KALP BİLGİ ÜRETEN Mİ?

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

KALP BİLGİ ÜRETEN Mİ?

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

KALP BİLGİ ÜRETEN Mİ?
SELİM GÜRBÜZER
Akıl beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlayarak bir sonuca varıp böylece akıl melekesi bir tür kanaat önderimiz olur. Zira beyne gelen bilgileri yorumlama işi akla ait bir melekedir, Bilgi üretme işi ise kalbe ait meleke bir özelliktir. Nitekim beyne kodlanmış akıl melekesi kalbin önderliğinde beş duyumuzdan gelen bilgileri işleyerekten pek çok şeyi akl etmiş oluruz. Yani bu bir anlamda kalbin ürettiğine aracılık yaparaktan kanaat oluşturmuş olur. Tıpkı bu bilgisayar hard diskinde olduğu gibi kalp hard diskinde yazılmış olan yazılım programının akıl harmanında işlenip beyin ekranında sahne alma hadisesidir. Ve aklın beyin ekranında sahne alışından anlaşılan o dur ki şimdiye kadar tüm ezber bildiklerimizin tam aksine bilgiyi üreten akıl değil, meğer kalpmiş. Mesela şimdiye kadar “akıl varsa varım” bildik ezberimizin tam aksine işin gerçeği “kalp varsa o halde varım” denen bir hakikat tablomuz söz konusudur. Nitekim kal önsezi sayesinde göz, kulak ve beyin gibi organlar işlevlik kazanıp böylece göz görmüş olur, kulak işitmiş olur, beyin akl etmiş olur. İşte kalbin önderliğinde beş duyu organlarımıza gönderilen önsezi salınımları akıl harmanında harmanlanıp beyin ekranında sahne almasıyla birlikte tüm ham bilgiler kuvve-i fiile dönüşmüş olur da.
Bilindiği üzere beş duyu organımızın dördü baş organımızdadır, diğerleri malum kol bacak ve gövdemizde konumlanmışlardır. Belli ki kalp hard diskinden salınan önsezi mahiyetindeki ham bilgiler beş duyu organlarının reseptörlerince (alıcı organlar) bağlanıp beynin çeşitli istasyonlarında değerlendirildikten sonra görme istasyonunda görme, işitme istasyonunda işitme, dokunma istasyonunda hissetme, koku alma istasyonunda koklama şeklinde tezahür etmesiyle birlikte hayatın içinde var olmaktayız. Dahası şu bir gerçek; insanoğlu duyu reseptörlerinden gelen verilere göre hareket ettiği içindir dış dünyaya ait algılarımız da duyuların bize tanıttığı veriler çerçevesinde şekillenmektedir. Öyle ki gördüğümüz, dokunduğumuz, tattığımız, kokladığımız hemen her şey beynimize mesaj olarak gönderilen elektrik sinyallerinin sahne almasından başkası değildir. Bir başka ifadeyle kalp önseziyle görsel, işitsel, kokusal, dokunsal kanallarla edindiğimiz tüm bilgiler aynı zamanda hayal deryasında yaşadığımızın bir göstergesi algılarımızın ta kendisi bilgilerdir. Nitekim başımızı yastığa koyduğumuzda uyuduğunu sandığımız beynimiz aslında uyumuyor, oysaki ekranını karartıp bize sadece bir başka âlemin hayalini gösteren bir algı uykusudur bu. Öyle ki beynimiz dünya ile olan irtibatını tam kesik veya yarı kesik uykudayken her ne kadar kendini fark ettirmese de sonuçta kararan ekranının arka planında bir bakıyorsun kalbimizin açtığı bambaşka hayali dosyalar üzerinden bu kez bedenimiz görünür âlemde değil de rüya âlemi olarak hayata tutundurulup gezindirilmiş olur. Derken bedenen mışıl mışıl uyuduğumuz yatağımızdan gözlerimizi açıp uyandığımızda günlük yaşadığımız dünya ahvalimizin de tıpkı rüya âleminde ki gibi uyku hali olduğunu idrak etmiş oluruz. Hiç şüphesiz ki asıl gerçek uyanış ölümle birlikte dirilişe geçtiğimizde vuku bulacaktır. Nitekim bu hususta Allah Resulü (s.a.v)’in beyan buyurdukları “İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar (perdeler kalkar)” ve “Cennetteki hurilerden yalnız tek bir tanesi yeryüzüne çıksa, gözleri kamaştırır ve güneş gibi bütün fezayı aydınlatır” (Tecrid-i Sarih, No: 1182) hadis-i şeriflerinin mana ve ruhuna uygun asıl uyanışımız vuku bulacaktır. Düşünsenize bu öyle gerçek manada bir uyanış olacaktır ki Mevlana Hz.lerinin “Sen düşünceden ibaretsin, geri kalanın et ve kemiktir” diye işaret ettiği ahiret dirilişinin vuku bulacağı bir uyanış olur bile.
Evet, Peygamberimiz (s.a.v)’in de diriliş öncesi beyannamesinde beyan buyurduğu veçhiyle ete kemiğe bürünmüş dünya halimiz bile aslında uyku hali bir ahvaldir. Yani bu söz konusu ahval ve şerait içerisinde şuan ki içinde bulunduğumuz konum ahirette biçeceğimizin dünyada ekmekte olduğumuzun gölgesini yaşadığımız bir konumdur. Dolayısıyla hakikatin gösterileceği ahiret hayatını şimdilik görmediğimiz için şu an yaşadığımız gölge konumunda bulunduğumuz evreni hakikat sanıyoruz. Yine de hakikatin ta kendisi sandığımız dünyamız gölgede olsa sonuçta dünya gölgesi datasından görme reseptörüne bağlanan tüm objeler (eşyalar) beynin arka planında elektrik sinyalleri şeklinde konumlanıp burada zifiri karanlık diyebileceğimiz bir mekânda rafine edilerekten gerek uyku halinde gerekse uyanıkken gölge mesabesinde eşyanın işlenmiş tabiatını seyreyleyebiliyoruz. Düşünebiliyor musunuz kapkaranlık beyin kodu içerisinde aydınlık bir dünya algılamamız söz konusudur. Ancak şu da var ki gördüğümüz hemen her olgu (obje-eşya) eşyanın tabiatını tam manasıyla ortaya koyacak tıpatıp türden olguların aynısı değildir, gördüğümüz sadece kalbin önsezisi önderliğinde gönderilen olguların beynin zihin kodlarında karşılık bulan elektrik sinyallerinin bir başka türden işlenmiş tezahür algılardır. İşte bu nedenledir ki evrene gölge dedik, yaşadığımız hayata ise hayal dedik. Öyle veya böyle tıpkı rüya halimiz de olduğu gibi yarın ruz-i mahşerde dirildiğimizde dünyanın da bir hayal olduğunu anlayacağız demektir. Değil midir ki bunun bir hayal olduğu, bir bakıyorsun uyanıkken algıladıklarımızın aynısı gibi rüyada da sergilenen birbiri ardına dizilen pek çok hadiseleri hem görür, hem dokunur, hem koklar, hem işitir konumda olabiliyoruz. Malum uyandığımızda ise tüm nesnelerin ve olayların bir çırpıda hepsinin duman olup kaybolduğunu, böylece rüya âleminde gördüğümüz dokunduğumuz ve işittiğimiz her maddenin her nesnenin ve her olayın aslının aynısı olmadığını bilakis dünyada yaşadıklarımızın değim yerindeyse birer fotokopisi olduğunu idrak etmiş oluruz. Hem kaldı ki beyin kodlarımız her gördüğü olguyu bilmekten de acizdir. Zira gözümüz her hangi bir nesneye odaklandığında gördüğü o nesne bir anda elektriksim sinyaller şeklinde gözün değişik bölümlerinden süzülüp içeri alındıktan sonra zihin kodlarınca algılanan obje olarak karşılık bulup o algılanan obje şayet elmaysa elma deriz, masaysa masa deriz. Burada aslında gören beyin değil kalbin önsezi önderliğinde zihin dünyamızda harmanlanıp yorumlanmış halde her nesnenin bitim noktasındaki sahnelenmiş veya ortaya konmuş kod görüntülerdir. Dahası bu durum bizim Yunus’un “Malda yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” dediği bir hayal âleminde yüzer konumda olduğumuzun görüntüleri bir durumdur bu. Ta ki ömür tükettiğimiz dünya hayatında vademiz dolup ölümümüz vuku bulduğunda öteki âleme ait perdeleri açılır işte o zaman hakikatin tecelli edeceği gerçek görüntülerle buluşacağız demektir. Hiç şüphe yoktur ki mutlak anlamda eşyanın hakikatini Allah bilir, bizimkisi ise sadece dünyada mutlak hakikatin tezahürleriyle imtihan olaraktan oyalanmaktan ibarettir. Yani, maddeymiş, dünyaymış, şuymuş, buymuş hepsi birer gölge imtihanlarımız olup tüm bunlar gerçekte beynimizde oluşan elektrik sinyale dönüşmüş algılamalarımızdır. Kelimenin tam anlamıyla mutlak hakikat sahibi Allah’tır, yaratılanlar ise gölge mesabesinde olgulardır. Burada asıl mühim olan Yüce Allah’ın biz aciz kulların hizmetine sunup lütfettiği olguları müsbet yönde kullanaraktan sırta-ı müstakim üzere oyalanmamız çok mühimdir.
Hazır olgulardan ve algılardan söz etmişken bu arada ister istemez karşılaştığımız her hangi hazin bir olgu karşısında duygulandığımızda “gözyaşımıza neden acaba sahip olamayışımız” sorusu aklımıza takılmaz da değil elbet. Aslında hüzün verici olgular karşısında gözyaşımızı tutamayışımızın sebebi gayet açık net ortada, çünkü kalp önsezi melekesidir, akılsa beyin kodunda olayları kritik eden ve yorumlayan bir melekedir. Aklın kalbin önsezilerini kritik ettiği şunda besbellidir ki kritiğini gözyaşı dökmenin öncesinde değil, gözyaşı döktükten sonra ediyor olmasıdır. Bir başka ifadeyle akıl gözyaşı dökmenin öncesinde devreye girmeyip sonrasında ancak devreye girerekten neden gözyaşlarına sahip olamayışımızı kritik eder pozisyon alabilmekte. Dedik ya, önsezi gerçeği her daim kalbe has bir meziyettir. Bu yüzden bilgiyi üretende kalptir dersek yeridir. Hani kimi zaman olayların gidişatının nereye varacağını çok önceden kestirdiğimizde arkadaşlar arasında mütalaa edip benim altıncı hissim kuvvetli deriz ya hep, aynen öyle de kalbin önsezi algısı da altıncı hisse benzer türden bir öngörü kuvvettir. Böylece bu öngörü kuvveti sayesinde önsezimizin varlığını ortaya dökmüş oluruz. Nitekim günlük hayatta karşılaştığımız pek çok hadiselerde devreye giren önsezilerimiz bir bakıyorsun bazen iç sıkıntı, bazense neşe şekilde tezahür edebiliyor. İşte bu noktada kalbe ait en önemli karakteristik bir haslet ortaya çıkar ki, o da malum: “önsezi” gerçeğinden başkası değildir.
Anlaşılan kalp tarafından üretilen bilgiler beyin barkodundan geçtikten sonra işleme alınıp ya yazıya dökülmekte ya da dil ile ifade edilmekte. Kalp bununla da yetinmez icabında ürettiği bilgilere ruh katıp sevgi iksirini de beş duyu üzerinde etkisini hissettir. Derken kalbin derinliklerinden kopan sevgi selimiz beyine aktarılaraktan zihin kodlarında anlam kazanıp ya sözlü olarak sevgimizi dile getiririz ya da beden dilimizle sevgimizi hissettirmiş oluruz. Böylece gönlümüzün dile gelişi kalp sayesinde sahne almış olur. Bu demektir ki sevgiyi de bilgiyi de üreten merkez kalptir, üretilen bilgileri beyin belleğinde kritik edip yorumlayan ise akıl kodudur. Hani kimi zaman beyin fırtınası yapmaya gerek duyarız ya, aynı gereklilik beyin içinde geçerlilik arz edip sırf bu iş için vücudun % 20 enerjisini tükettiği belirlenmiştir. Tüketmesi de son derece gayet tabiidir, düşünsenize onca beyin fırtınası koşuşturmasının akabinde bir insanın günde ortalama 2500 kalorilik enerji tüketip bunun da 500’ü beyin fırtınası için harcıyorsa bu durumda helali hoş olsun demekten başka ne diyebiliriz ki.
Malumunuz Kur’an’da birçok ayetler derinlemesine analiz edildiğinde doğrudan akla hitap etmediği, Rabbu’l âlemin’in doğrudan insan kalbini muhatap aldığı görülecektir. Zaten vahyi de ancak kalp idrak edebilir, aklın ise buradaki fonksiyonu kalbin idrak eylediği ayetleri tefsir etmektir. Peki ya eşya nasıl idrak edilebilir derseniz, bu noktada “Vahiy” hariç, eşyanın tabiatı hakkında edineceğimiz tüm bilgiler “Her şey zıddı ile bilinir” esasına dayalı mukayese edici bir mantık yürütmeyle ancak idrak edilebiliyor. Dikkat ettiyseniz cümle içinde kullandığımız ifadede vahyi mukayeseden hariç tuttuk. Çünkü vahiy Allah kelamıdır, asla yaratılmış değildir, eşya ise yaratılmış varlıktır. Dolayısıyla mahlûk olan eşyayı ancak kendi zıddıyla mukayese ederek tabiatına vakıf olunabiliyor. Fakat işin içine Allah’ın yüce kelamı söz konusu olduğunda kelam-ı kadim asla mukayese kabul etmez. Öyle ki Allah’ın zıddı olmadığından, akıl bu noktada Yüce Yaradanı mutlak manada kavramaktan acizdir, O’nun zatını ve sıfatlarını ancak hidayete ermiş kalpler hissedip ‘Amenna ve Saddakna‘ der. Aksi halde o kalp hidayetin tecellisinden yoksun olduğundan teslim olmayacaktır. İşte bu noktada Dr. Haluk Nurbaki Kur’an’da zikrolunan; ‘Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır’ (Bakara suresi ayet:17) ayet mealini “Allah Teâlâ; sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” şeklinde yorumlayarak bu hususa dikkat çekmiştir. Madem öyle neydik edip kalbimizi Allah’ı hatırlatacak ilahi tecellilere açık tutmalı ki Yüce Allah’ın ‘Ben kâinata, yere göğe sığmadım, fakat mümin kulumun kalbine sığdım’ diye beyan buyurduğu hadis-i kutsi sırrınca zat-ı ve sıfatlarının tecellileri kalp tarafından hissedilip bilinmiş olsun. Hakeza Allah Resulünün “Kalplerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah’ın size olan muamelesi değişmez” hadis-i şerifin sırrınca da bu uğurda gayret göstermeli ki hidayete erenlerden olup kalbimize Lafza-i celal zikir eşliğinde “Allah” dedirtebilelim.
Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön