BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN(K.S.) HAYATI

Bediüzzaman Said Nursî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN(K.S.) HAYATI

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN(K.S.) HAYATI

DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU

Ondokuzuncu asrın son çeyreğinin başlangıç yıllarında Doğu Anadolu'nun baharında Nurs köyünde bir yavru dünyaya geliyordu.
Kulağına okunan ezanla birlikte Said ismi verilen çocuğun annesinin ismi Nuriye Hanım, babası Mirza Efendi idi.
Kendisinden büyük Dürriye ve Abdullah ismindeki kardeşlerinin üçüncüsü olan Said'in, daha sonraları Mehmed, Hânım, Mercan ve Abdülmecid isimli kardeşleri de olacaktı.
Ballarıyla ve cevizleriyle ünlü olan Nurs yaylasının karşısındaki Doğu'unun en yüce dağlarının arasındaki Tillo'dan gelen sünnetçiler, Said'in sünnetini yapmışlardı.
Nurs deresinin yamaçlarındaki mütevazi bir hanede doğan Said, babasının bahçesinde elindeki kamasıyla ve cevizlerle oynuyordu. O havalideki insanlar, Gavs-ı Hizan'a manen bağlıydılar. Küçük Said ise, bütün ahalinin hilafina her zaman Abdüikadir Geylanî'ye bağlı kaldı.


SOFİ MİRZA VE NURİYE HANIM

Said'in annesi Nuriye Hanım, yavrusuna hamile kalınca, abdestsiz yere basmıyordu. Doğumdan sonra ise abdestsiz emzirmiyordu.
Babası Sofi Mirza Efendi ise, akşamleyin bahçeden gelirken, başkasının tarlasından yemesinler diye, hayvanlarının ağızlarına bezler bağlıyordu.
Said, köyünde anne ve babasının yanında çocukluk yıllarını yaşıyordu. Büyük ruhlu küçük Said, daha henüz çok küçükken, her meselenin nedenlerini, nasıllarını ve niçinlerini arıyor, sorup soruşturuyordu.
En son aNKa tarafından 10 Nis 2008, 20:46 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

MÜTHİŞ BİR MERAK

Doğuştan araştırıcıydı, mutlaka bir delil bulmak istiyordu. Bir gece tenekelerin çalınması ve silâhların patlaması üzerine, merakla annesine sormuştu:
"Anne, neden ay böyle oldu?"
Annesi de "Yılan yutmuş" şeklinde cevap vermişti.
Said yine sordu:
"Daha görünüyor."
Annesi:
"Yukarda yılanlar cam gibi olup, içlerini gösterirler." demişti.
Bir ilmî teşbihi gerçek zanneden Nuriye Hanım, yavrusunun suallerini böylece cevaplamıştı.
Küçük Said büyüdükten sonra, astronomi ilmini okuyunca, bu meselenin ilmî bir teşbih olduğunu anlamıştı. Bu benzetmenin zamanla insanlar tarafından gerçek telakki edildiğini görerek, yazdığı eserlerinde, bu meseleyi ilmi bir şekilde izah etmişti.


TEFEKKÜRE DÜŞKÜNDÜ

Devamlı sorup, soruşturan zeki çocuk, kendi kendine şöyle bir soru soruyordu:
“Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat yokluğa ve hiçliğe düşmeyi mi istersin, yoksa baki fakat adi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin? dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp, birincisinden "Ah" çekti. Cehennem de olsa, beka isterim, dedi.”

Talebesi Mustafa Sungur, bu konu ile alâkalı olarak şöyle bir hatırasını anlatmıştı:
“1950 senelerinden sonraydı. Isparta’da Üstad Bediüzzaman'ın hizmetinde bulunuyorduk. Bir gün, oturduğu evin penceresinden dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyrediyordu. Bir an tebessüm halinde geriye bizlere doğru döndü ve dedi ki:
"Ben iki yaşındayken, annem beni kucağına alıp, pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyorduk. Nurs'taki evimizin dereye bakan yönündeki ağaçların yapraklarıyla, şimdi burada seyrettiğim ağacın yaprakları aynıdır. Her ikisinde de ilâhî sanatı müşahede edip görmekteyim."
Sürgün hayatı yaşadığı her yerde dağlara, bayırlara, bahçelere gezmeye çıkmayı çok severdi. Buralarda tek başına tefekküre dalar, eserlerini kaleme alırdı. Hatta Isparta’da iken, bağ ve bahçeleri işaret ederek:
"Ben bunlardan, sahiplerinden daha fazla istifade ediyorum. Allah'ın ilâhî kudretinin mucizelerini seyrediyorum" diyordu.”
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

GENÇ SAİD İLİM YOLUNDA

Said çocukluk zamanlarında büyük kardeşi Abdullah'ın tahsiline gıpta ile bakıyordu. Onun ilim irfan yolunda bulunduğu çevrelerde yıldızlar gibi parlayışına takdir nazarlarıyla bakıyordu. Bu duygularla, nahiyeleri Isparit’e bağlı Tağ Köyü'ndeki Mehmet Efendi'nin dershanesine gitmişti.
Bugünlerde sekiz-dokuz yaşlarındaydı.
Bu medresede fazla duramamıştı. Çünkü Mehmed isimli bir talebeyle kavga etmişti. Genç Said çok izzetliydi. Emredercesine söylenen en küçük bir söze tahammül edemiyordu. Medresedeki Mehmed, kendisini başarısını çekememişti. Zaten kavga da bu yüzden çıkmıştı.
Said'den büyük olan Mehmed, Said'e hançer çekmişti. Said ise, nefis müdafaası için oralarda bulunan bir balta sapını eline geçirerek, Mehmed'in başını yaralamıştı. Said orayı terkederek köyüne dönmüştü. Babası Sofi Mirza Efendi, niçin geldiğini sorunca:
"Ben artık büyümedikçe medresede okumaya gitmeyeceğim. Çünkü oradaki talebeler, yaşça benden büyüktürler" diye babasına özür beyan ederek, Nurs'ta kalmaya başlamıştı.
Nurs köyü otuz-kırk hanelik küçük bir köydü. Bu yüzden orada bir medrese yoktu. Bu sebeple, derslerini büyük kardeşi Abdullah'ın haftada bir gün köye geldiği zamanlarda ondan alıyordu.

OYUNLARDAKİ AZMİ

Genç Said, hareket ve azim doluydu. Arkadaşlarıyla zaman zaman çeşitli yarışmalar yapıyordu. Siirtli arkadaşı Celal'le su arkını atlama müsabakası yapıyordu. Kendisi gerilerden gelip, bu arkı hızla atlayıp geçmişti. Celal ise arkı geçemeyip, tam derenin kenarındaki çamura düşmüştü.
Aynı yarışmaları Van kalesinin altındaki eski Van şehrinde de yaparlardı. Orada üç adım denilen oyun oynarlardı. Van'daki medreselerde okuyan genç talebeler arasında bu oyun meşhurdu. Bir gün, bu oyun esnasında Mustafa ismindeki arkadaşı çok ileriye atlamıştı. Bu mesafeyi çizen genç Said, fırtına gibi zıplayarak arkadaşından yarım adım daha ileriye atlamıştı. Genç Said arkadaşına hitaben:
"Mustafa, talebelerim sana yetişemezse sen bana yetişemezsin. Sen ancak benim talebelerime yetişebilirsin. Hiçbir zaman bana yetişemezsin!" demişti.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ŞEYHİN TALEBESİ

Kardeşinin haftalık derslerini kâfi görmeyen Said, anne ve babasının izniyle yeniden medreseye devam etmeye başlamıştı. Derslere başlamasıyla birlikte yine kıskanç talebelerin hücumları da birlikte başlamıştı. Dört talebe kendisini devamlı rahatsız ediyorlardı. Yine böyle huzursuz bir günde, kendileri medresenin hocası Seyyid Nur Mehmed Efendi'nin huzurlarına çıkarak, bunlar için şöyle dedi:
"Hoca Efendi, bunlara söyleyiniz, benimle döğüştükleri zaman dördü bir olmasınlar, bana karşı ikişer ikişer gelsinler." Hoca Efendi, küçük Said'in bu merdane tavrından dolayı hoşlanmış ve tebessüm ederek:
"Said artık benim talebemdir. Kimse sana ilişemez." dedi. Bu meseleden dolayı artık Said'in unvanı "Şeyh'in Talebesi" diye anılıyordu.
O zamanlarda, medrese talebelerinin ihtiyaçları civardaki zenginler tarafından karşılanıyordu. Hocalar da ücretsiz dersler verirlerdi. Bunların içinde Genç Said yine müstesna bir örnek teşkil ediyordu. Hiçbir zaman zekat ve sadaka almıyordu. Büyük bir iktisat ve tasarruf ile geçimini sürdürüyordu.
Yine bir gün talebeler zekât toplamaya gitmişlerdi. Said onlarla gitmemişti. Bu vaziyetten çok duygulanan ve Said'in bu tok gönüllü oluşunu takdirle karşılayan köylüler, kendi aralarında topladıkları bir miktar parayı ona kabul ettirmeye çalışmışlardı. Said ise teşekkür ederek, kat'iyyen bunların ihsanlarını kabul etmemişti. Hamiyet sahibi köylüler, bu parayı Said'e kabul ettirmek için kardeşine ısrar etmişlerdi. Bunun üzerine ağabeyi Abdullah ile aralarında şöyle bir konuşma ve şaka geçmişti. Said:
"Şu sizdeki paralarla bana bir tüfek alınız."
"Hayır, olamaz."
"Öyle ise bana bir tabanca alınız."
"Hayır, bu da olamaz."
"Öyle ise bana bir hançer alınız."
Büyük kardeşi Abdullah gülerek:
"Bu da olmaz. Yalnız sana üzüm alırım ve böylece bu işi tatlıya bağlarız." dedi.


HERKESTEN FARKLI İDİ

Tarih sayfalarına baktığımız zaman, büyük insanların çok farklı olduklarının hemen görebiliriz. Çünkü onlar küçüklüklerinden itibaren farklı hallere mazhar olmaktadırlar. Onlar sıradan insan gibi değillerdir.
Bediüzzaman Said Nursî de, çocuk yaşlarından itibaren diğerlerinden farklı olduğunu her zaman sözleriyle ve davranışlarıyla göstermiş, hatta bu durum kılık kıyafetine dahi yansımıştır.
Peygamber Efendimizi rüyada görmek, büyük bir şeref ve büyük bir mazhariyettir. İşte Genç Said, bütün hayatı boyunca bu eşsiz şeref ve mazhariyete kavuşan bir şahsiyettir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

RÜYADA PEYGAMBER EFENDİMİZİ GÖRMESİ

Daha çok küçük yaşlarından itibaren Peygamberimizi rüyalarında gören Genç Said, bir gece rüyasında kıyametin koptuğunu görmüştü. Bu esnada Efendimizi ziyaret etmeyi arzu eder. Aleyhissalatü vesselam efendimizi nasıl ziyaret edebileceğini düşünürken, gidip Sırat köprüsünün başında beklemek hatırına gelir. Bütün insanların oraya geleceğini düşünür. Peygamberimiz de oradan geçerken ziyaret edip, ellerini öperim düşüncesiyle oraya gider. Köprünün başında beklerken, bütün peygamberlerle görüşür ve onların ellerini öper ve dualarını alır. Nihayet Son Peygamber Hazreti Muhammed aleyhissalatü vesselamın ellerine kapanır ve iki cihan serverinden ilim ister. Bu talep üzerine Efendimiz buyurur ki:
"Benim ümmetimden sual sormamak şartıyla, sana Kur'an ilmi verilecektir."
Bu rüyadan heyecan ve sevinç içinde uyanan Genç Said'in ruhunda ve gönlünde bir neşe, huzur ve sevinç, çağlayanlar halinde gürlemeye başlar.
Büyük bir aşk ve azimle ilim yolunda yürümeye başlar. 83 yıllık uzun ve bereketli ömründe, ilim irfan yolunda bütün engelleri iman heyecanı içinde aşarak geçer. Bugün yazdığı ilmî Kur'an tefsirleri, tamamen bir delile-bürhana dayanmaktadır.



"BEDİÜZZAMAN" UNVANI

Siirt'te Molla Fethullah Efendi'yi ziyaret eden Said Nursi, kendisine hangi kitap soruldu ise "Bitirdim" cevabını verir. Molla Fethullah hayret içinde: "Hey deli! Geçen sene deli idin, bu sene de mi deli oldun?" der. Molla Fethullah Efendi hangi kitaptan sordu ise hepsine cevap verir. Neticede hocası "Zekâ ile hıfzın ifrat derecesinde bir adamda toplanması ender hadiselerdendir." diyerek, kendisine Bediüzzaman unvanını vermiştir. Bu unvan, "zamanın güzeli, çağın eşsizi" manalarına gelmektedir.
Nurs köyünün hemen yakınlarında birçok seyyidlerin bulunduğu Arvas nahiyesi vardır. Genç Said, burada bulunan maneviyat ışıklarının aydınlığı içinde Bitlis'te bulunan Şeyh Emin Efendi'nin medresesine gitmişti. Bu mübarek zata, zamanın padişahı Sultan İkinci Abdülhamid Han, Şeyhülislam'lık teklif etmişti. Fakat kendileri kabul etmemişlerdi. Şeyh Emin, Said'in yaşının küçük olmasından dolayı ona ders vermedi. Talebelerinden birisine onu okutmasını söylemişti. Yine bu durum Genç Said'in izzetine dokunmuştu. Bir gün Şeyh Emin Efendi camide talebelerine ders verdiği esnada, Genç Bediüzzaman itiraz etmişti:
"Efendim öyle değildir, sizin yanlışınız vardır." Şeyh Emin Efendi ve talebeleri, hayretler içinde Genç Said'e bakakalırlar. Bediüzzaman konuyu açıkladıktan sonra, kendisini okutmaya tenezzül etmediğini hatırlatır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

MÜKÜS - BAHÇESARAY

Müküs veya yeni ismiyle Bahçesaray'ın, günümüzde bile sekiz-dokuz ay dış dünya ile irtibatı kesilmektedir. Dicle nehri buradaki bir mağaradan çağıltılar halinde çıkar ve etrafına hayat saçar...
Bediüzzaman buradaki Mir Hasan Veli medresesinde de bir müddet ilme çalıştı. Burada da aşağı derecedeki talebelere ehemmiyet verilmediğini görünce, sıra ile okunması gereken yedi kitabı terkederek, sekizinci kitabı okuduğunu bildirdi.
Bir müddet buralarda kaldı. Sonra ise Van ilinin Gevaş ilçesine gitti. Buradan da Erzurum'a doğru yola çıkarak, icazetini aldığı Doğu Beyazıt'a ulaşmıştı. Burada Ahmed Hani'nin türbesine kapanarak, ezberlediklerini zihninden tekrar ediyordu. Başkaları ise, sabahlara kadar zikir ile meşgul oluyor zannediyorlardı. Hocaları hangi ilmi okuduğunu sordukları zamanlarda ise:
"Bu ilimlerin birbirlerinden hiç farkları yoktur. Ben bunları birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum, ya hiçbirisini bilmiyorum." derdi.
Hangi kitabı eline alırsa, kimseye müracaat etmeden kendi kendine anlardı. Yirmidört saat zarfında Cem'ul Cevami, Şerhu'l Mevakıf, İbnü'l Hacer gibi anlaşılması en zor kitapları kendi kendine anlamak şartıyla okurdu. Kendini o derece ilme vermişti ki, dış dünya ile alakasını bütün bütün kesmişti.
Siirt alimleri kendisini münazaraya davet etmişlerdi. Yapılan münazaralarda Molla Said hepsini mağlup etmişti. Münazarayı kaybeden ve Genç Said'i çekemeyen bazı talebeler, kavga yoluyla onu mağlup etmek istediler. Halk müdahale etti ve olay yerine jandarmalar geldi. Molla Said: "Biz talebeyiz. Döğüşürüz, barışırız. Mesleğimizin haricinde olanlar bize karışmasın" diyerek, aralarındaki meseleye başkalarının karışmasına müsaade etmemiştir. Fakat bu hadiseden sonra Molla Said yanında devamlı hançer taşımaya başladı. Bu hançer, diğerlerinin kavga etme heveslerini kırıyordu.
Bediüzzaman, bütün ilimlerin anahtarı mahiyetindeki asıllarını elde etmişti. Sonraki çalışmalarını bu esaslar üzerine bina etmişti.
Mum ışığında sabahlara kadar ilim çalışmaya devam ederdi. Doksan kitabı ezberlemişti. Daha sonraki hayatında bu kitapların Kur'an'ın sonsuz gerçeklerine çıkabilmek için basamaklar olduğunu söylüyordu.
Bediüzzaman kazandığı ilim, irfan, nurlu feyizler ve ilahi ilhamlar ile İslâmiyetin kaynağı Arap dünyasını da görmek istiyordu. Bağdat'a, Şam'a ve Kahire'ye gitmek ve oralarda bazı tetkikler yapmayı arzu ediyordu.
Fakat otuzdört yaşlarındayken, sadece Şam'a gidebildi.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

CUMHURİYETÇİ KARINCALAR

Antepli Mütercim Ahmed Âsim Efendi'nin Türk Dili'ne tercüme ettiği Kamus'u ezberlemeye çalışan Genç Said'in küçük kardeşi Mehmed, abisine Tillo'dan çorba getiriyordu. Bu yemeğin içindeki taneleri, Kubbe-i Hâsiye'nin etrafında bulunan karıncalara vererek, kendisi ekmeğini çorbanın suyuna batırarak kanaat ediyordu.
"Neden yemeğinin tanelerini karıncalara veriyorsun?" diyerek bu halin sebebini soranlara şu cevabı veriyordu:
"Bunlarda içtimaî, toplum hayatına bir sahiplik ve alışkanlık vardır. Bunlardaki çalışkanlık ve yardımlaşma çok takdire şayandır. Ben bunu gördüğümden dolayı, bunların cumhuriyetçi oluşlarına mükafeten kendilerine bir ikram ve hediye olarak yardım etmek istiyorum!"


BEDİÜZZAMAN'IN KIYAFETİ

Kardeşi Abdülmecid'in anlattığı bir hatıra oldukça önemlidir:
"İstanbul'da, neden Kürd elbisesini atıp, medeni Türk elbisesini veya Padişah'in başına giydiği fesi giymiyorsun" şeklindeki bir suale üç madde ile cevap vermiştir:
"1. Avrupa'da dokunan elbise, hükümetçe men ve yasak edilmiştir. Avrupa'ya karşı boykot yasağı vardır. Bu emre binaen milli elbisemi terkedip Avrupa elbisesi giymiyorum.
2. Vilayat-ı Şarkiyye ahalisi, padişahlarından yalnız Sultan Selim'i görmüşler ve ona biat etmişler. Öteki padişahlara şahsen biatimiz yoktur. Çünkü Yavuz Sultan Selim'den başka hiçbir Padişah, gelip halimizi görüp bize sahip çıkmamıştır. Onun için, Sultan Selim'in kıyafetini andıran şu millî kıyafetten çıkmayacağım.
3. Benim elbisem altında yedi milyon insan vardır. Bu büyük yekûnu teşkil eden Şark insanlarına hammal nazarıyla bakıyorsunuz. Ve o milleti sureten olduğu gibi sîreten de vahşi ve hammal biliyorsunuz. İşte ben de bu elbisemi değiştirmemekle, benim bu elbisem altında tam manasıyla hakiki insanların bulunduğunu ispat etmek isterim."
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

MUSTAFA PAŞA'YI ZULÜMDEN MENETMESİ

Molla Said, Kubbe-i Hasiye'de bir mübarek gecede Ab-dülkadir Geylanî Hazretleri'ni rüyasında görür. Rüyada kendisine şöyle der:
"Miran aşireti reisi Mustafa Paşa'ya gidiniz ve kendisini doğru yola davet ediniz. Yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve iyiliğe dönmesini tavsiye ediniz. Aksi takdirde, kendisini öldürünüz."
Aldığı bu kudsî emir üzerine harekete geçen Bediüzzaman, hemen Cizre'ye gelir. Dicle kenarında Bani Hanı’ndaki Paşa'nın çadırına girer.
Mustafa Paşa orada bulunmadığı için, bir müddet istirahat eder. Biraz sonra Paşa içeri girer. Oradakilerin hepsi ayakta el pençe durdukları halde Bediüzzaman yerinden bile kımıldamaz. Paşa, aşiret binbaşılarından Fettah Bey'den kim olduğunu sorar. Fettah Bey de, Meşhur Said olduğunu bildirir. Halbuki Paşa din alimlerinden hiç hoşlanmazdı. Molla Said'e "Niçin buralara geldin?" diye sordu.
"Seni hidayete getirmeye geldim! Ya zulmü terkedip namazını kılacaksın, veyahut seni öldüreceğim" deyince, Paşa, öfkelenerek dışarıya çıkmıştı. Biraz dolaştıktan sonra, yine çadıra girer ve Genç Said'e niçin geldiğini tekrar sorar. O da:
"Sana söyledim ya... Onun için geldim" der.
Mustafa Paşa, çadırın direğinde asılı bulunan Said'in kılıcına işaret ederek: "Bu pis kılıcınla mı?" diye sorar.
Molla Said, "Kılınç kesmez, el keser!" cevabını verir.
Mustafa Paşa tekrar tekrar dışarıya çıkarak, biraz gezindikten sonra içeri girer. Bediüzzaman'a:
"Benim Cizre'de çok âlimlerim vardır. Eğer sen hepsini ilimde yenersen, senin dediğini yaparım. Eğer mağlub edemezsen seni işte gördüğün Dicle nehrine atarım." dedi.
Bediüzzaman: "Bütün Cizre alimlerini mağlup etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de Dicle'ye atmak senin haddin değildir. Fakat ben alimlere cevap verince senden bir şey isterim ki; o da bir mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim." şeklinde karşılık verdi.


ALİMLERLE MÜNAZARA

Bu konuşmalardan sonra, Paşa ile birlikte atlarla Cizre'ye giderler. Yolda Hamidiye Paşa'sı Bediüzzaman'la hiç konuşmaz. Beni Hanı dedikleri yere gelince, yorgunluktan biraz yatarlar. Uykudan uyanır uyanmaz etrafında bütün Cizre âlimlerinin, kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir. Cizreli hocalar, Bediüzzaman'ın isim ve şöhretini işittikleri için hayret ve hayranlık içinde çaylarını bile içmeyi unutmuşlar, Molla Said'i seyrediyorlardı. Bediüzzaman kendi çayını içtikten sonra, dalgın dalgın karşısında bulunan bir, iki âlimin çayını da içer, fakat onlar farkında bile olamazlar. Okumayı ve yazmayı dahi bilmeyen Paşa:
"Ben okumuş biri değilim. Fakat Bediüzzaman'la olan mücadelenizde mağlup olacağınızı şimdi anlıyorum. Zira bakıyorum ki, siz düşünmekten çaylarınızı içmeyi bile unuttunuz. Ama Molla Said kendi çayını içtikten başka, iki üç bardak da sizin çaylarınızı içti."
Bundan sonra biraz şakalar yapıldı. Molla Said alimlere hitaben:
"Efendiler! Bendeniz vadetmişim, hiç kimseye sual sormam, binaenaleyh suallerinizi bekliyorum."
Hocalar "Kab-ı kavseyn" meselesi dahil kırk kadar sual sorarlar. Bütün sorulara cevap veren Bediüzzaman bir sualin cevabını yanlış söylediği halde karşısındakiler tasdik etmişlerdi. Münazara meclisi dağılınca, Bediüzzaman hemen arkalarından koşarak:
"Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde, farkına varmadınız!" diyerek verdiği cevabın yanlışlığını gösteriyor ve doğru cevabı veriyordu. Cizre alimleri:
"İşte şimdi hakkiyle bizi tam mağlup ettin!" dediler. Bu hocalardan bazıları, daha sonraları Molla Said'den ders almaya başlamışlardı.
Bundan sonra Hamidiye Paşası söz verdiği tüfeği hediye eder ve namaz kılmaya başlar.
Resim
Cevapla

“►Said Nursi◄” sayfasına dön