İSLÂM VE EKONOMİ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

İSLÂM VE EKONOMİ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

İSLÂM VE EKONOMİ
SELİM GÜRBÜZER

İnsanın insanla olan alışveriş münasebetlerinde ve insanın tabiatı işlemesiyle olan ilişkilerinden doğan bir bilim dalının adıdır ekonomi. İktisadi bilimler diye de ifade edilen ekonomi bilimi, sosyal hayatın tümünü kapsayan bir alandır. Bu yönüyle baktığımızda diğer sosyal bilimlere oranla önemi çok daha fazladır. Hele bilhassa önemine binaen kâr faktörü ekonomik faaliyetlerin ruhunu oluşturur. Ancak İslam’da helal yoldan kâr etmek esastır, bu yüzden haram yoldan elde edilen faiz türü kazançlar asla kabul görmez.
Ekonomik faaliyetlerin özünde kıt kaynaklardan azami ölçüde nasıl yararlanılır düşüncesinden hareketle sınırsız ihtiyaç ve arzular yatmaktadır. Zaten hammadde kaynaklar hiç tükenmeyecek derecede sınırsız olsaydı ekonomiden bahsetmeye hiç gerek kalmayacaktı. Dolayısıyla iktisatçıların insanın tabiatın hammadde ilişkisinden doğan ekonomik faaliyetlerini enine boyuna tartışılmaları son derece tabiidir. Böylece tartışmaların muvacehesinde bu arada toplumda kendi zaviyesinden hangi iktisadi modelin lehine olabileceğinin değerlendirmesini yaparaktan tercihini ortaya koyacaktır. Tabii ki bizim tercihimiz İslam'ın öngördüğü emek sermaye barışıklığını esas alan iktisadi modelden yana olacaktır.
Malumunuz ekonomi denilince üretim, tüketim, mübadele ve para faaliyetleri gibi bir dizi unsurlar akla gelir elbet. Ancak her bir ekonomik unsur kapitalizm, kominizim, sosyalizm ve faşizm gibi ideolojilerde birbirlerinden farklı değerlendirmelere tabii tutularak farklı şekilde karşılık bulur. İdeolojilerin aralarında asla hemfikirlilik söz konusu değildir. Nitekim kapitalizm'in ekonomiye bakışıyla Marksizm’in bakışı farklıdır, birbirleriyle tamamen taban tabana zıt kutupta konumlanmışlardır. Velev ki karşıt zıt görüşte olmasalar da yine hiçbir bir şey fark etmeyecekti zaten. Bikere ideoloji dediğiniz ne ki, her biri için ömür biçmeye kalkışsak bir asrı bile geçmeyecek ömürleri ya var ya da yok durumda perişan haldedirler. Sonuçta her biri kul mamulüdürler, bu nedenle insan elinden çıkan her bir dünyevi sistem er geç çökmeye mahkûmdur. Hele şöyle iktisadi düşünceler tarihine bir baktığımızda her bir beşeri iktisadi sistemin topluma sundukları reçetelerin uzun ömürlü olmadıkları, saman alevi gibi savrulup söndüklerini görürüz. İnsana insan olarak değil de eşya gözüyle bakılırsa, elbette ki savrulurlar, akıbetlerinin böyle olacağı besbelliydi. Kaldı ki insanı dışlayan hiçbir sistemin uzun soluklu olmadığının en canlı şahidi bizatihi ekonomi tarihinin sayfaları şahittir.
Peki ya Yüce dinimiz İslâm’ın tüm beşeri sistemlerden farkı? Hiç kuşkusuz insanı merkeze alan tek din İslamiyet’tir. Bu yüzden insan olmanın şerefini yaşamak ancak İslam’ı hayatımıza tatbik etmekle mümkündür. Tatbik etmeye mecburuz da. Çünkü yeryüzünde insanı doğrudan muhatab alaraktan eşref-i mahlûkat sıfatıyla değer veren sadece Müberra dinimizdir. Ki, insana değer veren böylesi bir din’in kıyamete kadar devam edeceğinin sırrı da bu noktada gizlidir. Öyle ya, madem tüm mahlûkat içerisinde sadece insan eşrefi mahlûkat olarak ilan edilmiş o halde insanın sorumluluk yüklenmesi son derece tabii bir durumdur. Nasıl mı? Mesela insanın ekonomik bakımdan sorumluluğuna baktığımızda İslâm tâ baştan insana ekonomik kaynakları israf etmemesi yönünde sorumluluk yüklemiştir. Ve Yüce dinimiz bu yönde insana tabiatta ne var ne yok tüm hammadde kaynaklarını helal dairesi içerisinde işlemesini ve işletmesini öğütler. Yeter ki insanoğlu bu öğüt karşısında üzerine düşen sorumluluğu hakkıyla yerine getirmiş olsun bak o zaman hem tabiatı har vurup harman savururcasına ölçüsüz bir şekilde işletilmesinin önüne geçmiş olur hem de bu arada bir takım dünyevi ihtirasların ve aşırı maddiyat düşkünlüğünün önüne de set çekmiş olur. İyi ki de Müberra Dinimizin muhataplığına mazhar olmuşuz, bu sayede hem çevremize hem de kendimize çeki düzen fırsatı elde etmiş oluruz. Allah muhafaza aksi takdirde dünyaperest ideolojilerin kucağına düşüp maddi ihtirasların kölesi olacaktık. Ki bu düpedüz nefse ve tabiata mahkûm olmuşluğun ta kendisi bir köleliktir. Şimdi bu tespitlerden sonra gel de İslam’ı sosyal hayatta ve beşeri münasebetlerde kendimize ölçü almayalım, ne mümkün. İslam insana öyle huzur veren bir dindir ki, Allah’a abd olunduğunda insanı dünyanın peşinde değil adeta dünyayı insanın peşinden koşturacak bir ab-ı hayat dindir. Yeter ki bu bilinçte Allah’a kul olalım dünya gözümüzde gaye değil vasıta olacaktır. Zira İslam’da Rıza-i Bari için hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak esastır. Öyle anlaşılıyor ki, İnsanın asıl vazifesi yaratılış gayesi gereği Allah’a abd olmaktır. Bakınız bir adam Nakşibendî Sadatlarından bir Şeyh’e şöyle bir sual eylemiş:
–Efendim, Sizin göreviniz nedir?
O zat şöyle cevap vermiş;
-Bizim görevimiz çözüp bağlamaktır.
Tabii adam bu cevap karşısında şaşırmış, bu kez:
-Efendim iyi hoşta siz neyi çözüp bağlarsınız ki diye sual eder.
Ve mübarek tebessüm edip cevaben şöyle der:
-Biz, bize tabi olanların kalplerinden dünya muhabbetini çözüp Allah ve ahiret sevgisine bağlarız.
İşte bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere insanoğlu bu dünyaya gönül bağlamak için gelmedi bilakis gönlünü Allah’a bağlamak için geldi. Düşünsenize insan bu dünyada Karun gibi onca dünya malı edinse ne, emri marufa uygun mal edinmedikten sonra hiçbir kıymeti harbiyesi olmaz, illa emri maruf olacak ki mal da mülkte bir anlam kazanabilsin. Öyle ya maddeye köle olduktan sonra, zengin olmuşsun, patron olmuşsun, ağa olmuşsun ne fayda. Kaldı ki insan Allah’a kul olduğunda eşyanın esaretinden çıkıp tüm sahte mabutlara meydan okuyabiliyor da. Nasıl mı? İşte bir avuç iman abidesi Mehmetçiğimizin tam donanımlı ve sayıca bir hayli kalabalık düşman kuvvetleri karşısında yazdığı Çanakkale destanımız bunun en bariz delilidir. Nitekim böylesi yazılan bir destan karşısında İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” demekten kendini alamaz da. Dün nasıl ki cahiliye dönemi insanları kendi elleriyle yonttukları taşın esiriydiyseler aynen dünyaya bel bağlayan günümüz müstevlileri de paranın ve maddenin esiridirler. Elbette ki bu durumda dünyaya tamah etmenin akıbeti iman yürekli serdengeçtiler karşısında hezimete uğramak olacaktır.
Anlaşılan o ki, dünyaya aşırı tamah etmekten kurtulmanın yolu Allah’a abd olmaktan geçmekte. Bakınız İslâm, insana ferde mülkiyet hakkı tanımakla güçlü birey olmanın önünü açtığı gibi bununla birlikte kanaatkâr şuuru da verilmiştir. Bakınız Atalarımız “Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz” buyurmuşlar, o halde bu veciz söz temel düsturumuz olmalıdır. Öyle ya, çoklar azların birikmesiyle meydana geldiğine göre, küçük şeyleri hor görenler, büyük şeyleri fırsat edinmenin kaçıracakları muhakkak. Bu duruma düşmemek için mutlaka arz talep dengesini iyi ayarlamak gerekir. Hele denge ayarı şaşmaya görsün bir anda israf çarkları verim ekonomisinin aleyhine dönüverecektir.
Evet, kanaatkârlıksa İslam’da var, helal lokmaysa İslam’da var, meşru hayat yaşamaksa İslam’da var. İslam’ da ne yok ki, var da var elbet. Hele ekonomiye vahyin soluğu sirayet etmeye görsün, bak o zaman o ekonomi yoksulların ve yetimlerin can simidi umut ışığı olur da. Yeter ki İslam’ın belirlediği haram ve helâl kriterler harfi harfine uygulansın sırf sadece fakir fukara değil, toplumun tüm kesimleri de huzur bulur elbet.
Peki, ya çağdaşlıktan dem vuranların eteklerinde ne var? Ne olacaktı ki zaten, onlar eteklerindeki taşları çoktan döktüler bile. Tarihten bugüne denemedikleri ve taklit etmedikleri bir şey kalmadı dersek yeridir. Buna rağmen taklitçilikten vazgeçmiş değillerdir. Bu yüzden ellerine tutuşturulmuş müsvedde ve suni reçetelerle hem kendilerini kandırmış oluyorlar hem de kitleleri. Oysa taklitçi zihniyet kitlelere ne kanaat ve şükür bilinci aşılayabilir, ne helal lokma yedirebilir, ne de meşru hayat sunabilir. Dedik ya, bikere kendilerine hayırları yok ki, başkalarına da hayırları dokunsun. İşte İslam’ın farkı bu noktada ortaya çıkıyor. Her şeyden önce İslam’ın hiçbir ferde ya da herhangi bir topluma malın mülkün har vurulup harman savurmasına razılığı yoktur. Bireyler ve toplumlar ancak İslam’ın daha önceden belirlediği helal daire çerçevesinde mal mülk edinme hak ve hukukuna sahip olabiliyor. Bunun dışında mal mülk edinme asla kabul görmez. Ne mutlu bizlere ki mal ve mülk edinmenin bile hukukunu tayin eden Müberra dine mensubuz, bu yüzden ne kadar şükretsek azdır. Hakeza malın mülkün eşyanın kullanımı da öyledir. Yani bir mümin mal, mülk ve eşyanın da hakkını gözetmek durumundadır. Öyle eşyayı iktisatlı kullanmalı ki bıçak bile bizden incinmemeli. İşte Hakullah budur.
Eşyanın hukukunu gözeteceğimiz gibi beşeri münasebetlerde ki ekonomik, sosyal, kültürel hemen her alanda insanlar olan hukukumuza çok dikkat etmek gerekir. Ki, Yüce Allah (c.c) huzuruma kul hakkıyla gelmeyin diye ferman buyurmuş da. Hani birileri ikide bir vicdanlardan bahsede dururlar ya, aslında bu hususlarda hiçte sağa sola bakmaya gerekte yoktur, zaten İslam insanı vicdanıyla cüzdanı arasında bırakmaz ki, kula kul olmadan kulun hakkını koruyun fermanıyla sorumluluk yüklemeyi yeğler. Besbelli ki kâinatta A’dan Z’ye yaratılan her şey nizami ölçülere bağlamıştır. Yeter ki, insanoğlu o ilahi ölçülere uyulsun cümle âlem maddenin, paranın, patronların, diktatörlerin vs. kölesi olmasızın huzuru İslam’da bulur da.
İnsan, İslâm’ı kabul etmekle sadece ibadete yönelmez, hayatı boyunca rızk peşinde koştuğu tüm faaliyetlerinde dinin emrettiği ölçülere uygun davranma hassasiyetini ruhunda da hisseder. Böylece haramlardan uzak durma ve helâl dairesi içerisinde hareket etme gibi duyarlılıkta ekonomik faaliyetlerin düzgün işleyişinde tetikleyici rol oynar. Şayet bir mümin alın teri, helal lokma, helal kazanç, tüyü bitmemiş yetimin hak hukukundan söz ediyorsa biliniz ki bu duygu selini hayatına ölçü aldığı İslam’a borçludur. İsteniz de zaten bu duygu seli kendi kendine oluşmaz, bunu ancak İslam’ın o engin soluğu insanda etki yapıp duygu seli oluşturmakta. Beşeri sistemlerinde insanlar üzerinde etkisi var elbet, ama bu etki sunidir. Sunide olsa bizim için yine de iktisadi hayatta helal ve meşru daire içerisinde üretim faaliyeti projesi ortaya koyabilecek hangi ekonomi modeli olursa olsun kabul görür. Malum meşru daireden kastımız elbette ki “Allah (c.c) ticareti helâl, faizi haram kıldı” düsturudur. Dolayısıyla devletlerin ve toplumların bir sisteme bağlı kalaraktan yürüttüğü ekonomik politikalarda şayet ticaret var, faiz yoksa asla o sistemi ve politikaları dışlamayız. Yeter ki ahlâkî değerler hiçe sayılmasın, yeter ki insanlığın refahına yönelik adımlar atılsın toplum nezdinde insana hizmetin Hakka hizmet olduğu şeklinde karşılık bulurda. Malum ahlaki değerlerden yoksun tüm iktisadi faaliyetlerin insanlara gözyaşı akıttığı artık bir sır değil. Dedik ya, İslâm’ın farkı bu noktada ortaya çıkıyor. Zira İslam iktisadi hayatı sadece maddi boyutuyla ele almaz, iktisadi hayata manada katar. Böylece bu sayede İslam toplumunda üretim ve tüketim faaliyetleri maddi ve manevi sütunlar üzerinde bina edilip yürütülmeye çalışılır. Hiç kuşkusuz bu şuurla yürütülmeye çalışılan iktisadi faaliyetlerden temel amaç maddi ve manevi sosyal refah dengenin sağlanmasıdır. Amaç bu olunca ekonomi sırf maddi yönüyle ele alınacak bir faaliyet olarak değil, aynı zamanda toplumun manevi değerleriyle bağlantılı bir faaliyetin adı olarak anlam kazanacaktır. Aksi halde Yunus’un dediği üzere “Malda yalan, mülkte yalan, var birazda sen oyalan” bir faaliyetin içerisinde kendimizi buluruz. O halde ekonomiye mutlaka ruh katmamız icab eder. Ekonominin maddi boyutuna ruh katılsın ki mutlak manada mal mülkün Allah’ın olduğunu idrak etmiş olunsun. Gerçekte de öyle değil mi, insanın mutlak mal ve mülk üzerinde ki rolü sadece kendisine verilen bu emanete aracılık yapmasıdır. Ancak aracılık yaparken de kendisinden emanete hakkiyle sahip çıkması istenir. Öyle ki aracılık ettiği malı mülkü eşyayı kullanırken hak ve hukukuna riayet etme şartı aranır. Yani, bir takım kaide ve kurallara uyması istenir. Öyle ya, mademki mutlak manada mülk Allah’ın o halde mümin kullara emanete sahip çıkmak düşer. Asla emanete hıyanet etmek kula yaraşmaz. Mümin önce Allah’ın hakkına riayet edecek, sonra da Allah’ın yarattığı insan, hayvan, bitki her ne varsa tüm bunlarla ekonomik faaliyetlerini hak ve hukuk çerçevesinde yürüterek riayet edecektir. İlla ki İbn-i Haldun’un yıllar öncesinde dile getirdiği gibi ekonominin siyasi, sosyal, ahlâkî ve kültürel tüm boyutlarıyla ele almak gerekir ki gerçek anlamda ekonomik refah sağlanabilsin. İşte görüyorsunuz ölçü bu, dahası vahyin soluğu ve kuşatıcılığı tüm insanlığa ziyadesiyle yeter artar da.
Hiç kuşkusuz İslâm tüm çağları aydınlatan tek yüce dindir. Kur’an bir yandan geçmişte yaşanmışlara dikkat çekip ibret almayı sağlarken gelecek içinde ışık olmakta. Nasıl ki İslam güneşi doğduğunda cahiliye adetlerine son vermişse, bugün ve gelecekte de önümüze çıkacak olan değişik türden cahiliye reçetelere karşı yine İslam ışık kaynağını rehber edinerekten hem maddi hem de manevi inkişafımızı gerçekleştirebiliriz pekâlâ. Nasıl gerçekleşmesin ki, Adem (a.s)’dan en son Peygamberimiz (s.a.v)’e gelen süreçte vahy olunan tüm ilahi hükümler insanın yokluk içinde var olması için vardır. Ki, Murâd-ı ilâhinin belirlediği varoluştur bu. İşte bu varoluş gayesi uğruna her kavme peygamber gelmişte. En son nüzul olan İslamiyet’in diğer semavi dinlerden en belirgin farkı belirli bir kavme değil tüm insanlığa gelmiş olmasıdır. Bu yüzden Kur’an’ın doğrudan muhatabı tüm insanlıktır. İnsanlığın görüp görebileceği en son kâmil din ise İslamiyet’tir. Hele ki bu Müberra dinin gereklerine uyulduğunda hem fert bazında, hem toplum bazında, hem de devlet bazında tüm insanlık huzura ermiş olacaktır. O halde daha ne duruyoruz, diriliş muştusu gereği bize düşen İslam ekonomisinin temel ruhunu gerek devlet, gerek toplum, gerekse birey bazında olsun bir bütün olarak insanlığın hafızasına sunmak olmalıdır. Ancak şu da bir gerçek; beşeri münasebetlerin ve sosyal vakıaların hızla geliştiği şu modern çağda ortaya çıkan her meselenin çözümü noktasında Kuran’dan hüküm çıkarmak çokta kolay olmayabiliyor. Bikere Kur’an ansiklopedi değildir, kelam-ı kadim kaynaktır. İlahi kaynaktan hüküm çıkarmak için hiç kuşkusuz ilim gerektirir. Dolayısıyla her okuduğumuz ayetlere ansiklopedik bilgi gözüyle bakamayız. Adı üzerinde kaynak, bu yüzden ansiklopediye muhtaç değildir, bilakis ansiklopedi kaynağa muhtaçtır. Kaldı ki her yeni keşif veya bilgi kaynaktan ilham alarak ancak gün yüzüne çıkabiliyor. Zaten Kuran’ın ışık kaynağı olarak vahy olunmasında ki hikmette her çağ insanının idrak etmeye güç yetireceği kadar algılanıp anlam kazansın diyedir. Böylece ayeti celililerin her devrin insan idrakinin algılayacağı elastiki özelliği sayesinde insanoğlu dogmalaşmaktan kurtulur da. Yani bu demektir ki hangi devirde bulunursak bulunalım ayetlerden ayrıntılı bir şekilde bilgi edinmek ya da hüküm çıkarıp bilgi üretmek bilge şahsiyetlerin ve ulemanın bu uğurda çaba ve gayretine bağlı olaraktan vuku bulabilecek bir durumdur. Çünkü bilgiye ulaşmak define aramak gibidir, kılı kırk yarmadan ilahi kaynaktan bilgi üretmek öyle kolay iş değil elbet. İslam tarihine baktığımızda iyi ki de fıkhi ehl-i sünnet mezheb imamlarımız, itikadi ehlisünnet imamlarımız, ilmiyle amil olmuş rabbani âlimlerimiz ve bilge dehalarımız vardı da, onlardan miras kalan birbirinden eşsiz değerde çağları aşan devasa külliyatlar sayesinde İlahi kaynağın anlaşılmasında pek zorluk yaşamıyoruz. Onlar olmasaydı kim bilir halimiz nice olurdu. Belli ki ana kaynaktan hüküm çıkarmak, ya da yazılı eserler ortaya koymak bizim kapasitemizi aşan bir durum tamamen işin ehli ilmiyle amil olmuş bilge şahsiyetlerin ihtisas alanına giren bir husustur. Bize bu noktada ancak bin bir emekle ortaya konulmuş bilgilerden istifade etmek düşer. İstifade edelim ki hayatta karşılaşacağımız her mesenin üstesinden gelebilelim. Kaldı ki, bilgi toplumunda bilgili olmaya mecburuz da. Aksi halde ne yapacağımız bilemez halde habire bocalar dururuz hep. Baksanıza sosyal, kültürel ve ekonomi alanlar sürekli değişkenlik üzere hızla değişkenlik üzere seyretmekte. Bilhassa ekonomi alanı sınırları da aşan bir boyutta ilerlemektedir. Dünyanın her hangi bir yerinde olağan üstü bir gelişme olsa, bir bakıyorsun piyasalar bir anda dalgalanıp tüm ülkeleri etkisi altına alabiliyor. Dolayısıyla bu gerçeklerden hareketle ekonomiyi değişmez stabil bir alan olarak göremeyiz. Değişim geçirdiği şundan belli ki ekonomi alanının kullandığı alet ve adavetler bile şekilden şekle girebiliyor. Nasıl mı? İşte dünden bugüne bir bakmışsın okka usulü ölçüm, bir bakmışsın el terazisi ölçüm, bir bakmışsın kantar ölçüm, bir bakmışsın hassas terazisi ölçüm, bir bakmışsın dijital ölçüm, bir bakmışsın milimikron ve milimikronunda altında daha nice ölçümlerle karşılaşıp geleceğe uzanmış görürüz. Bu değişikliklerden öyle anlaşılıyor ki madde her zaman ölçülmeye muhtaçtır. Muhtaçlığı şundan besbelli ki ekonomik göstergeler bir kimyasal maddenin ölçümündeki gibi hassas kesin veriler vermeyebiliyor, bu yüzden sürekli verilerin güncellenmesine ihtiyaç vardır. O halde ekonomiyi değişmez kanun olarak değil bilakis bir düşünme biçimi, bir bakış açısı, bir yaşama tekniği aracı olarak görmek gerekir.
İşte görüyorsunuz ekonomi deyip geçmemek gerekir, ekonomi tarihi bize insanlığın geçirmiş olduğu gelişim evrelerine paralel her çağda ekonomiye bakışında değişebileceğini gösteriyor. Kelimenin tam anlamıyla ekonomi tarihi tabiatı işlemekten başlayıp iç ve dış pazarlara uzanan bir sürecin öyküsü bir tarihtir. Dolayısıyla bu öyküde yer alan her bir ekonomi halkası bütünün kendisi değil parçası halkalardır. Yani zincirin tüm halkaları birleştiğinde ancak o zaman ekonomiden söz eder hale gelebiliyoruz. Mesela maddeyi keşfetmekle hammaddeyi işlemek aynı şeyler değil. Keza işlenilmiş maddeyle işlenmiş maddenin pazarlanması da aynı değildir. Aslında her bir birim olan ekonomi çatısı altında dizilmiş alt birimlerdir. Bir başka ifadeyle ekonomik üst birime bağlı zincirin parçaları faaliyetlerdir. Burada önemli olan zincirin üzerinde bulunan her bir halkanın başlangıçtaki hammadde aşamasından tutun da en son maddenin işlenip piyasaya sürülmesi aşamasına kadar ki tam uyumluluğun sağlanması çok mühimdir. Bu uyumluluk sağlanamadığı sürece halkada kopuşların nüksetmesi kaçınılmazdır. Derken her bir ekonomik faaliyet çözümlenmesi zor karmaşık bir tablo olarak yansır. Ancak şu da var ki, ekonomik göstergeler her zaman gerçeği yansıtmayabiliyor da. Bilhassa günümüzde meşru olmayan yollardan uluslararası piyasalara müdahale edilerekten çok rahatlıkla ekonomik göstergelerle oynanabiliniyor. Bu yüzden ekonomik göstergeler tek başına ekonominin seyrini belirleyici unsur olarak görülmez. Zaten göstergeler tek başına belirleyici kriter olarak kabul görseydi üretim faaliyetlerini okumada birbirinden farklı tahmin ve yorumlarla yüzleşmemiz gerekirdi. Hele piyasalar dalgalanmaya bir görsün bu işin uzmanı iktisatçılar işin içinden çıkamayabiliyorlar da. Sanıldığın aksine ekonomi öyle kolay anlaşılır bir alan değil, bu yüzden tek başına ekonomi göstergelerden hareketle ekonominin gidişatını belirlemek eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Ekonomi alanı son derece azami gayret, azami tedbir ve azami dikkat gerektiren bir alan olduğu tartışmasız bir gerçekliktir. Ki, İslam toplumunda tüm dikkat gerektiren gayretler “Tedbiri al takdiri Allah’a bırak” şeklinde ifadelendirilerek karşılık bulur. Bir mümin için “Hiç şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever” (Ali İmran 159) ayetin hükmü kadar “Ey iman edenler tedbirinizi alınız” (Nisa 71) ayetin hükmünü yerine getirmekte çok mühim kulluk görevdir. Dahası İslam’da tedbirle taçlandırılmış tevekkül eylemek esastır. Bu esası neye dayandırıyorsunuz sual edildiğinde, elbette ki bunu Kur’an ayetlerinin sırf ibadetle alakalı ayetlerle sınırlı olmadığından biliyoruz. Daha da ikna edici gelmiyorsa bunu Yüce Allah’ın (c.c) insanı yeryüzünün halifesi ilan ettiğinden biliyoruz. Öyle ki, Yüce Allah (c.c) yaratılışta insanın fıtratına sosyal ve iktisadi hayatı dizayn edecek kodları yüklemişte. İşte bu nedenle İslam’da bir mümin dünyadan el etek çekerekten uzlete çekilip kendini ekonomi ve sosyal hayattan kendini soyutlamasına asla cevaz vermez. Bilakis Şah-ı Nakşibendî (k.s)’ın beyan buyurduğu gibi “El kârda, gönül Yar’da olma”nın yanı sıra hadis-i şerif gereği “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmak” esastır. Madem öyle bir müminin ekonomiye bakışı ve sosyal hayata katkısı bu çerçevede olması lazım gelir. Yani, bir mümin sosyal hayata ve ekonomiye dokunuşu meşru daire içerisinde olmalıdır. Ancak bu dokunuş farklılıkları zorla tek tipleştirmeye yönelik bir dokunuş tarzında olmaması gerekir. Zira Yüce Allah Kur’an’da göklerin ve yerin yaratılışından örnekler vererekten “Renklerinizin, dillerinizin farklı oluşu O’nun ayetlerindendir” (Rum suresi, 22) diye ferman buyurmakta, tabiî ki farklılıkları zenginlik addedeceğiz. Hem kaldı ki insanlar yaratılış kanunu gereği farklı kabiliyette yaratılmışlardır. Bu yüzden realite tam eşitlik kabul etmez, bikere realitede tam eşitlik olsa her şeyden önce beş parmağımızın da beşi bir olması icab ederdi. Görünen köy kılavuz istemez, etrafımıza şöyle baktığımızda kimimiz daha akıllı, kimimiz daha güçlü, kimimizin daha zengin daha zengin olduğu gayet net açık ortada. Bakmayın siz öyle Marksistlerin tam eşitlikten dem vurmalarına, bu tamamen ütopik bir görüştür. Düşünsenize tüm toplumu proleter işçi zümresi olarak eşitlemek hangi akla mantığa sığar ki. Oysa insanoğlu daha ilk yaratılışından itibaren farklı düşünme, farklı sorgulama sahip kabiliyette ki donanımıyla bugünlere gelebilmiştir. İşte bu yüzdendir ki tarihte hiçbir zaman tam eşit toplum modeli sahne alamamıştır. Şayet eşitlikten söz edeceksek İslam’da insanların diline rengine biçimine bakılmaksızın yaratılış kodlarındaki kabiliyet ve yetenekleri ölçüsünce insana fırsat ve imkân eşitliği tanımak asıl eşitlik olarak kabul görür. Bunun dışında bir eşitlikten söz etmek akla ziyan tavır sergilemek olur. Hiç kuşkusuz Yüce Allah’ın kullarını farklı kabiliyetlerde yaratmış olması, kuluna bahşedeceği nimetlerinin paylaşımında imkân ve fırsat eşitliğinden yararlanmasına yönelik bir yaratılıştır. Anlaşılan yaratılış kodlarımız bizi fıtri kabiliyet ve yeteneklerimizi harekete geçirmemize zorlamakta. Rızkı veren Allah amenna, ama bu demek değildir ki fıtri kabiliyetlerimizi hareket geçirmeden herkesle eşit oranda rızka sahip olacağız demektir. Allah’ın vaad ettiği rızıkta asla eksiklik yoktur, bilakis insanın Allah'ın lütfettiği nimetleri imkân ve fırsata dönüştürememe eksikliği söz konusudur.
Peki, onca eksikliklerimiz ortadayken duygu sömürüsü yaparaktan habire eşitlikten dem vuranlara ne demeli. Oysa çağdaş bilim yuvaları olarak addettikleri üniversitelerde bile insan kaynakları, halkla ilişkiler ve iletişim gibi derslerin okutulmasında temel gaye eşit toplum oluşturmak için değil elbet, tam aksine insan kabiliyetlerini açığa çıkarmaya yönelik okutulmakta. Farkında olmadan İslam’ın ta asırlar öncesinde işaret ettiği gerçeği ters yüz ederekten de olsa kim hangi alanda kabiliyetli, kim nerde ne iş yapar, kim müzisyen, kim sanatkâr olur bunun uğraşını veriyorlar. İyi hoşta, adama demezler mi tam eşitlik bunun neresinde? Aman Allah’ım bu ne yaman çelişkidir ki; kendi sözlerini üniversitelerde okuttukları ders kitaplarıyla, kurdukları psikolojik akıl danışmanlık merkezleri ve rehabilitasyon merkezleri aracılığıyla yemiş oluyorlar.
Belki bu tespitlerimizden komünistler rahatsız olacaklar ama gerçeği söylemekte bir kez daha fayda var; üniversitelerde bu okutulan ders müfredatı tam eşitliğin ‘eşitsizlik’ olduğunu dile getiren derslerdir. Dahası asırlar öncesinde İslam’ın dile getirdiği hususları teyit eden eden derslerdir. Zaten İslam’ın bu öngörüsünü teyit etmeseler de hem Allah’ın mülkünü eşitlemeye kalkışmak kimin haddine. İslam’da mutlak manada mülk Allah’ındır, insanların sahip oldukları mülk sadece emanete sahip çıkma anlamında bir mülktür. Edindiğimiz malların emanet olduğu o kadar net ki, öldüğümüzde beraberimizde kara toprağa götüremiyoruz, dünyalık olduğu için dünyada kalmaktadır. Kaldı ki dünyanın kendisi de emanet bir mülktür, kıyamet koptuğunda bu mülkte yerle yeksan olacaktır. Böylece kıyametin kopuşuyla birlikte dünya fani, ahret beka yurdudur gerçeğini ve yegâne mülk sahibinin sadece Allah olduğunu cümle âlem görmüş olacaktır. Gönül isterdi ki insanların kahır ekseriyeti feraset sahibi olsaydı da kıyamet kopmadan bu gerçeği fark etmiş olsalardı. Ne var ki feraset sahibi olmak ancak mümin olana has bir özelliktir. Nitekim Allah Resulü bu hususta iç gözü kapalı maddenin esiri olmuş çevreleri bu hususta; “Müminin ferasetinden sakının” beyanıyla uyarmış da.
Evet, beşeri planda edinilen mülk sadece gölge mesabesinde bir mülktür, baki olan Allah'tır. Öyle ki, Yüce Allah (c.c) halk ettiği mülkünden sadece insan bazında değil sektör bazında da istifade etme hakkı vermiştir. Bu demektir ki ister devlet sektörü mülk olsun, ister özel sektörü mülk olsun isterse şahsi mülk olsun hiç fark etmez hepsine mülkünden istifade hakkı ve yetkisi verilmiştir. Ancak bir şartla, Allah mülkünü meşru ve helal daire içerisinde kullanmak kaydıyla. Zira Allah insanlara nimetlerini har vurup harman savuraraktan istifade etsin diye bahşetmiş etmiş değildir, bilakis tüm bahşedilen nimetler Mutlak Mülk Sahibinin hakkını vermek için verilmiş nimetlerdir. Hakeza mirasta mülkün devam ettirilmesine yönelik bir haktır. Çünkü bu noktada da meşru miras malına sahip çıkmak bir anlamda gerçek mülk sahibi Allah tarafından verilen emanete sahip çıkmak demektir.
Hazır sektörel bazda mülkiyetlerden söz etmişken, İslam’ın meseleye bakışını karınca kaderince ele almakta fayda var. Malumunuz Müberra dinimizde kamu yararını ihlal etmemek kaydıyla özel mülkiyet edinme hakkı caizdir. Devlet mülkiyeti de keza öyledir, ancak devletten kendi mülkü üzerinde yürüteceği tüm iktisadi faaliyetlerde tebaanın hayrını gözetmek şartı aranır, sonuçta devlet halkı için vardır. Anlaşılan o ki; ister devlet, ister birey, ister özel sektör olsun fark etmez tüm sektörler helal daire içerisinde yürütecekleri tüm ekonomik faaliyetler tek sektörlü ekonomik modele indirgenemez. Her bir sektör birbirlerinin haklarını ihlal etmeksizin her bir sektörün helal kazanç kapıları ardına kadar açılır da. İslam’da asla kapitalizmde olduğu gibi sınırsız kazanç ve ihtiraslar kabul görmez. Bakın İslam’da zekât müeyyidesinden maksat sadece fakirlere yardım etmek ya da malın kirini temizlemeye yönelik bir hüküm değil, bunun yanı sıra tekelci oluşumlara, sınırsız kazanç ve ihtiraslara son vermeye yönelikte bir dini hükümdür. Böylece bu hüküm sayesinde bir yandan zenginin malında fakirinde hakkı olduğu bilincinden hareketle malın kiri temizlenmiş olurken öte yandan da sınırsız kazancın önüne geçilerekten ekonominin dinamik dengeleri yerli yerine oturtulmuş olur. Kelimenin tam anlamıyla zekât hem dini bir vecibe, hem ekonomik faaliyet, hem de sosyal adalet müessesesidir.
Peki ya faiz? Bikere adı üzerinde faiz, zekâtın tam zıddı bir aksiyondur, yani ekonomik bunalımların ve sosyal huzursuzlukların baş müsebbibi bir çıbandır. İşte Yüce Allah (c.c) bu nedenle kullarına ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Dahası Yüce Allah faizi haram kılmakla kullarını üretime ve yatırıma teşvik etmiştir. Faiz aynı zamanda kula kul olmanın adı bir sistemdir. Böylesi ur bir sistem girişimcinin yatırım yapma hevesini boşa çıkardığı gibi alın teri dökmeden bedavadan para kazanmaya alışmış bir takım rant çevrelerin tekelleşmesini, kartelleşmesini, holdingleşmesini, tröstleşmesini de tetikleyen bir sistemdir. İslam’da tekelleşme, kara para, ihtikâr, karaborsa ve faiz gibi birçok toplum dengesini sarsacak ekonomik faaliyetlere geçit verilmediği gibi ta baştan haram olarak hükme bağlanmışta. İslam’ da sadece toplumun hayrına olacak girişimlere destek vardır. İslam ne 'bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler' şeklinde başıboşluğu metod edinmiş kapitalist modele benzer, ne devleti putlaştıran faşist modele benzer, ne de birey mülkiyetini yok sayan komünist modele benzer. Bilakis İslam’da ister devlet sektörü, ister millet sektörü, ister özel sektör olsun hiç fark etmez tüm sektörler Allah’ın mülkünü meşru ve helal dairesi içerisinde halkın hizmetine sundukları sürece kabul görürler. İşte bu noktada “Halka hizmet hakka hizmettir” sözü anlam kazanır da. Yeter ki gerçek mülk sahibinin Allah olduğu bilinciyle üretim yapılsın tüm sektörler baş tacı edilir de. Düşünsenize “ben siftah yaptım, diğer alışverişi de yan komşumdan al” diyen bir anlayışın hâkim olduğu bir ekonomi modelinin hayata geçtiğini, elbette böylesi bir modelde:
-Topyekûn suni putların hegemonyasından kurtulup gerçek manada ekonomik bağımsızlığımıza kavuşmak vardır.
-Aynı atadan, yani Âdem (a.s)’ın zürriyetinden geldiğimizin idrakiyle insanı Allah’ın mukaddes emaneti olarak görmek vardır.
-Bilhassa Cuma vaktinde zengin, yoksul, halife, çoban vs. cümbür cemaat aynı safta omuz omuza namaza durup kardeş olmak vardır.
- Yine bilhassa Ramazan’da aynı sofrada zengin fakir ayırmaksızın birlikte iftar açmak vardır.
- Hakeza Hac’da diller renkler tek yürek olup Arafat’ta hacı olmak vardır.
İşte bu ve buna benzer örneklerden hareketle Müberra dinimiz İslamiyet nedir denildiğinde, verilecek cevapta “Her kim ki kelime-i tevhid getirir Allah indinde halifeyi dilenciye eşit kılan sistemin adıdır” dersek yeridir. Anlaşılan üstünlük ne zenginlikte, ne fiziki güzellikte, ne makamda, ne de mevkidedir, üstünlük Peygamberimizin (s.a.v) beyan buyurduğu veçhiyle takvada gizlidir. Maalesef takva gerçeğinden bihaber insanlıktan nasibini almamış ‘izm’lere kendini kaptırmış bir takım aklı evvel ideologlar gönül bağladıkları hangi ideolojiye mensupsalar bir bakıyorsun insanı:
- Kapitalizm ideolojisine göre birkaç patronun insafına,
-Faşizm ideolojisine göre tabulaştırılmış devlet putunun insafına,
-Komünizm ideolojisine göre de sözde işçi sınıfının emrine aslında uygulamada birkaç parti politbüro üyesinin insafına terk ederekten adeta ahtapotun kolları arasına atıp heba olmasına çanak tutabiliyorlar. Bu nasıl bir insanlık anlayışı ise tekelcilik, kara borsa, faiz gibi faaliyetler özgürlük kılıfı altında meşru gösterilip insanların kanının emilmesine ve sömürülmesine göz yumulabiliniyor. Elbette ki böyle bir tablo karşısında bir müminin seyirci kalması düşünülemez. İlla ki Peygamber (s.a.v) buyruğu gereği; bir yerde kötülük gördüğünüz zaman elinizle, elinizle gücünüz yetmiyorsa dilinizle, dilinizle de gücü yetmiyorsa kalbinizle buğz ederek tepkisini ortaya koyacaktır. Şayet Müslümanlar bu insani hassasiyetlerini yitirmeksizin gerçek mülk sahibinin Allah olduğu bilinciyle hareket ettikleri müddetçe bu cihanda tek hâkimi mutlak gücün para değil tek hâkimi mutlak gücün Allah olduğu gerçeğini Yüce Allah (c.c) Kur’an’da vaad ettiği üzere nurunu tamamladığında görülecektir elbet, buna inancımız tam da.
Devlet başkanının idari mekanizmanın en tepe noktasında bulunuyor olması demek onun ‘astığım astık, kestiğim kestik’ şeklinde ben her şeyi yaparım yetkiye haiz güç devşirmesi anlamında bir başkanlık değildir, bilakis ilahi hükümleri uygulamakla mükellef başkanlıktır bu. Kaldı ki “Güç benimse kanunda benim” anlayışı orta çağ zihniyeti bir sığ düşüncedir.
Peki, ya halkın konumu? Malumunuz halk idare edilen konumda olması hasebiyle yöneticisine itaat etmekle mükelleftir. Yeter ki, idarenin başında ki Ulu’l-emr Allah ve Resulünün belirlediği istikamet üzere hareket etsin böylesi kıymet değer idareciye itaat etmek müminlerin üzerine vaciptir zaten. Nitekim Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a) halife olarak görev üstlendiğinde “Allah’a ve Peygamberine itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Onların yolundan ayrılırsam sizden baş eğmenizi istemeye hakkım yoktur” beyanında bulunması bunu teyit ediyor. Ama gel gör ki ümmet olarak geldiğimiz noktada Ebu Bekir Sıddık (r.a) hassasiyetinde ortada ne doğru dürüst elde avuçta tutulur bir idarecimiz var ne de ortada bu bilinç doğrultusunda devlet başkanına itaat edecek sahabe hassasiyetinde halk vardır. Allah ve Resulü hakikatlerine bağlılık noktasında aşınmalara yelken açılırsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Baksanıza değneğin her iki ucu da kirlenmiş durumda, hem idareci bazında hem de halk bazında tam bir yozlaşmışlık söz konusudur. Dahası hem tavanda hem de tabanda maddi ihtiraslar, gösteriş tutkunluğu zirve yapmış durumda. Tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor. Ah şöyle bir titreyip aslımıza bir dönüverebilsek bak o zaman vahşi kapitalizmin içimize attığı tüketim çılgınlığından kaynaklı bunalımlardan kurtulmamız an meselesidir diyebiliriz. Diriliş muştusu için mutlaka yeniden Kur’an’ın çağrısına kulak kabartmamız gerekir. Zira Yüce Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: “Ey İnsanlar! Yerdeki şeylerden, helal ve temiz olmak şartıyla, yeyin...” beyanıyla tamda çağın hastalığına, yani tüketim çılgınlığına kapılmamaya çağrı yapmakta. Belli ki bu sıradan bir çağrı değil, bilhassa bu çağrıda özel mülkiyetinde üstüne alması gereken mesajlar vardır. Nitekim fıkıh kitapları taradığımızda verilen o mesajın ne anlama geldiğini şu şekilde ortaya konulduğunu görürüz:
-Malın üretiminde üretici neyi satabiliyorsa onu üretme esasına dikkat edilmesi,
- Kazanılan malın nisap miktarını aşmışsa zekâtını ödeme şartı,
-Kamu yararının gözetilmesi,
- Kazanılan malın helal yoldan kazanma şartı,
- Kullanılan mülkün israf edilmemesi,
-Miras hukukuna riayet edilmesi gibi kurallar.
Elbette ki bu kurallara riayet eden özel sektörün ismi cismi ne olursa olsun baş tacı edilir de. Bakınız bu hususta Peygamberimiz (s.a.v) şöyle der: “Kimseye ait olmayan bir toprağı elde eden bir kişi, üç yıl mülkiyetinde kıldığı halde onu uygun olarak işlememişse mülkiyet hakkını yitirecektir.” İşte görüyorsunuz Peygamberimiz (s.a.v) tüm insanlığa ekonomik kayıpların önüne geçmenin mesajını verirken, kendilerini tüketim çılgınlığına kaptırmış burjuva patronları ise adeta malın tanrısıyız mesajını vermekteler habire. Onlar (hâşâ) kendilerini malın tanrısı sana dursunlar, bizim açımızdan servetin tüm toplum kesimlerine yayılması esastır. Nitekim Yüce Allah Kur’an-ı Muciz'ül Beyanda bu hususta kullarını şöyle uyarır da: “Tâ ki o mallar, sizden yalnız zenginler arasında dolaşır bir servet olmasın.” (Haşr suresi 7)
Evet, ayet gayet net açık bir şekilde sermayenin tek elde toplanmasının aksine servetin tabana yayılmasını vurguluyor. Hatta İslam’da tekelleşmenin önüne geçmek için de ayrıca gelir getiren makine, banknot, çek, ticari gelir, kira vs. her ne emtia varsa hepsi zekâta tabiidir. Böylece zekâtla birlikte gerçek manada toplumun refahı sağlanmış olur. Zira mal, sadece seçkin zümreye tahsis edilmiş bir eder (getiri) değildir, unutmayalım ki o malda tüm tüyü bitmemiş yetimlerinde hakkı vardır. Belli ki Yüce Mevla’mız yarattığı kullarından emek sermaye ilişkisinin denge içerisinde yürütülmesini murad etmektedir. Bir başka ifadeyle Yüce Allah bizden ne sermayenin emeği egemenlik altına alıp sömürmesini murad eder, ne de sermayenin ortadan kalkmasını. Bilakis herkesimin imkân ve kabiliyetleri ölçüsünce ekonomik katılımını diler. Bu arada Peygamberimiz (s.a.v)’in zikrettiği “İşçinin alın teri kurumadan hakkını veriniz” hadis-i şerifi işçi işveren arasında buzları eriten bir ferman olmanın ötesinde emek sermaye dengesini sağlamaya yönelik bir mesajdır. Hakeza Peygamber kavlince zikredilen “En iyi kazanç, işine özen gösteren ve işverene saygı ile bakan işçinin elde ettiğidir” hadis-i şerifde emek sermaye dengesini gözeten bir mesajdır.
İslam’da değil insana, üretim araçlarına da bir başka açıdan değer verilir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, İslam’da eşyanın bile hukuku vardır. Aynen öyle de İslam’da üretim araçlarının çöp yığınlarına dönüştürülmesi hoş karşılanmaz, bilakis tam bir çevre hassasiyeti duyarlılığıyla verim ekonomisine dönüştürülmesi kabul görür. Kâinatta her ne yaratılmışsa, biliniz ki çöp yığınına dönüştürülsün diye yaratılmış değildir. Dolayısıyla artık maddeleri çöp diye nitelendirip çevreyi kirletemeyiz, mutlaka bu gübre olur, enerji olur, ekmek paparası olur, şu olur, bu olur mutlaka değerlendirilmesi icab eder. Hakeza insan kaynağı da bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir husustur. Yani bu noktada liyakat ölçüsünü esas alıp insan kabiliyetlerinin açığa çıkarılması lazım gelir. Zaten “İşi ehline veriniz” emri ilahisi bunu gerektirir. Aksi halde işin ehli olan insanları beyin göçü denen hadiseyle birlikte yaban ellere teslim etmiş oluruz.
Gerçekten de israf ekonomisi yerine insana insan olmanın erdemliliğini yaşatacak verim ekonomisini ikame etmek istiyorsak, sadece yatırımlara hız kazandırmak yetmez, faizsiz bir sisteme de ihtiyaç vardır. Zira faiz politikaların esas alındığı sistemlerde iş, ekmek, adalet ve mali hürriyetten asla bahsedilemez. İşte tamda bu noktada verim ekonomisini “Allah (c.c) ticareti helâl, faizi haram kıldı” hükmünün tatbikine yönelik diyebileceğimiz iş, ekmek, adalet ve mal mülk edinme hürriyetine susamış kitlelerin umut ışığı bir sistem olarak meşru görürüz de. Hatta bu arada ekonomiye canlılık katacağını düşündüğümüz helal daire içerisinde yapılacak her türlü ticari ortaklık ve kooperatifçilik gibi girişimleri de aynı verimlilik kabilinden meşru addederiz. Hakeza vahşi rekabetin dışında hizmette yarışı esas alan serbest piyasa ekonomisini, halka efendi olmayı değil hizmetkârlığı şiar edinen devlet ekonomisini, işverenle çalışan arasında karşılıklı çalışma barışının sağlandığı özel sektör ağırlıklı ekonomiyi ve halkın kendi aralarında helal daire içerisinde kuracakları millet sektörlü ekonomiyi de meşru görürüz. Kelimenin tam anlamıyla ister adına ister devlet ekonomisi, ister karma ekonomi, isterse serbest piyasa ekonomisi denilsin kendilerine halka hizmeti şiar edindikleri sürece, insanı insana ve insanı eşyanın kölesi yapmadıkça, karaborsaya ve faize geçit verilmediği takdirde güdülen her türlü ekonomik model bizim kabulümüzdür. Hatta helal dairesi içerisinde cari açık vermeyecek ithalat ve ihracat dengeleri gözetilerekten küresel boyutta yapılacak ekonomik politikalarda ki hüsnü bakışımız da buna dâhildir. Yeter ki güdülen her ekonomi politikalar İslam’ın meşru gördüğü helal dairesi çerçevesinde gerçekleşecek olan ticari organizasyonlara aykırılık teşkil etmesin asla dışlamayız.
Hazır son tahlilde küresellikten söz etmişken sanmayın ki gümrük vergisi batı patentli bir uygulama, bilakis bu uygulamanın ilk kaynağı da biziz. Nasıl mı? İşte Hz. Ömer (r.a)’ın halifeliği döneminde Müslümanlarla ticaret yapan ülkelerden ilk gümrük vergisi alma uygulaması bunun en bariz delilidir. Düşünsenize o dönemde Ebu Musa el Eş’ari (r.a) böylesi vergi alma usulünü tatbik ettiğinde büyük bir dirençle karşılaşmış da. Tabii durum vaziyet Hz. Ömer (r.anh)’a intikal ettiğinde asla geri adım atmaz. Tam aksine üzerine üzerine gidip Müslümanlardan alınan vergiye denk gelebilecek bu harcın harbilerden da alınması yönünde ki uygulamasını nihai karara bağlar da. Derken bu alınan bu nihai kararla birlikte bundan böyle söz konusu gümrük harcı %10 olarak uygulanır. Malumunuz İslam’ın daha sonraki gelişme çağlarında ise Halife Hz. Ömer (r.a)’ın uygulamalarından ilhamla bu vergi Müslümanlardan %2,5, gayrimüslimlerden %5 şeklinde kural hale gelir. İşte görüyorsunuz ister adına gümrük işbirliği denilsin ister gümrük vergisi hiç fark etmez sonuçta bu uygulama Hz. Ömer (r.a) dönemine ait bir kural olarak karşımıza çıkmaktadır.
Velhasıl-ı kelam, bizim kabulümüz tüketim çılgınlığı ve sarhoşluğu içerisinde insanı nefsine köle kılıp insanlıktan çıkaran israf ekonomisi değil, maddi ve manevi sütunlar üzerine kurulu insana insan olmanın erdemliliğini yaşatacak olan verim ekonomisi kabulümüzdür.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/islm-ve-ekono ... ,4446.html
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön