaptırmak Hz Geylânî’yi memnun etmek için yetmez. Asıl onu memnun edecek, kendisine benzeme adımını atabilmektir. Buradaki bu adımı attıran sır nedir?….

Gönlünde bir Muhammedî sevda var. Bu sevdayı Muhammedî nasıl bir özelliktir ki; bu böreği kendisine yedirmemiş, onların yemesinden zevk almıştır?…

-devam edeceğiz inşallah-
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/kjkjkjkop4.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
derunilale
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 268
Kayıt: 27 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen derunilale »

Hz Geylânî’nin mânâdaki sırrını anlayabilmek için, BU SEVDASI NASIL GELİYOR, dediğimiz zaman, bunu mânâ ilimlerinde aynen şöyle tarif ediyorlar.

Yüce Kitabımızda hem emrediliş şekliyle, hem hâdiselerle, hem de çeşitli velîlerin tanımlarıyla bir MİRAÇ HÂDİSESİ vardır. Efendimizin hiç tartışmasız bir tâbiri olarak ALLAH’A MÜLÂKİ OLDUĞU AN diye tanımlanan bir Miraç hâdisesi vardır ki, evrenin en büyük hâdisesidir.

Allah’ın yarattığı ile KÂBE KAVSEYN Sırrı içerisinde bihâl olması, yani içiçe iki yay gibi yansıyacak hâle gelmesi, evrenin en büyük hâdisesidir. şüphesiz ki, Allah bunu, Fahr-i Kâinat Efendimize, onun çok özel İlâhî sevdası ve Allah’ında ona karşı olan muhabbeti dolayısıyla lütfetmiştir. Yoksa Miraç hâdisesini tasavvur bile etmek mümkün değildir.Yaratılanların hepsi Cenâb-ı Hakk’tan belli bir mesafede, sıfat yansımalarının komposizyonuyla hâsıl olmuş, çokluk âlemi unsurlarıdır. Hepsinin vasıfları, özellikleri vardır. Bunların hepsi Cenâb-ı Hakk’ın takdiriyle tâyin olmuştur. Ama hiç birisi bu Kâbe Kavseyn sırrına gelemez. Bu Allah’ın kendi sevdasıdır. İşte bu Miraç günü mânâ âleminde fêvkalâde önemli bir gündür.

Mânâ âleminin saati, zaman birimi yoktur ama, kendi kafamızdan şöyle bir şey tâyin edelim. Miraç hâdisesi tahakkuk etmeden, beş dakika evvel, (bu bizim dünyamızda olan hâdise) hiç kimse bir şeyden haberdar değildi. Efendimiz en hüzünlü günlerindeydi ve o hüzünlü günlerinde en çok ibadet ettiği günlerden birindeydi. Miraç hâdisesinin takdir saatide yavaş, yavaş, yavaş… yaklaşıyordu. Mânâ âleminde sonradan gelecek varlıklarla, daha evvel yaşamış varlıkların hepsi bunu belli ölçülerde algıladılar. Miracın olacağını ve bunun nasıl olabileceğini, böyle müthiş bir hâdisenin evrende nasıl ceryan edebileceğini hepsi büyük bir zevkle, iştiyakla tasavvur etmeye başladılar.İşte BURADA ÇOK BÜYÜK BİR İNCELİK, HZ GEYLÂNÎ, ÂLEM-İ ERVÂH’TA (Yani Ruhlar Âlemi’nde) an be an, âdeta Efendimizin yeryüzüne teşrif ettiği andan itibaren, Kur’an’ın inzâli hâdiseleri de olmak üzere bir gönül frekansıyla bunları hissediyordu. Bu hissiyat içerisinde ani olarak kalktı geldi Mescid-i Aksa’ya. (Ruhlar âlemindeki motivasyonla) Efendimizin ayağını basacağı ve Mirac’a hareket edeceği noktaya başını koydu. (Şimdi onun başı olur mu?… Olmaz, ama bu bir tanıtım, bir şeyi tarif edeceğiz, nasıl edeceğiz?… ) Ve Efendimiz o boyuna basarak BURAK’A BİNDİ. Bu hâdise basit bir hadise değildir. BU SEVDÂYI MUHAMMEDΒNİN, HZ GEYLÂNΒNİN GÖNLÜNE VE RUHUNA TECELLİ EDEN MÜTHİŞ BİR MÜJDESİ, YANSIMASIYDI O ANDA EFENDİMİZ DEDİ Kİ; “VELÎLERİN BOYNU DA SENİN AYAĞININ ALTINDA OLSUN”… Ama bunu o anda söyledi, ondört asır önce…

Hz Geylânî, yeryüzüne teşrif edip kendi kader çizgisi işlemeye başladığı zaman, repertuarda böyle birşey yoktu. Bunlar tamamen mânâdaki olaylardı. Nitekim yıllardan sonra Hz Geylânî velîliği haketmiş, vaazlarında insanlar birbirlerine kıran kırana giriyor, camiler, avlular almıyor. Böyle bir zamanda, vaazında ani olarak Efendimizin sedasını duydu…

- BENİM SANA MİRAC’A GİDERKEN SÖYLEDİĞİM CÜMLEYİ HALKA TEKRAR ET… dedi.

Bir an hatırlamak için gayret sarfetti, mânâdan geldiği için, ancak oradan gelirse hatırlayabilecekti. Çünkü, o motif kendisine bildirildi. “BÜTÜN VELÎLERİN BOYNU AYAĞIMIN ALTINDADIR.” Bu dışardaki bir adamın anlayamayacağı bir sözdür. Ama bir velînin bunu söylemesi çok zordur. Böyle bir cümleyi nasıl söyleyecek, hepsi dostları, kardeşleri… Ama Efendimizin hoşuna gitmiş.

Bazıları şöyle düşünebilir: Bir velîye niye bu söylensin ki?… Zaten velî demek mahviyetten geçmiş demektir. Efendimizin münasip gördüğü bir şeyde velî tereddüt etmez. Bu emir geldiği zaman velîlerin hepsi boynunu koymuştur aslında…

TİLLO’da Memduh Sultanın velî olan talebeleri, şeyhinin kapısından girerken boynuma bassınlar diye kapının dibine yatmıştır. Örnekleri vardır. bir velî için bu, mertebe eksikliği, mertebe çokluğu değildir. Bu mânânın bir zevki Muhammedî görünümüdür. Onun için böyle bir hâdiseyi meydana getiren hikmet Hz Geylânî’nin bu sırrında yatar. O sevdası var ya koşup başını koyabilmek, yani bu ayrı bir şey, tarif edilecek bir şey değil. Efendimize bu kadar âşık olduğu için, bu kadar büyük mertebeye gelmiştir Hz Geylânî. Onun içindir ki, tasarrufu çok uzun zaman dilimleri içerisinde yansımıştır ve yansıyacaktır da.

Bu hâdiselerde biz menkîbeleri anlatsakta olur, anlatmasakta olur dedik. Latîf bir menkîbe var bu hadiseyle ilgili onu da anlatayım.
O zamanda Abdürrezzak isminde bir velî daha vardı. O da Kuzey Anadolu’da, belkide İran ile Anadolu arasında bir yerde vazifeli bayağı ciddi bir şeyhdi. Onun da çok talebesi vardı.
Hz Geylânî’nin vaazını mânevî telefondan alır. Gönlünde;
“Niye benim boynum senin ayağının altında olsun ki, ben de Rabbımın bir velîsiyim” diye bir cümle geçer.

Abdürezzak vaazından çıktıktan sonra evine doğru giderken, yolda o zamana kadar görmediği, ya da görüp de farkına varmadığı güzel bir kız görür. Kızcağıza bakar, hayret eder. İçine bir şey saplanmıştır, kurtulması mümkün değildir. Çobanlık yapan bir kıza âşık olur. Çünkü velînin gönlünde ceryan dozu yüksek olduğu için böyle bir parazit başka bir insanın aşkına benzemez.
Abdürrezzak, kızı sorar soruşturur. Madem ki âşık oldum, kolayı var der. Hamdüsenâlar olsun Müslümanız, istersin, nikâhlarsın, meseleyi halledersin diye düşünür. Kendisine derler ki, bu kız muhitin en kuvvetli papazının kızıdır… Abdürrezzak da ne olursa olsun onu bana isteyin der. Kızı isteme müdahalesi başladığından itibaren, kendi müridleri arasında fiskoslar başlar ve büyük bir kısmı dağılır. Papazın kızını istiyor bu nasıl şeyh, âşık olmuş, şeyhe bu yakışır mı?… derler.
Netice itibariyle kız istenir. Papaz “vermem, hele Müslüman şeyhine hiç vermem” der. Verirdin, vermezdin derken, sonunda “Hristiyan olursa veririm”der papaz. O andan itibaren gönlüne gelen baskıya dayanamaz, ne yapacağım çare yok, takdir gelmiş ağını papazın kızına atmış. Gider Hristiyan olur.


O zaman talebelerinin hepsi ayrılır. Yalnız rivayete göre 70-80 kişi kalır. Bir hikmet, bir kader tecellisidir, “arkasında olalım” derler ama, iki üç gün içerisinde bu kalanlar da:

- Hayır, biz gidelim Bağdat’da büyük bir şeyh varmış onun tarikatına girelim. Şeyhimize de dua isteyelim, derler…

15-20 kişilik bir gurup Hz Geylânî’ye giderler. Hz Geylânî, “ne istiyorsunuz?…” buyurur.

“Biz Abdürrezzak’ın talebeleriyiz, bizim şeyhimiz bir Rum kızına vuruldu, bu uğurda da dinini değiştirdi” derler.

- Evet, ne istiyorsunuz?…

- Bizi kabul et, talebe al…

- Mümkün değil, herkesi alırım sizi almam. Çünkü siz döneksiniz, ben dönekleri almam, kıpkızı kâfir olsun talebeliğe kabul ederim ama sizi almam. Yazık oldu size… Onun etrafında kalacaktınız, hatta hristiyan olacaktınız… diyor Hz Geylânî… İyice şaşırıyor onlar.

Abdürrezzak’ın çilesi bitmiyor bir türlü. Aşığı kız diyor ki:

- Sen hristiyan oldun ama, herkes bu yalandan Hristiyan oldu, üç gün sonra tekrar Müslüman olur diyorlar… Abdürrezzak:

- Peki ne yapayım?… diye sorar.

Abdürrezzak’a İslâmların hoşlanmadığı domuzlarını gütmesini söyler kız.
Domuzları güderken bir gün ayağı kayıyor ve düşüyor. Domuzların hepsi boynunun üzerinden geçiyor. İşte o zaman anlıyor yaptığı hatayı…
Sen Hz Geylânî’nin ayağı altından şikayet edersen, bak biz seni domuzların ayağı altında bırakırız. Çünkü bu emri İlâhî, buna karşı gelemezsin… O domuz sürüsü geçtikten sonra içerisi doluyor, Abdürrezzak’ın.

Ondan sonra tekrar papazın yanına gidiyor, papaz “tamam kızımı veriyorum” diyor. Kız da Velîye âşık oluyor.
Hristiyanlar mâdem Hristiyan oldu bize bir vaaz etsin, çok üstün niteliklere sahip diyorlar. Abdürrezzak, dinini değiştirince adı Şahsenem oluyor. (Şahsenem “put” demektir) Şahsenem sıfatıyla vaaza çıkıyor. Bütün Hristiyanların önünde vaaz ederken Sûre-i Meryem’i okuyor ve başlıyor yorumlamaya… Halk isyan ediyor, bu Müslümanların tarifini yapıyor diye. Hani Hristiyan olduydu diye isyan ediyorlar.

Bu hâdiseler olurken, ayrılmayan 15-20 talebesi de kilisede bulunuyorlardı.

- Siz ne istiyorsunuz?… diyorlar halka.

Halk:

- Sen doğruyu söyle, diyorlar. O sırada Hz Meryem’in heykeli:

- Doğruyu, Abdürrezzak söylüyor, diyor, Hz İsa’nın Resmi de:

- Doğruyu, Abdürrezzak söylüyor, deyince, hepsi birden tövbe istiğfar edip Müslüman oluyorlar.

Ve böylece çile dolmuş oluyor.
Bu hikâyeyi anlatmaktaki kastım, Hz Geylânî’nin mânâ âlemindeki saltanatına bir nebze olsun yaklaştırabilmekti sizleri…

Şimdi, Hz Geylânî’nin bu sevdayı Muhammedî’ye tutulmuş gönlünde, ondan taşıdığı bu EVVAB SIRRI’yla başkalarının doymasından zevk alan hikmetiyle bütün ömrünü yaşamıştır. Hatta Hz Geylânî’nin bu böreği dağıtması dolayısıyla Cenâb-ı Hakk kendisine mânâda o büyük saltanatı vermekle beraber, madde de büyük bir saltanat verdi. Hz Geylânî çok zengindi. Gelen giden tarlasını, bahçesini hediye ederdi. Öyle bir sistem kurmuştu ki, kendisine müracaat eden kimseleri talebeliğe kabul eder, dersi tamamlayıp gideceği zaman bir kesenin içerisine üç altın veya 18 altın gibi bir para kor verirdi. Bu helâldir, bunu al ömrünce bunu ye derdi. Hatta bu keselerdeki altınlar müridler arasında tartışmaya sebeb olurdu. Çok olursa ömrü çok olacak, demek ki ancak bitirecek gibi… Hz Geylânî bunu duyunca, böyle yapıyormuşsunuz, yapmayın, o nüfusun kesretine göre dağılmışır. Benim tayinim değil, Cenâb-ı Hakk’ın tayinidir derdi…

Hz Geylânî’ye Fahr-i Kâinat Efendimiz tarafından verilmiş olan bu sır devam etmiştir. (Sehavet Sırrı) Yani ben değil, başkaları mutlu olsun, başkaları yesin, içsin…. Bütün ömrü boyunca bu sırla yaşamıştır. Ondan dolayıdır ki, Hz Geylânî, Fahr-i Kâinat Efendimizden, çok özel bir ricasıyla bütün mü’minlerin yardımına koşma izni almıştır, hangi zaman diliminde olursa olsun. Yine Hz Geylânî’nin cümlelerindendir:

- EĞER BİR MܒMİN DARA DÜŞER VE DARDAN ÇIKAMAZSA, BENİ DE ÇAĞIRMAZSA KIYÂMETTE DAVACI OLACAĞIM. NİÇİN BENİ ÇAĞIRMADIN DİYE…

Bu kadar mü’minlerin zaman dilimleri ötesindeki dertleriyle meşgul olan, TAM BİR MUHAMMEDÎ AHLÂKA SAHİP, CİDDİ BİR YÜCEMİZDİR…

(2)
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/kjkjkjkop4.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
derunilale
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 268
Kayıt: 27 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen derunilale »

“Kim ne duruma düşerse düşsün, Allah’ın izniyle benden istesin,” der mü’minler için. “Ben size mutlaka yetişirim.” İşte bu Muhammedî’liğin bir sırrıdır. ŞİMDİ BİR MܒMİN DARA DÜŞÜNCE NE OLUR?…EFENDİMİZ ÜZÜLÜR. Onun dardan kurtulmasına vesile olmak, Hz Geylânî’nin vazifesidir. Hz Geylânî’nin mânâda öyle bir saltanatı var ki, demin söylediğin çocuğun cevizi kaybolmuş, hatta canı tehlikeye düşmüş diye mânâ’nın sırrı içerisinde, bu dünyaya dönülür bakılır mı?…Ama bu tarifi imkânsız bir Muhammedî aşktır. Tahammül edemiyor. Efendimizi memnun etmek için o mânânın büyük zevk sofrasını biran için terk edip, gelip o sırra yakîn olmak istiyor. Bu çok acayip birşeydir.

****************

Hz Geylânî’nin devrinde Ahmet Rufaî Hazretleri de Basra’da yaşıyordu. İkisi pek yakın mânâ kardeşleri. Mânâ’nın çift ikizleri gibi… Hz Geylânî hem Hz Hasan kanalıyla, hem Hz Hüseyin kanalıyla seyyiddir. HASANEYN SEYYİDİDİR. onun için süper bir genetik şifreyle gelmiştir. AHMET RUFAÎ HAZRETLERİ SEYYİDDİR… Bu mânâdaki kardeşlikleri hep böyle sürer ve bir çok mânâ çizgilerine bakışta senkrondurlar. Yani birbirlerini o kadar sever, kardeş ve yakındırlar ki tarikatlarının heyecanları ve zikirleri bile birbirinin üzerlerine yansır. Onun için sonradan gelen bir çok Kâdirî Şeyhleri aynı zamanda AHMET RUFAÎ HAZRETLERİNİN tarikînin mümessillerinden de izin alarak iki tariki birden yürütmüşlerdir. Bilhassa Arap Yarımadasının kuzeyinde İran ve Hazar’ın bir kısmında iki tarikatı birden temsil eden mânevi eğitimler yapılmıştır. Bu çok sıcak kardeşliğin etkisidir.

Hz Bahaeddîn Nakşibend de zaman itibariyle, daha sonraki dilime gelir ama heyecan dozlarını ayarlamak için bazı bileşimler olmuştur. Çünkü Kâdirîlik çok heyecanlı bir yoldur ve Kâdirîliğin bu heyecanlı yapısı Hz Geylânîye has, özel bir ceryandır. Buna ait bir misal vereyim:

İstanbul’un fethi sırasında biliyorsunuz, Akşemseddin Hazretleri vazifelidir. Mânâ âleminde bu düzenleme, bu plân hazırlanırken, Akşemseddin Hazretleri Fatih’in yetişmesi konusunda tahsis edilmiştir. İstanbul’un zapt edillesinde çok kuvvetli bir mânâ ceryanına ihtiyaç vardır. Bu şiddetli heyecan ceryanını birinin alıp gelip Akşemseddin’e Akşemseddin’inde Fatih’e vermesi lâzım. Bu vazifeyi Eşref Rûmi Hazretleri yüklenmiştir. Bursa’daki Emir Sultan, Eşref Rûmi’yle konuştuğu zaman, senin vazifen Akşemsein’le gönül ceryanlarınızı birleştirerek heyecan aktarmaktır,coşku aktarmaktır şeklinde emretmiştir. Eşref Rûmi Hazretleri aynı zamanda Hacı Bayram Velî Hazretlerinin damadıdır. Dersten sonra, Eşref Rûmi Hazretleri tekrar Bursa yöresine gitmiştir. Akşemssedin de biliyorsunuz Edirne’ye, Fatih’e vazifeli olarak gitmiştir. Bakın bu ceryan aktarma olayı ayrı bir şeydir. Bu ceryanı ne satın alabilirsiniz, ne tanımlayabilirsiniz, bunu bilemezsiniz. Bu tamamen mânânın sırrı, Efendimize ait bir hususiyettir…

Onun için Nakşî tarikatındaki bir çok şeyh efendilerde kendi talebelerine heyecan aktarıcı doz olarak Hz Geylânî’nin derslerini de beraber vermiştir. Halen Doğu Anadolu’da oldukça talebeleri olan HAFIZ OSMAN BEDREDDİN HAZRETLERİ ile ondan daha üst seviyedeki SAMİ HAZRETLERİ, Hz Geylânî ceryanıyla beraber yoğurmuşlardır Nakşîlik Tarikatını. Nakşîlikle böyle bir kaynaşım vardır, bu bir heyecan ceryanıdır. Yeni bir ceryan bir şok lâzımsa, mutlâka Hz Geylânî şoku lâzım. Anlatmamız çok güç bir şey. Allah inşallah himâyesini, üzerimizden eksin etmesin.



Biliyorsunuz, mânâ ceryanlarının çoğu talebelere aktarımında uygulanmış sistemler vardır. Bu sistemlerin içersinde genellikle “ALLAH HAYY” sırrıyla aktarılması lâzımdır. Çünkü böyle büyük ceryanların aktarılmasında en kolay formül “ALLAH HAYY” zikrinden ibaret değildir koca tarikat. Ama o anahtarı sorduğunuz zaman “ALLAH HAY” sırrıdır ve bu “ALLAH HAY” zikri içerisinde dervişlerinin ve şeyhlerinin çalışmalarıyla, “ALLAH HAYY, ALLAH HAYY, ALLAH HAYY” derken, öyle biran gelir ki bu ceryan aktırımıdır. Bir de ayrıca HZ Geylânî’nin zaman ötesi tasarrufu bu “ALLAH HAYY” sırrıyladır.

Yani bir takım insanlar düşünebilir, 800 sene evvel yaşamış bir zât gelipte biri “şurda sıkıntıdayım, nasıl mecal bulurum” derken nasıl yardım?… O öyle değil, “ALLAH HAYY” kelimesini tutturabildiği zaman bir insan, ALLAH’IN DİRİLİK SIRRINI KAPMIŞ OLUR Kİ; YAPAMAYACAĞI BİR OLAY, ÇÖZEMEYECEĞİ BİRSIKINTIDAN UZAKLAŞTIRMAMASI SÖZ KONUSU DEĞİLDİR. HZ Geylânî’nin zaten “BEN ANINDA ZUHUR EDERİM” diye emretmesinin sebebi de işte bu “ALLAH HAYY” sırrında bulduğu motiftir. Ama bu motifi sun’i olarak oluşturamazsınız. Gönlünde hiç îman tereddütü kalmamış, Sevdayı Muhammedî’ye yönelmiş bir gönülle olur. Kâdirî Tarikatından olanlar Hz Geylânî’den izin alarak, “ALLAH HAYY” dediği zaman o heyecanın ceryanını mutlaka alırlar…

Bakınız hâdise aynen şudur: Eğer diriliği getiremiyorsa imânla, AMELİN BİR YERİNDE HASTALIK VARDIR. Diriliğin gelmesi lâzım. Zaten İslâm Yücelerinin mânâ âleminde sahneye çıkıpta biz insanları kurtaracağız diye göreve talip olmaları, öyle zannedildiği gibi kendi kendini tayin değildir. Ne Hz Geylânî, ne Hacı Bektâş-ı Velî, ne de Hz Bahaeddin Nakşibend Hazretleri kendi kendilerini tayin etmiş değillerdir. İnsanları kurtarmak için daha ince motiflerle onları eğitmek için metod götüreceğiz diye gelmemişlerdir.
İşte bu getirdikleri metodun sırrı içerisinde de imânın ve âmelin hastalanmış hallerini temizleme vazifesiyle yükümlüdürler, bu büyük tarikat kurucusu sultanlar. Eğer gönlünde bir hastalık, imânında bir rahatsızlIk, cılızlık, âmelinde bir pislik varsa bunları temizleyerek ancak diriliğe kavuşmak mümkündür. Çünkü bu dirilik bulunmadan hİç bir şey olmaz. Bu dirilik bulunacak ki, insanın Muhammedî olduğu tescili olsun ve pasaportuna mühürün basıldığını görsün,. Bir mü’min pasaportuna mühürün basıldığını görecek, nasıl olacak?…

Dirilikle olur, gözü kapalıyken elbette göremez. Ama diriltirseniz, bazen de tokatlarla iki tarafından da kendine gel, uyan diye… Böyle bir diriliğin zuhuru da işte ancak Yüce Sultanlar tarafından temin edilmektedirler…

İslâm büyüklerinin, yücelerinin, heyecanlarını, sevdalarını, mânevî değerlerini anlatmak çok güç bir şey. Çok basit bir misâl vermek istiyorum: Bir demir tozu zerresinin, bir mıknatıs karşısanda fırlayarak ona yapışması olayını dışardan seyrettiğiniz zaman, bunu anlatırım sanırsınız, ama aslında anlatamazsınız. O demir zerresinin hangi gücü nereden alarak, fırlayıp o mıknatısa yapışmasını… anlatmak mümkün değildir.

Bu açıdan baktığınız, seyrettiğiniz zaman: Hz Geylânî’nin asıl temsil ettiği, çok özel İlâhî ceryanı anlatabilmek ididasına kalkmak (benim gibi) çok zor bir iş aslında. Ama yine himmet kendisinden olsun, dilimizin döndüğünce anlatmaya çalışalım…

Bütün insanlar Allah’a inandıktan sonra, Allah’a yakîn olmak, yahutta tanıyabilmek, acaba nasıl bir şey, nasıl bir sıcaklık olur diye bir gayrete düşerler. Ama, büyük bir gerçek vardır ki; Allah’ı tanıyabilmek, kavrayabilmek, O’nun yüceliğini, kudretini sezebilmek, öyle kolay bir iş değildir. Çok zor bir iştir bu. Bu zor işi ustaca bize tanıtacak, bizi bu zor işe alıştıracak İslâm kahramanları, büyük islâm düşünürleri ve velîleridir. Onların her birisinin, insanların kabiliyetlerine göre ayrı bir tarz metodları ve seçtiği, çarpıcı hikmetler vardır.

Bir defa bütün velîleri tanırken, “FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ’DEN BİR YORUM GETİREN İNSAN” DİYE TANIMAK LÂZIM…

Fahr-i Kâinat Efendimiz’in, böyle kısa cümlelerle bir takım kelâmî sözlerle anlatmak, tanıtmak mümkün değildir. Ahlâk-ı Muhammedî’yi tanımak, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in evrendeki esrarını anlatmak elbette mümkün değildir.

Hepimizin çok iyi bildiği, fakat hiç üzerinde durmadığı bir misâlden yola çıkarsak; Allah, “Seni âlemlere Rahmet olarak gönderdim” buyurdu. âlemler dediğiniz zaman; bizim dünya, yahut bizim memleketimiz, güneş , galaksi filân değil, bütün âlemlere rahlmet olarak gelen, bir yüce zâtın (sav) metodlarını, sırlarını anlatabilmek çok büyük yürek ister, ilim ister, hikmet ister…
İşte, büyük İslâm Yüceleri, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e ait bir özel niteliği yakalayıp, O’nu insanlara aktarmak hikmetlerine sahiptirler.
HZ GEYLÂNÎ, ALLAH (CC) GİDİŞ YOLUNDA, EFENDİMİZ’İN (SAV) GETİRDİĞİ BÜYÜK ŞEFKÂT CERYANINI TEMSİL EDER.

Bu ceryan büyük bir heyecandır. Bu heyecanı insanlara anlatıp, bu heyecanla insanın, toprağa bağımlılığından kurtararak gönlünün uçmasını sağlar. Bu o kadar zor bir şeydir ki, gel bu metodu anlat bakalım gücün varsa… Bu heyecan nasıl verilir… Durup dururken, evinde oturan, günlük hayatına dalmış, dünyanın telaşları içerisinde toz toprak olmuş bir insanı uçuracaksınız. Bir İlâhî heyecan vereceksiniz ve bu heyecanla O insan Allah’ına yakîn olacak…

İşte, Hz Geylânî’yi tanımaya başlarken, en azından böyle olması çok zor bir hâdiseyi bina eden ve bunu metodlaştırarak, zaman dilimleri içerisinde yayarak, milyonlarca insanı, bu kuşattığı heyecan çemberi içerisinde Allah’a Resûlullah’n huzuruna götüren müthiş bir müderris olarak görmek lâzım… BÜYÜK BİR ÖĞRETİCİ… Ama nasıl büyük bir öğretici?… Bu kitaptaki satırları, yazıları değil sadece heyecanı öğreticidir. Gönle ait, aşka ait şeylerin hepsinin de öğretilmesi çok zordur.

Çünkü, bilimsel metotların içerisine bunları desteleyemezsiniz. Bunu bu kadar yap, onu bu kadar yap, diyemezsiniz. Bu heyecanı vereceksiniz, yaşatacaksınız tattıracaksınız. İşte, Hz Geylânî’nin büyük ustalığı burdadır. VERİR, YAŞATTIRIR VE YAŞADIĞINIZI HİSSETTİRİR…

Bakınız, ilim ve âmel açısından, bütün İslâm Büyüklerinin himmetleri Efendimiz’in, Ahlâk-i Muhammedî metodlarının yorumlarından ibarettir. Bir Velînin, bir İslâm Mütefekkirinin görevi, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in ahlâkını yorumlamaktan ibârettir. Bir yönünden tutup yorumlayacak. Bunun içinde ilim de, aşk da, heyecan da vardır, Merhamet de, savaş da vardır.

Bunların hepsi bir bütün olan Ahlâk-i Muhammedî manyetik süzgecinden insanlara aktarmak, o büyük İlâhî ceryanın şiddetine tek başına tâlip olsalar, gitmeye kalksalar, daha ilk adımını attıkları zaman yanarlar. İşte himmeti bu sıcaklığın içersine götürürken Hz Geylânî’nin esrarengiz bir sırrı vardır…

Hazreti Geylânî, hem Hz Hasan Efendimiz’e, hem de Hz Hüseyin Efendimiz’e, nesep itibariyle “SEYYİDLİK” sırrıyla bağlıdır. Demek ki; Hz Hasan ve Hüseyin Efendilerimizden bize bir takım esrarlı mânâ ceryanları taşımaktadır. Biliyorsunuz, Hz Hasan Efendimiz; İlmin temsilcisi, Hz Hüseyin Efendimiz de cesâretin, heyecanın temsilcisidir. Onun için, Hz Geylânî’nin, gerek metodunda, gerek eserlerinde, gerekse tarzında iki şey iç içedir. İLİM VE HEYECAN… Yani bir satır ilim verdiği zaman, bomba gibi bir heyecan patlatmıştır, onun üzerine, ve o heyecan barutu ilmi alıp sizin gönlünüze çakmıştır…

Pek çok müntesibi olmasına rağmen Hazreti Geylânî çağımızda lâyık şekilde idrak edilmiyor. Hz Geylânî Sultanın geçmiş çağlar içerisinde akıl almaz heyecanı savaşlarda muvaffakiyetin büyük bir sırrıdır. Yani pek çok savaşın içeriside kumandana, Hz Geylânî stratejiyle beraber cesaret vermiştir. Bu çok önemli bir şeydir. Yalnız heyecan vermemiş, birlikte strateji de vermiştir.

Türk İslâm insanı için, Hz Geylânî’ye pek çok yaklaşım vardır. Gerek menkîbeler kanalıyla, gerekse tarikatının anlatımlarıyla hatta zakirleriyle münasebet dolayısıyla büyük bir sempati, sevgi çemberi oluşmuştur. Bu çemberin içerisinde tarikatta vardı, yoktu, girdiydi, girmediydi… gibi sözler hiç önemli değildir. Gönlünde bir halkanın teşekkül etmesi, o heyecanın bulunması lâzım gelir. Eğer insan Hz Geylânî’yle mânevî irtibat kuramazsa, gönlündeki heyecan soluk geçer. Mutlaka onunla bir mânevî irtibat kurulması lâzımdır ki, bu bir takım duyguların birleştirilmesiyle sağlanabilir.

Büyük İslâm Velîlerinin, özellikle tarikat kurucularının, âlimlerinin, her birisinin bir tarzı vardır. Hz Geylânî’nin tarzı, heyecanı ile ilmî harman etmektir. Bir gram ilmî bir heyecan şarapneli içerisinde insanın gönlüne yerleştirip ve onun gönlünü Hakk’a doğru uçurmaktır. Yüce Sultanın metodu budur…


Güzel Rabbimiz(cc) mübarek AbdulKadir GEYLANİ hz. nin himmetini üzerimizden eksik eylemesin inşallah..Rabbim ONLARDAN razı olsun
ONK.Dr.Haluk NURBÂKİ(Allah ondan razı olsun)
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/kjkjkjkop4.jpg[/img]
Cevapla

“►Abdulkadir Geylani◄” sayfasına dön