İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Rasulullah (sav) Efendimizin örnek kişiliği, hayatı ve davranışları.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

IV. GUSÜL.:

Sözlükte gusül (gasl ve gusl) “bir şeyi su ile yıkamayı”, fıkıh ilminde ise “bütün vücudun temiz su ile yıkanması şeklinde yapılan hükmî temizlik işlemi”ni ifâde eder. Fıkıhta abdeste küçük temizlik, abdest almayı gerektiren hallere küçük kirlilik (hades-i asgar), gusle büyük temizlik, guslü gerektiren hallere de büyük kirlilik (hades-i ekber) denilir. Guslün Türkçe'deki bir başka adı da boy abdestidir. Kur’ÂN'da “Eğer cünüb iseniz iyice temizlenin”


أَلَمْ يَرَوْاْ كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍ مَّكَّنَّاهُمْ فِي الأَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّن لَّكُمْ وَأَرْسَلْنَا السَّمَاء عَلَيْهِم مِّدْرَارًا وَجَعَلْنَا الأَنْهَارَ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُم بِذُنُوبِهِمْ وَأَنْشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ
Resim---“Namaza kalktığınız zaman yüzlerinize ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın ve başlarınıza meshedin ve ayaklarınızı da topuklarınıza kadar yıkayın. Eğer cünüb iseniz o taktirde iyice yıkanıp temizlenin (boy abdesti alın). Eğer hasta veya yolcu iseniz veya biriniz tuvâletten gelmişse veya kadınlara dokunmuş (temas etmiş) ise, eğer su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin. Ve de ondan yüzlerinize ve ellerinize mesh edin, (sürün). ALLAH size güçlük çıkarmak istemez, sizi temizlemek ve sizin üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Umulur ki böylece siz şükredersiniz.” (Mâide 5/6)

Buyurularak cünüblük halinden kurtulmak için guslün gerekliliği bildirilmiş, ayrıca hayzın (ay hali) kadınlar için mâzeret hali olduğu belirtilerek gusledip temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişki kurulması yasaklanmıştır..


وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُواْ النِّسَاء فِي الْمَحِيضِ وَلاَ تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّىَ يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ
Resim---“Sana hayz halinden (kadınların belirli günlerinden) soruyorlar. De ki: “O bir ezadır. Bu yüzden hayz zamanında (belirli günlerinde) kadınlardan (cinsel olarak) uzak durun ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman ise artık Allah'ın emrettiği yerden onlarla biraraya gelin. Muhakkak ki Allah, tevvabin olanları (tövbe edenleri) sever ve temizlenenleri sever.” (Bakara 2/222)

Cünüblük hali ile kadınların hayız ve nifâs kanlarının kesilmesi halinde guslün gerekli olduğu ve bunun nasıl yapılması gerektiği hususuna Peygamber aleyhisselâm’ın söz ve uygulamaları da önemli açıklamalar getirmiştir. Abdest gibi gusül de esasen hükmî-dinî temizlenme ve arınma vasıtasıdır. Böyle olmakla birlikte bunların maddî temizlenmeyi de sağladığı, ayrıca birçok tıbbî yararlar içerdiği de inkâr edilemez. Guslün insan sağlığı açısından önemi ve yararı Doğulu ve Batılı ilim adamlarınca ayrı ayrı dile getirilmiş, boy abdesti temizliği müslüman milletlerin belirgin özelliği, İslâm medeniyetinin beden temizliğine ve sağlığına verdiği önemin âdeta simgesi olmuştur. Gusül ile, hayız, nifâs ve cünüblük halinin vücutta bırakabileceği maddî bir kalıntı ve bulaşıklar iyice temizlenmiş olur. Ayrıca gusül, cünüblük halinin vücutta yol açacağı yorgunluk ve gevşekliği giderme, bedende yeni bir denge kurma, kan dolaşımını düzene koyma ve kişiyi hükmî kirlilikten kurtararak ibâdet atmosferine hazırlama gibi beden ve ruh sağlığı açısından birçok yararı içinde barındırır. Buna ilâve olarak, bilinebilen veyâ bilinemeyen birçok hikmet ve fayda taşıdığı inancıyla ALLAH’ın bu emrini yerine getiren mü’min ALLAH’a kayıtsız şartsız itaat etmenin haz ve sevâbına kavuşur.

A-) GUSLÜ GEREKTİREN DURUMLAR.:

Esasen hükmî-dinî temizlenme ve arınma vasıtası olan guslün sebebi hükmî kirliliktir. Bu sebeple hükmî kirlilik hali sayılan cünüblük, hayız ve nifâs halleri guslü gerektiren üç temel sebeptir. Ancak bu üç durumun dinî literatürde büyük kirlilik olarak anılması, bu durumdaki kimselerin dinen necis sayıldığı anlamına gelmez. Mü’min necis olmaz. Hatta “müşriklerin necis olduğu” meâlindeki âyet de onların hükmî kirliliklerine işâret olarak anlaşılmıştır..


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلاَ يَقْرَبُواْ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ إِن شَاء إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Resim---“Ey iman edenler! Müşrikler sadece bir necistir (pisliktir). Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Ve eğer yoksulluktan korkarsanız, ALLAH şâyet dilerse (Kendi) fazlından sizi yakında zenginleştirecektir. Muhakkak ki ALLAH; ALÎM'dir, HAKÎM'dir.” (Tevbe 9/28)

Bu sebepledir ki, cünüb olan, hayız ve nifâs gören kimselerin hükmî kirliliği, onların namaz, tilâvet secdesi, Kâbe'yi tavaf, Kur’ÂN'ı eline alma ve Kur’ÂN okuma, mescide girme gibi belirli ibâdetleri veyâ ibâdetle yakından ilgili fiilleri yapmak için gerekli ruhî ve mânevî hazırlığa sâhib olmadıkları anlamına gelir. Bundan dolayı cünüb kimsenin oruca devam etmesi veyâ namaz vaktine kadar yıkanmayı geciktirmesi günah sayılmayıp namazın kılınabileceği son vakit öncesinde gusletmesi farz görülmüştür. Diğer bir anlatımla gusül, hükmî kirliliği sona erdirip belirli ibâdetleri yapmayı mümkün hale getiren bir hükmî temizlenme usulünden ibârettir.

a-) CünübLük.:
Fıkıh dilinde cünüblük (=cenâbet), cinsî münâsebet veyâ şehvetle meninin gelmesi (inzâl) sebepleriyle meydana gelen ve belirli ibâdetlerin yapılmasına engel olan hükmî kirlilik halinin adıdır. Meni gelsin veyâ gelmesin cinsî münâsebet sonunda kadın da erkek de cünüb olur. Cünüblüğe yol açan cinsî münâsebetin ölçüsü ve başlangıç sınırı, erkeklik organının sünnet kısmının girmiş olmasıdır. Erkek veyâ kadından şehvetle (cinsî zevk vererek) meninin gelmesi cünüblüğün ikinci sebebidir. Meninin uyku halinde veyâ uyanıkken, iradî ya da gayri iradî gelmesi sonucu değiştirmez. Şâfiîler hariç fâkihlerin çoğunluğu, cünüblük için meninin şehvetle gelmesini şart gördüklerinden, ağır kaldırma, düşme, hastalık gibi sebeplerle meninin gelmesini cünüblük sebebi saymazlar. Uyandığında ihtilâm olduğunu hatırlamamakla birlikte elbisesinde meni bulaşığı gören kimsenin gusletmesi gerekir. Buna karşılık ihtilâm olduğunu hatırladığı halde elbisesinde böyle bir iz görmeyen kimsenin ise gusletmesi gerekmez. Cünüb olan kimsenin farz veyâ nâfile herhangi bir namaz kılması, tilâvet secdesi yapması, Kâbe'yi tavaf etmesi, Mushaf'ı eline alması, câmiye girmesi ve orada bulunması câiz görülmez. Bu kimseler duâ ve zikir maksadıyla besmele çekip Fâtiha, İhlâs, Âyetü'l-kürsî gibi sûre ve âyetleri okuyabilirler. Cünüb kimsenin bu halini herhangi bir farz namazın ifâsı vaktine kadar geciktirmesi ve bu arada yeme içme de dahil beşerî ve sosyal faaliyetlerini sürdürmesi fıkhen câiz ise de bir an önce cünüblükten kurtulması, bunun için de ilk fırsatta boy abdesti alması, değilse cinsel organını, el ve ağzını yıkaması tavsiye edilmiştir.

b-) Hayız ve Nifâs.:
Hayız (ay başı) ve nifâs (loğusalık) kanlarının kesilmesiyle veyâ bu iki hal için öngörülen âzami sürelerin dolmasıyla gusül gerekli olur. Bu sûreyi aşan kanamalar özür hali (istihâze) sayıldığından bu tür kanamanın sona ermesi halinde gusül gerekmez. Hayız ve nifâs halindeki kadının hükmü cünüb kimseninki gibidir. Ayrıca bu durumdaki kadınların cinsel ilişkide bulunması haramdır, oruç tutması da câiz değildir. Kadınlara mahsus haller ve bunların fıkhî hükmü aşağıda anlatılacaktır. Fâkihlerin çoğunluğuna göre, müslümanın cenâzesinin –şehid hükmüne tâbi olanlar hariç– yıkanması gerekir ve bu görev geride kalanlar için cenâze namazı gibi farz-ı kifâye cinsinden bir dinî sorumluluktur. Bu yıkama bir yönüyle o müslümanın cünüb olarak ölmesi ihtimaline karşı bir tedbir mâhiyetinde ise de esasen İslâm'ın insana verdiği değerin, müslüman olarak yaşamış bir kimseye karşı gösterilen sevgi ve saygının bir ifâdesidir. Yeni müslüman olmuş bir kimsenin sırf bu sebeple gusletmesi Mâlikî ve Hanbelî fâkihlerine göre vâcib, Hanefî ve Şâfiîler'e göre ise mendub bir davranıştır. Cünüb ise gusletmesinin gerekliliğinde ittifâk vardır. İslâm Dinine giren kimsenin bu sebeple guslü, geride kalan mânevî kirlilikten ve günahlardan arınıp yeni bir hayata tertemiz başlangıç anlamını taşır. Yukarıda sayılanlara ilâve olarak cuma ve bayram namazları öncesinde, hac veyâ umre niyetiyle ihrama girerken ve Arafat'ta vakfe için gusletmek sünnet, cenâze yıkama, kan aldırma, Mekke ve Medine'ye girme, Berat ve Kadir gecelerini ihya etmeyi isteme, bir toplantıya katılma, yeni elbise giyme, bir günahtan tövbe etme gibi çeşitli sebep ve durumlarda gusletmek de müstehab görülmüştür.

B-) GUSLÜN FARZLARI.:

Gusül, ilgili âyette de (Mâide 5/6) işâret edildiği gibi bütün vücudun kuru bir yer kalmayacak şekilde tamamen yıkanmasından ibârettir. Bunda bütün fâkihlerin ittifâkı vardır. Ancak Hanefî ve Hanbelî Mezhebinde ağız ve burnun içi gusülde bedenin dış kısmından sayılmıştır. Böyle olunca guslün; ağza su almak (mazmaza), burna su çekmek (istinşak) ve bütün vücudu yıkamak şeklinde üç farzından söz edilir. Mâlikî ve Şâfiîler ile Şîa'dan Ca’ferîler'e göre ağız ve burnun içini yıkamak sünnettir. Gusülde niyet Hanefîler'e göre sünnet, diğer mezheblere göre farzdır. Mâlikîler'e göre vücudu ovalamak ve gusül işlemlerinin arasını açmamak da guslün farzlarındandır. Gusül mutlak su denilen nehir, pınar, kuyu, deniz, kaynak ve yağmur suları ile yapılır. Saç, sakal, bıyık ve kaşların yıkanıp diplerine suyun ulaşması, kadınların örgülü olmayan saçlarını yıkamaları ve saç diplerine suyun ulaşması gerekir. Örgülü saçın çözülmesi şart olmayıp sadece diplerine suyun ulaştırılması yeterli olur. Hanbelîler hayız ve nifâs sebebiyle gusül için örgünün çözülüp saçın yıkanmasını gerekli görür. Gusül esnasında, bedendeki yara üzerinde sargı varsa bakılır; şâyet yıkama yara için zararlı olmayacaksa sargı çözülüp yıkanır, değilse sargı üzerine meshedilir. İlmihal türü kitablarda yer alan, boy abdesti alan kimsenin vücudunda iğnenin deliği kadar kuru yer kalmaması tavsiyesi gerçek mânâda değil, vücudun su ile iyice yıkanması gerektiği şeklinde anlaşılmalıdır. Diş dolgusu ve kaplama, ayrıca deri üzerinde olup suyun deriyle temâsını önleyen ve izâlesinde de güçlük bulunan boya ve benzeri maddeler, yukarıda da açıklandığı üzere gusle mani değildir. Bu sebeple vücudun maddî temizliğini imkân ölçüsünde ve sabun kullanarak yaptıktan sonra deri üzerinde kalıp suyun deriye ulaşmasına mani olan boya, hamur gibi maddeler guslün sıhhatine engel olmaz. Diş dolgu ve kaplaması da böyledir.

C-) GUSLÜN SÜNNETLERİ ve ÂDÂBI.:

Bu ibâdeti oluşturan fiillerden hangilerinin farz veyâ vâcib, hangilerinin sünnet ve âdâb olduğu konusunda fâkihlerin görüş ayrılığına düşmesinin sebebi, Peygamber aleyhisselâm’ın sahâbeye ibâdetleri, hangi alt fiilin farz veyâ adâb, emredilmiş veyâ tavsiye edilmiş olduğu açıklama ve ayırımını yapmaksızın bütün halinde uygulayarak ve fiilen örnek olarak göstermiş, sahâbenin de ibâdetleri Peygamber aleyhisselâm’dan gördüğü ve öğrendiği şekilde yapmaya çalışmış olmasıdır. Daha sonraki dönemde fâkihler bu rivâyet ve bilgileri inceleyip hangi fiilin o ibâdetin ana unsuru, hangilerinin de tavsiye edilen fiiller olduğunu belirlemeye çalışmışlardır. Bu durum, bir ibâdetin farz ve sünnetleri konusunda fâkihlerin farklı sonuçlara varmasını kaçınılmaz kılmıştır. Böyle olunca ibâdetlerin ifâsı, bir Mezhebin belirlediği farz çizgisinin altına düşmediği müddetçe kişiyi prensip olarak sorumluluktan kurtarırsa da, madem ki ibâdetler ALLAH’ın rızâsını kazanmak, ona kulluğumuzu ve bağlılığımızı en iyi şekilde arzetmek için yapılır, o halde ibâdetlerin mümkün olduğu ölçüde bütün farz, sünnet ve âdâbıyla yapılması gerekir. Gusle besmele ve niyet ile başlamak, öncelikle elleri ve avret yerini yıkamak, bedenin herhangi bir yerinde kir ve pislik varsa onu gidermek, sonra namaz abdesti gibi abdest almak, fakat su birikintisi varsa ayakların yıkanmasını sona bırakmak, abdestten sonra önce üç defa başa, sonra sağ, sonra sol omuza su dökmek, sonra diğer uzuvları yıkamak, her defasında bedeni iyi ovuşturmak, her âzayı üçer defa yıkamak, suyun kullanımında aşırı davranmamak, avret yerlerini örterek yıkanmak, gusül esnasında konuşmamak, gusülden sonra çabucak giyinmek guslün belli başlı sünnet ve âdâbındandır. Abdestin âdâbı sayılan diğer güzel davranışlar gusül için de geçerlidir. Müslümanın kaplıca, yüzme havuzu, hamam gibi umuma açık yerlerde yıkanırken avret yerlerini örtmede titizlik göstermesi, başkasının açılan avret yerlerinden gözünü sakındırması, ayrıca bu yerlerde sağlık ve temizlik kurallarına da âzami ölçüde uyması gerekir. Peygamber aleyhisselâm hamama bir örtü ile girilmesini emretmiş, avret yerlerini açarak veyâ çıplak yıkanan kimselere meleklerin lânet edeceğini haber vermiştir.. (Ebû Dâvûd, “Hammâm”, 2-3; Nesâî, “Gusl”, 2).

İslâm bilginlerinden hamama gitmeyi doğru bulmayanlar da dönemlerinde hamamlardaki açıklık ve hayasızlıktan şikâyetçi oldukları için bir bakıma tepkisel davranıp karşı tedbir almaya çalışmışlardır. Hadislerde ve fıkıh kitablarında bu konuda dile getirilen kaygı ve sakıncalar, o dönemde insanların örtünmeye ve edebe dikkat etmeksizin fütursuzca soyunup yıkandığı hamamların komşu ülke ve bölgelerde yaygın olması, aynı âdetin müslümanlar arasında da yayılma istidadı göstermesi sebebiyledir. Bu tehlike ve sakıncanın bulunmadığı dönemlerde hamamlar ve umumi temizlik mahalleri İslâm'ın temizliğe verdiği önemîn bir yansıması olarak İslâm toplumunda giderek yaygınlaşmış, neticede bu eserler İslâm medeniyet ve mimarisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

V. TEYEMMÜM.:

Sözlükte “bir işe yönelmek, bir şeyi kastetmek” anlamına gelen teyemmüm dinî literatürde, suyu temîn etme veyâ kullanma imkânının bulunmadığı durumlarda hadesi yani büyük ve küçük hükmî kirliliği gidermek maksadıyla, temiz toprak veyâ yer kabuğundan sayılan bir maddeye sürülen ellerle yüzü ve iki kolu meshetmekten ibâret hükmî temizlik demektir. Abdest ve gusül normal durumlarda su ile yapılan ve maddî temizlenme özelliği de taşıyan hükmî bir temizlik iken teyemmüm istisnaî hallerde başvurulan, abdest ve gusül yerine geçen (bedel) sembolik bir işlemdir. İslâm'ın mükellefler için böyle bir imkânı getirmiş olması, hem namaz başta olmak üzere ibâdetlerin ifâsına büyük önem vermiş bulunmasının hem de kolaylığı ilke edinmiş olmasının sonucudur. Kur’ÂN'da teyemmüm imkânıyla ilgili olarak şöyle buyurulur.: “Eğer hasta olur veyâ yolculukta bulunursanız, yahut biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlarla temâsta bulunur da su bulamazsanız, temiz toprakla teyemmüm edin. Onunla yüzlerinize ve kollarınıza meshedin” (Mâide 5/6). Peygamber aleyhisselâm da hicretin 5. yılında nâzil olan bu hükmü tatbikî olarak göstermiş ve açıklamış; teyemmümün cevazı ve mâhiyeti hakkında, ayrıntıyla ilgili görüş farklılıkları hariç tutulursa, fâkihler arasında kayda değer bir ihtilâf olmamıştır.


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلاةِ فاغْسِلُواْ وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُواْ بِرُؤُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَينِ وَإِن كُنتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُواْ وَإِن كُنتُم مَّرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاء أَحَدٌ مَّنكُم مِّنَ الْغَائِطِ أَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاء فَلَمْ تَجِدُواْ مَاء فَتَيَمَّمُواْ صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُواْ بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُم مِّنْهُ مَا يُرِيدُ اللّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُم مِّنْ حَرَجٍ وَلَكِن يُرِيدُ لِيُطَهَّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Resim---“Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinize ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın ve başlarınıza meshedin ve ayaklarınızı da topuklarınıza kadar yıkayın. Eğer cünüb iseniz o taktirde iyice yıkanıp temizlenin (boy abdesti alın). Eğer hasta veya yolcu iseniz veya biriniz tuvaletten gelmişse veya kadınlara dokunmuş (temas etmiş) ise, eğer su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin. Ve de ondan yüzlerinize ve ellerinize mesh edin, (sürün). ALLAH size güçlük çıkarmak istemez, sizi temizlemek ve sizin üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Umulur ki böylece siz şükredersiniz.” (Mâide 5/6)

A-) TEYEMMÜMÜN SEBEBLERİ.:

Teyemmüm abdest ve gusül yerine geçen bir bedel ve istisnaî hüküm olup ancak belli bir mâzeretin bulunması halinde yapılabilir. Bu mâzeretler de iki grupta toplanabilir.:
1-) Abdest veyâ gusle yetecek miktarda suyun bulunmaması.
2-) Suyu kullanmayı engelleyen fiilî bir durumun veyâ suyu kullanmamak için dinen geçerli bir mâzeretin/engelin bulunması.
Abdest ve gusle yetecek suyun hiç bulunmaması, yürüyerek veyâ vasıtayla kolayca gidilip gelinebilecek bir mesafeden daha uzakta olması, su yolunda bir tehlikenin varlığı, parayla su satın alma imkânının olmayışı veyâ fiyatının rayiç bedelin çok üstünde olması, suyu kullanmanın sağlık açısından tehlikeli oluşu, suyu elde etme araç ve gerecinin bulunmayışı, havanın veyâ suyun aşırı derecede soğuk olması gibi durumlar da yukarıdaki iki mâzeret halinin sık rastlanılan örnekleri olarak sayılabilir. Bu konuda mükellef kendi karar vermeli, haklı ve geçerli bir mâzeretinin bulunduğuna kanaat getirdiğinde dinin bu ruhsatından yararlanmalıdır.

B-) TEYEMMÜMÜN YAPILIŞI.:

Teyemmüm, hükmî temizlenme niyetiyle temiz toprağa sürülen el ayasıyla yüzü ve kolları dirseklerle birlikte meshetmekten ibârettir. Bu sebeple teyemmümün niyet, yüzü meshetmek, kolları dirseklerle birlikte meshetmek şeklinde üç farzı vardır. Diğer bir anlatımla teyemmüm bu üç fiilden oluşur. Teyemmüme başlarken besmele çekmek, sıraya riâyet etmek yani önce yüzü sonra kolları meshetmek, bunları yaparken ara vermemek, elleri toprağa vurduğunda ileri geri hareket ettirmek ve toprağın parmak aralarına girmesini sağlamak, ellerini topraktan kaldırınca parmaklardaki toz ve toprakları silkelemek teyemmümün sünnet ve âdâbı olarak sayılır. Temiz, kuru ve tozlu toprakla teyemmüm edilebileceği gibi taş, kum, çakıl, tuğla, kiremit gibi maddelerle de yapılabilir. İki elin iç yüzü, yüzün meshi ve kolların meshi için ayrı ayrı toprağa sürülür. Birincide iki elin içiyle yüzün tamamı, ikincisinde sol elin içi ile sağ el ve kol, sağ elin içi ile sol el ve kol dirseklerle birlikte tamamen meshedilir. Yüzün ve kolların ekserisini meshetmeyi yeterli gören fâkihler de vardır. Namaz vakti girmeden teyemmüm edilmesi câizdir. Su bulunmadığı, mâzeret hali kalkmadığı sûrece bir kimse yaptığı teyemmümle dilediği kadar farz ve nâfile namaz kılabilir. Bu Hanefî Mezhebinin görüşüdür. Hanefî Mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, teyemmümün geçerli olabilmesi için namaz vaktinin girmiş olması gerekir ve bir teyemmümle birden fazla farz namaz kılınamaz. Ancak Hanbelîler birden fazla kazâ namazı kılınabileceği görüşündedir.

C-) TEYEMMÜMÜ BOZAN DURUMLAR.:

1-) Abdesti bozan ve guslü gerektiren durumlar teyemmümü de bozar. Çünkü teyemmüm bu ikisinden bedeldir. Cünüb olan kimse teyemmüm yaptıktan sonra abdesti bozan bir durum meydana gelse, yalnız abdesti bozulmuş olur, cünüblük hali geri gelmez.
2-) Hastalık, tehlike, şiddetli soğuk, suyu elde edecek araç ve gerecin yokluğu gibi teyemmümü mubah hale getiren bir mâzeret sebebiyle teyemmüm yapılmış da bu mâzeret hali ortadan kalkmışsa, teyemmüm bozulmuş olur.
3-) Yaptığı teyemmümle namaz kılan kimse namaz esnasında suyu görürse veyâ su bulunursa, teyemmümü bozulmuş olur. Namazı teyemmümle kıldıktan sonra su bulunursa vakit çıkmamış bile olsa kılınan bu namazın iâdesi gerekmez. Şâfiîler bu durumda iâdeyi gerekli görür. Namaz vakti çıktıktan sonra ise iâdenin gerekmediğinde görüş birliği vardır..


VI. KADINLARA MAHSUS HALLER.:

Kadınların fizyolojik yapılarından kaynaklanan özel durumlar, temizlenme başta olmak üzere fıkhın çeşitli alanlarını ilgilendiren ayrı hükümlerin sevkedilmesini gerekli kılmıştır. Bu fıkhî hükümlerin bilinmesi mükellefleri yakından veyâ şahsen alâkadar ettiğinden, ilmihâl bilgileri arasında yer alır. İlmihal dilinde, kadınlara mahsus haller denince hayız, nifâs ve istihâze terimleriyle ifâde edilen üç durum kastedilir. Yetişkin bir kadının cinsel organından üç türlü kan gelir.:
Birincisi.: Yaratılışları gereği belirli yaşlar arasında ve belirli periyotlarla gelen hayız kanıdır.
İkincisi.: Doğumdan sonra belirli bir sûre gelen nifâs (loğusalık) kanıdır.
Üçüncüsü ise.: Bu ikisi dışında kalan ve genelde bir hastalıktan kaynaklanan istihâze (özür) kanıdır.
Bu üç durum, temizlik, namaz, oruç, Kur’ÂN okuma, hac, cinsî münâsebet, boşanma gibi birçok hükümle irtibatlı olduğundan fıkıh kitablarında önemle ele alınır ve ayrıntılı biçimde incelenir. Kadınlar hakkında ibâdet temizliği ve ibâdetlere ilişkin bazı özel düzenlemelerin bulunması, bu cinsin ayrıcalıklı, muaf veyâ ikinci derecede kabul edilmesi anlamında olmayıp bunlar cinsin fıtrî ve fizyolojik özellikleri göz önünde bulundurularak konmuş hükümlerdir. Hayız, nifâs ve istihâze durumlarıyla ilgili özel hükümler, bu durumdaki kadınlar için getirilen muafiyet veyâ yükümlülükler de böyledir..

A-) HAYIZ.:

Fıkıh ilminde hayız, ergenlik çağına giren sağlıklı kadının rahminden düzenli aralıklarla akan kanı ifâde eder. Kadınlarda ergenlikten menopoza kadar görülen bu fizyolojik olaya da hayız hali (mensturasyon, regl), âdet görme, âdet kanaması, aybaşı hali gibi isimler verilir. Hayız hali, kadında döl yatağının (rahim) iç yüzünü kaplayan zarın, yumurtanın döllenmeyip ölmesi ve hormon salgısının kesilmesi üzerine parçalanarak kanla birlikte dışarı atılmasından ibârettir. Hayız kanının kesilmesiyle kadının temizlik dönemi başlar. İki hayız kanı arasındaki sûreye de temizlik süresi denilir. Döllenme meydana geldiğinde ise yumurta rahmin iç zarına tutunarak gelişmeye başlar ve âdet kanaması kesilir. Hamile kadının âdet görmemesi bu sebepledir. Tarih boyunca âdet kanaması birçok toplumda çok ters yorumlanmış, çeşitli kültürlerin ve yanlış inanışların etkisiyle âdet gören kadın toplumdan ve beşerî ilişkilerden dışlanmıştır. İslâm Dini bu yanlışlıkları düzeltmiş, hayız gören kadını günlük hayattan, özel ve sosyal ilişkilerden uzak tutmamış, âdet kanamasının fıtrî ve tabiî bir hadise olduğunu belirtmiş, kadını ruhen ve bedenen rahatsız eden bu özel durumda ona karşı gâyet normal davranılmasını, bu durumun onun günlük yaşantısını ve beşerî ilişkilerini etkilememesini istemiştir. İlk âdet kanaması genç kızlarda şok etkisi yapabilir, bazan hayat boyu sûrecek bir gerginliğe ve huzursuzluğa sebep olabilir. Bu konuda âilelere önemli bir görev düşmekte, bunun fizyolojik bir olay olduğu, kadınlık ve annelik sorumluluğunun başlangıcı sayılması gerektiği, bazı dinî muafiyet ve yükümlülükler getirdiği anlatılmalıdır. Konunun ilmihâl kitablarında öncelikle ele alınmakta olmasının bir sebebi de bu eğitim ve bilgilendirmeye yardımcı olmaktır.
Hayız hali, İslâm Dininde bazı ibâdetlerin yapılmasına engel olan hükmî kirlilik (hades) olarak nitelendirilmiş ve bununla ilgili bazı f ıkhî hükümler konmuştur. Kur’ÂN'da, hayızın bir nevi sıkıntı ve rahatsızlık hali olduğu, bu dönemde kadınlarla cinsî münâsebetten uzak durulması gerektiği.:


وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُواْ النِّسَاء فِي الْمَحِيضِ وَلاَ تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّىَ يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ
Resim---“Sana hayz halinden (kadınların belirli günlerinden) soruyorlar. De ki.: “O bir ezâdır. Bu yüzden hayz zamanında (belirli günlerinde) kadınlardan (cinsel olarak) uzak durun ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman ise artık ALLAH'ın emrettiği yerden onlarla biraraya gelin. Muhakkak ki ALLAH, tevvâbin olanları (tövbe edenleri) sever ve temizlenenleri sever." (Bakara 2/222)

Boşanmış kadınların üç hayız/temizlik sûresi iddet bekleyeceği.:

وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ ثَلاَثَةَ قُرُوَءٍ وَلاَ يَحِلُّ لَهُنَّ أَن يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّهُ فِي أَرْحَامِهِنَّ إِن كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَبُعُولَتُهُنَّ أَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ فِي ذَلِكَ إِنْ أَرَادُواْ إِصْلاَحًا وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكُيمٌ
Resim---“Boşanmış kadınlar üç kur (üç ay hali müddeti) kendi kendilerine beklerler (hamile olup olmadıklarına bakarlar). Eğer ALLAH'a ve yevm'il âhire îmân ediyorlarsa, rahimlerinde ALLAH'ın yaratmış olduğu şeyi gizlemeleri onlar için helâl olmaz. Şâyet onların kocaları barışmak (arayı düzeltmek) isterlerse, bu (bekleme süresi) içinde onlara tekrar geri dönmeye (başkasından) daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin, kadınları üzerinde (hakları) olduğu gibi, kadınların da erkekleri üzerinde maruf (hakları) vardır. Erkeklerin, kadınların üzerindeki (hakkı) bir derece daha üstündür. Ve ALLAH, AZÎZ'dir, HAKÎM'dir.” (Bakara 2/228)

Hayızdan kesilen veyâ henüz hayız görmeyen kadınların iddetinin ise üç ay olduğu belirtilir.:


وَاللَّائِي يَئِسْنَ مِنَ الْمَحِيضِ مِن نِّسَائِكُمْ إِنِ ارْتَبْتُمْ فَعِدَّتُهُنَّ ثَلَاثَةُ أَشْهُرٍ وَاللَّائِي لَمْ يَحِضْنَ وَأُوْلَاتُ الْأَحْمَالِ أَجَلُهُنَّ أَن يَضَعْنَ حَمْلَهُنَّ وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مِنْ أَمْرِهِ يُسْرًا
Resim---“Ve eğer hayzdan (adetten) kesilmiş olan kadınlarınızdan şüphe ederseniz, o taktirde onların iddeti (müddeti) 3 aydır ve henüz hayz (adet) olmamış kadınların da (iddeti 3 ay). Yüklü olan (hamile) kadınların müddetleri ise yüklerini bırakıncaya (doğum yapana) kadardır. Ve kim ALLAH'a karşı takva sahibi olursa, (ALLAH) işinde ona kolaylık sağlar.” (Talâk 65/4)

Hadis kitablarında hayızın tanımı ve mâhiyeti, hayız süresinin alt ve üst sınırı, hayız gören kadının dinî muafiyet ve yükümlülükleri, onlarla âilevî, beşerî ve sosyal ilişkiler konusunda gerek Peygamber aleyhisselâm’ın gerekse hanımlarının önemli ve ayrıntılı açıklamaları yer alır. Bu açıklamalar daha sonraki dönemlerde oluşan fıkhî bilgi ve hükümlerin de ana malzemesini teşkil etmiştir.

a-) Hayız Sûresi.:
Gerek başlangıç ve bitiş yaşları gerekse asgari ve âzami süresi bakımından hayız, fizikî bünye, kalıtım, çevre ve iklim şartlarına bağlı olarak kadından kadına önemli değişiklikler gösterebilir. Bununla birlikte fâkihler, birçok dinî ve hukukî hükmü yakından etkilediği için bu süreleri belirleme yönünde bazı tesbitlerde bulunmuşlardır. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre kadınlar 9 yaşlarından i’tibâren âdet görmeye başlar ve yaklaşık 50-55 yaşlarına geldiklerinde âdetten kesilirler. Bu rakamlar fâkihlerin tecrübe birikimlerine göre verilmiş süreler olup bu konuda fiilî âdet görmenin başlaması ve sona ermesi esastır. Âdet kanamasının en az ve en çok süresi konusunda ileri sürülen rakamlar da böyle olup mükelleflere pratik bilgi ve çözüm vermeyi amaçlamaktadır. Tıp ilminin önemli bir gelişme kaydettiği günümüzde kadının âdet çağı ve dönemiyle ilgili bilgiler konunun uzmanlarından öğrenilerek dinî hükümlerin buna dayandırılması gerekir. Bugünkü tıbbî bilgiler âdet kanamasının 11-13 yaşlarda başlayıp 45-50 yaşlarında sona erdiğini, âdet süresinin de 3-6 gün civarında olduğunu ifâde etmektedir. Bununla birlikte fizikî bünye, psikolojik durum ve çevre şartlarına bağlı olarak kadınların âdet çağı ve süresi farklılık taşıyabilmektedir. Hanefî Mezhebine göre âdetin en az süresi 3, en uzun süresi 10 gündür. İki âdet arasında kalan en az temizlik süresi de 15 gündür.

b-) Dinî Hükümler.:
Hayız, bir nevi abdestsizlik ve cünüblük hali, yani hükmî kirlilik (hades) veyâ mâzeret kabul edilir. Hayızlı kadının namaz kılmasının ve oruç tutmasının câiz ve sahih olmadığında, yani hayzın bu iki ibâdetin ifâsına engel bir mâzeret sayıldığında fâkihler görüş birliğindedir. Hayız süresince terkedilen namazların kazâ edilmesinin gerekmediği, oruçların ise temizlendikten sonra tutulacağı hususlarında da görüş birliği vardır. Bu konuda Peygamber aleyhisselâm’ın bilgi ve onayı dahilinde cereyan eden uygulamalar esas alınmıştır.. (Buhârî, “Hayız”, 20; Müslim, “Hayız”, 69; Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 105).
Hayızlı bir kadın hac ibâdetini edâ ederken Kâbe'yi tavaf hariç hacla ilgili bütün işlemleri ve ibâdetleri (menâsik) yapabilir. Haccın rüknü olan ziyâret (ifâza) tavafını yapmak üzere temizleninceye kadar Mekke'de bekler. Hanefîler'e göre hayızlı olarak tavaf yapılması geçerli olmakla birlikte cezâ kurbanı kesilmesi gerekir. Hayızlı kadının Kur’ÂN okuması ve Mushaf'ı eline alması, mescide girip orada kalması, Hanefîler de dahil fâkihlerin çoğunluğuna göre câiz değildir. Bu konuda hayızlı kadın cünüb kimse gibidir. İhtiyaç halinde mescide girebilirler, duâ ve zikir niyetiyle duâ âyetlerini, Fâtiha, İhlâs gibi sûreleri besmeleyi, kelime-i tevhid ve şehâdeti okuyabilirler. Mâlikî Fâkihleri ise, bazı sahâbe ve tâbiîn âlimlerinden rivâyet edilen görüşlerin desteğiyle, kadının hayız süresi içinde Kur’ÂN okuyabileceğini, fakat hayız kanı kesildiği andan i’tibâren gusledip temizleninceye kadar cünüb hükmünde olup Kur’ÂN okuyamayacağını belirtmişlerdir. İbn Hazm bu şartı da aramaz. Mâlikîler ve İbn Hazm dahil bir grup İslâm bilgini, cünüblük halinin iradî, hayızın ise gayri iradî oluşundan hareketle hayızlı kadın lehine bir ayırım yapmayı gerekli görmüş, özellikle Mâlikîler kadınların Kur’ÂN öğretimi ve öğrenimi için böyle bir ruhsata ihtiyacı bulunduğu noktasından hareket etmişlerdir. Hayızlı kadının hayız sebebiyle ibâdet edememesi, Kur’ÂN okuyamaması dinin kendisine tanıdığı bir muafiyettir. Bu ibâdetleri yapamadığı için dinî bir sıkıntı, eksiklik ve sorumluluk duyması yersizdir. İbâdetlerde sayı ve süreden ziyâde niyet ve fikrî-ruhî yoğunluk önemlidir. Fakat Kur’ÂN öğretimi ve öğrenimi ile meşgul olan kadınlar, hatta mâzeret beyan etmesinin kendisini zor durumda bırakacağı bir ortamda bulunan kadınlar yukarıdaki ruhsattan yararlanarak hayızlı oldukları halde Mushaf'ı ellerine alıp, Kur’ÂN okuyup dinleyebilirler. Hayızlı kadınla cinsel ilişkide bulunmak, âyetin de açık ifâdesi gereği (Bakara 2/222) haramdır. Böyle bir ilişkide bulunan kimsenin bu günahından tövbe ve istiğfar etmesi gerektiği gibi belli bir miktar (ilk günlerdeki ilişki için 4,25 gr., son günlerdeki için bunun yarısı miktarda altın) sadaka vermesi de gerekli görülür. Hayızlı kadının göbekle diz kapağı arasından cinsel amaçla yararlanma da câiz görülmez. Bunun dışındaki yerler ve fiiller içinse herhangi bir sınırlama getirilmemiştir. Hayız kanı kesilen kadın gusletmedikçe cinsel ilişkide bulunamaz. Ancak Hanefîler hayız kanının alışılmış, belirli âdet süresinin sonunda kesilmesinden i’tibâren bir namaz vakti geçtikten sonra gusül yapılmasa da cinsel ilişkinin câiz olduğu görüşündedir. Hayızlı kadınla cinsel ilişkinin dinen yasaklanması kadının beden ve ruh sağlığı açısından da son derece gerekli bir tedbirdir. Bu dönem, kadınların her türlü ruhî gerilime, mikrop ve hastalık kapmaya açık oldukları bir dönemdir. Hayız süresi sona eren kadının ibâdetleri edâ edebilmesi için gusletmesi gerekir. Kadınların hayız dönemlerinde bedenen ve ruhen hassasiyet kazandıkları, onlara karşı çevresindekilerin daha anlayışlı davranması gerektiği açıktır. Kadınlar da âdet dönemlerinde beden temizliğine ve sağlık kurallarına daha çok önem vermeli ve uymalı, mümkünse sık sık banyo yapmalı, etrafındaki insanları rahatsız etmemek için gerekli tedbirleri almalıdır.

B-) NİFAS.:

Fıkıh dilinde nifâs yani loğusalık, doğumdan hemen sonra kadının cinsel organından gelen kan veyâ bu şekilde kan gelmesinin sebep olduğu hükmî kirlilik (hades) halinin adıdır. Böyle kadına da loğusa (nüfesâ) ta’bir edilir. Nifâs, fizyolojik ve tıbbî bir olay olduğundan nifâsının en kısa ve en uzun süresinin belirlenmesi konusunda yine tıp bilim dalının ve uzmanlarının görüşü esastır. Fâkihler bu konuda bir süre telaffuz etmekte hayli çekimser davranmışlardır. Ancak doğum yapan kadının ne zaman ibâdetleri ifâ etmeye başlayabileceğine açıklık getirme maksadıyla nifâs kanı için âzami süre koymanın ve bu süreden sonra akan kanın hastalık (istihâze, özür) kanı sayılmasının yararlı olacağını düşünmüşlerdir. Onların bu belirlemesi esasen toplumlarının kültür ve tecrübe birikimlerini yansıtmaktadır. Hanefî ve Hanbelîler nifâsın en uzun süresinin 40, Mâlikî ve Şafiîler ise 60 gün olduğu görüşündedir. Bu süreler tamamlanmadan da nifâs kanı kesilebilir. O zaman fiilî durum esas alınır ve kanın kesilmesiyle nifâs hali dinen sona ermiş sayılır. Nifâs için âzami süre belirlemesi, nifâs kanına hastalık kanının eklenmesi halinde önem taşır ve böyle bir belirleme kadının dinî mükellefiyetlerine açıklık getirmeyi sağlar. Bu süreden sonra gelen kan nifâs kanı değil hastalık kanı sayılacağından, bu durumdaki kadının boy abdesti alarak nifâs halinden çıkması ve özürlü kimselere tanınan ruhsatı ve öngörülen hükmî temizlenme usulünü kullanarak ibâdetlerine başlaması gerekir. Normal doğumla veyâ el, ayak gibi uzuvları belirmiş olan bir çocuğun düşmesiyle nifâs hali meydana gelir. Daha önceki dönemdeki düşükler için nifâs hükümleri uygulanmaz. Nifâsın âzami süresi içinde fâsılalı olarak görülen temizlik de nifâstan sayılır. Kadınların hayız hali ile ilgili dinî hükümler nifâs için de geçerlidir. Nifâs halinde kadınlara ibâdetler konusunda muafiyet tanınır. Namaz kılamaz, oruç tutamaz, Mushaf'ı eline alamaz, Kur’ÂN okuyamaz, mescide giremez, Kâbe'yi tavaf edemez, cinsel ilişkide bulunamaz. Bu sürede terkettiği namazları kazâ etmez, fakat tutamadığı farz ve vâcib oruçları sonradan kazâ eder. Loğusalık dönemîndeki cinsel ilişki dinen haram olduğu gibi kadının beden ve ruh sağlığı açısından da son derece zararlıdır. Hayız hali için söz konusu edilen ruhsatlar nifâs için de geçerlidir. Nifâs hali sona eren kadının gusletmesi gerekir. Gusletmedikçe belirtilen ibâdetleri edâ edemez. Cinsel ilişkinin helâl olabilmesi için nifâs kanı kesildikten sonra kadının gusletmesi veyâ (Hanefîler'e göre) bir namaz vakti kadar sürenin geçmesi gerekir..

C-) İSTİHÂZE.:

Rahim içi damarlardan hayız ve nifâs hali dışında ve bir hastalık veyâ yapısal bozukluk sebebiyle gelen kana istihâze (özür kanı) denilir. Diğer bir ifâdeyle istihâze, kadının âdet ve loğusalık dışındaki kanamalarının genel adıdır. Fâkihlerin, hayız ve nifâsın âzami sürelerini belirleme çabalarının bir amacı da hayız ve nifâs kanı ile istihâze kanını birbirinden ayırt etme konusunda kadınlara genel ve pratik bir ölçü vermektir. Bu konuda her bir kadının kendi tecrübe ve kanaatinin de önemli olduğunu, nihaî olarak da tıp biliminin tesbitlerinin ölçü alınması gerektiğini belirtmek gerekir. İstihâze kanı, dinmeyen burun kanaması, tutulamayan idrar veyâ bir yaradan sürekli kan akması gibi sadece abdesti bozan bir özür (mâzeret) halidir. Bu durumdaki kadın gerekli maddî-bedenî temizliği yapar, tedbirleri alır ve özürlü kimselere tanınan ruhsat ve muafiyetleri kullanarak her bir namaz vakti için ayrı ayrı abdest alıp ibâdetlerini edâ eder. Alınan bu abdestle o vakit içindeki bütün farz, vâcib ve nâfile, edâ ve kazâ namazları kılabilir. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre her bir farz namaz için ayrıca abdest almak gerekir..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

ALTINCI BÖLÜM.:

SALÂt=NAMAZ.:

I. =>GENEL OLARAK İBÂDETLERİN AMACI.:

İbâdet, ALLAH’a gönülden isteyerek yönelmek, tapmak, boyun eğmek ve itaat etmek demektir. Türkçemizde kullanılan kulluk etmek deyimi de aynı anlamı karşılamaktadır. İbâdet, yaratıcı kudret karşısında boyun bükmenin zirvesi ve O'na olan sevginin sonucu ve göstergesi olarak değerlendirilmiş ve sırf ALLAH için, ALLAH’ın rızâsı için yapılması ve sadece ALLAH’a tahsis edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Gerçekten de yaratan, yaşatan ve öldüren ALLAH’tan başka, ibâdete lâyık olan bir varlık yoktur. Hesab gününde muhatab olunacak olan.: “Neye taptınız?” ve.: “Ne için ibâdet ettiniz?” sorusunu insan daima hatırında tutmalı ve bu dünyâda iken “ALLAH’a tapıyorum ve ibâdeti ALLAH için yapıyorum.” diyebilmeli, bunu gönlünde hissedebilmelidir. Esasen din duygusu gibi, belki de onun doğal bir gereği olarak ibâdet ihtiyacı da fıtrî ve doğaldır. İnsanlık tarihi boyunca çeşitli dinler, insanın bu doğal duygu ve ihtiyacını gerçekleştireceği değişik biçim ve şekiller öngörmüşlerdir. Bu ibâdet formları, dinin ritüelini yani ibâdet ve âyin merasimlerini oluşturur. Dinlerin öngördüğü ibâdet biçimleri, zâten doğal olarak insanın yapısında var olan ibâdet duygu ve ihtiyacının belli form ve biçimlere kanalize edilmesi ve o yolla sergilenmesi şeklinde anlaşılınca; ibâdetin esasen dinin bir emri olmasından önce, fıtratın gereği olduğu, dolayısıyla da mesele dinler açısından ele alındığında ibâdet şekillerinin önem kazandığı söylenebilir..

Kur’ÂN'da ibâdete ilişkin emirler, şekil ve biçim olarak ibâdete yönelik olmayıp, büyük ölçüde ibâdetin mâhiyetine, ibâdetin kime yapılacağına ve nasıl yapılacağına yöneliktir. Peygamber aleyhisselâm de söz ve fiilleriyle, Kur’ÂN-ı Kerîm'de adı geçen ve ana çatısı oluşturulan ibâdetlerin ayrıntılı biçimlemesini yapmıştır.
Doğallığı ve fıtrî oluşu noktasından bakıldığında, ibâdet için ferdin ihtiyacı ve eğitimi dışında bir amaç aramaya gerek bulunmamakla beraber, bireysel ve toplumsal motivasyon sağlamak, bireye moral dayanıklılık kazandırmak ve bazı sosyal yararlar elde etmek gayesiyle ona birtakım hikmetler ve faydalar atfedilebilir..

İbâdetlerin sırf ALLAH’ın emri olduğu için yerine getirilmesi gerektiği ve emir varken de hikmet aramaya gerek bulunmadığı düşüncesinde olan ve bu sebeple de ibâdet için bir amaç ve yarar aramaya gerek olmadığını söyleyen bilginler bulunmakla birlikte, bilginlerin çoğu, insanlar tarafından bilinsin bilinmesin her emrin mutlaka bir hikmet ve maslahatı bulunacağını söylemişlerdir. Bu bakımdan emre muhatab olan kişinin, o emri yerine getirirken ondaki maslahat ve yararları, ne gibi amaçlar gözetilmiş olabileceğini düşünmesi ve ondaki hikmetleri anlamaya çalışması insanı farklı bir şuura ve farklı bir boyuta taşıyabilir.
İbâdetin amacı üzerinde düşünürken onu bir tek boyuta indirgemek uygun değildir. Bu hem ibâdetin mâhiyeti hem de bu ibâdeti yerine getirenlerin bulundukları mertebe ve seviye bakımından doğru değildir. Çünkü bir seviyedeki insan için ibâdetin amacının, sadece imtihan ve deneme olması uygunken, başka bir seviye için ibâdetin amacı nefsin terbiye edilmesi ve disiplin altına alınması yoluyla insanın yükselmesi olabilmektedir. Belki daha üst bir seviye için ise ALLAH’a ibâdet, bütün bu amaçların üstünde ve ötesinde gönüller için üstün bir haz, bir zevk ve bir ni’met, ruhlar için bir vuslat; kısaca insanın mutluluğu olacaktır. Meselâ Peygamber aleyhisselâm’ın “Benim mutluluğum namazdadır” sözü, namazın önemînin yanısıra, Resûlullah’ın namaza atfettiği anlamı da göstermektedir. Çünkü ibâdeti en üst düzey duygu yoğunluğunda ifâ eden Peygamber aleyhisselâm için namaz, Yüce Yaratıcı’ ile bir buluşma ve O'nun huzurunda münâcât haline dönüşmektedir. İbâdetlere ilişkin hükümler, tabiatları icabı değişmeye pek açık olmadıkları için, öteden beri genel kabul gören ibâdet uygulamalarını: “Çağa uydurma ve kolaylaştırma” adıyla değiştirmeye çalışmak, fayda yerine zarar vermekte ve insanların dine bağlılıklarını ve samimiyetlerini zedelemekte ve sarsmaktadır. İbâdetler, her ne kadar bizzât amaç olmayıp öz i’tibâriyle yüksek amaçlara basamak niteliğinde ise de, dine bağlılığın ve bir anlamda dindârlığın dışa yansıyan bir göstergesi mesabesindedir. Bu bakımdan sosyoekonomik yönü bulunan zekât bir tarafa bırakılacak olursa namaz, oruç ve hac gibi ibâdetlerde biçim ve şekli ikinci plana iterek, on dört asırdır süzüle süzüle gelen genel kabulün dışına çıkmak birçok bakımdan sakıncalıdır..


II. =>NAMAZIN MÂHİYETİ ve ÖNEMİ.:

Kur’ÂN'da bizim Peygamberimiz'den önceki peygamberlerin namaz kılmakla emrolundukları değişik vesilelerle belirtilmektedir.: (bk. Bakara 2/83; Yûnus 10/87; Hûd 11/87; İbrâhim 14/37, 40; Meryem 19/30-31, 54-55; Tâhâ 20/14; Enbiyâ 21/72-73; Lokmân 31/17). Bundan anlaşıldığına göre namaz ibâdeti sadece MuhaMMed Ümmetine has olmayıp önceki dinlerde de bulunmaktaydı..

Siyer kitablarındaki mevcut bilgilere göre, ilk vahyin sonrasında Peygamber aleyhisselâm’a risâlet yüküne dayanmasını, sabretmesini öneren âyetler gelmiş ve bunu izleyen fetret dönemînden sonra namaz farz kılınmıştır. Namazın daha önceki dinlerde de emredilmiş olduğu hatırlanınca, namazın güçlüklere direnç göstermede bir fonksiyonu bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bir âyette.: “Ey inananlar sabır ve namaz (salât) ile yardım isteyin” (elBakara 2/153) buyurulmaktadır. Namaz farz kılınınca Cibrîl, Peygamber aleyhisselâm’a gelerek onu vadi tarafına götürmüş, orada fışkıran su ile önce Cibrîl sonra Peygamber aleyhisselâm abdest almış ve beraberce iki rek’at namaz kılmışlardır. Peygamber aleyhisselâm mutlu bir biçimde eve gelmiş, eşi Hatice'nin elinden tutarak oraya götürmüş ve aynı şekilde Hatice ile birlikte abdest alıp iki rek’at namaz kılmışlardır. Kimi bilginlere göre İsrâ Sûresindeki.: “Namazda yüksek sesle okuma” (İsrâ 17/110) âyeti, bu gizli namaz dönemiyle ilgilidir..

İslâm'ın başlangıç yıllarında namaz, sabah ve akşamleyin kılınan ikişer rek’attan ibâret iken, yaygın kabul gören görüşe göre, Mi’râc Olayı’ndan sonra beş vakit namaz farz kılınmıştır. “Kendi nefsinde bir yakarış ve ürperiş içinde ve pek yüksek olmayan bir sözle sabah ve akşam RABBini an; gafillerden olma” (A’râf 7/205) âyeti namazın başlangıçtaki durumuyla ilişkili görülmektedir. Yine yaygın kabule göre, Cibrîl'in Peygamber aleyhisselâm’a Kâbe'de, namazın vakitLerini göstermek üzere imamlık etmesi Mi’râc olayının ertesi günü olmuştur.
Her din, yaratıcı kudret karşısında boyun eğmek ve kudsal ile bağlantı kurmak temeli üzerine kurulur ve her dinde bunu sağlamak üzere öngörülen merasimler bulunur. İslâm Dininde Yüce Yaratıcı’ ALLAH’a yaklaşmanın yolu, ona yükselmenin basamağı ve bu bakımdan en parlak ve önemli ibâdet, namaz ibâdetidir. Bu özelliğinden dolayı namaz diğer bütün ibâdetlerin özü ve özeti sayılmıştır. Nitekim Peygamber aleyhisselâm bir hadislerinde.: “Namaz dinin direğidir” (Tirmizî, “Îman”, 8; Müsned, V, 231, 237; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I, 31-32) buyurmuş, secdeyi de kulun ALLAH’a en yakın olduğu hal olarak nitelendirmiştir (Müslim, “Salât”, 215; Nesâî, “Mevâkît”, 35).

Kelime-i Şehâdetten sonra İslâm'ın en önemli rüknü olan namaz, günde beş ayrı zaman diliminde olmak üzere kadın ve erkek her müslüman için bir görevdir. Esasen namaz ibâdetinin hiçbir amaç ve hikmeti olmasa bile, diğer ibâdetlerde olduğu gibi, namaz ibâdetini sırf inanılan dinin bir gereği, Yüce Yaratıcı’nın bir emri olduğu için, hiç değilse bunun için yerine getirmelidir..

İbâdetler, akla aykırı olmamakla birlikte, yapı ve muhtevaları i’tibâriyle akıl yoluyla kavranabilir, açıklanabilir konular dışında yer alırlar. Fakat namazın, salt emredilmiş şekillerden ibâret anlamsız bir şey olmayıp amaç ve hikmetlerinin bulunduğuna işâret eden âyet ve hadisler bulunmaktadır.
Bir kere, “namaz” diye tercüme ettiğimiz “SaLât” kelimesi, Arapça'da.: “Duâ etmek, övmek, tâzim etmek.” gibi anlamlara gelmektedir. İlgili âyet ve hadislere göre namazın farz kılınmasındaki hikmetlerden biri de, namaz kılan kimsenin Cenâb-ı ALLAH’ın Kudret ve Kuvvetini, azâbını, rahmetini, hayal ve hâfızasına nakşederek nefsini tehzib etmesi ve bu sûretle kendisini her türlü fenâlıklardan, hatalardan, suçlardan alıkoymasıdır. ALLAH düşüncesi ve kalbi ALLAH’a bağlama, insanı her türlü fenâlıktan alıkoyar. Namaz da ALLAH’ı sürekli hatırlamanın en büyük vesilesidir. Nitekim âyette.: “Beni hatırlamak/anmak için namaz kıl” (Tâhâ 20/14) buyurulmaktadır. Namaz emrini, ALLAH TeÂLÂ'nın yeryüzüne melek aracılığıyla göndermeyip Mi’râc gecesi Peygamber aleyhisselâm’ın huzuruna çıktığında ona tebliğ etmesi de (Buhârî, “Salât”, 1; Müslim, “Îmân”, 263), bu ibâdetin müslümanın dinî ve ruhanî hayatı açısından önem ve anlamını göstermektedir. Bu sebeple de dinî literatürde namaz ibâdetinin bu yönünü, namazın kulun ALLAH’a ulaşması, kavuşması yolunda önemli bir araç olduğunu anlatmak için.: "Namaz mü’minin mi’râcıdır” buyurulmuş, ümmetin namazla ilgili ortak bilinç ve değerlendirmesi âdeta bu cümleyle özetlenmiştir. Namaz belli eylemler ve özel rükünler ile ALLAHu zü’L- CeLÂL’a kulluk etmektir. Namazın dış görünüşü birtakım şekiller ve zikirden ibâret ise de, içerisi ve gerçek mâhiyeti, Yüce Yaratıcı’ya münâcât etmek, O’nunla konuşmak, O’na yakınlaşmak ve O’nu müşahede etmektir. Bu özelliğinden dolayı, yani Yüce Yaratıcı ile teklifsiz, aracısız buluşma ve konuşma anlamına gelişinden dolayı, namaz ilâhî bir lutuf olarak kabul edilmiştir. Namazı terketmek, kılmamak büyük günahtır. Peygamberimiz, kıyamet gününde hesabı sorulacak ilk amelin namaz olacağını bildirmiştir. (Tirmizî, “Salât”, 188).
Namaz kılmak, Müslümanlığın dışa yansıyan temel göstergelerinden biri sayıldığı için İslâm bilginleri farziyetini inkâr etmeksizin namazı terkeden kimse için, mevcut bazı rivâyetleri de kendi anlayışlarına göre değerlendirerek, bazı müeyyideler öngörmüşlerdir. Gâyet tabiîdir ki namaz ve diğer ibâdetler ALLAH rızâsı için ve içten gelerek yapıldığında anlamını ve amacını gerçekleştirmiş olur. Bunun dışında birtakım zorlamalarla veyâ gösteriş için kılınan namazların bir değeri olmadığına göre, namazı terkedenler için fâkihlerin kendi zamanlarına göre öngördükleri müeyyideleri kamu düzeni ve genel ahlâk ilkesi açısından değerlendirmek gerekir. Esasen bu müeyyidelerin dayandırıldığı hadislerin büyük çoğunluğu, namazın terkedilmesinin müeyyidesini değil, İslâm Dininde namaz ibâdetinin önemini gösterme amacına yönelik bulunmaktadır. Kimsenin kimseyi zorla müslüman etme hak ve yetkisi bulunmadığına göre, bu dine mensub olanlar kendi özgür iradeleriyle bu dini seçmiş olacaklar ve bu dinde oldukça önemli bir yeri bulunan namaz ibâdetinden haberdâr olacak ve bunu zevkle yerine getireceklerdir. Namaz insanın maddî ve mânevî temizliğinin vasıtası olmaktadır. Çünkü namaz kılmak için gerekiyorsa gusül abdesti almak, normal durumlarda abdest almak sûretiyle bir nevi vücut temizliği yapılmış olduğu gibi, ayrıca elbisenin ve namaz kılınacak yerin de temizlenmesi gerektiği için bir üst baş temizliği yapılmış olur.
Daha da önemlisi namaz günahlardan arınmanın da bir yoludur. Namaz esas i’tibâriyle insanı günah işlemekten alıkoyar, günahtan uzaklaştırır. Nitekim bir âyette.: “Sana vahyedilen kitabı oku ve namaz kıl; çünkü namaz çirkin ve kötü işlerden alıkor. ALLAH’ı zikretmek en büyük şeydir. ALLAH yapıp ettiklerinizi bilir” (Ankebût 29/45) buyurulmaktadır.
Ayrıca namaz, işlenmiş hata ve günah kirlerinin giderilmesini de sağlar. Peygamberimiz günde beş vakit namazı, bir insanın kapısının önünden akıp giden bir ırmağa, namaz kılmayı da bu ırmakta her gün beş kere yıkanmaya benzetmiş ve şöyle demiştir.: “Ne dersiniz, birinizin kapısının önünden bir ırmak geçse ve o kimse orada günde beş kere yıkansa bedeninde hiç kir kalır mı?” Sahâbîler.: “Kalmaz, ey İlâh elçisi” deyince Peygamberimiz.: “İşte beş vakit namaz buna benzer. ALLAH namaz sâyesinde günahları siler.” buyurmuştur. (Buhârî, “Mevâkît”, 6; Müslim, “Mesâcid”, 282).
Aşağıda namazın biçimsel olarak sahih olmasının şartları üzerinde durulacaktır. Fakat asla hatırdan çıkarmamak gerekir ki, sayılacak olan şartlar, namazın sadece dış görünüşünü sağlam yapmaya yeterli olacağı gibi, namazın sayılacak olan sünnetleri ve âdâbı da onun dış görünüşünün süslenmesini ve güzel görünmesini sağlamaya yeterli olacaktır. Fakat bu şartları yerine getirmek, namazı ikame etmek, ayakta tutmak sayılmaz. Namazın özü, kalbin huşû’ ve huzur içinde olmasıdır. Kalbin huzur ve huşû’u yoksa kılınan namaz, bir heykeltraşın özene bezene ve tüm sanatkârlığını ortaya koyarak yaptığı bir insan heykelinden farklı olmayacaktır. ALLAH celle celâlihu bu noktayı şöyle belirtmektedir.: “Beni anmak için namaz kıl!” (Tâhâ 20/14). Bu âyetle namaz ALLAH’ı anmanın bir yolu olarak önerildiği gibi, aynı zamanda namazın ALLAH’ı anmaktan ibâret olduğu da vurgulanmaktadır. Çünkü ALLAH’ı anmak için namaza duran kişi, namaz boyunca RABBin huzurunda durduğundan gaflet ederek namaza hakkını vermemiş ise nasıl ALLAH’ı anmış sayılabilir?.
Devlet başkanıyla görüşmek, ondan bir şeyler taleb etmek isteyen kişi, bu imkânı bulup onun huzuruna çıktığında onunla görüşmek yerine, orada bulunan eşyâ ile ilgilense veyâ yanında getirdiği kitabı okusa veyâ bir şarkının veyâ şiirin sözlerini mırıldansa, o devlet başkanının muhtemel tepkisini bir tarafa bırakalım, buna görüşme denir mi, gelen kişi arzusunu iletmiş olur mu? Bu basit örneğin de gösterdiği gibi namaza duran kişi, ALLAH’ın huzurunda olduğunu bilmeli, bunu hissetmelidir. “Ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın” (Nisâ 4/43) ifâdesi ne dediğinden haberi olmayan sarhoş kimselere yönelik olmakla birlikte namazda tam bir şuur ve huşû’un gerektiğini de anlatmaktadır. Yine Kur’ÂN'da, namaz kılarken gaflet ve ciddiyetsizlik içinde olanlar ağır bir üslûpla zemmedilir (Mâûn 107/4-5). ALLAH insanların kalıplarına değil kalblerine bakar. Fâkihler, zâhire göre hüküm verdikleri ve görünür şartların düzgün şekilde yerine getirilmesiyle ilgilendikleri için namazın şartlarından bahsederken namazda huşû’ ve huzuru, namazın olmazsa olmaz şartları arasında saymamışlar, sadece bu yönde öneri ve uyarıda bulunmakla yetinmişlerdir. Çünkü ihlâs, kalb huzuru ve huşû’, kalbin ameli olup gizli, bâtınî bir durumdur. Namazın bâtınî-derunî şart ve gayelerinin gerçekleşmesi mükellefin kendi seviyesiyle, gayret ve hassasiyetiyle ve biraz da ortamla alâkalı sübjektif bir hal olduğundan bu konuda herkes için ortalama bir çizgiden söz etmek ve buna namazın şartları arasında yer vermek doğru olmaz. Namazda sözü edilen iç huzuru ve kalbî bağlılığı yakalamak, ruhun maddî âlemden ALLAH’ın huzuruna yükselişini hissetmek herkes için kolay olmadığı gibi arzu etmekle elde edilebilen bir sonuç da değildir. Böyle bir mükellefiyet, insana gücünün üzerinde bir yük yüklemek anlamına gelir. Fâkihlerin, zâhirî şartların yerine getirilmesiyle mükellefin uhdesinden namaz borcunun düşeceğini ve bunun dünyevî hükümler bakımından yeterli olacağını söylemeleri bu sebepledir. Kılınan namazın kabul olunup olunmaması, âhirette fayda verip vermeyeceği fıkhın konusu değildir. Ayrıca fâkihler fetva verirken, insanların kusur ve eksikliklerini de dikkate almışlar, mükellefiyet şartlarını ideal değil ortalama ölçülerde tutmaya çalışmışlardır. Bu gerekçe ve mülâhazalar sebebiyledir ki, namazın ruhu olan kalb huzuru namazın tamamında şart koşulmamış, namaza başlarken yapılan niyetteki ihlâs ve yöneliş yeterli görülmüştür..


III. =>NAMAZ ÇEŞİTLERİ.:

Hanefîler dışındaki çoğunluk, vâcib hüküm kategorisini kabul etmedikleri için namazı genel olarak farz ve nâfile şeklinde iki gruba ayırmışlardır.
Hanefîler'e göre ise namazlar.:
a-) Farz,
b-) Vâcib,
c-) Nâfile olmak üzere üç çeşittir.
Bununla birlikte Hanefîler arasında farklı gruplamalar da bulunmaktadır.:
Bunlardan birine göre namazlar.:
a-) ALLAH’ın farz kıldığı (mektûbe) namazlar,
b-) Peygamber aleyhisselâm’ın sünnetiyle sabit olan (mesnûn) namazlar,
c-) Nâfile namazlar olmak üzere üç çeşittir.
Peygamber aleyhisselâm’ın sünnetiyle sabit olan namazlar da vâcib olan ve vâcib olmayan kısımlarına ayrılır..


A-) FARZ NAMAZLAR.:
Farz olan namazlar, aynî farz (farz-ı ayın) ve kifâî farz (farz-ı kifâye) olmak üzere ikiye ayrılır. Farz-ı ayın olan namazlar yükümlülük çağındaki her müslümana farz olup, her biri ayrı ayrı bunu yerine getirmekle mükelleftir. Farz-ı ayın olan namazlar, her gün beş vakit namaz ve her hafta cuma günleri kılınan cuma namazından ibârettir. Günlük farz namazlar sabah namazı 2 rek’at, öğle namazı 4 rek’at, ikindi namazı 4 rek’at, akşam namazı 3 rek’at ve yatsı namazı 4 rek’at olmak üzere toplam 17 (on yedi) rek’attır.
Cuma namazı, cuma günü öğle namazının vaktinde cemâatle kılınan ve farz olan kısmı 2 rek’at olan bir namazdır. Cuma namazı kılınınca ayrıca öğle namazı kılınmaz. Farz-ı kifâye olan namaz ise, bir müslüman öldüğünde başta yakınları, komşuları ve tanıyanları olmak üzere müslümanlarca kılınması gereken cenâze namazıdır. Bu namazı birileri kılınca öteki müslümanlar cenâze namazı kılmadıkları için sorumlu olmazlar. Sevâb ve fazileti ise namazı kılanlar elde etmiş olurlar..


B-) VÂCİB NAMAZLAR.:
Vâcib namazlar, vâcib oluşu kulun fiiline bağlı olmayan (li-aynihî vâcib) ve vâcib oluşu kulun fiiline bağlı olan vâcib (li-gayrihî vâcib) olmak üzere iki kısımdır. Yatsı namazından sonra kılınan üç rek’atlık Vitir Namazı ile Ramazan ve Kurban Bayramı Namazları birinci grupta yer alır. Tilâvet secdesi de, her ne kadar namaz olmayıp bir secdeden ibâret olsa da, bu gruba sokulmaktadır. Ayrıca çoğunluk tarafından sünnet kabul edilmekle birlikte, bazı Hanefîler'in vâcib saydıkları Küsûf Namazı da (güneş tutulduğunda kılınan namaz) bu gruba girer.
İkinci grupta ise Nezir Namazı, Sehiv Secdesi ve ifsat edilen Nâfile Namazın Kazâsı yer alır. Nezir Namazı, esasen gerekli ve görev olmamakla birlikte, kişi bir vesileyle namaz kılmayı adadığı zaman kendi iradesiyle kendini yükümlü kılmış olur; artık bu yükümlülüğü yerine getirmesi gerekir..


Resim
C-) NÂFİLE NAMAZLAR.:
Farz veyâ Vâcib olan namazların dışındaki namazlara Nâfile Namazlar denir ve Farz Namazların öncesinde veyâ sonrasında kılınan Sünnet Namazlar Nâfile Namaz kapsamında yer alır. Nâfile Namazları, sünnet namazların dışında ayrı bir kategori olarak ele alan bilginler de bulunmaktadır. Buna göre namazlar.:
a-) Farz Namazlar,
b-) Vâcib Namazlar,
c-) Sünnet Namazlar,
d-) Nâfile Namazlar olmak üzere dört çeşit olmaktadır.
Sünnet namazlar, vakit namazları yanında düzenli olarak kılınan sünnetleri (revâtib) ifâde etmekte, nâfile namazlar ise düzenli olmayarak çeşitli vesilelerle ALLAH’a yakınlaşmak ve sevâb kazanmak maksadıyla ayrıca kılınan namazları (regaib) ifâde etmektedir.

Sünnet, Peygamber aleyhisselâm’ın yaptığı ve bir bağlayıcılık ve gereklilik olmaksızın yapılmasını istediği ve teşvik ettiği şeylerdir. Bu anlamda sünnet, hem Peygamber aleyhisselâm’ın devamlı olarak yaptığı, nâdiren terkettiği şeyleri yani Hanefîler'in ıstılahındaki sünneti hem de devamlı olarak yapmayıp, yapılmasına teşvikte bulunduğu şeyleri (mendub, müstehab) içine almaktadır. Buna göre meselâ sabah namazının farzından önce iki rek’at namaz kılmak sünnet, ikindi ve yatsıdan önce kılınan dört rek’at ise müstehab sayılmaktadır. Fakat en doğru ve yaygın gruplama farz ve vâcib namazların dışındaki namazları, genel olarak nâfile başlığı altında ele alıp bunları kendi içinde kısımlara ayıran gruplamadır. Nâfile kelimesinin, farz ve vâciblerin dışında fazladan yapılan işler anlamına gelmesi ve yaygın olarak Mendub, Müstehab Ve Tatavvu olarak da adlandırılması bu gruplamanın daha tutarlı olduğunu göstermektedir. Buna göre nâfile namaz ifâdesi, bir vakti bulunan sünnetleri (müekked sünnet ve müstehab sünnet) ve vakte bağlı olmayan Tatavvu Namazları içine alır. Birincisi, süni revâtib, ikincisi regaib türleri olarak adlandırılır.
Revâtib =>Belli bir düzen ve tertip içinde, beş vakit farz namazlarla birlikte ve belli bir devamlılık içinde kılındığı için revâtib adını almıştır.
Bu açıdan revâtib sünnetler, düzenli olarak kılınan sünnetler demektir. Bunlar, Peygamber aleyhisselâm’ın sünnetine uyularak vakit namazlarından önce veyâ sonra yahut kimisinde hem önce hem sonra kılınan namazlardır. Peygamberimiz’in devam edip etmemesine göre bunların bazıları Sünnet-i Müekkede, bazıları Sünnet-i Gayr-i Müekkede olarak nitelendirilir. Hanefî literatürde, sünnet-i müekkede olan namazlar kısaca “sünnet”, gayr-i müekked olanlar ise “müstehab” veyâ “mendub” diye adlandırılmıştır. Ramazan ayında yatsı namazından sonra kılınan Teravih Namazı da, Sünnet-i Müekkede türünden bir namazdır.
Revâtib sünnetler dışındaki nâfile namazlar ise regaib adını alır. Bunlar, Peygamber aleyhisselâm’ın uygulamalarına dayanılarak belirli zamanlarda veyâ bazı vesilelerle kılınan ya da kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda ALLAH’a yakınlaşmak ve sevâb kazanmak amacıyla kıldığı namazlardır. Bunlar gönüllü olarak kendiliğinden kılındığı için.: “Gönüllü (tatavvu) namazlar veyâ arzuya bağlı namazlar” olarak da adlandırılır. Teheccüd namazı, Kuşluk (duhâ) Namazı, İstihâre Namazı, Yağmur Duâsı, Husûf Namazı, Küsûf Namazı, Tahîyyetü'l-Mescid, Tövbe Namazı, Evvâbîn Namazı, Tesbih Namazı, İhrama Giriş Namazı, Yolculuğa Çıkış ve Yolculuktan Dönüş Namazı, Hâcet Namazı, Abdest ve Gusülden Sonra Namaz =>Regaib türünden nâfile namazlardır.
İslâm Kültüründe sünnet namazlar, özellikle vakit namazlarının öncesinde-sonrasında kılınan sünnet namazlar, farz namazlara hazırlayıcı ve onları koruyucu ibâdetler olarak değerlendirilmiş, ayrıca Peygamber aleyhisselâm’a bağlı olmanın da bir göstergesi kabul edilmiştir. Bunun için de, bu namazların mümkün oldukça kılınması tavsiye edilmiş ve terkedilmesi kötü bir davranış sayılmıştır. Bununla birlikte, sonuçta farz veyâ vâcib olmayıp sünnet olduğu için de çeşitli nedenlerle terkedilmesine müsaade ve müsamaha edilmiştir..
En son ahmet tarafından 02 Haz 2023, 21:59 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

IV. => NAMAZIN FARZLARI ve VÂCİBLERİ.:

Ergenlik (bulûğ) yaşına ve belli bir aklî olgunluk düzeyine gelmiş her müslümanın namaz kılması farz-ı ayındır. Buna göre namazın kişiye farz olmasının şartları, müslüman olmak, bulûğ çağına ulaşmak ve akıllı olmak üzere üç tanedir. Bu şartlara namazın vücûb şartları yani kişinin namaz kılmakla yükümlü olmasının şartları denir.
Sahih ve eksiksiz bir şekilde kılınabilmesi için namazın birtakım farzları ve vâcibleri (sıhhat şartları), sünnetleri ve âdâbı bulunmaktadır. Farzlara riâyetsizlik, namazın bozulmasına yol açar.
Vâcib, kesin olmayan bir delille sabit olduğu için, vâcibi inkâr eden kişi, kâfir olmaz. Ancak bir açıklama getirmeksizin ve te’vil etmeksizin vâcibi terkeden kimse fâsık kabul edilir. Namazın vâciblerinden herhangi birinin terkedilmesi namazı bozmaz. Namazın vâciblerinden biri sehven terkedilmişse sehiv secdesi yapmak gerekir. Eğer kasten terkedilmişse, namazın iâde edilmesi yani yeniden kılınması gerekir.
Sünnet, Peygamber aleyhisselâm’ın devamlı olarak yaptığı (muvâzebe) ve bir mâzeret olmaksızın terketmediği şeydir. Namazda sübhâneke okumak, eûzü çekmek bu mânâda sünnettir. Sünnetin yapılmasına sevâb olmakla birlikte terkedilmesine cezâ (ikab) yoktur, sadece kınama ve sitem (itâb) vardır. Namazın sünnetleri, namazın vâciblerini tamamlar, onlardaki kusurları telâfiye ve fazla sevâba vesile olur. Sünnetlere riâyet etmek ve devam etmek Peygamber'i sevmenin bir nişanesi sayılır. Bununla birlikte sünnetin terkedilmesi, ne farzın terkedilmesi gibi namazın bozulmasını ve yeniden kılınmasını, ne vâcibin kasten terkedilmesi gibi tahrîmen mekruhluğu ne de vâcibin sehven terkedilmesi gibi sehiv secdesi yapmayı gerektirir. Fakat sünnetlerin kasten terkedilmesi “isâet” (yanlış ve kötü davranış) olur. İsâet, Hanefîler'in tanımlamasına göre tenzîhen mekruhun üstünde, tahrîmen mekruhun altında yer alır.
Edeb (çoğulu âdâb), Peygamber aleyhisselâm’ın devamlı olmaksızın zaman zaman yaptığı şeylerdir. Rükû ve secdede üçten fazla tesbih yapmak gibi. Mendub anlamına da gelir. Bunları terketmek, her ne kadar isâet sayılmaz ve kınamayı gerektirmez ise de bunlara riâyet edilmesi daha faziletlidir (efdal). Esasen namazın âdâbı, Yüce Yaratıcı’nın huzurunda durulduğunun farkında olunarak, zâhiren mütevazi’ bir halde bulunmaktır.

A-) NAMAZIN FARZLARI.:
Namazın on iki farzı vardır. Namazın farzları, namazın dışındaki farzlar ve namazın içindeki farzlar olarak iki gruba ayrılır. Namazın dışındaki farzlar, namazdan önce ve namaza hazırlık mâhiyetinde olduğu için “namazın şartları” (şurûtü's-salât) olarak adlandırılır. Namazın içindeki farzlar ise, namazın varlığı ve tasavvuru kendisine bağlı olduğu, yani bu farzlar namazın mâhiyetini oluşturduğu için “namazın rükünleri” (erkânü's-salât) adını alır. Bunlar namazı oluşturan unsurlardır. Namazın farzlarından herhangi birinin eksikliği durumunda namaz sahih olmaz. Buna göre;

a-) Namazın ŞartLarı.:
1-) Hadesten tahâret.
2-) Necâsetten tahâret.
3-) Setr-i avret.
4-) İstikbâl-i kıble.
5-) Vakit.
6-) Niyet.


b-) Namazın RükünLeri.:
1-) İftitah tekbiri.
2-) Kıyam.
3-) Kıraat.
4-) Rükû.
5. Secde.
6-) Ka’de-i ahîre şeklinde sıralanır.


Bu sayılan şart ve rükünlerde fâkihler görüş birliğindedir. Namazın rükünlerinin düzgün bir şekilde yapılması demek olan ta’dîl-i erkân Ebû Yûsuf'a ve Hanefîler'in dışındaki üç mezhebe göre rükün kabul edilmiştir. Kişinin kendi isteği ve fiili ile namazdan çıkması da (hurûc bi sun’ih) Ebû Hanîfe'ye göre bir rükündür. Farzlar arasında sıraya riâyet etmek (tertip), Şâfiî ve Hanbelî mezheblerine göre namazın rükünlerindendir.

a-) NAMAZIN ŞARTLARI.:

1-) Hadesten Tahâret.:
Hades genel olarak hükmî kirlilik, hadesten tahâret de bu hükmî kirlilikten temizlenme demektir. Abdestsizlik durumu yani namaz abdestinin olmayışı ve cünüblük hali, dinî literatürde hades yani hükmî kirlilik olarak nitelendirilir. Hadesten tahâret, namaz abdesti olmayan bir kimsenin abdest alması, gusül yapması gereken bir kimsenin gusül etmesi yani boy abdesti alması demektir. Bu çeşit tahâret, maddî kirleri giderme, beden sağlığını koruma gibi birçok yararı içinde bulundursa da esas i’tibâriyle başka hikmetlere mebnî dinî muhtevalı ve ibâdet içerikli (taabbüdî) bir temizliktir. Bilinen namaz abdestinin olmaması durumu, küçük hades diye; cünüblük, âdet görme (hayız) ve loğusalık gibi, gusül yapmayı gerektiren durumlar ise büyük hades diye adlandırılır. Cünüb olan kimseler, boy abdesti almadan namaz kılamazlar. Aynı şekilde âdet yahut loğusalık halinde olan kadınlar da bu halleri devam ediyorken namaz kılamazlar. Bu halleri sona erdikten sonra, namaz kılabilmek için boy abdesti almaları gerekir. Boy abdesti almak için su temîn edemeyen veyâ su bulduğu halde bu suyu kullanma imkânı bulamayan kimseler teyemmüm ederler. Aynı durum, namaz abdesti almak için su bulamayan kimse için de geçerlidir. Tilâvet secdesi ve şükür secdesi gibi namaz benzeri işler (eksik namazlar) için de hadesten temizlenmiş olmak yani abdestli bulunmak şart görülmüştür. Namaz kılarken herhangi bir sebeple abdest bozulursa namaz da bozulmuş olur. Namaz kılarken bilerek abdest bozucu bir fiil işleyen kişinin namazı bozulur. Ancak bu iş, namazın sonunda yapılmış ise, kişi kendi fiili ile namazdan çıkmış sayılacağı için Hanefîler'e göre namaz bozulmaz. Özel durumlarında kadınlar namaz ve oruç gibi ibâdetlerden muaftır. Kur’ÂN-ı Kerîm'de hayız durumunun bir ezâ ve rahatsızlık hali olduğu bildirilmekte ve erkeklerin bu durumdaki eşleriyle cinsel ilişkide bulunmaları yasaklanmaktadır. Peygamber aleyhisselâm, bu durumda olan kadınların namaz kılmayacaklarını ve oruç tutmayacaklarını açıklamıştır. Kadınlar bu dönemlerinde kılamadıkları namazları kazâ etmeyecekler, fakat tutamadıkları oruçları kazâ edeceklerdir. Bu hükümler üzerinde icmâ’ edilmiş ve bu konuda aykırı bir görüş öne sürülmemiştir. Öte yandan özel durumlarında kadınların namaz ve oruç gibi ibâdetlerden muaf tutulması, bir “haktan mahrumiyet” değil, “görevden muafiyet”tir. İbâdetler, bir dinin temel unsurları içerisinde yer alması bir yana, o dinin alâmet-i fârikası, ayırıcı özelliğidir. İbâdetler, diğer sosyal ve hukukî kurumlardan farklı olarak, zamana ve zemîne göre değişme göstermeyen sabit konulardır. Üzerinde görüş birliği sağlanmış ibâdet konularında değiştirme yapılacak olursa, din, kendine mahsus özelliklerini yavaş yavaş yitirir ve tanınmaz hale gelir. Bu bakımdan özellikle ibâdet konularında gerçekleşmiş olan icmâ’lara dikkat etmek, bunlara aykırı davranmamak şarttır. Zâten bu tür icmâ’lara aykırı davranmak, öteden beri âlimler tarafından bid’at ve sapıklık olarak değerlendirilmiş, hatta konunun önem derecesine göre bazı icmâ’ları inkâr edip karşı gelmenin küfür olacağı belirtilmiştir.

2-) Necâsetten Tahâret.:
Necâsetten tahâret, vücut, elbise ve namaz kılınacak yerin, -insan kanı ve idrarı, at, koyun gibi hayvanların idrar ve dışkıları gibi- dinen pis sayılan şeylerden temizlenmesi demektir. Ağır (galîz) necâset ve hafif necâsetin neler olduğu ve bunların hangi ölçüde bulunmalarının namaza engel olacağı konusu TEMİZLİK bölümünde açıklanmıştır.
Namazın sıhhatine engel olacak ölçüde necâset taşıyan bir elbise ile bilmeyerek namaz kılan kimsenin, bu durumu öğrendikten sonra namazını iâde etmesi gerekir.

3-) Setr-i Avret.:
Avret, insan vücudunda başkası tarafından görülmesi ayıp ya da günah sayılan yerlerdir. Setr-i avret, avret sayılan yerleri örtmek demektir. Avret yerlerinin namazda olduğu gibi, namaz dışında da örtülmesi ve başkalarına gösterilmemesi gerekir.
Avret kelimesi Kur’ÂN-ı Kerîm'de terim anlamına yakın bir şekilde iki yerde geçmiş olmakla birlikte (Nûr 24/31, 58), avret yerlerinin sınır ve ölçüleri gösterilmemiştir. Kur’ÂN-ı Kerîm'da geçen “sev'e” (A’râf 7/20, 22, 26, 27; Tâhâ 20/121; Mâide 5/31) kelimesiyle de en dar anlamda avret yani erkek ve kadının cinsel organı kastedilmiştir. Bunun Kur’ÂN-ı Kerîm'da “sev'e” diye anılması, onların örtülmesinin aklın ve fıtratın da gereği olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan buna galîz avret denilmektedir. Cinsel organların dışında nerelerin avret olduğu hususu büyük ölçüde hadislerle düzenlenmiştir. Peygamber aleyhisselâm’ın bu düzenlemeyi yaparken, o dönemin giyim kuşam tarzını da dikkate aldığı açıktır. O dönemde bugünkü anlamda iç çamaşırının olmadığı, en azından iç çamaşırı giyme âdetinin bulunmadığı dikkate alınırsa, Peygamber aleyhisselâmın erkekler için yaptığı bu düzenlemenin, gerek namazdaki hareketler gerekse namaz dışında oturup kalkmalar esnasında, esas avret yerlerinin (cinsel organ ve makat) görünmemesi açısından ne kadar yerinde olduğu görülür.
Erkek için avret, yani örtülmesi gereken yerler, göbek ile diz kapağının arasıdır. Bu konuda biraz daha ihtiyatlı davranan Hanefîler diz kapaklarını da avret olarak kabul ederken, diğer üç mezheb, diz kapaklarını avret saymazlar. Kadın için avret, yüz, el ve ayak dışındaki bütün vücuttur. Onlar, yüzlerini namazda örtmedikleri gibi, ellerini ve ayaklarını da açık bulundurabilirler. Saçlarıyla beraber başları, bacakları ve kolları örtülü bulunur. İmam Mâlik, setr-i avretin (örtünme) namaza has olmayan genel bir farz olduğunu, namazda ve namaz dışında uyulması gereken dinî bir emir bulunduğunu dikkate alarak kadınların başlarını örtmelerini ayrıca namazın farzları arasında saymamıştır. Onun bu görüşün bir uzantısı olarak Mâlikî Mezhebinde setr-i avret namazın sünnetlerinden sayılır. Diğer üç mezheb imamı ve Mâlikî Mezhebindeki öteki görüşe göre, namazda setr-i avret, tıpkı kıbleye yönelmenin farz oluşu gibi farzdır.
Peygamber aleyhisselâm’ın.: “ALLAH, bulûğa ermiş kadının namazını başörtüsüz kabul etmez” (İbn Mâce, “Tahâre”, 132; Tirmizî, “Salât”, 160; Müsned, IV, 151, 218, 259)
Ve.: “Kadın bulûğ çağına erince elleri ve yüzü dışında başka yerlerinin başkasına görünmesi helâl olmaz.”
(Ebû Dâvûd, “Libâs”, 31)
Şeklindeki hadisleri göz önüne alınınca, başörtüsüz kılınan namazın geçerli olmayacağı anlaşılır. Kadının başının dörtte biri veyâ uyluğunun dörtte biri açık olarak namaz kılması durumunda, Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre namazı geçersiz olur. Ebû Yûsuf'a göre ise, başının yarıdan fazlası açık olmadıkça namaz geçerlidir. Çünkü bir şeyin yarıdan fazlası çok hükmündedir. Kadın, asgari bir başörtüsü, bir de ayaklara kadar uzanacak bir gömlek giymiş olmalıdır. Başörtüsüz namaz kılacak olursa bu namazını, vakit içinde veyâ vakit çıktıktan sonra iâde eder. Mâlik'e göre ise vakit çıktıktan sonra iâde etmesine gerek yoktur. Çünkü İmam Mâlik'e göre kadının başını örtmesi namaza has olmayan genel bir farzdır. Bu sebeple Mâlikîler namazda kadınların başını örtmesini namazın farzları arasında saymaz, âdeta onu namazın sünnet veyâ müstehablarından biri olarak görürler. Bu i’tibârla başörtüsüz kılınan namaz, Mâlikîler'de ağırlıklı görüşe göre sahih olmakla birlikte vakti içinde iâde edilmesi tavsiye edilmiştir. Kadının örtünmeyle ilgili genel farzı ihlâl etmiş olmasının dinî sorumluluğu ayrı bir husus olarak değerlendirilmiştir. Öte yandan kadınların kolları, kulakları ve salıverilmiş saçlarının avret olmadığını söyleyen Hanefî Bilginler de bulunmaktadır. Mâlikî Mezhebinde erkek ve kadının avret yerleri “ağır avret” (avret-i mugallaza) ve hafif avret olmak üzere iki kısımda değerlendirilmektedir. Erkek için galîz avret, cinsel organ ile makattır. Bu kısmın kesinlikle örtülmesi gerekir. Göbekle diz kapak arasının ağır avret sayılan bölgesinin dışında kalan kısımları ise hafif avrettir. Örtülmesi gerekli olmakla birlikte birincisi kadar ağır değildir. Kadının göğsü, göğüs hizasında bulunan sırt kısmı, kolları, boynu, başı ve dizden aşağısı hafif avret olup, bunun dışında kalan yerleri galiz avrettir. Bu ayırımın pratik sonucu namazdaki örtünme hükümlerine etki eder. Buna göre, hafif avret sayılan yerleri açık olarak namaz kılan bir kimse genel dinî farzı ihlâl etmiş olmanın günahını yüklenmekle birlikte, bu kimsenin namazı bâtıl olmaz. Mâlikîler’in namazda baş örtmeyi sünnet, açmayı da mekruh saymasının anlamı budur.
Giyilen şeyin, tenin rengini göstermeyecek kalınlıkta veyâ dokuda olması gerekir. Vücut hatlarını belli eden elbise ile namaz kılmak mekruh olmakla birlikte kılınan namaz geçerlidir. İpek giysi giymek mekruh veyâ haram kabul edilse de, ipek elbise ile kılınan namaz geçerlidir.
Namaz esnasında avret mahallinin, kişinin iradesi dışında açılması durumunda, açılan yer eğer örtülmesi gereken yerin dörtte biri oranına ulaşmış ve bir rükün edâ edilecek bir sûre (sübhânellâhi'l-azîm diyecek kadar bir sûre) açık kalmış ise kişinin namazı bozulur. Kendi iradesi ile açacak olursa namazı hemen bozulur.

4-) İstikbâl-i Kıble.:
İstikbâl-i kıble, namaz kılarken kıbleye yönelmek demektir. Müslümanların kıblesi, Mekke'de bulunan Kâbe'dir. Kâbe denilince sadece bilinen bina değil, bunun yanında, hatta daha öncelikle bu binanın bulunduğu yer kastedilir. Kâbe'yi gözle gören kişi, bizzât Kâbe'ye yönelir. Kâbe'den uzakta olan kişi ise Kâbe'nin bizzât kendisine değil, onun bulunduğu tarafa yönelir, yüzünü ve yönünü o tarafa çevirir. Namazın amacı, kalbin mâsivâdan (ALLAH’tan başka her şeyden) ayrılıp yalnızca ALLAH’a yönelmesidir. Elbetteki ALLAH herhangi bir yönle kayıtlı ve sınırlı değildir. Fakat, kalbin huzur ve sükûnetini sağlamak bakımından, namazda herkesin yöneleceği bir yönün tayin edilmesi, belirlenmesi gerekir. Zâhirde, yüzümüzü ALLAH’ın evi olan Kâbe'ye çevirdiğimiz gibi, bâtınen de, ALLAH’ın nazargâhı olan kalbimizi, gönlümüzü başka şeylerden çekip alarak, arındırarak yalnız ALLAH’a yöneltmeli, ALLAH’tan başka şeyleri kalbden atmalıyız.
Kıblenin ne tarafta olduğunu bilmeyen kimsenin, yanında kıble yönünü bilen birisi varsa ona sorması gerekir. Böyle biri varken ona sormayıp kendisi ictihad ederek, yani kıble yönünü bulmaya çalışarak bir yöne yönelmiş ve yöneldiği tarafın kıble yönü olmadığı ortaya çıkmış ise, namazı iâde etmesi gerekir. Kâbe'nin bulunduğu noktadan 45 derece sağa ve sola sapmalar kıbleden (Kâbe yönünden) sapma sayılmaz. Sapma derecesi daha fazla olursa “kıbleye yönelme” şartı aksamış olur.
Kıblenin ne tarafta olduğunu bilmeyen kimse, soracak birini bulamadığı takdirde yıldız, güneş, rüzgâr gibi birtakım doğal alâmetlere dayanarak kıble yönünü bulmaya çabalar ve kanaat getirdiği tarafa yönelerek namazını kılar. Namazı kıldıktan sonra kıblenin kendi yöneldiği tarafta olmadığı ortaya çıksa bile, kendisi bu yöne ictihad ederek, yani birtakım alâmetlere dayanarak bu sonuca ulaştığı için, namazı yeniden kılması gerekmez. Fakat namaz esnasında kıble yönünü anlaması halinde, namazını bozmadan o tarafa yönelir ve namazını tamamlar.
Kıble yönünü bilmeyen kimse, birine sormadan veyâ kıblenin ne tarafta olduğunu araştırma zahmetine katlanmadan (ictihad etmeden) rastgele bir tarafa yönelse, namaz esnasında yöneldiği tarafın kesin olarak kıble tarafı olduğunu anlasa namazı yeniden kılar. Çünkü namazın ilk kısmı şüpheli olduğu için, sağlam kanaate dayalı ikinci kısım, şüpheli birinci kısım üzerine bina edilemez. Ancak bu durumu namazı bitirdikten sonra anlayacak olursa, iâde etmesi gerekmez. Ebû Yûsuf'a göre her iki durumda da iâde etmesi gerekmez.
İki kişi kıble cihetini araştırsa ve her biri ayrı bir yönün kıble olduğuna kanaat getirse, bu durumda bunlar birbirlerine uyarak cemâatle namaz kılamazlar. Her biri kendi tesbit ettiği kıbleye dönerek ayrı ayrı namazlarını kılarlar.
Bir kimse namazda iken bir özür olmaksızın göğsünü kıble tarafından çevirecek olursa namazı bozulur. Yüzünü çevirecek olursa, derhal kıbleye dönmesi gerekir. Bir kimse abdestsiz olduğunu zannederek namazdan ayrıldıktan sonra abdestli olduğunu hatırlasa, isterse henüz mescidden çıkmamış olsun, namazı bozulmuş olur. Fakat bir kimse mescidde namaz kılarken abdestinin bozulduğu zannıyla kıbleden ayrılıp da daha mescidden çıkmadan abdestinin bozulmadığını anlasa, İmâm-ı Âzam'a göre namazı bozulmuş olmaz. Ama bunu mescidden çıktıktan sonra anlayacak olsa namazı ittifâkla bozulur. Çünkü mekânın değişmesi bir özüre mebni değilse, namazı iptal eder.
Hastalık veyâ düşman yahut yırtıcı hayvan korkusu gibi nedenlerle kıbleye dönme imkânı bulamayan kimse, kendisi için en rahat olan tarafa döner.

Binek Üzerinde KıbLeye YöneLme.:
Normal durumlarda binek üzerinde nâfile namaz kılmak câiz ise de, farz namaz kılınmaz. Ancak zaruret durumlarında binek üzerinde namaz kılmak câiz görülmüştür. Hayvan üzerinde, otomobil veyâ otobüste namaz kılındığı takdirde namazın rükünlerinden olan kıyam ve çoğu kere istikbâl-i kıble yerine getirilemez. Fakat yerin çamur olması, namaz kılacak uygun bir yer bulunmaması gibi durumlarda, hayvanı veyâ otomobili durdurup, hayvanın veyâ taşıtın üzerinde kıbleye yüz tutarak namaz kılınabilir. Hanefî mezhebinde iki namazın birlikte kılınması (cem’), hac mevsiminde, Arafat ve Müzdelife dışında kabul edilmediği için, yağmur, çamur ve yolculuk gibi sebeplerle iki namazı birlikte kılmak söz konusu edilmemiştir. Ancak diğer mezhebler, sayılan mâzeretlere binaen iki namazın birlikte kılınabileceğini kabul ettikleri için, uygun yer bulma ihtimali olan durumlarda, namazı binek üzerinde kılmayıp uygun vakit ve mekânda iki namaz birlikte kılınabilir. Gemide namaz kılan kimse mümkünse kıbleye doğru döner; gemi yön değiştirdikçe kendisinin de kıble tarafına dönmesi gerekir.

5-) Vakit.:
Namaz günün belli zaman dilimlerinde yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Bu i’tibârla farz namazlar için vakit şarttır. Yine her bir farz namaza bağlı sünnet namazlar, vitir, teravih ve bayram namazları için de vakit şarttır. Bir farz namaz, vaktinin girmesinden önce edâ edilemeyeceği gibi, vaktinin çıkmasından sonra da edâ edilemez. Bir farz namazın vakti içinde kılınması edâ, vaktinin çıkmasından sonra kılınması da kazâ olarak adlandırılır. Bir namazın özürsüz olarak vaktinde kılınmaması ve ileriki bir vakitte kazâ edilmek üzere ertelenmesi doğru değildir ve günahtır. İlgili hadisten hareketle, unutma ve uyuma gibi mâzeretler nedeniyle vaktinde kılınamamış olan namazın daha sonra kılınması gerekir. İhmal ederek, gevşeklik göstererek namazın vakti içerisinde kılınmaması günah olduğu için kimi bilginler, bu şekilde mâzeretsiz olarak vakti içerisinde kılınmamış olan namazların kazâ edilemeyeceğini, günahından kurtulmak için tövbe etmek gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu bilginler, aynı şekilde uyuma ve unutma mâzereti sebebiyle vaktinde kılınamamış bir namazın hatırlanıldığında edâ niyetiyle kılınacağını belirtmişlerdir. Esasen niyet ederken hangi farz namazın kılındığının belirlenmesi (tayin) şart olmakla birlikte, edâ veyâ kazâ şeklinde bir belirleme yapmak gerekli değildir. Çünkü kazâya kalmış bir namaz, edâ niyetiyle kazâ edilebileceği gibi, henüz vakti çıkmamış bir namaz da kazâ niyetiyle edâ edilebilir. Kazâ, sadece beş vakit farz namaz ve bir de vitir namazı için söz konusudur. Cuma ve bayram namazları ve sünnet namazlar kazâ edilemez.

aa-) Beş Vakit Namazın vakitLeri.:

1-) Sabah Namazının Vakti.:
Fecr-i sâdık da denilen ikinci fecrin doğmasından güneşin doğmasına, daha doğrusu güneşin doğmasından az önceye kadar olan süre sabah namazının vaktidir. Fecr-i sâdık, sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan bir aydınlıktır. Bu ikinci fecre fıkıh literatüründe “enlemesine beyazlık” anlamında “beyâz-ı müsta’razî” denilir. Bu andan i’tibâren yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur. Bu vakit aynı zamanda, sahurun sona erip orucun başlaması (imsak) vaktidir.
Fecr-i kâzib de denilen birinci fecir ise, sabaha karşı doğuda tan yerinde ufuktan göğe doğru dikey olarak yükselen, piramit şeklinde, akçıl ve donuk bir beyazlıktır. Fıkıh literatüründe buna uzayıp giden beyazlık anlamında “beyâz-ı müstetîl” de denilir. Bu geçici beyazlıktan sonra, yine kısa bir süre karanlık basar ve bunun ardından da ufukta yatay olarak boydan boya uzanan, giderek genişleyip yayılan fecr-i sâdık aydınlığı başlar.
Sabah namazının ortalık aydınlandıktan sonra kılınması (isfâr) müstehabtır. Bu aydınlığın ölçüsü, atılan okun düştüğü yerin görülebileceği ölçüde bir aydınlıktır. Bununla birlikte, kılınan namazın fâsid olup yeniden kılınmasının gerekebileceği ihtimaline binaen, güneşin doğuşundan önce namazı yeniden kılabilecek bir sürenin bırakılması gerekir. Sadece kurban bayramının ilk günü Müzdelife'de bulunan hacıların o günün sabah namazını, ikinci fecir doğar doğmaz, ortalık henüz karanlıkça iken (taglîs) kılmaları daha faziletlidir. Diğer üç mezhebe göre ise, sabah namazını her zaman bu şekilde erken kılmak daha faziletlidir (fecir hakkında bk. Tecrîd-i Sarih Tercümesi, II, 586-588).

2-) Öğle Namazının Vakti.:
Öğle namazının vakti, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye göre, zeval vaktinden yani güneşin tepe noktasını geçip batıya doğru kaymasından i’tibâren başlar ve güneş tam tepedeyken eşyânın yere düşen gölge uzunluğu (fey-i zevâl) hariç, her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaşacağı zamana kadar devam eder. Bu zamana “asr-ı sânî” denir. Ebû Yûsuf, MuhaMMed ve diğer üç mezheb imamına göre ise, öğle namazının vakti zeval vaktinden, her şeyin gölgesi, fey-i zevâl hariç, kendisinin bir misline ulaştığı ana kadardır. Her şeyin gölgesi, fey-i zevâl hariç, kendisinin bir misline çıktığı zaman, öğle namazının vakti çıkmış, ikindi namazının vakti girmiş olur. Bu zamana “asr-ı evvel” denir. Bir cismin gölge uzunluğunun, kendi uzunluğuna veyâ kendi uzunluğunun iki katına ulaşıp ulaşmadığı hesablanırken, güneşin tam tepe noktada iken cismin yere düşen gölge uzunluğu (fey-i zevâl) hariç tutulur, yani toplam uzunluğa dahil edilmez. Söz gelimi, yere dikilen 1 m. uzunluğundaki çıtanın güneş tam tepedeyken yere düşen gölgesinin uzunluğu, ki buna fey-i zevâl denir, yarım metre olsun. Bu durumda çıtanın yere düşen gölge uzunluğu 1.5 m. olduğu zaman, gölgesinin uzunluğu kendi uzunluğu kadar (bir misli) olmuş olur. Çıtanın gölge uzunluğu 2.5 metreye ulaşırsa, kendi uzunluğunun iki misline ulaşmış olur.
Bu ihtilâftan kurtulmak için, öğle namazını her şeyin gölgesi, fey-i zevâl dışında, gölgesi bir misli olana kadar geciktirmemek; ikindi namazını da her şeyin gölgesi, fey-i zevâl dışında, iki misli olmadıkça kılmamak evlâdır.
Normal kullanımda gündüz denilince, güneşin doğmasından batmasına kadar olan süre anlaşılır (örfî gündüz). Fakat şer’î bakış açısından ise gündüz, fecr-i sâdıktan güneşin batmasına kadar olan süredir (şer’î gündüz). Şer’î gündüz örfî gündüzden daha uzun bir süredir. Öğle namazının vakti, güneşin tepe noktasını geçip batıya doğru kaymasından i’tibâren başlar. Güneşin tepe noktasını geçmesine “zeval” denilir. Zeval, örfî gündüzün tam ortasına denk gelir. Meselâ örfî gündüz on saat ise, bu sürenin yarısı (beş saat) zeval vaktidir ve güneş görünüşe göre gökteki yarı yolu katetmiş olur. Şimdiye kadar her şeyin gölgesi doğudan batıya doğru düşmekte iken, bundan sonra batıdan doğuya doğru düşmeye başlar. İşte güneşin tam bu yarı yola geldiği anda yere düşen gölgesine “zeval anındaki gölge” anlamında “fey-i zevâl” denir. Fey-i zevâlin yönü ve uzunluğu bölgenin ekvatordan uzaklığına, kuzey veyâ güney yarıkürede oluşuna göre değişir. Bu anda yere dikilen 1 m. uzunluğundaki bir şeyin gölgesi, meselâ yarım metre olsun, fey-i zevâldir. Bu andan i’tibâren o şeyin gölgesi, fey-i zevâle ilâveten 2 metreye ulaşınca, yani 2.5 m. olunca, asr-ı sânî olmuş, İmâm-ı Âzam'a göre öğle vakti çıkmış, ikindi vakti girmiş olur.
Tam zeval vaktinde namaz kılınmaz. Namaz kılınması câiz olmayan bu vakit, çok kısa süren bir ana mı mahsustur, yoksa bu anın biraz öncesinden mi başlar? Bir görüşe göre bu hususta örfî gündüz esas alınır. Buna göre tam zeval vaktine, gündüzün bu ana kadar geçen süresi ile geri kalan süresinin birbirine eşitliği anlamına gelmek üzere “istivâ vakti” denir ki, güneş sanki herkesin başının üzerindeymiş gibi görünür. İşte namaz kılmanın câiz olmadığı vakit bu andır. Diğer görüşe göre ise, bu hususta şer’î gündüz esas alınır. Şer’î gündüzde ise, gündüz güneşin doğması ile değil, fecr-i sâdıkın doğması ile başladığı için istivâ vakti, zeval vaktinden biraz önceye denk gelir. Bu bakışa göre kerahet vakti, istivâ vakti ile zeval vakti arasındaki süredir.
Cuma namazının vakti de tam öğle namazının vakti gibidir.

3-) İkindi Namazının Vakti.:
İkindi namazının vakti, öğle namazının vaktinin çıkmasından güneşin batmasına kadar olan süredir. Öğle namazının vaktinin ne zaman sona erdiği konusundaki görüş ayrılığına göre söylenecek olursa, ikindi namazının vakti, Ebû Hanîfe'ye göre her şeyin gölge uzunluğu, kendi uzunluğunun iki katına çıktığı andan i’tibâren, diğerlerine göre ise bir katına çaktığı andan i’tibâren başlar.

4-) Akşam Namazının Vakti.:
Akşam namazının vakti güneşin batmasıyla başlar, şafağın kaybolacağı zamana kadar sürer.
Şafak, İmâm-ı Âzam'a göre akşamleyin ufuktaki kızıllıktan/kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktan ibârettir. Ebû Yûsuf, Muhammed ve diğer üç mezhebin imamına göre şafak, ufukta meydana gelen kızıllıktır. Ebû Hanîfe'nin bu görüşte olduğu rivâyeti de vardır. Bu kızıllık kaybolunca akşam namazının vakti çıkmış olur.
Akşam namazının vakti dar olduğu için, bu namazı ilk vaktinde kılmak müstehabtır. Ufuktaki kızıllığın kaybolmasına kadar geciktirmek uygun değildir.

5-) Yatsı Namazının Vakti.:
Yatsı namazının vakti, şafağın kaybolmasından yani akşam namazı vaktinin çıkmasından i’tibâren başlar, ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder.

bb-) Müstehâb vakitLer.:

Her vaktin namazı, kendisi için belirlenmiş olan vaktin hangi parçasında kılınırsa kılınsın vaktinde kılınmış olur. Farz namazları vaktin ilk girdiği anda kılmak efdaldir. Nitekim Peygamber aleyhisselâm.: “Vaktin evveli, ALLAH’ın hoşnutluğudur, vaktin sonu ise affıdır” buyurmuştur. (Tirmizî, “Mevâkît”, 13)
Fakat namazın ilk vaktinden sonraya bırakılmasında bir fazilet varsa bu takdirde vaktin sonuna bırakılabilir. Peygamber aleyhisselâm, sabah namazının ortalık biraz aydınlıkça iken kılınmasının daha faziletli olduğunu belirttiği için, sabah namazının vaktin ilk kısmında değil son kısmında kılınması (isfâr) Hanefîler’ce daha faziletli kabul edilmiştir. Fakat sonrasında vakfe yapılacağı için Müzdelife'de kılınan sabah namazının, vaktin evvelinde kılınması (taglîs) daha uygun ve faziletlidir. Sıcak bölgelerde, yaz günlerinde, öğle namazını geciktirip serinlikte kılmak (ibrâd) efdaldir. İkindi namazını, güneşin gözü kamaştırmayacak duruma gelmesinden önceki vakte kadar geciktirmek efdal, gözü kamaştırmayacak hale gelmesine kadar geciktirmek tahrîmen mekruhtur. Akşam namazını her zaman ilk vaktinde, yani vakti girer girmez kılmak efdaldir. Yatsı namazını gecenin ilk üçte birine kadar geciktirmek efdaldir. Uyanacağına güvenen kişiler için, vitir namazını fecrin doğmasına yakın bir zamanda kılmak efdaldir.

cc-) Mekruh vakitLer.:

Farz namazlar için müstehab vakitLer olduğu gibi, genel olarak namaz kılmak için uygun olmayan, yani namaz kılmanın mekruh olduğu vakitLer de vardır. Mekruh vakitLer iki kısımdır. Bir kısmında hiçbir namaz kılınmaz, bir kısmında ise özellikle nâfile namaz kılınmaz, kazâ namazı kılınabilir. Hiçbir namazın kılınamayacağı üç mekruh vakit şunlardır.:
1 -) Güneşin doğmasından yükselmesine kadar olan zaman (şürûk zamanı ki bu yaklaşık 40-45 dakika civarındadır).
2 -) Güneşin tam tepe noktasında olduğu zaman (vakt-i istivâ).
3 -) Güneşin batma zamanı (gurûb). Gurup vakti, güneşin sararıp veyâ kızarıp artık gözleri kırpıştırmadan rahatlıkla bakılacak hale geldiği vakittir. Bu vakitte sadece, o günün ikindi namazının farzı kılınabilir.

Nâfile namaz kılmanın mekruh olduğu vakitLer.:
1 -) Fecrin doğmasından sonra sabah namazının sünneti dışında nâfile namaz kılınmaz.
2 -) Sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar,
3 -) İkindi namazını kıldıktan sonra güneş batıncaya kadar,
4 -) Akşam namazının farzından önce,
5 -) Bayram namazlarından önce, ne evde ne câmide,
6 -) Bayram namazlarından sonra, câmide,
7 -) Arafat ve Müzdelife cem’leri arasında,
8 -.) Farz namazın vaktinin daralması durumunda,
9 -) Farza durulmak üzere kâmet getirilirken (Sabah namazının sünneti bundan müstesnadır).
10 -) Cuma günü hatibin minbere çıkmasından cuma namazı sona erinceye kadar nâfile namaz kılınmaz.

dd-) KutupLarda Namaz.:

Vakit namazın şartı olduğu gibi, namazın vâcib olmasının da sebebidir. Buna göre bir bölgede namaz vakitLerinden biri veyâ ikisi gerçekleşmiyorsa o vakitLere ait namazların, o bölge halkına farz olmaması gerekir. Diyelim ki bazı yerlerde senenin bir mevsiminde daha şafak kaybolmadan fecir doğarak sabah namazının vakti girmektedir. Bu durumda orada yatsı namazının vakti gerçekleşmeyeceği için, yatsı namazı kılmak gerekmez. Fakat meselenin özü üzerinde düşünen mudakkik fâkihlere göre vakit, namazın bir şartı, sebebi ve alâmeti olsa da, namazın asıl sebebi ilâhî hitaptır. Bütün müslümanlar beş vakit namaz ile mükelleftirler. Bu sebeple bir bölgede herhangi bir namazın vakti gerçekleşmiyorsa veyâ tam olarak belirlenemiyorsa orada yaşayanlar, namaz vakitLeri tam olarak belirlenebilen en yakın bölgedeki namaz vakitLerine göre bir takdir ve belirleme yaparak namazlarını kılarlar. Aynı şekilde güneşi uzun bir müddet batmayan veyâ doğmayan yerlerde en yakın bölgeye i’tibâr edilmesi gerekir. Nitekim bu bölgelerde yaşayan insanlar günlük hayatlarını da güneşe göre değil 24 saatlik bir zaman dilimine göre düzenlemektedirler.

6-) Niyet.:
Niyet “azmetmek, kesin olarak irade etmek, kastetmek” demektir. Daha açık bir ifâdeyle kalbin bir şeye karar vermesi, hangi işin ne için yapıldığının açıklıkla farkında olunması demektir. Namaz hususunda niyet ALLAH için safiyetle namaz kılmayı istemek ve hangi namazın kılınacağını bilmektir. Namazın geçerli olması için niyetin gerekli olduğunda İslâm bilginleri ittifâk etmişlerdir. Ancak çoğunluk bunu sıhhat şartı sayarken, Şâfiîler ve bazı Mâlikîler rükün sayarlar. Niyetin kalb ile yapılması esas olup dil ile söylenmesi şart değildir. Bununla birlikte ayrıca dil ile de söylenmesi daha iyi olur ve bu tarzda niyet, çoğunluğa göre müstehabtır. Kalbden geçirilen ile dil ile söylenen birbirine uymuyor ise, kalbden geçirilene i’tibâr edilir. Mâlikîler'e göre ise dil ile söylenmesi câiz ise de söylenmemesi daha iyidir. Hanefî mezhebine göre farz namazlar, vitir namazı, adak namazı ve bayram namazları için belirleme şarttır. Meselâ “bugünkü sabah namazına” diye niyet edilir. Fakat vakit içerisinde, o vaktin hangi vakit olduğunu bilmek kaydıyla “bu vaktin farzını kılmaya” diye niyet edilmesi de yeterlidir. Fakat cuma namazında, vaktin namazına niyet etmek yeterli olmaz, çünkü vakit cuma vakti değil, öğle namazının vaktidir.
Nâfile namazlar için “falanca namazın ilk sünnetini veyâ son sünnetini kılmaya niyet ettim” diye niyet edilir. Bununla birlikte, ister müekked isterse gayr-i müekked olsun nâfile namazlarda, “falanca namazın sünnetini” diye bir belirleme yapmak şart değildir; sadece namaz kılmaya niyet edilmesi yeterlidir, fakat belirleme yapılması daha iyi olur. Özellikle teravih namazı kılarken, “teravih namazına” veyâ “vaktin sünnetine” diye niyet edilmesi daha ihtiyatlı bir tutum olur. Cemâate yetişip de imamın farzı mı yoksa teravihi mi kıldırdığını bilmeyen bir kimse, farza niyet ederek imama uyar. Eğer imam farzı kıldırmakta ise, uyan kişinin farzı sahih olur; imam teravihi kıldırmakta imişse, uyan kişinin kıldığı namaz nâfile olur, fakat yatsının farzından önce olduğu için teravih namazı yerine geçmez.
Niyet ederken hangi farz namazın kılındığının belirlenmesi (tayin) şart olmakla birlikte, edâ veyâ kazâ şeklinde bir belirleme yapmak gerekli değildir. Çünkü kazâya kalmış bir namaz, edâ niyetiyle kazâ edilebileceği gibi, henüz vakti çıkmamış bir namaz da kazâ niyetiyle edâ edilebilir.
Cemâatle namaz kılınması halinde imama uymaya da niyet edilmesi gerekir. Fakat imamın, imamlığa niyet etmesi şart değildir. Arkada kadın cemâat bulunması halinde, kadınların iktidâsının sahih olabilmesi için imamın onlara imam olmaya niyet etmesi gerektiği söylenmiştir.

Niyetin Zamanı.:
Niyetin iftitah tekbiriyle birlikte yapılması efdaldir. Fakat niyet ile tekbir arasında namaz ile bağdaşmayacak bir iş bulunmaması şartıyla, tekbirden önce de niyet edilebilir. Tekbir alındıktan sonra yapılan niyet çoğunluk tarafından kabul edilen görüşe göre geçerli olmaz. Diğer bir görüşe göre Sübhâneke'den veyâ eûzüden önce edilen niyet ile namaz geçerli olur. Öteki mezhebler niyet ile tekbirin yakın olmasına önem vermişlerdir. Özellikle Şâfiî mezhebinde niyetin hemen tekbirden önce veyâ tekbirle birlikte yapılması gerekir.
Namaza başlarken yapılan niyetin namaz sonuna kadar hatırlanması şart değildir. Bu bakımdan bir kimse bir vaktin farz namazına niyet ederek namaza başlasa, daha sonra nâfile kılıyormuş gibi bir zan ile namazını tamamlasa, farz namazı kılmış sayılır.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

b-) NAMAZIN RÜKÜNLERİ.:

1-) İFTİTAH TEKBİRİ.:
İftitah.: “başlamak, kapıyı açıp girmek” anlamındadır. İftitah Tekbiri (tahrîme), namaza başlarken alınan tekbir olup “ALLAHu Ekber!” cümlesini söylemektir. İftitah Tekbiri, bütün mezheb imamlarına göre farz olmakla birlikte Hanefî İmamlar bunu rükün değil şart olarak, diğer üç mezheb imamı ise rükün olarak değerlendirmiştir. İftitah Tekbiri, Hanefî Mezhebinde rükün değil şart olmakla birlikte, rükünlere çok yakın oluşu sebebiyle bir rükün gibi değerlendirilmesi ve rükünler arasında ele alınması yanlış olmaz. İftitah Tekbirinin şart veyâ rükün kabul edilmesi şeklindeki görüş ayrılığının pratik sonucu şudur.: Bir kimsenin setr-i avret, necâsetten tahâret veyâ istikbâl-i kıble şartını, İftitah Tekbirinden sonra yerine getirmesi durumunda kıldığı namaz, İftitah Tekbirini şart sayanlara göre geçerli, rükün sayanlara göre ise geçersizdir. Söz gelimi kolu başı açık olarak tekbir alıp namaza duran bir kadın İftitah Tekbirinden sonra kolunu başını örtse Hanefî İmamlara göre namazı geçerli, ötekilere göre geçersizdir. Bilen ve söylemekte güçlük çekmeyen kişi İftitah Tekbirinde “ALLAHu Ekber!" demelidir. ALLAH’ı yüceltme, O'nun büyüklüğünü ikrar anlamı taşıyan “ALLAHu Kebîr!”, “ALLAHü Azîm!” gibi başka sözlerle tekbir alındığında, farz yerine gelmiş olur. Fakat “Estağfirullah” (ALLAH’tan bağışlanmak dilerim) veyâ “Bismillah” gibi DUÂ anlamı taşıyan ifâdelerle tekbir alınacak olursa farz yerine gelmiş olmaz. Yine bir kimse Arapça dışında bir dilde tekbir getirecek olsa, Ebû Hanîfe'ye göre bu da yeterlidir. Peygamber aleyhisselâm’ın tekbir alırken ellerini omuz hizasına kadar kaldırdığına dâir rivâyet bulunduğu gibi, kulak hizasına veyâ kulaklarının üstü hizasına kadar kaldırdığına dâir rivâyetler de vardır. Bu rivâyetlerin birleştirilmesi durumunda, tekbir alırken başı hafifçe öne eğerek başparmak kulak memesine değecek şekilde elleri kaldırmanın uygun olduğu belirtilmiştir. Tekbir cümlesinde “ALLAH” kelimesinin ilk harfi olan “A” harfini uzatarak “ÂLLAH” yahut “AALLAH” veyâ “EALLAH” diye tekrarlayarak okumak câiz değildir. Bu şekilde okumak mânâyı bozacağı için, farz yerine getirilmemiş ve namaz geçersiz olur. İmama uymak üzere ayakta alınan İftitah Tekbirinin tamamen kıyam halinde alınması şarttır. Buna göre, rükû’ halinde bulunan imama uyacak olan kimse, kıyam halinde “ALLAH” deyip, “Ekber” lafzını rükû’a vardıktan sonra diyecek olsa, imama uyması sahih olmaz..

2-) KIYAM.:
Kıyam.: “Doğrulmak, dikelmek, ayakta durmak” demektir. Namazı oluşturan ana unsurlardan biri olarak kıyam, İftitah Tekbiri ve her rek’atta Kur’ÂN'dan okunması gerekli asgari miktarı okuyacak kadar bir süre ayakta durmak anlamına gelir.
Farz ve Vâcib namazlarda ve Hanefî Mezhebinde benimsenen görüşe göre sabah namazının sünnetinde kıyam bir rükündür. Gücü yeten kişi bu rüknü yerine getirmeden, meselâ oturarak farz veyâ vâcib bir namaz kılarsa namazı geçerli olmaz. Yine bir kimse, çekiliverse düşeceği bir tarzda, duvara veyâ bastona yaslanarak namaz kılacak olursa, namazı geçersiz olur. Nâfile Namazlarda ise kişi, ayakta durmaya gücü yettiği halde oturarak da namaz kılabilir.
Hasta veyâ ayakta durmaya gücü yetmeyen kişiden kıyam vecîbesi düşer. Bu kişi oturmaya güç yetiriyorsa, namazı oturarak kılar. Bu durumda oturma, o kişi için hükmen kıyam yerine geçer. Oturmaya da gücü yetmiyorsa nasıl kılabiliyorsa öyle, uzanarak veyâ ima ederek kılar..

3-) KIRAAT.:
Sözlükte.: “Okumak” anlamına gelen kıraat, “Kur’ÂN okumak” demektir. Namazda bir miktar Kur’ÂN okumak gerekir. Namazda Kur’ÂN, kıyam halinde iken yani ayakta dururken okunur. Namazda okunması gereken asgari miktar, kısa üç âyet veyâ buna denk bir uzun âyettir. Namazın asıl iskeletini oluşturan ve biçimini veren kıyam, rükû’ ve secde gibi rükünlere nisbetle kıraat, namazın zâit rüknü olarak kabul edilir. Bu yüzden, kıyam, rükû’, secde ve son oturuş, gerek cemâatle namaz kılarken gerekse tek başına namaz kılarken terkedilmediği halde, kıraat, imama uyan kişiden düşer.
Kıraat, nâfile namazların, vitir namazının ve iki rek’atlı namazların bütün rek’atlarında, dört veyâ üç rek’atlı farz namazların ise herhangi iki rek’atında olması farzdır. Kıraatin ilk iki rek’atta olması ise vâcibdir. İkinci rek’attan sonraki rek’at veyâ rek’atlarda Fâtiha Sûresini okumak Hanefî İmamlardan yapılan bir rivâyete göre vâcib, diğer bir rivâyete göre ise sünnettir..
Hanefîler'in farz namazların ilk iki rek’atı dışında Fâtiha Sûresinin okunmasını sünnet kabul etmeleri, farz namazları iki rek’at esası üzerine değerlendirmelerinin bir sonucudur. Seferde dört rekatlı namazların kısaltılıp iki rek’at olarak kılınması gerektiğindeki ısrarlarının da bu noktayla ilgisi vardır.
Kıraat konusundaki bu kurallar, Hanefî Mezhebinde, imam olan için ve tek başına kılan için söz konusudur. İmama uyan kişinin kıraat yükümlülüğü yoktur; kılınan namaz açıktan (cehrî, âşikâre) okunan namaz ise imamı dinler, değilse susar.
Diğer üç mezhebde ise kıraatin asgari miktarı her rek’atta Fâtiha Sûresinin okunmasıdır. İlk iki rek’atta Fâtiha'dan sonra Kur’ÂN'dan bir sûre veyâ birkaç âyet daha okumak (zamm-ı sûre) sünnettir. Bu mezheblerde kıraat, imam ve yalnız başına kılan için olduğu gibi imama uyan için de geçerlidir. Şu var ki imama uyan kişi, sessiz namazda Fâtiha'yı ve ardından eklenecek bir sûreyi, sesli namazda ise Şâfiîler'e göre sadece Fâtiha'yı okur; Mâlikî ve Hanbelîler'e göre bir şey okumayıp sadece dinler. Ahmed b. Hanbel'e göre, tercihen hem dinlemeli, hem de imam ara verdiğinde okumalıdır.
Besmele Şâfiî mezhebine göre Fâtiha Sûresinden bir âyet olduğu için, besmelenin okunması da kıraat vecîbesinin bir parçasıdır, yani namazın farzlarındandır. .

aa-) Kur’ÂN MeâLiyle Kıraat.:
Fâkihlerin namazda kıraat rüknünü diğer rükünlerden daha hafif tuttuğu, bunun yerine getirilmesinde âzami kolaylıklar gösterdiği, hatta bazan -imama uyan kimsede olduğu gibi- bunu aramadığı görülür. Bunun için de kıraat rüknünün ifâsı için bir âyetin okunması yeterli görülmüş, böylece Arapça bilmeyenlerin veyâ telaffuzda zorlananların da yerine getirebileceği ortalama bir ölçü konulmuştur. On dört asırlık İslâm geleneği içinde, namazda kıraatın ana dille olması taleblerinin ve bunu konu olan tartışmaların ciddi ölçekte gündeme gelmeyişi de bu kolaylıktan kaynaklanmaktadır.
Kıraatin namazda farz olması, Kur’ÂN'ın tanımında mânâ ve lafız ayırımını veyâ böyle bir ayırımın yapılıp yapılamayacağını da gündeme getirmiştir. Fâkihlerin çoğunluğu böyle bir ayırıma gerek görmezken Ebû Hanîfe'nin Kur’ÂN tanımında mânâya öncelik verdiği, lafzı da bu anlamın kalıpları olarak gördüğü bilinmektedir. Ancak bu tartışma namazdaki kıraat rüknünün ifâ şekline ilişkin olup, bütün Fâkihlere ve İslâm bilginlerine göre -ibâdetin biçimi haricinde-, Kur’ÂN'ın anlamının öncelikli olduğu, onu okumaktan ziyâde anlamanın ve içeriğiyle ilgili tefekkürün ana gayeyi teşkil ettiği kuşkusuzdur. Ebû Hanîfe'den başka bütün müctehidlere göre Arapça ezberleyip okuyabilen kimselerin namazda Kur’ÂN'ı asıl dilinden Kur’ÂN’dan okumaları farzdır. Hanefî Mezhebine göre Arapça'ya dili dönmeyen veyâ ezberleyemeyen kimseler öğreninceye kadar namazda Kur’ÂN'ı (anlamını, meâlini) kendi dillerinde okuyabilirler. “Zelletü'l-karî” bahsinde görüleceği üzere “Namazda, kıraat rüknü yerine getirilirken Kur’ÂN'dan olmayan bir kelime okunursa namaz bozulur.” Namazda önemli olan ibâdet şuurudur. Okuduğunun mânâsını da bilmek ve namazda bunu düşünmek isteyenler, okuyacakları Kur’ÂN'ın namazdan önce meâlini okurlar, mânâsını buradan anlarlar, namazda Kur’ÂN'ı asıl dilinden okurken bu mânâ ve içerik üzerinde düşünebilirler. Ancak namazın şekli açısından daha önemli ve gerekli olan, mânâyı anlamak ve düşünmek değil, ibâdet bilinciyle belli bir biçim ve davranışın yerine getirilmesidir. Kaldı ki, dinî âyin ve törenlerin hemen bütün din ve inanışlarda belli bir sembolizm ve biçimsellik içerdiği bilinmektedir. Hatta ibâdetin haz ve gizemînin biraz da bu biçimde saklandığı söylenebilir.

bb-) GizLi ve Açık Okumanın ÖLçüsü.:
Bir yazıyı hiç ses çıkarmadan ve dili dahi kıpırdatmadan okumak mümkündür ve buna Türkçe'de.: “içinden okumak veyâ sessiz okumak” denildiği gibi.: “gözüyle süzmek” de denilir. Ezberlenmiş herhangi bir metni meselâ bir şiiri dili hareket ettirmeden ve ses çıkarmadan tekrarlamak ise.: “içinden okumak” olarak adlandırılmaz, belki.: “içinden geçirmek, zihinden tekrar etmek” denir; fakat anlam olarak içinden okumaya yakındır. Bir yazıyı fısıltı ile kendisi veyâ yakınında bulunanların duyabileceği bir tonla okumaya.: “alçak sesle okumak”, bu şekilde bir iki kişinin duyabileceği bir sesle konuşmaya ise.: “fısıldamak, fısıltı ile konuşmak, alçak sesle konuşmak” denilir. Namazda kıraatin cehrî yapılmasının anlamı, başkalarının duyacağı ses tonuyla okumak demektir. Buna açıktan okumak veyâ yüksek sesle okumak denilmektedir. Kur’ÂN'ı açıktan okumanın anlamı belli olduğu için bu konuda görüş ayrılığı olmamıştır. Fakat hafî okuyuşun anlamı ve tanımlanması konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Fâkihler ezberlenmiş olan Fâtiha Sûresinin ve diğer sûrelerin namazda dili kıpırdatmaksızın ve ses çıkarmaksızın zihinden tekrarlanmasını okuma (kıraat) saymamışlardır; yani böyle yapmakla, namazın rüknü olan kıraatin yerine getirilmiş olmayacağını söylemişlerdir. Hiç ses çıkarmamakla birlikte harfleri diliyle düzeltmenin okuma sayılıp sayılmayacağı ise tartışmalıdır. Dilin hareketinin okuma sayılmayacağını söyleyenlere göre kendi duyabileceği bir sesle, fısıldar gibi, harfleri yerlerinden çıkartmak ve niteliklerini uygulamak sûretiyle kıraat etmek en doğrusudur. Kimi âlimler ise, ezberdeki bir sûreyi ses çıkarmadan fakat dili hareket ettirerek tekrarlamanın okuma sayılacağını söylemişlerdir. Bu konuda kesin bir ölçü getirmek zor olduğu için namaz kılan kişi, kendisi hangi durumda daha fazla huşû’ ve kalb huzuru duyuyorsa o şekilde davranmalı; başkalarıyla birlikte toplu olarak namaz kılınan yerlerde başkalarının huşû’ ve kalb huzurunu ihlâl edecek şekildeki okumalardan kaçınmalıdır. Genellikle açıktan okumanın alt sınırı, bir başkasının işitebileceği derecede yüksek sesle okumak şeklinde, gizli okumanın üst sınırı ise en fazla kendi işiteceği şekilde okumaktır. Alçak sesle okumanın târifi yapılırken, dayanılan gerekçelerden biri.: “Velâ techer bi salâtike velâ tuhâfit bihâ vebdaği beyne zâlike sebîlâ” âyetidir.


قُلِ ادْعُواْ اللّهَ أَوِ ادْعُواْ الرَّحْمَنَ أَيًّا مَّا تَدْعُواْ فَلَهُ الأَسْمَاء الْحُسْنَى وَلاَ تَجْهَرْ بِصَلاَتِكَ وَلاَ تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً
Resim---“Kulid’uLLÂHe evid’u’r- RAHMÂN (rahmâne), eyyen mâ ted’û fe lehu’l- esmâu’l- husnâ, ve lâ techer bi salâtike ve lâ tuhâfit bihâ vebdegı beyne zâlike sebîlâ (sebîlen).: De ki: “ALLAH diye çağırın veya RAHMÂN diye çağırın. Nasıl çağırırsanız hepsi O'nun Esmaü’l- Hüsnası'dır (ALLAH'ın en güzel isimleridir).” Namazında (sesini) yükseltme ve onu (sesini) alçaltma. Bu ikisi arasında bir yol tut.” (İsrâ 17/110)

Resim---Bu Âyet-i Celîle’nin iniş sebebiyle ilgili bir rivâyete göre putperestlerden biri Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in.: “Ey Allahım!. Ey Rahmân!.” Veya.: “Yâ Rahmân!. Yâ Rahîm!.” şeklinde farklı isimlerle DUÂ ettiğini duyunca.: “Muhammed iki tanrıya tapıyor!.” diyerek dedikodu yapmaya başlamışlar, bunun üzerine “ALLAH’ın Güzel İsimleri”nden hangisiyle olsa DUÂ edilebileceği bildirilmiştir.. (Taberî, XV, 182-183; Kurtubî, X, 349).


وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَم يَكُن لَّهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُن لَّهُ وَلِيٌّ مِّنَ الذُّلَّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا
Resim---“Ve kulil hamdu lillâhillezî lem yettehız veleden ve lem yekun lehu şerîkun fîl mulki ve lem yekun lehu veliyyun minez zulli ve kebbirhu tekbîrâ (tekbîren).: Ve de ki: “Hamd, çocuk edinmeyen ALLAH'a mahsustur ve O'nun mülkte ortağı olmamıştır (yoktur). Ve (O, zillete düşmez) O'nun, Kendisini zilletten (kurtaracak) bir dosta (ihtiyacı) yoktur.” O'nu tekbir ile (üstün kılarak) yücelt (büyüklüğünü ifade et).” (İsrâ 17/110)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Mekke’de ashabıyla namaz kılarken âyetleri yüksek sesle okur, onun okuyuşunu duyan müşrikler Kur'ÂN’a hakaret ederlerdi. Bunun üzerine sesini kısmasını, fakat yanında bulunanların duyamayacağı kadar da gizli okumamasını buyuran bu âyet inmiştir. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’ye isnad edilen diğer bir rivâyete göre salât kelimesi burada “DU” anlamındadır. “Sesini fazla yükseltme!” derken ->Öğle ve İkindi Namazlarının, “Sesini fazla da kısma!” derken ->diğer namazların kastedildiği görüşü de vardır (bu ve benzeri yorumlarla konu hakkında geniş bilgi için bk. Râzî, XXI, 70-71).

Taberî, bu görüşlere dair rivâyetleri geniş olarak aktardıktan sonra âyete şu mânayı vermektedir.: “Ey MuhaMMed! Namazında Kur’ÂN okurken, DUÂ ederken, RABBin’den dilekte bulunurken, O’nu zikrederken sesini yükseltme ki, müşrikler sesini duyup da seni üzmesinler!..” (Taberî, XV, 188).
Önceki âyetlerde hem Kur'ÂN okumaktan hem de DUÂdan söz edildiği, ayrıca 111. âyette de bir DUÂ örneği yer aldığı dikkate alındığında salât kelimesinin DUÂ ve kıraat anlamlarını birlikte içerdiği de düşünülebilir.

İçinde geçen “salât” kelimesine iki farklı anlam verildiği için bu âyet iki farklı şekilde anlaşılmaya müsâiddir. Kimileri âyette geçen salât kelimesine kıraat (Kur’ÂN okuma), kimileri de DUÂ anlamı vermişlerdir. Her iki anlamı destekleyen rivâyetler de bulunmaktadır. Âyete verilen birinci anlam.: Kur’ÂN okurken sesini yükseltme, tamamen de kısma; bu ikisi arasında bir yol tut!” şeklindedir. Bu anlamı destekleyen rivâyet İbn Abbas'tan gelmektedir. İbn Abbas'ın ifâdesine göre, Peygamber aleyhisselâm yüksek sesle Kur’ÂN okuyordu. Bunu duyan kâfirlerin, Kur’ÂN'a, onu getirene, gönderene ve Kur’ÂN'ın geldiği kişiye sövmeleri üzerine Peygamber aleyhisselâm hiç kimse duymayacak derecede sesini kıstı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi (Buhârî, “Tefsîr”, 17, 14/V, 229). Âyete verilen ikinci anlam “DUÂ ederken sesini yükseltme, tamamen de kısma. Bu ikisi arasında bir yol tut!” şeklindedir.
Bu anlamı destekleyen husus Hz. Âişe'nin, âyette geçen salât kelimesini DU olarak açıklamış olmasıdır (Buhârî, V, 229; Müslim, “Salât”, 31/I, 329-330). Salât kelimesinin Kur’ÂN'da, Peygamber aleyhisselâm’ın sözlerinde ve Arap dilinde hiçbir şekilde kıraat anlamına gelecek biçimde kullanılmayıp “DU” anlamında kullanıldığı, ayrıca âyetin baş tarafında.: “De ki: İster ALLAH deyin, ister Rahman deyin, hangi isimle DU etseniz, en güzel isimler O'nundur!.” denilerek DU etmenin emredildiği veyâ DUÂdan bahsedildiği dikkate alınınca bu ikinci anlamın daha uygun olduğu söylenebilir.

cc-) Zelletü'l-Karî.:
Namazda kıraat ederken her rek’atta okunan Fâtiha Sûresinin ve arkasından eklenmek üzere birkaç sûrenin iyi ezberlenmesi ve okuyuşlarda titiz davranılması gerekeceği bellidir. Bununla birlikte Kur’ÂN okurken çeşitli sebeblerle okuma hatası yapılabilir. Bu okuyuş hataları ve dil sürçmesi fıkıh terminolojisinde.: “zelletü'l-karî” olarak adlandırılır. Okuyuş hatası, Arap olan olmayan herkes için söz konusu olabilir. Arapça bilmeyenler için ayrıca telaffuz ve hareke problemi de söz konusudur. Âlimler okuyuşta yapılan hataların, kıraat şartının yerine gelip gelmediğine, dolayısıyla namazın sahih olup olmadığına etkisi üzerinde düşünmüş ve bunun için birtakım ölçüler getirmişlerdir. Fakat getirilen ölçü daha ziyâde anlamın bozulması, değiştirilen kelimenin Kur’ÂNda olup olmaması gibi, yine Arapça bilmeyen kişilerin tam olarak farkına varamayacağı teknik hususiyetler içerdiği için Arapça ile meşgul olmamış kişiler açısından bu bilgi ve ölçülerin fazla pratik değeri yoktur. Bu bakımdan, bu ölçülere genel olarak işâret edip, sıklıkla karşılaşılabilecek bazı durumlara ilişkin hükümlere işâret etmeyi yeterli bulmaktayız.:
1-) Namazın rükünlerinden biri olan kıraati ifâ ederken Kur’ÂN'ın bir kelimesinin dahi anlam bozulacak şekilde kasden değiştirilmesi halinde namaz bozulur. Kasıdsız olarak yanlışlık yapmak durumunda esas alınacak ölçü, değiştirilen lafzın Kur’ÂN lafızlarından olup olmadığına bakılmasıdır. Eğer Kur’ÂN lafızlarından olmayan bir lafız okunmuş olursa namaz bozulur. Okunan şey Kur’ÂN lafızlarından olduğu sûrece zabd ve i’rabında ve mânâda bir bozukluk (halel) olsa bile namaz fâsid olmaz. Yine kelime sonlarındaki hareke yanlışları, anlamı değiştirse bile namaz bozulmaz..

2-) Bir harf yerine başka bir harf okumak: Bu harfler “sin” ve “sad” harfi gibi mahreç yakınlığı bulunan harflerden ise namaz bozulmaz. Meselâ, “ALLAHü's-Samed” diyecek yerde “Allâhü's-Semed” demek “felâ takher” diyecek yerde “felâ tekher” demek, “fethun karîb” diyecek yerde “fethun garîb” demek namazı bozmaz. Fakat âlimlerin çoğunluğu “ALLAHü Ehâd” yerine “ALLAHü Ehât” okumanın namazı bozacağı görüşünde oldukları için, İhlâs Sûresini okurken “dâl” harfini, “te” gibi okumamaya dikkat etmek gerekir.

3-) Mahreç yakınlığı olmamakla birlikte bazı harfler yaygın olarak karıştırıldığı için ayırt etme zorluğu bulunan bu çeşit harflerin birbiri yerine geçirilmesi durumunda birçok fâkihe göre namaz bozulmaz. Meselâ “dât” yerine “dâl”, “zâl” veyâ “zı” harfinin okunması böyledir..

4-) Şeddeli harfi şeddesiz veyâ şeddesiz harfi şeddeli, uzun okunacak yerde kısa veyâ kısa okunacak yerde uzun, idgam yapılacak yerde idgamsız veyâ idgam yapılmayacak yerde idgam yaparak okumakla namaz bozulmaz. Meselâ “iyyâke na’büdü” diyecek yerde “iyâke na’büdü” demekle namaz bozulmaz..

5-) Kelimenin bir parçası kesilse, meselâ “hamdü…” diyecekken, unutmak veyâ nefesi yetmemek veyâ nefesi bir sebeble tıkanmaktan dolayı, “el…” deyip, durduktan sonra “hamdü…” denilse veyâ okunacak kelime hatıra gelmeyip başka bir kelimeye geçilse çoğunluğa göre namaz bozulmaz. Çünkü bu durumlarda zaruret ve kaçınılması mümkün olmayan bir durum/(umûm-ı belvâ) vardır..

6-) Eğer âyete bir harf ilâve edilse, mânâ değişmiyorsa namaz bozulmaz. Buna mukabil, “ALLAHu Ekber!” ifâdesinin başına bir “e” harfi eklenecek olsa, anlam bütünüyle değişeceği ve inanç noktasından riskli bir anlam çıkacağı için namaz bozulur. Çünkü “ALLAHu Ekber!” sözünün anlamı, “ALLAH en büyüktür” şeklinde olup başına “e” harfi eklendiği zaman “ALLAH en büyük müdür?” şekline dönüşmektedir..

7-) Anlam bozulmadığı takdirde kelimelerin yerinin değişmesiyle namaz bozulmaz. Meselâ “fîhâ zefîrun ve şehîkun” yerine “fîhâ şehîkun ve zefîrun” okunmasıyla namaz bozulmaz. Fakat anlam değişirse namaz bozulur..

8-.) Bir kimse namazda fâhiş hata ile okuduktan sonra, dönüp yeniden düzgün şekilde okursa namazı câiz olur..

9-) Kıraat esnâsında az veyâ çok miktarda âyet atlamakla namaz bozulmaz. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre Fâtiha dışındaki okuyuşlarda kasıdlı olmamak şartıyla meydana gelen hata sebebiyle namaz bozulmaz. Bu bakımdan, özellikle Fâtiha'yı hatasız öğrenmeye, doğru ezberleyip doğru okumaya çalışmak iyi olur..

4-) RÜKÛ’.:
Rükû’ sözlükte.: “eğilmek” anlamına gelir. Namazın ana unsurlarından olan rükû’, eller dizlere erecek şekilde öne doğru eğilmek demektir. Peygamber aleyhisselâm’ın uygulamasına en uygun rükû’ şekli, sırt ve baş düz bir satıh oluşturacak biçimde eğilmektir. Târif edilen bu rükû’ duruşunda bir müddet beklemek/(tuma'nîne) ve yine rükû’dan doğrulup, secdeye varmadan önce uzuvları sakin oluncaya değin bir sûre kıyam vaziyetinde beklemek/(kavme) Ta’dîl-i Erkânın birer parçası olduğundan, Ebû Yûsuf'a ve Hanefî Mezhebi dışındaki üç mezhebe göre “tuma'nîne ve “kavme” farzdır. Ebû Hanîfe ve MuhaMMed'e göre ise vâcibdir. Bu “tume'nîne” ve “kavme” süresinin asgari ölçüsü.: “Subhânellâhi'l-azîm” diyecek kadar durmaktır..

5-) SECDE.:
Secde sözlükte.: “İtaat, teslimiyet ve tevazu’ içinde eğilmek, yere kapanmak, yüzü yere sürmek” anlamına gelir. Namazın her rek’atında belirli uzuvları yere veyâ yere bitişik bir mahalle koyarak iki defa yere kapanmak namazın rükünlerindendir. Peygamber aleyhisselâm’ın uygulamasına en uygun secde yüz, eller, dizler ve ayak parmaklarının üzerine olmak üzere yedi uzuv üzerinde yapılanıdır. Bununla birlikte bunlardan bir kısmı ile yetinildiğinde secdenin geçerli olup olmayacağı konusunda mezhebler arasında farklılıklar vardır. Hanefî Mezhebinde farz olan, alnın ve ayakların hiç değilse bir ayağın yere dayanmasıdır. Burnun konması vâcib, ellerin ve dizlerin konması ise sünnettir. Tercih edilen görüşe göre, bir ayağın sadece bir parmağını veyâ sadece üstünü yere koymak yeterli değildir. Yine bir mâzeret/(özür) yokken alnı yere değdirmeden sadece burun üzerine secde yeterli olmaz..
Hanefîler'den Züfer ile Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde, yedi uzvun/(eller, ayaklar, dizler ve yüz) her birinin bir kısmının yere değdirilmesi farzdır. Şâfiîler'e göre avuç içlerinin ve ayak parmaklarının alt taraflarının yere gelmesi gerekir. Mâlikî Mezhebinde farz olan, secdenin alnın bir kısmı üzerinde yapılmasıdır. Özür sebebiyle bunu yapamayan ima ile secde eder. Sadece burnun üzerine secde edilmesi yeterli değildir.
Secdede ve iki secde arasında bir miktar beklemek/(tume'nîne), rükû’daki tume'nînenin hükmüyle aynıdır..

6-) KA’DE-i AHÎRE.:
Ka’de-i ahire.: “son oturuş” demektir. Namazın sonunda bir süre (teşehhüd miktarı) oturup beklemek namazın rükünlerindendir. İki rek’atlık namazlardaki oturuş, daha önce oturuş bulunmadığı için son oturuş sayılır..
Son oturuştaki süre Hanefîler'e göre “teşehhüd” miktarıdır. Teşehhüd miktarı ise, “Tahiyyât” DUÂsını okuyacak kadar bir süredir. Şâfiî ve Hanbelîler'de ise farz olan oturuş süresi teşehhüd miktarına ilâveten bir de Peygamber aleyhisselâm’a salâvât getirilebilecek (“ALLAHümme salli alâ MuhaMMed” diyecek) kadardır. Mâlikî Mezhebine göre farz olan, hiç değilse selâm vermeye elverişli bir süre oturmaktır.
Namaz ibâdetinin ana çatısını oluşturan şartlar ve rükünler bunlar olmakla birlikte, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Ta’dîl-i Erkân ve namazdan kendi fiili ile çıkmak da Fâkihlerin bir kısmına veyâ çoğunluğuna göre namazın farz veyâ vâcibleri arasında sayılır. Bu sebeble bu iki kavram hakkında burada bilgi verilmesi yerinde olur..

TA’DÎL-i ERKÂN.:
Ta’dîl-i Erkân.: Rükünleri düzgün, yerli yerinde ve düzenli yapmak demektir. Ta’dîl-i Erkâna riâyetin sonucunda rükünler şekil olarak düzgün ve kıvamında yerine getirilmiş olur. Böylece kişi namazını üstün körü değil, “dört başı mâmur” kılmış olur. Ta’dîl-i Erkâna yakın anlamda kullanılan “tuma'nîne” kelimesi, yapılmakta olan rüküne hakkının verildiğine kanaat getirilmesi ve yapılan işin içe sinmesi halini ifâde eder ki Ta’dîl-i Erkâna riâyetin sonucudur. Ta’dîl-i Erkân, özellikle rükû’da, rükû’dan doğrulmada, secdede ve iki secde arasındaki oturuşta söz konusu olur. Hanefî Mezhebi eserlerinde rükû’da “tuma'nîne”nin, rükû’dan doğrulduktan sonra bir süre ayakta beklemenin/(kavme) ve iki secde arasında bir süre (“sübhanellâhi'l-azîm” diyecek kadar) oturarak beklemenin/(celse) sünnet olduğu kaydedilmekle beraber kuvvetli görüşe göre bunlar Ta’dîl-i Erkânın birer boyutu olmak bakımından vâcibdir. Ta’dîl-i Erkân, Ebû Yûsuf'a ve Hanefî Mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, ayrı bir rükün veyâ rüknün şartı olması itibariyle farzdır. Hanefî Mezhebine göre (Ebû Hanîfe ve MuhaMMed'e göre) ise vâcibdir.

Namazdan Kendi FiiLi ile Çıkmak.:
Ebû Hanîfe'ye göre namaz kılan kişinin, namazın sonunda kendi istek ve iradesiyle yaptığı bir fiil ile namazdan çıkması namazın rükünlerindendir. Ebû Yûsuf ve MuhaMMed'e göre ise teşehhüd miktarı oturmakla namaz rükünleri itibariyle tamamlanmış olur. Bu görüş ayrılığının ayrıntı sayılabilecek bazı fıkhî sonuçları vardır. Buna göre bir kimse Ka’de-i Ahîrede teşehhüd miktarı oturduktan sonra kendi isteği ile, namazla bağdaşmayacak bir fiil işlese, meselâ kendisine verilen selâmı almak veyâ hapşırana “çok yaşa” veyâ “yerhamükellâh” demek gibi bir şekilde konuşsa, her üç imama göre de namazı tamam sayılır. Fakat teşehhüd miktarı oturduktan sonra, kendi isteği dışında bir sebeble namazı bozulsa Ebû Yûsuf ve MuhaMMed'e göre bu kişinin namazı tamamdır, Ebû Hanîfe'ye göre ise tamam değildir. Hemen abdest alıp kendi istek ve iradesiyle/(ihtiyar) namazdan çıkmazsa namazı geçersiz olur ve yeniden kılması gerekir. Yine son oturuşta, teşehhüd miktarı oturduktan sonra henüz kendi istek ve iradesiyle namazdan çıkmadan namaz vakti çıksa, bu kişinin namazı iki imama göre tamamdır. Ebû Hanîfe'ye göre ise fâsiddir.
Şâfiî ve Mâlikî Mezheblerine göre namazdan çıkmak için birinci selâmın verilmesi; Hanbelî Mezhebine göre de iki tarafa selâm verilmesi farzdır. Hanefî Mezhebine göre ise selâm farz değil, vâcibdir.
Hanefîler, Peygamber aleyhisselâm’ın bazan teşehhüd miktarı oturduktan sonra, selâm vermeden arkadaşlarına dönerek konuşmak gibi bir fiille namazı tamamladığını bildiren rivâyetleri dikkate alarak namazdan selâmla çıkmayı rükün saymamışlardır.


...M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

ResimŞEYh AhMedResim
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

B-) NAMAZIN VÂCİBLERİ.:
Namazın vâciblerinden herhangi birinin terkedilmesi namazı bozmaz. Namazın vâciblerinden biri sehven terkedilmişse Sehiv Secdesi yapılması, eğer kasden terkedilmişse namazın iâde edilmesi yâni yeniden kılınması gerekir.
Hanefîler'deki vâcib kavramı, diğer mezheblerde bulunmadığı için burada Hanefîler'in terminolojisine göre belirtilen vâciblerin bir kısmı, öteki mezheblerde farz sayılırken, bir kısmı sünnet sayılmaktadır. Farz olan bir şey terkedildiği zaman namaz fâsid (geçersiz) olur. Namazın vâciblerinden biri bilerek terkedildiği zaman namazı yeniden kılmak (iâde), bilmeyerek (sehven) terkedildiği zaman ise Sehiv Secdesi yapmak lâzım gelir. Sehiv Secdesi yapılmadığı zaman ise, eksikliğin verdiği kerahete rağmen namaz borcu düşmüş olur.
Namazın vâcibleri şunlardır.:
1-) Namaza “ALLAHu Ekber!” sözüyle başlamak. Bu, çoğunluğa göre farzdır.
2-) Nâfile ve Vâcib Namazların her rek’atında, Farz Namazların ilk iki rek’atında Fâtiha Sûresini okumak. Bu, çoğunluğa göre farzdır.
3-) Farz Namazların ilk iki rek’atında, Vâcib ve Nâfile Namazların her rek’atında Fâtiha'dan sonra, Kur’ÂN'dan kısa bir sûre veyâ buna denk düşecek bir veyâ birkaç âyet okumak (zamm-ı sûre), Fâtiha'ya bir küçük sûre veyâ en küçük sûreye denk üç kısa âyet ya da üç kısa âyete denk bir uzun âyet eklemek vâcibdir (En küçük sûre Kevser Sûresi [İnnâ a’taynâke'l-kevser] ve en kısa âyet “sümme nazar” âyetidir). Fâtiha'dan sonra bir sûre daha okumak çoğunluğa göre sünnettir.
4-) Farz olan kıraati ilk iki rek’atta yerine getirmek.
5-) Fâtiha'yı, eklenecek sûreden önce okumak.
6-) Tek başına namaz kılarken öğle ve ikindi namazları ile gündüz kılınan Nâfile Namazlarda gizli okumak (kırâat-i hafî yapmak). Gizli okumanın ölçüsü, sadece kendisinin duyabileceği kadar kısık bir sesle okumaktır. Sabah, akşam ve yatsı namazları ile gece kılacağı Nâfile Namazlarda kişi serbesttir; isterse sesli (cehrî), isterse hafî (alçak sesle) okuyabilir.
7-) Cemâatle kılınan namazda imam, sabah namazı ile akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rek’atında sesli okumalıdır. Cuma namazında, bayram namazlarında, cemâatle kılınan terâvih namazında, terâvihten sonra cemâatle kılınan Vitir Namazında da imam kıraati yüksek sesle yapar. İmam, öğle ve ikindi namazlarının bütün rek’atlarında, Akşam Namazının üçüncü ve yatsı namazının son iki rek’atında kıraati hafî yapar.
8-.) Secdede alın ile birlikte burnu da yere koymak.
9-) Üç ve dört rek’atlı namazlarda ikinci rek’atın sonunda oturmak (ka’de-i ûlâ = ilk oturuş).
10-) Namazların gerek ilk, gerekse son oturuşunda teşehhüdde bulunmak, yâni Tahiyyât'ı okumak.
11-) Namazın sonunda sağ ve sol tarafa selâm vermek (“es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah” cümlesinin “es-Selâm” kısmını söylemek vâcib, “aleyküm ve rahmetullah” kısmını söylemek ise sünnettir).
12-) Farz olan fiillerin sırasına riâyet etmek (kıyamdan sonra rükû’a gitmek, iki secdeyi peş peşe yapmak gibi).
13-) Farz olan fiili geciktirmemek. Meselâ, birinci oturuşta Tahiyyât'ı okuduktan sonra, “ALLAHümme salli alâ MuhaMMed” diyecek kadar bir sûre bekledikten sonra üçüncü rek’ata kalkılacak olursa farz geciktirilmiş sayılır ve Sehiv Secdesi gerekir.
14-) Vitir Namazında Kunut DUÂsı okumak Ebû Hanîfe'ye göre vâcib, İmâmeyn’e (Ebû Yûsuf ve İmam MuhaMMed) göre sünnettir.
15-) Ramazan ve Kurban bayramı namazlarının her iki rek’atında ilâve (zâit) üçer tekbir almak (bayram namazının ikinci rek’atında rükû’a giderken tekbir almak da vâcibdir. İkinci rek’atta getirilen ilâve tekbirler rükû’dan hemen önce olduğu için bu rek’atta rükû’a giderken alınan tekbir de vâcib sayılmıştır).
16-) Sehiv Secdesi yapılmasını gerektiren bir fiilde bulunulmuşsa Sehiv Secdesi yapmak. Sehiv Secdesinden sonra selâm vermek de vâcibdir.
17-) Ta’dîl-i Erkâna riâyet etmek Ebû Yûsuf'a göre farz, Ebû Hanîfe ve MuhaMMed'e göre vâcibdir.
18-) Namazdayken secde âyeti okunmuşsa tilâvet secdesi yapmak (bk. Tilâvet Secdesi).


Resim
V. => NAMAZIN SÜNNET ve ÂDÂBI.:

Sünnet, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in devamlı olarak yaptığı ve bir mâzeret olmaksızın terketmediği veyâ mâzeretsiz nâdiren terkettiği şeydir. Namazda Sübhâneke DUÂsını okumak, eûzü çekmek bu mânâda sünnettir. Sünnetin yapılmasına sevâb olmakla birlikte terkedilmesine cezâ (ikab) yoktur; sadece kınama ve sitem (itâb) vardır. Namazın sünnetleri, namazın vâciblerini tamamlar, onlardaki kusurları telâfiye ve fazla sevaba vesile olur. Sünnetlere riâyet etmek ve devam etmek Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e muhabbetin bir nişânesi sayılır. Bununla birlikte sünnetin terkedilmesi ne farzın terkedilmesi gibi namazın bozulmasını (fesad) ve yeniden kılınmasını, ne vâcibin kasden terkedilmesi gibi tahrîmen mekruhluğu, ne de vâcibin sehven terkedilmesi gibi Sehiv Secdesi yapmayı gerektirir. Fakat sünnetlerin kasden terkedilmesi “isâet” (yanlış ve kötü davranma) olur. İsâet, Hanefîler'in tanımlamasına göre tenzîhen mekruhun üstünde, tahrimen mekruhun altında yer alır. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in devamlı olarak yapmayıp, yapılmasına teşvikte bulunduğu şeylere ise Hanefîler, mendub=müstehab adını vermişlerdir. Buna göre meselâ sabah namazının farzından önce iki rek‘at namaz kılmak sünnet, ikindi ve yatsıdan önceki dört rek‘at ise müstehab sayılmaktadır.
Edeb (çoğulu âdâb) ise, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in devamlı olmaksızın birkaç kere yaptığı şeylerdir. Rükû’ ve secdede üçten fazla tesbih yapmak (yâni rükû’da üçten fazla “sübhâne RABBiye'l-azîm” demek) böyledir. Hanefî kitablarında edeb ta’biri, mendub=müstehab anlamında da kullanılır. Âdâb sayılan şeyleri terketmek, her ne kadar isâet sayılmaz ve kınamayı gerektirmez ise de bunlara riâyet edilmesi daha faziletlidir (efdal). Esasen namazın âdâbı, Yüce Yaratıcı’nın huzurunda durulduğunun farkında olunarak, zâhiren mütevazi bir halde bulunmaktır.

Buna göre Hanefîler'de namazın farz ve vâcibleri dışında yapılması uygun görülen şeyler kuvvetliden zayıfa doğru şöyle bir sıralama takip etmektedir: Sünnet, mendub=müstehab, âdâb. Diğer mezheblerde ise mendub, bir bağlayıcılık ve gereklilik söz konusu olmaksızın yapılması istenen şey şeklinde tanımlanmaktadır. Mendubun yapılmasına sevâb olmakla birlikte terkedilmesine cezâ yoktur. Fakat mendubu terkeden kişi, kınama ve sitemi hak eder. Buna göre, cumhurun mendub tanımı Hanefîler'in sünnet tanımı ve anlayışlarıyla örtüşmektedir. Esas itibariyle namazın farz ve vâciblerinden olmayan, dolayısıyla eksikliği namazın aslına zarar vermeyen, bununla birlikte yerine getirilmesi hem Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in uygulamasına uyma hem de namazın şekil ve içeriğini tamamlama anlamına gelen şeylerin genel anlamda mendub olarak değerlendirilmesi, namazın sünnet, müstehab ve âdâbının bu başlık altında düşünülmesi mümkündür. Bu bakımdan aşağıda namazın sünnetleri ve âdâbı olarak sayılan şeyler genel olarak namazın mendublarıdır.

A-) SÜNNETLERİ.:
Namazın sünnet ve âdâbının çoğu, namaz fiillerinin belli bir düzen ve intizam içinde yapılmasını ve yapılan fiillerin şeklen güzel görünmesini sağlamaya yöneliktir. Namazın sünnetleri şunlardır.:
1-) İftitah Tekbirini alırken ellerin yukarı kaldırılması ve bu esnâda ellerin açık ve parmakların normal halleri üzere bulunması ve içlerinin kıbleye yönelik tutulması. Erkekler ellerini kulaklarına, kadınlar göğüsleri hizasına kadar kaldırırlar. Bu hüküm kunut tekbiri ve bayram namazının ilâve tekbirleri için de geçerlidir. Ayrıca, imama uyan kişi (muktedî) İftitah Tekbirini, imamın iftitahından çok sonraya bırakmamalıdır.
2-) İftitah Tekbirinin hemen ardından el bağlamak (i’timât). Bunda önce elleri salıverip (irsâl) sonra bağlamak yoktur. Erkekler göbek altından ve kadınlar göğüs üstünden el bağlarlar. Sağ el sol elin üzerine konulur. Erkekler sağ elin serçe ve baş parmaklarını sol bileğin iki tarafından halka yaparlar. Kadınlar halka yapmayıp, sağ ellerini düz bir şekilde sol elleri üzerine koyarlar.
3-) Kıyamda iken ayakların arasını dört parmak kadar açık bulundurmak. Namaza başlarken ve ara tekbirlerinde ellerin kaldırılması, hizası, kıyam ve rükû’da iki ayak arasındaki mesafe gibi konularda mezheblere göre farklı uygulamalar vardır.
4-) Sübhâneke okumak, namaza ALLAH'ı bu şekilde överek, senâ ederek başlamak sünnettir. Bu bakımdan Sübhâneke birinci rek‘atta İftitah Tekbirinden (tahrîme) hemen sonra okunur.
5-) Tek başına namaz kılan için sadece ilk rek‘atta ve Sübhâneke’den sonra Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm demek (teavvüz). Cemâatle namaz kılma durumunda sadece imam “eûzü…” çeker, imama uyan kişiler Sübhâneke'den sonra bir şey okumazlar.
6-) Tek başına namaz kılan kişinin ve cemâatle namaz durumunda imamın, her rek‘atın başında Fâtiha'dan önce besmele çekmesi. İmama uyan kişilerin besmele okuması gerekmez.
7-) Sübhâneke'yi ve eûzü besmeleyi gizli okumak, Fâtiha'nın sonunda “âmin” demek. Fâtiha'yı okuyan da işiten de âmin der.
8-.) Tek başına namaz kılarken Fâtiha'nın arkasından okuyacağı sûrenin, sabah ve öğle namazlarında uzun sûrelerden, ikindi ve yatsı namazlarında orta uzunluktaki sûrelerden ve Akşam Namazında kısa sûrelerden seçilmesi. Cemâatle namaz durumunda, imam cemâatı soğutmamak durumunda olduğu için, bulunduğu yere ve cemâatin durumuna göre sûre seçer. Uzun Sûreler =>Tıvâl-i Mufassal olarak anılır. Hucurât Sûresi ile Bürûc Sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır.
Orta uzunluktaki sûrelere de =>Evsât-ı Mufassal denir. Bürûc Sûresi ile Beyyine Sûresi arasındaki sûreler bu grupta yer alır.
Kısa sûreler ise =>Kısâr-ı Mufassal diye anılır. Bunlar Beyyine Sûresinden Nâs Sûresine kadar olan sûrelerdir.
9-) Rükû’a varırken tekbir almak, yâni “ALLAHu Ekber!” demek.
10-) Rükû’da üç kere “Sübhâne RABBiye'l-azîm” demek.
11-) Rükû’dan doğrulurken “Semiallahü limen hamideh” demek (tesmî’). Bunu imam ve tek başına namaz kılan söyler; imama uyan kişi söylemez.
12-) “Semiallahü limen hamideh” dedikten sonra, “RABBenâ leke'l-hamd” veyâ “ALLAHümme RABBenâ leke'l-hamd” demek (tahmîd). Bunu tek başına namaz kılan ve imama uyanlar söyler. İmam da söyleyebilir (Ebû Hanîfe'ye göre imam söylemez).
13-) Tek başına namaz kılan kişi, tesmî’ ve tahmîdi gizli yapar. İmam ise tesmîi sesli söyler. Tahmîd her durumda sessiz okunur. Ancak kalabalık cemâatte imamın sesi arkalardan duyulmuyorsa ortalardan bir kişi, imamın tekbirlerini yüksek sesle tekrarladığı gibi tahmîdi de yüksek sesle okur.
14-) Erkeklerin, rükû’ durumunda dizlerini dik ve arkalarını düz tutmaları, dizlerini elleriyle kavramaları, dizlerini tutarken ellerini açık bulundurmaları. Kadınlar ise ellerini dizleri üzerine koyarlar, dizlerini tutmaz ve parmaklarını ayrık bulundurmazlar. Dizlerini bükük ve arkalarını meyilli bulundururlar.
15-) Rükû’da başını aşağı, yukarı eğmeyip doğru tutmak.
16-) Rükû’dan doğrulup dik durmak (kavme). Bunun ta‘dîl-i erkânın bir parçası olma ihtimaline binaen vâcib olduğu da söylenmektedir.
17-) Rükû’dan doğruluşta (rükû’ kavmesinde), Bayram Tekbirlerinin arasında elleri yana salıvermek (irsâl).
18-.) Secdeye varırken yere önce dizlerini, sonra ellerini, daha sonra yüzünü koymak ve secdeden kalkarken, secdeye varış s ırasının tersini yapmak; secdeye varırken ve secdeden kalkarken “ALLAHu Ekber!” demek.
19-) İki secde arasında celse yapmak, yâni kısa bir ara oturuşu yapmak. Bunun Ta‘dîl-i Erkânın bir parçası olma ihtimaline binaen vâcib olduğu da söylenmektedir.
20-) Secdelerde başını iki eli arasında yere koyup ellerini yüzünden uzak tutmamak ve parmaklar bitişik ve el ayası yere yapışık olmak.
21-) Secdelerde üçer defa “Sübhâne RABBiye'l-a‘lâ!.” demek.
22-) Erkeklerin, secdede iken karnı uyluklardan, dirsekleri yanlarından ve kolları yerden uzak tutması. Kadınlar ise, secdede alçalıp kollarını yanlarına bitiştirir ve karnı uyluklarına yapıştırırlar.
23-) Secde arası oturuşta (celse) ellerini uylukları üzerine koymak.
24-) Gerek celsede gerek ka‘dede, erkekler sol ayaklarını yere yayıp üzerine oturur ve sağ ayaklarını parmaklar kıbleye gelecek şekilde dikerler. Kadınlar ise ayaklarını sağ yanlarına yatık bir şekilde çıkarıp, öyle otururlar (teverrük).
25-) Tahiyyât’ın teşehhüdünde “lâ ilâhe” derken sağ elinin şahadet parmağını yukarı kaldırıp “illallâh” derken indirmek.
26-) Tahiyyât'ı gizli okumak.
27-) Rek‘atı ikiden ziyâde olan farzların ilk iki rek‘atının dışında Fâtiha okumak.
28-.) Son oturuşta, Tahiyyât’tan sonra salâvât okumak. Bu, namazın müekked sünnetlerindendir.
29-) Salâvâttan sonra DUf etmek.
30-) Selâm verirken başı önce sağa sonra sola çevirmek ve her iki tarafa selâm verirken “es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâh!.” demek. İmam, selâm verirken Hafaza Melekleri ile cemâate; imama uyan kimseler cemâate ve imama; tek başına namaz kılan kimse ise meleklere selâm vermeye niyet eder. İmam sola selâm verirken sesini biraz alçaltır. İmama uyanların selâmı, fâsılasız olarak imamın selâmının hemen ardından olmalıdır. Ayrıca birinci rek‘attan sonra imama yetişen muktedînin (mesbûk), imamın ikinci selâmını beklemesi de sünnettir..

B-) NAMAZIN ÂDÂBI.:

Âdâb, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bazan yapıp bazan terkettiği şeyler olup Hanefî Literatüründe mendub veyâ müstehab anlamında kullanıldığı da olur. Bunları terketmek, isâet sayılmaz ve kınamayı gerektirmez ise de riâyet edilmesi daha faziletlidir (efdal). Esasen namazın âdâbı Yüce Yaratıcı’nın huzurunda durulduğunun farkında olunarak zâhiren mütevazi bir halde bulunmaktır. Namazın âdâbı (müstehabları) şunlardır.:
1-) Namaz esnâsında iken hem görünüşte hem iç dünyada bir tevazu, sükûnet ve huzur içinde bulunmak.
2-) Kıyafete çeki düzen vermek. Meselâ gömlek gibi düğmeli bir giysi giyildiğinde düğmelerini iliklemek.
3-) Kâmet sırasında “hayye alel felâh” denirken imam ve cemâatin namaz için ayağa kalkması.
4-) “Kad kâmeti's-salâh” denilirken imamın namaza başlaması, müezzini fiilen tasdik etmek anlamına geleceği düşüncesiyle âdâbdan (müstehab) sayılmıştır. Fakat imamın kâmetin bitmesini beklemesinde ve kâmet bittikten sonra namaza başlamasında da bir beis yoktur. Hatta Ebû Yûsuf ile diğer üç mezheb imamına göre en uygunu kâmet bittikten sonra namaza başlanmasıdır. Çünkü bu sûretle cemâate saflara çeki-düzen verme fırsatı tanınmış olur. Kâmet getirilirken camiye giren kişi ayakta beklemeyip, hemen oturur ve cemâatle birlikte ayağa kalkar.
5-) Erkekler İftitah Tekbiri alırken ellerini yenlerinin dışına çıkarmak.
6-) Namaza dururken kalbin ameli olan niyete lisanın fiilî olan sözü eklemek. Söyleme kalbin amelini engelliyorsa kalbin niyeti ile yetinmek gerekir.
7-) Namazda bulunan erkek ve kadının huşû’ üzere olup kıyamda secde yerine, rükû’da ayaklarının üzerine ve secdede burnun iki kanadına, otururken kucağına ve uyluk üzerlerine ve selâmda omuz başlarına bakması.
8-.) Namaz esnâsında mümkün oldukça öksürüğü, geğirmeyi gidermek ve esneme durumunda ağzı tutmak, dudakları dişlerle olsun kapamak; bu da yeterli olmazsa sağ el ile kapamak.
9-) Tek başına namaz kılan kişinin, rükû’ ve secde tesbihlerini üçten fazla yapması. Bütün bunlar yapılması güzel (müstahsen) olan şeylerdir ve ibâdet esnâsında ALLAH'ın Huzurunda olma şuuruna ve O'na gösterilmesi gereken tâzime de uygun davranışlardır.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

VI. =>NAMAZA AYKIRI DAVRANIŞLAR.:

Bir müslümanın namaz esnâsında, yukarıda ayrı ayrı sayılan Namazın Farz, Vâcib, Sünnet Ve Âdâbını en iyi şekilde yerine getirmeye gayret etmesi ve bu ibâdetin mânâ ve gayesine aykırı her türlü davranıştan da kaçınması gerekir. Namaza aykırı davranışlar, bu aykırılığın derecesine göre namazın mekruhları ve namazı bozan şeyler şeklinde ikili bir ayırım içinde ele alınır.:

A-) NAMAZIN MEKRUHLARI.:

Farz.: Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.) * Takdir veya beyan eylemek. * Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus. * Addetmek, saymak, tutmak. * Fık: Din hususunda icrası vâcib, terki mâsiyet olan Hükm-ü İlâhî. Kur'ÂN-ı Kerim veya Hadis-i Şerifle sâbit olan Cenâb-ı HAKk'ın kat'i Emri.: Şirk koşmamak, iman etmek, namaz kılmak, yalan söylememek gibi...
Vâcib.: (Vücub. dan) (c.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan ALLAH'ın Emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması Şer'ÂN kat'i derecede bir delil ile sâbit olmamakla beraber, her halde pek kuvvetli bir delil ile sâbit bulunan şeydir. (Vitir ve Bayram namazları gibi.) * İlm-i Kelâm'da: Varlığı zarurî olup, olmaması imkânsız bulunan..
Sünnet.: Kanun, yol, âdet. * Siret-i hasene. * Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. Müslümanların ittibâ’ında ve dinlemesinde maddî ve manevî pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevâblar, terkinde mühim zararlar bulunan İslâmî Emirler. Sünnet'e Farz-ı Nebevî de denir.
Sünnetullah.: İlâhî Kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah)
Âdetullah.: (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen ALLAH'ın Emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden SU meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer Âdetullahdır. "Âdetullah" yerine =>"Tabiat Kanunu" demek yanlıştır..
Sünnet-i Seniyye.: Peygamber'in (aleyhisselâm) sözlerine, Emirlerine ve Harekâtına dâir en yüksek ve kıymetli hâller, tavırlar, hareket düsturları.
Sünnet-i Mekked.: Peygamberin (aleyhisselâm) devam edip pek az terk buyurmuş olduğu sünnettir..
Sünnet-i Gayrı Mekked.: Peygamber'in (aleyhisselâm.) ibadet maksadıyla ara-sıra yapmış olduğu ameldir..
Mekruh.: İğrenç, nahoş görülen şey. * Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi câiz olmayan iş.
Tenzihen Mekruh.: Nehyine dair şer'î bir delil olmamakla beraber işlenmesi kerih görülen iş. (Helâle yakın iş)..
Tahrîmen Mekruh.: (Vâcibin zıddı) Harama yakın iş olup, zannî delil ile olan nehiydir..


Resim
Namazda yapılması hoş karşılanmayan davranışlara “Namazın Mekruhları” denir. Genel olarak namaz için öngörülmüş bulunan biçimsel yapıya aykırı olan davranışlar ile namazın gerektirdiği saygı, tâzim, tevazu, boyun bükme ve sükûnet haline de aykırı olan ve namazda kalbi meşgul edecek ve insanı ibâdetin gerektirdiği kalb huzurundan ve huşû’dan alıkoyacak davranışlar mekruh sayılmıştır. Namaz esnâsında elbiseyle veyâ vücudun bir yeriyle oynamak gibi namazla ilgisi olmayan ve onunla bağdaşmayan bir hareketin yapılması mekruhtur. Çünkü bu şekildeki davranışlar namazın biçimsel yapısına aykırıdır ve aynı zamanda namazın gerektirdiği saygı ve tâzim vaziyetiyle de bağdaşmamaktadır. Bunun yanında namazın vâciblerinden ve sünnetlerinden birini terketmek de mekruh sayılmaktadır.
Namazın vâciblerinden birini, meselâ Fâtiha Sûresini okumayı kasden yâni bilerek ve isteyerek terketmek tahrîmen mekruhtur. Bir vâcibin terkedilmesi sebebiyle tahrîmen mekruh olan bu namaz esas itibariyle sahih yâni geçerli olup kişiden namaz borcunu düşürür ise de iâde edilmesi yâni yeniden kılınması vâcibdir.
Namazın sünnetlerinden birini, meselâ Sübhâneke okumayı, rükû’ veyâ secdelerdeki tesbihleri kasden terketmek mekruhtur. Namazın Sünnetlerinden birini terketmek, genel olarak tenzîhen mekruh olmakla birlikte, tenzîhen mekruh sayılan şeylerin bir kısmı tahrîmen mekruha yakındır. Meselâ müekked bir sünneti terketmek, bir vâcibi terketmek derecesine yakın bir mekruhluğu (kerâhet) ifâde eder. Müstehâb (mendub) olan bir şeyi terketmek ise mekruh olmayıp daha iyi ve faziletli olanı terketmek (terk-i evlâ) sayılır.

NAMAZda Mekruh Sayılan Şeyler Şunlardır.:
1-) Bir zararın giderilmesi veyâ namazın tamamlanması amacı olmaksızın namaz dışı bir davranışta bulunmak. Meselâ alnın secde mahalline yerleşmesini engelleyen sarık vb. şeyleri çekmek namazın tamamlanması amacı taşıdığından ve akrep gibi zararlı hayvanları öldürmek de bir zararın giderilmesi amacı taşıdığından mekruh sayılmamıştır. Buna karşılık parmak çıtlatmak, giysisinin kolunu kıvırmak, bunu gerektiren bir özür olmadığı halde -peş peşe olmamak üzere- birkaç adım yürümek, sinek vb. haşeratla meşgul olmak gibi davranışlar mekruhtur. Namaz dışı davranış ami kesîr (bk. Namazı Bozan Şeyler) boyutuna varırsa namaz bozulur.
2-) Namaza ilişkin fiilleri özürsüz yere, namazın sünnet ve âdâbına uymaksızın yerine getirmek. Meselâ bir özrü olmaksızın duvar, direk, baston vb. bir şeye hafifçe yaslanmak; daha dizleri yere koymadan elleri yere koymak, secdeden kalkarken dizleri ellerden önce kaldırmak; oturuşlar esnâsında bağdaş kurmak veyâ dizleri dikmek; kıyam esnâsında elleri yana bırakmak; erkekler için secde esnâsında kolları tamamıyla yere yapıştırmak böyledir.
3-) Kıyam, Rükû’ ve Secde aralarındaki tekbir ve zikirleri kendi yerlerinden sonraya bırakmak. Meselâ kıyamdan rükû’a vardıktan sonra “ALLAHu Ekber!” demek, rükû’dan doğrulduktan sonra “Semiallahu limen hamideh” demek mekruhtur. Rükû’ Tekbiri alınmaya ayakta iken başlanmalı, rükû’a varırken bitirilmelidir. Söz ile fiil eş zamanlı olmalıdır.
4-) Namazda esnemek, gerinmek ve boğazı açıyormuş gibi yapmak. Mümkün olduğunca esnemeyi önlemeye çalışmalı, esnemek durumunda kalınca sağ el ile ağzı kapatmalıdır. Nezle vb. sebebden burnu akan kişi, burnunu mendille siler. Grip olan kişi de öksürecek olduğunda ağzını eliyle veyâ mendiliyle kapatmalıdır. Bu durumda olan kişilerin mescide gelmeleri de mekruhtur.
5-) Namazda iken verilen selâmı el veyâ baş işâretiyle almak. Tahrîmen mekruh olan bu fiille kimilerine göre namaz bozulur.
6-) Namazda huşû’ halini artırmak veyâ uygunsuz bir şeyi görmekten sakınma gibi bir amaç olmadıkça gözleri yummak, gözleri sağa sola veyâ aşağı yukarı çevirmek, başı hafifçe bir tarafa çevirip bakmak.
7-) Abdesti sıkışık olduğu halde namaz kılmak. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem sıkışık durumda olan veyâ yemek hazırken namaza duran kişinin namazının faziletinin tam olmayacağını belirtmiştir (Müslim, “Mesâcid”, 67).
8-.) Elbise, vücut veyâ namaz mahallinde namazın geçerliliğine engel olmayacak miktarda necâset bulunduğu halde namaz kılmak. Dinen necis sayılmamakla birlikte kirli elbise ile namaz kılmak da mekruhtur.
9-) Temiz olmayan şeylere karşı ve bunların yakınında, kişinin kendini ibâdete vermesini engelleyecek ve zihni meşgul edecek yerlerde namaz kılmak. Ateşe ve puta tapma inancını çağrıştırması düşüncesinden hareketle ateşe, insan veyâ hayvan tasviri bulunan resim ve heykele karşı namaz kılınması mekruh sayılmıştır. Aynı şekilde bir insanın yüzüne karşı namaz kılmak da mekruhtur.
10-) Başkasına ait bir yerde veyâ başkasına ait bir elbise içinde, sahibinin izni ve razılığı olmaksızın namaz kılmak.
11-) Dişlerin arasında kalmış yutulması namazı bozmayacak miktardaki yiyecek kırıntısını yutmak. Yutulan şey nohut tanesi büyüklüğünde olursa namazı bozar.
12-) Cemâatle namaz kılınırken, imamdan önce rükû’ ve secdeye gitmek veyâ ondan önce rükû’ veyâ secdeden doğrulmak. Bu davranışın muktedînin namazını bozacağı, imamdan önce rükû’ ve secdeden başını kaldırmış kişinin rükû’ ve secdeye geri dönüp imamla birlikte hareket etmesi, aksi halde o rek‘atın eksik kalacağı ve sonradan tamamlanması gerektiği, bu da yapılmazsa namazının bozulmuş olacağı görüşleri de mevcuttur.
13-) Namazda kıraate ilişkin mekruhlar daha ziyâde kıraatin sünnetlerinden birinin terki sebebiyle olur: İkinci rek‘atta birinci rek‘attan daha uzun okumak böyledir- Bir rek‘atta bir sûrenin iki kere okunması veyâ Farz Namazlarda ilk iki rek‘atta Fâtiha'dan sonra aynı sûrenin okunması mekruhtur; Nâfile Namazlarda mekruh değildir. Fâtiha'dan sonra sürekli olarak belirli bir sûrenin okunması, başka sûrenin okunmaması mekruhtur. Fâtiha'dan sonra okunacak sûrelerde Kur’ÂN'daki sıraya uymamak, meselâ birinci rek‘atta Kevser Sûresini okuduktan sonra ikinci rek‘atta Fîl Sûresini okumak mekruhtur.

B-) NAMAZI BOZAN ŞEYLER.:

Namazın rükünlerinden veyâ şartlarından herhangi birinin eksikliği durumunda namaz bozulur. Namazın bozulmuş olacağı fâsid veyâ bâtıl ta’birleriyle ifâde edilir. Rükün ve şartların eksikliği dışında ayrıca kaçınılması, yapılmaması gereken bazı durum ve davranışlar vardır ki, bunların hepsine birden “müfsidât-ı salât” (namazı bozan şeyler) denir.

NAMAZı Bozan Şeyler Şu Şekilde Gruplandırılabilir.:
1-) Namazda Konuşmak.:
Namazda gerek bilerek gerekse yanılarak veyâ yanlışlıkla konuşmak namazı bozar. Konuşmak, birine seslenmek, hitab etmek şeklinde olabileceği gibi birine selâm vermek, merhaba demek, verilen selâma sözlü olarak karşılık vermek veyâ aksırana “yerhamükellah” veyâ “çok yaşa” demek şeklinde de olur. Bu gibi durumlarda namaz bozulur. Bunların bilerek, isteyerek yapılması ile yanılarak veyâ yanlışlıkla olması arasında fark yoktur. Namaz kılarken, namazda olduğunu unutarak, dalgınlıkla birinin selâmını diliyle, meselâ “aleykümü's-selâm” diyerek almak namazı bozar. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in ismi anıldığında salâvât getiren kimsenin de namazı bozulur. Aynı şekilde cevab kastıyla Kur’ÂN'dan bir âyeti okumak da insanlarla konuşma kapsamına gireceği için namazı bozar. Meselâ iyi bir haber duyduğunda “elhamdülillah”, kötü bir haber duyduğunda “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn”, hayret verici bir şey duyduğunda “sübhânellah” ve girmek için izin isteyene girmemesini anlatmak üzere “Tilke hudûdullâhi felâ takrebûhâ” (Bunlar Allah'ın Sınırlarıdır; sakın girmeyin) âyetini okuyarak mukabele etmek namazı bozar.
Namazda DUÂ mahalli olan son oturuşta insanların gündelik ve sıradan konuşmalarına benzer tarzda DUÂ etmenin de namazı bozacağı söylenmiştir. Buna göre meselâ “Ey Allahım, bana baklava, börek yedir; falan hanımla evlendir…” şeklinde DUÂ etmek namazı bozar. Fakat insanların gündelik konuşmalarını andırmayacak şekilde yapılan DUÂlar namazı bozmaz (Aşağıda bu konuyu “Namazda Türkçe Olarak DUÂ Edilebilir mi?” başlığı altında açıklayacağız).
2-) Ami Kesîrde Bulunmak.:
Ami kesîr, çok veyâ aşırı bir davranışta bulunmak demektir. Ami kesîr için net bir sınır çizme imkânı olmamakla birlikte dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek davranışta bulunmak şeklinde bir ölçü getirilmiştir. Bu bakımdan, namazdayken namaza aykırı, namazdaki eylemlere benzemeyen ve namazla bağdaşmayan bir davranış, namazda olunmadığı izlenimini veriyorsa ami kesîr çerçevesine girer. Bununla birlikte Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem namazda iken torunlarının sırtına bindikleri, kucağına geldikleri şeklindeki rivâyetlere nazaran, benzer durumlarla karşılaşıldığında, çocukları rencide etmeden, sarsmadan usulca yere koymak veyâ kenara çekmekle namaz bozulmaz.
Biriyle musafaha yapmak, el sıkışmak da ami kesîr kapsamına girer.
3-) Yönü kıbleden çevrilmek.
4-) Bir şey yiyip içmek.:
Namaza durduktan sonra ağza alınıp yenen şey susam tanesi kadar da olsa namazı bozar. Fakat namaz öncesinde yediği bir şeyden dolayı dişleri arasında kalan bir şeyi yutmak namazı bozmazsa da büyük küçük bir şeyi çiğnemek, ağzında gevelemek namaza aykırı olduğu için namazı bozar. Bu bakımdan sakız çiğnemek veyâ namaz öncesi ağzına bir şeker alıp şeker eridikçe yutmak namazı bozar.
5-) Özürsüz olarak boğaz hırıldatmak (tenahnuh etmek), öksürmeye çalışmak. Ancak herhangi bir zorlama olmaksızın doğal olarak öksürmek veyâ sesindeki hırıltıyı giderip sesi güzelleştirmek, namazda olduğunu anlatmak ve yanlış okuyan imamı uyarmak için öksürmek namazı bozmaz.
6-) “Üf, tüh!” diyerek bir şeyi üflemek veyâ bezginlik göstermek ve “uf, puf!.” gibi şeyler söylemek veyâ “ah, oh!” demek.
7-) İnlemek.: Ah çekmek, inlemek normal durumda namazı bozmakla birlikte, huşû’ ve ibâdet aşkından olursa namazı bozmaz.
8-.) Gülmek.:
Kendisinin duyacağı kadar bir gülme sadece namazı bozar, yakında bulunanların işitebileceği kadar olursa abdest de bozulur. Bu şekilde gülme, bulûğa ermemiş çocukların sadece namazını bozar, abdestini bozmaz. Öteki mezheblere göre namazda kahkaha ile gülmek dahi abdesti bozmaz..
9-) Namazda iken göze ilişen bir yazıya bakmakla namaz bozulmaz. Fakat karşısındaki Mushaf'tan ezberinde olmayan bir âyeti okumak durumunda, Ebû Hanîfe'ye göre namaz bozulur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise bu durumda namaz bozulmaz, fakat Ehl-i kitaba benzeyiş söz konusu olduğu için böyle yapmak mekruhtur. Hanbelîler'e göre ezbere bilen için mekruh olmakla birlikte, Mushaf'tan okuyarak namaz kılmak câizdir.
10-) Birinci oturuşu, son oturuş zannederek selâm vermek namazı ifsad etmeyip sadece Sehiv Secdesi yapmayı gerektirir ise de, kıldığı Öğle Namazını Cuma Namazı veyâ Yatsı Namazını Terâvih zannederek (veyâ kendisini seferî zannederek) selâm vermek, namazı kesmek kastı taşıdığı için namazı bozar..
11-) Farkında olmayarak veyâ unutarak yapılmış olsa bile avret yeri açık iken veyâ üzerinde namaza mâni miktarda bir necâset bulunuyorken bir rükün edâ etmek veyâ bu durumda iken bir rüknün edâ edileceği bir sûrenin (üç defa “sübhânellâh” diyecek kadar sûre) geçmiş olması durumunda namaz bozulmuş sayılır.
12-) Kendi irade ve ihtiyarı dışında gerçekleşen şu durumlarda da namaz bozulur.:
Sabah Namazını kılarken güneşin doğması; Bayram Namazını kılarken zeval vaktinin olması; Cuma Namazını kılarken ikindi vaktinin girmesi durumunda namaz bozulur. Fakat öğle namazını kılarken ikindi vaktinin girmesiyle öğle namazı bozulmaz. Tertip sahibi olan yâni o zamana kadar namazı kazâya kalmamış bir kimsenin, daha önce kılamadığı bir namazı (fâite) namaz esnâsında hatırlaması. Teyemmüm ile namaz kılmakta iken kullanılması mümkün suyu görmesi. Özür sahibi olan/mâzereti bulunan kişinin özrünün ortadan kalkması. Mest üzerine meshetmiş olarak namaz kılarken, mesih süresinin dolması durumunda namaz bozulur. Bu süre mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Yine, mesih yaptığı mesti ayağından çıkarması durumunda namaz bozulur. Çünkü üzerine meshettiği mest ayağından çıktığı için abdestsiz konumuna düşmektedir. Namaz kılanın önünden geçilmekle namazı fâsid olmaz; geçenin erkek veyâ kadın olması arasında fark yoktur. Bu işi bilerek, farkında olarak yapan kişi mükellef ise günahkâr olur. Mekruh olan geçiş, açık alan ve büyük câmiye göre namaz kılanın secde mahallinden; küçük mescidde ise karşısından geçmektir. Önünden geçilme ihtimali bulunan yerde namaz kılan kişilerin sütre edinmesi, yâni bir sütunu veyâ baston, şapka ve şemsiye gibi şeyleri siper edinmesi müstehabdır. Cemâatle namaz durumunda imamın sütresi, ona uyanlar için de sütre sayılır. Kâbe’yi tavaf etmek, namaz benzeri bir ibâdet sayıldığı için, orada namaz kılarken tavaf edenlere karşı sütre edinmeye gerek yoktur.
13-) Namaz kılarken herhangi bir sebeble abdest bozulursa namaz da bozulmuş olur. Namaz kılarken bilerek abdest bozucu bir fiil işleyen kişinin namazı bozulur. Ancak bu iş, namazın sonunda yapılmış ise, kişi kendi fiili ile namazdan çıkmış sayılacağı için Hanefîler'e göre namaz bozulmaz. Burun kanaması gibi bir özür durumunda Hanefîler'e göre, bu durumun üzerinden bir rükün edâ edecek kadar süre geçmedikçe namaz bozulmaz. Kişi dilerse, en kısa yoldan yeniden abdest alıp gelerek namazına kaldığı yerden devam eder, isterse namazını yeni baştan kılar.
(İmama uymuş [muktedî] kişinin namazının hangi durumda bozulacağı konusunda “Cemâatle Namaz” bahsine ve okuyuş hatalarının namaza etkisi konusunda “Kıraat” bahsine bakınız.)


Resim

VII. =>NAMAZIN KILINIŞI.:

Namazın Farz ve Vâciblerine, Sünnet ve Âdâbına uygun şekilde kılınışına ilmihâl dilinde “Sıfâtü's-Salât” denilir. Namaz kılacak kişi abdestli ve kıbleye yönelik olarak durup ellerini kaldırır ve niyet ederek.: “ALLAHu Ekber!” der, ellerini bağlar.: “Sübhâneke'llâhümme ve bihamdike ve tebârekesmüke ve teâlâ ceddüke velâ ilâhe gayrük.” der. İmama uymuş (muktedî) değilse.: “Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm. Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm” der ve “Fâtiha”yı okur. Fâtihanın bitiminde.: “Âmin!” der, besmelesiz olarak bir sûre veyâ birkaç âyet okur (Zamm-ı Sûre). Ardından.: “ALLAHu Ekber!” diyerek rükû’a gider. En az üç kere.: “Sübhâne RABBiye'l-azîm.” dedikten sonra.: “Semiallâhü limen hamideh!” diyerek doğrulur ve.: “RABBenâ lekhamd!” der. Ardından.: “ALLAHu Ekber!” diyerek secdeye gider. Bedensel bir engeli yoksa yere önce dizlerini, sonra ellerini ve sonra yüzünü koyar, kıyama dönerken de bunun aksini yapar. Secdede en az üç kere.: “Sübhâne RABBiye'l-a‘lâ!” dedikten sonra yine.: “ALLAHu Ekber!” diyerek ara oturuşu (celse) yapar, sonra yine.: “ALLAHu Ekber!” diyerek ikinci secdeye gider ve yine üç kere.: “Sübhâne RABBiye'l-a‘lâ.” dedikten sonra.: “ALLAHu Ekber!” diyerek ikinci rek‘ata kalkar.
İkinci rek‘at da birinci rek‘at gibidir. Şu kadar ki ikinci rek‘atta elleri kaldırma, “Sübhâneke ve eûzü” yoktur. Ayağa kalkınca el bağlayıp besmele ile Fâtihayı okur ve “âmin” dedikten sonra Fâtiha'ya bir sûre veyâ birkaç âyet ekler. Daha sonra birinci rek‘atta olduğu gibi rükû’ ve secdeleri yapar. İkinci secdeden sonra ka‘de yapıp.: “et-Tahiyyâtü lillâhi ve's-salavâtü ve'ttayyibât. es-Selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtüh. es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh!” der. Kılacağı namazın rek‘at sayısı ikiden fazla ise bu “ilk oturuş” (ka‘de-i ûlâ) olur. Bu oturuşta Tahiyyât'a bir şey eklenmez ve.: “ALLAHu Ekber!” diyerek üçüncü rek‘ata kalkılır. Kalkacağı zaman ellerini dizleri üzerine getirir, öyle kalkar. Kıyamda el bağlayıp besmele ile Fâtihayı okur ve “âmin” der. Bundan sonra yapılacak şeyler namazın farz olup olmamasına göre küçük değişiklikler gösterir.:
a-) Bu kıldığı Farz Namaz ise Fâtiha'dan sonra sûre veyâ âyet okumayıp rükû’a varır. Secdelerden sonra, eğer varsa dördüncü rek‘ata kalkar, dördüncü rek‘at da üçüncü rek‘at gibidir. Dördüncü rek‘at yoksa ikinci secdeden sonra oturur (son oturuş=ka‘de-i ahîre).
b-) Kıldığı namaz Farz Namaz değilse, farklı olarak üçüncü rek‘atın Fâtiha'sına âmin dedikten sonra, bir sûre veyâ birkaç âyet okur. Sonra rükû’a ve secdeye varır. Dördüncü rek‘at, üçüncü rek‘at gibidir. Dördüncü rek‘atın secdeleri yapılınca oturulur. Bu oturuş, üç rek‘atlı namazların üçüncü rek‘atının ve iki rek‘atlı namazların ikinci rek‘atının bitiminde yapılan oturuş gibi, son oturuş (ka‘de-i ahîre) adını alır. Son oturuşta Tahiyyât'tan sonra salâvât ve DUÂlar okunur, ardından selâm verilir.
Salâvât şudur.: “ALLÂHümme salli alâ MuhaMMedin ve alâ âli MuhaMMed, kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke Hamîdün Mecîd. ALLÂHümme bârik alâ MuhaMMedin ve alâ âli MuhaMMed, kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke Hamîdün Mecîd.”

DUÂLAR.: Son oturuşta salâvât getirdikten sonra yapılacak DUÂ, âyetlerden iktibas edilebileceği gibi hadislerden de edilebilir.
Âyetlerden alınarak yapılabilecek DUÂya örnek.:
“RABBenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe'n-nâr, bi rahmetike yâ erhame'r-râhimîn.” (Bakara 2/201).
“RABBenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba‘de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünke rahmeten inneke ente'l-Vehhâb.” (Âl-i İmrân 3/8).
“RABBic'alnî mukýme's-salâti ve min zürriyyetî RABBenâ ve tekabbel DUÂ. RABBenağfir lî ve li-vâlideyye ve li'l-mü'minîne yevme yekumü‘l-hisâb.” (İbrâhîm 14/40-41).
Hadislerden iktibas edilebilecek DUÂya örnek.:
ALLAHümme innî es'elüke mine'l-hayri küllihî mâ âlimtü minhü ve mâ lem a‘lem ve eûzü bike mine'ş-şerri küllihî mâ âlimtü minhü ve mâ lem a‘lem.: ALLAHım bildiğim bilmediğim bütün iyilikleri senden istiyorum, bildiğim bilmediğim bütün kötülüklerden sana sığınıyorum!.”
İsteyen bu DUÂların anlamlarını da söyleyebilir. Şimdi bu vesileyle namazda Türkçe DUÂ etmenin namazı bozup bozmayacağı konusu ile Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'den nakledilenlerden başka bir DUÂnın namazda okunup okunamayacağı sorusuna açıklık getirmeye çalışalım.:

Namazda Türkçe OLarak DUÂ Edilebilir mi?.:

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Namazda insanların kelâmından hiçbir şey uygun olmaz. Çünkü NAMAZ ancak Tesbih, Tekbir ve Kur’ÂN okumadan ibârettir” buyurmuştur.
(Müsned, V, 447-448; Nesaî, “Sehv”, 20; bk. Müslim, “Mesâcid”, 35; Ebû Dâvûd, “Salât”, 174).
Hadiste geçen “İnsanların Kelâmı” sözü, başka biriyle karşılıklı konuşmak anlamına gelebileceği gibi insanların kendi aralarındaki konuşmaları türünden konuşma, gündelik konuşma ve insan sözü anlamına da gelebilir.
“Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur’ÂN okumadan ibârettir” ifâdesi ise, hasr ifâde edecek şekilde anlaşılacak olursa, namazda bunların dışında bir şey yapılamayacağı sonucu çıkar. Nitekim bazı Hanefîler bu noktadan hareketle Kur’ÂN Lafızları dışında bir şeyle namazda DUÂ edilemeyeceğini söylemişlerdir. Diğer âlimler ise, namazda konuşma yasağının Mekke Döneminde geldiğini, halbuki namazdaki özel DUÂ ve zikirlerin pek çoğunun Medine Döneminde hadislerle sabit olduğunu ve bu hadislerin “Namaz tesbihten… ibârettir” hadisinin kapsamını daralttığını öne sürerek, namazda her türlü lafızla DUÂ edilebileceğini savunmuşlardır..
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün namaz kılarken arkasında bir adamın.: “Ey ALLAHım, bana ve MuhaMMed'e merhamet et, başka da hiç kimseye merhamet etme!.” diye DUÂ ettiğini duymuş, selâm verdikten sonra bu şekilde DUÂ eden bedevîye dönerek.: “Geniş olan bir şeyi (ALLAH'ın Rahmetini) daralttın!.” buyurmuştur. (Buhârî, “Edeb”, 27)
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, namazda bu şekilde DUÂ ettiği için o kişiye namazı yeniden kılmasını söylememiş, sadece bencillik yapmaması için uyarmıştır. Bu olay, namaz kılan kimsenin namazın DUÂ ve Münâcâta ayrılmış bu bölümünde Kur’ÂN ve Sünnet Lafızları dışında fakat onlara uygun içerikte sözlerle istediği gibi DUÂ edebileceğini göstermektedir.

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem rükû’dan doğrulurken.: “Semiallahü limen hamideh” demiş, kendisiyle birlikte namaz kılan arkadaşlarından Rifâa.: “ve leke'l-hamd hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh.” diye ilâve etmiş; Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem selâm verince arkaya dönerek.: “Demin konuşan kimdi?” diye sormuş; Rifâa.: “Bendim” deyince, bunun üzerine Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Otuz küsur melek gördüm, senin söylediğin o sözü önce yazıp göğe götürmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.” buyurarak, Rifâa'nın ihdas ettiği bu sözü onaylamıştır.
(Şevkânî, II, 317-322).
Bu hadisler, namazda konuşma yasağının başka biriyle konuşmaya ilişkin olduğunu, içerik bakımından uygun olmak şartıyla, kişinin istediği lafızlarla DUÂ edebileceğini göstermektedir.
Namazda.: “Ey Allahım, beni evlendir, karnımı doyur” gibi insanların konuşmalarına benzeyen sözler söylenirse, Hanefîler'e göre bunu söyleyen kişinin namazı bozulur. Çünkü bu söz, Kur’ÂN'daki DUÂlara ve Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in namazda okuduğu veyâ okunabileceğini bildirdiği DUÂlara benzememekte, içerik olarak namazın genel çerçevesine aykırı düşmektedir. Fakat Şâfiî, dünyevî bir arzunun gerçekleşmesine yönelik olmakla birlikte sonuçta bunun da bir DUÂ olduğunu, dolayısıyla bu şekilde DUÂ etmekle namazın bozulmayacağını ileri sürmüştür.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

VIII. =>EZÂN ve KÂMET.:

Namaza çağrıyı sembolize eden ezân ve kâmet, müslümanların gerek ibâdet hayatında gerekse mûsikiden mimari ve edebiyata kadar İslâm kültür ve medeniyetinde ayrı bir önem taşmaktadır. Burada sadece ezân ve kâmetle ilgili temel Fıkhî Bilgiler üzerinde durulacaktır.

EZÂN sözlükte “duyurmak, bildirmek” anlamına gelir. İlmihaldeki anlamı ise, Farz Namazlar için belli vakitLerde okunan “bilinen özel sözler”dir. Ezân okuyan kişiye MÜEZZİN denir.

Müslümanlığın ilk zamanlarında bugün bildiğimiz şekilde ezân okunmuyordu. Namaz Mekke Döneminde farz kılındığı halde, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in Medine'ye gelişine kadar Namaz Vakitlerini bildirmek için bir yol düşünülmemiş ve belki de cemâatle kılınmadığı için buna ihtiyaç duyulmamıştı. Medine'ye gelindiğinde bir süre sokaklarda “es-salâh es-salâh” (namaza, namaza) veyâ “essalâtü câmia” (namaz insanları toplayıcı ve bir araya getiricidir veyâ namaz birçok güzellikleri ve şükür çeşitlerini kendisinde toplar) diye bağırılmışsa da bu yeterli olmamıştı. Hicretin ilk yılında Medine'de Mescid-i Nebî'nin inşâsı tamamlanıp müslümanlar düzenli bir şekilde toplanıp cemâatle namaz kılmaya başlayınca, Peygamberimiz Namaz Vakitlerinin girdiğini ve topluca namaz kılınacağını duyurmak için ne yapılabileceğini arkadaşlarıyla görüşmeye başladı. Sonunda birkaç sahâbînin aynı şekilde rüya görmeleri üzerine bugünkü bilinen şekliyle ezân ilk defa olarak Hz. Bilâl tarafından Sabah Namazında, Neccâroğulları'ndan bir kadına ait yüksekçe bir evin damında okunmuş ve artık Müslümanlığın bir şiârı, alâmeti haline gelmiştir. Bu bakımdan esasen Müekked Sünnet olmakla birlikte, bir bölgede hiç okunmamasına karşı sert yaptırımlar bulunduğu için, Vâcib veyâ Farz-ı Kifâye ağırlığında olduğu kabul edilmektedir.

Ezân aracılığı ile halka hem namaz vaktinin girdiği ve cemâatle namaz kılınacağı duyurulmuş olmakta, hem de ALLAH'ın büyüklüğü, Peygamberimiz MuhaMMed aleyhisselâm’ın O'nun Elçisi ve namazın kurtuluş yolunun kapısı olduğu ilân edilmektedir. Namaz Vakitleri güneşin hareketine göre düzenlendiği için yeryüzünde Namaz Vakitleri değişik anlara rastlamakta ve bu sûretle yukarıda belirtilen hakikat, gece gündüz fâsılasız olarak haykırılmış olmaktadır.
Ezânın sözleri şöyledir.:
Allâhü ekber!
Allâhü ekber!
Allâhü ekber!
Allâhü ekber!
Eşhedü en lâ ilâhe illallah!
Eşhedü en lâ ilâhe illallah!
Eşhedü enne MuhaMMeden Resûlullah!
Eşhedü enne MuhaMMeden Resûlullah!
Hayye ale's-salâh!
Hayye ale's-salâh!
Hayye ale'l-felâh!
Hayye ale'l-felâh!
Allâhü ekber!
Allâhü ekber!
Lâ ilâhe illallâh!.


Ezânın Sözleri, Memleketimizde bir müddet aşağıdaki şekilde tercüme edilip okunmuş, daha sonra bu uygulamadan vazgeçilmiştir.:
Tanrı uludur!
Tanrı uludur!
Tanrı uludur!
Tanrı uludur!
Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı'dan başka yoktur tapacak!
Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı'dan başka yoktur tapacak!
Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı'nın elçisidir MuhaMMed!
Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı'nın elçisidir MuhaMMed!
Haydin namaza!
Haydin namaza!
Haydin felâha!
Haydin felâha!
Tanrı uludur!
Tanrı uludur!
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.


Sabah Ezânında.: “Hayye ale'l-felâh” denildikten sonra iki defa.: “es-salâtü hayrün mine'n-nevm” (Namaz uykudan hayırlıdır) denilir. O sırada ezânı dinleyenlerin bu sözden sonra “sadakte ve berirte” (doğru ve iyi söyledin) demeleri güzel bulunmuştur..

Erkekler yalnız başlarına yahut cemâatle namaz kılacakları zaman ikâmet yapılır, Türkçe'deki deyişiyle “kâmet” getirilir. Ezânın Sözleri aynen okunur, sadece “Hayye ale'l-felâh”tan sonra iki kere “Kad kâmeti's-salâh” (Namaz başladı) denilir..

Ezân okumak için vaktin girmiş olması şarttır. Vakit girmeden okunan ezânın vakit girince yeniden okunması (iâde) gerekir. Diğer mezheblerde Sabah Ezânının vakit girmeden okunabileceği kabul edilmiştir. Çünkü onlara göre Sabah Namazını ilk vaktinde kılmak efdaldir..

Ezân okuyacak kimselerin erkek, akıllı, takvâ sahibi olmaları gerekir. Cahillerin, fâsıkların, çocukların ve kadınların ezân okumaları veyâ kâmet getirmeleri mekruhtur. Ezân okuyan kimselerin abdestli olmaları gerekir; abdestsiz okunan ezân geçerli olmakla birlikte böyle yapmak mekruhtur..

Müezzinler güzel ve gür sesli olmalıdır. Peygamberimiz yirmi kişiye ezân okutturup dinlemiş, içlerinden Ebû Mahzûre'nin sesini beğenmiştir (Dârimî, “Salât”, 7).

Her namaz için bir ezân ve bir kâmet yapılır. Sadece Cuma Namazında iki ezân bulunmaktadır. Bu bakımdan, bir câmide vakit namazı ezân okunarak ve kâmet getirilerek cemâatle kılınmışsa, daha sonra tek veyâ cemâat olarak aynı vakti o câmide kılacak olanların tekrar ezân ve kâmet okumaları gerekmez. Hatta ezân vaktinden sonra namazı evlerinde veyâ dükkânlarında kılacak olan kimseler ezân okumadıkları gibi cemâat bile olsalar kâmet de getirmeyebilirler. Fakat cemâat olduklarında kâmet getirmeleri müstehabdır.

Ezân ve Kâmet, Vakit Namazlarında sünnettir. Ezân ve kâmet vaktin değil, namazın sünneti olduğu için kazâ namazı kılarken de ezân ve kâmet okumak sünnet kabul edilmiştir. Birden fazla kazâ namazı kılınacak ise, meclis aynı olsun farklı olsun, her bir namaz için ayrı ayrı ezân ve kâmet getirilmesi daha faziletli görülmüş olmakla birlikte aynı yerde birden fazla kazâ kılınacak olduğunda bunların ilkinde bir kere ezân okunup, diğerlerinde sadece kâmetle yetinilmesi de mümkündür. Bir diğer görüşe göre, bir mecliste ne kadar kazâ kılınırsa kılınsın, bir ezân ve bir kâmet yeterli olur..

Ezân ve Kâmette müezzin ayakta kıbleye doğru yönelir. “Hayye ale'ssalâh” derken sağa, “Hayye ale'l-felâh” derken sola döner. Ezânı minâreden okuyorsa, sağ taraftan sol tarafa doğru dolaşarak okur. Sesinin gür çıkması için iki parmağıyla veyâ eliyle kulağını kapatır. Ezân okunurken her cümle arasında biraz bekleme yapılır ve ikinci cümlelerde ses biraz daha yükseltilir. Buna “teressül” veyâ “irtisâl” denilir. Kâmet ise duraklama yapmaksızın seri okunur. Buna da “hadır” denilir..

Ezân ve Kâmetin sözleri sırasınca ve tertibe göre okunmalıdır. Tertibsiz olarak okunan ezân ve kâmet yeterli sayılmakla birlikte iâde edilmesinin daha iyi olacağı söylenmiştir.

Câmide iken bir vaktin ezânı okunacak olursa, o vaktin namazını kılmadan çıkmak mekruhtur. Bu durumdaki bir kimse namazı tek başına kılıp çıkarsa bu defa cemâati terketmesi sebebiyle kerahet işlemiş olur. Bir kimse tek başına namaz kıldıktan sonra, henüz câmiden çıkmadan cemâatle namaza durulacak olursa bu kişi isterse imama uyup yeniden namaz kılabilir. Bu sûretle hem cemâat sevâbını elde etmiş, hem de cemâate muhalefet töhmetinden kurtulmuş olur. Ancak kılacağı bu namaz nâfile hükmünde olacağından, bunu öğle ve Yatsı Namazlarında yapabilir. Çünkü sabah ve ikindi namazlarından sonra nâfile kılmak mekruhtur.

Kâmet getirilirken câmiye giren kişi, dağınıklık ve ferdî hareket görüntüsü vermemek için ayakta beklemeyip oturmalı, birlik beraberlik esprisine ve cemâat ruhuna riâyet bakımından oradaki cemâatle birlikte kalkmalıdır..

Ezâna ve Kâmete İcâbet. Ezân ve kâmeti işiten kimsenin bunları müezzin gibi kendi kendine tekrar etmesi müstehabdır. Peygamberimiz aleyhisselâm.: “Ezânı işittiğiniz zaman, müezzine icâbet edin” buyurmuştur.
(Buhârî, “Ezân”, 7).

Müezzin “Hayye ale's-salâh” ve “Hayye ale'l-felâh” derken, bu esnâda “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm” demek müstehabdır.

Müezzine icâbet, hem dil ile söylediklerini tekrarlamak, hem kalben onların doğruluğunu hissetmek, hem de cemâate katılmak şeklinde anlaşılabilir. Bu bakımdan insan, içinde bulunduğu durum hangi icâbet şekline imkân veriyorsa onu yerine getirebilir.

Câbir radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “Kim EzÂNı işittiği zaman şu DUÂyı okursa, Kıyamet Gününde o kimseye şefâatim vâcib olur.: "ALLAHumme RABBe hâzihî'd-da'veti't-tâmmeh ve's-salâti'l- kâimeh, âti MuhaMMedeni'l- Vesîlete ve'l-Fadîlete ve'b'ashu Mekamen MahMûden ellezi veadteh.” buyurdu.
(Buhârî, Ezân 8, Tefsîru sûre(17), 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 37; Tirmizî, Mevâkît 43; Nesâî, Ezân 38; İbni Mâce, Ezân 4.)

MâNâsı.: "ALLAH'ım! Ey bu tam dâvetin, yâni mübârek ezânın ve kılınmak üzere bulunan namazın Mukaddes RABBi. Peygamberimiz MuhaMMed (aleyhisselâm)'e Vesîleyi ve Fazîleti ihsân et ve O'nu, kendisine vaad buyurmuş olduğun Makâm-ı Muhmûd'a eriştir."

Ezân okumak sadece namaz vaktini duyurmak maksadıyla okunmakta ise de bazan başka bir sebeble de okunabilir. Bunlardan en yaygın olan uygulama yeni doğan bir çocuğun kulağına ezân okunmasıdır. Peygamberimiz aleyhisselâm, Torunu Hasan aleyhisselâm'ın kulağına ezân okumuştur. Bu yüzden yeni doğan çocuğun kulağına ezân okumak mendubdur..



IX. =>CEMÂATLE NAMAZ.:

A-) CEMÂATLE NAMAZ.:

a-) CEMÂATLE NAMAZ KILMANIN FAZİLETİ.:

İslâm Dîni, birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Günde beş vakit namazın bir arada edâ edilmesinin teşvik edilmesi, haftada bir Cuma Namazının ve senede iki kez olan Bayram Namazlarının topluca kılınmasının gerekli görülmesi, mü’minlerin görüşüp halleşmelerine, birbirleriyle yardımlaşmalarına vesile olmak gibi bir anlam taşımaktadır. Bu bakımdan cemâatle namaz esprisi, oluşturulmak istenen birlik ruhunun hem bir göstergesi ve hem de o birlik ruhunun sağlamlaştırıcısı ve devam ettiricisi olmaktadır.
“Ve sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir bölümü seninle birlikte namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar”


وَإِذَا كُنتَ فِيهِمْ فَأَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلاَةَ فَلْتَقُمْ طَآئِفَةٌ مِّنْهُم مَّعَكَ وَلْيَأْخُذُواْ أَسْلِحَتَهُمْ فَإِذَا سَجَدُواْ فَلْيَكُونُواْ مِن وَرَآئِكُمْ وَلْتَأْتِ طَآئِفَةٌ أُخْرَى لَمْ يُصَلُّواْ فَلْيُصَلُّواْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُواْ حِذْرَهُمْ وَأَسْلِحَتَهُمْ وَدَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ أَسْلِحَتِكُمْ وَأَمْتِعَتِكُمْ فَيَمِيلُونَ عَلَيْكُم مَّيْلَةً وَاحِدَةً وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِن كَانَ بِكُمْ أَذًى مِّن مَّطَرٍ أَوْ كُنتُم مَّرْضَى أَن تَضَعُواْ أَسْلِحَتَكُمْ وَخُذُواْ حِذْرَكُمْ إِنَّ اللّهَ أَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُّهِينًا

“Ve sen onların arasında olduğun zaman, onlara namazı ikâme ettiğin (kıldırdığın) takdirde, öyle ki onların bir kısmı seninle beraber ayakta (namaza) dursun ve silâhlarını da alsınlar, böylece diğerleri secde ettikleri zaman, sizin arkanızda olsunlar. Ve namaz kılmamış olan grup da gelsin, bu şekilde seninle beraber namazlarını kılsınlar, koruma tedbirlerini ve silâhlarını da alsınlar. Kâfirler silâhlarınızdan ve mühimmatınızdan (savaş techizatınızdan) gaflette olmanızı ve böylece sizin üzerinize “tek bir hamle ile baskın yapmayı ” isterler. Ve yağmur sebebiyle size bir güçlük oldu ise veya hasta olduysanız , silâhlarınızı çıkarmanızda size bir günah yoktur. Ve korunma tedbirlerinizi de alın. Muhakkak ki ALLAH kâfirler için “alçaltıcı azâb” hazırlamıştır.” (Nisâ 4/102)

Âyetinde ALLAH TeÂLÂ cihad sırasında korkulu anlarda bile cemâatle namaz kılmayı söz konusu etmektedir. Korkulu anlarda cemâatle namaz kılmanın teşvik edilmesi, normal zamanlarda cemâate riâyet edilmesinin daha öncelikli ve önemli olduğunu da belirtmiş olmaktadır. Savaş durumunda namazın, normal kılınış biçiminin dışında farklı bir şekilde kılınması, cemâatin önemi ve güvenlik gibi sebeblerle açıklanabileceği gibi, bunda sahâbenin Peygamber’le birlikte namaz kılma iştiyakının da rolü bulunmaktadır. İnsanlar Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin arkasında, iki ayrı grup halinde nöbetleşe namaz kılınca, hem cephe terkedilmemiş, hem de herkes Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in arkasında namaz kılmış olmakta ve bu sûretle Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in belli bir grupla namaz kıldığı takdirde ortaya çıkması muhtemel olan yanlış anlamanın önüne geçilmiş olmaktadır. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem cemâatle namazı teşvik sadedinde cemâatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi veyâ yirmi beş derece daha faziletli olduğunu belirtmiştir (Buhârî, “Ezân”, 30; Müslim, “Mesâcid”, 42).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” buyurmuştur.
(Riyazu’s-Salihin, II/H.1058.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Eğer müminler yatsı ve sabah namazlarının cemaatle kılınmasının sevabını bilseler emekliyerek camilere koşarlardı." buyurmuştur.
(Riyazu’s-Salihin, II/H.1076.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yatsı namazında cemaatte bulunan kimseye, gecenin yarısına kadar namaz kılmış gibi sevap vardır. Yatsı ve sabah namazlarında cemaatte bulunan kimseye ise, bütün gece namaz kılmış gibi sevap vardır.” buyurmuştur.
(Osman İbni Affân radıyallahu anh ‘den; Tirmizî, Salât 165.Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 47)

Kendisi de hayatı boyunca cemâate namaz kıldırmış, hastalandığında ise cemâate katılarak Ebû Bekir'in arkasında namaz kılmıştır. Cemâatle namaz, içerdiği dayanışma ve yardımlaşma anlamı nedeniyle İslâm'ın bir şiârı ve sembolü haline gelmiştir ve vazgeçilmez bir uygulama olarak öylece devam etmiştir. Cuma Namazı dışında en kuvvetli cemâat, Sabah Namazının cemâati, sonra Yatsı Namazının cemâati, sonra İkindi Namazının cemâatidir.
Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsanlar ilk safın sevâbını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevâbını bilselerdi bunun için yarışırlardı. Yatsı Namazı ile Sabah Namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemâatle kılmaya gelirlerdi” buyurmuştur.
(Buhârî, “Ezân”, 9, 32; Müslim, “Salât”, 129, 131).

Bir başka hadiste de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim Yatsı Namazını cemâatle kılarsa, gece yarısına kadar namaz kılmış sevâbını alır. Sabah Namazını da cemâatle kılarsa bütün geceyi namaz kılarak geçirmiş gibi sevâb alır” buyurmuştur.
(Buhârî, “Ezân”, 34; Müslim, “Mesâcid”, 260)

Safların en faziletlisi en ön saftır. Bu fazilet imama yakınlık derecesindedir. Fakat imama en yakın duran kişiler imamlığa ehil olan kişiler olmalı ki imamın abdesti bozulduğunda, hemen birini yerine geçirebilsin..

b-) CEMÂATLE NAMAZIN HÜKMÜ.:

Cemâat fazileti her ne kadar bir kişiyle de olabilir ve hâne halkıyla dahi cemâatle namaz kılınabilirse de bu, câmiye çıkmanın ve daha kalabalık bir cemâatte bulunmanın sevâbına denk olmaz. Farz Namazların câmi ve mescidlerde cemâatle kılınışı İslâm Dîninin bir sembolü ve şiârı olduğu için bunun terk ve tatil edilmesi asla câiz görülemez. Cemâatin önemini gösteren çok sayıda hadis bulunmaktadır.
Bunlardan birinde Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Üç kişi bir köyde veyâ sahrada bulunur ve cemâatle namaz kılınmazsa, şeytân onlara hâkim olur. Öyleyse cemâatten ayrılma. Çünkü kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer” buyurmaktadır.
(Ebû Dâvûd, “Salât”, 47).

Bir diğer hadiste ise Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Nefsim, Kudret Elinde olan ALLAH'a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezân okunmasını, daha sonra da bir kimseye emredip imam olmasını, sonra da cemâatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı düşündüm” buyurmuştur.
(Buhârî, “Ezân”, 29, 34; Müslim, “Mesâcid”, 251-254)

Buyurarak cemâatin topluca terkedilmesinin en ağır müeyyide uygulanmasını gerektiren yanlış bir davranış olduğunu ifâde etmektedir. Cemâatle namaz kılmanın önemine dâir bu ve benzeri hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler, cemâatle namaz kılmanın erkekler için Farz-ı Ayın, Şâfiîler de Farz-ı Kifâye olduğunu söylemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîler'e göre ise, Cuma Namazı dışındaki Farz Namazları cemâatle kılmak, gücü yeten erkekler için Müekked Sünnettir. Kadınların, hastaların, çok yaşlı kimselerin ve kötürümlerin ise cemâatle namaz kılmak için mescide gitmesi gerekmez. Hanefî ve Şâfiîler'e göre, cemâatin en az sayısı imam ve ona uyan olmak üzere iki kişidir. Hatta uyan kişi çocuk da olabilir. Çünkü Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, teheccüd namazında çocuk yaşta olan İbn Abbas'a imamlık yapmış ve bir hadisinde,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İki kişi ve daha fazlası cemâattir” buyurmuştur.
(Zeylaî, Nasbü'r-râye, II, 198)

c-) KADINLARIN MESCİDLERE GİTMELERİ ve SAF DÜZENİ.:

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kadınların mescide gelebileceklerini, ancak evdeki ibâdetlerinin daha üstün olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Bu konuya ilişkin hadislerden bazıları şöyledir:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kadınların mescidlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için daha hayırlıdır” buyurmuştur.
(Müslim, “Salât”, 134-137; Şevkânî, Neylü'l-evtâr, III, 148149).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kadınlarınız gece mescide gitmek için sizden izin istediklerinde onlara izin verin” buyurmuştur.
(Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 944-945; Müslim, “Salât”, 139).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“Kadınlar cemâate katılmak istedikleri zaman, koku sürünmesinler” buyurmuştur.
(Müslim, “Salât”, 141-142).

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Döneminde kadınların Sabah Namazına gittiklerine dâir rivâyetler yanında, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemn kadınları Bayram Namazına katılmaya teşvik ettiğine dâir rivâyetler de bulunmaktadır. (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 98-99; II, 222-223, 311, 510-511, 891).

Bu hadislerden birinde Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Henüz kocaya gitmemiş genç kızlar, perde arkasında yaşayan kadınlar (zevâtü hudûr) ve hayızlı kadınlar evlerinden çıksınlar; hayır ve mü’minlerin duasına (dâvet) şâhid olsunlar. Hayızlı kadınlar, namaz kılınan yerden uzak dursunlar” buyurmuştur.
(Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 234235).

Farz Namazların câmide cemâatle kılınması daha faziletli olmakla birlikte, klasik dönemde fitne endişesiyle kadınların câmiye gitmesine pek sıcak bakılmamıştır.
=>Ebû Hanîfe serkeşlerin, kötü niyetli kimselerin uykuda olması sebebiyle güvenlikli vakit olduğu düşüncesiyle, yaşlı kadınların Sabah, Akşam ve Yatsı Namazlarında câmiye gitmelerinde bir sakınca görmemiştir.
=>Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise yaşlı kadınlar bütün Vakit Namazlarında câmiye gidebilirler. Sonraki Hanefî Fâkihlerine göre ise zamanın bozulması ve fıskın ortaya çıkması sebebiyle yaşlı da olsalar kadınların Cuma ve Bayram Namazlarına gitmeleri mekruh görülmüştür.
=>Şâfiî ve Hanbelîler ise, ister genç ister yaşlı olsun güzel ve gösterişli kadınların,
=>Mâlikîler'e göre de erkeklerin ilgi duymadığı yaşlı kadınların bile cemâatle namaz kılmak üzere câmiye gitmeleri mekruhtur.
=>Günümüzde ve Ülkemizde sokaklar örtülü, örtüsüz kadınlarla dolup taşmaktadır. Bu durumda örtülü kadınların câmiye gelmeleri fitneye sebeb gösterilemez. Aksine cemâatle namaz, çocukların eğitiminden birinci derecede sorumlu olan annelerin ve anne adaylarının dinî bilgi ve şuurlarını takviye eder.

Saf Düzeni ve Kadının Namazda Erkeğin Hizasında Bulunması.:

Kadınların cemâatle namazdaki saf düzeni ve erkeklerde aynı safta veyâ hizada olması, ilmihâllerde “muhâzâtü'n-nisâ” terimiyle ifâde edilir. İmama uyacak kişi sadece bir erkek kişi ise imamın sağına durur. Soluna ve arkasına durmak sünnete aykırı olduğu için mekruhtur. İmama uyanlar birden çok iseler imamın arkasına dururlar. İmama uyacak kişi tek kadın ise imamın arkasına durur. Cemâat çoğalıp saf teşkil edilecek ise saf düzeni, önce erkekler safı, onun arkasında çocuklar safı ve onun arkasında kadınlar safı olacak şekilde yapılır. Kadınların cemâate katılmaları durumunda saf düzenine riâyet edilmesi gerektiği hususunda âlimlerin görüş birliği vardır. Buna göre kadınların, safın en gerisinde, erkeklerin -varsa çocukların- arkasında namaza durmaları gerektiği söylenmiştir. Bu şekildeki uygulamanın, kadınların aşağılandığı ve “ikinci sınıf” konumuna indirgendiği anlamına alınması doğru değildir. Bu uygulama ile kadınlar câmilerin dışına atılmış olmadığı gibi ALLAH’ın Huzurundan uzaklaştırılmış da değildir. Namaz nerede kılınırsa kılınsın namaz kılan kimse ALLAH’ın Huzurundadır. Sadece herkesin anlayabileceği tabiî, fıtrî birtakım sebebler yüzünden kadınların arka saflarda durması önerilmiştir. Bu şekildeki saf düzeni hem kendilerinin, hem de câmideki erkek cemâatin daha huşû’ ve sükûn içerisinde namaz kılması için oldukça yerinde bir uygulamadır. Bu durumda kadınlar emre itaat etmiş olmaları sebebiyle ilk safın sevâbından mahrum da olmazlar. Zâten cemâatle namazda ilk safın daha faziletli görülmesi, biraz da cemâatin dağınıklığını önlemeye, saf düzeninde disiplini sağlamaya mâtuf bir tedbirdir. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in uygulamasına uygun olarak erkeklerin selâm verir vermez kalkmamaları, biraz beklemeleri yerinde olur.
Ümmü Seleme'nin bildirdiğine göre, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem selâm verince kadınlar, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem selâmı tamamlar tamamlamaz kalkarlar; Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemde ağırdan alır, kalkmadan önce birazcık beklerdi (bk. Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 891).

Özellikle Hanefî bilginler, saf düzenine uyulmasını sağlamak ve uygunsuz durumların ortaya çıkmasını engellemek için, cemâatle kılınan namazda, kadının erkeğin hizasında durarak namaz kılması durumunda, erkeğin namazının sahih olmayacağını söylemişlerdir. Daha açık söylemek gerekirse bir kadın erkek safları arasında namaz kılacak olsa kadının iki yanındaki birer erkeğin ve kadının tam arkasındaki bir erkeğin namazı bozulur, ötekilerin namazı bozulmaz. Hanefîler'e göre bu durumda namazın bozulmasının nedeni, duruş düzeni (tertîbü'l-makam) farzının terkedilmiş olmasıdır. Nitekim imama uyan kimse imamın önüne geçecek olursa, duruş düzenini ihlâl ettiği için namazı bozulur.
Cenâze namazı, mutlak namaz olmadığı için cenâze namazında kadınların erkeklerle aynı hizada bulunması namaza zarar vermez. Namazda kahkaha ile gülmek abdesti bozduğu halde, cenâze namazında gülmenin abdesti bozmaması, cenâze namazının bu özelliğiyle de bağlantılıdır. Ancak cenâze namazında da sünnet olan saf düzeni, kadınların arkada olmalarıyla gerçekleşir..

Yine yönelinen cihetlerin farklı olması durumunda, Kâbe'nin içerisinde de muhâzât sorunu yoktur. Çünkü farklı yönlere yönelme durumunda muhâzât söz konusu olmaz.
Duruş düzeninde kadınların yerini belirleyen.: “Kadınları ALLAH'ın koyduğu yere, arka saflara yerleştirin” (ahhirühünne, haysü ahharahünnellâh [bk. Zeylaî, II, 36]) ve,
“Kadınların saflarının en şerli olanı ilk saftır” (şerru sufûfi'n-nisâ evvelüha [bk. Müsned, II, 336]) gibi hadisler rivâyet açısından kuvvetli olmadığı gibi, konuya delâleti de açık ve kuvvetli değildir.
Hanefîler prensip olarak namazın farzlarının ancak yakîn ve kesinlik ifâde eden yollarla sabit olabileceğini kabul ederken, bu muhâzât meselesinde, yâni cemâatle namaza duruş düzeninin belirlenmesinde, yakîn ifâde etmeyen haber-i vâhidlerle amel etmişlerdir. Çünkü duruş düzeni, cemâat namazının farzlarındandır ve cemâat namazının kendisi sünnetle sabit olmuştur. Bu bakımdan onun farzlarının kesinlik ifâde etmeyen sünnetle sabit olması mümkündür.
Şâfiî ise kadının erkek hizasında namaza durmasının (muhâzât) erkeğin namazına zarar vermeyeceği görüşündedir. Çünkü bu konuda söylenebilecek en ileri nokta, kadınların aynı hizada bulunmaları durumunda, saf tutmanın gerçekleşemeyeceğidir. Saf tutmanın, farz değil sünnet olduğu düşünülürse, bunun da fazla bir önemi olmadığı görülür.
Mezheblerin bu konudaki görüşleri ve gerekçeleri incelendiğinde kadınların erkeklerle aynı safta bulunup bulunmayacakları konusunun esas itibariyle dinî bir mesele olmayıp, doğal ve örfî nedenlere dayandığı ve namazda huzurun sağlanmasının hedeflendiği görülmektedir.

d-) CEMÂATE GİTMEMEK İÇİN MÂZERET SAYILAN HALLER.:

Cemâate KatıLmamak Şu DurumLarda Mubah OLur.:

1-) Hastalık.:
Cemâatle namaza katılmamayı mubah kılan mâzeretlerin başında hastalık gelir. Âlimler, cemâate katılmamayı mâzur gösteren hastalık için, teyemmümü mubah kılacak derecede olması şeklinde bir ölçü getirmişlerdir. Hastalık için getirilen bu ölçü, cemâatin önemini göstermesi bakımından oldukça yerindedir. Fakat bu ölçü, hastalığı sadece hasta olan kişi açısından, yâni onun ayakta durmaya, yürümeye güç yetirip yetirememesi açısından değerlendirmektedir. Hastalık için ölçü getirilirken başkalarına verilecek rahatsızlık ve hastalığın yayılma riski de dikkate alınmalıdır. Meselâ nezle veyâ grip olan kişi, yukarıda getirilen ölçüye uymaz. Bununla birlikte nezle, grip gibi hastalıklara yakalanmış kişilerin bu halde cemâate katılmaları mekruhtur. Bu şekilde hasta olan kişilerin câmiye, mescide gelmeleri, hastalık mikrobunun bulaşması riskini taşıması sebebiyle hem sağlık açısından sakıncalıdır, hem de bu şekilde hasta olan kişiler sürekli olarak öksürmek, burnu akmak, burnunu silmek gibi davranışlar göstereceğinden cemâate katılan öteki kişilerin namazda olması gereken kalb huzurunu ve sükûnunu bozarlar.
Bu bakımdan, hem kendilerini hem başkalarını rahatsız edecek durumda bulunan kişilerin mescide gelmeyip, namazlarını tek başlarına kılmaları daha uygundur.
Nitekim Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, aynı gerekçeyle.: “Soğan veyâ sarımsak yiyen kimse evinde otursun, bizden ve mescidimizden uzak dursun” (Buhârî, “Ezân”, 160; Müslim, “Mesâcid”, 73)
Buyururarak soğan ve sarımsak gibi ağzı kokutan ve başkalarını rahatsız eden şeyler yiyen kimselerin mescide gelmelerini yasaklamıştır. Bu yasak sadece soğan ve sarımsakla sınırlı olmayıp, cemâate rahatsızlık verecek her şeyi içine almaktadır.
Cemâate katıldığı takdirde hasta olması veyâ mevcut hastalığının artması ihtimali bulunanlar da cemâate katılmayabilir. Ayrıca ilgilenmek durumunda olduğu ve yanından ayrıldığı takdirde durumunun kötüleşebileceğinden endişe ettiği bir hastası bulunmak da bir mâzerettir.

2-) Korku.:
Mescide gittiği takdirde malına, canına veyâ namusuna bir zarar gelmesinden korkan kimse de cemâate gitmemelidir. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, korku ve hastalığı cemâate katılmamayı mâzur kılan sebebler arasında saymıştır..

3-) OLumsuz Hava ŞartLarı.:
İnsanı meşakkate sokacak derecede yağmur, çamur, şiddetli soğuk, kar, ayaz, şiddetli sıcak, zifiri karanlık ve geceleyin şiddetli rüzgâr gibi hava şartları, Vakit Namazlarına olduğu gibi Cuma Namazına katılmamak için de bir mâzerettir..

4-) Abdestin Sıkışık Durumda OLması.:
Böyle bir kimsenin cemâate katılması uygun değildir. Bu durum namazın huşû’ ve huzur içinde yapılmasına engel olduğu için esasen bu durumda iken tek başına namaz kılmak da mekruhtur. İnsanı, kalb huzurundan ve huşû’dan alıkoyacak başka durumlar da aynı hükümdedir. Yolculuk hazırlığı yapmakta olma, karnın aç olup arzu edilen bir yemeğin hazır olması gibi durumlarda da, gerekli iç huzurunun sağlanması ihtimali zayıfladığından cemâate gidilmeyebilir..

5-) Herkese veyâ toplum için yeterli olacak sayıda kimseye farz olan ilmî araştırma ve eğitim öğretimle meşguliyet de cemâate katılmamak için mâzeret kabul edilmiştir. Fakat bilimsel çalışma yapan kişilerin, cemâati büsbütün terketmemesi ve mümkün oldukça cemâate katılması uygun olur. Ayrıca hazır bulunmalarını fırsat bilip, istifâde etmeyi arzuladığı kimseler ile ilmî ve dinî görüş alışverişinde bulunmak da bir mâzeret sayılır..

6-) Bedenî ÂrızaLar.:
Gözlerin görmemesi, kötürümlük, düşkün ihtiyarlık gibi haller de cemâate gitmemeyi mubah kılar..

e-) BİR MESCİDDE CEMÂATİN TEKRARLANMASI.:

Belli bir imamı ve cemâati bulunan mahalle mescidinde ezân ve kâmetle birlikte cemâatin tekrarlanması mekruhtur. Çünkü normal şartlarda bir mescidde iki ayrı cemâatin oluşturulması ve bu şekilde namaz kılınması, İslâm'ın öngördüğü genel anlamdaki birliğe aykırı olduğu gibi, özelde cemâat namazıyla sağlanmak istenen cemâat şuuruna da aykırıdır. Bu anlamı içermemek ve bölünme, parçalanma ve kopma izlenimi uyandırmamak şartıyla ve ikinci defa ezân okumaksızın yeniden cemâat oluşturulup namaz kılınabilir. Her ne kadar, iki üç kişinin bir araya gelip cemâat oluşturabilecekleri söylenmiş ise de, bu izin mâzeret sahiblerinin cemâatle namazın faziletinden mahrum kalmamaları için olup aslolan büyük çoğunlukla birlikte cemâat namazını kılmaktır ve asıl cemâat budur.

f-) CEMÂATLE NAMAZ KILMANIN ÂDÂBI.:

Câmiye giderken vakarlı olunması gerekir. Hem gösteriş izlenimi vermemek için hem de vakarın bir gereği olarak koşmadan normal bir şekilde yürünmesi uygun olur. Pek hoş olmamakla birlikte acele yürünebilir. En iyisi, cemâate katılmanın hazırlığını daha önceden yapmak ve ona göre davranmaktır. Müezzin kâmet getirmeye başladığı veyâ namaza durulduğu sırada câmiye gelen kişi, vaktin sünneti de olsa hiçbir Nâfile Namaz kılmadan hemen cemâate katılmalıdır. Bunun istisnası sadece Sabah Namazının sünnetidir. İmam selâm vermeden cemâate yetişebileceğini tahmin eden kişinin, Sabah Namazının sünnetini kılıp sonra imama uyması uygundur.
Öğle veyâ Cuma Namazının Sünnetine başladıktan sonra cemâatin farza durması veyâ hatibin minbere çıkması halinde iki rek‘at tamamlanınca selâm verilir.
Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler cemâatle kılınan farzın kaçırılmasından endişe edildiği takdirde Nâfile Namazın hemen kesilebileceğini söylemişlerdir. Hanefîler'e göre yalnızca bir rek‘at kaçıracağını tahmin eden kimse namazı kesmeyip iki rek‘at kılarak selâm verir; üçüncü rek‘ata başlamış olan kimse de aynı şartla dört rek‘atı tamamlar.
Dört rek‘atlı bir Farz Namazı tek başına kılmakta olan kimse, cemâatle namaz için kâmet getirildiğinde henüz bir rek‘atı tamamlamamışsa hemen namazını keserek cemâate katılmalıdır; birinci rek‘atın secdesini yapmışsa, bu takdirde ikinci rek‘atı tamamladıktan sonra selâm vermek sûretiyle namazını keserek cemâate katılır..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

B-) İMAMLIK.:

Fıkıh Literatüründe imamlık (imâmet) terimi, hem devlet başkanlığını hem de namaz imamlığını ifâde eder. Bu iki farklı konumu ayırmak için, devlet başkanlığına büyük imâmet anlamında “İmâmet-i Kübrâ”, namaz imamlığına da küçük imâmet anlamında “İmâmet-i Suğrâ” denilmiştir. İlmihal dilinde ise imâmet terimi namaz imamlığını ifâde eder.

a-) İmamLığın ŞartLarı.:
İmamın ergin (bâliğ), belli bir aklî olgunluk düzeyine ulaşmış (âkıl) ve tabiî ki müslüman olması şarttır. Küfrü gerektirecek bir inancı bulunan, bid‘at ve dalâlet ehlinin arkasında namaz kılınmaz.
İmam olacak kişinin erkek olması şart görülmüştür. Kadın, erkeklere imam olamaz. Bununla birlikte kendi aralarında cemâatle namaz kılmak istediklerinde içlerinden biri imam olabilir. Yine bir Cenâze Namazında sadece kadınlar bulunuyorsa, bu takdirde içlerinden biri imam olup Cenâze Namazını kıldırır.
İmamlık yapabilmek için namaz sahih olacak kadar Kur’ÂN'ı ezbere okuyabilmek (kıraat) şart olduğu gibi özürlü olmayıp sağlam olmak ve namazın sıhhat şartlarından birini yitirmiş olmamak da şarttır. Özürlü olan kimse, özürsüze imam olamayacağı gibi, necâsetten tahâret şartını veyâ setr-i avret şartını yerine getirmemiş kimse, bu şartları yerine getirmiş olan kişiye imam olamaz..

İmamLığa EhiL OLma SıraLaması.:
Geleneksel olarak İslâm Toplumlarında, namaz da dâhil olmak üzere birçok konuda insanlara önderlik etmek yöneticilere ait kabul edildiği için namaz imamlığı da teorik olarak onlara bırakılmış ve bu bakımdan kitablarımızda imamlığa en lâyık kişiler sıralanırken en başta o bölgenin üst düzey yöneticileri sayılmıştır. Bu sıralama şimdiki idarî yapıya göre yapılacak olursa imâmete en lâyık kişiler vâli, kaymakam, emniyet müdürü ve hâkimler olur. Fakat günümüzde artık, imamlık ve müezzinlik bir meslek haline geldiği için, mülkî âmirlerin sembolik öncelikleri devam etmekle birlikte, câmide namazı artık o câminin resmî görevlisi olan imam, o yoksa müezzin kıldırmaktadır.
Câmi dışında veyâ görevlisi olmayan bir mescidde namaz kılınacaksa bu takdirde imamlığa kimin geçeceğini belirlemek için bazı nitelikler aranabilir. Bir evde cemâat yapılacaksa evin sahibi veyâ onun izin verdiği kişi imam olur. Bunun dışında şöyle bir sıra takip edilebilir: Namaz hükümlerini en iyi bilip Kur’ÂN''ı daha güzel okuyan, daha müttaki olan, yaşça büyük olan, ahlâkça daha üstün olan, daha yakışıklı olan, sesi daha güzel olan, elbisesi daha temiz olan, insanlar arasında i’tibarı daha fazla olan.
Câhil kişinin, gösterişçinin (mürâi) ve ilim sahibi bile olsa fâsık yâni büyük günah işleyen veyâ küçük günahta ısrar eden kişinin imam olması mekruh görülmüştür. Daha üstün bir kimse bulunduğu takdirde gözü görmeyenin imâmeti de mekruhtur..

b-) İmama Uymanın GeçerLiLik ŞartLarı.:
Cemâatle namaz kılınırken imama uymaya “iktidâ”, imama uyan kimseye de “muktedî” denilir. Bir kimsenin imama uymasının fıkhen geçerli (sahih) olabilmesi için bazı şartlar aranır.
1-) Muktedî namaza dururken hem namaz kılmaya hem de imama uymaya niyet etmelidir.
2-) Muktedî imamdan geride durup, hizasına veyâ önüne geçmemelidir.
3-) Kılınan namazın nevi i’tibariyle imam muktedîden aşağı olmamalıdır. Nâfile kılan muktedî, farz kılmakta olan imama uyabildiği halde, Farz Namaz kılan (müfteriz) muktedî, Nâfile Namaz kılan (müteneffil) imama uyamaz. Hanefîler'e ve Mâlikîler'e göre böyledir. Fakat Şâfiîler'e ve Hanbelîler'e göre farz kılan kişi, nâfile kılana uyabilir. Bunların gerekçelerinden birisi Muâz'ın Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in arkasında Yatsı Namazını kıldıktan sonra, gidip kendi kavmine Yatsı Namazını kıldırdığına ilişkin rivâyettir. Şâfiîler'e göre bir vaktin Farz Namazını kılmış olan kimse, yeniden başkalarına aynı vakit için imamlık yapabilir. Kendi kıldığı nâfile olur. Dört rek‘atlı bir farzın kazâsı için teşkil edilen cemâatte imam yolcu, muktedî mukim olursa, imam muktedîden durumca daha aşağı olmuş olur. Şöyle ki; iktidâ, ya ilk iki ya son iki rek‘atta olacaktır. Birinci şıkka göre ka‘de hususunda, ikinci şıkka göre kıraat hususunda, farz kılan nâfile kılana iktidâ etmiş olur.
4-) İmam ve muktedî, aynı farzı kılıyor olmalıdır. Meselâ biri Öğle Namazının farzını kazâ ediyor, öteki İkindi Namazının farzını edâ ediyor ise veyâ birisi bugünün Öğle Namazını, diğeri dünün Öğle Namazını kazâ ediyor ise birbirlerine uyamazlar.
5-) İmam lâhik veyâ mesbûk olmamalıdır. Yâni bir kimse, imama Öğle Namazının son rek‘atında uymuş olsa ve imam selâm verdikten sonra geri kalan üç rek‘atı tamamlarken, bu durumdan habersiz birisi gelip kendi başına farz kıldığını zannederek ona uysa sahih olmaz. İktidânın sahih olması için imamın imamlık yapmaya niyet etmesi şart olmadığı için tek başına Farz Namaz kıldığı bilinen bir kişiye gidip iktidâ edilebilir. O kişi kendisine uyulduğunu ister farketsin ister farketmesin durum değişmez. Kendine iktidâ edildiğini farkederse sesini biraz yükseltmesi uygun olur. Farz kılmakta olduğunu belli etmek için intikal tekbirlerini yüksek sesle almasında yarar vardır..
6-) İmam ile muktedî arasında, kadın saffı bulunursa iktidâ sahih olmaz.
7-) İmam ile muktedî arasındaki mesafenin mâkul uzaklıkta olması gerekir. Aksi takdirde meselâ aralarında bir ırmak veyâ yol bulunması gibi, aşırı uzaklıkta iktidâ sahih olmaz. Farz dışındaki namazlar binek üzerinde kılınabildiği gibi cemâatle de kılınabilir. Farz olmayan bir namaz cemâatle kılınacaksa, birinin binek üzerinde ötekinin yaya olması veyâ farklı bineklerde olması durumunda iktidâ sahih olmaz.
8-.) İmamın intikal tekbirlerini duymaya engel olacak bir perde, duvar bulunmamalıdır. Aradaki duvar, hoparlör ve aradaki aktarıcılar sâyesinde imamın intikallerinden haberdar olmayı engellemiyorsa bu takdirde iktidâ konusunda herhangi bir problem olmaz.
9-) Bir kimse başka mezhebden birine uyabilir. Onun kendi mezhebindeki şartlara aykırı bir davranış içinde bulunup bulunmadığını araştırması gerekmez. Olağan durum budur. Fakat uyduğu kişide, kendi mezhebine göre abdesti bozan bir durumun ortaya çıktığını bilen kişinin o imama uyması sahih olmaz. Meselâ Şâfiî bir imamın elinin kanadığını gören, daha sonra onun gidip abdest tazelemediğini de yakînen bilen kişinin o imama uyması sahih olmaz. Çünkü kan akması Şâfiî mezhebine göre abdesti bozmaz, fakat Hanefî Mezhebine göre bozar. Bu durumu kesin olarak görüp bildikten sonra, ona uyması sahih olmaz. Uyacak kişi bu durumu yakînen bilmiyorsa, tahmine göre davranmayıp uyabilir. İsterse uyulan kişi, Hanefî Mezhebine göre abdesti bozan bir şey yapmış olsun. Mâlikî ve Hanbelî mezheblerine göre imamın namazı -kendi mezhebine göre- sahih olursa başka mezhebden olan ve ona uyarak namaz kılan cemâatin de namazı -kendi mezheblerine uymasa bile- sahih olur. Abdestli kişinin teyemmümlüye; abdest uzuvlarını yıkamış olan kişinin, meselâ mest üzerine veyâ sargı üzerine meshetmiş olan kişiye; ayakta duranın oturan kişiye iktidâsı da, bunun tersine bir iktidâ da sahihtir. Nâfile kılan farz kılana uyabilir, fakat aksi sahih değildir. İma ile namaz kılan kişiye, kendi durumunda olanlar uyabilirler.
Mukim ile seferînin (yolcu) cemâatle namaz kılmaları câiz olup mukimin imam olması daha uygundur. Yolcunun imam olması halinde, kendisinin seferî olduğunu söylemesi şart olmamakla birlikte, onların yanılmamaları için önceden duyurması iyi olur.

c-) CemâatLe Namaza İLişkin Bazı MeseLeLer.:
Cemâatle kılınan namazda, imama uymuş kişilerin namazı imamın namazına bağlı olduğu için, imamın namazının bozulması durumunda ona uyanların da namazları bozulur. Dolayısıyla bir rükün veyâ şartın ihlâli gibi bir sebeble imamın namazı bozulacak olursa imamın o namazı iâde etmesi gerektiği gibi cemâatin de iâde etmesi gerekir. İmam namazının bozulduğunu farkettiğinde bu durumu cemâate bildirmelidir. İmama uyan kişi (muktedî), namazdaki fiilleri yaparken imama uygun davranmak durumunda olup bu fiilleri imamla birlikte yapması gerekir. Rükû’ ve secdede imamdan önce başını kaldıramaz, yine rükû’ ve secdeye imamdan evvel gidemez. Kıraati sadece imam yapar. İmamın okuması, cemâatin okuması yerine geçer. İmam okurken cemâat susar ve dinler; açıktan okunan namazlarda Fâtiha'nın bitiminde âmin der; kıraat dışında okunacak zikir ve tesbihleri kendisi okur. Muktedî rükû’da üç kere.: “Sübhâne RABBiye'l-azîm” ve secdede üç kere.: “Sübhâne RABBiye'l-a‘lâ” demeden imam başını kaldırırsa, muktedî bunları tamamlamaya çalışmadan başını kaldırır. Birinci oturuşta muktedî Tahiyyât'ı bitirmeden imam üçüncü rek‘ata kalksa, muktedî isterse Tahiyyât'ı tamamlar, isterse imama uyarak kalkar. Tahiyyât'ı okumak vâcib olduğu gibi imama uygun davranmak da vâcibdir. Muktedî bu iki vâcibden hangisini isterse onu yapabilir. Fakat uygun olan imama uyum göstermektir. İmam Bayram Tekbirlerini, birinci oturuşu, Tilâvet ve Sehiv Secdesini ve kunut duâsını okumayı terkederse ona uyanlar da terkeder. Son oturuşta muktedî Tahiyyât'ı bitirmeden imam selâm verecek olursa, Tahiyyât'ı tamamlayıp sonra selâm verir. Eğer Tahiyyât'ı bitirmiş ve geriye salâvât ile duâlar kalmışsa bu takdirde imamla beraber selâm vermelidir. Namazın aslında bulunmayan bir hususta muktedî imama uymaz. Meselâ imam namazda fazladan bir secde daha yapsa veyâ son oturuşu yaptıktan sonra selâm verecek yerde sehven kalksa bu durumlarda muktedî ona mütâbaat etmez, yâni ona tâbi olmaz ve imamı uyarmak üzere “Sübhânallah” der. Eğer imam son oturuştan sonra sehven yaptığı kıyamı secdeye varmadan önce farkedip hemen geri oturursa, birlikte selâm verir ve Sehiv Secdesi yaparlar. İmam son oturuşta selâm verecek yerde yanlışlıkla kalktığını farketmeyip, kalktığı bu rek‘atı secde ile tamamlayacak olursa, muktedî artık imamı beklemeyerek kendisi selâm verir. Eğer imam son oturuşu unutarak fazla bir rek‘ata kalkarsa, muktedî bir müddet bekler ve.: “Sübhânallah” diyerek imamı uyarmaya çalışır. İmam durumu farkedip hemen oturursa ne âlâ; beraberce selâm verip Sehiv Secdesi yaparlar. Bu durumda muktedî imamı beklemeyerek kendi kendine selâm veremez. Çünkü iktidâ durumunda iken kendi başına hareket etmiş olacağından kıldığı namazın farzlığını iptal etmiş olur. İmam son oturuşu yapmadan kalktığını farketmeyip kalktığı rek‘atı secde ile tamamlayacak olursa, imamın namazının farzı son oturuşu terkettiği için fâsid olduğu gibi ona uymuş olanlarınki de aynı şekilde fâsid olur. Muktedî son oturuşta, Tahiyyât'ı okuduktan sonra, imamın selâmını beklemeden selâm verebilir. Fakat bu davranış, vâcib olan mütâbaatı terketmek anlamına geldiği için böyle yapması mekruh olur..


C-) İMAMA UYANIN HALLERİ.:


Namazı yalnız kılana münferid, imama uyarak kılana muktedî denilir. İmama uyan kişi (muktedî) için üç ayrı durum söz konusu olabilir. İmama uyan kişi ya “müdrik” ya “lâhik” ya da “mesbûk”tur. Şimdi bunları k ısaca açıklayalım.:

a-) Müdrik.:
Müdrik “idrak etmiş, yetişmiş, kavuşmuş” gibi anlamlara gelir. İlmihal Istılahında, namazı tamamen imamla birlikte kılan kimseye “müdrik” denir. İmama en geç birinci rek‘atın rükû’unda yetişen kimse o rek‘ata yetişmiş sayılır ve müdrik adını alır. İftitah Tekbirini almış ve imam rükû’da iken kendisi rükû’a varmış ise o rek‘atı tam kılmış sayılır. Namazı cemâatle kılmanın ecri, tek başına kılmaktan yirmi yedi derece daha fazla olduğu için şu durumlarda tek başına kılınan namaz bırakılarak imama uyulur.:
Bir kimse tek başına bir Farz Namazı kılmaya başladıktan sonra, bulunduğu yerde o farz cemâatle kılınmaya başlansa, tek başına kılan eğer henüz secdeye varmamış ise namazı hemen keserek imama uyar. Cemâate muhalefet görüntüsü vermemek için böyle davranması müstehab sayılmıştır. Bu durumda selâm vermesine gerek yoktur. Edeben sağ tarafa selâm vermesi uygun olur diyen de vardır. Tek başına kıldığı namazda secdeye varmış ise bakılır: Eğer kıldığı namaz Sabah ve Akşam Namazı ise yine bırakır ve imama uyar. Fakat bunların ikinci rek‘atı için secdeye varmış ise, artık bırakmayıp namazı kendisi tamamlar ve selâm verdikten sonra cemâat devam ediyor bile olsa imama uymaz. Çünkü imama uyması halinde, imamla birlikte kılacağı namaz nâfile hükmünde olacaktır. Halbuki, Sabah Namazının farzından sonra nâfile kılınamadığı gibi, üç rek‘atlı bir namaz da nâfile olarak kılınamaz. Eğer başladığı ve ilk rek‘atın secdesine vardığı namaz öğle, ikindi ve Yatsı Namazı gibi dört rek‘atlı bir farz ise, bu takdirde kıldığı bir rek‘ata bir rek‘at daha ilâve eder, teşehhüdde bulunur, selâm verip imama uyar. Kendisinin kıldığı iki rek‘at namaz nâfile olmuş olur.
Böyle bir namazın üçüncü rek‘atında bulunup da henüz secdesine varmamış ise, hemen ayakta veyâ oturarak selâm verip namazdan çıkar, imama uyar, tek başına kıldığı iki rek‘at, nâfile olmuş olur. Fakat bu namazın üçüncü rek‘atının secdesini de yapmış bulunursa, artık bunu tamamlar, farzı yerine getirmiş olur. Ancak bu namazı öğle veyâ Yatsı Namazı olursa tek başına kıldığı bu farzdan sonra imama yine uyabilir. İmamla kılacağı namaz nâfile olur. Fakat bu durumda İkindi Namazı olursa imama uyamaz. Çünkü İkindi Namazından sonra Nâfile Namaz kılmak mekruhtur..

Nâfile bir namaza başlamış olan kimse, yanında cemâatle namaza başlansa, bu nâfileyi iki rek‘at olmak üzere kılar, bundan sonra selâm verip cemâate katılır. Üçüncü rek‘ata kalkmış ise, onu da dördüncü rek‘at ile tamamlamadıkça namazını kesmez. Ancak Nâfile Namaza başlayan kimse, kılınmaya başlanan bir Cenâze Namazını kaçırmaktan korkarsa, Nâfile Namazı hemen bırakır, Cenâze Namazı için imama uyar, sonra nâfileyi kazâ eder. Çünkü Cenâze Namazının telâfi imkânı yoktur.
Cemâatle Sabah Namazının kılındığını gören kimse, cemâate yetişeceğini zannederse hemen Sabah Namazının sünnetini kılar ve gerek görürse Sübhâneke ile eûzüyü ve sûre ilâvesini bırakarak yalnız Fâtiha ile, rükû’ ve secdelerde de birer tesbih ile yetinebilir. Bundan sonra imama uyar. Ancak imama yetişeceği kanaatinde olmazsa sünnete başlamayıp imama hemen uyar, artık bu sünneti kazâ da etmez. Eğer sünnete başlamış ise bunu tamamlar.
Öğle, ikindi ve Yatsı Namazlarının cemâatle kılınmaya başladığını gören kimse, bunların sünnetini kılmadan doğruca imama uyar, sonra öğlenin dört rek‘at sünnetini kazâ eder. İkindinin sünnetini ise vaktin kerahati dolayısı ile kazâ edemez. Yatsı Namazının dört rek‘at ilk sünneti, gayr-i müekked bir sünnet olduğu için dilerse kazâ eder, dilerse etmez.

b-) Lâhik.:
İmamla birlikte namaza başlamasına rağmen, namaz esnâsında başına gelen bir durum sebebiyle namaza ara vermek zorunda kalan ve bu sebeble namazın bir kısmını imamla birlikte kılamayan kimseye “lâhik” denir. İmamla birlikte namaza başladığı halde uyku, gaflet, dalgınlık, abdestinin bozulması gibi mâzeretler sebebiyle namaza ara vermek durumunda kalan kimse, namaza ara vermesini gerektiren durumun ortadan kalkmasından sonra konuşmadan, dünya işleriyle meşgul olmadan ve şâyet abdesti bozulmuşsa, en kısa yoldan yeniden abdest alıp gelerek, bıraktığı yerden namazına devam eder. Şâyet imam namazı bitirmişse, bu kişi sanki imamın arkasında namaz kılıyormuş gibi namazını tamamlar. Yâni imama uymuş bulunan kimse gibi kıraat etmez, yaklaşık olarak imamın okuyacağı sure kadar bekler. Sadece rükû’ ve secdedeki tesbihleri, bir de oturuştaki duâ ve salâvâtları okur. Bu arada Sehiv Secdesini gerektirecek bir iş yapsa, imama uyan kimse kendi hatasından ötürü Sehiv Secdesi yapmadığı için, kendisi de Sehiv Secdesi yapmaz. İmam Sehiv Secdesi yapacak olsa, lâhik olan kimse, imamla kılamadığı k ısımları telâfi etmeden imama uymuş ise, bu secdeleri yapmaz ve hemen ayağa kalkıp namazını tamamlar ve imamla birlikte yapamadığı Sehiv Secdesini namazı tamamladıktan sonra yapar. Seferî bir imama uyan mukim bir kimse de kendisinin tamamladığı kısımlarda, lâhik gibidir.
Lâhik mümkün olursa, önce kaçırdığı rek‘atları veyâ rükünleri kazâ eder, sonra imama tâbi olarak onunla selâm verir. Meselâ imama uyan kimse birinci rek‘atın kıyamında uyuyup da imamın secdeye vardığı anda uyansa hemen rükû’a varır, sonra secdeye vararak imama yetişir. Lâhik, imama yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tâbi olur ve yetişemediği rek‘at veyâ rükünleri imam namazdan çıktıktan sonra kazâ eder. Meselâ dördüncü rek‘atta iken burnu kanasa saftan ayrılır, namaza aykırı düşecek bir şey ile uğraşmaksızın hemen abdest alır, yetişmiş olduğu yerde imama tâbi olur. İmam selâm vermiş olursa, bu dördüncü rek‘atı kendi başına hiçbir şey okumaksızın imamın arkasında kılıyormuş gibi tamamlar. Çünkü lâhik, imamın arkasında namaz kılıyor hükmündedir.
İmama uyanın abdesti üçüncü rek‘atta bozulsa abdest aldıktan sonra dördüncü rek‘atta imama yetişse, önce kıraatsız olarak üçüncü rek‘atı kılar. Bundan sonra imama uyar, onunla dördüncü rek‘atı kılarak selâm verir. Fakat imama bu şekilde yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tâbi olur, imam selâm verince kendisi kalkar, üçüncü rek‘atı kıraatsiz olarak kılar ve selâm verir.
Bir kimse yukarıda sayılan mâzeretler dışında da lâhik durumuna düşebilir. Meselâ imamla birlikte namaz kılarken imamdan önce rükû’ veyâ secdeye varan kimse ya da imamdan önce rükû’ veyâ secdeden kalkan kimse yahut da bir veyâ birkaç rek‘atı imamla birlikte kılamayan kimse de imam selâm verdikten sonra tek başına tamamlayacağı kısımlarda lâhik durumundadır.
Bir kimse imama birinci rek‘ata yetişemezse, yetişemediği rek‘atlar bakımından mesbûk olduğu gibi, yetiştiği rek‘atlardan birinde ârız olan durum sebebiyle de lâhik konumuna düşebilir ve böylece bir kişi aynı anda hem lâhik hem mesbûk olmuş olur.
Cemâat sevâbından mahrum kalmamak için lâhikin hükümlerini yerine getirmekte yarar olmakla birlikte, bu ayrıntılara dikkat etmekte bazı güçlükler bulunduğu için, bu durumda kalan kimselerin namazlarına yeniden başlayıp kendilerinin kılması daha uygun görülmüştür.

c-) Mesbûk.:
İmama namazın başında değil, birinci rek‘atın rükû’undan sonra, ikinci, üçüncü veyâ dördüncü rek‘atlarda uyan kimseye “mesbûk” denir. Son rek‘atın rükû’undan sonra imama uyan kimse bütün rek‘atları kaçırmış olur.
Mesbûkun hükmü, kaçırdığı yâni imamla birlikte kılamadığı rek‘atları kazâya başladıktan sonra, tek başına namaz kılan kimse gibidir. Sübhâneke'yi okur, kıraat için eûzü besmele çeker ve okumaya başlar. Çünkü bu kimse kıraat bakımından namazın baş tarafını kazâ etmektedir. Bu durumda eğer kıraati terkederse namazı fâsid olur.
Sübhâneke duâsını okuma yeri, eğer kılınan namaz öğle ve İkindi Namazı gibi gizli okunan namaz ise İftitah Tekbirinden sonradır. Eğer açıktan okunan namaz ise ve imam kıraat etmekte iken yetişmiş ise, sağlam görüşe göre Sübhâneke'yi okumayıp imamın kıraatini dinler, Sübhâneke'yi kendi kazâ edeceği rek‘atlarda okur ve tek başına namaz kılanlarda olduğu gibi Sübhâneke'den sonra eûzü besmele çeker.
Mesbûkla ilgili uygulama örnekleri.:
1-) Sabah Namazının ikinci rek‘atında imama uyan mesbûk, tekbir alıp susar, imam ile birlikte son oturuşta yalnız Tahiyyât okur, imam selâm verince kendisi ayağa kalkar, kaçırdığı ilk rek‘atı k ılmaya başlar. Sübhâneke ve eûzü besmeleden sonra Fâtiha ile bir miktar Kur’ÂN' okur, rükû’ ve secdelerden sonra oturup, Tahiyyât ile Salli-bârik ve RABBenâ âtinâ duâlarını okuyarak selâm verir.
2-) Akşam Namazının ikinci rek‘atında imama uyan kimse de birinci rek‘at için bu şekilde hareket eder.
Akşam Namazının son rek‘atında imama uyan kimse, Sübhâneke'yi okur, imamla beraber o rek‘atı kılıp teşehhüdde bulunur, bundan sonra kalkar. Sübhâneke'yi okuyup eûzü besmele çeker ve Fâtiha ile bir sûre veyâ bir miktar âyet okur; rükû’ ve secdelerden sonra oturur, sadece Tahiyyât okur, sonra “Allahü ekber” diyerek ayağa kalkar, besmele çekip Fâtiha ile bir sûre veyâ birkaç âyet okuyarak, rükû’ ve secdeleri ve son oturuşu yapar ve selâm ile namazdan çıkar. Bu durumda üç defa teşehhüdde bulunmuş olur. Bununla birlikte mesbûk, ikinci rek‘atın sonunda yanılarak oturmayacak olsa, kendisine Sehiv Secdesi gerekmez; çünkü bu rek‘at bir yönüyle birinci rek‘at mesabesindedir.
3-) Dört rek‘atlı namazın son rek‘atında imama uyan kimse imam ile teşehhüdde bulunduktan sonra kalkar, Sübhâneke, Fâtiha ve bir sûre okuyup oturur ve Tahiyyât okuduktan sonra kalkar. Geri kalan iki rek‘atı tamamlar.
4-) Dört rek‘atlı namazın üçüncü rek‘atında imama yetişen kimse, kendisinin birinci oturuşunu imamın son oturuşuyla birlikte yapar, kalkınca ilk iki rek‘atı kaza edeceği için, kendisi bu ilk iki rek‘atı nasıl kılacak idiyse öylece kılar.
5-) Dört rek‘atlı bir namazın ikinci rek‘atında imama uyan kimse, üç rek‘atı imamla kılmış olur, teşehhüd okuduktan sonra kalkar, kılamadığı ilk rek‘atı kılıp oturur ve selâm verir.
İmama ilk rek‘atın rükû’unda yetişen kimse, mesbûk değil müdrik sayılır. Fakat imama rükû’dan sonra yetişen kimse o rek‘atı kaçırmış olur ve mesbûk durumuna düşer.
Teşehhüd miktarı oturduktan sonra imam daha selâm vermeden önce mesbûkun ayağa kalkması mekruh sayılmıştır. Ancak abdestinin veyâ vaktin sıkışık olması durumunda mesbûk imamın selâm vermesinden önce kalkıp namazını tamamlayabilir. Ebû Hanîfe'ye göre, tek başına namaz kılan kimse teşrik tekbirleri ile yükümlü olmadığı halde, mesbûk Kurban Bayramında teşrik tekbirlerini imam ile birlikte alır, daha sonra ayağa kalkıp kaçırdığı rek‘atları tamamlar. İmam selâm vermeden önce Tahiyyât'ı okuyup bitirmiş olan mesbûk, isterse kelime-i şehâdeti tekrar eder, başka bir görüşe göre ise susar. En doğrusu Tahiyyât'ı yavaş yavaş okumaktır. İmam dördüncü rek‘atta oturup yanlışlıkla beşinci rek‘ata kalksa, mesbûkun namazı bu kıyam ile fâsit olur. Fakat dördüncü rek‘atta oturmadan beşinci rek‘ata kalkmış ise, secdeye varmadıkça mesbûkun namazı bozulmaz..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

X. =>CUMÂ NAMAZI.:

Cuma, İslâm Dîninde çok önemli kabul edilen haftalık toplu ibâdet günüdür. Çeşitli hadislerden anlaşıldığına göre Cuma Günü, daha önce Yahudi ve Hıristiyanlar için haftalık ibâdet günü olarak belirlenmiş, fakat onlar bunu değiştirerek Yahudiler cumartesiyi, Hıristiyanlar pazarı haftalık toplantı ve ibâdet günü kabul etmişler; son olarak Cuma Günü, müslümanlar için yeniden haftalık ibâdet günü kılınmıştır. Cuma Gününün önemine ve haftalık toplu ibâdet günü seçilmesinin anlamına ilişkin olarak Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'den birçok hadis rivâyet edilmektedir. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir.:
“Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır; Âdem o gün yaratılmış, o gün cennete girmiş ve o gün cennetten çıkmıştır. Kıyamet de Cuma Günü kopacaktır” (Müslim, “Cum‘a”, 18).

Başka bir hadiste bu günde yapılan DUÂların kabul edileceği bir anın (icâbet saati) bulunduğu haber verilmektedir. Bir rivâyete göre,
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ben icâbet saatinin, hangi an olduğunu biliyordum, fakat Kadir Gecesi gibi, bu da bana unutturuldu” buyurmuştur. (Hâkim, I, 279)
Âlimler Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bu ifâdesine dayanarak ALLAH'ın güzel isimleri arasında ism-i a‘zamın, ramazanın son on günü içerisinde Kadir gecesinin gizli tutulması gibi icâbet saatinin de gizli tutulduğunu ve bu sûretle insanların gün boyu ALLAH'a yönelmelerinin sağlanmasının hedeflendiğini söylemişlerdir. Yine Cuma Günü ile ilgili olarak, gerekli temizliği yaptıktan sonra câmiye gidip hutbe dinleyen ve namazı kılan kimsenin daha önceki cuma ile bu cuma arasında işlediği günahların affedileceği belirtilmiş (Buhârî, “Cum‘a”, 6, 19; Müslim, “Cum‘a”, 26), bu günü hafife alarak üç Cuma Namazını terkeden kimsenin kalbinin mühürleneceği bildirilmiştir (Ebû Dâvûd, “Salât”, 204). Kurban bayramı arefesinin cumaya rastlaması halinde halk arasında o yıl yapılan haccın, “Hacc-ı Ekber/Büyük Hac” olarak isimlendirilmesi de cumanın önemiyle ilgilidir. Cuma Günü müslümanlar açısından büyük önem taşıdığı ve âdeta bir bayram günü kabul edildiği için, perşembe günü akşamından başlamak üzere maddî ve mânevî temizliğe her zamankinden daha fazla önem vermek gerekir. Bunların başında boy abdesti almak gelir ki Cuma Günü boy abdesti almak bilginlerin çoğuna göre sünnet, bazılarına göre farzdır. Bunun yanında, Cuma Günü namaza gelmeden önce tırnak kesme, dişleri temizleme gibi bedenî temizlikler yapmak, temiz elbiseler giymek, başkalarını rahatsız etmeyecek, aksine onların hoşuna gidecek güzel kokular sürmek sünnet olan davranışlardır. Mü’min, böyle değerli ve önemli bir günün mânevî havasına girmeli, DUÂ ve tövbesini bu günde saklı olup DUÂ ve tövbelerin kabul edileceği vakit olduğu bildirilen “icâbet saati”ne denk düşürmeye çalışmalı, ayrıca Kur’ÂN okumalı, tezekkür ve tefekkür etmeli, Resûlullah'a salâtü selâm getirmeli ve samimi bir kalb ile ALLAHu zü’L- CeLÂL'e DUÂ ve istiğfarda bulunmalıdır. Hutbe okunurken konuşmak, cuma vakti alışveriş yapmak ve Cuma Günü yolculuğa çıkmak gibi yapılması, Cuma Namazının terkine yol açabileceği endişesiyle hoş karşılanmayan davranışların hükümleri aşağıda ele alınacaktır.

A-) CUMA NAMAZININ DİNDEKİ YERİ ve HÜKMÜ.:

Cuma Namazı Farz-ı Ayındır. Farz olduğu, Kitab, Sünnet ve icmâ’ ile sabittir. Kur’ÂN-ı Kerîm'in 62. sûresi, Cuma Namazından bahsettiği için Cuma sûresi olarak adlandırılmıştır. Bu sûrede ALLAHu zü’L- CeLÂL şöyle buyurmuştur.: “Ey iman edenler! Cuma Günü namaza çağırılınca ALLAH'ı anmaya (namaza) koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca yeryüzüne yayılın da ALLAH'ın Lutfunu arayın ve ALLAH'ı çok çok anın ki felah bulasınız”


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نُودِي لِلصَّلَاةِ مِن يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ nûdiye li’s- salâti min yevmi’l- cumuati fes’av ilâ zikrillâhi ve zerûl bey’a, zâlikum hayrun lekum in kuntum ta’lemûn (ta’lemûne).: Ey iman edenler! Cuma günü namaza nidâ olunduğu zaman (çağrıldığınız zaman) hemen ALLAH'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. İşte bu, sizin için daha hayırlıdır, keşke bilseniz.” (Cum‘a 62/9)

فَإِذَا قُضِيَتِ الصَّلَاةُ فَانتَشِرُوا فِي الْأَرْضِ وَابْتَغُوا مِن فَضْلِ اللَّهِ وَاذْكُرُوا اللَّهَ كَثِيرًا لَّعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Fe izâ kudiyetı’s- salâtu fenteşirû fî’l- ardı vebtegû min fadlillâhi vezkurûllâhe kesîren leallekum tuflihûn (tuflihûne).: Artık namazı kaza ettiğiniz (kılıp bitirdiğiniz) zaman yeryüzüne yayılın ve ALLAH'ın fazlından isteyin ve ALLAH'ı çok zikredin. Umulur ki, böylece siz felâha (kurtuluşa) erersiniz.” (Cum‘a 62/10)

Hadis Kitablarında gerek Cuma Namazının fazileti, gerekse kuvvetli bir farz olduğu ve bu namazı özürsüz olarak terketmenin büyük günah sayıldığı konusunda sahih hadisler bulunmaktadır.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH, önemsemediği için üç cumayı terkeden kimsenin kalbini mühürler” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, “Salât”, 204; İbn Mâce, “İkâmetü's-salât”, 93; Tirmizî, “Cum‘a”, 7; Nesâî, “Cum‘a”, 2) ve,

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Birtakım kimseler, ya Cuma Namazını terketmekten vazgeçerler ya da ALLAH onların kalblerini mühürler ve artık onlar gafillerden olurlar” buyurmuştur.
(Müslim, Cum‘a, 12; Nesâî, Cum‘a, 2).

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in Cuma Namazını ilk defa Hicret esnâsında, Medine yakınlarındaki Rânûnâ vadisinde Sâlim b. Avf Kabilesini ziyâretleri sırasında oradaki Namazgâhta kıldırmış olduğu bilginlerce kabul edilmektedir. Öte yandan, kaynaklarda daha hicretten önce Es‘ad b. Zürâre'nin Medine'de Cuma Namazı kıldırdığı kaydedilmektedir. Bu durum karşısında Cuma Namazının ne zaman farz kılındığı hususunda iki farklı rivâyet ve görüş ortaya çıkmıştır.
Bunlardan birincisine göre Cuma Namazı Mekke'de farz kılınmış olmakla birlikte müşriklerin baskıları yüzünden orada kılınamamıştır. Diğer rivâyete göre, Cuma Namazı Hicret esnâsında farz kılınmıştır ve ilk cumayı Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Rânûnâ Vâdisinde kıldırmıştır. Bu rivâyeti benimseyenlere göre, Es‘ad b. Zürâre'nin Cuma Namazı kıldırması uygulaması farz değil, nâfile hükmü kapsamındadır.
Bütün müctehidlere göre Cuma Namazı Farz-ı Ayın olup, Resûlullah zamanından itibâren farklı görüş açıklanmadığı için, bu hususta icmâ’ meydana gelmiştir. Cuma Namazı, Cuma Günü Öğle Namazı vaktinde kılınan ve farzı iki rek‘at olan bir namazdır. Bu namazdan önce hatibin hutbe okuması namazın sıhhat (geçerlilik) şartlarındandır. Cuma Namazı o günkü Öğle Namazının yerini tutar.

B-) CUMA NAMAZININ ŞARTLARI.:

Cuma Namazının farz olabilmesi için belli birtakım şartların gerçekleşmiş olması gerekir. Bu şartlar Vücûb Şartları ve Sıhhat Şartları olmak üzere iki çeşittir.
Vücûb Şartları.: Cuma Namazı kılmakla yükümlü olmanın şartlarıdır;
Sıhhat Şartları ise.: Kılınan namazın sahih yâni geçerli olmasının şartlarıdır.
Sıhhat Şartları yerine Cuma Namazının edâsının şartları da denilir. Aşağıda vücûb şartları ve sıhhat şartları ayrı ayrı sayılıp açıklanacaktır. Ancak, dikkat edilmelidir ki, aşağıda sıhhat şartları arasında sayılacak şeylerden üçü (ki bunlar.: a-) Vaktin girmiş olması. b-) Devlet başkanının hazır bulunması veyâ izni ve c-) Bulunulan yerin şehir veyâ şehir hükmünde olmasıdır), esâsen hem vücûb hem sıhhat şartlarıdır. Zirâ bu şartları ileri sürenlere göre bunlardan biri bulunmadığında Cuma Namazı kişiye farz olmayacağı gibi, kılması halinde geçerli de olmaz.

a-) CUMA NAMAZININ VÜCÛB ŞARTLARI.:
Bir kimseye Cuma Namazının farz olması, o kimsede Vakit Namazlarının farz olması için aranan şartlardan başka şu şartların da bulunmasına bağlıdır.:

1-) ERKEK OLMAK.:

Cuma Namazı erkeklere farz olup kadınlara farz değildir. Bu konuda bütün fâkihler görüş birliği etmiştir. Fakat kadınlar da câmiye gelip Cuma Namazı kılsalar, bu namazları sahih (geçerli) olur ve artık o gün ayrıca Öğle Namazı kılmazlar. Cuma Namazı kılmayı emreden âyet genel içerikli olduğu halde kadınların niçin Cuma Namazı kılmadıkları hatıra gelebilir. Çok fazla teknik ayrıntıya girmeden bir iki nokta üzerinde durarak bu konuya açıklık getirmeye çalışalım. Burada gözden kaçırılmaması gereken hususların başında konunun Arap dilinin özelliği ile ilgisi gelmektedir. Arap Dilinde erkek ve kadına yapılan hitab kalıbı birbirinden farklıdır. Kadınlara yapılan hitabın içinde erkeklerin bulunması, dilin yapısı bakımından imkânsızdır. Kadınlara yapılan hitab, sâdece ve sâdece kadınlara yapılmış bir hitabdır. Buna mukabil, erkeklere yönelik hitabın kapsamına kadınların girip girmediği, yâni bu hitabın kadınlara da yönelik olup olamayacağı, dilciler arasında tartışmalı bir konudur. Kimi dilciler erkeklere yönelik hitabın içerisine kadınların girmediğini, kimileri de girdiğini söylemişlerdir. Dilcilerin bu farklı iki kanaati, usulcülerin, o tür âyetlerin, yâni erkeklere yönelik hitab içeren âyetlerin anlaşılmasında ister istemez etkili olmuştur. Kimi usulcüler, erkeklere yönelik hitabın içerisine kadınların dâhil olmadığı yönündeki anlayışı kabul etmişler ve âyetleri bu doğrultuda anlamlandırıp, onlardan hüküm çıkarmışlardır. Bu anlayışa göre, erkeklere yönelik hitabın içerisine kadınlar dil kuralları gereği, girmezler. Fakat bazı dil dışı karîneler sebebiyle, erkeklere yönelik hitaba kadınlar da dâhil olur. Bu dil dışı karînelerin başında, getirilen hükmün anlamı ve mâhiyeti ile bu hükmün içerik bakımından erkek-kadın farkı dikkate alınacak türden olup olmadığı gelmektedir. Bu farklılık, tabiî ki bir cinsiyet ayırımından değil, aksine fizikî yapı ile toplumsal statü ve buna bağlı olarak haklar ve sorumluluklar dengesinden kaynaklanan bir farklılıktır. Kimi usulcüler ise dilcilerin öteki kanaatini esas alarak ve kural olarak, erkekler hitabının içerisine kadınların da girdiğini, fakat Cuma Namazı gibi bazı konularda, birtakım haricî karîneler ile kadınların hitab kapsamı dışında tutulacağını ileri sürmüşlerdir. Kadınların hitab kapsamı dışına alınmasına gerekçe olan hâricî karîneler cümlesinden olmak üzere, o dönemdeki kadın telakkisi, kadının âiledeki görev ve sorumluluklarına ve cemâat kavramı ve dayanışması içerisinde kadınların yerine ilişkin anlayış gösterilebilir. Her hâlükârda, kadınların Cuma Namazı kılmakla yükümlü olup olmadıkları meselesi, sonucu bakımından dinî bir mesele olmakla beraber, bu sonuca ulaşmanın başlangıç ve hareket noktası bakımından öncelikle bir dil ve teâmül meselesidir. Bu i’tibarla, meseleyi tabiî zemininin dışına çıkarıp abartmak ve Türkçemizde erkeklere hitab ile kadınlara hitab arasında dilin yapısı bakımından böyle bir ayırımın bulunmayışının sağladığı rahatlıktan yararlanarak.: “ALLAH.: “Ey inananlar, cuma için çağrı yapıldığı vakit, zikre yâni Cuma Namazına koşun!.” buyuruyor, kadınlar da inananlar grubunda olduğuna göre onların da gitmesi gerekir” demek, kolaycılık olması bir yana meseleyi saptırmak anlamına gelir ve bu tutum yarar yerine zarar verir. Belirtmek gerekir ki, dilcilerin ve bağlı olarak usulcülerin görüşlerinden her ikisine göre de, başlangıçtan beri kadınların Cuma Namazı ile mükellef olmadıkları sonucuna ulaşılmıştır. Hâricî karîneler meselesini tüm detaylarıyla burada açıklamak yerine, bahsedeceğimiz ikinci nokta çerçevesinde ele almak yeterli olacaktır..

Bu meselede dikkate alınması gereken ikinci nokta, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in uygulamasına ve on dört asırlık geleneğin durumuna bakılmasıdır. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in, kadınları Cuma Namazı kılmakla yükümlü tutup tutmadığının bilinmesi, başlı başına bağlayıcı olmasının yanında, aynı zamanda, belirleyici bir karîne değerine de sahib olacaktır. İlk dönemlere ilişkin bütün literatür, kadınların zaman zaman Cuma Namazına katıldıklarını, fakat Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in kadınları Cuma Namazı kılmakla yükümlü tutmadığını çok açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Ayrıca Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in Cuma Namazının kadın, çocuk, hasta ve köle dışında, cemâat içerisinde bulunan her müslümana farz olduğunu bildiren bir sözü de bulunmaktadır (Ebû Dâvûd, I, 280; Hâkim, I, 425).
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bu söz ve uygulaması, kadınların genel hitab içerisinde yer aldığı görüşünü öne sürenler tarafından hâricî bir karîne olarak değerlendirilmiş ve âyetin genel ifâdesini daralttığı söylenmiştir.

Öte yandan, on dört asırlık süreç içerisinde, kadınların Cuma Namazı kılması gerektiğini söyleyen hiçbir âlim çıkmamıştır. Bu durum, kadınların Cuma Namazı kılmakla yükümlü olmadıkları konusunda bir icmâ’ gerçekleştiğini göstermektedir. Fakat bizim asıl söylemek istediğimiz böyle bir icmâ’ın bulunması değil, belki ilâve olarak, hiçbir toplumda, hiçbir kültürde ve Sünnî veyâ gayr-i Sünnî hiçbir mezhebde farklı bir görüşün ortaya çıkmamış olmasıdır. Dinin ve dindarlığın simgesi olan ve belli bir biçimsellik hatta sembolizm taşıyan ibâdetler, zaman ve zemin değişmesinden etkilenmezler. Bu onların mâhiyetinden ileri gelir. Çünkü salt ibâdet olan merasimlerin değişmesi, bir anlamda dinin değişmesi, yozlaşması sonucuna götürür. Salt ibâdet olmamakla birlikte genel anlamda ibâdet içerikli konularda bir ihtiyat payı ile hareket etmek uygun olmakla birlikte, uygulamasında birtakım güçlükler ortaya çıkmışsa veyâ uygulanması, konuluş espri ve amacıyla çelişir hale gelmişse, bu takdirde özü korumak üzere lüzumlu yeni düzenlemelerin yapılması gerekli hale gelebilir. Sonuç olarak, kadınların Cuma Namazı kılması konusunda bir serbestlik vardır; müsâid zaman ve zemin bulan kadınlar Cuma Namazı kılabilirler. Bu durum, dinin onlara tanıdığı bir muafiyettir. Dinî yükümlülükten muafiyetin ayırım olarak algılanmasının yanlışlığı kadar böyle bir ilâve yükümlülüğün kadınlara ne kazandıracağı hususu da üzerinde düşünülmeye değer bir husustur. Fakat Cuma Namazını kadınlara farz haline getirerek onları Cuma Namazı kılmaya mecbur etmek, hiçbir sebeble olmasa bile, asırlarca süregelen geleneği gereksiz yere ve haksız olarak hiçe saymak olduğu için yanlıştır ve asılsızdır.

2-) MÂZERETSİZ OLMAK.:

Bazı mâzeretler, Cuma Namazına gitmemeyi mubah kılar ve böyle bir mâzereti bulunan kişiye Cuma Namazı farz olmaz. Fakat böyle kimseler de kendilerine Cuma Namazı farz olmadığı halde, bu namazı kılarlarsa namazları sahih olur ve artık o gün ayrıca Öğle Namazı kılmazlar.
Cuma Namazına gitmemeyi mubah kılan belli başlı mâzeretler şunlardır.:

1-) Hastalık.: Hasta olup Cuma Namazına gittiği takdirde hastalığının artmasından veyâ uzamasından korkan kimse Cuma Namazı kılmakla yükümlü olmaz. Yürümekten âciz durumda bulunan çok yaşlı kimseler de bu konuda hasta hükmündedirler. Cuma Namazı için câmiye gittiği takdirde hastaya zarar geleceğinden korkan hasta bakıcı için de aynı hüküm geçerlidir. Mikrobik ve Bulaşıcı Hastalıklara yakalanmış kimseler de Cuma Namazına gelmeyebilirler.

2-) Körlük ve Kötürümlük.: Kör (âmâ) olan bir kimseye, kendisini câmiye götürebilecek biri bulunsa bile, Ebû Hanîfe, Mâlikîler ve Şâfiîler'e göre, Cuma Namazı farz değildir. Hanbelîler'le, Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise, kendisini câmiye götürebilecek biri bulunan âmâya Cuma Namazı farzdır. Kendisini câmiye götürebilecek kimsesi bulunmayan âmâya ise, bütün bilginlere göre Cuma Namazı farz değildir. Ayakları felç olmuş veyâ kesilmiş kimselerle yatalak hastalara da Cuma Namazı farz değildir.

3-) Uygun olmayan hava ve yol şartları.: Cuma Namazına gittiği takdirde kişinin önemli bir zarara veyâ sıkıntıya uğramasına yol açacak çok şiddetli yağmur bulunması, havanın çok soğuk veyâ sıcak olması veyâ yolun aşırı çamurlu olması gibi durumlarda Cuma Namazı yükümlülüğü düşer.

4-) Korku.: Cuma Namazına gittiği takdirde malı, canı veyâ namusunun tehlikeye gireceğine dâir endişeler taşıyan kimseye de Cuma Namazı farz değildir. Cuma Namazının farz olması için bu iki şartın (erkeklik ve mâzeretsizlik) bulunması gerektiği hususunda fâkihler görüş birliği içindedirler. Bundan sonraki şartlarda ise fâkihler arasında görüş farklılıklarına rastlanır.

3-) HÜRRİYET.:

Hür olmayan kimseler yâni köle ve esirler, fâkihlerin büyük çoğunluğuna göre, Cuma Namazı ile yükümlü değildir. Esâsen bu şartın konulmasının altında, kölelik uygulamasının devam ettiği dönemlerde, kölenin efendisine karşı sorumluluklarını tam ve eksiksiz olarak yerine getirmesi düşüncesi yatar. Cuma Namazının kölelere farz olmadığını söyleyen fâkihler bu hükmü, kölenin görev ve sorumluluğu konusundaki anlayış üzerine kurmuşlardır. Buna göre köle, tüm zamanını efendisine tahsis etmek durumundadır. Cuma Namazı kılmakla yükümlü tutulacak olursa, efendisine karşı görevini aksatmış olacak ve bu sebeble efendisinden azar işitecek ve belki de cezâ görecektir. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kölenin Cuma Namazı kılması gerekmediğini söylerken, toplumda kölelerin statüsü konusundaki hâkim anlayışı dikkate almıştır. Zâhirîler, toplumsal olguyu dikkate almadıkları için, Cuma Namazı kılmak için hür olma şartını aramamışlardır. Bu yönüyle düşünüldüğü zaman, hürriyet şartının hangi anlam üzerine getirildiği ve bu şartın hapis yattıkları için hürriyetleri kısıtlama altına alınmış olan kimselerle alâkası olmadığı anlaşılır. Bu bakımdan hapiste olan kişilerin, Cuma Namazı kılmalarına, fizikî şartlar ve bazı imkânların eksikliği dışında bir engel bulunmamaktadır. Mahpusların Cuma Namazı kılabilmeleri için fizikî şartların hazırlanması ve gerekli düzenlemenin yapılması istenebilir. Cuma Namazının kılınacağı yerin herkese açık olması (izn-i âm) şartı, özel durumundan dolayı hapishaneyi içine almaz.

4-) İKÂMET..:

Fâkihlerin büyük çoğunluğuna göre Cuma Namazının vâcib olması için, kişinin Cuma Namazı kılınan yerde ikâmet ediyor olması gerekir. Bu bakımdan Cuma Namazı dinen yolcu sayılan (seferî) kimselere farz değildir. Zührî ve İbrâhim Nehaî gibi bazı müctehidlere göre yolcu seyir halindeyken değil de, Cuma Namazı kılınan yerde konaklamış halde iken, orada kaldığı sürece Cuma Namazı kılmakla yükümlüdür. Zâhirîler'e göre ise Cuma Namazı yolculara da farzdır.

B-) CUMA NAMAZININ SIHHAT ŞARTLARI.:

1-) VAKİT.:
Cuma Namazı, Hanbelîler'in dışındaki müctehidlere göre, Cuma Günü Öğle Namazı vaktinde kılınır; Öğle Namazının vaktinden önce veyâ sonra kılınması sahih değildir. Hanbelîler'e göre ise Cuma Namazı, Cuma Günü, güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden itibâren Öğle Namazının vakti çıkıncaya kadar kılınabilir.

2-) CEMÂAT.:
Cuma Namazı ancak cemâatle kılınan bir namaz olup münferiden, yâni tek başına kılınamaz. Bunun yanı sıra diğer Farz Namazlarda imamla birlikte bir kişinin bulunması cemâat için yeterli olduğu halde, Cuma Namazında cemâat olabilmek için daha fazla kişinin bulunması, yâni cemâati oluşturanların belli bir sayının altında olmaması gerekir. Cuma Namazı kılabilmek için gerekli asgari sayının kaç olduğu hususunda farklı görüşler bulunmaktadır. Hanefî Mezhebinde, İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre, Cuma Namazı için imamın dışında en az üç kişinin daha bulunması şarttır. Bunlar yolcu veyâ hasta da olsalar bu şart yerine gelmiş sayılır. İmam Ebû Yûsuf'a göre ise, imamın dışında en az iki kişinin bulunması gerekir.
Cuma Namazının geçerli olması için, cemâatin sayısı, İmam Ebû Hanîfe'ye göre en azından birinci rek‘atın secdesine kadar aranılan asgari sayının altına düşmemeli, hiç değilse bu süre içinde imamla birlikte hazır olunmalıdır. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre İftitah Tekbiri alınıncaya kadar, Züfer'e göre ise ikinci rek‘attan sonra teşehhüd miktarı oturuncaya kadar hazır bulunulmalıdır. Cemâati oluşturan kişiler daha önce dağılırlarsa Cuma Namazı geçersiz olur, yeni baştan Öğle Namazını kılmak gerekir.
Şâfiî'ye göre ise, bir yerde Cuma Namazı kılabilmek için akıllı (âkıl), bulûğa ermiş (ergen, bâliğ), hür, erkek, mukim ve oraya yerleşmiş olan en az kırk yükümlünün bulunması şarttır. Buna göre, bir yerde kırk kişi bulunsa da, bu kırk kişiden bir kısmı köle, kadın veyâ yolcu olsa, ya da ticaret veyâ öğrenim görme gibi bir amaçla orada bulunuyor olsalar, bu kimselerden oluşan kırk kişiyle Cuma Namazı kılınamaz. Ayrıca, bu kırk kişinin hepsi veyâ bir kısmı, yazın veyâ kışın ya da her iki mevsimde göç eden göçebelerden oluşuyorsa, bu durumda da, Cuma Namazı edâ edilemez. Hatta bu kırk kişinin içinde Fâtiha Sûresini okuyamayan bir ümmî bulunsa bu kimse sayıdan düşürülür ve bu durumda sayı kırktan aşağıya indiği için, bu kimselerle de Cuma Namazı sahih olmaz. Ancak Fâtiha Sûresini okumayı öğrenmek için gayret gösterdiği halde bunu henüz başaramamış kimseler sayıya dâhil edilir. Cuma Namazını kıldıran kişinin yolcu olması durumunda, kendi dışında kırk kişinin bulunması gerekir. Ayrıca, bu mezhebe göre, namazın herhangi bir bölümünde veyâ hutbe esnâsında sayı kırktan aşağıya düşerse namaz fâsid olur. Hanbelîler'in görüşü de genel hatlarıyla Şâfiî Mezhebinin görüşü gibidir.
Mâlikî Mezhebinde meşhur ve tercih edilen görüşe göre, Cuma Namazı için cemâatin imamdan başka en az on iki kişi olması şarttır. Ancak İmam Mâlik'ten bu konuda kesin bir sayı belirlemeksizin, kırk kişiden az sayıda olan bir cemâatle Cuma Namazı kılınabilirse de üç dört kişi gibi az bir sayı ile kılınamayacağı yönünde bir görüş de nakledilmektedir. Mâlikîler'e göre Cuma Namazında imamın mukim olması şarttır.
Bu görüşlerin dışında, Taberî'nin Cuma Namazı için imamdan başka bir kişinin bulunmasının yeterli olacağına dâir bir görüşü olduğu gibi, bu sayıyı en az dört, yedi, dokuz, yirmi, otuz ve seksen olarak belirleyen ictihadlar da bulunmaktadır.

3-) ŞEHİR.:
İslâm bilginleri Cuma Namazı kılınacak yerin şehir veyâ şehir hükmünde bir yerleşim birimi olmasını şart koşmuşlardır. Fakat gerek bu şartın ayrıntıları konusunda gerekse bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma Namazı kılınıp kılınamayacağı hususunda görüş ayrılıkları vardır.
Hanefîler'e göre, Cuma Namazı kılınacak yerleşim biriminin şehir veyâ şehir hükmünde bir yer olması ya da böyle bir yerin civarında bulunması gerekir. Bir yerleşim biriminin hangi durumda şehir hükmünde sayılacağı hususunda farklı rivâyetler bulunmaktadır. Hanefî Mezhebinde fetvâya esas olan (müftâbih) görüşe göre bu kriter “en büyük câmisi orada Cuma Namazı ile yükümlü bulunanları alamayacak kadar nüfusa sahib olma” şeklinde belirlenmiştir. Bazı yazarlarca bu kriter, bir yöneticisi olan yerleşim birimi olarak ifâde edilmiştir. Şehrin civarı ifâdesiyle de bu şartlardaki yerleşim birimlerinin yakınlarında bulunan mezârlık, atış alanları ve çeşitli gayelerle toplanmak için hazırlanan sahalar ve bu uzaklıktaki yerler kastedilmektedir.
Kaynaklarda geçen bu şehir ifâdesinin günümüzde, büyük veyâ küçük yerleşim birimi olarak anlaşılması gerektiği, bu bakımdan farzı edâ edecek sayıda cemâatin yerleşik bulunduğu köy, belde gibi tüm birimlerde Cuma Namazının kılınabileceği bilginlerce kabul edilmektedir.
Mâlikîler'e göre Cuma Namazı kılınacak yerin, insanların devamlı oturdukları şehir, köy vb. bir yerleşim birimi veyâ buraların civarında bir yer olması gerekir. Bu bakımdan çadır vb. barınaklardan oluşan ve geçici olarak oturulan yerlerde Cuma Namazı kılınamaz. Mâlikîler ayrıca, Cuma Namazı kılınacak yerde câmi bulunmasını da şart koşmuşlardır.
Şâfiîler'e göre de, Cuma Namazının insanların devamlı olarak oturdukları bir şehir veyâ köyün sınırları içinde kılınması gerekir. Çölde veyâ çadırlarda yaşayanlar, yâni belli bir yerleşim birimi içinde oturmayanlar sayıca ne kadar çok olurlarsa olsunlar orada Cuma Namazı kılamazlar.
Hanbelîler'e göre ise, Cuma Namazının kılınabileceği yerin en az kırk kişinin devamlı olarak oturduğu yer olması şarttır.

4-) CÂMİ.:
Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde Cuma Namazı kılınıp kılınamayacağı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bütün mezhebler bir şehirde kılınan Cuma Namazının mümkün olduğunca bir tek câmide kılınması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Cuma, toplanma, bir araya gelme gibi anlamlar içerdiğinden, bu şart da esâsen toplanma, bir araya gelme ve bu sûretle birlik ve bütünlük oluşturma esprisiyle ilgilidir. Bu espriyi her zaman canlı tutmak gerekmekle birlikte, günümüzde çok büyük sayılarda insanların yaşadığı şehirler göz önüne alındığında, Cuma Namazını bir veyâ birkaç yerde kılmayı söz konusu etmek, hem bu büyüklükte câmi olamayacağı için hem de ulaşım şartları açısından, mümkün ve anlamlı değildir.
Bu konuda Hanefî Mezhebinin ve öteki mezheblerin görüşleri genel hatlarıyla şöyledir:
Ebû Hanîfe'den bu konuda nakledilen iki görüşten birine göre bir şehirde yalnız bir yerde Cuma Namazı kılınabilir; diğerine göre ise bir şehirde birden fazla yerde Cuma Namazı kılınabilir. İmam Muhammed bunlardan ikincisini benimsemiştir. Ebû Yûsuf'a göre ise, şehrin ortasından nehir geçip de şehri ikiye bölüyorsa veyâ şehir zayıf ve yaşlı kimselerin cuma kılınan câmiye gelmelerini zorlaştıracak ölçüde büyük ise bir şehirde iki yerde Cuma Namazı kılınabilir; bu durumlar söz konusu değilse sâdece bir yerde kılınır.
Hanefî Mezhebinde fetvâya esas olan ve kuvvetli bulunan görüş, bir şehirde birden fazla câmi bulunması halinde bütün câmilerde Cuma Namazı kılınmasına cevaz veren görüştür; ki bu zâten, Ebû Hanîfe'den nakledilen iki görüşten biri ve aynı zamanda İmam Muhammed'in görüşüdür.
Şâfiîler'e göre, bir şehirde birden fazla câmi bulunsa bile, birden fazla yerde kılmayı zorunlu kılan sebebler olmadıkça sâdece bir câmide Cuma Namazı kılınır; böyle bir sebeb yokken, birden fazla câmide Cuma Namazı kılınsa, sâdece namaza ilk başlayanların cuma namazları sahih olur, diğerlerininki sahih olmaz. Bu durumda diğerlerinin sonradan Öğle Namazı kılmaları gerekir. Ancak, şehrin çok büyük olması sebebiyle, Cuma Namazı için herkesin bir yere toplanması çok zor olursa veyâ güvenlik, sağlık vb. konularda ciddî endişeler bulunması sebebiyle bir yerde toplanılmasında sakınca varsa, ihtiyaç durumuna göre, bir şehirde birden fazla yerde Cuma Namazı kılınabilir. Bu tür sebeblerden dolayı, bir şehirde birden fazla yerde Cuma Namazı kılınırsa, buralarda Cuma Namazı kılanların ayrıca Öğle Namazı kılmaları gerekmez.
Mâlikîler'deki tercih edilen görüşe göre de, Şâfiî Mezhebinde olduğu gibi, birden fazla yerde kılmayı zorunlu kılan sebebler olmadıkça, bir şehirde sâdece bir yerde Cuma Namazı kılınır. Böyle bir sebeb olmadığı halde bir beldede birden fazla câmide Cuma Namazı kılınsa sâdece o beldedeki en eski câmide (öteden beri o beldede Cuma Namazının kılınageldiği câmide) kılanların cuma namazları sahih olur.
Hanbelîler'e göre de, zorlayıcı sebebler yoksa, bir şehirde sâdece bir yerde Cuma Namazı kılınır. Bir câmi yeterli olduğu halde iki câmide, iki câmi yeterli olduğu halde üçüncü câmide Cuma Namazı kılınamaz. Hanbelîler'e göre ihtiyaç bulunmadığı halde, birden fazla yerde Cuma Namazı kılınsa, bu durumda sâdece devlet başkanı veyâ temsilcisinin kıldırdığı Cuma Namazı sahih olur; bu durumda, Cuma Namazını önce veyâ sonra kılmak önemli değildir.

5-) İZİN.:
Hanefîler, Cuma Namazını devlet başkanı veyâ temsilcisinin ya da bunlar tarafından yetkili kılınan bir kişinin kıldırması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Hanefîler'in dışındaki diğer mezhebler Cuma Namazının geçerliliği için bu şartı aramazlar. Ancak Hanefîler'in dışındaki bazı bilginlere göre de, bazı durumlarda meselâ zorunlu olmadığı halde birden fazla yerde Cuma Namazı kılınması durumunda sâdece devlet başkanı veyâ temsilcisinin kıldırdığı Cuma Namazı sahihtir. Bir câmide Cuma Namazı kıldırması için kendisine yetki verilen kimse, o câmide Cuma Namazını kendisi kıldırabileceği gibi bir başkasına da kıldırtabilir. Namaz için verilen izin hutbe için de geçerlidir.
Cuma Namazı, Hulefâ-yi Râşidîn döneminden hemen sonra siyasî bir içerik kazanmaya başlamıştır. Bazı yörelerde ve dönemlerde, hutbelerde Ali kerremallahu vechehu'ye, bazı dönemlerde veyâ yerlerde de Muâviye'ye lânet okunduğu görülmüş; hutbe bir anlamda, siyasî kanaatin ve hangi tarafta olunduğunun göstergesi haline gelmiştir. İleriki zamanlarda ise hutbenin biri adına okunması, onun isyan bayrağını çektiği ve siyasî bağımsızlığını ilân ettiği anlamına gelmeye başlamış, dolayısıyla Hutbe ve Cuma Namazı âdeta siyasî bir sembol olmuştur. Tarih kitablarında, adına hutbe okutmak veyâ adına hutbe okunmak şeklinde yer alan ifâdeler de Cuma Namazının zaman içerisinde siyasal bir içerik kazandığını göstermektedir. Özellikle Abbâsîler'den itibâren resmî veyâ yarı resmî mezheb durumunda olan Hanefî Mezhebinin âlimleri ister istemez bu siyasî konjonktürden etkilenmişler ve Cuma Namazı için daha önce bulunmayan birtakım şartlar ileri sürmek durumunda kalmışlardır. Dolayısıyla Cuma Namazı kılmak için devlet başkanının izninin aranması şartı eski siyasî içeriğini kaybetmiş olduğu için, günümüzde bu şartı aramaya gerek kalmamıştır. Öte yandan, bu şartın hâlâ geçerliliğini koruduğu düşünülse bile, bir ülkede câmilerin yapılmasına izin verilmesi, imamların maaşlarının devlet tarafından ödenmesi ve bu işler için kamusal bir örgütlenmenin mevcut olması, Cuma Namazının kılınması için de izin sayılır ve şart yerine gelmiş olur.
Sonraki Hanefî Fıkıhçılar, devlet başkanının veyâ izninin bulunmaması durumunda bir cemâat teşkil edebilen müslümanların, aralarından birine cuma imamlığı selâhiyeti vererek bu namazı kılabileceklerine fetvâ vermişlerdir.
Cuma kılınan yerin herkese açık olması anlamında genel izin de (izn-i âm), bazı kitablarda ayrı bir şart olarak değerlendirilmekle birlikte, bir anlamda devlet başkanının izni kapsamında yer alır.
Hanefîler'e göre, bir yerde Cuma Namazı kılınabilmesi için, o yerde Cuma Namazı kılınmasına, yetkili kimse tarafından herkese açık olmak üzere izin verilmesi şarttır. Buna göre, belli bir yerde bulunan kimseler, Cuma Namazı kılınmasına izin verilmiş câmide, sâdece belirli kimseler girmek kaydıyla Cuma Namazı kılamazlar. Ancak başka kimselerin de girmesine müsaade edildiği halde, başka kimseler gelmese ve sâdece oradaki kimseler kılsalar, cuma namazları sahih olur.
Güvenlik ve gizliliğin korunması gibi sebeblerle herkese açık olmayan yerlerde bulunan cemâat Cuma Namazı kılabilir. Burada izn-i âm şartı zaruret sebebiyle kalkmış olur.

6-) HUTBE.:
Cuma Namazının sıhhat şartlarından birisinin de hutbe olduğu hususunda fâkihler görüş birliği içindedirler. Ancak Cuma Namazının sıhhat şartlarından olan hutbenin rükünleri ve geçerlilik şartları konusunda mezhebler arasında görüş farklılıkları vardır.
Hutbe, birilerine hitab etmek, bir şeyler söylemek demektir. Haftada bir gün bir mekânda toplanmış olan mü’minlerin başta dinî konular olmak üzere, onların hayatlarını kolaylaştıracak, ilişkilerini uyumlu hale getirecek her konuda aydınlatılması için hutbe bir vesile ve bir fırsattır. Hutbe esâsen bu amacı gerçekleştirmek için düşünülmüştür; bu sebeble cemâatin bilip anladığı bir dille irad edilir.
Cuma Namazının bir parçasını teşkil eden hutbenin varlığı, fıkhen geçerliliği veyâ en güzel şekilde ifâsı için bazı şartlar aranır. Bunlar ilmihâl dilinde hutbenin rükünleri, şartları ve sünnetleri olarak anılır.

aa-) HUTBENİN RÜKNÜ.:

Ebû Hanîfe'ye göre hutbenin rüknü yâni temel unsuru ALLAH'ı zikretmekten ibâret olduğu için, hutbe niyetiyle “elhamdülillah” veyâ “sübhânallâh” veyâ “Lâ İLâhe İLLâ ALLAH” demek sûretiyle hutbe yerine getirilmiş olur. Fakat bu kadarla yetinilmesi mekruhtur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise hutbenin rüknü, hutbe denilecek miktarda bir zikirden ibârettir ki, bu zikrin uzunluğunun da en az teşehhüd miktarı kadar yâni Tahiyyât DUÂsı kadar olması gerekir.
İmam Mâlik'e göre hutbenin rüknü, mü’minlere hitaben müjdeli veyâ sakındırıcı ifâde taşımasıdır.

İmam Şâfiî'ye göre ise hutbenin beş rüknü vardır. Bu rükünler şunlardır.:
1-) Her iki hutbede (hutbenin her iki bölümünde) ALLAH'a hamdetmek.
2-) Her iki hutbede Peygamberimiz’e salâvât getirmek.
3-) Her iki hutbede takvâyı tavsiye etmek.
4-) Hutbelerden birinde bir âyet okumak (âyetin birinci hutbede okunması efdaldir).
5-) İkinci hutbede mü’minlere DUÂ etmek. Hanbelîler'e göre ise hutbenin rükünleri, sonuncu hariç, Şâfiîler'deki ile aynıdır.

bb-) HUTBENİN ŞARTLARI.:

Hanefîler'e göre Cuma Namazı hutbesinin sahih olabilmesi için şu şartların bulunması gerekir.:
1-) Vakit içinde okunması.
2-) Namazdan önce olması.
3-) Hutbe niyetiyle okunması.
4-) Cemâatin huzurunda irad edilmesi. Son şartın yerine gelmiş olması için, kendisiyle cuma sahih olan en az bir kişinin bulunması gerekir. Her ne kadar Hanefî Mezhebinde hutbenin sıhhati için cemâatin şart olmadığına dâir bir görüş mevcut ise de, mezhebde daha doğru kabul edilen görüş, bir kişi bile olsa cemâatin huzurunda okunmasının gerektiği şeklindedir ve bunun kendisiyle Cuma Namazı sahih olabilecek bir kişi olması da şarttır. Ancak, hutbenin sıhhati için cemâatin işitmesi şart olmayıp sâdece hazır bulunması yeterlidir.
5-) Hutbe ile namaz arasının, yiyip içmek gibi namaz ve hutbe ile bağdaşmayan bir şeyle kesilip ayrılmaması.

Hatibin hadesten tahâret ve setr-i avret şartlarını taşıyor olması ve hutbeyi ayakta okuması şart değildir. Fakat bunlara riâyet edilmesi gerekir. Çünkü bunlar, kabul edilen görüşe göre sünnet olmakla birlikte bunların vâcib olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır.

Hanefîler'e göre cuma hutbesinin Arapça olması şart değildir.
Mâlikîler'e göre ise Cuma Namazı hutbesinin geçerli olmasının şartları şunlardır.:
1-) Hatibin ayakta olması.
2-) Her iki hutbenin de öğle vakti girdikten sonra irad edilmesi.
3-) Her iki hutbenin de hutbe olarak nitelendirilebilecek içerikte olması.
4-) Mescidin içinde irad edilmesi.
5-) Namazdan önce olması.
6-) En az on iki kişilik bir cemâatin huzurunda olması.
7-) Açıktan okunması.
8-.) Arapça olması.
9-) Hutbelerin arasına ve hutbe ile namaz arasına başka bir meşguliyetin sokulmaması. Mâlikîler'e göre de hatibin abdestli olması şart olmadığı gibi hutbede niyet de şart değildir.

Şâfiîler'e göre Cuma Namazı hutbesinin sahih olabilmesi için gerekli şartlar da şunlardır:
1-) Hutbenin beş rüknünden her birinin Arapça olması.
2-) Öğle vakti içinde olması.
3-) Hatibin, gücü yetiyorsa hutbeleri ayakta okuması.
4-) Bir mâzereti yoksa iki hutbe arasında oturması.
5-) İki hutbenin rükünlerini en az kırk kişinin dinlemesi.
6-) Hutbenin namazdan önce okunması ve gerek hutbelerin arasına gerekse hutbe ile namazın arasına başka bir meşguliyetin katılmaması.
7-) Hatibin hadesten ve necâsetten temiz olması.
8-.)Hatibin setr-i avrete riâyet etmesi.
9-) Hatibin erkek olması.
10-) Hatibin kırk kişinin duyabileceği şekilde sesini yükseltmesi.
11-) Hatibin imamlığının sahih olması.
12-) Hatibin namazın farz ve sünnetlerini birbirinden ayıracak kadar bilgi sahibi olması, hiç değilse farzı sünnet olarak bilmemesi. Şâfiîler'e göre de hutbe için niyet şart değildir.

cc-) HUTBENİN SÜNNETLERİ.:

1-) Hatibin, hutbe için minbere kolayca ve kimseye eziyet etmeden çıkabilmesi için minbere yakın bir yerde bulunması, cumanın ilk sünnetini minberin önünde kılması. Böyle yapmaması yâni mihrapta veyâ minbere uzak bir yerde kılması mekruhtur.
2-) Hatibin minbere çıktıktan sonra cemâate dönük olarak oturması ve okunacak ezânı bu şekilde dinlemesi.
3-) Ezânın, hatibin huzurunda okunması.
4-) Hatibin ezândan sonra kalkıp, her iki hutbeyi ayakta okuması. Hutbenin ayakta okunmasının vâcib olduğu yönünde de görüş bulunmaktadır.
5-) Hutbe okurken hatibin yüzünün cemâate dönük olması.
6-) Hutbeye gizlice eûzü çektikten sonra sesli olarak ALLAH'a hamd ve sena ile başlaması.
7-) Kelime-i şehâdet okuması ve Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e salâvât getirmesi.
8-.) Müslümanlara nasihatte bulunması.
9-) Eûzü ile Kur’ÂN'dan bir âyet okuması.
10-) Hutbeyi iki bölüm halinde yapması ve iki hutbe arasında kısa bir süre, ortalama üç âyet okuyacak kadar oturması.
11-) İkinci hutbeye de birincide olduğu gibi ALLAHa hamd ederek ve Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e salâvât getirerek başlaması.
12-) İkinci hutbede mü’minleri af ve mağfiret etmesi, onlara afiyet ve esenlik vermesi ve onları muzaffer kılması için ALLAH'a DUÂ etmesi.
13-) İkinci hutbeyi birinciye göre daha alçak sesle okuması.
14-) Hutbeyi kısa tutması.
15-) Hutbeyi cemâatin işitebileceği bir sesle okuması.
16-) Abdestli olması ve avret yerleri örtülü bulunması. Bunların vâcib olduğu da söylenmiştir.
17-) Hutbeden sonra namaz için kâmet getirilmesi.
18-.) Cuma Namazını hutbe okuyan kişinin kıldırması.
Hanefîler'in hutbenin sünnetleri olarak kabul ettiği birçok husus Şafiîler‘de hutbenin sahih olmasının şartı olarak görülür.

dd-) HUTBENİN MEKRUHLARI.:

Hutbenin sünnetlerini terketmek mekruhtur. Ayrıca, hutbe okunurken konuşmak ve konuşan birini konuşmaması için uyarmak tahrîmen mekruhtur. Hatta hatip ile cemâatin dinî meselelerde soru-cevab şeklindeki konuşması dahi -Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'den bu yönde bazı uygulamalar rivâyet edilmekle birlikte- câmi disiplinini bozacağı gerekçesiyle hoş karşılanmamıştır. Hutbe dinleyenlerin sağa sola bakmaları, selâm verip almaları da mekruhtur. Hatta Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin adı anıldığı zaman ya sessiz kalmalı ya da içinden salâtü selâm etmelidir. Hutbe esnâsında namaz kılmak dahi mekruhtur.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim


C-) CUMA NAMAZININ KILINIŞI.:


Cum’a Günü öğle vaktinde ezân okunur (dış ezân). Câmiye girince vakit uygunsa iki rek‘at Tahiyyetü'l-Mescid, ardından dört rek‘at sünnet kılınır. Bu, Cum’anın ilk sünnetidir.

Hatib minbere çıkmadığı sürece bu namazlar kılınabilir. Ama hatib minbere çıkmış ise, onu dinlemek daha uygundur. Sonra câmi içinde bir ezân daha okunur (iç ezân), arkasından minberde imam, cemâate hutbe okur. Bu hutbeden sonra kâmet getirilerek Cum’a Namazının iki rek‘at farzı cemâat halinde kılınır ve imam açıktan okur. Bundan sonra dört rek‘at sünnet kılınır. Bu dört rek‘at, Cum’anın son sünnetidir.

Burada yeri gelmişken Cum’a Namazının farz ve sünnetlerinden sonra kılınan dört rek‘atlık “Zuhr-i Ahîr” namazı ve onun devamında “Vaktin Sünneti” adıyla kılının iki rek‘atlık namaz hakkında bilgi verilecek, bundan sonra da Cum’a Namazının vaktiyle ve Cum’a Namazıyla ilgili bazı Fıkhî Meselelere temâsla konu tamamlanacaktır.:

1-) Zuhr-i Ahîr Namazı.:
Esâsen Cum’a Namazının farzından sonra kılınan sünnet namazın kaç rek‘at olduğu konusunda farklı rivâyetler ve buna bağlı olarak farklı görüşler bulunmaktadır.
Ebû Hanîfe'ye göre Cum’anın farzından sonra tek selâmla dört, Şâfiî'ye göre iki selâmla dört, Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre dört artı iki (toplam altı) rek‘at nâfile kılınır. Bazı âlimler, Cum’anın farzından sonra kılınacak sünnetin eğer câmide kılınacaksa dört, câmi dışında bir yerde kılınacak ise iki rek‘at kılınmasının uygun olacağını söylemişlerdir.

Zuhr-i Ahîr namazı, son Öğle Namazı demektir. Cum’a Namazı, Öğle Namazının vaktinde kılınıp, onun yerini tuttuğuna göre, ayrıca bir “son Öğle Namazı” kılmanın anlamı nedir?

Esâsen Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'den ve ilk dönemlerden gelen rivâyetler arasında Zuhr-i Ahîr diye bir namaz yoktur. Bu namaz, Cum’anın sıhhat şartlarının, özellikle Cum’a Namazının bir bölgede bir tek câmide kılınması şartının şehirlerin nüfusunun artması sebebiyle gerçekleşmemesi, dolayısıyla bir şehirde birkaç yerde namaz kılma mecburiyetinin ortaya çıkmasıyla birlikte gündeme gelmiş bir namazdır.
Bunun anlamı şudur.:
Cum’anın her yerleşim biriminde tek bir câmide kılınması namazın sahih olması için şart görüldüğü takdirde, bir şehirde sâdece bir câmide Cum’a Namazı kılmanın da artık imkânsız hale geldiği göz önünde bulundurulursa, bir şehirde birkaç câmide kılınan namazlardan sâdece birinin sahih, ötekilerin bâtıl olması kaçınılmaz olur. Cum’a Namazı bâtıl olan kişilerin de Öğle Namazını kılmaları gerekir. Hangisinin sahih, hangilerinin bâtıl olduğu bilinmediğine göre, hepsinin ihtiyaten yeniden Öğle Namazı kılması en uygun çözümdür. İşte bu son Öğle Namazı, böyle bir ihtiyatın hatta kaygının ürünü olup o günün Öğle Namazını kurtarma düşüncesiyle kılınmaktadır. Fakat, bu tedbirin kaynağı olan kaygı ve var sayıma mahal yoktur. Çünkü Cum’a Namazının bir câmide kılınması, Cum’anın anlamına uygun olmakla birlikte, nüfusu milyonlara ulaşan büyük şehirlerin ortaya çıktığı günümüzde bu şartın yerine getirilmesi mümkün değildir. Fâkihlerin böyle bir şart ileri sürmüş olmasını kendi dönemlerindeki şartlarla irtibatlandırmak gerekir. Dolayısıyla İmam Muhammed'in görüşüne uyularak, izdiham olsun olmasın bir şehirde birden fazla câmide Cum’a Namazı kılınabileceğinin tercih edilmesi kaçınılmazdır. Nitekim sonraki Hanefî fıkıhçılar da bu ictihadı fetvâya esas almışlardır. Böyle olunca, her bir câmide kılınan Cum’a Namazının ayrı ayrı sahih olması, bu yönden aralarında bir fark gözetilmemesi esas olup Cum’a Namazı kılanların ayrıca son Öğle Namazı (Zuhr-i Ahîr) kılmaları gerekmez. Son Öğle Namazının niyetinde ve gerekçesinde “Cum’anın sahih olmadığı” kaygısı vardır. Halbuki yukarıda sayılan şartlar yerine getirilerek kılınan Cum’a Namazı sahih bir namaz sayılacağından, bunu telâfi maksadıyla ikinci bir namazın kılınması gereksiz olduğu gibi böyle bir telâfi niyeti de doğru değildir..

2-) Cum’a Vakti ve Cum’a Namazıyla İLgiLi Bazı MeseLeLer.:
Hanefî Mezhebine göre Cum’a Namazına imam selâm vermeden önce yetişen kimse Cum’a Namazına yetişmiş olur. Bu kişi imamın selâm vermesinden sonra namazını kendisi tamamlar. Muhammed, Mâlik ve Şâfiî'ye göre ise, Cum’aya yetişmiş sayılabilmek için en az bir rek‘atı imamla birlikte kılmak gerekir. Buna göre, imam ikinci rek‘atın rükû’undan doğrulduktan sonra yetişip uyan kimse, namazını Öğle Namazı olarak dörde tamamlar. Cum’a Namazını kılmakla yükümlü olmayan yolcunun ve mâzeret sahibi kimselerin, Cum’a Günü Cum’a Namazı kılınan bir yerde Öğle Namazını cemâatle kılmaları mekruhtur. Cum’a Namazını kaçıran kimseler de Öğle Namazını ezânsız, kâmetsiz ve cemâatsiz kılarlar. Cum’a ile mükellef olanların, Cum’a kılınan bir beldede Cum’a kılmayıp, Cum’adan önce veyâ Cum’a Namazı esnâsında Öğle Namazını kılmaları haramdır. Cum’a Günü öğle (zeval) vaktinden önce yolculuğa çıkmakta bir sakınca yoktur. Zevalden/ilk ezândan sonra Cum’a Namazını kılmadan yolculuğa çıkmak tahrîmen mekruhtur. Otobüs, tren veyâ uçağın hareket saati tam da bu saate denk geliyorsa, kişinin kendi ihtiyarını aşan bir durum olduğu için bu kerâhet kalkar. Bununla birlikte diğer Mezheblerin, Cum’a Namazının kaçırılması endişesine binaen Cum’a Günü fecirden sonra yolculuk yapmaya sıcak bakmadıklarını göz önüne alarak mümkün oldukça, Cum’a Günü yapılacak yolculuğu Cum’a Namazına göre ayarlamak daha uygun olur. Cum’a Günü Cum’a ezânını işiten kimselerin çarşı ve pazardaki alışverişlerini bırakıp Cum’a Namazına koşmaları gerekir. Cum’a Namazı ile yükümlü kişilerin Cum’a Günü zeval vaktinden sonra hatibin minberde olduğu sırada alışveriş yapmaları Hanefîler'e göre tahrîmen mekruh olmakla birlikte yapılan alışveriş geçerlidir. Diğer mezheblere göre bu vakitte alışveriş yapmak haramdır ve bu esnâda yapılan akdin geçerli olmayacağı kanaati hâkimdir.


XI. =>VİTİR NAMAZI.:

Vitir (vitr) Arapça'da çiftin karşıtı olan “tek” anlamındadır. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, günün kılınan son namazının tek/vitr olmasını tavsiye ve teşvik etmiş (Müslim, “Salâtü'l-müsâfirîn”, 53) ve kılınma vaktine ilişkin olarak da Sabah Namazının sünnetinden biraz önceki vakti, yâni Sabah Namazı vaktinin girmesine yakın bir vakti önermiş (Tirmizî, “Vitr”, 12; Ebû Dâvûd, “Vitr”, 8 ), bununla birlikte gece uyanamayacağından endişe edenlerin yatmadan önce kılabileceklerini belirtmiştir (Müslim, “Salâtü'l-müsâfirîn”, 21).

Ebû Hanîfe Vitir Namazının vâcib olduğunu söylerken, Ebû Yûsuf ve Muhammed ile diğer üç mezheb imamı bunun Müekked Sünnet olduğunu söylemişlerdir. Vitir Namazının vakti, Yatsı Namazının sonrasından fecrin doğmasına kadardır. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre, fecirden sonra kılınmaz. Mâlik, Şâfiî ve Ahmed'e göre ise, Sabah Namazını kılmadığı müddetçe, fecirden sonra da Vitir Namazı kılınabilir.

Vitir Namazı Hanefîler'e göre Akşam Namazı gibi bir selâmla kılınan üç rek‘attan ibâret olup Akşam Namazından farkı, bunun her rek‘atında Fâtiha ve ardından bir sûre ve son rek‘atta rükû’dan önce tekbir alınarak Kunut DUÂsı okunmasıdır. Bu tekbiri almak ve Kunut DUÂsını okumak Ebû Hanîfe'ye göre vâcibdir ve hangisi terkedilse Sehiv Secdesi gerekir. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre Kunut DUÂsı okumak sünnettir.

Mâlik, üç rek‘at Vitir Namazı kılmayı müstehab görmüştür. Bu üç rek‘atın arası selâmla ayrılmalıdır, yâni her birinde selâm verilmelidir. Mâlikîler'e göre vitir bir rek‘at olarak da kılınabilir.

Vitir Namazı binek üzerinde kılınabilir, binek nereye yönelirse yönelsin, sakınca yoktur. Çünkü Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bunu binek üzerinde kılmıştır. Bu husus, Vitir Namazının farz olmadığına da gerekçe yapılmaktadır.
Şöyle ki; Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem hiçbir Farz Namazı binek üzerinde kılmadığı halde, vitiri binek üzerinde kılmıştır. Öyleyse Vitir Namazı farz değildir.

Hanefîler'e göre Kunut DUÂsı sâdece Vitir Namazında okunur. Şâfiî ve Mâlik'e göre, her zaman Sabah Namazının farzında rükû’dan sonra ayakta Kunut DUÂsı okunabilir. Bu Kunut DUÂsı, Mâlikîler'e göre müstehab, Şâfiîler'e göre sünnettir. Sabah Namazında Kunut DUÂsını okuyan bir Şâfiî veyâ Mâlikî imama uyan Hanefî, susup bekleyebileceği gibi içinden Kunut DUÂsını da okuyabilir.

Vitir Namazı, müstakil bir namaz olduğu için Yatsı Namazıyla birlikte kazâya kaldığı vakit kazâ edilmesi gerekir..


KUNUT DUÂLARI.:

ARAPÇASI.:
Resim
TÜRKÇESİ.:
ALLAHümme innâ nesteînüke,
ve nestağfirüke ve nestehdîke.
Ve nü'minü bike ve netûbü ileyke.
Ve netevekkelü aleyke,
ve nüsnî aleykel-hayra küllehû neşkürüke,
ve lâ nekfürük ve nahleu ve netrükü men yefcürük.:


MÂNÂSI.:
ALLAHım! SEN'den yardım isteriz, günahlarımızı bağışlamanı isteriz, razı olduğun şeylere hidâyet etmeni isteriz.
SANA inanırız, SANA tövbe ederiz. SANA güveniriz.
Bize verdiğin bütün ni’metleri bilerek, SEN'i hayır ile överiz.
SANA şükrederiz. Hiçbir ni’metini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz.
Ni’metlerini inkâr eden ve SANA karşı geleni bırakırız!.


ARAPÇASI.:
Resim

TÜRKÇESİ.:
Allahümme iyyâke na'büdü,
ve leke nüsallî ve nescüdü,
ve ileyke nes'â ve nahfidü,
nercû rahmeteke,
ve nahşâ azâbekei
inne azâbeke bilküffâri mülhık.


MÂNÂSI.:
ALLAH'ım ! Biz yalnız SANA kulluk ederiz.
Namazı yalnız SEN'in için kılarız, ancak SANA secde ederiz.
Yalnız SANA koşar ve SANA yaklaştıracak şeyleri kazanmaya
çalışırız. Rahmetinin devamını ve çoğalmasını dileriz.
Azâbından korkarız, şüphesiz SEN'in azâbın kâfirlere ve inançsızlara ulaşır!.



Kunut DUÂlarını okuyamayan kimse “RABBenâ âtinâ” DUÂsını okur veyâ üç kere “ALLAHümmağfir lî” veyâ üç kere “Yâ RABB'i!.” der.:

Resim

Vitir Namazı tek kılınır. Cemâatle kılınması sâdece ramazan ayına mahsustur. Diğer günlerde Vitir Namazını, Yatsı Namazını kılıp uyuduktan sonra gecenin sonuna doğru kılmak daha faziletli olmakla birlikte Ramazanda cemâatle kılmak gecenin sonuna bırakmaktan evlâdır..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

XII. =>BAYRAM NAMAZI.:

Bayram Namazı, biri Ramazan Bayramında diğeri Kurban Bayramında olmak üzere yılda iki defa kılınan iki rek‘atlık bir namazdır. Bayram Namazı Hanefî Mezhebinde, Cum’a Namazının vücûb şartlarını taşıyan kimselere vâcibdir. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre Müekked Sünnet, Hanbelîler'e göre ise Farz-ı Kifâyedir.

Bayram Namazının sıhhat şartları, Hanefîler'e göre, hutbe hariç, Cum’a Namazının sıhhat şartları ile aynıdır. Sâdece hutbenin hükmü bakımından aralarında fark vardır. Yâni Cum’a Namazında hutbe sıhhat şartı olduğu halde, Bayram Namazında sünnettir. Yine hutbe Cum’a Namazında namazdan önce, Bayram Namazında ise namazdan sonra okunur.

Şâfiîler'e göre kadınlar da Bayram Namazı ile yükümlüdürler. Şu var ki bu namazın cemâatle kılınması şart olmayıp, münferiden de kılınabilir, fakat câmide cemâatle kılınması daha faziletlidir.

Bayram Namazının diğer namazlardan kılınış bakımından farkı, bunun her rek‘atında üçer fazla tekbir olmasıdır. Bu fazla tekbirlere “Zâit Tekbirler” denir. Bu ilâve tekbirler vâcib olup birinci rek‘atta kıraatten önce, ikinci rek‘atta kıraatten sonra alınır. Tekbirle birlikte eller kaldırılır ve yanlara bırakılır (ref‘ ve irsâl). İlk rek‘atta İftitah Tekbirinden sonra eller bağlanır (itimâd) ve “Subhâneke” okunur. Bundan sonra imamla birlikte Zâit Tekbirlere geçilir. İmamın tekbiri diğer tekbirlerde olduğu gibi sesli, cemâatin tekbirleri ise alçak sesle olur. “ALLAHu Ekber!.” denilerek eller kaldırılır ve yanlara salınır, üç kere “Subhânellah” diyecek kadar beklendikten sonra yeniden tekbir alınır; aynı şekilde eller kaldırılır, yanlara bırakılır ve biraz beklendikten sonra bu rek‘attaki Zâit Tekbirlerin sonuncusu olan üçüncü tekbir alınır ve bu defa eller bağlanır. Cemâat susar, imam gizlice eûzü ve besmele çektikten sonra açıktan okumaya başlar. Fâtiha'dan sonra bir sûre daha okur, rükû’ ve secdeden sonra ikinci rek‘ate kalkılır. İkinci rek‘atta imam, Fâtiha ve arkasından bir sûre okuduktan sonra üç defa tekbir alınır ve eller yanlara salıverilir. Dördüncü tekbir rükû’a geçiş tekbiri olup bu tekbirle rükû’ya gidilir ve namaz tamamlanır.

Diğer mezheblerde tekbir sayısı ile ilgili farklı uygulamalar da vardır.
Namazdan sonra imam minbere çıkar ve hiç oturmaksızın hutbe okur. Cum’a Hutbesindeki hamdü senâya bedel olarak bu hutbede: “ALLAHu Ekber, ALLAHu Ekber; Lâ İlâhe illellâhü vALLAHu Ekber. ALLAHu Ekber ve lillâhi'l-hamd!.” der, cemâat bu tekbirlerde imama eşlik eder. İmam, Cum’a Hutbesinde olduğu gibi, hutbeyi iki hutbe yapıp arasını k ısa bir oturuşla ayırır.

Bayram Namazına giderken yolda tekbir getirilir. Bu tekbirler Ramazan Bayramında sessiz, Kurban Bayramında ise açıktan yapılır. Câmiye varıldıktan sonra her ikisinde de namaz vaktine kadar hep birlikte tekbir alınır. Câmide vaaz ediliyorsa oturup sessizce dinlenir.
Bayram Namazının vakti, güneşin doğuşu sırasındaki kerâhet vaktinin çıkmasından sonradır. Bir mâzeret sebebiyle bir beldede Bayram Namazı birinci gün kılınamamışsa, Ramazan Bayramı 2. gün, Kurban Bayramı ise 2. gün yine kılınamazsa 3. gün kılınabilir. Ancak Bayram Namazı özürsüz olarak terkedilmişse artık kılınmaz, Kurban Bayramı ise kerâhetle birlikte 2. veyâ 3. gün kılınabilir.

Bayram Namazının ilk rek‘atına Zâit Tekbirlerin alınmasından sonra yetişip imama uyan kimse, İftitah Tekbirini aldıktan sonra Sübhâneke okumaz, hemen Zâit Tekbirleri alır. Eğer imam rükû’da iken yetişmiş ise bu takdirde, ayakta tekbir alıp imama iktidâ eder ve hemen rükû’a gider ve rükû’ tesbihlerinin yerine Zâit Tekbirleri ellerini kaldırmaksızın orada yapar. Yetiştiremezse Zâit Tekbirler ondan düşmüş olur. İmama ikinci rek‘atta yetişmiş olan kimse ise imam selâm verdikten sonra, kılamadığı birinci rek‘atı kazâ etmek için kalktığında Zâit Tekbirleri kıraatten sonraya bırakır.

TEŞRİK TEKBİRLERİ.:

Peygamberimizin, Kurban Bayramının Arefe Günü Sabah Namazından başlayarak bayramın 4. günü İkindi Namazına kadar, İkindi Namazı da dâhil olmak üzere farzlardan sonra teşrik tekbirleri getirdiğine dâir rivâyetler bulunmaktadır. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre Arefe Günü sabahından bayramın 4. günü İkindi Namazına kadar 23 vakit, her farzın selâmından sonra teşrik tekbiri getirmek, kadın erkek ve seferî mukim ayırımı olmaksızın her mükellefe vâcibdir. Hanefî Mezhebinde fetvâya esas olan görüş budur. Teşrik günlerinde kazâya kalan namaz, yine o günlerde kazâ edilirse teşrik tekbirlerini de kazâ etmek gerekir. Bunun dışında teşrik tekbirleri kazâ edilmez.

Ebû Hanîfe'ye göre ise bu tekbirler, Kurban Bayramının Arefe Gününden 1. gün İkindi Namazına kadar sekiz vakit, cemâatle kılınan Farz Namazlardan sonra vâcibdir. Dolayısıyla bu vâciblik cemâate katılması gerekmeyen seferî ve mukim kişiler için söz konusu değildir.

Teşrik tekbirleri, Şâfiî ve Hanbelî Mezhebine göre sünnet, Mâlikî Mezhebine göre ise mendubdur..


XIII. =>NÂFİLE NAMAZLAR.:

Nâfile, Farz ve Vâcib olan ibâdet yerine getirildikten sonra, onlar dışında daha fazla sevâb elde etme amacıyla yapılan ilâve ibâdeti ifâde eder. Bunun ötesinde aşağıda görüleceği gibi nâfile kapsamında yer alan sünnet namazları mümkün oldukça kılmak, kılmaya çalışmak, Peygamberimiz aleyhisselâm'e olan muhabbeti ve bağlılığı pekiştirme bakımından son derece yerinde bir tutum olur..

A-) REVÂTİB SÜNNETLER.:

Bir vakti bulunan Nâfile Namazlara Revâtib Sünnetler denir. Bunlar belli bir düzen ve tertib içinde, beş vakit Farz Namazlarla birlikte kılındığı için bu şekilde adlandırılmıştır. Bunların bazıları Müekked, bazıları Gayr-i Müekked Sünnettir. Hanefî literatüründe, sünnet-i müekkede olan Nâfile Namazlar kısaca “sünnet” diye, gayr-i müekked olanlar ise “müstehab” veyâ “mendub” diye adlandırılmıştır. Ramazan Ayında Yatsı Namazından sonra kılınan Terâvih Namazı da, sünnet-i müekkede türündendir ve Ramazan Ayına mahsus olmak üzere terâvihten sonra düzenli olarak kılındığı için aynı zamanda revâtib kapsamında yer alır..

Revâtib.: Farz namazından önce kılınan müekked sünnetler..
Müekked.: Te'kidli, kuvvetli, sağlamlaştırılmış, kuvvetlendirilmiş..
Müstehab.: Sevilmiş şey. Yapılması sevaplı olan. * Fık: Peygamber aleyhisselâm Efendimizin bazen yapıp bazen terkeylediği şeydir..
Mendub.: Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab..


a-) Vakit NamazLarıyla Birlikte DüzenLi OLarak KıLınan SünnetLer.:
(Farzlara Tâbi Olan Nâfile Namazlar)


Farzlara tâbi Nâfile Namazlar.:
Sabah Namazının farzından önce =>iki;
Öğle Namazının farzından önce =>dört,
Öğle Namazının farzından farzından sonra =>iki;
İkindi Namazının farzından önce =>dört;
Akşamın farzından sonra =>iki;
Yatsının Farzından önce =>dört,
Yatsının Farzından sonra =>iki olmak üzere toplam 20 rek‘attır.
Cum’a Namazının farzından önce ve sonra kılınan =>dörder rek‘atlık Nâfile Namazlar da farzlara tâbi nâfile kapsamında yer alır. Bunların bir kısmı müekked, bir kısmı gayr-i müekkeddir..

aa-) Müekked SünnetLer.:

Sabah, öğle, akşam ve Cum’a Namazının Sünnetleri ile Yatsının son sünneti Müekked Sünnettir. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bunları daima kılmış, ender olarak terketmiştir. Mümkün oldukça bunlara riâyet etmelidir.
Şâfiî Mezhebine göre Müekked Sünnetler, Sabahın Farzından önce iki, Öğlenin Farzından önce ve sonra ikişer, Akşamın Farzından sonra iki ve Yatsının Yarzından sonra iki olmak üzere toplam 10 rek‘attır. Cum’a Namazının farzından önce ve sonra kılınan ikişer rek‘at sünnet de Müekked Sünnettir.

bb-) Gayr-i Müekked SünnetLer.:

İkindi Namazının Sünneti ile Yatsı Namazının ilk sünneti gayr-i müekkeddir. Peygamberimiz aleyhisselâm, bunları bazan kılmış bazan terketmiştir. Bunları da kılmaya çalışmalı, kılmamayı alışkanlık haline getirmemelidir..

Şâfiî Mezhebine göre, öğlenin sünnetlerini dörder rek‘at kılmak, ikindinin farzından önce dört rek‘at, akşamın farzından önce iki rek‘at namaz kılmak gayr-i Müekked Sünnet sayılmıştır. Cum’a Namazının sünnetlerini dörder rek‘at olarak kılmak da böyledir. Hanefîler'den farklı olarak Şâfiîler'de, yatsının farzından önce dört rek‘at sünnet yoktur, buna mukabil yine Hanefîler'in tersine olarak Akşam Namazından önce iki rek‘at sünnet vardır..

Nâfile Namazların en kuvvetlisi Sabah Namazının Sünnetidir. Bu yüzden bütün Nâfile Namazlar oturarak kılınabildiği halde, Sabah Namazının sünnetini mâzeret olmaksızın oturarak kılmak câiz görülmemiştir. Aynı şekilde, cemâat imamla birlikte namaza başladıktan sonra mescide gelen kişinin Nâfile Namaz kılması câiz değilken, Sabah Namazı bundan istisnâ edilmiştir. Buna göre, Sabah Namazının farzı kılınırken, imamın selâm vermesinden önce farza yetişebileceğini kestiren kişi önce Sabah Namazının sünnetini, gerekirse en kısa şekilde kılar, sonra imama uyar. Sabah Namazının sünnetinin ilk rek‘atında Fâtiha'dan sonra Kâfirûn, ikincisinde İhlâs Sûresini okumak sünnettir..

Sabah Namazının Sünnetinden sonra en kuvvetli sünnet, bazı âlimlere göre Akşamın Sünnetidir ve bundan sonra Öğle Namazının ilk sünneti gelir. Kimi âlimler ise Sabah Namazının sünnetinden sonra en kuvvetli sünnetin Öğle Namazının ilk sünneti olduğunu, geri kalanların aynı kuvvette bulunduğunu söylemişlerdir.ç

İlgili olduğu Farz Namazın vaktinde kılınamayan sünnetler, daha sonra kazâ edilmezler. Fakat Sabah Namazının kazâya kalması durumunda, henüz başka bir vakit namazının vakti girmediği için, farzıyla birlikte sünneti de kuşluk vaktinde kazâ edilebilir. O gün Öğle Namazından önce kuşluk vaktinde kılınamamışsa Sabah Namazının sünneti artık kazâ edilmez.

Başlanmış Nâfile Namazın tamamlanması gerekir. Başlanmış Nâfile Namaz herhangi bir nedenle bozulacak olursa kazâ edilmesi Hanefîler'e göre vâcib, Mâlikîler'e göre farzdır. Şâfiîler'e göre ise bozulan Nâfile Namazın kazâ edilmesi gerekmez.

Mekruh Vakitler dışında olmak üzere gece-gündüz istenilen vakitte Nâfile Namaz kılınabilir. Nâfile Namazların evde kılınması daha faziletlidir..

Nâfile Namazların bütün rek‘atlarında kıraat farzdır. Şâfiîler'e göre Nâfile Namazlarda iki rek‘atta bir selâm vermek sünnet iken, Hanefîler'e göre iki veyâ dört rek‘atta bir selâm verilebilir. Gündüz kılınan nâfilelerde dört, gece kılınan nâfilelerde sekiz rek‘attan fazlasını tek selâm ile kılmak mekruhtur..

Diğer dört rek‘atlı nâfilelerden farklı olarak İkindinin Sünneti ile Yatsının ilk sünnetinin birinci oturuşunda Tahiyyât'tan sonra Salli-Bârik ve ayağa kalkınca namaza yeni başlıyormuş gibi Sübhâneke okunur..

Nâfile Namazlarda mutlak niyet yeterlidir. Yâni bir belirleme yapmaksızın namaz kılmaya niyet edilebilir. Farz Namazlarla kazâ namazlarında ve vâciblerde hangi namazın kılındığının belirlenmesi ve ona niyet edilmesi gerekir..

Nâfile Namazlar, Farz Namazlardan farklı olarak binek üzerinde kılınabileceği gibi binek üzerinde olmaksızın istenirse oturarak da kılınabilir. Fakat ayakta kılmak daha faziletlidir. Hz. Âişe'nin anlattığına göre Peygamberimiz gece namazını hiçbir zaman oturarak kılmamış, fakat yaşı ilerleyince, Nâfile Namazlarda kıraati oturarak yapmış, rükû’a gitmek istediğinde ayağa kalkarak otuz kırk âyet kadar ayakta okuduktan sonra rükû’ yapmıştır. Zâten Nâfile Namazın oturarak kılınabileceği hükmü, kıraatin oldukça uzun tutulma geleneği dikkate alınarak verilmiş bir hükümdür. Yoksa normal şartlarda, Fâtiha'dan sonra Kevser ve İhlâs Sûresinin okunacağı iki rek‘at Nâfile Namazın oturarak kılınması tabiî ki uygun değildir. Nâfile Namazlarda uzun kıraat esprisi, Terâvih Namazında da söz konusudur. Nitekim rivâyetlere göre Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in sekiz rek‘at olarak kıldırdığı Terâvih Namazı, bazan gecenin ilk üçte birlik kısmını, bazan yarısını kaplamış ve bir keresinde bu sekiz rek‘atlık namaz Sahur Vaktine kadar sürmüştür. Bu bakımdan Terâvih Namazında sünnet olan sekiz rek‘at kılmaktır derken, bu sekiz rek‘atın ne kadar sürdüğünün de dikkate alınması uygun olur.

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in farzların evvelinde ve sonrasında, kaçar rek‘at nâfile kıldığı net olarak tesbit edilememiştir. Bununla birlikte bazı farzların öncesinde, bazılarının sonrasında, bazılarının ise hem öncesinde ve hem sonrasında düzenli olarak nâfile kıldığı bilinmektedir. Bu noktayı her zaman göz önünde tutmalı, Nâfile Namazların rek‘at sayısındaki ihtilâfları bir tarafa bırakarak, vaktin müsaadesine göre bu Revâtib Sünnetleri kılmaya çalışmalıdır. Önemli olan farzlara bağlı Nâfile Namazlarının kılınması olup rek‘at sayıları ikinci planda gelir. Meselâ Peygamberimiz aleyhisselâm, öğle ve Yatsı Namazlarının ikişer rek‘at olan son sünnetlerini bazan dört, Akşam Namazının sünnetini de altı rek‘at olarak kılmıştır. Bu sebeble Hanefî Mezhebine göre, öğle ve yatsının son sünnetlerine iki rek‘at daha ilâve edilerek dörder rek‘at kılmak ve Akşam Namazının sünnetini altı rek‘at olarak (evvâbîn) kılmak mendub sayılmıştır..

Nâfile Namazların kılınışına ilişkin olarak Peygamberimiz aleyhisselâm'den nakledilen bilgiler, bu namazlarda uzun sûrelerin okunması, kıyam şartının aranmaması ve binek üzerinde kılınabilmesi gibi noktalarda toplanmaktadır. Bu hükümler toplu olarak değerlendirildiğinde, Nâfile Namazın anlamı da daha belirgin hale gelmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, uzun okuma, okuduğu üzerinde düşünme, tefekkür ve tezekkür etme işi özellikle Nâfile Namazlarda yapılmaktadır. Belki de bu uzun okuma, tezekkür ve tefekkür etme sebebiyle, oturarak kılınabileceği söylenmiştir. Hal böyle olunca Nâfile Namazlar, yeterli vakti ve imkânı bulunan insanlar için âdeta özel bir ibâdet ve münâcât halidir. Bu namazlarda kişinin dilediği dilde dilediği duâları yapabilmesini, okuduğu Kur’ÂN Âyetleri üzerinde uzun uzun düşünmesini câiz gören ve tavsiye eden âlimler de bu noktadan hareket etmişlerdir.

b-) Terâvih Namazı.:

Terâvih, Arapça “tervîha” kelimesinin çoğulu olup “rahatlatmak, dinlendirmek” gibi anlamlara gelir. Ramazan Ayına mahsus olmak üzere Yatsı Namazından sonra kılınan sünnet namazın her dört rek‘atının sonundaki oturuş, tervîha olarak adlandırılmış, sonradan bu kelimenin çoğulu olan “terâvih” kelimesi ramazan gecelerinde kılınan Nâfile Namazın adı olmuştur.

Terâvih, Fünnet-i Müekkededir. Kadın ve erkek için orucun değil Ramazan Ayının sünnetidir. Teheccüd namazı 12 rek‘atı geçmediği halde, Terâvih Namazı yirmi rek‘attır. Yatsı Namazı kılındıktan sonra ve vitirden önce kılınır. Terâvihin cemâatle kılınması kifâî sünnettir. Terâvih on selâm ile kılınır ve beş tervîha (dinlenme) yapılır. Yâni her iki rek‘atta bir selâm verilip, her dört rek‘atta bir istirahat edilir. Beşinci tervîhadan sonra yine cemâatle Vitir Namazı kılınır.

Peygamberimiz ramazan gecelerini ihyâya daha fazla önem vermiş olmakla birlikte, rivâyetlerden anlaşıldığına göre bu, o gecelerde Peygamberimiz’in daha çok sayıda Nâfile Namaz kıldığı anlamına değil, gecenin her zamankine göre daha büyük bir bölümünü ibâdetle geçirdiği anlamına gelmektedir.

Terâvih Namazının 20 rek‘at olduğu çoğunluk tarafından kabul edilmekle ve müslümanlar arasında yerleşik teamül de bu yönde olmakla birlikte, zaman zaman bunun 20 rek‘at kılınmasının sünnete aykırı olduğu, 8 rek‘at kılınmasının daha doğru olacağı iddiaları gündeme gelmektedir. Bu sebeble terâvihin rek‘at sayısını tesbit amacıyla terâvih uygulamasının tarihçesine bir göz atmak istiyoruz..

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Terâvih Namazını birkaç gece dışında sürekli olarak tek başına kılmış ve arkadaşlarını.: “Kim Ramazan Namazını (terâvih) inanarak ve sevâbını Allah'tan bekleyerek kılarsa onun geçmiş günahları bağışlanır.” diyerek bu namaza teşvik etmiştir (Buhârî, “Salâtü’t-terâvîh”, 1; Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 174).

Bu husustaki rivâyetlerden birisi şöyledir.: Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ramazanda Mescid-i Nebevî'de itikâf için hasırdan bir hücre edinmişti. Ramazanın son on gününde birkaç gece (Âişe'nin rivâyetine göre iki veyâ üç gece) buradan çıkıp cemâatle hem Yatsı Namazını hem de Terâvih Namazını kılmıştı. İnsanların yoğun ilgisini görünce bir gece Yatsı Namazını kıldırıp hücresine çekilmiş ve terâvihi kıldırmak için çıkmamıştı. İnsanlar Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in çıkacağını umdukları için beklemişler, hatta uyuduysa uyansın diye öksürmeye başlamışlardı. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem (Sabah Namazı vaktinde) dışarı çıkıp, orada bekleyenlere şöyle demiştir.: “Sizin terâvih kılmak hususundaki arzunuzun farkındayım, bu namazı size kıldırmam için bir engel de yoktur, fakat terâvihin size farz kılınmasından endişe ettiğim için çıkıp kıldırmadım. Şâyet farz kılınacak olsa bunu hakkıyla yerine getiremezsiniz. Haydi evlerinize gidiniz. Farz Namazlar dışında, kişinin kıldığı en faziletli namaz evinde kıldığı namazdır.” (Buhârî, “Salâtü’t-terâvîh”, 2; Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 178).

Ebû Zerr'in bir rivâyeti ise şöyledir.: “Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ramazanın bitmesine bir hafta kalıncaya kadar bize farz dışında hiçbir namaz kıldırmadı. Ramazanın 23. gecesinde gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar bize namaz kıldırdı. Ramazanın bitmesine altı gece kalınca bize namaz kıldırmadı. Beş gece kalınca, gecenin yarısı geçene kadar bize namaz kıldırdı. Ben.: “Yâ Resûlullah, gecenin kalan yarısında da bize namaz kıldırsaydınız.” deyince, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem cevâben.: “İmam namazı bitirinceye kadar onunla namaz kılmak
bütün geceyi ihyâ etmeye eşdeğerdir.”
buyurdu. Ramazanın bitmesine dört gece kala, gecenin üçte birine kadar beklediğimiz halde, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bize namaz kıldırmadı. Ramazandan üç gece kalınca Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ehlini, kadınlarını ve arkadaşlarını topladı, bize bütün gece namaz kıldırdı. Namaz o kadar uzadı ki biz sahuru geçireceğiz sandık. Ramazanın geri kalan gecelerinde Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bize namaz kıldırmadı.”
(Ebû Dâvûd, “Salât”, 318).

Kuvvetli rivâyetler, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in ramazanın son birkaç günü mescidde Terâvih Namazı kıldırdığını göstermektedir. Bu rivâyetlerde, terâvihin kaç rek‘at olduğu belli değildir. Yine Terâvih Namazına ilişkin bu rivâyetlerin sunuluş şekli ve içeriğine bakılarak Terâvih Namazının, sâdece Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in son Ramazan Ayında söz konusu olduğu gibi bir izlenim de edinilmektedir. Çünkü terâvih uygulaması, birkaç ramazan devam etmiş olsaydı, hiç değilse sayısı konusunda bir netlik elde edilmiş olurdu.

Buhârî'deki ifâdeye göre.: “Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in gece namazı” hususunda sorulan bir soruya cevâben Âişe şöyle demiştir.:
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ramazan geceleri de dâhil hiçbir gece on bir rek‘attan fazla Nâfile Namaz kılmamıştır. Öyle bir dört rek‘at namaz kılardı ki, o dört rek‘atın ne kadar uzun ve ne denli güzel olduğunu hiç sorma! Ardından aynı şekilde bir dört rek‘at daha kılardı. Daha sonra üç rek‘at daha kılardı. Ben bir keresinde.: “Yâ Resûlullah! Vitir kılmadan mı uyuyacaksın?.” diyecek oldum, bana dedi ki.: “Ey Âişe, benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz!.” (Buhârî, “Salâtü't-terâvîh”, 1).

Bu rivâyete göre Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in geceleyin kıldığı Nâfile Namaz üç rek‘atlık vitir hariç tutulacak olursa toplam sekiz rek‘at olmaktadır. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in, arkadaşları ile sekiz rek‘at terâvih, sonra da vitir kıldığına dâir olan rivâyetler de dikkate alınacak olursa, Terâvih Namazını sekiz rek‘at kıldığı ortaya çıkmaktadır. Öte yandan Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in Terâvih Namazını 20 rek‘at kıldırdığına dâir bir rivâyet de bulunmaktadır. Hadis bilginleri bu rivâyetin, öteki meşhur rivâyetlere aykırı olduğu ve senedinde cerhedilmiş bir kişi bulunduğu için zayıf olduğunu söylemişlerdir..

Terâvih Namazı konusunda sahâbe uygulamasına gelince; Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in vefâtından sonra Ebû Bekir ve kısmen de Ömer Döneminde Terâvih Namazı münferiden, yâni cemâat olmaksızın kılınmaktaydı. Bir ramazan gecesi Ömer mescide çıktığında, halkın dağınık bir şekilde Terâvih Namazı kıldığını görmüş ve dağınık bir şekilde kılmak yerine insanları bir imamın arkasında toplayıp Terâvih Namazının cemâatle daha derli toplu ve düzenli bir şekilde kılınmasının uygun olacağını düşünmüş ve ertesi gün Übey b. Kâ‘b'ı, Terâvih İmamı tâyin etmiştir. Ömer insanların bu şekilde derli toplu ve düzenli olarak Terâvih Namazı kılmalarını da.: “Bu ne de güzel bir yeniliktir!” diye nitelemiştir. Yenilik diye tercüme ettiğimiz “bid‘at” kelimesi, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem zamanında olmayıp, ondan sonra ortaya çıkan anlayış ve uygulamalar için kullanılmaktadır. Terâvih Namazı, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem tarafından birkaç kez cemâatle kılındığına göre, Hz. Ömer'in.: “Bu ne güzel bir yeniliktir” sözü, Terâvih Namazı kılmanın bir yenilik olduğunu göstermez. O halde Hz. Ömer bu sözle ya terâvihin düzenli olarak cemâatle kılınmasını, ya Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in kıldığı sayıya ziyâde yapılmış olmasını, yâni sekizden yirmiye çıkarılmış olmasını, ya da her ikisini birlikte kasdetmiş olacaktır.

Öte yandan, sahâbe zamanında Terâvih Namazının yirmi rek‘at kılındığı konusunda icmâ’ bulunduğu ileri sürülmektedir. Mâlik, Muvatta adlı eserinde Hz. Ömer'in, Übey b. Kâ‘b ile Temîm ed-Dârî'yi ramazanda cemâate 11 rek‘at namaz kıldırmak üzere Terâvih İmamı tâyin ettiğini, imamın her rek‘atta yaklaşık 100 âyet okuduğunu, kıyamın uzaması sebebiyle bir kısım cemâatin bastona dayanmak ihtiyacını hissettiğini ve fecrin doğmasına yakın bir zamanda evlere dağıldıklarını kaydetmiştir. Kimi bilginler Terâvih Namazının 11 rek‘at kılındığı rivâyetinin yanlış olduğunu ileri sürerken, kimileri 11 rek‘at kılma uygulamasının terâvihin cemâatle kılınmaya başladığı ilk günlere ait olduğu, sonraları Terâvih Namazının 20 olarak yerleştiği yorumunda bulunmuşlardır. Bu yorum, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in 11 rek‘at dışında gece namazı kılmadığı rivâyetiyle uyumludur.

Bu rivâyetlerden anlaşıldığına göre Terâvih Namazı sekiz rek‘at olarak kıldırılıyor, fakat her bir rek‘atta yaklaşık 100 âyet okunduğu için bu namaz oldukça uzun sürüyordu. Maksad belli bir sayıda namaz kılmak değil, geceyi ihyâ etmek olduğu için gitgide, her bir rek‘atta okunan âyet sayısı azaltılmış, buna mukabil terâvihin rek‘at sayısı artırılmıştır. Ömer'in uygulamasıyla bu sayı 20 olarak yerleşmiş, Hz. Osman ve Hz. Ali zamanında ve daha sonraları bu şekilde devam etmiştir. Gerek Sünnî gerek Şiî Fıkıh Mezhebleri içinde Terâvih Namazının 20 rek‘attan az olduğunu söyleyen bir mezheb yoktur.

Bu açıklamalara göre Terâvih Namazının sekiz rek‘atının Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in Sünneti, geri kalan 12 rek‘atının ise, terâvihin 20 rek‘at olduğuna dâir zayıf rivâyet dikkate alınmayacak olursa, sahâbenin sünneti ve İslâm Ümmetinin Ramazan Ayını ihyâ gâyesiyle yaşattığı geleneği olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durumu birbirinden ayırmak için bazı Hanefîler Terâvih Namazının ilk sekiz rek‘atının Râtibe Sünnet, geri kalan 12 rek‘atının ise Müstehab olduğunu söylemişlerdir..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

B-) DİĞER NÂFİLE NAMAZLAR.:

Revâtib Sünnetler dışındaki Nâfile Namazlar ise Sünnet-i Regaib adını alır. Bunlar, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in uygulamalarına dayanılarak belirli zamanlarda veyâ bazı vesîlelerle ya da kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda ALLAH'a yakınlaşmak ve sevâb kazanmak amacıyla kılınan namazlardır. Bunlar gönüllü olarak kendiliğinden kılındığı için “Gönüllü (tatavvu) Namazlar veyâ arzuya bağlı namazlar” olarak da adlandırılır.

Resim
a-) Teheccüd Namazı.:

“Hem uyumak hem uyanmak” anlamına gelen teheccüd sözcüğü, terim olarak “geceleyin uyanıp namaz kılmak ve gece namazı” anlamındadır. Dilimizde teheccüd kelimesi, Farz ve Vâcib Namazlarla terâvihin dışında, geceyi ihyâ için kılınan namazların tümünü ifâde edecek şekilde kullanılmaktadır.

Rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz aleyhisselâm yatsıyı kıldıktan sonra ve vitiri kılmadan uyur, gecenin ortalarından sonra uyanıp bir müddet namaz kıldıktan sonra Vitir Namazını ve daha sonra Sabah Namazının sünnetini kılardı. (Müslim, Salâtü'l-müsâfirîn, 26).
Teheccüd Namazının rek‘at sayısı, bu konuda çeşitli rivâyetler bulunmasından dolayı net olarak belli olmamakla birlikte dört veyâ sekiz rek‘at olarak kılınabileceği gibi iki rek‘at olarak da kılınabilir.

Resim
b-) Kuşluk Namazı/Duhâ Namazı.:

Diğer adı, “Duhâ Namazı”dır. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın kuşluk vaktinde nâfile namaz kıldığına ve arkadaşlarına bu vakitte namaz kılmayı tavsiye ettiğine dâir çok sayıda rivâyet bulunmaktadır. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın kuşluk vaktinde 12 rek‘at namaz kılan kişi için ALLAH'ın cennette bir köşk binâ edeceğini söylediği nakledilmektedir. (Tirmizî, Vitr, 15).
Kuşluk Namazı kılmak müstehab olup, güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden, yâni güneşin doğması üzerinden takriben 45-50 dakika geçmesinden zevâl vaktine kadar olan süre içerisinde iki veyâ dört veyâ sekiz veyâ on iki rek‘at kılınabilirse de, en faziletlisi sekiz rek‘at kılmaktır.

Resim
c-) Evvâbîn Namazı.:

Evvâb “tövbe eden, sığınan” anlamına geldiğine göre Evvâbîn Namazı, tövbe eden ve ALLAH'a sığınanların namazı demektir. Peygamberimiz aleyhisselâm.: “Kim Akşam Namazından sonra kötü bir şey konuşmaksızın altı rek‘at namaz kılarsa, bu kendisi için on senelik ibâdete denk kılınır” demiştir. (Tirmizî, Salât, 202).
Ayrıca kendisinin de Akşam Namazından sonra altı rek‘at namaz kıldığı rivâyet edilmektedir (Şevkânî, Neylü'l-evtâr, III, 64). Bununla birlikte
Peygamberimiz aleyhisselâm’ın Evvâbîn Namazının kuşluk vakti kılınacağını ifâde ettiği de hadis kitablarında yer almaktadır (Müslim, Salâtü'l-müsâfirîn, 19).
Altı rek‘atlık bir namaz olan Evvâbîn Namazı, tek selâmla kılınabileceği gibi üç selâmla da kılınabilir..

Resim
d-) Tahiyyetü'l-Mescid.:

Tahiyyetü'l-Mescid, mescidin selâmlanması, saygı gösterilmesi demek ise de esasında mescidlerin sâhibi olan ALLAH'a saygı ve tâzim anlamını
içermektedir. Bu bakımdan Peygamberimiz aleyhisselâm.: “Biriniz mescide girdiğinde, oturmadan önce iki rek‘at namaz kılsın!” buyurmuştur.
(Müslim, Salâtü'lmüsâfirîn, 11).

Şâfiî Mezhebine göre mescide ne zaman girilirse girilsin bu namazın kılınması müstehabdır. Hanefîler'e ve Mâlikîler'e göre ise kerâhet vakitlerinde mescide giren kimsenin bu namazı kılması mekruhtur. Kişi bunun yerine tesbih ve tehlîlde bulunarak ve salâvât getirerek mescidi selâmlamış olur. Normal vakitlerde mescide girdiği halde Tahiyyetü'l-Mescid kılamayan kimsenin, bunun yerine dört defâ.: “Sübhânellahi ve'l-hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber.” demesi mendubdur.

Cum’a Vakti hatibhutbedeyken mescide giren kimse Hanefî ve Mâlikîler'e göre Tahiyyetü'l-Mescid kılamaz. Şâfiîler'e ve Hanbelîler’e göre ise uzatmamak ve iki rek‘atı geçmemek şartıyla bu durumda Tahiyyetü'l-Mescid kılınır.
Mescide günde birden fazla girilmesi halinde bir kere Tahiyyetü'l-Mescid kılmak yeterlidir. Mescide girildikten sonra Tahiyyetü'l-Mescid kılmadan
oturulursa, Hanefî ve Mâlikîler'e göre bu namaz, yine de kılınabilir; ancak oturmadan önce kılmak daha faziletlidir. Şâfiîler'e göre ise eğer kişi kasden
oturmuşsa bu namaz sâkıt olur.
Bir mescide, herhangi bir namazı kılmak için veyâ farz kılmak ve imama uymak niyetiyle girmek ve oturmadan o namaza başlamak da Tahiyyetü'l-Mescid yerine geçer..

Resim
e-) Abdest ve Gusülden Sonra Namaz.:

Peygamberimiz aleyhisselâm.: “Her kim şu benim aldığım gibi abdest alır ve aklından bir şey geçirmeyerek iki rek‘at namaz kılarsa geçmiş günahları affolunur” buyurmuştur.
(Buhârî, Vudû, 14; Müslim, Tahâret, 5, 6, 17).

Bu sebeble, abdest alındıktan sonra veyâ gusül yapıldıktan sonra iki rek‘at namaz kılmak güzel karşılanmıştır. Bu namaz, Hanefîler'e göre mendub (müstehab), Şâfiîler'e göre sünnettir. Bununla birlikte abdest aldıktan hemen başka bir Sünnet veyâ Farz Namaz kılınacaksa, kılınan namaz aynı zamanda abdest namazı yerine de geçer.
İhrama girmek için iki rek‘at namaz kılmak da müstehab görülmüştür..

Resim
f-) Yolculuğa Çıkış ve Yolculuktan Dönüş Namazı.:

Peygamberimiz aleyhisselâm’ın yolculuğa çıkarken ve yolculuktan döndükten sonra iki rek‘at namaz kıldığı rivâyet edilmektedir. (bk. Müslim, Müsâkat, 21).
Bu namaz, yolculuğa çıkarken işlerini kolaylaştırması ve sağ sâlim yuvasına kavuşturması için RABB TeALÂ'ya yakarmak, yolculuktan döndükten sonra da yuvasına, eşine, dostuna kavuşturduğu için teşekkür etmek için kılınır ve mendubdur. Faziletli olan, yolculuğa çıkarken evde, yolculuktan döndükten sonra mescidde kılmaktır..

Resim
g-) Hâcet Namazı.:

İnsanlar hayatları boyunca birçok şeye ihtiyaç duyarlar, birçok şeye kavuşmayı arzu ederler. Bunlar doğaldır. Dünyâlık veyâ Âhiretlik bir isteği ve dileği bulunan, bir şeye ihtiyaç duyan kimse ihtiyaçlarını karşılamak veyâ arzularına ulaşmak için öncelikle onlara götürecek sebeblere tutunmalı, ayrıca bunların gerçekleşmesi için ALLAH'tan yardım istemelidir. Peygamberimiz aleyhisselâm bu hususta şöyle buyurmuştur.: “Kimin ALLAH'tan veyâ insanlardan bir dileği varsa, şartlarına uygun güzel bir abdest alsın, sonra ALLAH'ı övgüleyip senâ etsin, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e salât ve selâm getirsin. Daha sonra şöyle desin.:
Lâ ilâhe illallâhü'l-halîmü'l-kerîm. Sübhânallâhi RABBi'l-Arşi'l-Azîm. Elhamdü lillâhi RABBi‘l-Âlemîn; Es'elüke mücîbâti rahmetike ve azâime mağfiretik; ve'l-ismete min külli zenbin ve'l-ganîmete min külli birrin ve's-selâmete min külli ism. Lâ tedâ' lî zenben illâ gaferdeh; ve lâ hemmen illâ ferrecteh; velâ hâceten hiye leke rıdan illâ kadaytehâ. Yâ Erhame'r-Râhimîn!”
buyurmuştur.
(Tirmizî, Salât, 140, 348).

Hâcet Namazı dört veyâ on iki rek‘at olarak kılınır. Dört rek‘at olarak kılındığı takdirde birinci rek‘atında Fâtiha'dan sonra üç Âyetü'l-Kürsî, diğer üç rek‘atında ise Fâtiha'dan sonra birer kere İhlâs, Felâk ve Nâs Sûreleri okunur. Namazdan sonra hadiste bildirilen Hâcet DUÂsını okur ve isteğini Cenâb-ı RABBi'l-Âlemîn'e iletir.
“Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder
Halk eder esbâbını bir lâhzâda ihsân eder.”


Resim
h-) İstihâre Namazı.:

İstihâre “hayırlı olanı istemek” anlamına gelir. İnsanlar, kendileri için önemli olan bir karar verecekleri veyâ bir seçim yapacakları zaman, bazan belki eldeki verilerin yetersizliği sebebiyle veyâ çeşitli sebeblerle Dünyâ ve Âhiret bakımından kendileri için hangi seçimin hayırlı olacağını kestiremezler ve bunu bilmek için çeşitli çârelere başvururlar. Meselâ, Peygamberimiz aleyhisselâm’ın nübüvvetle görevlendirildiği sıralarda Araplar'dan bir kimse yolculuğa çıkmak istediğinde, bu yolculuğun kendisi için hayırlı olup olmadığını anlamak için fal oklarına başvururdu.
Peygamberimiz aleyhisselâm, bu âdeti kaldırarak onun yerine istihâreyi getirmiş ve.:
“Biriniz bir iş yapmaya niyetlenince farzın dışında iki rek‘at namaz kılsın ve şöyle desin: “Ey ALLAHım!. ilmine güvenerek SENDEN hakkımda hayırlısını istiyorum, gücüme güç katmanı istiyorum. Sınırsız lütfundan bana ihsân etmeni istiyorum. Ben bilmiyorum, ama SEN biliyorsun, ben güç yetiremem ama SEN güç yetirirsin.
Ey ALLAHım!. Yapmayı düşündüğüm bu iş, benim dinim, dünyâm ve geleceğim açısından hayırlı olacaksa, bu işi benim hakkımda takdir buyur, onu bana kolaylaştır, uğurlu ve bereketli eyle. Yok eğer benim dinim, dünyâm ve geleceğim için kötü ise, onu benden, beni ondan uzaklaştır. Ve hayırlı olan her ne ise sen onu takdir et ve beni hoşnut ve mutlu eyle!”
buyurmuştur.

(Buhârî, Teheccüd, 25; Tirmizî, Vitr, 15).

Peygamberimiz aleyhisselâm’ın öğrettiği DUÂnın anlamından da anlaşılacağı gibi istihâre, bir bakıma yapılacak işin hayırlı olmasını veyâ hayırlı ise gerçekleşmesini ALLAH'tan dilemek ve O'na danışmak demektir. İstihâre yapmak isteyen kişi, kalbinden her şeyi atarak ve kalbini bütünüyle bu işe teksif ederek iki rek‘at namaz kılmalı ve ardından Peygamberimiz aleyhisselâm’ın öğrettiği bu DUÂyı yapmalıdır. Samîmi olarak yapıldığı takdirde ALLAH'ın hayırlısını lutfedeceğine ümit bağlanır, kalbe doğuş olabilir. İstihârenin sonucunda bir rahatlık ve ferahlık hissedilirse o işin hayırlı olacağına, buna karşılık sıkıntı ve darlık hissedilirse, olumsuz olacağına yorulur. İstihâre gündüz yapılabileceği gibi tam konsantre olmak, iyice yoğunlaşmak için geceleyin hemen yatmadan önce yapılması tavsiye edilir. İstihâre namazını kılıp yattıktan sonra, ALLAH bunu samîmi olarak isteyenlere bir işâret veyâ ipucu verir. Birinci defâda sonuç alınamazsa üç kere veyâ yedi defâ tekrarlanabilir. Kişi bu DUÂnın Arapça'sını okuyabileceği gibi Türkçe anlamını da okuyabilir. İstihâre için uykuya yatma ve rüyâ bekleme şartı yoktur.

Resim
i-) Tövbe Namazı.:

Günah ve çirkin sayılan işleri yapmaktan kaçınmak dinimizin emridir. Bununla birlikte insanlar suç ve günah işleyebilirler. Kur’ÂN-ı Kerîm ve Hadîs-i Şeriflerde bir günah işlenmesi durumunda, kişinin günahta ısrar etmeyerek hemen TÖVBE etmesi gerektiği ve ALLAH'ın içten yapılan tövbeleri kabul edeceği belirtilmiştir. Esâsen tövbe ve istiğfarda bulunmak için günah işlemiş olmak gerekmez. Peygamberimiz aleyhisselâm, geçmiş-gelecek günahlarının affolunduğu/affedileceği bildirildiği halde, günde yetmiş kere, yüz kere tövbe istiğfarda bulunmuştur. Özellikle mübârek gecelerde ve seher vakitlerinde olmak üzere, kıldığı namazların sonunda selâm vermeden önce ve selâmdan sonraki tesbîhatın ardından kulun tövbe ve istiğfarda bulunması durumunda, Cenâb-ı ALLAH'ın bağışlaması umulur. Ayrıca Peygamberimiz aleyhisselâm tövbe namazına ilişkin olarak.: “Bir kul günah işler de sonra kalkıp güzelce abdest alıp temizlenir ve iki rek‘at namaz kılarak ALLAH'tan bağışlanmak dilerse ALLAH onu mutlaka affeder” buyurmuş ve arkasından şu âyeti okumuştur: “Onlar çirkin bir iş yaptıklarında ya da kendilerine zulüm ve haksızlık ettikleri zaman hemen ALLAH'ı hatırlayıp, günahlarının affedilmesini isterler; zâten günahları ALLAH'tan başka kim affedebilir ki! Bunlar o günahı bile bile bir daha yapmazlar” (Âl-i İmrân 3/135).
Tövbe namazı iki rek‘at olarak kılınabileceği gibi daha fazla da kılınabilir.


وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُواْ أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُواْ اللّهَ فَاسْتَغْفَرُواْ لِذُنُوبِهِمْ وَمَن يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللّهُ وَلَمْ يُصِرُّواْ عَلَى مَا فَعَلُواْ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
“Vellezîne izâ fealû fâhişeten ev zalemû enfusehum zekerûllâhe festagferû li zunûbihim, ve men yagfiru’z- zunûbe illâllâhu ve lem yusırrû alâ mâ fealû ve hum ya’lemûn (ya’lemûne).: Ve “çirkin bir hayasızlık” işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, ALLAH'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. ALLAH'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir.” (Âl-i İmrân 3/135)

Resim
j-) Tesbih Namazı.:

Tesbih Namazı, ömürde bir kez olsun kılınması tavsiye edilen mendub bir namazdır. Peygamberimiz aleyhisselâm, amcası Abbas'a.: “Bak Amca sana on faydası olan bir şey öğreteyim; bunu yaparsan günahlarının ilki-sonu, eskisi-yenisi, bilmeyerek işlediğin-bilerek işlediğin, küçüğü-büyüğü ve gizli yaptığın-açıktan yaptığın on türlü günahını ALLAH bağışlar!.” buyurarak bu namazı tavsiye etmiş ve öğretmiş, Abbas.: “Bunu her gün yapamayız!.” deyince Peygamberimiz,aleyhisselâm.: “Bu namazın haftada bir, ayda bir, yılda bir veyâ ömürde bir defâ kılınmasının yeterli olacağını!.” belirtmiştir.
(Ebû Dâvûd, Tatavvu, 14, Salât, 303; Tirmizî, Salât, 350, Vitr, 19).

Tesbih Namazı 4 rek‘at olup şöyle kılınır.:
ALLAH Rızâsı için namaz kılmaya niyet edilerek namaza başlanır.
Sübhâneke'den sonra 15 kere.: “Sübhânellâhi ve'l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vALLAHu Ekber!.” denir. Sonra eûzü besmele çekilir, Fâtiha ve Sûre okunduktan sonra 10 kere daha tesbih edilir yâni.: 'Sübhânellâhi ve'l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vALLAHu Ekber!” denilir. Bu tesbih, rükû’a varınca 10 kere, rükû’dan doğrulunca 10 kere, birinci secdede 10 kere, secdeden kalkınca 10 kere, ikinci secdede 10 kere söylenir.
Böylece her rek‘atta 75 tesbih yapılmış olur. İkinci rek‘ata kalkılınca yine 15 kere tesbih okunur, ardından geri kalan kısım aynı şekilde tekrarlanır ve böylece 4 rek‘at tamamlanmış ve toplam üç yüz/300 tesbih edilmiş olur. Asl olan herkesin bu namazı tek başına kılmasıdır.
Tesbih Namazında Sehiv Secdesini gerektiren bir şey olursa, Sehiv Secdesi normal olarak yapılır, o secdelerde bu tesbih yapılmaz..

Resim
k-) Yağmur DUÂsı.:

Bir bölgede kuraklık olması durumunda o bölge sakinlerinin mümkünse topluca bölge dışına, açık bir alana çıkıp tövbe istiğfardan sonra Cenâb-ı
ALLAH
'tan bolluk ve berekete vesîle olacak yağmur göndermesini istemeleri, bunun için DUÂ etmeleri, yalvarıp yakarmaları sünnettir. Bu DUÂya “İstiska DUÂsı/ Su isteme DUÂsı” denir ki, su isteme, yağmur isteme anlamına gelir. Yağmur DUÂsına çıkıldığında DUÂdan önce iki rek‘at namaz kılınabilir.
Rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz bir Cum’a Günü hutbe okurken bir adam gelip.: “Yâ Resûlullah!. Hayvanlar telef oldu, DUÂ et de ALLAH bize yağmur versin!” demiş,
Peygamberimiz aleyhisselâm de bunun üzerine ellerini kaldırarak.:
“ALLAHümme, eskınâ!. ALLAHümme, eskınâ!.: Ey ALLAHım!. Bize SU ver, yağmur ver!. Ey ALLAHım!. Bize SU ver, yağmur ver!.” diye DUÂ etmiş ve bu DUÂnın ardından gökte hiçbir yağmur belirtisi yokken birden bulutlar görünmüş ve ardından yağmur yağmaya başlamıştı.

Bu durum bir hafta sürdü. Ertesi Cum’a bir adam gelerek.: “Yâ Resûlullah!., yağmur sebebiyle, mallarımız telef oldu, yollarımız kapandı. ALLAH'a DUÂ etseniz de şu yağmuru durdursa!” dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz aleyhisselâm.: “ALLAHümme havâleynâ velâ aleynâ. ALLAHümme! ale'l-âkâm ve'd-dırâb ve butîni'l-evdiye ve menâbiti'ş-şecer.: ALLAHım! Üzerimize değil, çevremize. ALLAHım!. Dağlara, tepelere, vâdilerin içlerine ve ağaç biten yerlere!.” diye DUÂ etti ve yağmur hemen kesildi.
(Buhârî, İstiska, 6; Müslim, İstiska, 2, 8 ).

Bazı rivâyetlerde, yağmur DUÂsına çıkıldığında Peygamberimiz aleyhisselâm’ın iki rek‘at namaz kıldırdığı, namazda açıktan okuduğu, namazdan sonra ridâsını çıkarıp ters çevirerek giydiği ve kıbleye dönüp ellerini omuz hizasına kadar kaldırarak DUÂ ettiği belirtilmiştir. (Müslim, İstiska, 1).
YağmurDUÂsı, sulamak ve bol yağmur almak için başka tedbirler almaya engel değildir; mü’minler hem tabiî ve teknik tedbirleri alır, hem de her şey iradesine bağlı bulunan RABBlerine DUÂ ederler..

Resim
l-) Küsûf ve Hüsûf Namazları/Güneş ve Ay Tutulması Esnâsında Namaz.:

Güneş tutulmasına küsûf, ay tutulmasına hüsûf denir. Peygamberimiz aleyhisselâm oğlu İbrâhim aleyhisselâm'in öldüğü gün güneş tutulması üzerine şöyle demiştir.: “Ay ve güneş ALLAH'ın varlığını ve kudretini gösteren alâmetlerdir. Bunlar hiç kimsenin ölümünden veyâ yaşamasından/doğmasından dolayı tutulmazlar. Ay veyâ güneş tutulmasını gördüğünüz zaman, açılıncaya kadar namaz kılın, DUÂ edin” buyurmuştur.
(Buhârî, Küsûf, 1, 15).

Güneş tutulduğu zaman, ezânsız ve kâmetsiz olarak, en az iki rek‘at olmak üzere toplu olarak namaz kılınır. İmam her rek‘atta normal namazlara göre daha uzun ve açýktan kıraatte bulunur. Namazdan sonra imam kıbleye karşı ayakta veyâ cemâate dönük şekilde oturarak DUÂ eder. Cemâatle kılınmadığı durumlarda bu namaz tek başına da kılınabilir.
Küsûf Namazının sünnet olduğu ve cemâatle kılınmasının daha faziletli sayıldığı konusunda müctehidler arasında görüş birliği bulunmakla birlikte, Hüsûf Namazının sünnet olup olmadığı ve cemâatle kılınıp kılınmayacağı tartışmalıdır.
Ebû Hanîfe ve Mâlik, ay tutulması güneş tutulmasından daha fazla olduğu halde Peygamberimiz aleyhisselâm’ın bu sebeble namaz kılmadığını öne sürerek, Hüsûf Namazının sünnet olmadığını söylemişlerdir. Ancak böyle bir durumda tek başına iki rek‘at namaz kılınabilir, müstehabdır. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise Hüsûf Namazı da Küsûf Namazı gibi sünnettir, cemâatle kılınır.

Şiddetli rüzgâr, aşırı yağmur, aşırı soğuk ve benzeri durumlarda, bunların can ve mal kaybına yol açabilecek doğal âfete dönüşmemesi için DUÂ etmek ve bu anlamda iki rek‘at namaz kılmak güzel (müstehab) bulunmuştur.
Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm, şiddetli bir rüzgâr estiğinde şöyle DUÂ etmiştir.: “ALLAHım! SENDEN rüzgârın en hayırlısını, rüzgârla gönderdiklerinin en hayırlısını isterim. bu rüzgârın kötülüğünden, bu rüzgârdakilerin kötülüğünden ve rüzgârla gönderdiğin şeylerin kötülüğünden SANA sığınırım” buyurmuştur.
(Tirmizî, Da‘avât, 48, 88; Müslim, İstiska, 15).

Bu durumlarda namaz ve DUÂ, tabiat olaylarının insanlarda ve çevrede hâsıl edebileceği olumsuz etkilere karşı ALLAH'tan yardım dileme mâhiyetindedir..

Resim
m-) Mübârek Gecelerde Namaz Kılmak.:

Müslümanlar için çeşitli sebeblerle mübârek sayılan birçok gece mevcuttur. Üç ayların birincisi olan Receb Ayının ilk Cum’a gecesi Regaib Gecesi ve 27. gecesi de Mi‘rac Gecesidir. Üç ayların ikincisi olan Şâban Ayının 15. gecesi Berat Gecesidir. Üç ayların üçüncüsü olan Ramazan Ayının 27. Gecesi ise Kadir Gecesidir.
Bu Mübârek Gecelerle ilgili özel Nâfile Namaz yoktur. Fakat bu geceleri vesîle ederek Nâfile Namaz kılmak, Kur’ÂN-ı Kerîm okuyarak üzerinde düşünmek, tezekkür ve tefekkür etmek yararlı olur. Peygamberimiz aleyhisselâm, Kadir Gecesinde nasıl DUÂ edebileceğini soran Âişe radiyallahu anha Vâlidemiz’e şöyle demesini tavsiye etmiştir.: ALLAHümme, inneke afüvvün tühibbü'l-afve fa‘fü annî.: Ey ALLAHım! SEN şüphesiz çok affedicisin, affetmeyi seversin, beni affet!.”
(Tirmizî, Da‘avât, 84).
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

XIV. =>NAMAZLA İLGİLİ BAZI MESELELER.:

Namaz İslâm Dîninde önemli bir ibâdet olduğu için, olağan durumlarda kılınmasına özen gösterildiği gibi, olağan dışı durumlarda da çoğu zaman terkine müsamaha edilmemiş, bunun yerine, olağan dışı durumun mâhiyetine ve ağırlığına göre, namaz kılışta bazı kolaylıklar sağlanmış ve böylece her gün namaz ibâdeti vasıtasıyla yüce RABB ile bağlantı kurma imkânı devam ettirilmiştir.

Resim
A-) HASTA NAMAZı.:

Hastalık ve yolculukta genel olarak meşakkat ve sıkıntı bulunduğu için bu durumlar, bedenî ibâdetlerden özellikle namaz ve oruçta bir hafifletme, kolaylaştırma sebebi sayılmıştır. Taat, takata göre olduğundan, yâni buyruğun yerine getirilmesi kişinin gücü ölçüsünde olduğundan hastanın namazı kendi gücüne göre belirlenmiş, hastalığın artması ve şiddetlenmesi nisbetinde namazın edâ biçiminde eksiklik ve kolaylığa izin verilmiştir. Bu i’tibarla meselâ kıyam, namazın önemli bir rüknü olduğu halde ayakta duramayan veya zorlukla duran kimseler nasıl mümkün ve kolay ise o şekilde oturarak kılabilirler. Oturarak dahi kılamayan, yâni bu durumda rükû’ ve secde etmekten âciz olan kimse, imkânına göre durarak veya oturarak veya yatarak ima (başıyla, hatta bazı müctehidlere göre gözüyle işaret) eder. Tabiatiyla aslolan şekillerin korunması değil, özün yâni ALLAH'la kurulan İlâhî Bağlantının sürdürülmesi olduğundan, olağan dışı durumlarda kişi, her zaman olması gerektiği gibi, namazı kurtulunmak istenen bir yük, üzerinden atılması gereken bir borç haline getirmeden, kendi durumuna uygun bir şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. Hasta bir şekilde Farz Namazı kılmaya güç yetirememişse, aklı başında olduğu sürece geçirdiği namazları beşten çok değilse, sağlığına kavuştuğu zaman kazâ eder. Sağlığına kavuşamaz ise bu durumda kimi âlimlere göre ıskat etmeleri için vârislerine vasiyet eder. Aklı başında değilse yahut kaçırdığı namazları beşten fazla ise sıhhatine kavuştuğu zaman onları kazâ etmesi gerekmez (Iskat-ı salât ve devir konusu için bk. Cenâze bölümü).

Resim
B-) YOLCU NAMAZı.:

a-) SeferîLiğin Mâhiyeti.:

Kişinin herhangi bir nedenle ikamet ettiği yerden kalkıp başka bir yere gitmesi veya gitmek için yola koyulması, Arapça'da sefer veya müsaferet olarak adlandırılmakta olup, bu şekilde yola çıkmış kişiye de seferî veya müsafir denilir. Seferînin mukabili mukimdir ve mukim bir yerde yerleşik bulunan, yolcu olmayan kişi anlamındadır. Türkçemiz’de seferîlik veya müsaferet yerine, çoğunlukla yolculuk ta’biri kullanılmaktadır. Fıkıh ve İlmihâl Kitaplarında seferîlik veya yolculuk sözlük anlamına yakın olmakla birlikte, ondan farklı olarak, belirli bir mesafeye gitmek anlamındadır. Yolcu olan kişiyi ilgilendiren bazı özel ruhsat hükümleri bulunduğu için seferin tanımının ve mâhiyetinin iyi belirlenmesi gerekir.
Önceki fâkihler yolcu olmanın tanımında iki farklı kriteri göz önünde bulundurmuş; kimi gidilecek mesafeyi, kimi de bu mesafe katedilirken harcanan zamanı ölçü almıştır. Her iki kriter de yaya yürüyüşü veya kâfile içerisindeki deve yürüyüşüne göre hesaplanmıştır. Hanefîler'in çoğunluğunun kabulüne göre yolculuk, orta bir yürüyüşle üç günlük bir mesafeden ibârettir. Buna "üç konak" veya "üç merhale" de denir. Bir kişinin günde ancak altı saat yolculuk yapabileceği kabul edilince üç günlük yolculuk on sekiz saatlik bir zamana tekabül etmiş olmakta ve buna göre karada böyle bir yürüyüş ile, denizde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "Sefer Süresi" sayılmıştır. Seferîlik belirlenirken yolun yalnız gidiş mesafesi esas alınır, dönüş mesafesi hesaba dâhil edilmez. Yolculuk yapan kimse süratli gider ve bu mesafeyi daha kısa sürede katederse, bu mesafe hesabinâ göre yine yolcu sayılır.

Yolculukta üç günün esas alınması ve üç günün zaman ve mesafe olarak ifâde edilmesi konusunda herhangi bir âyet ya da hadis bulunmayıp, bu ayarlama İslâm hukukçuları tarafından yapılmıştır. Onlar bu zaman ve mesafe ayarını yaparken büyük ölçüde, sahâbenin Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in uygulamasını tavsif edişlerine ve onların kendi uygulamalarına dayanmışlardır.
Meselâ Hanefîler üç günlük yolculuğun seferîlik hükümlerine esas olduğunu tesbit ederken büyük ölçüde, yolcu olan kişinin üç gün üç gece mest üzerine meshedebileceğini bildiren şu hadisi esas almışlardır.:
"Mukim kimse tam bir gün bir gece, yolcu ise üç gün üç gece mesh eder" (Müslim, “Tahâret”, 85; Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 60).
Daha sonra bu üç günlük yol veya on sekiz saatlik yolculuk asrımızda değişik ince hesaplarla kilometreye çevrilmiştir. Bu çevirmenin de asıl sebebi, çağımızda hızlı ulaşım araçlarının ortaya çıkması sonucu, üç günlük süre ölçütünü uygulamanın neredeyse imkânsız hale gelmiş olmasıdır. Bu hesaplara göre, kişinin yolcu sayılacağı ve yolculuk ruhsatlarından istifâde edeceği mesafe, küçük bazı farklılıklarla 85-90 km. arasında tesbit edilmiştir. Ancak her iki ölçüyü yâni zaman veya mesafeyi esas almanın ayrı ayrı problemleri vardır. Mesafe esas alındığında, son derece hızlı ve konforlu vasıtaların ortaya çıkması sebebiyle, bu 90 kilometrelik yolun oldukça meşakkatsiz ve çok kısa bir süre içerisinde katedilebilmesidir. Zamanın esas alınması durumunda ise yine birçok problem ortaya çıkmakta, gelecek birkaç yıl içinde seferîlik ruhsatları diye bir şey kalmayacağı, hatta zamanın esas alınması halinde bugün bile seferîlik hükümlerinden istifâde edilemeyeceği ileri sürülmektedir. Bununla birlikte çağdaş İslâm bilginleri, bu ikisinden mesafe ölçüsünün daha objektif veya uygulanabilir olduğu kanaatindedirler.
Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, namazların kısaltılmasını mubah kılan yolculuk, ortalama iki günlük yolculuk veya ağır yükle ve yaya olarak iki konaklık mesafedir.
Seferîlik meselesinin üzerinde durulması, doğru bir tanımının yapılmaya çalışılması, bu durum için tanınmış bazı ruhsat ve kolaylıklardan istifâde edilebilmesine yöneliktir. Başka bir ifâdeyle, seferin ne olduğu sağlıklı bir şekilde ortaya konulmalı ki, seferî değilken seferîlik hükümlerinden istifâ edilmiş olmasın veya seferî olunduğu halde sefer ruhsatlarından mahrum kalınarak gereksiz yere sıkıntı çekilmesin.
Sefer bir yerde yerleşik bulunan kişi için normal ve sıradan bir iş değil, gelip geçici ve olağan dışı bir durumdur. Olağan dışı bir durum olduğu için sefer halindeki meşakkat, kişiye birtakım ruhsatların verilmesine sebeb olmuştur, fakat hamallık gibi ağır bir işte çalışmada daha fazla meşakkat bulunduğu halde, olağan durum olması sebebiyle bu gibi ağır işler yolculuk durumuna kıyas edilmemiştir.
Yolculuktaki ruhsatların veriliş nedeni, yolculuğun meşakkat, telâş ve normal düzenin bozulmasını içermesidir. Fakat bunlar değişken (izâfî) bir kavram olduğu için fâkihler meşakkat yerine daha objektif ve herkes için geçerli bir kriter arayışına girmişler ve mesafe ayarı yapmak zorunda kalmışlardır.
Yolculuğun içerdiği meşakkat tek boyutlu değildir. En başta yolculuğun getirdiği yorgunluk ve bedensel sıkıntılar vardır. Bunun yanında yolcunun, yolculuğun amacıyla ilgili endişe ve korkuları, geride bıraktığı işi, eşi, âilesi ile ilgili endişeleri bulunabilir. Buna bir de yol güvenliği endişesi eklenirse yolcu için tanınan ruhsatların mânası daha iyi anlaşılır. Hal böyle olunca, yolculuğa çıkan kişinin zaman kaybinâ tahammülü yoktur. O bir an önce işini bitirmek ve normal yerleşik hayatına dönmek arzusundadır. O halde onun yolculuk esnâsında zaruri ihtiyaçları dışında oyalanmaması gerekir. İşte yola çıkan kişinin bir an önce normal yaşantısına, evine, işine dönme doğal arzusunu çabuklaştırmak için dinimizde, bazı kolaylıklar getirilmiştir. Bunların başında namazla ilgili olan "namazın kısaltılması" (KASR) ve "iki namazın bir vakitte kılınması" (CEM‘) gelir. Dikkat edilirse hem kasr, hem de cem‘ zaman kaybını en aza indirmek gibi bir amaca mebnidirler. Kişi namazı tam kılarak vakit kaybetmeyecek veya bir namaz vaktinde durmayıp onu öteki vakit namazıyla birlikte edâ edecek ve mola zamanını ona göre ayarlayacaktır.
Dikkat etmek gerekir ki bu ruhsatlar daha ziyâde yaya olarak veya at, deve gibi hayvanlarla yolculuk yapanlar ve böyle olduğu için de yolculuğun kontrolünü elinde tutanlar için söz konusu edilmiş olmaktadır. Buna göre günümüzde toplu ulaşım vasıtalarıyla yapılan yolculuklarda bu anlam, yâni namazın kısaltılması veya cemedilmesi sâyesinde zamandan kazanılması durumu söz konusu değildir. Otobüslerin gidilen mesafeyi kaç saatte alacakları, nerede ve kaç dakika süreyle mola verecekleri yaklaşık olarak bellidir. Namazdan kesip zamandan kazanma durumu toplu ulaşım vasıtalarında söz konusu değildir. Ancak bu durumda da yolcunun genel seyahat programına uyma zorunluluğu, molalarda ihtiyaca göre zaman darlığı gibi sıkıntıları vardır.
Özel arabasıyla yolculuğa çıkan kişinin bir an önce normal hayatına dönme gibi bir endişesi hem olabilir, hem de olmayabilir. Nitekim günümüzde, eskiden hiç söz konusu edilmeyen bir tatil olgusu bulunmaktadır. İnsanlar yılın belli zamanlarında denize, ormana gitmeye, tarihî ve turistik yerleri gezmeye zaman ayırıyorlar. Tatil çoğu kimseler için artık hayatın bir parçası olmuş durumda. Dolayısıyla tatil için yola çıkanların, en azından yolculuğa çıkarken, bir an önce normal hayata dönmek gibi bir endişeleri ve aceleleri yoktur.

Bu defâ da, yolculuğun hangi amaçla yapıldığı sorusunu sormak gerekiyor. Yolculuğun hangi amaçla yapıldığını sınırlama ve belirleme imkânı olmamakla birlikte genel olarak üç başlık altında toplanabilir.:
1-) İş amaçlı yolculuklar.
2-) Tatil, gezi amaçlı yolculuklar.
3-) İç ve dış güvenlik amaçlı yolculuklar (daha ziyâde ordu ve emniyet güçleri için söz konusudur).
Esâsen bu tür konularda objektif kriter getirildiği zaman hükmün anlaşılması ve tatbik edilmesi kolaylaşıyor ise de getirilen kriter sabitleştirilince
gitgide hüküm ile hükmün konuluş amacı arasında uçurum meydana gelmekte ve hükmün konuluş esprisinin tamamen ortadan kalkması gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.
Sefer hükümlerinin iş ve güvenlik amaçlı yolculuklarda kural olarak uygulanabileceğini, bunun dışındaki yolculuklarda ise kişinin kendi inisiyatifine bırakılmasının doğru olacağını söyleyebiliriz. Yolculuk hali genel olarak güçlük ve sıkıntılardan hâlî olmayacağı için kişi, yerleşik bulunduğu yerden ayrıldıktan sonra ruhsatlardan istifâde ihtiyacını hissettirecek bir meşakkatle karşılaşıyorsa bu ruhsatlardan istifâde etmeli, ruhsata ihtiyaç duymuyorsa istifâde etmemelidir. Bu durumda kişi ruhsatlardan istifâde konusunda kararı kendisi vereceği için ALLAH Katı'nda sorumluluk da kendisine ait olacaktır. Ruhsatların kullanılmasının gerekli olup olmadığı konusundaki -aşağıda gelecek olan Mezheblerin farklı görüşleri, yukarıdaki formülü uygulamayı kolaylaştırmaktadır.

b-) Seferîliğin Hükümleri.:

Yolculuk durumu, genel olarak meşakkat ve sıkıntı içerdiğinden bu durumdaki kişi için bazı kolaylıklar getirilmiştir. Bunlar yolcuya tanınan ruhsatlardır. Bunların başında Ramazan Ayında yolculuk yapan kişi için tanınan, orucu yolculuk anında tutmayıp sonraya bırakma ruhsatıdır. Normalde bir gün bir gece olan mest üzerine mesih süresi, yolcu için üç gün üç geceye çıkarılmıştır. Ayrıca yolcu olan kişinin, dört rek‘atlı Farz Namazlarını ikişer rek‘at olarak kılmasına da izin verilmiştir. Buna "kasrü's-salât" denir.
Yolculukta dört rek‘atlı namazların kısaltılarak kılınmasının câizliği konusunda âyet ve Peygamberimiz aleyhisselâm’ın uygulaması bulunmakta olup ayrıca bilginler bu hüküm üzerinde icmâ’ etmişlerdir.
Namazların kısaltılmasına ilişkin âyet şudur: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size kötülük etmesinden (fitne) korkarsanız, namazları kısaltmanızda bir sakınca yoktur"


وَإِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الأَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَقْصُرُواْ مِنَ الصَّلاَةِ إِنْ خِفْتُمْ أَن يَفْتِنَكُمُ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنَّ الْكَافِرِينَ كَانُواْ لَكُمْ عَدُوًّا مُّبِينًا
“Ve izâ darabtum fîl ardı fe leyse aleykum cunâhun en taksurû mines salâti, in hıftum en yeftinekumullezîne keferû. İnnel kâfirîne kânû lekum aduvven mubînâ(mubînen).: Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size kötülük edeceklerinden korkarsanız, o taktirde namazdan kısaltmanızda, size bir günah yoktur. Muhakkak ki kâfirler, sizin için apaçık düşmandır.” (Nisâ 4/101)

وَإِذَا كُنتَ فِيهِمْ فَأَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلاَةَ فَلْتَقُمْ طَآئِفَةٌ مِّنْهُم مَّعَكَ وَلْيَأْخُذُواْ أَسْلِحَتَهُمْ فَإِذَا سَجَدُواْ فَلْيَكُونُواْ مِن وَرَآئِكُمْ وَلْتَأْتِ طَآئِفَةٌ أُخْرَى لَمْ يُصَلُّواْ فَلْيُصَلُّواْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُواْ حِذْرَهُمْ وَأَسْلِحَتَهُمْ وَدَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ أَسْلِحَتِكُمْ وَأَمْتِعَتِكُمْ فَيَمِيلُونَ عَلَيْكُم مَّيْلَةً وَاحِدَةً وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِن كَانَ بِكُمْ أَذًى مِّن مَّطَرٍ أَوْ كُنتُم مَّرْضَى أَن تَضَعُواْ أَسْلِحَتَكُمْ وَخُذُواْ حِذْرَكُمْ إِنَّ اللّهَ أَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُّهِينًا
“Ve izâ kunte fîhim fe ekamte lehumu’s- salâte fe’l- tekum tâifetun minhum meake ve’l- ye’huzû eslihatehum fe izâ secedû fe’l- yekûnû min varâikum, ve’l- te’ti tâifetun uhrâ lem yusallû fel yusallû meake ve’l- ye’huzû hızrahum ve eslihatehum, veddellezîne keferû lev tagfulûne an eslihatikum ve emtiatikum fe yemîlûne aleykum meyleten vâhıdeh (vâhıdeten). Ve lâ cunâha aleykum in kâne bikum ezen min matarin ev kuntum mardâ en tedaû eslihatekum, ve huzû hızrakum. İnnallâhe eadde li’l- kâfirîne azâben muhînâ (muhînen).: Ve sen onların arasında olduğun zaman, onlara namazı ikame ettiğin (kıldırdığın) taktirde, öyle ki onların bir kısmı seninle beraber ayakta (namaza) dursun ve silâhlarını da alsınlar, böylece diğerleri secde ettikleri zaman, sizin arkanızda olsunlar. Ve namaz kılmamış olan grup da gelsin, bu şekilde seninle beraber namazlarını kılsınlar, koruma tedbirlerini ve silâhlarını da alsınlar. Kâfirler silâhlarınızdan ve mühimmatınızdan (savaş techizatınızdan) gaflette olmanızı ve böylece sizin üzerinize “tek bir hamle ile baskın yapmayı ” isterler. Ve yağmur sebebiyle size bir güçlük oldu ise veya hasta olduysanız , silâhlarınızı çıkarmanızda size bir günah yoktur. Ve korunma tedbirlerinizi de alın. Muhakkak ki ALLAH kâfirler için “alçaltıcı azâb” hazırlamıştır.” (Nisâ 4/102)

Bu âyette kısaltmanın korku şartına bağlanmış olması, bir önceki âyette ALLAH uğrunda hicretten ve bir sonraki âyette savaş durumunda Peygamberimiz aleyhisselâm’ın nasıl namaz kıldıracağından bahsedilmesi, bu âyetin savaş vb. gibi olağan üstü durumlara ilişkin olduğu, olağan dışı olmakla birlikte sıradan yolculuklara ilişkin olmadığı izlenimini verse de, öteden beri seferîlik konusundaki hükümler bu âyetle irtibatlı olarak ele alınmıştır.
Bunun yanında umre, hac ve savaş için yaptığı yolculuklarda Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in namazları kısaltarak kıldığına dâir şöhret derecesini aşmış haberler bulunmaktadır. İbn Ömer, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'le yaptığı yolculuklarda, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in iki rek‘attan fazla kıldığını görmediğini; aynı şekilde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın da böyle davrandıklarını ifâde etmiştir.
Yolcunun dört rek‘atlı Farz Namazları kısaltması mecburi midir, yoksa kısaltma konusu tamamen yolcunun tercihine mi kalmıştır?
Bu konuda inisiyatifin tamamen yolcu olan kişiye bırakılmasının uygun olacağını yukarıda açıklamıştık. Burada, Mezheblerin bu konudaki yaklaşımlarına kısaca yer vereceğiz.
Hanefîler, namazların kısaltılması hükmünün ALLAH'tan bir bağış olduğu yönündeki rivâyeti esas aldıkları için, kısaltmanın bir ruhsat değil bir azîmet hükmü olduğunu ileri sürerek bu konuda yolcuya tercih hakkı tanımamış ve kısaltmanın vâcib olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre yolcunun bilerek dört rek‘atlı namazı ikiye indirmeyip dört olarak kılması mekruhtur. Bununla birlikte kişi, iki rek‘at kılıp teşehhüdde bulunduktan sonra iki rek‘at daha kılacak olsa farzı edâ etmiş, son iki rek‘at da nâfile olmuş olur. Ancak selâmı tehir etmiş olmasından ötürü kötü bir iş yapmış sayılır. Seferî olan kişi, şayet birinci teşehhüdü terketmiş veya ilk iki rek‘atta kıraatte bulunmamış ise farzı edâ etmiş olmaz. Bu görüşün bir devamı olarak, seferde iken kazâya kalan dört rek‘atlık namazların normal duruma dönüldüğünde yine ikişer rek‘at olarak kılınması gerektiği söylenmiştir. Hanefîler'in bu konuda, Hz. Ömer'den nakle dilen seferde namazların kısaltılması hükmünün bir hediye olduğu şeklindeki ifâdenin dışında, Hz. Âişe ve İbn Abbas'ın şu sözlerini de delil almışlardır:
Hz. Âişe.: "Namaz ikişer rek‘at olarak farz kılındı; sonra hazarda ziyâde olundu, seferde ise olduğu gibi bırakıldı" demiş,
İbn Abbas da.: "ALLAH TeALÂ namazı Peygamberimiz aleyhisselâm’ın dili ile hazarda dört rek‘at, seferde iki rek‘at olarak farz kılmıştır" demiştir.
(Buhârî, “Salât”, 1; Müslim, “Salâtü'l-müsafirîn”, 1).

Mâlikîler'e göre, seferde namazı kısaltarak kılmak Müekked Sünnettir. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre ise yolculukta namazları kısaltarak kılmak bir ruhsat olup, kullanıp kullanmamak kişinin tercihine bırakılmıştır. Seferî kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukim olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği devam eder. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre ise, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Hanbelîler'e göre dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar.
Namaz cemaatle kılındığında mukim yolcuya, yolcu mukime uyabilir.
Mukim kişi, seferî kişiye uymuşsa, seferî iki rek‘atın sonunda selâm verince, mukim selâm vermeyip kalkar, namazı dörde tamamlar. Namazın baş tarafını imamla kılmış ve farz kıraat yerine gelmiş olduğu için bu kişi sağlam görüşe göre, namazı başkaca kıraat etmeksizin tamamlar, yanılırsa secde etmez. Çünkü bu mukim, lâhik mesabesindedir. Yolcu, vakit içinde mukime uyduğunda dört rek‘atlı bir Farz Namazı mukim gibi tam olarak kılar.
Aslî vatana dönmekle yolculuk hali sona erer. Burada sefer hükümleriyle ilişkili olarak oluşturulan üç vatan anlayışından kısaca bahsedelim.:
1-) Vatan-ı aslî.: Bir insanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde barınmayı kasdettiği yere vatan-ı aslî denir. Vatan-ı Aslîden başka yere iş, görev vb. sebeblerle veya yerleşmek üzere göçülünce yeni yer vatan-ı aslî olur, eski yer bu vasfını kaybeder.
2-)
Vatan-ı ikamet.: Bir kimsenin doğduğu, evlenip âilesini yerleştirdiği veya kendisi yerleşmeye karar verdiği yer olmamak kaydıyla, kişinin on beş günden fazla kalmak istediği yere vatan-ı ikamet denir.
3-) Vatan-ı süknâ.: Bir yolcunun on beş günden az kalmayı planladığı yere vatan-ı süknâ denir.
Bir kimse doğup yerleştiği veya karısının yerleştiği yere varınca seferî olmaz. Sâdece gideceği bu yer sefer mesafesi uzaklığında ise yolculuk esnâsında seferî olur.

Resim
C-) İKİ NAMAZI BİR VAKİTTE KILMAK =>CEM‘.:

Cem‘ kelimesi, sözlük anlamı i’tibariyle “iki veya daha fazla şeyi bir araya getirmek, toplamak” anlamlarına gelir. Cem‘in fıkıhtaki terim anlamı ise, “birbirini takip eden iki namazın (öğle ile ikindinin veya akşam ile yatsının), bu ikisinden birinin vaktinde, birlikte ve peşipeşine kılınması”dır. Eğer bu birlikte kılma birinci namazın vaktinde ise buna cem‘-i takdîm, ikincisinin vaktinde ise Cem‘-i Te'hîr denilir.
Âlimler, hac zamanında Arafat'ta öğle ile ikindinin Öğle Namazının vaktinde birlikte kılınması/Cem‘-i takdîm ve Müzdelife'de akşam ile yatsının Yatsı Namazının vaktinde birlikte kılınması/Cem‘-i Te'hîr konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bu iki yer dışında iki namazı cem’ ederek birlikte kılmanın câiz olup olmadığında ve cem’ etmeyi câiz kılan mâzeretlerin neler olduğunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir.
Hanefî Mezhebinde, hac zamanında Arafat ve Müzdelife'deki CEM‘in dışında, iki namazın bir vakitte cem’ edilmesi câiz görülmez. Bununla birlikte Hanefîler'e göre yolculuk, yağmur gibi cem‘i mubah kılan mâzeretlerin bulunması durumunda şöyle bir cem‘ uygulaması mümkündür: Bir namaz (öğle veya akşam), diğer namazın (ikindi veya yatsı) vaktinin girmesine yakın bir zamana kadar geciktirilip, bu namazın kılınmasından sonra diğerinin vaktinin girmesi ve bu namazın da kendi vaktinde kılınması mümkündür.
Bu uygulamada, bir namaz hemen diğerinin ardından kılındığı için buna “cem‘ü'l-fiil” ve “cem‘ü'l-muvâsala” denildiği gibi, bir namaz son vaktinde
diğeri de ilk vaktinde olmak üzere her namaz kendi vakti içinde kılınmış olacağı için buna “mânevî cem‘” ve “şeklî (sûrî) cem‘” de denilir.
Bu şekildeki cem‘, yukarıda tanımı verilen gerçek anlamda bir cem‘ değildir. Çünkü bu uygulamada vakit değil, fiil birleştirilmektedir.
Ebû Hanîfe, Arefe Günü Arafat'ta birlikte kılınan öğle ve İkindi Namazının cemaatle kılınmasını şart koştuğu halde diğer mezhebler bu şartı aramazlar. Cem‘ ile namaz kılınırken bir ezan okunur, fakat iki namaz için ayrı ayrı kamet getirilir. Öğle Namazının farzı edâ edildikten sonra sünnet kılınmaksızın İkindi Namazına geçilir. İkindi namazı Öğle Namazına tâbi olduğundan, Öğle Namazı herhangi bir nedenle sahih olmamışsa İkindi Namazı nın da öğle ile birlikte iade edilmesi gerekir. Müzdelife'de ise akşam ile yatsı namazı tek ezan ve tek kamet ile kılınır. Akşamın farzı ile yatsının farzı
arasında sünnet namaz kılınmaz. Arada sünnet kılınmışsa yatsı için tekrar kamet getirilir.
Diğer mezheblerde cem‘, belirli sebeb ve şartlarla câiz görülmüştür. Şiî Ca‘ferî Mezhebinde ise, hiçbir mâzerete gerek olmaksızın iki namazın bir
vakitte cemedilmesi câizdir. Cem‘i kabul edenlere göre, iki namazın cemedilmesini câiz kılan sebebler, ayrıntıdaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa şunlardır.: 1- Yolculuk (sefer), 2- Yağmur, çamur, kar, dolu, 3- Hastalık, 4- İhtiyaç ve meşguliyet.

1-) YoLcuLuk.:
Hanefîler dışındaki çoğunluk âlimler, yolculuğu bir mâzeret kabul ederek, yolculukta cem‘ yapılmasını câiz görmüşlerdir. Ancak bazı ayrıntılarda aralarında görüş ayrılığı vardır. Buna göre Mâlikîler, cem‘ yapmanın câiz olabilmesi için yolculuğun yorucu bir yolculuk olmasını şart koşarken, Şâfiîler ve Hanbelîler, yorucu olup olmamasına bakılmaksızın yolculuğun her hâlükârda cem‘ için bir mâzeret olduğunu söylerler.
Bu noktada Şâfiîler, Mâlikîler'in ve Hanbelîler'in aksine, ayrı bir şart ileri sürerek, cem‘ yapmayı câiz kılan yolculuğun, herhangi bir yolculuk değil, namazların kısaltılmasını câiz kılan nitelik, süre veya mesafedeki yolculuk olduğunu söylerler. Bu arada yolculuğun türüne ve amacına bağlı olarak da bazı görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Kimi Mâlikîler, deniz yolculuğunu da sefer hükmünden istisnâ etmişlerdir.

2-) Yağmur, Kar, DoLu.:
Yağmur, şiddeti konusundaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî Mezheblerinde, yolcu olmayan (mukim) kişiler için bir mâzeret kabul edilmiş ve böyle günlerde namazın cem‘i belli şartlarla câiz görülmüştür. Mâlikîler ve Hanbelîler, sâdece akşam ile yatsının mescidde cem‘-i takdîm olarak cemedilmesini câiz görürken, Şâfiîler buna öğle ve ikindinin cem‘ini de ilâve etmişlerdir. Bu ve benzeri sebebler, evde değil, sâdece mescidde cemaatle birlikte cem‘ yapmayı câiz hale getirir.
Şâfiîler, yerlerin çamurlu olmasını cem‘ yapmayı câiz kılan mâzeret kabul etmezken, Hanbelîler bunu bir mâzeret saymış, Mâlikîler ise cem‘in câiz
olabilmesi için çamurla birlikte zifiri karanlık durumunun bulunmasını şart koşmuşlardır..

3-) Hastalık.: Mâlikîler'e göre hasta bir kişi, ikinci bir namazın vaktine kadar durumunun namaz kılamayacak derecede kötüleşeceğinden veya bayılacağından endişe ediyorsa, cem‘ yapabilir. Hanbelîler de hastalık sebebiyle meşakkat söz konusu olduğunda cem‘i câiz görmüşler ve emzikli kadını, istihâze kanı gören kadını, özür sâhibi kişileri ve her vakit için abdest almaktan âciz olan kişileri de aynı hükümde tutmuşlardır. Şâfiîler'e göre ise hastalık sebebiyle cem‘ câiz değildir.

4-) İhtiyaç, Meşguliyet ve Sıkıntı.:
İhtiyaç ve sıkıntı sebebiyle cem‘ genelde câiz görülmemiştir. Cem‘ konusunda en geniş görüşe sahip olan Hanbelî Mezhebinde sıkıntı ve meşguliyetin cem‘i câiz kılacağı söylenmektedir. Hanbelî fâkihi Ebû Ya‘la'nın bu hususta getirdiği ölçü şudur: "Cum’anın ve cemaatle namazın terkedilmesini câiz kılan her sebeb, cem‘i de câiz kılar". İbâzî Mezhebine göre ise, namazın vaktinde kılınmasında sıkıntı doğuran her mâzeret cem‘ için bir sebeb teşkil eder. İbn Sîrîn, İbn Şübrüme, Eşheb gibi ünlü âlimler ve bazı Şâfiî fâkihleri, bir sebeb olmaksızın cem‘ yapılmasını da -itiyat haline gelmemesi şartıyla- câiz görmüşlerdir. Saîd b. Müseyyeb'in de bu yönde bir fetvâsı bulunmaktadır.

Mezheblerin cem‘ konusunda görüş ayrılığına düşme sebebleri üç noktada toplanabilir.:

1-) Namazlarınvakitlerini tâyin eden hadisler yanında, cem‘ konusunda birbiriyle çelişir gözüken haberlerin bulunması. Bu durumda kimi âlimler, cem‘ konusundaki haberlerin, vakitlemeye ilişkin hadisleri tahsis ettiğini ileri sürerek cem‘i câiz görürken, kimileri de cem‘ konusundaki haberleri te’vil ederek cem‘e karşı çıkmışlardır.

2-) Arafat ve Müzdelife'de cem‘ yapmanın meşrûluğunda ittifâk vardır. Diğer zaman ve yerlerdeki namazın buna kıyas edilip edilmeyeceği tartışma konusu olmuştur. Bu kıyası câiz görenler, cem‘i de câiz görmüşlerdir.

3-) Namazların müşterekvakitleri olup olmadığı noktasındaki tartışma da, cem‘ konusundaki görüş ayrılığının önemli bir nedeni olmuştur. bellidir ve herkes tarafından kabul edilmektedir. Ca‘ferî Mezhebinin vakit anlayışı, Ehl-i Sünnet'ten farklı olup, olağan durumlarda bile cem‘e imkân veren bir şekildedir. Şiîler genelde cem‘ yaparak namaz kıldıkları için, onların namazı üçe indirdiği zannedilir.

Burada cem‘i câiz görenlerin ve câiz görmeyenlerin gerekçelerini tartışmayacağız. Hanefîler iki yer dışında cem‘i kabul etmemiş, diğer mezhebler
belli mâzeretler sebebiyle cem‘i kabul etmişlerdir. Hanefî Mezhebinin görüşü, teorik olarak daha tutarlı ve savunulabilir olmakla birlikte, günümüzde cem‘in yapılmasının namaz kılanlara sağlayacağı birtakım kolaylıklar bulunmaktadır. Cem‘ yapmak sonradan ortaya çıkmış, uydurulmuş bir uygulama değildir. Nitekim Arafat ve Müzdelife'de cem‘ yapılacağını bütün mezhebler söylemektedir. Bunun yanında Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in çeşitli zamanlarda ve çeşitli durumlarda iki namazı birleştirerek bir vakitte kıldığı yönünde rivâyetler bulunmaktadır. Gerek Arafat ve Müzdelife'deki cem‘in, gerekse öteki rivâyetlere göre çeşitli zamanlarda yapılan cem‘in gerekçesi ve hikmeti namaz kılanlara kolaylık sağlanmasıdır. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in, korku ve yolculuk durumu olmaksızın da öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birlikte kıldığına dâir rivâyetler bulunduğu gibi (Muvatta, I, 144; Müslim, “Salâtü'lmüsâfirîn”, 49), bazı sahâbîlerin de cem‘ yaptığı nakledilmektedir.

Cem‘in Arafat ve Müzdelife dışında câiz olmadığını savunan Hanefîler ise büyük ölçüde, namazların belli vakitlere göre belirlendiğini bildiren âyetlere (el-Bakara 2/238; en-Nisâ 4/103) ve Cibrîl'in peş peşe iki gün Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e imamlık yaparak namazların ilk ve son akitlerini göstermesine dayanmışlardır. Bu âyetler ve bu rivâyet, her bir namazın kendine özel bir vakti bulunduğuna ve bu vaktin öncesine veya sonrasına alınmasının câiz olmadığına delâlet etmektedir. Hanefîler ayrıca, namazın kasden geciktirilerek vaktinin çıkmasına yol açmayı tehditli ifâdelerle yasaklayan hadislere ve İbn Mes‘ûd'dan gelen mukabil rivâyetlere de tutunmuşlardır.
Namaz için özel vakitler konulmuş ve bu vakitler namazın vücûbu için sebeb kılınmıştır. Kur’ÂN'da mücmel olarak belirtilen vakitler, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem tarafından belirlenmiş ve Namaz Vakitleri tevâtürle sabit olmuştur; tevâtürle sabit olan bir şeyi de haberi vahidle terketmek kesinlikle câiz değildir. Şu kadar ki, namaz vakitlerini fiilî olarak uygulayan ve belirten Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem olduğu gibi, cem‘in meşruiyetini söz ve fiili ile belirten de odur. Sünnetin bir kısmı alınıp bir kısmı atılamayacağına göre, bunların arasını uzlaştırmak gerekir. Buna göre, olağan ve normal durumlar için beş vakit namazın vakitlerine titizlikle uyulması kuraldır. Ancak bazı özel durumlarda, ihtiyaç ve zaruret sahiplerine de cem‘ ruhsatı tanınmış olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Cem‘, bir ruhsat ve kolaylaştırmadır; gerektiğinde bu ruhsattan istifâde edilmelidir. Sünnî fıkıh Mezheblerine göre kural, her namazın kendi özel vaktinde kılınmasıdır. Ancak geçerli bir mâzeretin olması durumunda cem‘ yapılabilir. Namaz dinin direği kabul edildiği için, hiçbir mâzeret nedeniyle terkine izin verilmemiş, fakat kılınabilmesi için birtakım kolaylıklar getirilmiştir. Bu bakımdan olağan dışı durumlarda, alışkanlık haline getirmemek kaydıyla ve belirli şartlarla cem‘ yapılabilir. Namazı vaktinde kılmalarında bir sıkıntı ve güçlük söz konusu olan kişilerin, kendi durumlarını yukarıdaki bilgi ve ruhsatlar çerçevesinde değerlendirerek netice i’tibariyle ALLAH'a karşı şahsî sorumluluğunu ilgilendiren bu konuda kendilerinin karar vermesi en uygun olan yoldur. Ayrıca bilinmelidir ki, cem‘-i takdîm veya cem‘-i te’hîr yapmak, namazın amacının gerçekleşmesi bakımından, namazın kazâya kalmasından daha uygun bir çözüm olarak görünmektedir.
Cem‘ Yaparken Dikkat Edilecek Hususlar Sabah Namazı hiçbir şekilde cemedilemez. Cem' yalnızca öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı arasında olabilir.
Şayet cem‘-i takdîm yapılacaksa, meselâ öğle ile ikindi, öğlenin vaktinde birlikte kılınacaksa, Öğle Namazına başlarken cem‘ yapmaya niyet etmek gerekir. Kimilerine göre, birinci namazı bitirmedikçe de niyet edilebilir. Cem‘-i tehîrde ise, birinci namazın vakti içerisinde cem‘ yapmaya niyet etmek gerekir. Aksi takdirde, namazı vaktinden sonraya ertelemiş olur ki bu haramdır.
Cem‘-i takdîmde, sırayı gözetmek (tertibe riayet etmek) gerekir. Öğle ile ikindi cem‘ ediliyorsa önce öğle, sonra ikindi kılınmalıdır. Cem‘-i te’hîrde ise sıraya riayet edilmezse Hanbelîler'e göre sahih olur; Şâfiîler'e göre de sahih olmakla birlikte ikinci namaz kazâ olarak kılınmış olur.
Cem‘ yapılırken, iki namazın ara vermeksizin peşi peşine kılınması (muvâlât) gerekir. Mâlikîler, birlikte kılınan iki farzın arasına nâfile katmayı
dahi uygun görmemişlerdir. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre eğer cem‘ birinci namazın vaktinde yapılıyor (cem‘-i takdîm) ise, peş peşelik şarttır; ikinci namazın vaktindeki yapılıyor ise bu şart değildir. İki namaz arasında verilebilecek aranın belirlenmiş bir miktarı olmayıp, abdest alacak ve kamet getirecek kadar bir süre olduğu söylenmektedir.
Akşam ile yatsının cem‘-i takdîm olarak birlikte kılınması durumunda Vitir Namazının ne olacağı konusunda da ağırlıklı görüş, bunun Yatsı Namazına tâbi olduğu ve dolayısıyla Yatsı Namazı kılındıktan sonra kılınabileceği yönündedir.

Resim
D-) KORKU NAMAZı.:

Kur'ÂN-ı Kerîm’de Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in cephede namazı nasıl kıldıracağına ilişkin ayrıntılı açıklama getiren bir âyet ve bu konuda Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in uygulamasının bulunması sebebiyle fıkıh kitaplarında ve buna bağlı olarak ilmihâl kitaplarında "korku namazı" adıyla bir bahis açılmıştır. Namazların kısaltılması hükmünü getiren âyetin (en-Nisâ 4/101) hemen devamındaki bu âyette Yüce ALLAH, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e hitaben şöyle buyurmaktadır.:
"Sen aralarında olup onlara namaz kıldıracağın vakit, onların bir kısmı seninle namaza dursun ve silâhlarını da alsınlar. Secdeyi tamamladıkları zaman bunlar arkaya geçsinler; namaz kılmamış olan öteki grup gelsin ve seninle namaz kılsınlar; bunlar da silâhlarını alsınlar, tedbiri elden bırakmasınlar. Kâfirler sizi gafil avlamak için fırsat kolluyorlar ..." (en-Nisâ 4/102).
Bu âyetin hükmünün devam edip etmediği konusunda âlimler farklı görüşlere sahiptirler. Fâkihlerin çoğunluğu bu âyetin hükmünün devam ettiğini, dolayısıyla böyle bir savaş durumunda aynı hükmün uygulanabileceğini ve âyetin önerdiği kılınış usulünün, aynı zamanda cemaatle namaz kılmanın önemini vurgulamayı amaçladığını ileri sürerler. Ebû Yûsuf'un da içlerinde bulunduğu bazı âlimler, bu hükmün Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e has olduğunu ve günümüze hitab etmediğini söylemişlerdir. Âyetin üslûbu yanında, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'le birlikte, onun cemaati olarak namaz kılma şeref ve fazileti ve sahâbenin bu konudaki iştiyakı da dikkate alınacak olursa, korku namazı denilen bu özel namaz kılma biçiminin sâdece o döneme ait olduğu şeklindeki görüşün daha tutarlı olduğu söylenebilir.
Fâkihlerin çoğunluğuna göre korku namazı, düşman saldırısı gibi ciddî bir tehlike anında cemaatin iki gruba ayrılarak, imamın arkasında farz bir namazı nöbetleşe kılmalarıdır. İki rek‘atlı bir namazın ilk rek‘atını, dört rek‘atlı bir namazın ilk iki rek‘atını imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden veya ilk oturuştan sonra cemaatten ayrılıp görev başına gider, ikinci grup gelerek imamla birlikte kalan rek‘atları tamamlar ve göreve döner. İmam kendi başına selâm verir. Daha sonra da birinci grup kıraatsiz, ikinci grup kıraatli olarak nöbetleşe namazlarını tamamlar, böylece hem cemaatle namaz ifâ edilmiş, hem de görev aksatılmamış olur..


*
**
****


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim Ş... AHMET...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim
XV.=>NAMAZLARIN KAZÂSI.:

Bir namazı vaktinde kılmaya edâ, vaktinden sonra kılmaya kazâ denir. Vaktinde kılınamayan namaza “fâite” çoğulu “fevâit” denir ki, vakti içinde yakalanamamış namaz anlamındadır. Vaktinde kılınamamış namazı ifâde için "kaçmış" anlamındaki “fâite” kelimesinin kullanılmış olması, bir müslümanın namazı kasden terketmeyeceğini, vakti içinde edâ edeceğini, ancak uyuma ve unutma gibi elde olmayan nedenlerle namazın "kaçmış" olabileceğini hissettirmesi bakımından mânidar bir seçimdir.

A-) SeBeBLeR.:
Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir mâzeret olmaksızın tembellik ve ihmal yüzünden bile bile namazı vaktinde kılmayan kimse günahkâr olur. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, uyuyakalma ve unutmayı bir mâzeret kabul etmiş ve bu iki sebebden biriyle bir namazın vaktinde kılınamaması durumunda, hatırlanıldığı vakit kılınmasını söylemiştir. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bu husustaki ifâdesi şöyledir.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:"Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamaz ise, hatırladığı vakit o namazı kılsın; o vakit, kaçırdığı namazın vaktidir" buyurmuştur.
(Buhârî, Mevâkit”, 37; Müslim, Mesâcid”, 314-316).

Hadîs-i Şeriflerde genel olarak namazın sâdece uyku ve unutma durumunda, vaktinin haricinde kılınabileceği üzerinde durulmuştur. Bazı bilginler bu iki mâzeretin sınırlayıcı olduğunu düşünerek, tembellik ve ihmal yüzünden bilerek ve farkında olarak namazın kılınmaması durumunda, bu namazı kazâ etmenin gerekmediği kanaatine varmışlar ve namazı farkında olarak vaktinde kılmayanların, o namazı kazâ etme haklarının olmadığını, tövbe ve istiğfar etmeleri gerektiğini öne sürmüşlerdir. Zâhirîler'den İbn Hazm ve daha birkaç bilgin bu görüştedir. Bu görüş sâhibleri, namazın kendi vaktinde kılınmasının önemini, bu hususa titizlik göstermek gerektiğini ve namazı ihmal ve tembellik sebebiyle bilerek vaktinde kılmamanın içten yapılacak tövbe dışında, telâfi edilemez bir günah olduğunu vurgulamışlardır.
Ancak Hanefîler'in de içinde bulunduğu büyük çoğunluğu oluşturan fâkihlere göre; uyku veya unutma gibi insanın iradesini elinden alan bir özür nedeniyle bir namazı kazâ etmek gerekince, bilerek kılmama halinde haydi haydi kazâ gerekir. Bu görüş sâhibleri de, namazı kazâya bırakmanın büyük bir günah olduğunu, bundan dolayı tövbe etmek gerektiğini söylemişler, fakat namaz müslümanın ALLAH'a karşı olan bir borcu olduğu için, bunu gecikmeli de olsa ödemek durumunda olduğunu dikkate almışlar ve kazâyı bir telâfi yolu olarak görmüşlerdir. Bu durumda kişi, namazı vaktinde kılmadığı için günahkâr olmuştur, fakat daha sonra kazâ ettiği için, namazı terketme günahından kurtulmuş veya bu günahının affedilmesi yönünde önemli bir adım atmıştır.

Vaktinde kılınamamış olan beş vakit Farz Namazın kazâsı farz, Vitir Namazının kazâsı ise vâcib olur. Sünnet namazlar, kural olarak, kazâ edilmez.
Bununla birlikte bazı durumlarda, başka bir namazın vakti girmediği sürece kazâ edilebilir. Meselâ Sabah Namazının farzı ile birlikte sünneti de vaktinde kılınmamışsa, o günün Öğle Namazı vaktinden önce farz ile birlikte kazâ edilir. Yine, Öğle Namazının ilk sünneti cemaatle farza yetişmek için
terkedilecek olsa, farzdan sonra kazâ edilebilir. Kazâya kalan ilk sünnetin, farzdan hemen sonra, son sünnetten önce kazâ edileceği görüşü fetvâya esas olmuştur. Bununla birlikte son sünnetten sonra kazâ edilebileceği görüşü de vardır. Böylece hem bir sünnet vakti içinde iki defâ geri bırakılmamış hem de son sünnetin yeri değişmemiş olur. Namazın tertibinin iki defâ değişmemesi için bunu uygun görenler de vardır. Cum’a Namazının ilk dört rek‘at sünneti hakkında da bu öne alma veya geriye bırakma uygulaması geçerlidir. Terkedilen diğer sünnetler kazâ edilmez. Başlandıktan sonra her nasılsa tamamlanmadan yarıda kesilen veya bozulan herhangi bir Nâfile Namazın kazâsı gereklidir ve bu konu sünnetlerin kazâsı konusuyla ilgili değildir. Meselâ Öğle Namazının son sünnetine başlamış olan kimse cenâze namazını kaçırmamak için bu sünneti yarıda bıraksa, başlanmış bir nâfile ibâdetin tamamlanması gerektiği için, bu iki rek‘at sünneti kılması sünnet olmaktan çıkar, vâcib haline gelir.

Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir özür olmaksızın namazın vaktinde kılınmayıp kazâya bırakılması büyük günahtır ve namazı kazâ etmek bu günahı kaldırmaz. Kaçırılan namazı kazâ etmek, namazı terketme günahını kaldırır, fakat vaktinden sonraya bırakma günahını kaldırmaz. Bunun için ayrıca tövbe ve istiğfar etmek gerekir. Meşrû bir mâzeret sebebiyle namazın kazâya kalması veya bırakılması günah olmaz. Düşman korkusu veya, bir ebenin doğum yapacak kadının başından ayrılması halinde çocuğun veya annesinin zarar göreceğinden korkması meşrû birer mâzerettir..

Nitekim Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Hendek Savaşı’nda namazlarını tehir etmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd'un bu olaya ilişkin anlatımı şöyledir.: "Müşrikler, Hendek Savaşı’nda Resûlullah'ı dört vakit namaz kılmaktan alıkoydular. Nihâyet, gecenin ALLAH'ın bildiği kadar bir kısmı geçtikten sonra Bilâl ezân okudu ve kâmet getirdi; Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ikindiyi kıldırdı; sonra Bilâl kâmet getirdi, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Akşam Namazını kıldırdı; sonra kâmet getirdi,
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Yatsı Namazını kıldırdı" (Buhârî, Mevâkit, 36, 38; Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 535).

Bunu mâzeret sebebiyle ikiden fazla namazın cem‘i olarak da değerlendirmek mümkündür ve bu örnek saatlerce süren ameliyatlarda doktorlar için bir ruhsat kapısı oluşturmaktadır. Uyku ve unutma gibi bir özür sebebiyle namazı geçen kimse günahkâr olmaz.

Çünkü Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, uyku sebebiyle namazı kılamadıklarından şikâyet edenlere şöyle demiştir.: "Uyku ihmal değildir. İhmal ancak uyanıklık halinde olandır. Sizden biri namazını unutur veya uyku yüzünden kılamazsa, hatırladığı zaman onu kılsın!."
(Müslim, Mesâcid, 311; Ebû Dâvûd, Salât, 11).
Ancak namazı kaçırmamak için vaktinde uyanmak üzere tedbir almak elbetteki uygun olur.

Hayız ve nifâs hallerinde kadınlardan namaz borcu düşer. Yâni kadınlardan bu hallerinde namaz kılmaları istenmediği gibi, bu halde iken kılmadıkları namazları daha sonra kazâ etmeleri de istenmemiştir.
Beş vakit namaz süresince ve daha fazla devam eden akıl hastalığı veya bayılma yahut koma halinde namaz borcu düşer. Ancak bu durumlar beş vakit ve daha az bir müddet devam ederse bakılır: Ayıldığı zaman abdest alıp, İftitah Tekbiri alacak kadar bir zaman kalmışsa o vaktin namazını kazâ etmesi gerekir.
Dinden dönmüş (mürted) kişinin, irtidad süresince veya daha önce kılmadığı namazları kazâ etmesi gerekmez. Daha önce hac yapmışsa, yeniden bu görevi edâ etmesi gerekir. Müslüman toplumların dışında başka bir toplumda İslâm'a giren, yâni yabancı bir ülkede müslüman olan kimse namazın farz olduğunu ve nasıl kılındığını öğreninceye kadar mâzur sayılır. Çünkü böylesi bir durumda bazı emir ve yasakların ayrıntılarını bilmemek mâzeret kabul edilir.

B-) İFÂ ŞEKLİ.:
Hanefîler'e göre kazâya kalmış bir namaz, vakti içinde nasıl edâ edilecek idiyse daha sonra kazâ edilirken o şekilde kılınır. Meselâ seferde iken dört rek‘atlı bir namazı kaçıran kimse bunu ister seferde isterse aslî vatanına döndükten sonra kazâ etsin, iki rek‘at olarak kılar. Aynı mantığın gereği olarak, normal zamanda kazâya kalmış olan dört rek‘atlı bir namazı sefer esnâsında kazâ edecek olan kişi de sefer haline bakılmaksızın bu namazı dört rek‘at olarak kaza edecektir.
Şâfiî ve Hanbelîler'e göre kazâ namazı kılınırken, kazânın yapılacağı yer ve zaman dikkate alınır. Seferî olan kimse kazâya kalmış dört rek‘atlı namazı iki rek‘at olarak kazâ eder. Bu namazın seferde veya ikâmet halinde iken kazâya kalmış olması, hükmü değiştirmez. Seferde kazâya kalan namaz da, ikâmet halinde kazâ edilince dört rek‘at olarak kılınır. Çünkü kısaltmanın sebebi olan yolculuk kalkmıştır.

Namazlar kazâ edilirken gizli okunacak namazda kıraat gizli yapılır.
Açıktan okunacak namazı imam kıldırırsa açıktan okur; tek başına kılınırsa açık veya gizli okumak tercihe kalmıştır.
Namazı kazâ edecek kişi tertib sâhibi ise, yâni o zamana kadar altı vakit veya daha fazla namazı kazâya kalmamış bir kimse ise, kazâ namazı ile namazı kazâ etmeden diğerlerini kılabilir.
Tertib Sâhibi olan /kazası olmayan namazlarını sürekli kılan bir kimsenin bir Farz Namazını veya Ebû Hanîfe'ye göre vâcib olan Vitir Namazını özürsüz yere veya hayız, nifâs gibi namazı düşüren nitelikte olmayan bir özür sebebiyle vaktinde kılmamış olması halinde bu namazı ilk vakit namazından önce kazâ etmesi gerekir. Meselâ tertib sâhibi kimse Sabah Namazı vaktinde uyuyup kalsa bu namazı öğle namazından önce kazâ etmesi gerekir. Eğer Öğle Namazını önce kılarsa sıra gözetilmediği için bu namaz İmam Muhammed'e göre fâsid olur. Ebû Yûsuf'a göre ise namaz fâsid olmaz, fakat farzlıktan çıkıp nâfileye dönüşmüş olur. Ebû Hanîfe'ye göre ise bu namazın sıhhati askıdadır. Şöyle ki, kişi bundan sonra o Sabah Namazını kazâ etmeden beş vakit namazını daha edâ edecek olursa bu altı vaktin hepsi de sahihe dönüşür. Fakat böyle beş vakit namazını kılmadan kılamadığı o Sabah Namazını kaza ederse arada kılmış olduğu Vakit Namazları fâsid olup yeniden kılınmaları gerekir.
Tertib Sâhibinin sıra gözetmesinin delili.:
Resûlullah'ın Hendek Savaşı’nda dört vakit namazı kılamayınca bunları sıraya koyarak ve vakit namazından önce kılmasıdır. İbn Ömer'in.: "Sizden her kim bir namazı kılamaz da, ancak imamla birlikte namaz kılarken hatırlarsa namazını tamamlasın. Bundan sonra unuttuğu namazı kılsın. Sonra da imamla birlikte kıldığı namazı iâde etsin." (Zeylaî, Nasbü'r-râye, II, 62) şeklindeki ifâdesi de bu konudaki dayanaklardan biridir.

Tertib, üç durumda düşer.:
1-) Kazâya kalan namazların sayısının vitir dışında altı vakit ve daha fazla olması.
2-) Vaktin hem kazâ hem de vakit namazı kılmaya yetmeyecek kadar sıkışık ve dar olması.
3-) Vakit namazının kılınışı sırasında kazâya kalmış namazı olduğunun hatırlanmaması.
Tertib düştükten sonra, kazâ için belirli bir vakit kalmaz; mekruh vakitler dışında istediği zamanda kazâ namazı kılınabilir. Mekruh vakitlere girmemesi şartıyla, Sabah Namazından ve İkindi Namazından sonra da kazâ kılınabilir.

Kazâya kalmış namazları kazâ ile meşgul olmak, Nâfile Namaz kılmaktan önemli ve önceliklidir. Hanefî Mezhebinde tasvib edilen görüşe göre,
Vakit Namazlarıyla birlikte kılınan düzenli nâfileler (Revâtib Sünnetler) bunun dışındadır. Yâni Revâtib Sünnetlere de riâyet gösterilmeli ve bu sünnetler, kazâ namazı kılmak gerekçesiyle terkedilmemelidir. Fakat üzerinde kazâ namazı bulunan kimselerin bunlar dışında teheccüd, tesbih gibi diğer Nâfile Namazları kılması uygun değildir.
Üzerinde çok sayıda kazâ namazı bulunan, meselâ namaza geç yaşlarda başlamış olan kişi, geçmiş namazları kazâ ederken.: "Vaktine yetişip de kılamadığım ilk sabah /ilk öğle /ilk ikindi /ilk akşam /ilk Yatsı Namazını kılmaya." şeklinde niyet edebileceği gibi.: "Vaktine yetişip de kılamadığım son sabah … namazını kılmaya" şeklinde de niyet edebilir. Böylece hangi namazı kazâ ettiği bir ölçüde belirli (muayyen) hale gelmiş olur.


Resim
XVI.=> SECDELERLE İLGİLİ MESELELER.:

A-) SEHİV SECDESİ.:
Sehiv "yanılma, unutma ve dalgınlık" gibi anlamlara gelir. Buna göre Sehiv Secdesi, yanılma, unutma veya dalgınlık gibi durumlar yüzünden namazın vâciblerinden birini terk veya tehir etme durumunda, namazın sonunda yapılan secdelere denilir. Sehiv Secdeleri sâyesinde namazda meydana gelen kusur ıslah edilmiş, eksiklik telâfi edilmiş olur. Namaz esnâsında pür dikkat olmak ve titiz davranmak esas olmakla birlikte, çeşitli nedenlerle insanlar namazlarında yanılabilirler. Peygamberimiz bu tür durumlarda, namaz kılan kişinin "ALLAH’ın Huzurunda saygısızlık ettim, kusur işledim" diyerek kendini suçlamasının ve karamsarlığa düşmesinin önüne geçerek onu rahatlatmak, vesveseden kurtarmak ve her yanılmada namazı yeni baştan kılma sıkıntısının önüne geçmek maksadıyla, aslî olan bir farzın terkedilmediği durumlarda bir telâfi ve düzeltme mekanizması olarak Sehiv Secdesi uygulamasını öngörmüştür. Bununla birlikte unutmamalı ki, bir kimsenin tedâvi imkânı var diye sağlığını koruma konusunda dikkatsizlik göstermesi nasıl uygunsuz bir davranış ise, telâfi imkânı var diye de namazda gevşek davranmak da öyle, hatta daha da uygunsuz bir davranıştır.
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in Sehiv Secdesinin anlamına ve amacına ilişkin olarak söylediği sözlerden ikisi şöyledir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Biriniz namazında şüpheye düşerse doğrusunu araştırsın ve namazını kanaatine göre tamamlasın, sonra selâm versin ve Sehiv Secdesi yapsın" buyurmuştur.
(Buhârî, Salât, 31).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Biriniz namazı dört rek‘at mı yoksa üç rek‘at mı kıldığında şüpheye düşerse, şüpheyi atsın ve yakînen bildiğine göre davranıp namazını tamamlasın. Selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş kılmış ise bu secdeler namazına şefâatçi olur, eğer namazını tam kılmış ise bu secdeler şeytanın uzaklaştırılmasına vesîle olur" buyurmuştur.
(Buhârî, Sehv, 6-7).

Sehiv Secdesini gerektiren bir durum bulununca bu secdenin yapılması Hanefîler'e göre vâcibdir. Sehiv Secdesi gerektiği halde bunu yapmayan kişi günah işlemiş olur; fakat namazı bâtıl olmaz. Mâlikî ve Şâfiîler'e göre Sehiv Secdesi namazın sünnetlerinden bir veya birkaçının terkedilmesi durumunda yapıldığı için, Sehiv Secdesi yapmak sünnettir. Hanbelîler'e göre ise Sehiv Secdesi duruma göre bazan vâcib, bazan sünnet, bazan da mubah olur. Meselâ namazın bir sünnetini terketmekten dolayı Sehiv Secdesi yapmak mubahtır.

a-) Sehiv Secdesinin Yapılış Biçimi.:
Son oturuşta "Tahiyyât" DUÂsı okunup iki yana selâm verildikten sonra iki secde daha yapılır ve oturulur. Bu oturuşta =>“Tahiyyât DUÂsı”, "salâvât (Salli ve Bârik)" ve "Rabbenâ âtinâ" DUÂsı okunarak, her zamanki gibi önce sağa sonra sola selâm verilir. Son oturuşta, Sehiv Secdesi öncesinde her iki tarafa selâm verileceği görüşü, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a aittir. İmam Muhammed'e göre ise, sâdece sağ yanına selâm verdikten sonra Sehiv Secdesini yapar. Sonraki Hanefî âlimler, imamın Sehiv Secdesi için iki yanına selâm vermesi durumunda cemaatten birinin namazı bozacak bir iş işlemesinin veya namaz bitti zannıyla dağılmalarının mümkün olduğu gerekçesiyle, İmam Muhammed'in görüşünün imam olan kişi için, diğer ikisinin görüşünün ise tek başına namaz kılan için münâsib olduğunu belirtmişlerdir. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre Sehiv Secdesi selâmdan hemen önce yapılır.
Zâhir rivâyette Şâfiî ile Hanefî İmamlar arasındaki görüş ayrılığının fazilet ve evleviyet bakımından olduğu söylenirken, nevâdir kitaplarında bu görüş ayrılığının câizlik (cevaz) noktasında olduğu söylenmektedir. Görüş ayrılığının fazilet noktasında olması durumunda, Hanefî İmamlara göre Sehiv Secdesini selâmdan sonra Şâfiî'ye göre ise selâmdan önce yapmak daha uygun ve faziletlidir (evlâ). Fakat görüş ayrılığının cevaz noktasında olması durumunda ise, Hanefî İmamlara göre Sehiv Secdesini selâmdan sonra yapmak gerekir, selâmdan önce yapılması câiz değildir. Sehiv Secdesi selâmdan önce yapılacak olursa, selâmdan sonra secdelerin tekrarlanması gerekir.
Şâfiî'ye göre ise Sehiv Secdesi selâmdan önce yapılmalıdır, selâmdan sonra yapılırsa, sehiv geçersiz sayılır.
İmam Mâlik'e göre ise, Sehiv Secdesi namazda ziyâde bir fiil işlemek yüzünden yapılacaksa selâmdan sonra, bir noksanlık yüzünden yapılacaksa selâmdan önce yapılır. Hem bir fazlalık hem de bir eksiklik yüzünden yapılacaksa, bu durumda Sehiv Secdesi selâmdan önce yapılır. Namazda noksanlık yapmak, namaz içindeki bir Müekked Sünneti veya en az iki gayr-i Müekked Sünneti terketmek durumunda olur. Namazda ziyâde yapmak ise, namazın cinsinden olsun veya olmasın namazı bozmayacak kadar az bir fiil ilâve etmek durumunda söz konusu olur. Meselâ namazın rükünlerinden rükû’ ve secde gibi bir fiilin fazladan yapılması namazda fazlalık yapmak olur.
Sehiv için yapılacak iki secde vâcib olduğu gibi, secdeden sonraki oturuşta Tahiyyât okumak ve selâmla çıkmak da vâcibdir. Sehiv Secdesi yapması gereken kişinin, Salâvât DUÂsını (Salli ve Bârik), namaz oturmasında mı yoksa Sehiv Secdesi oturmasında mı okuyacağı konusunda iki görüş bulunmaktadır. Hanefî fâkihlerinden Kerhî'ye göre salâvât DUÂsı, Sehiv Secdesi ka‘desinde okunur. Tahâvî'ye göre ise, selâm bulunan her ka‘dede, salâvât DUÂsının okunması gerekir.
Kerhî'nin görüşü daha sahih, Tahâvî'nin görüşü ise daha ihtiyatlı görülmüştür. Bir kısım âlimlere göre, imam hakkında Kerhî'nin görüşü evlâdır; çünkü imam tezce selâm verince halk imamın Sehiv Secdesi yapacağını sezer ve dikkatli davranır. Münferid hakkında ise Tahâvî'nin görüşü evlâdır.
Sehiv Secdesi imam için ve tek başına namaz kılan kişi için söz konusudur. İmamın sehvi yâni yanılması, kendisi hakkında asaleten, kendisine uyan cemaat hakkında tebean Sehiv Secdesini gerektirir. İmama uymuş bulunan kişi (muktedî), imam Sehiv Secdesi yaptığında onunla birlikte yapar, kendisi Sehiv Secdesini gerektiren bir şey yapmışsa bundan dolayı Sehiv Secdesi yapmaz. İmam Sehiv Secdesini gerektiren bir şey yaptığı halde sehiv secdesi yapmazsa muktedî de yapmaz.

b-) Sehiv Secdesini Gerektiren DurumLar.:
Bilindiği gibi namazın kıraat, rükû’ ve secde gibi farzları, Fâtiha okumak ve ardından başka bir sûre eklemek (zamm-ı sûre), tertibe riâyet etmek gibi vâcibleri ve ka‘delerde salâvât okumak gibi sünnetleri bulunmaktadır. Namazın tam ve mükemmel olabilmesi için bunların hepsine riâyet etmek, namazın gereklerini tam ve yerli yerinde yapmaya çalışmak ve tam kalb huzuru içinde namaz kılmaya özen göstermek gerekir. Bununla birlikte çeşitli nedenlerle bu şartlara riâyetsizlik söz konusu olabilir. Bu bakımdan riâyetsizlik söz konusu olabilecek fiilleri ve riâyetsizlik durumunda ne yapılmak gerektiğini bilmek önem arzeder.
Namazda riâyetsizlik edilmesi yâni terkedilmesi söz konusu olabilecek fiil ya Farz ya Vâcib ya da Sünnettir. Bunlardan her birinin terkedilmesinin hükmü farklıdır. Şimdi bunların terkedilmesinin hükümlerini ayrı ayrı görelim.:

1-) Namazın Farzları’ndan birinin terkedilmesi durumunda, bu farzın namaz içinde telâfi (tedârik) edilmesi mümkün ise, farz olan bu fiilin namaz içinde kazâ edilmesi gerekir. Kazâ yoluyla telâfinin mümkün olduğu durumların her birinde Sehiv Secdesi yapmak gerekir. Namaz içinde kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkün olmayan durumlarda, namazın farzlarından birinin terkedilmesi sebebiyle oluşan eksiklik Sehiv Secdesiyle giderilemez. Namaz fâsid olur ve yeniden kılınması gerekir (Terkedilmiş farzın namaz içinde kazâ edilebileceği durumlar aşağıda gösterilmiştir).:

2-) Namazın Sünnetlerinden birinin veya birkaçının terkedilmesi durumunda bir şey yapılmaz. Sünnetler, namazın rükünlerinden olmadığı için terkedilmesi durumunda namazda bir eksiklik olmaz ve Sehiv Secdesi yapmak gerekmez.

3-) Namazın Vâciblerinden birinin terkedilmesi ise Sehiv Secdesini gerektirir. Sehiv Secdesini gerektiren durumlar sayılırken, farzın tehir edilmesi, vâcibin terk ve tehir edilmesi diye sayılan üç ayrı durum esasında bir tek duruma râcidir. Şöyle ki, namazın farzlarından ve vâciblerinden her birini yerli yerinde, zamanında, hakkını vererek ve tertibini bozmadan yapmak vâcibdir. Buna göre, namazın farzlarından veya vâciblerinden biri tehir edildiği zaman namazın vâciblerinden biri terkedilmiş olacağından, Sehiv Secdesi yapmanın bir tek sebebi vardır, o da bir vâcibin terkedilmesidir. Bu bakımdan namazın farzlarından birini tehir etme yâni yapılması gereken yerden geriye bırakma durumu da bir vâcibin terkedilmesi anlamına gelmekte ve bu durumda farzın tehiri ve vâcibin terki yüzünden Sehiv Secdesi yapmak gerekmektedir. Yine namazın fiillerinden birini yeri değilken fazladan yapmak da vâcibin terki sayılır.
Namazın önemini ve anlamını bilen ve bunu inanarak yerine getiren bir kimsenin namazın vâciblerinden birini kasden terketmesi düşünülemez. Bununla birlikte, fâkihler, her türlü ihtimali göz önüne alarak vâcibin kasden terkedilmesinin hükmünü de belirlemişlerdir. Buna göre, vâcibin kasden bilerek terkedilmesi ile sehven (yanılarak) terkedilmesinin hükmü birbirinden farklıdır. Bir vâcib sehven terkolunmuşsa, Sehiv Secdesi gerekir. Vâcibin
kasden terkolunması ise isâet yâni yakışıksız ve kötü bir davranış olmakla birlikte, Sehiv Secdesi yapmayı gerektirmez. Fakat bu şekilde kılınan namaz
eksik olur. Âlimlerin birçoğu, yaptığı işten pişman olduğunun ve hatasını anladığının bir göstergesi olarak bu namazı iâde etmenin uygun olacağını söylemişlerdir. Bu şuurda olmayan ve namazı aslî amacıyla bütünleştiremeyen kimse, vâcibi kasden terk veya tehir etmişse, böyle birine de iâdeyi teklif etmek mânasız bulunmuştur. Sehiv Secdesini gerektiren bir şeyi kasden işlemek durumunda, kural olarak Sehiv Secdesi gerekmemekle birlikte bu kural için iki istisnâ getirilmiştir: Birisi Fâtiha Sûresinin, diğeri birinci oturuşun kasden terkedilmesi durumudur. Yâni Fâtiha'yı veya birinci oturuşu gerek sehven gerek kasden terketme durumunda Sehiv Secdesi vâcibdir.

aa-) Terkedilmiş Bir Farzın Namaz İçinde Kazâ Yoluyla Telâfi Edilebileceği Durumlar.:

a-) Bir kimse İftitah Tekbiri alarak namaza durup kıyamı da yerine getirdikten sonra kıraat etmeden rükû’a varır da kıraati unuttuğunu rükû’da hatırlarsa, unutulan bu kıraatin kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkündür. Bu kişi rükû’ halinde iken Kur’ÂN'dan bir âyet okursa, bu sûretle terkettiği değil de secdede iken hatırlayacak olursa artık unutulan kıraatin namaz içinde kazâ yoluyla tedârik edilmesi mümkün olmaz, namaz fâsid olur ve yeniden kılınması gerekir.

b-) Bir kişi İftitah Tekbiri alıp kıyam ve kıraatten sonra rükû’ etmeden doğrudan secdeye inecek ve birinci secdede rükû’ yapmadığını hatırlayacak olsa, bunun da kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkündür. Bu kişi hemen ayağa kalkar ve rükû’unu yapar. Bu yaptığı rükû’, az önce yaptığı secdeyi iptal ettiği için, bu rükû’dan sonra yeniden iki secde yapar ve namaza devam eder. Rükû’ yapmadığını ikinci secdede hatırlayacak olursa, artık bunun telâfisi mümkün değildir. Namaz fâsid olur ve yeniden kılması gerekir.

c-) Bir kimse dört rek‘atlı Farz Namazda son oturuşu (Ka‘de-i Ahîre) unutarak beşinci rek‘ata kalkar da beşinci rek‘atı kılmakta iken son oturuşu yapmadığını hatırlarsa, bunu henüz secdeye varmadan hatırlaması halinde bunun telâfisi mümkündür. Hemen oturur, Tahiyyât okur ve selâm verir, farz olan oturuşu geciktirdiği için de Sehiv Secdesi yapar. Fakat beşinci rek‘atın secdesini yaptıktan sonra hatırlayacak olursa o vakit ka‘de-i ahîrenin telâfisi mümkün değildir. Namazının farzlığı bâtıl olur ve farz diye kıldığı beş rek‘at namaz nâfileye dönüşür. Bir rek‘at daha kılarak bu nâfileyi altıya tamamlar. Farzı tekrar kılar.
Dört rek‘atlık Farz Namazda, eğer Ka‘de-i Ahîre yapıldıktan sonra yanlışlıkla beşinci rek‘ata kalkılacak olursa, bu fazla rek‘at secde ile tamamlanmış olsa dahi namazın farzlığını iptal etmez. Fazladan kılınan rek‘atı tam bir nâfile haline getirmek için ona bir rek‘at daha ilâve edilir. Selâm tehir edildiği için de namazın sonunda Sehiv Secdesi yapılır.
Kazâ yoluyla telâfinin mümkün olduğu bu örneklerin her birinde Sehiv Secdesi yapmak gerekir. Öte yandan, bu örnekler kişinin rükû’ veya secde veya Ka‘de-i Ahîreyi terketmesi durumlarına ilişkindir. Kişi İftitah Tekbirini terketmişse bunun kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkün olmaz; namaz bâtıl olur.

bb-) Sehiv Secdesi YapıLması Gereken DurumLar.:

1-) Rüknün Tekrarı.:
Namazın rükünlerinden birini tekrar etmek veya bir rüknü tehir etmek, meselâ bir rek‘atta iki defâ rükû’ veya üç defâ secde yapmak durumunda, namaz kılan kişi ister imam ister münferit olsun, Sehiv Secdesi gerekir. Birinci ve ikinci rek‘atlarda Fâtiha'nın arka arkaya tekrar okunması, rükû’da veya secdede veya teşehhüd yerinde kıraat edilmesi yâni Kur’ÂN okunması da böyledir. Namazın bir rek‘atında farz olan kıraat sehven terkedilip rükû’a gidilse ve rükû’da hatırlansa, kıyama dönülüp tekrar kıraat yapılır ve tekrar rükû’a gidilir. Ancak bu durumda bir rek‘atta iki rükû’ yapıldığı için Sehiv Secdesi gerekir.

2-) Takdim ve Tehir.:
Namazın rükünlerinden birinin takdim veya tehir edilmesi Sehiv Secdesini gerektirir. Meselâ kıraatten önce rükû’ etmek veya oturacağı yerde kıyam etmek veya kıyam edeceği yerde oturmak veya rükû’ yerinde secde etmek veya secde edecek yerde rükû’ etmek, kısaca bir fiili başka bir fiilin yerinde yapmak durumunda, namaz kılan kişi ister imam ister münferit olsun, Sehiv Secdesi gerekir. Unutulan secdenin sonradan hatırlanarak yapılması halinde de bu tehiri telâfi için Sehiv Secdesi yapılır.

3-) Ara Verme.:
Bu genelde namaz içinde uzunca bir süre tereddüd ve düşünme şeklinde olur. Uzunca bir müddet düşünme veya düşünmenin uzaması, ortalama olarak bir rükün edâ edilecek kadar sürenin, bir rükün veya bir vâcibi edâ etmeksizin, bir şey yapmaksızın geçirilmesi demektir. Bu uzunca düşünme, namaz kılan kişiyi bir rüknü veya bir vâcibi yerinde edâdan alıkoyduğu için Sehiv Secdesi gerekir. Bir rüknün edâ edildiği sıradaki düşünme ise Sehiv Secdesini gerektirmez.
Namaz kılan kişi kıyamda İftitah Tekbirini aldığında şüphe etse, "uzunca bir müddet" düşündükten sonra, İftitah Tekbirini almış olduğunu hatırlasa veya “Tekbir almadım” diye yeniden tekbir aldıktan sonra başlangıçta tekbir almış olduğunu hatırlasa Sehiv Secdesi gerekir.
Fâtiha'dan sonra ne okuyacağını düşünürken, namazın bir rüknünü edâ edecek miktarda sükût etmiş olsa, Sehiv Secdesi yapar.
Üç rek‘at mı dört rek‘at mı kılındığında tereddüd edilerek düşünülse veya Fâtiha okunduktan sonra hangi sûrenin okunulacağı düşünülse, yine sehiv
secdesi gerekir. Çünkü bu durumlarda düşünmenin uzaması sebebiyle vâcib tehir edilmiş olmaktadır.

4-) Kıraat EksikLiği Veya FazLaLığı.:
Bir kimse Fâtiha Sûresini hiç okumasa veya büyük bir kısmını okumasa, ya da Fâtiha'dan sonra sûre koşmasa Sehiv Secdesi gerekir. Fâtiha'yı okuyup, arkasından başka bir sûre okumadan Fâtiha'yı ikinci kez okuyacak olsa, Sehiv Secdesi yapmalıdır. Fakat Fâtiha'yı sûreden sonra ikinci kez okusa, sahih görüşe göre Sehiv Secdesi gerekmez. Fâtiha'yı son iki rek‘atta iki kere okuması durumunda da ittifâkla Sehiv Secdesi gerekmez.
Bir kimse, dört rek‘at farzın ilk iki rek‘atında bir şey okumasa, sonra bunu hatırlasa, son iki rek‘atta hem Fâtiha okur, hem sûre koşar ve selâmdan sonra Sehiv Secdesi yapar.
Bir kimse birinci veya ikinci rek‘atta Fâtiha’nın devamında sûre okumasa, rükû’da iken veya rükû’dan başını kaldırdıktan sonra secdeden önce bunu hatırlarsa, kıyama avdet eder, yâni ayağa kalkar ve sûreyi okur, sonra tekrar rükû’ eder. Namazın sonunda da Sehiv Secdesi yapar. Kıyama dönüp kıraat ettikten sonra rükû’u yeniden yapmazsa namazı bozulur. Çünkü sûre okumakla, önce yaptığı rükû’ iptal edilmiş olur.
Dört veya üç rek‘atlı farzların ilk iki rek‘atında Fâtiha'dan sonra birer sûre okunmamışsa, bu sûre üçüncü ve dördüncü rek‘atlarda Fâtiha'dan sonra eklenir. Eğer bu namaz cemaatle kılınan bir akşam veya Yatsı Namazı ise, üçüncü ve dördüncü rek‘atlarda hem Fâtiha ve hem de eklenecek sûre açıktan okunur. Fâtiha'nın değil de sâdece sûrenin açıktan okunacağını söyleyen de vardır. Ebû Yûsuf'a göre ikisi de gizli okunur. Çünkü son rek‘atlarda gizli okumak sünnettir. Ebû Yûsuf'tan diğer rivâyete göre ise, yeri geçtiği için artık bu sûre hiç okunmaz. Hangi görüş alınırsa alınsın hepsine göre de Sehiv Secdesi yapmak gerekir.
Namazda Fâtiha'dan önce sehven başka bir sûre okunsa, Fâtiha okunup ardından sûre yeniden okunur, namazın sonunda Sehiv Secdesi yapılır. Bu tertib noksanı rükû’ halinde bile hatırlansa, doğrulup sırasınca yeniden okunmalıdır. Bu şekildeki bir yanılma pek nâdir vuku bulduğu için, az veya çok olmasına bakılmaz, Fâtiha'dan önce bir tek harf bile okunsa, yeni baştan okuyup Sehiv Secdesi yapılır.
okumaz. Çünkü sûrenin Fâtiha'dan önce okunmuş olma ihtimali daha ağır basar. Bununla birlikte kendisinin bu hususta ağır basan bir kanaati varsa, o kanaatine göre davranmalıdır.
Bir kimse vitirde Kunut DUÂsını okumadığını rükû’dan sonra anlasa, secdeden önce veya sonra olması farketmez, dönüp Kunut DUÂsı okumaz; namazın sonunda Sehiv Secdesi yapar. Kunut okumadığını rükû’ esnâsında hatırlasa sahih olan rivâyete göre dönüp Kunut okuması gerekmez. İster dönüp Kunut okusun, isterse dönmeyip namazına devam etsin, Sehiv Secdesi gerekir.
Kunut tekbirinin terkinden dolayı Sehiv Secdesi gerekip gerekmediği konusunda imamlardan rivâyet olmadığı için kimi âlimler Kunut tekbirinin terkedilmesi durumunda Sehiv Secdesi gerekmediğini, kimileri de bayram namazına kıyasla Sehiv Secdesi gerekeceğini söylemişlerdir.
Vitir kılan kimse, üçüncü rek‘atta Fâtiha ve sûre okumadan Kunut okuyup rükû’a varsa ve Fâtiha ile sûre okumadığını bu esnâda hatırlasa kıyama dönerek Fâtiha ve sûre okur.
Kıyamda iken Fâtiha'dan sonra ve sûreden önce teşehhüd okusa, vâcib olan zamm-ı sûreyi geciktirdiği için Sehiv Secdesi yapması gerekir.
Dört rek‘at farzın son iki rek‘atında Fâtiha'dan sonra sûre okusa, tercih edilen görüşe göre, Sehiv Secdesi gerekmez.
Farz Namazların üçüncü ve dördüncü rek‘atlarında kasden Fâtiha veya başka bir sûre okumaksızın sükût edilmesi, kötü bir davranış (isâet) olmakla birlikte Sehiv Secdesini gerektirmez. Fakat farzın üçüncü ve dördüncü rek‘atında sehven sükût edilmişse, Ebû Hanîfe'ye göre Sehiv Secdesi gerekir.
Münferit olarak namaz kılan kişinin açıktan veya gizliden okumasından dolayı, zâhir rivâyete göre Sehiv Secdesi gerekmez. Şu var ki gizli okunması gereken bir yerde meselâ Öğle Namazında kasden açıktan okursa isâet etmiş olur.
Münferidin gündüz kılınan Nâfile Namazlarda açıktan okuması da mekruhtur.

5-) Secde ve Rükû’da Hata.:
Rükû’ ve secdeyi düzgün, yâni Ta‘dîl-i Erkâna uygun olarak yapmayan kişi, Sehiv Secdesi yapılmalıdır. Rükû’un ta‘dil edilmesi yâni düzgün yapılmasının ölçüsü, rükû’da uzuvları sakin oluncaya değin durup geri doğrulup kalktığı vakitte uzuvları sakin oluncaya değin durmaktır.
Secdenin ta‘dil edilmesinin ölçüsü ise, secdede uzuvları sakin oluncaya değin durup geri başını kaldırdığı vakit uzuvları sakin olunca oturup sonra ikinci secdeye varmaktır. Ta‘dil terkolunmakla Sehiv Secdesinin vâcib olacağı görüşü Kerhî'ye aittir. Cürcânî'ye göre ise Sehiv Secdesi lâzım olmaz. Ebû Yûsuf ve Şâfiî'ye göre ta‘dil-i erkânın farz olduğu, dolayısıyla terkedilmesi durumunda namazın fâsid olacağı da dikkate alınarak Ta‘dîl-i Erkân konusunda titiz davranmalı, her bir rüknü düzgün yapmaya ihtimam göstermelidir.
Bir kimse birinci veya ikinci rek‘atta bir secdeyi yapmadığını namazı tamamladığı sırada hatırlasa namazı fâsid olmaz, terkettiği secdeyi yapar, tertibi terkettiği için Sehiv Secdesi yapar.

6-) Ka‘dede Hata.:
Bir kimse Ka‘de-i Ahîreyi unutup başka bir rek‘atı kılmaya kalkarsa, secde etmediği müddetçe oturup sonra Sehiv Secdesi yapacağını, eğer secdeden sonra hatırlarsa, o kişinin farz diye kıldığı namazın nâfileye dönüşeceğini daha önce görmüştük.
Kişi Farz Namazda birinci oturuşu unutup kıyama yönelse de sonra hatırlasa, eğer oturmaya yakın ise oturur. Bu durumda kimileri Sehiv Secdesi gerekir demişlerse de, sahih görüşe göre bu durumda Sehiv Secdesi yapılmaz. Eğer kıyama yakın ise, oturmayıp namazına devam eder ve vâcib olan birinci oturuşu terkettiği için namazın sonunda Sehiv Secdesi yapar. Eğer kişi tam ayağa kalktıktan sonra birinci oturuşu yapmadığını hatırlayıp geri oturacak olursa namazı fâsid olur. Çünkü bu takdirde farz olan kıyam bozulmuş, namazın tertibi tamamen değiştirilmiş olur. Bu söylenenler, Farz Namaza göredir. Nâfile Namazda ise, her hâlükârda oturmak gerekir. Meselâ herhangi bir sünnet namazda, ikinci rek‘atın sonunda oturulup Tahiyyât okunmadığı üçüncü rek‘atta hatırlanacak olursa, üçüncü rek‘atın secdesine varılmadığı sûrece hemen oturulur. Namazın sonunda Sehiv Secdesi yapılır.
Bir kimse dört rek‘at nâfileyi birinci oturuşu terkederek kılsa, namazı fâsid olmaz. Sehiv Secdesi vâcib olur.

7-) Tahiyyât'ı Terk.:
Birinci veya ikinci oturuşta Tahiyyât okumak terkedilse Sehiv Secdesi lâzım olur. Çünkü vâcibin terki söz konusudur.
Birinci oturuşta teşehhüdden sonra "ALLAHümme salli alâ MuhaMMed" dense Sehiv Secdesi lâzım olur. Kimilerine göre de "ve alâ âl-i MuhaMMed" denmedikçe Sehiv Secdesi gerekmez. Ebû Hanîfe’ye göre ilk oturuşta teşehhüd üzerine bir harf dahi eklenecek olursa Sehiv Secdesi lâzım olur. Kimileri de, birinci oturuşta teşehhüd üzerine ziyâde, bir rükün edâ edecek miktar olmadıkça Sehiv Secdesi gerekmez, sahih olan da budur demişlerdir.
Namazda Tahiyyât, salâvât ve zikirlerin açıktan okunması Sehiv Secdesini gerektirmez.
Birinci oturuşta imam teşehhüdü tezce bitirip üçüncü rek‘ata kalkarsa, muktedî teşehhüdü tamamlamadan imama uymak için teşehhüdün bir kısmını terketmemeli; teşehhüdü okuyuncaya değin imama uymayı geciktirmelidir.
Birinci oturuşta teşehhüd tekrar okunsa, Sehiv Secdesi gerekir; son oturuşta teşehhüd ikinci kez okunsa Sehiv Secdesi gerekmez; üç dört defâ okunacak olsa o vakit sehv ile uzunca bir sûre beklenmiş olur ve Sehiv Secdesi vâcib hale gelir.

8-.) Öğle Namazının ilk oturuşunda namazı tamamladım zannıyla selâm verdikten sonra henüz iki rek‘at kılmış olduğunu, geriye iki rek‘at kaldığını anlayan kişi, kalkıp namazını tamamlar, sonra Sehiv Secdesi yapar.
Namazdan çıktım zannıyla bir kimse selâm vermeyi unutarak ka‘deyi uzatsa, sonra namazdan henüz çıkmamış olduğunu anlasa hemen selâm verir ve Sehiv Secdesi yapar.

9-) Sehiv Secdesi yaparken, Sehiv Secdesi gerektirecek bir iş yapılsa teselsüle düşme ihtimaline binâen, artık ikinci bir Sehiv Secdesine gerek olmaz.
Bu bakımdan bir kimse kaç kez yanılırsa yanılsın, kendisine vâcib olan sâdece bir kez Sehiv Secdesi yapmaktır.

10-) İmama sonradan yetişen kimse unutarak imamla birlikte selâm verecek olsa Sehiv Secdesi gerekmez.

11-) Sehiv Secdesi yapması gereken kişi, bunu unutarak selâm verse, araya dünyâ kelâmı da girmeden Sehiv Secdesi yapması gerektiğini hatırlasa, mescidden çıkmadıkça ve söz söylemedikçe (biriyle konuşmadıkça) Sehiv Secdesi yapabilir.

12-) Bir kimse Öğle Namazını “Üç rek‘at mı yoksa dört rek‘at mı kıldım?” diye kuşkulanırsa; eğer bu kuşku ilk kuşkusu ise namazı baştan kılar, bu kuşku ilk değilse biraz düşünür, kanaatine göre davranır. Namazı yeniden kılması gerekmez.
Meselâ, Sabah Namazını kılarken “Bir rek‘at mı yoksa iki rek‘at mı kıldım?” diye şüphe etse, biraz düşününce iki rek‘at kıldığına kanaat getirirse oturur, selâm verir ve Sehiv Secdesi yapar. Bir rek‘at kıldığına kanaat getirirse, bir rek‘at daha kılar oturur selâm verir ve Sehiv Secdesi yapar. Bir mi
iki mi kıldığına kanaat getiremeyip kararsız kalsa, az olan ihtimali esas alır, bir rek‘at daha ilâve eder ve namazın sonunda Sehiv Secdesi yapar.
Dört rek‘atlı bir namaza başlayan kimse, kıldığı rek‘atın birinci rek‘at mı, ikinci rek‘at mı olduğunda kuşkuya düşüp, bir tarafı tercih edemezse, kendisini bir rek‘at kılmış sayar ve birinci sayılan rek‘atın ikinci ve üçüncü sayılan rek‘atın da dördüncü rek‘at olma ihtimali bulunduğu için, her bir rek‘atın sonunda ihtiyaten teşehhüd miktarı oturur. Bu sûretle dört oturuş yapmış olur.
Bir kimse kıldığı rek‘atın ikinci mi yoksa üçüncü mü olduğu hususunda kuşkuya düşse, sahih görüşe göre, bu rek‘atın sonunda oturmaz. Bir tarafı
tercih edemediği takdirde bunu ikinci rek‘at sayar, geri kalan rek‘atları tamamlar. Akşam Namazı ile Vitir Namazının durumu farklıdır. Bu kuşku bunlardan birinde ortaya çıkarsa, oturmak gerekir. Çünkü kuşku edilen rek‘atın üçüncü rek‘at olma ihtimali bulunmaktadır. Kuşku edilen rek‘atın
ikinci rek‘at olma ihtimaline binâen de teşehhüdden sonra bir rek‘at daha ilâve edilir. Bunların sonunda Sehiv Secdesi yapılır.
Dört rek‘atlı namazlarda, kılınmakta olan rek‘atın dördüncü mü beşinci mi olduğunda ve Sabah Namazında, kılınan rek‘atın ikinci mi üçüncü mü olduğunda ve üç rek‘atlı namazlarda, kılınan rek‘atın üçüncü mü dördüncü mü olduğunda kuşku edilse, sonunda oturulur. Teşehhüdden sonra kalkılır, bir rek‘at daha kılınır. Çünkü bu rek‘atların fazla olma (yâni beşinci, üçüncü, dördüncü olma) ihtimali vardır. İlâve edilen bir rek‘at ile fazla olan kısım nâfile olmuş olur. Sonunda Sehiv Secdesi yapılır. Bu hüküm, kuşkunun kılınmakta olan rek‘atın secdesinden önce olmasına göredir. Eğer bu kuşku, ilk secde yapıldıktan sonra doğmuşsa namaz ittifâkla bâtıl olur. Çünkü kuşku duyulan rek‘atın ziyâde olup farz olan son oturuşunun terkedilmiş olması muhtemeldir. İlk secde halinde ise İmam Muhammed'e göre namaz bâtıl olmaz.
Namazı tamamladıktan sonra vâki olan kuşkuya i’tibar edilmez. Müminin hali lehine yorumlanıp tamam kılmış olduğuna hükmedilir. Fakat zann-ı galibi, namazı eksik kıldığı yönünde ise bu takdirde iâde eder. İmam Muhammed'e göre, teşehhüd okunduktan sonra vâki olan kuşkuya i’tibar edilmez.

13-) Bir kimse “Öğle Namazını kıldım mı kılmadım mı?” diye kuşku duysa, vakit içinde ise bu namazı kılmak lâzımdır, vakit çıktı ise bir şey gerekmez.
Rükû’ veya secde yapıp yapmadığında kuşku duyarsa, namaz içinde ise, kuşku duyduğu şeyi (rükû’ veya secde) tekrar eder, namazdan ayrıldıktan
sonra ise bu kuşkuya i’tibar edilmez.

14-) Mesbûk, yâni cemaatle namaza sonradan katılan kimse imam ile birlikte Sehiv Secdelerini yapar, isterse bu Sehiv Secdesini gerektiren iş, kendisinin uymasından önce gerçekleşmiş bulunsun.
Mesbûk, henüz imam selâm vermeden ayağa kalkıp kıraatte hatta rükû’da bulunduktan sonra imam selâm verip Sehiv Secdesi yaparsa, mesbûk bu secdelere iştirak eder. Bu ana kadar yapmış olduğu kıraat ve rükû’u aradan kalkar, hiç yapılmamış gibi olur. İmamın selâm vermesinden sonra kalkar, eksik kalan rek‘atlarını tamamlar. Bununla birlikte mesbûk, imamın selâmını beklemeden ayağa kalktığında, imam Sehiv Secdesi yaparsa, mesbûk ona uymadığı takdirde namazı fâsid olmaz. Namazını tamamlayınca bu Sehiv Secdesini kendisi yapar. Ayrıca eğer mesbûk secdeye vardıktan sonra imam Sehiv Secdesi yapacak olsa, mesbûk artık ona uyamaz, namazına devam eder ve namazın sonunda Sehiv Secdesini kendisi yapar.
Mesbûkun, imamdan sonra kendi başına kılacağı rek‘atlardan birinde sehiv etmesi durumunda Sehiv Secdesi yapması gerekir. Daha önce imamla birlikte Sehiv Secdesi yapmış olması bunu değiştirmez.
Mesbûk imam ile birlikte sehven selâm verse bundan dolayı Sehiv Secdesi yapması gerekmez. Fakat imamın selâmından sonra selâm verecek olsa, Sehiv Secdesi gerekir. Çünkü birinci durumda muktedî, ikinci durumda ise münferittir. Muktedîye kendi sehvinden dolayı Sehiv Secdesi gerekmez.

15-) Sehiv Secdesi yapmakta olan veya Sehiv Secdesinin teşehhüdünde bulunan imama uymak câizdir. Bu durumda imama uyan kişi cemaate yetişmiş sayılır. Aynı şekilde Sehiv Secdesinde namaz hali devam ediyor olduğu için meselâ kısalttığı bir namazda üzerine Sehiv Secdesi gereken yolcu, Sehiv Secdesini yaptıktan sonra ikâmete niyet eylese, kıldığı namazı dörde tamamlar.

16-) İmamla cemaat arasında ihtilâf olursa ve meselâ cemaat üç kıldın dese, imam da dört kıldığını söylese; eğer imamın dört kıldığına yakini
varsa, yâni dört kıldığından eminse, cemaatin sözüne i’tibar edilmez. Eğer imam dört kıldığından emin değilse, söz cemaatindir. İhtilâf cemaat arasında olursa, bazısı dört kıldı, bazısı üç kıldı derse, imam hangi tarafta ise söz imamındır, imamla birlikte bir kişi dahi olsa. Ama imam eğer namazı
namaz nâfile olur ve cemaat imama nâfilede uymuş olur. Eğer imamın sözü yanlış ise kıldığı namaz, vakit namazı olur, farz olur.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

XV.=>NAMAZLARIN KAZÂSI.:

Bir namazı vaktinde kılmaya edâ, vaktinden sonra kılmaya kazâ denir. Vaktinde kılınamayan namaza “fâite” çoğulu “fevâit” denir ki, vakti içinde yakalanamamış namaz anlamındadır. Vaktinde kılınamamış namazı ifâde için "kaçmış" anlamındaki “fâite” kelimesinin kullanılmış olması, bir müslümanın namazı kasden terketmeyeceğini, vakti içinde edâ edeceğini, ancak uyuma ve unutma gibi elde olmayan nedenlerle namazın "kaçmış" olabileceğini hissettirmesi bakımından mânidar bir seçimdir.

A-) SeBeBLeR.:
Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir mâzeret olmaksızın tembellik ve ihmal yüzünden bile bile namazı vaktinde
kılmayan kimse günahkâr olur. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, uyuyakalma ve unutmayı bir mâzeret kabul etmiş ve bu iki sebebden biriyle bir namazın vaktinde kılınamaması durumunda, hatırlanıldığı vakit kılınmasını söylemiştir. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bu husustaki ifâdesi şöyledir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamaz ise, hatırladığı vakit o namazı kılsın; o vakit, kaçırdığı namazın vaktidir" buyurmuştur.
(Buhârî, Mevâkit”, 37; Müslim, Mesâcid”, 314-316).

Hadîs-i Şeriflerde genel olarak namazın sâdece uyku ve unutma durumunda, vaktinin haricinde kılınabileceği üzerinde durulmuştur. Bazı bilginler bu iki mâzeretin sınırlayıcı olduğunu düşünerek, tembellik ve ihmal yüzünden bilerek ve farkında olarak namazın kılınmaması durumunda, bu namazı kazâ etmenin gerekmediği kanaatine varmışlar ve namazı farkında olarak vaktinde kılmayanların, o namazı kazâ etme haklarının olmadığını, tövbe ve istiğfar etmeleri gerektiğini öne sürmüşlerdir. Zâhirîler'den İbn Hazm ve daha birkaç bilgin bu görüştedir. Bu görüş sâhibleri, namazın kendi vaktinde kılınmasının önemini, bu hususa titizlik göstermek gerektiğini ve namazı ihmal ve tembellik sebebiyle bilerek vaktinde kılmamanın içten yapılacak tövbe dışında, telâfi edilemez bir günah olduğunu vurgulamışlardır.
Ancak Hanefîler'in de içinde bulunduğu büyük çoğunluğu oluşturan fâkihlere göre; uyku veya unutma gibi insanın iradesini elinden alan bir özür nedeniyle bir namazı kazâ etmek gerekince, bilerek kılmama halinde haydi haydi kazâ gerekir. Bu görüş sâhibleri de, namazı kazâya bırakmanın büyük bir günah olduğunu, bundan dolayı tövbe etmek gerektiğini söylemişler, fakat namaz müslümanın ALLAH'a karşı olan bir borcu olduğu için, bunu gecikmeli de olsa ödemek durumunda olduğunu dikkate almışlar ve kazâyı bir telâfi yolu olarak görmüşlerdir. Bu durumda kişi, namazı vaktinde kılmadığı için günahkâr olmuştur, fakat daha sonra kazâ ettiği için, namazı terketme günahından kurtulmuş veya bu günahının affedilmesi yönünde önemli bir adım atmıştır.

Vaktinde kılınamamış olan beş vakit Farz Namazın kazâsı farz, Vitir Namazının kazâsı ise vâcib olur. Sünnet namazlar, kural olarak, kazâ edilmez.
Bununla birlikte bazı durumlarda, başka bir namazın vakti girmediği sürece kazâ edilebilir. Meselâ Sabah Namazının farzı ile birlikte sünneti de vaktinde kılınmamışsa, o günün Öğle Namazı vaktinden önce farz ile birlikte kazâ edilir. Yine, Öğle Namazının ilk sünneti cemaatle farza yetişmek için terkedilecek olsa, farzdan sonra kazâ edilebilir. Kazâya kalan ilk sünnetin, farzdan hemen sonra, son sünnetten önce kazâ edileceği görüşü fetvaya esas olmuştur. Bununla birlikte son sünnetten sonra kazâ edilebileceği görüşü de vardır. Böylece hem bir sünnet vakti içinde iki defâ geri bırakılmamış hem de son sünnetin yeri değişmemiş olur. Namazın tertibinin iki defâ değişmemesi için bunu uygun görenler de vardır. Cum’a Namazının ilk dört rek‘at sünneti hakkında da bu öne alma veya geriye bırakma uygulaması geçerlidir. Terkedilen diğer sünnetler kazâ edilmez. Başlandıktan sonra her nasılsa tamamlanmadan yarıda kesilen veya bozulan herhangi bir Nâfile Namazın kazâsı gereklidir ve bu konu sünnetlerin kazâsı konusuyla ilgili değildir.
Meselâ Öğle Namazının son sünnetine başlamış olan kimse cenâze namazını kaçırmamak için bu sünneti yarıda bıraksa, başlanmış bir nâfile ibâdetin tamamlanması gerektiği için, bu iki rek‘at sünneti kılması sünnet olmaktan çıkar, vâcib haline gelir.

Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir özür olmaksızın namazın vaktinde kılınmayıp kazâya bırakılması büyük
günahtır ve namazı kazâ etmek bu günahı kaldırmaz. Kaçırılan namazı kazâ etmek, namazı terketme günahını kaldırır, fakat vaktinden sonraya bırakma günahını kaldırmaz. Bunun için ayrıca tövbe ve istiğfar etmek gerekir. Meşrû bir mâzeret sebebiyle namazın kazâya kalması veya bırakılması günah olmaz. Düşman korkusu veya, bir ebenin doğum yapacak kadının başından ayrılması halinde çocuğun veya annesinin zarar göreceğinden korkması meşrû birer mâzerettir.

Nitekim Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Hendek Savaşı’nda namazlarını tehir etmiştir.
Abdullah b. Mes‘ûd'un bu olaya ilişkin anlatımı şöyledir.: "Müşrikler, Hendek Savaşı’nda Resûlullah'ı dört vakit namaz kılmaktan alıkoydular. Nihâyet, gecenin ALLAH'ın bildiği kadar bir kısmı geçtikten sonra Bilâl ezân okudu ve kâmet getirdi; Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ikindiyi kıldırdı; sonra Bilâl kâmet getirdi, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Akşam Namazını kıldırdı; sonra kâmet getirdi, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Yatsı Namazını kıldırdı" (Buhârî, Mevâkit, 36, 38; Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, II, 535).

Bunu mâzeret sebebiyle ikiden fazla namazın cem‘i olarak da değerlendirmek mümkündür ve bu örnek saatlerce süren ameliyatlarda doktorlar için bir ruhsat kapısı oluşturmaktadır.
Uyku ve unutma gibi bir özür sebebiyle namazı geçen kimse günahkâr olmaz.
Çünkü Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, uyku sebebiyle namazı kılamadıklarından şikâyet edenlere şöyle demiştir.: "Uyku ihmal değildir. İhmal ancak uyanıklık halinde olandır. Sizden biri namazını unutur veya uyku yüzünden kılamazsa, hatırladığı zaman onu kılsın!." (Müslim, Mesâcid, 311; Ebû Dâvûd, Salât, 11).
Ancak namazı kaçırmamak için vaktinde uyanmak üzere tedbir almak elbetteki uygun olur.

Hayız ve nifâs hallerinde kadınlardan namaz borcu düşer. Yâni kadınlardan bu hallerinde namaz kılmaları istenmediği gibi, bu halde iken kılmadıkları namazları daha sonra kazâ etmeleri de istenmemiştir.
Beş vakit namaz süresince ve daha fazla devam eden akıl hastalığı veya bayılma yahut koma halinde namaz borcu düşer. Ancak bu durumlar beş vakit ve daha az bir müddet devam ederse bakılır: Ayıldığı zaman abdest alıp, İftitah Tekbiri alacak kadar bir zaman kalmışsa o vaktin namazını kazâ etmesi gerekir.
Dinden dönmüş (mürted) kişinin, irtidad süresince veya daha önce kılmadığı namazları kazâ etmesi gerekmez. Daha önce hac yapmışsa, yeniden bu görevi edâ etmesi gerekir. Müslüman toplumların dışında başka bir toplumda İslâm'a giren, yâni yabancı bir ülkede müslüman olan kimse namazın farz olduğunu ve nasıl kılındığını öğreninceye kadar mâzur sayılır. Çünkü böylesi bir durumda bazı emir ve yasakların ayrıntılarını bilmemek mâzeret kabul edilir.

B-) İFÂ ŞEKLİ.:
Hanefîler'e göre kazâya kalmış bir namaz, vakti içinde nasıl edâ edilecek idiyse daha sonra kazâ edilirken o şekilde kılınır. Meselâ seferde iken dört
rek‘atlı bir namazı kaçıran kimse bunu ister seferde isterse aslî vatanına döndükten sonra kazâ etsin, iki rek‘at olarak kılar. Aynı mantığın gereği olarak, normal zamanda kazâya kalmış olan dört rek‘atlı bir namazı sefer esnâsında kazâ edecek olan kişi de sefer haline bakılmaksızın bu namazı
dört rek‘at olarak kaza edecektir.
Şâfiî ve Hanbelîler'e göre kazâ namazı kılınırken, kazânın yapılacağı yer ve zaman dikkate alınır. Seferî olan kimse kazâya kalmış dört rek‘atlı namazı iki rek‘at olarak kazâ eder. Bu namazın seferde veya ikâmet halinde iken kazâya kalmış olması, hükmü değiştirmez. Seferde kazâya kalan namaz da, ikâmet halinde kazâ edilince dört rek‘at olarak kılınır. Çünkü kısaltmanın sebebi olan yolculuk kalkmıştır.

Namazlar kazâ edilirken gizli okunacak namazda kıraat gizli yapılır. Açıktan okunacak namazı imam kıldırırsa açıktan okur; tek başına kılınırsa açık veya gizli okumak tercihe kalmıştır. Namazı kazâ edecek kişi tertib sâhibi ise, yâni o zamana kadar altı vakit veya daha fazla namazı kazâya kalmamış bir kimse ise, kazâ namazı ile namazı kazâ etmeden diğerlerini kılabilir.
Tertib Sâhibi olan /kazası olmayan namazlarını sürekli kılan bir kimsenin bir Farz Namazını veya Ebû Hanîfe'ye göre vâcib olan Vitir Namazını özürsüz yere veya hayız, nifâs gibi namazı düşüren nitelikte olmayan bir özür sebebiyle vaktinde kılmamış olması halinde bu namazı ilk vakit namazından önce kazâ etmesi gerekir. Meselâ tertib sâhibi kimse Sabah Namazı vaktinde uyuyup kalsa bu namazı öğle namazından önce kazâ etmesi gerekir. Eğer Öğle Namazını önce kılarsa sıra gözetilmediği için bu namaz İmam Muhammed'e göre fâsid olur. Ebû Yûsuf'a göre ise namaz fâsid olmaz, fakat farzlıktan çıkıp nâfileye dönüşmüş olur. Ebû Hanîfe'ye göre ise bu namazın sıhhati askıdadır. Şöyle ki, kişi bundan sonra o Sabah Namazını kazâ etmeden beş vakit namazını daha edâ edecek olursa bu altı vaktin hepsi de sahihe dönüşür. Fakat böyle beş vakit namazını kılmadan kılamadığı o Sabah Namazını kaza ederse arada kılmış olduğu Vakit Namazları fâsid olup yeniden kılınmaları gerekir.

Tertib Sâhibinin sıra gözetmesinin delili.:
Resûlullah'ın Hendek Savaşı’nda dört vakit namazı kılamayınca bunları sıraya koyarak ve vakit namazından önce kılmasıdır. İbn Ömer'in.: "Sizden her kim bir namazı kılamaz da, ancak imamla birlikte namaz kılarken hatırlarsa namazını tamamlasın. Bundan sonra unuttuğu namazı kılsın. Sonra da imamla birlikte kıldığı namazı iâde etsin." (Zeylaî, Nasbü'r-râye, II, 62) şeklindeki ifâdesi de bu konudaki dayanaklardan biridir.

Tertib, üç durumda düşer.:
1-) Kazâya kalan namazların sayısının vitir dışında altı vakit ve daha fazla olması.
2-) Vaktin hem kazâ hem de vakit namazı kılmaya yetmeyecek kadar sıkışık ve dar olması.
3-) Vakit namazının kılınışı sırasında kazâya kalmış namazı olduğunun hatırlanmaması.
Tertib düştükten sonra, kazâ için belirli bir vakit kalmaz; mekruh vakitler dışında istediği zamanda kazâ namazı kılınabilir. Mekruh vakitlere girmemesi şartıyla, Sabah Namazından ve İkindi Namazından sonra da kazâ kılınabilir.

Kazâya kalmış namazları kazâ ile meşgul olmak, Nâfile Namaz kılmaktan önemli ve önceliklidir. Hanefî Mezhebinde tasvib edilen görüşe göre, Vakit Namazlarıyla birlikte kılınan düzenli nâfileler (Revâtib Sünnetler) bunun dışındadır. Yâni Revâtib Sünnetlere de riâyet gösterilmeli ve bu sünnetler, kazâ namazı kılmak gerekçesiyle terkedilmemelidir. Fakat üzerinde kazâ namazı bulunan kimselerin bunlar dışında teheccüd, tesbih gibi diğer Nâfile Namazları kılması uygun değildir.
Üzerinde çok sayıda kazâ namazı bulunan, meselâ namaza geç yaşlarda başlamış olan kişi, geçmiş namazları kazâ ederken.: "Vaktine yetişip de kılamadığım ilk sabah /ilk öğle /ilk ikindi /ilk akşam /ilk Yatsı Namazını kılmaya." şeklinde niyet edebileceği gibi.: "Vaktine yetişip de kılamadığım son sabah … namazını kılmaya" şeklinde de niyet edebilir. Böylece hangi namazı kazâ ettiği bir ölçüde belirli (muayyen) hale gelmiş olur.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

XVI.=> SECDELERLE İLGİLİ MESELELER.:

A-) SEHİV SECDESİ.:

Sehiv "yanılma, unutma ve dalgınlık" gibi anlamlara gelir. Buna göre Sehiv Secdesi, yanılma, unutma veya dalgınlık gibi durumlar yüzünden namazın vâciblerinden birini terk veya tehir etme durumunda, namazın sonunda yapılan secdelere denilir. Sehiv Secdeleri sâyesinde namazda meydana gelen kusur ıslah edilmiş, eksiklik telâfi edilmiş olur. Namaz esnâsında pür dikkat olmak ve titiz davranmak esas olmakla birlikte, çeşitli nedenlerle insanlar
namazlarında yanılabilirler. Peygamberimiz bu tür durumlarda, namaz kılan kişinin "ALLAH’ın Huzurunda saygısızlık ettim, kusur işledim" diyerek kendini suçlamasının ve karamsarlığa düşmesinin önüne geçerek onu rahatlatmak, vesveseden kurtarmak ve her yanılmada namazı yeni baştan kılma sıkıntısının önüne geçmek maksadıyla, aslî olan bir farzın terkedilmediği durumlarda bir telâfi ve düzeltme mekanizması olarak Sehiv Secdesi uygulamasını öngörmüştür. Bununla birlikte unutmamalı ki, bir kimsenin tedâvi imkânı var diye sağlığını koruma konusunda dikkatsizlik göstermesi nasıl uygunsuz bir davranış ise, telâfi imkânı var diye de namazda gevşek davranmak da öyle, hatta daha da uygunsuz bir davranıştır.
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in Sehiv Secdesinin anlamına ve amacına ilişkin olarak söylediği sözlerden ikisi şöyledir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Biriniz namazında şüpheye düşerse doğrusunu araştırsın ve namazını kanaatine göre tamamlasın, sonra selâm versin ve Sehiv Secdesi yapsın" buyurmuştur.
(Buhârî, Salât, 31).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Biriniz namazı dört rek‘at mı yoksa üç rek‘at mı kıldığında şüpheye düşerse, şüpheyi atsın ve yakînen bildiğine göre davranıp namazını tamamlasın. Selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş kılmış ise bu secdeler namazına şefâatçi olur, eğer namazını tam kılmış ise bu secdeler şeytanın uzaklaştırılmasına vesîle olur" buyurmuştur.
(Buhârî, Sehv, 6-7).

Sehiv Secdesini gerektiren bir durum bulununca bu secdenin yapılması Hanefîler'e göre vâcibdir. Sehiv Secdesi gerektiği halde bunu yapmayan kişi günah işlemiş olur; fakat namazı bâtıl olmaz. Mâlikî ve Şâfiîler'e göre Sehiv Secdesi namazın sünnetlerinden bir veya birkaçının terkedilmesi durumunda yapıldığı için, Sehiv Secdesi yapmak sünnettir. Hanbelîler'e göre ise Sehiv Secdesi duruma göre bazan vâcib, bazan sünnet, bazan da mubah olur. Meselâ namazın bir sünnetini terketmekten dolayı Sehiv Secdesi yapmak mubahtır.

a-) Sehiv Secdesinin Yapılış Biçimi.:
Son oturuşta "Tahiyyât" DUÂsı okunup iki yana selâm verildikten sonra iki secde daha yapılır ve oturulur. Bu oturuşta =>“Tahiyyât DUÂsı”, "Salâvât (Salli ve Bârik)" ve "Rabbenâ âtinâ" DUÂ okunarak, her zamanki gibi önce sağa sonra sola selâm verilir. Son oturuşta, Sehiv Secdesi öncesinde her iki tarafa selâm verileceği görüşü, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a aittir. İmam Muhammed'e göre ise, sâdece sağ yanına selâm verdikten sonra Sehiv Secdesini yapar. Sonraki Hanefî âlimler, imamın Sehiv Secdesi için iki yanına selâm vermesi durumunda cemaatten birinin namazı bozacak bir iş işlemesinin veya namaz bitti zannıyla dağılmalarının mümkün olduğu gerekçesiyle, İmam Muhammed'in görüşünün imam olan kişi için, diğer ikisinin görüşünün ise tek başına namaz kılan için münâsib olduğunu belirtmişlerdir. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre Sehiv Secdesi selâmdan hemen önce yapılır.
Zâhir rivâyette Şâfiî ile Hanefî İmamlar arasındaki görüş ayrılığının fazilet ve evleviyet bakımından olduğu söylenirken, nevâdir kitaplarında bu görüş ayrılığının câizlik (cevaz) noktasında olduğu söylenmektedir. Görüş ayrılığının fazilet noktasında olması durumunda, Hanefî İmamlara göre Sehiv Secdesini selâmdan sonra Şâfiî'ye göre ise selâmdan önce yapmak daha uygun ve faziletlidir (evlâ). Fakat görüş ayrılığının cevaz noktasında olması durumunda ise, Hanefî İmamlara göre Sehiv Secdesini selâmdan sonra yapmak gerekir, selâmdan önce yapılması câiz değildir.
-Sehiv Secdesi selâmdan önce yapılacak olursa, selâmdan sonra secdelerin tekrarlanması gerekir.
Şâfiî'ye göre ise Sehiv Secdesi selâmdan önce yapılmalıdır, selâmdan sonra yapılırsa, sehiv geçersiz sayılır.
İmam Mâlik'e göre ise, Sehiv Secdesi namazda ziyâde bir fiil işlemek yüzünden yapılacaksa selâmdan sonra, bir noksanlık yüzünden yapılacaksa selâmdan önce yapılır. Hem bir fazlalık hem de bir eksiklik yüzünden yapılacaksa, bu durumda Sehiv Secdesi selâmdan önce yapılır. Namazda noksanlık yapmak, namaz içindeki bir Müekked Sünneti veya en az iki gayr-i Müekked Sünneti terketmek durumunda olur. Namazda ziyâde yapmak ise, namazın cinsinden olsun veya olmasın namazı bozmayacak kadar az bir fiil ilâve etmek durumunda söz konusu olur. Meselâ namazın rükünlerinden rükû’ ve secde gibi bir fiilin fazladan yapılması namazda fazlalık yapmak olur.
Sehiv için yapılacak iki secde vâcib olduğu gibi, secdeden sonraki oturuşta Tahiyyât okumak ve selâmla çıkmak da vâcibdir. Sehiv Secdesi yapması gereken kişinin, Salâvât DUÂsını (Salli ve Bârik), namaz oturmasında mı yoksa Sehiv Secdesi oturmasında mı okuyacağı konusunda iki görüş bulunmaktadır. Hanefî fâkihlerinden Kerhî'ye göre salâvât DUÂsı, Sehiv Secdesi ka‘desinde okunur. Tahâvî'ye göre ise, selâm bulunan her ka‘dede, salâvât DUÂsının okunması gerekir.
Kerhî'nin görüşü daha sahih, Tahâvî'nin görüşü ise daha ihtiyatlı görülmüştür. Bir kısım âlimlere göre, imam hakkında Kerhî'nin görüşü evlâdır; çünkü imam tezce selâm verince halk imamın Sehiv Secdesi yapacağını sezer ve dikkatli davranır. Münferid hakkında ise Tahâvî'nin görüşü evlâdır.
Sehiv Secdesi imam için ve tek başına namaz kılan kişi için söz konusudur. İmamın sehvi yâni yanılması, kendisi hakkında asaleten, kendisine uyan cemaat hakkında tebean Sehiv Secdesini gerektirir. İmama uymuş bulunan kişi (muktedî), imam Sehiv Secdesi yaptığında onunla birlikte yapar, kendisi Sehiv Secdesini gerektiren bir şey yapmışsa bundan dolayı Sehiv Secdesi yapmaz. İmam Sehiv Secdesini gerektiren bir şey yaptığı halde sehiv
secdesi yapmazsa muktedî de yapmaz.

b-) Sehiv Secdesini Gerektiren DurumLar.:
Bilindiği gibi namazın kıraat, rükû’ ve secde gibi farzları, Fâtiha okumak ve ardından başka bir sûre eklemek (zamm-ı sûre), tertibe riâyet etmek gibi vâcibleri ve ka‘delerde salâvât okumak gibi sünnetleri bulunmaktadır. Namazın tam ve mükemmel olabilmesi için bunların hepsine riâyet etmek, namazın gereklerini tam ve yerli yerinde yapmaya çalışmak ve tam kalb huzuru içinde namaz kılmaya özen göstermek gerekir. Bununla birlikte çeşitli nedenlerle bu şartlara riâyetsizlik söz konusu olabilir. Bu bakımdan riâyetsizlik söz konusu olabilecek fiilleri ve riâyetsizlik durumunda ne yapılmak gerektiğini bilmek önem arzeder.
Namazda riâyetsizlik edilmesi yâni terkedilmesi söz konusu olabilecek fiil ya Farz ya Vâcib ya da Sünnettir. Bunlardan her birinin terkedilmesinin
hükmü farklıdır. Şimdi bunların terkedilmesinin hükümlerini ayrı ayrı görelim.:

1-) Namazın Farzları’ndan birinin terkedilmesi durumunda, bu farzın namaz içinde telâfi (tedârik) edilmesi mümkün ise, farz olan bu fiilin namaz içinde kazâ edilmesi gerekir. Kazâ yoluyla telâfinin mümkün olduğu durumların her birinde Sehiv Secdesi yapmak gerekir. Namaz içinde kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkün olmayan durumlarda, namazın farzlarından birinin terkedilmesi sebebiyle oluşan eksiklik Sehiv Secdesiyle giderilemez. Namaz fâsid olur ve yeniden kılınması gerekir (Terkedilmiş farzın namaz içinde kazâ edilebileceği durumlar aşağıda gösterilmiştir).:

2-) Namazın Sünnetlerinden birinin veya birkaçının terkedilmesi durumunda bir şey yapılmaz. Sünnetler, namazın rükünlerinden olmadığı için terkedilmesi durumunda namazda bir eksiklik olmaz ve Sehiv Secdesi yapmak gerekmez.

3-) Namazın Vâciblerinden birinin terkedilmesi ise Sehiv Secdesini gerektirir. Sehiv Secdesini gerektiren durumlar sayılırken, farzın tehir edilmesi, vâcibin terk ve tehir edilmesi diye sayılan üç ayrı durum esasında bir tek duruma râcidir. Şöyle ki, namazın farzlarından ve vâciblerinden her birini yerli yerinde, zamanında, hakkını vererek ve tertibini bozmadan yapmak vâcibdir. Buna göre, namazın farzlarından veya vâciblerinden biri tehir edildiği zaman namazın vâciblerinden biri terkedilmiş olacağından, Sehiv Secdesi yapmanın bir tek sebebi vardır, o da bir vâcibin terkedilmesidir. Bu bakımdan namazın farzlarından birini tehir etme yâni yapılması gereken yerden geriye bırakma durumu da bir vâcibin terkedilmesi anlamına gelmekte ve bu durumda farzın tehiri ve vâcibin terki yüzünden Sehiv Secdesi yapmak gerekmektedir. Yine namazın fiillerinden birini yeri değilken fazladan yapmak da vâcibin terki sayılır.
Namazın önemini ve anlamını bilen ve bunu inanarak yerine getiren bir kimsenin namazın vâciblerinden birini kasden terketmesi düşünülemez. Bununla birlikte, fâkihler, her türlü ihtimali göz önüne alarak vâcibin kasden terkedilmesinin hükmünü de belirlemişlerdir. Buna göre, vâcibin kasden
bilerek terkedilmesi ile sehven (yanılarak) terkedilmesinin hükmü birbirinden farklıdır. Bir vâcib sehven terkolunmuşsa, Sehiv Secdesi gerekir. Vâcibin kasden terkolunması ise isâet yâni yakışıksız ve kötü bir davranış olmakla birlikte, Sehiv Secdesi yapmayı gerektirmez. Fakat bu şekilde kılınan namaz eksik olur. Âlimlerin birçoğu, yaptığı işten pişman olduğunun ve hatasını anladığının bir göstergesi olarak bu namazı iâde etmenin uygun olacağını söylemişlerdir. Bu şuurda olmayan ve namazı aslî amacıyla bütünleştiremeyen kimse, vâcibi kasden terk veya tehir etmişse, böyle birine de iâdeyi teklif etmek mânasız bulunmuştur. Sehiv Secdesini gerektiren bir şeyi kasden işlemek durumunda, kural olarak Sehiv Secdesi gerekmemekle birlikte bu kural için iki istisnâ getirilmiştir: Birisi Fâtiha Sûresinin, diğeri birinci oturuşun kasden terkedilmesi durumudur. Yâni Fâtiha'yı veya birinci oturuşu gerek sehven gerek kasden terketme durumunda Sehiv Secdesi vâcibdir.

aa-) Terkedilmiş Bir Farzın Namaz İçinde Kazâ Yoluyla Telâfi Edilebileceği Durumlar.:

a-) Bir kimse İftitah Tekbiri alarak namaza durup kıyamı da yerine getirdikten sonra kıraat etmeden rükû’a varır da kıraati unuttuğunu rükû’da hatırlarsa, unutulan bu kıraatin kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkündür. Bu kişi rükû’ halinde iken Kur’ÂN'dan bir âyet okursa, bu sûretle terkettiği değil de secdede iken hatırlayacak olursa artık unutulan kıraatin namaz içinde kazâ yoluyla tedârik edilmesi mümkün olmaz, namaz fâsid olur ve yeniden kılınması gerekir.

b-) Bir kişi İftitah Tekbiri alıp kıyam ve kıraatten sonra rükû’ etmeden doğrudan secdeye inecek ve birinci secdede rükû’ yapmadığını hatırlayacak olsa, bunun da kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkündür. Bu kişi hemen ayağa kalkar ve rükû’unu yapar. Bu yaptığı rükû’, az önce yaptığı secdeyi iptal ettiği için, bu rükû’dan sonra yeniden iki secde yapar ve namaza devam eder. Rükû’ yapmadığını ikinci secdede hatırlayacak olursa, artık bunun telâfisi mümkün değildir. Namaz fâsid olur ve yeniden kılması gerekir.

c-) Bir kimse dört rek‘atlı Farz Namazda son oturuşu (Ka‘de-i Ahîre) unutarak beşinci rek‘ata kalkar da beşinci rek‘atı kılmakta iken son oturuşu yapmadığını hatırlarsa, bunu henüz secdeye varmadan hatırlaması halinde bunun telâfisi mümkündür. Hemen oturur, Tahiyyât okur ve selâm verir, farz olan oturuşu geciktirdiği için de Sehiv Secdesi yapar. Fakat beşinci rek‘atın secdesini yaptıktan sonra hatırlayacak olursa o vakit ka‘de-i ahîrenin telâfisi mümkün değildir. Namazının farzlığı bâtıl olur ve farz diye kıldığı beş rek‘at namaz nâfileye dönüşür. Bir rek‘at daha kılarak bu nâfileyi altıya tamamlar. Farzı tekrar kılar.
Dört rek‘atlık Farz Namazda, eğer Ka‘de-i Ahîre yapıldıktan sonra yanlışlıkla beşinci rek‘ata kalkılacak olursa, bu fazla rek‘at secde ile tamamlanmış
olsa dahi namazın farzlığını iptal etmez. Fazladan kılınan rek‘atı tam bir nâfile haline getirmek için ona bir rek‘at daha ilâve edilir. Selâm tehir edildiği için de namazın sonunda Sehiv Secdesi yapılır.
Kazâ yoluyla telâfinin mümkün olduğu bu örneklerin her birinde Sehiv Secdesi yapmak gerekir. Öte yandan, bu örnekler kişinin rükû’ veya secde
veya Ka‘de-i Ahîreyi terketmesi durumlarına ilişkindir. Kişi İftitah Tekbirini terketmişse bunun kazâ yoluyla telâfi edilmesi mümkün olmaz; namaz bâtıl olur.

bb-) Sehiv Secdesi YapıLması Gereken DurumLar.:

1-) Rüknün Tekrarı.:
Namazın rükünlerinden birini tekrar etmek veya bir rüknü tehir etmek, meselâ bir rek‘atta iki defâ rükû’ veya üç defâ secde yapmak durumunda, namaz kılan kişi ister imam ister münferit olsun, Sehiv Secdesi gerekir. Birinci ve ikinci rek‘atlarda Fâtiha'nın arka arkaya tekrar okunması, rükû’da veya secdede veya teşehhüd yerinde kıraat edilmesi yâni Kur’ÂN okunması da böyledir. Namazın bir rek‘atında farz olan kıraat sehven terkedilip rükû’a gidilse ve rükû’da hatırlansa, kıyama dönülüp tekrar kıraat yapılır ve tekrar rükû’a gidilir. Ancak bu durumda bir rek‘atta iki rükû’ yapıldığı için Sehiv Secdesi gerekir.

2-) Takdim ve Tehir.:
Namazın rükünlerinden birinin takdim veya tehir edilmesi Sehiv Secdesini gerektirir. Meselâ kıraatten önce rükû’ etmek veya oturacağı yerde kıyam etmek veya kıyam edeceği yerde oturmak veya rükû’ yerinde secde etmek veya secde edecek yerde rükû’ etmek, kısaca bir fiili başka bir fiilin yerinde yapmak durumunda, namaz kılan kişi ister imam ister münferit olsun, Sehiv Secdesi gerekir. Unutulan secdenin sonradan hatırlanarak yapılması halinde de bu tehiri telâfi için Sehiv Secdesi yapılır.

3-) Ara Verme.:
Bu genelde namaz içinde uzunca bir süre tereddüd ve düşünme şeklinde olur. Uzunca bir müddet düşünme veya düşünmenin uzaması, ortalama olarak bir rükün edâ edilecek kadar sürenin, bir rükün veya bir vâcibi edâ etmeksizin, bir şey yapmaksızın geçirilmesi demektir. Bu uzunca düşünme, namaz kılan kişiyi bir rüknü veya bir vâcibi yerinde edâdan alıkoyduğu için Sehiv Secdesi gerekir. Bir rüknün edâ edildiği sıradaki düşünme ise Sehiv Secdesini gerektirmez.
Namaz kılan kişi kıyamda İftitah Tekbirini aldığında şüphe etse, "uzunca bir müddet" düşündükten sonra, İftitah Tekbirini almış olduğunu hatırlasa
veya “Tekbir almadım” diye yeniden tekbir aldıktan sonra başlangıçta tekbir almış olduğunu hatırlasa Sehiv Secdesi gerekir.
Fâtiha'dan sonra ne okuyacağını düşünürken, namazın bir rüknünü edâ edecek miktarda sükût etmiş olsa, Sehiv Secdesi yapar.
Üç rek‘at mı dört rek‘at mı kılındığında tereddüd edilerek düşünülse veya Fâtiha okunduktan sonra hangi sûrenin okunulacağı düşünülse, yine sehiv
secdesi gerekir. Çünkü bu durumlarda düşünmenin uzaması sebebiyle vâcib tehir edilmiş olmaktadır.

4-) Kıraat EksikLiği Veya FazLaLığı.:
Bir kimse Fâtiha Sûresini hiç okumasa veya büyük bir kısmını okumasa, ya da Fâtiha'dan sonra Sûre koşmasa Sehiv Secdesi gerekir. Fâtiha'yı okuyup, arkasından başka bir Sûre okumadan Fâtiha'yı ikinci kez okuyacak olsa, Sehiv Secdesi yapmalıdır. Fakat Fâtiha'yı Sûreden sonra ikinci kez okusa, sahih görüşe göre Sehiv Secdesi gerekmez. Fâtiha'yı son iki rek‘atta iki kere okuması durumunda da ittifâkla Sehiv Secdesi gerekmez.
Bir kimse, dört rek‘at farzın ilk iki rek‘atında bir şey okumasa, sonra bunu hatırlasa, son iki rek‘atta hem Fâtiha okur, hem Sûre koşar ve selâmdan sonra Sehiv Secdesi yapar.
Bir kimse birinci veya ikinci rek‘atta Fâtiha’nın devamında Sûre okumasa, rükû’da iken veya rükû’dan başını kaldırdıktan sonra secdeden önce bunu hatırlarsa, kıyama avdet eder, yâni ayağa kalkar ve Sûreyi okur, sonra tekrar rükû’ eder. Namazın sonunda da Sehiv Secdesi yapar. Kıyama dönüp kıraat ettikten sonra rükû’u yeniden yapmazsa namazı bozulur. Çünkü Sûre okumakla, önce yaptığı rükû’ iptal edilmiş olur.
Dört veya üç rek‘atlı farzların ilk iki rek‘atında Fâtiha'dan sonra birer Sûre okunmamışsa, bu Sûre üçüncü ve dördüncü rek‘atlarda Fâtihadan sonra eklenir. Eğer bu namaz cemaatle kılınan bir akşam veya Yatsı Namazı ise, üçüncü ve dördüncü rek‘atlarda hem Fâtiha ve hem de eklenecek Sûre
açıktan okunur. Fâtiha'nın değil de sâdece Sûrenin açıktan okunacağını söyleyen de vardır. Ebû Yûsuf'a göre ikisi de gizli okunur. Çünkü son rek‘atlarda gizli okumak sünnettir. Ebû Yûsuf'tan diğer rivâyete göre ise, yeri geçtiği için artık bu Sûre hiç okunmaz. Hangi görüş alınırsa alınsın hepsine göre de Sehiv Secdesi yapmak gerekir.
Namazda Fâtiha'dan önce sehven başka bir Sûre okunsa, Fâtiha okunup ardından Sûre yeniden okunur, namazın sonunda Sehiv Secdesi yapılır. Bu tertib noksanı rükû’ halinde bile hatırlansa, doğrulup sırasınca yeniden okunmalıdır. Bu şekildeki bir yanılma pek nâdir vuku bulduğu için, az veya çok olmasına bakılmaz, Fâtiha'dan önce bir tek harf bile okunsa, yeni baştan okuyup Sehiv Secdesi yapılır.
Bir kimse Fâtiha okuyup okumadığında tereddüd etse, henüz başka bir Sûre okumamışsa Fâtiha'yı okur. Fakat başka bir Sûre okumuşsa artık Fâtiha'yı okumaz. Çünkü Sûrenin Fâtiha'dan önce okunmuş olma ihtimali daha ağır basar. Bununla birlikte kendisinin bu hususta ağır basan bir kanaati varsa, o kanaatine göre davranmalıdır.
Bir kimse vitirde Kunut DUÂsını okumadığını rükû’dan sonra anlasa, secdeden önce veya sonra olması farketmez, dönüp Kunut DUÂsı okumaz; namazın sonunda Sehiv Secdesi yapar. Kunut okumadığını rükû’ esnâsında hatırlasa sahih olan rivâyete göre dönüp Kunut okuması gerekmez. İster dönüp Kunut okusun, isterse dönmeyip namazına devam etsin, Sehiv Secdesi gerekir.
Kunut tekbirinin terkinden dolayı Sehiv Secdesi gerekip gerekmediği konusunda imamlardan rivâyet olmadığı için kimi âlimler Kunut tekbirinin terkedilmesi durumunda Sehiv Secdesi gerekmediğini, kimileri de bayram namazına kıyasla Sehiv Secdesi gerekeceğini söylemişlerdir.
Vitir kılan kimse, üçüncü rek‘atta Fâtiha ve Sûre okumadan Kunut okuyup rükû’a varsa ve Fâtiha ile Sûre okumadığını bu esnâda hatırlasa kıyama dönerek Fâtiha ve Sûre okur.
Kıyamda iken Fâtiha'dan sonra ve Sûreden önce teşehhüd okusa, vâcib olan Zamm-ı Sûreyi geciktirdiği için Sehiv Secdesi yapması gerekir.
Dört rek‘at farzın son iki rek‘atında Fâtiha'dan sonra Sûre okusa, tercih edilen görüşe göre, Sehiv Secdesi gerekmez.
Farz Namazların üçüncü ve dördüncü rek‘atlarında kasden Fâtiha veya başka bir Sûre okumaksızın sükût edilmesi, kötü bir davranış (isâet) olmakla birlikte Sehiv Secdesini gerektirmez. Fakat farzın üçüncü ve dördüncü rek‘atında sehven sükût edilmişse, Ebû Hanîfe'ye göre Sehiv Secdesi gerekir.
Münferit olarak namaz kılan kişinin açıktan veya gizliden okumasından dolayı, zâhir rivâyete göre Sehiv Secdesi gerekmez. Şu var ki gizli okunması gereken bir yerde meselâ Öğle Namazında kasden açıktan okursa isâet etmiş olur. Münferidin gündüz kılınan Nâfile Namazlarda açıktan okuması da mekruhtur.

5-) Secde ve Rükû’da Hata.:
Rükû’ ve secdeyi düzgün, yâni Ta‘dîl-i Erkâna uygun olarak yapmayan kişi, Sehiv Secdesi yapılmalıdır. Rükû’un ta‘dil edilmesi yâni düzgün yapılmasının ölçüsü, rükû’da uzuvları sakin oluncaya değin durup geri doğrulup kalktığı vakitte uzuvları sakin oluncaya değin durmaktır.
Secdenin ta‘dil edilmesinin ölçüsü ise, secdede uzuvları sakin oluncaya değin durup geri başını kaldırdığı vakit uzuvları sakin olunca oturup sonra ikinci secdeye varmaktır. Ta‘dil terkolunmakla Sehiv Secdesinin vâcib olacağı görüşü Kerhî'ye aittir. Cürcânî'ye göre ise Sehiv Secdesi lâzım olmaz. Ebû Yûsuf ve Şâfiî'ye göre ta‘dil-i erkânın farz olduğu, dolayısıyla terkedilmesi durumunda namazın fâsid olacağı da dikkate alınarak Ta‘dîl-i Erkân konusunda titiz davranmalı, her bir rüknü düzgün yapmaya ihtimam göstermelidir.
Bir kimse birinci veya ikinci rek‘atta bir secdeyi yapmadığını namazı tamamladığı sırada hatırlasa namazı fâsid olmaz, terkettiği secdeyi yapar, tertibi terkettiği için Sehiv Secdesi yapar.

6-) Ka‘dede Hata.:
Bir kimse Ka‘de-i Ahîreyi unutup başka bir rek‘atı kılmaya kalkarsa, secde etmediği müddetçe oturup sonra Sehiv Secdesi yapacağını, eğer secdeden sonra hatırlarsa, o kişinin farz diye kıldığı namazın nâfileye dönüşeceğini daha önce görmüştük.
Kişi Farz Namazda birinci oturuşu unutup kıyama yönelse de sonra hatırlasa, eğer oturmaya yakın ise oturur. Bu durumda kimileri Sehiv Secdesi gerekir demişlerse de, sahih görüşe göre bu durumda Sehiv Secdesi yapılmaz. Eğer kıyama yakın ise, oturmayıp namazına devam eder ve vâcib olan
birinci oturuşu terkettiği için namazın sonunda Sehiv Secdesi yapar. Eğer kişi tam ayağa kalktıktan sonra birinci oturuşu yapmadığını hatırlayıp geri
oturacak olursa namazı fâsid olur. Çünkü bu takdirde farz olan kıyam bozulmuş, namazın tertibi tamamen değiştirilmiş olur. Bu söylenenler, Farz Namaza göredir. Nâfile Namazda ise, her hâlükârda oturmak gerekir. Meselâ herhangi bir sünnet namazda, ikinci rek‘atın sonunda oturulup Tahiyyât
okunmadığı üçüncü rek‘atta hatırlanacak olursa, üçüncü rek‘atın secdesine varılmadığı sürece hemen oturulur. Namazın sonunda Sehiv Secdesi yapılır.
Bir kimse dört rek‘at nâfileyi birinci oturuşu terkederek kılsa, namazı fâsid olmaz. Sehiv Secdesi vâcib olur.

7-) Tahiyyât'ı Terk.:
Birinci veya ikinci oturuşta Tahiyyât okumak terkedilse Sehiv Secdesi lâzım olur. Çünkü vâcibin terki söz konusudur.
Birinci oturuşta teşehhüdden sonra "ALLAHümme salli alâ MuhaMMed" dense Sehiv Secdesi lâzım olur. Kimilerine göre de "ve alâ âl-i MuhaMMed" denmedikçe Sehiv Secdesi gerekmez. Ebû Hanîfe’ye göre ilk oturuşta teşehhüd üzerine bir harf dahi eklenecek olursa Sehiv Secdesi lâzım olur. Kimileri de, birinci oturuşta teşehhüd üzerine ziyâde, bir rükün edâ edecek miktar olmadıkça Sehiv Secdesi gerekmez, sahih olan da budur demişlerdir.
Namazda Tahiyyât, salâvât ve zikirlerin açıktan okunması Sehiv Secdesini gerektirmez.
Birinci oturuşta imam teşehhüdü tezce bitirip üçüncü rek‘ata kalkarsa, muktedî teşehhüdü tamamlamadan imama uymak için teşehhüdün bir kısmını terketmemeli; teşehhüdü okuyuncaya değin imama uymayı geciktirmelidir.
Birinci oturuşta teşehhüd tekrar okunsa, Sehiv Secdesi gerekir; son oturuşta teşehhüd ikinci kez okunsa Sehiv Secdesi gerekmez; üç dört defâ okunacak olsa o vakit sehv ile uzunca bir süre beklenmiş olur ve Sehiv Secdesi vâcib hale gelir.

8-.) Öğle Namazının ilk oturuşunda namazı tamamladım zannıyla selâm verdikten sonra henüz iki rek‘at kılmış olduğunu, geriye iki rek‘at kaldığını anlayan kişi, kalkıp namazını tamamlar, sonra Sehiv Secdesi yapar.
Namazdan çıktım zannıyla bir kimse selâm vermeyi unutarak ka‘deyi uzatsa, sonra namazdan henüz çıkmamış olduğunu anlasa hemen selâm verir ve Sehiv Secdesi yapar.

9-) Sehiv Secdesi yaparken, Sehiv Secdesi gerektirecek bir iş yapılsa teselsüle düşme ihtimaline binâen, artık ikinci bir Sehiv Secdesine gerek olmaz.
Bu bakımdan bir kimse kaç kez yanılırsa yanılsın, kendisine vâcib olan sâdece bir kez Sehiv Secdesi yapmaktır.

10-) İmama sonradan yetişen kimse unutarak imamla birlikte selâm verecek olsa Sehiv Secdesi gerekmez.

11-) Sehiv Secdesi yapması gereken kişi, bunu unutarak selâm verse, araya dünyâ kelâmı da girmeden Sehiv Secdesi yapması gerektiğini hatırlasa, mescidden çıkmadıkça ve söz söylemedikçe (biriyle konuşmadıkça) Sehiv Secdesi yapabilir.

12-) Bir kimse Öğle Namazını “Üç rek‘at mı yoksa dört rek‘at mı kıldım?” diye kuşkulanırsa; eğer bu kuşku ilk kuşkusu ise namazı baştan kılar, bu kuşku ilk değilse biraz düşünür, kanaatine göre davranır. Namazı yeniden kılması gerekmez.
Meselâ, Sabah Namazını kılarken “Bir rek‘at mı yoksa iki rek‘at mı kıldım?” diye şüphe etse, biraz düşününce iki rek‘at kıldığına kanaat getirirse
oturur, selâm verir ve Sehiv Secdesi yapar. Bir rek‘at kıldığına kanaat getirirse, bir rek‘at daha kılar oturur selâm verir ve Sehiv Secdesi yapar. Bir mi
iki mi kıldığına kanaat getiremeyip kararsız kalsa, az olan ihtimali esas alır, bir rek‘at daha ilâve eder ve namazın sonunda Sehiv Secdesi yapar.
Dört rek‘atlı bir namaza başlayan kimse, kıldığı rek‘atın birinci rek‘at mı, ikinci rek‘at mı olduğunda kuşkuya düşüp, bir tarafı tercih edemezse, kendisini bir rek‘at kılmış sayar ve birinci sayılan rek‘atın ikinci ve üçüncü sayılan rek‘atın da dördüncü rek‘at olma ihtimali bulunduğu için, her bir rek‘atın sonunda ihtiyaten teşehhüd miktarı oturur. Bu sûretle dört oturuş yapmış olur.
Bir kimse kıldığı rek‘atın ikinci mi yoksa üçüncü mü olduğu hususunda kuşkuya düşse, sahih görüşe göre, bu rek‘atın sonunda oturmaz. Bir tarafı
tercih edemediği takdirde bunu ikinci rek‘at sayar, geri kalan rek‘atları tamamlar. Akşam Namazı ile Vitir Namazının durumu farklıdır. Bu kuşku
bunlardan birinde ortaya çıkarsa, oturmak gerekir. Çünkü kuşku edilen rek‘atın üçüncü rek‘at olma ihtimali bulunmaktadır. Kuşku edilen rek‘atın
ikinci rek‘at olma ihtimaline binâen de teşehhüdden sonra bir rek‘at daha ilâve edilir. Bunların sonunda Sehiv Secdesi yapılır.
Dört rek‘atlı namazlarda, kılınmakta olan rek‘atın dördüncü mü beşinci mi olduğunda ve Sabah Namazında, kılınan rek‘atın ikinci mi üçüncü mü olduğunda ve üç rek‘atlı namazlarda, kılınan rek‘atın üçüncü mü dördüncü mü olduğunda kuşku edilse, sonunda oturulur. Teşehhüdden sonra kalkılır, bir rek‘at daha kılınır. Çünkü bu rek‘atların fazla olma (yâni beşinci, üçüncü, dördüncü olma) ihtimali vardır. İlâve edilen bir rek‘at ile fazla olan kısım nâfile olmuş olur. Sonunda Sehiv Secdesi yapılır. Bu hüküm, kuşkunun kılınmakta olan rek‘atın secdesinden önce olmasına göredir. Eğer bu kuşku, ilk secde yapıldıktan sonra doğmuşsa namaz ittifâkla bâtıl olur. Çünkü kuşku duyulan rek‘atın ziyâde olup farz olan son oturuşunun terkedilmiş olması muhtemeldir. İlk secde halinde ise İmam Muhammed'e göre namaz bâtıl olmaz.
Namazı tamamladıktan sonra vâki olan kuşkuya i’tibar edilmez. Müminin hali lehine yorumlanıp tamam kılmış olduğuna hükmedilir. Fakat zann-ı galibi, namazı eksik kıldığı yönünde ise bu takdirde iâde eder. İmam Muhammed'e göre, teşehhüd okunduktan sonra vâki olan kuşkuya i’tibar edilmez.

13-) Bir kimse “Öğle Namazını kıldım mı kılmadım mı?” diye kuşku duysa, vakit içinde ise bu namazı kılmak lâzımdır, vakit çıktı ise bir şey gerekmez.
Rükû’ veya secde yapıp yapmadığında kuşku duyarsa, namaz içinde ise, kuşku duyduğu şeyi (rükû’ veya secde) tekrar eder, namazdan ayrıldıktan
sonra ise bu kuşkuya i’tibar edilmez.

14-) Mesbûk, yâni cemaatle namaza sonradan katılan kimse imam ile birlikte Sehiv Secdelerini yapar, isterse bu Sehiv Secdesini gerektiren iş, kendisinin uymasından önce gerçekleşmiş bulunsun.
Mesbûk, henüz imam selâm vermeden ayağa kalkıp kıraatte hatta rükû’da bulunduktan sonra imam selâm verip Sehiv Secdesi yaparsa, mesbûk
bu secdelere iştirak eder. Bu ana kadar yapmış olduğu kıraat ve rükû’u aradan kalkar, hiç yapılmamış gibi olur. İmamın selâm vermesinden sonra kalkar, eksik kalan rek‘atlarını tamamlar. Bununla birlikte mesbûk, imamın selâmını beklemeden ayağa kalktığında, imam Sehiv Secdesi yaparsa,
mesbûk ona uymadığı takdirde namazı fâsid olmaz. Namazını tamamlayınca bu Sehiv Secdesini kendisi yapar. Ayrıca eğer mesbûk secdeye vardıktan sonra imam Sehiv Secdesi yapacak olsa, mesbûk artık ona uyamaz, namazına devam eder ve namazın sonunda Sehiv Secdesini kendisi yapar.
Mesbûkun, imamdan sonra kendi başına kılacağı rek‘atlardan birinde sehiv etmesi durumunda Sehiv Secdesi yapması gerekir. Daha önce imamla
birlikte Sehiv Secdesi yapmış olması bunu değiştirmez.
Mesbûk imam ile birlikte sehven selâm verse bundan dolayı Sehiv Secdesi yapması gerekmez. Fakat imamın selâmından sonra selâm verecek
olsa, Sehiv Secdesi gerekir. Çünkü birinci durumda muktedî, ikinci durumda ise münferittir. Muktedîye kendi sehvinden dolayı Sehiv Secdesi gerekmez.

15-) Sehiv Secdesi yapmakta olan veya Sehiv Secdesinin teşehhüdünde bulunan imama uymak câizdir. Bu durumda imama uyan kişi cemaate yetişmiş sayılır. Aynı şekilde Sehiv Secdesinde namaz hali devam ediyor olduğu için meselâ kısalttığı bir namazda üzerine Sehiv Secdesi gereken yolcu, Sehiv Secdesini yaptıktan sonra ikâmete niyet eylese, kıldığı namazı dörde tamamlar.

16-) İmamla cemaat arasında ihtilâf olursa ve meselâ cemaat üç kıldın dese, imam da dört kıldığını söylese; eğer imamın dört kıldığına yakini varsa, yâni dört kıldığından eminse, cemaatin sözüne i’tibar edilmez. Eğer imam dört kıldığından emin değilse, söz cemaatindir. İhtilâf cemaat arasında olursa, bazısı dört kıldı, bazısı üç kıldı derse, imam hangi tarafta ise söz imamındır, imamla birlikte bir kişi dahi olsa. Ama imam eğer namazı iâde etse, cemaat de iktidâ etse, yâni imamla birlikte namaza başlasalar, iktidâları sahih olur. Zirâ eğer imamın sözü gerçek ise, sonra kıldıkları namaz nâfile olur ve cemaat imama nâfilede uymuş olur. Eğer imamın sözü yanlış ise kıldığı namaz, vakit namazı olur, farz olur.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »


cc-) İmamLara ÖzeL DurumLar.:

Farz ve Nâfile Namazlar ile bayram ve Cum’a Namazında Sehiv Secdesinin hükmü kural olarak aynı olmakla birlikte Hanefîler Bayram ve Cum’a Namazlarında kalabalık cemaatin kargaşaya düşmesini önlemek için, bu namazlarda Sehiv Secdesi yapılacak durumları en aza indirmeye çalışmış, çoğu durumda Sehiv Secdesinin terkedilmesini daha uygun (evlâ) görmüşlerdir.
İmam, Bayram Namazının tekbirlerinden bir veya ikisini terketse, sehiv secdesi gerekir. Ebû Hanîfe'den bir rivâyete göre, Bayram Namazlarının bütün tekbirlerinin terkedilmesi durumunda da Sehiv Secdesi yapılır.
İmam olan kimse namazda gizli okunacak yerde açıktan (cehr) veya açıktan okunacak yerde gizlice okusa zâhir rivâyete göre bunun az veya çok olmasına bakılmaksızın Sehiv Secdesi gerekir. Bazı âlimler bunu bir ölçüye bağlamaya çalışmışlardır. Buna göre, Fâtiha'nın tamamını veya büyük bir kısmını yahut sûreden üç kısa âyet veya bir uzun âyeti, kısaca namaz sahih olacak miktardaki âyeti, gizli okunacak yerde açıktan veya açık okunacak yerde gizliden okumak durumunda Sehiv Secdesi gerekir. Gizli okunacak yerde Fâtiha'nın çoğu sehven açıktan okunsa, geri kalan kısmı gizli okunmalıdır. Açıktan okunması gereken bir namazda Fâtiha kısmen gizliden okunup, açıktan okunması gerektiği hatırlanırsa Fâtiha yeni baştan açıktan okunur.
İmam meselâ Sabah Namazında Fâtiha'yı gizliden okuyup sonra bu durumu farketse, Fâtiha'yı yeniden okumasına gerek yoktur. Ekleyeceği sûreyi açıktan okur.
İmam Terâvih Namazında gizli okusa, Sehiv Secdesi gerekir.
Bir kimse, açıktan okunan namazın ilk iki rek‘atında kıraat etmese, son iki rek‘atta açıktan okur ve Sehiv Secdesi yapar.
Bir kimse gece namazını kazâya bıraksa, gündüz imam olarak kazâ ederken sehven gizliden okusa, Sehiv Secdesi gerekir. Gündüz namazını kazâya bırakıp geceleyin imam olarak kazâ etse ve sehven açıktan okusa yine sehiv secdesi gerekir. Bir kimse geceleyin Nâfile Namaz kıldırmak üzere bir topluluğa imam olsa ve sehven gizliden okusa, yahut gündüz Nâfile Namaz kıldırmak üzere imam olup sehven açıktan okusa (cehr) Sehiv Secdesi gerekir. Bunu kasden yaparsa isâet etmiş olur.

B-) TİLÂVET SECDESİ.:
Tilâvet secdesi, Kur'ÂN-ı Kerîm'de on dört yerde geçen secde âyetlerinden birini okumak veya işitmek durumunda yapılan secdeye denir. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın, içinde secde âyeti bulunan bir sûre okuduğunda secde ettiği, sahâbenin de onunla birlikte secde ettiği ve bazılarının alınlarını koyacak yer bulamadıkları rivâyeti yanında bu konuya ilişkin olarak Peygamberimiz aleyhisselâm’ın şöyle buyurduğu rivâyet olunmaktadır.:
"Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde edince, şeytan ağlar ve.: "Vay benim halime! Âdemoğlu secde etmekle emr olundu ve hemen secde etti; cennet onundur. Ben ise secde etmekle emrolundum, ama secde etmekten kaçındım, bundan dolayı cehennem benimdir." diyerek oradan kaçar" buyurmuştur. (Müslim, “Îmân”, 35).
Secde âyetlerinin bir kısmında genel olarak müşriklerin Yüce Yaratıcı’nın karşısında boyun bükmekten ve secde etmekten kaçındıkları anlatılmakta, bir kısmında ise müminler/muhataplar doğrudan secde etmekle emrolunmaktadır. Secde âyetlerinin bu muhtevası göz önünde bulundurulursa, bu âyetleri okuyan veya işiten kimsenin secde yapması, hem emre itaat etmek hem de secde etmekten kaçınanlara tepki göstermek ve muhalefet etmek anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, tilâvet secdesiyle yükümlü olabilmek için her şeyden önce, dinlenen âyetin secde âyeti olduğunun bilinmesi gerekir. Dinlediği âyetler arasında secde âyeti bulunduğunu bilmeyen kişinin secde etmesi gerekmez. Meselâ teyp, radyo ve televizyonda okunan Kur’ÂN'ı dinlerken secde âyeti geçse ve dinleyen kişi bunun secde âyeti olduğunu bilmiyorsa onun secde etmesini beklemek doğru olmaz. Fakat okunan Kur’ÂN'ın meâli veriliyorsa ve dinleyen kişi üslûptan veya lafızdan secde etmenin uygun olacağını çıkarıyorsa secde etmesi gerekir. Çünkü, ya bütün mahlûkatın ALLAH'ı tesbih ve tâzim ettiği, iyi kullarının ALLAH'a secde ettikleri anlatılıyordur, ya da müşriklerin secde etmekten kaçındıkları söz konusu edilmiştir. Her iki halde de dinleyen kişinin, içinden müminlerin secde edişini tasvib, inanmayanların itaatsizliğini ise tekzip etmesi, bu duygusunun bir gösterimi ve dışa vurumu olarak da secde etmesi gerekir. Âlimlerin, âyetini telaffuz etmeksizin sâdece gözüyle süzen kişinin secde etmesinin gerekmeyeceğini söylemeleri, gözüyle süzmenin okuma sayılıp sayılmayacağı tartışması yanında, secde âyetinin açıktan okunup ardından secde edilmesinin meydana getireceği izlenim ile de ilgilidir.
Secde âyetini okuyan veya işiten her mükellefin secde etmesi gerekir. Tilâvet secdesi, ibâdet içeriğinin ötesinde bir inanç anlamı ve bağlantısı içerdiği için, abdestsiz olan kişilerin, hatta hayızlı kadınların hemen secdeye kapanmalarının mümkün hatta gerekli olduğunu söyleyenler olmuşsa da, âlimlerin çoğunluğu tilâvet secdesi için abdest şartında ısrar etmişlerdir. Tilâvet Secdesi yapmak, Hanefîler'e göre vâcib, diğer üç mezhebe göre ise sünnettir.
Tilâvet secdesi şöyle yapılır: Başta, tilâvet secdesi yapacak kişinin abdestli, üstünün başının temiz ve avret yerlerinin de örtülü olması şarttır. Tilâvet secdesi yapmak niyetiyle abdestli olarak kıbleye dönülür ve eller kaldırılmaksızın.: "ALLAHüekber" diyerek secdeye varılır. Üç kere.: "Sübhâne rabbiye'l-a‘lâ" denildikten sonra yine "ALLAHüekber" diyerek kalkılır. Bu secdede aslolan, yüzün yere konulması, yâni secde edilmesidir. Secdeye giderken ve kalkarken "ALLAHüekber" ve secde esnâsında "Sübhâne rabbiye'l-a‘lâ" denilmesi sünnettir. Aynı şekilde secdenin oturduğu yerden değil de, ayaktan yere inilerek yapılması, secde yapıp oturmak yerine ayağa kalkılması ve secdeden kalkarken "gufrâneke rabbenâ ve ileyke'l-masîr" denilmesi müstehabdır.
Tilâvet secdesini hemen yerine getirmek mecburiyeti olmamakla birlikte, bu secdenin anlamına ve amacına uygun olan davranış, mümkünse secdenin hemen o anda yapılmasıdır. Meselâ, arabada giderken tilâvet secdesi yapması gereken kimse bunu ima ile yapabilir.
Bir toplulukta Kur’ÂN okunurken secde âyeti okunmuşsa, Kur’ÂN okuyan kendisi öne geçerek tilâvet secdesini topluca yaptırması güzel olur.
Bu secde yapılırken kadınlarla aynı hizada durulmuş olması problem teşkil etmez. Fakat herkes istediği gibi, bulunduğu yerde tek tek de secde yapabilir.
Secde âyetinin namazda okunması durumunda tilâvet secdesinin nasıl yapılacağı hususunda öteden beri birçok görüş öne sürülmüş ve birtakım öneriler getirilmiştir. Genel olarak söylemek gerekirse, secde âyeti Alak sûresinde (96/19) olduğu gibi rek‘atın sonuna tesadüf ediyorsa, tilâvet secdesi namaz secdeleriyle yerine getirilmiş olur; namazdan sonra ayrıca tilâvet secdesi yapılmaz. Hatta Hanefî Mezhebinde, niyet etmesi durumunda, yapacağı rükû’un da tilâvet secdesi yerine geçeceği kabul edilmiştir. Secde âyetini okuduktan sonra okumaya daha devam edecekse tilâvet secdesine varıp kalkması gerekir. Âlimlerin bu görüşlerine rağmen, elimizde Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in namazda tilâvet secdesi yaptığına ilişkin sağlıklı bilgi bulunmadığı gibi, namazdaki kişiden ayrıca bir de tilâvet secdesi yapmasını istemek yukarıda ortaya konulan anlam ve amaç çerçevesi içerisinde tutarlı ve gerekli değildir. Çünkü namaza durmuş olan kimse, lisân-ı hâl ile, zaten yaratıcısına karşı bir muhalefet içerisinde olmadığını, aksine bir boyun büküş ve tevazu içerisinde olduğunu göstermekte ve ayrıca namaz gereği rükû’ ve secde yapmaktadır. Bu bakımdan, namaz esnâsında yapacağı secdelerin aynı zamanda tilâvet secdesi görevi de göreceğini söylemek daha mâkul ve namaz disiplini bakımından daha uygun gözükmektedir.
Secde Âyetlerinin hangileri olduğunu görmek için şu âyetlere bakılması ve bu âyetlerin meâllerinin okunması uygun olur: el-A‘raf 7/206; er-Ra‘d 13/15; en-Nahl 16/49; el-İsrâ 17/107; el-Meryem 19/58; el-Hac 22/18; elFurkan 25/60; en-Neml 27/25; es-Secde 32/15; Fussılet 41/37; Sâd 38/24; en-Necm 53/62; el-İnşikak 84/21; el-Alak 96/19.

C-) ŞÜKÜR SECDESİ.:
Şükür secdesi bir ni’metin kazanılmasından veya bir felâket ve musibetin atlatılmasından dolayı kıbleye dönerek tekbir alıp secdeye varmak, secdede iken ALLAH'a hamd ve şükür ettikten sonra yine tekbir alarak ayağa kalkmaktır.
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in ve ashabın ileri gelenlerinden birçoğunun çeşitli sebeblerle şükür secdesi yaptıklarına dâir rivâyetler bulunduğu için şükür secdesi bu gibi durumlarda müstehab kabul edilmiştir. Bu bakımdan bir kimse kendisi için önemli olan bir sonuca ulaştığı ve yine kendisi için tehlikeli olan sonuçtan beri olduğu her durumda şükür secdesine kapanabilir.


Resim XVII.=>CENÂZE NAMAZI.:

Bâki olan ALLAH'tır ve her canlı ölümü tadacaktır. Doğum gibi ölüm de değişmez sünneti içerisinde doğal bir olaydır. Fakat İslâm inancı bakımından ölüm bir son değil, yeni bir hayatın başlangıcıdır. Dolayısıyla bu âlem için ölüm denilen olay, başka bir âlem için mâhiyeti farklı yeni bir doğum olarak gerçekleşir. Mutlaka yaşanacak olan bu yeni hayat için insanın bu dünyâda iken hazırlık yapması gerekir. Esâsen ALLAH'ın emirleri ve Peygamberimiz aleyhisselâm’ın tavsiyeleri dikkate alınıp onlara uygun davranışlar sergilenmesi dışında özel bir hazırlık yapmaya gerek yoktur. Bu emir ve tavsiyeler, bu geçici dünyânın en güzel şekilde yaşanmasını sağlamaya yeteceği gibi, müstakbel hayat için de bir hazırlık teşkil edecek özelliktedir.

İnsanın ölüsü de saygıya lâyıktır. Bu saygı bir yönüyle, ölünün yakınlarına bir teselli mâhiyeti taşıdığı gibi ölümün hiçlik olmadığını anlatmak amacına da yöneliktir. O ölmüştür, fakat yine insandır; bu dünyâ açısından ölmüştür, fakat başka bir âlem için yeniden doğmuştur. Ölünün âdeta yeni doğmuş bir çocuk gibi yıkanması, bir yönüyle bu yeniden doğuş olayını sembolize etmekte, bir yönüyle bu fâni yolculuğun yâni dünyâ hayatının
kendisi üzerinde bıraktığı kir, toz ve bulaşıkları gidermeyi temsil etmektedir.
Bu yıkamanın ardından, yeni doğan çocuğa giydirilen zıbın misali kefene sarılır ve büyük bir ihtimamla beşiğine indirilir. Ötesini ALLAH biliyor, gidenler biliyor. Biz de bildirildiği kadarını biliyoruz...

Cenâze, ölü anlamına geldiği gibi, tabut veya teneşir anlamına da gelir. Son nefesine yaklaşmış ve ölmek üzere olan kişiye muhtazar, ölen kişiye meyyit (çoğulu mevtâ), ölü için genel olarak yapılması gereken hazırlıklara teçhiz, ölünün yıkanmasına gasil, kefenlenmesine tekfin, tabuta konulup musallâya yâni namazın kılınacağı yere ve namazdan sonra kabristana taşınmasına teşyî ve kabre konulmasına defin denir. Telkin, muhtazarın yanında kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdet okumaya denildiği gibi definden sonra, sorulması muhtemel soruları ve cevâbları ölüye hatırlatma konuşmasına da denilir. Ölünün yakınlarına başsağlığı dileğinde bulunmaya tâziye denir ki teselli etmek anlamındadır.

Ölen bir müslümanı yıkamak, kefenlemek, onun için namaz kılıp DUÂ etmek ve bir kabre gömmek müslümanlar için Farz-ı Kifâyedir.

Peygamberimiz aleyhisselâm.: "Ölülerinizin güzel işlerini yâdedin, kötü taraflarını dile getirmeyin" (Tirmizî, “Cenâiz”, 34) diyerek, ölmüşlerimizi hayırla anmamızı, iyi taraflarını ön plana çıkarmamızı tavsiye etmiştir. Ölenin olumsuz yönleri konusunda suskun kalma hususu, ölen kişinin ölmeden önceki davranışlarıyla ilgili olduğu kadar, ölüm anındaki durumu, gasil işini yapanların gördükleri hoş olmayan şeylerle de ilgilidir. Fakat ölen kişi haramı açıkça işleyen bid‘at ve sapıklıkla tanınmış ve bu hal üzere ölmüş biriyse, başkalarını sakındırmak maksadıyla onun bu durumu gerektiğinde söylenebilir.

Ölmek üzere olan kişiyi, eğer bir güçlük yoksa kıbleye doğru ve sağ yanı üzerine çevirmek müstehabdır. Sırtına, ensesine yastık gibi şeyler konup başı yükseltilerek yüzü kıbleye gelecek şekilde ve ayakları kıbleye uzanık duruma getirilmesi aynıdır.

Bir hadiste.: "Kimin son sözü "Lâ İLâhe İLLâ ALLAH" olursa, o kişi cennete girer" buyurulmuştur (Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 16).
Ölümü yaklaşmış kişiye Kelime-i Tevhid telkin edilmesi sünnettir (Müslim, “Cenâiz”, 1).
Ona.: "sen de söyle" dememeli, sâdece yanında Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehâdet okumalıdır.
Bu telkinin amacı, hastanın son nefeste bu sözleri söylemesi ve son sözünün bu kelimeler olmasıdır. Bu bakımdan bu telkini hastanın sevdiği kimseler yapmalıdır. Bu telkin tövbeyi de içine alacak şekilde şöyle de yapılabilir.:
"Estağfirullâhe'l-azîm ellezî lâ ilâhe illâ hû, el-Hayye'l-Kayyûm ve etûbü ileyh."
Ölümü yaklaşmış kişinin (muhtazar) yanında Yâsîn veya Ra‘d Sûresini okumak müstehabdır.

Muhtazar ölünce gözleri kapatılır, bir bezle çenesi bağlanır. Bunları yapan kişi şöyle DUÂ etmelidir.:
"Bismillâhi ve alâ Millet-i Resûlillâh. ALLAHümme yessir aleyhi emrehû ve sehhil aleyhi mâ ba‘dehû ve es‘idhu bi likaike vec‘al mâ
harece ileyhi hayren mimmâ harece anhü.:
ALLAH'ın adıyla ve Resûlullah'ın Dini üzere… Ey ALLAHım bunun işini kolaylaştır ve sonrasında güçlük gösterme. Onu, cemalinle mutlu eyle. Gittiği yeri, ayrıldığı yerden daha hayırlı eyle!."

Ölünün üzerinden elbisesi çıkarılır. Üzerine bir örtü çekilir, şişmemesi için karnı üzerine bıçak gibi demirden bir şey konur ve yıkanacağı yere konulur. Elleri yanlarına uzatılır, göğsünün üzerine konmaz. Cünüb, hayız, nifas hallerinde bulunanlar ölünün yanında bulunmaz. Ölünün yanında güzel kokulu bir şey bulundurulur.

Ölü yıkanıncaya kadar yanında Kur’ÂN okunmaz. Yıkanma işlemi tamamlanmadan ölünün yanında Kur’ÂN okumak mekruhtur. Fakat başka bir odada yüksek sesle okumak mekruh olmadığı gibi ölünün bulunduğu odada gizlice, içinden Kur’ÂN okumakta da kerâhet yoktur.

A-) Cenâzenin Yıkanması.:
Cenâzenin bir an önce yıkanması, kefenlenip hazırlanması ve defnedilmesi müstehabdır. Yıkama işini yapmak için cenâze önce, teneşir denilen tahta bir sedir üzerine, ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırılır. Teneşirin çevresi güzel kokulu bir şeyle üç, beş veya yedi defâ tütsülenir. Göbeğinden diz altına kadar olan avret yeri bir örtü ile örtülür ve elbiseleri tamamen çıkarılır.
Cenâze yıkayan erkek veya kadın, farz olan yıkama görevini yerine getirmeye niyet etmeli ve besmele ile başlamalıdır. Yıkama bitinceye kadar da
"Gufrâneke yâ Rahmân.: Artık senin af ve mağfiretinle baş başa, sen onu bağışla ey Rahmân olan ALLAH!." demelidir.

Yıkayıcı eline bir bez alarak örtünün altından ölünün avret yerlerini temizler. Sonra abdest aldırmaya başlayarak, önce yüzünü yıkar. Ağız ve burna su verilmez. Sâdece dudaklarının içini ve dışlarını, burun deliklerini, göbek çukurunu parmakla veya parmağına sardığı bezle mümkün mertebe siler. Ondan sonra ellerini, kollarını yıkar. Sahih olan görüşe göre başını da meshedip, ayaklarını geciktirmeksizin hemen yıkar. Böylece ölüye abdest verilmiş olur. Namazın ne olduğunu anlamayacak yaşta ölen çocuğa abdest verilmesine gerek yoktur. Cenâzenin abdest işi tamamlanınca üzerine ılık su dökülür. Varsa hatmî denilen güzel kokulu bir ot ile, yoksa sabun ile yıkanır. Sonra sol tarafına çevrilerek, sağ tarafı bir defâ yıkanır. Böylece sağ ve sol tarafları üçer defâ yıkanır. Bundan sonra cenâze hafifçe kaldırılır. Bu kaldırışta cenâze, yıkayan kişinin göğsüne veya eline veya dizine dayandırılır. Sonra karnı hafifçe ovulur. Bir şey çıkarsa su ile yıkanıp giderilir. Yeniden abdest verilmesine ve baştan yıkanmasına gerek yoktur. Şişip dağılmak üzere olan ölünün üzerine sâdece su dökmekle yetinilir; abdest verdirmeye ve üç defâ yıkamaya gerek yoktur.

Ölünün saçı sakalı taranmaz; saçları ve tırnakları kesilmez; sünnet olmamışsa sünnet edilmez. Cenâze yıkanırken pamuk kullanılmaz. Yıkandıktan sonra havlu ve benzeri bir şey ile kurulanır. Ondan sonra kefen gömleği giydirilir ve geri kalan kefenleri yayılır. Başına ve sakalına hânît denilen kâfur veya benzeri güzel kokulu bir şey konur. Secde yeri olan alın, burun, eller, dizler ve ayaklara da kâfur konur.

Ölü kapalı bir mekânda yıkanmalı, yıkayan ve yardım edenden başka kimse görmemelidir. Bir ölüyü ona en yakın olan biri veya takvâ sâhibi güvenilir bir kimse yıkamalıdır. Yıkama karşılığında para alınmasa iyi olur.

Erkek ölüyü erkek, kadın ölüyü kadın yıkamalıdır. Yıkayan kişiler abdestli olmalıdır. Yıkayıcının gayri müslim olması mekruh olmakla birlikte müslüman bir ölüyü yıkayacak müslüman kimse yoksa bu takdirde gayri müslim yıkasa da olur.

Bir kadın vefât eden kocasını yıkayabilir. Çünkü kadın iddet bekleyecektir. Bu iddet çıkmadıkça evlilik devam ediyor sayılır. Fakat koca, ölmüş karısını yıkayamaz. Çünkü erkeğin iddet beklemesi gerekmez, karısı ölünce aralarındaki evlilik bağı kalkmış olur. Ancak yıkayacak kimse bulunmadığı takdirde, koca karısına teyemmüm verir. Diğer üç imama göre koca karısını yıkayabilir.

Erkekler arasında ölmüş bulunan bir kadının orada bir mahremi varsa, mahremi kendisine teyemmüm verdirir. Mahremi yoksa yabancı bir erkek eline bir bez alarak bakmadan kadına teyemmüm ettirir.

Su bulunmadığı zaman yine teyemmüm ile yetinilir. Bir cenâze için teyemmüm yaptırılıp cenâze namazı kılındıktan sonra su bulunacak olursa, yeniden yıkanır. Cenâze namazını yeniden kılmaya gerek olup olmadığı konusunda Ebû Yûsuf'tan, biri kılınacağı, diğeri kılınmasına gerek olmadığı
şeklinde iki görüş rivâyet edilmektedir.

Henüz bulûğ çağına yaklaşmamış küçük kız çocuğunu gerektiğinde erkek yıkayabileceği gibi, aynı durumdaki erkek çocuğunu gerektiğinde bir kadın yıkayabilir. Cinsel organı kesilmiş veya yumurtaları alınmış erkek de erkek yıkayıcı tarafından yıkanır.

Erkek mi kadın mı olduğu anlaşılmayan ve bu bakımdan kendisine hünsâ-i müşkil denilen kimse ölünce yıkanmaz, sâdece teyemmüm ettirilir.
Kefenleme hususunda kadın sayılır ve ona göre kefenlenir.

Suda boğulmuş olan bir kimse, yıkamak niyetiyle üç defâ suda hareket ettirilerek yıkanır. Yalnız su içinde kalmış olması, hayattaki müslümanları cenâzeyi yıkama farzını yerine getirmekten kurtarmaz.

Bir müslümanın akrabası veya karısı olan bir gayri müslim öldüğü zaman onun dindaşlarına verilir. Eğer bunlara verilmezse sünnete uygunluk şartına dikkat edilmeksizin yıkanır ve kefenlenerek gömülür.

Ölen müslümanın gayri müslimden başka akrabasından bir velisi bulunmasa bile cenâze gayri müslimlere verilmez. Çünkü bunun teçhiz ve tekfini müslümanların borcudur.

Düşük neticesinde ölü doğan çocuk, bir bez parçasına sarılarak gömülür, yıkanması gerekmez.

Ölmüş bir müslümanın başı ile beraber vücudunun çoğu bulunuyorsa yıkanır, kefenlenir ve namazı kılınır. Fakat başsız olarak yalnız vücudun yarısı bulunsa veya gövdesinin çoğu kaybolmuşsa yıkanmaz, kefenlenmez ve üzerine namaz kılınmaz. Bir beze sarılarak gömülür.

Kefene sarıldıktan sonra ölüden çıkacak bir sıvı veya benzeri şeyler artık yıkanmaz, öylece gömülür.

B-) Cenâzenin KefenLenmesi.:
Ölen erkek veya kadını, bedenleri örtülecek şekilde kefenlemek farzdır. Kefen, cenâzenin yıkanıp kurulanmasından sonra sarıldığı bez demektir. Bu bez, bir yönüyle ölünün bedenini örtme görevi gördüğü gibi, bir yönüyle de insanın bu dünyâdan bir şey götüremeyeceğini, doğduğu gibi çıplak ve sâde gideceğini temsil etmek üzere yensiz ve yakasız, dikişsiz ve oyasız sâde bir bezdir.

Erkeğin kefeni, biri gömlek (kamîs) yerini, biri etek (izâr) yerini ve biri de sargı-bürgü (lifâfe) yerini tutmak üzere yensiz ve yakasız, etrafı dikişsiz üç kat bez; kadının kefeni ise bu üç kata ilâve olarak bir baş örtüsü ve bir de göğüs örtüsü olmak üzere beş kat bezdir. Bu söylenen sünnet üzere kefenleme için gereken parça sayısıdır (kefen-i sünnet). Bu sayıda parça bulunamayıp, erkek için izâr ve lifâfe ve kadın için bu ikisine ilâveten bir baş örtüsü ile yetinilmesi durumunda, bu da yeterlidir (kefen-i kifâyet). Bu kadarı da bulunmaz ve gerek erkek gerek kadın için sâdece bir kat bez bulunabilirse, ölü tek parça beze sarılır (kefen-i zarûret).

Kamîs, boyun kısmından ayaklara kadar uzanan gömlek yerinde bir bezdir. İzâr, eteklik yerinde, baştan ayağa kadar uzanan bir bezdir. Lifâfe ise, sargı yerinde olup baştan ayağa kadar uzanan, baş ve ayak taraflarından düğümlenen bir bezdir. Bu bakımdan izârdan biraz daha uzundur.

Kefenin beyaz renkli pamuk bezinden olması daha faziletlidir. Gelenek olarak da beyaz patiskadan yapılmaktadır. Kefen olarak kullanılacak bez
çok basit ve âdi olmamalıdır, fakat çok pahalı olmasına da gerek yoktur.
Ölünün mal varlığına uygun olmalıdır. Kadınlar için ipekten ve zaferan ile usfur denilen boyalarla boyanmış bezden kefen yapılabilir.

Ölülere sarılmadan önce kefenlerin birkaç defâ güzel kokulu şeylerle tütsülenmesi âdettir.

Önce lifâfe tabut içine veya hasır veya kilim gibi bir şey üzerine yayılır, onun üzerine izâr serilir, sonra da ölü, kefen gömleği içinde izârın üstüne konur. Ölü erkek ise, izâr önce soluna, sonra da sağına getirilerek sarılır, sonra lifâfe de aynı şekilde sarılır. Açılmasından korkulursa, kefen bir kuşak ile de bağlanabilir.

Ölü kadın ise, saçları ikiye ayrılarak kefen gömleği üzerinden göğsü üzerine konulur ve üstüne, yüzünü de örtecek şekilde baş örtüsü konur.
Sonra üzerine izâr sarılır ve izârın üzerinden göğüs örtüsü bağlanır. Daha sonra lifâfe sarılır. Göğüs örtüsü lifâfeden sonra da bağlanabilir.

Bulûğ çağına yaklaşmış çocuklar, büyükler hükmündedir. Bu çağa gelmemiş çocukların kefenleri sâdece izâr ve lifâfeden ibâret olur. Kefenin tek
kat olması da mümkündür. Fakat üç kat yapılması daha iyidir.

Kefen, ölen kişinin kendi malından karşılanır. Kefen harcamaları, ölen kişinin borcundan, vasiyetinden ve vârislerin haklarından önce gelir. Geriye mal
bırakmamış kimselerin kefen masrafı, hayatta iken nafakasını vermekle yükümlü bulunduğu kimselere aittir. Böyle bir kimsesi yoksa, duruma göre bir
devlet kurumu tarafından veya oradaki müslüman halk tarafından karşılanır.

Hanefî Mezhebinde fetvâya esas olan görüşe göre, arkada mal bıraksın bırakmasın kadınların kefenleri kocalarına aittir. İmam Muhammed'e göre ise,
arkada mal bırakmayan kadınların tekfin ve teçhiz masrafları, bu kadınların nafakalarını temin etmekle yükümlü olan kimselere aittir. Kendilerine ait malları varsa, masraflar oradan karşılanır. Şâfiî'nin görüşü de böyledir.

Bir ölünün teçhiz ve tekfin masraflarını vârislerden birisi karşılamışsa, bu masrafları ölünün terekesinden alabilir. Fakat akraba olsun olmasın, bu masrafları vâris olmayan bir kimse, vârislerin isteği veya izni olmadan karşılamışsa, terekeden alma hakkı olmamakla birlikte vârisler bu kişinin yaptığı masrafı ödemek isterlerse, bu kişinin harcadığı miktarı almasında sakınca yoktur.

Ölünün alnına veya sargısına veya kefenine kendisinin iman üzere, ezelî ahid üzere sabit olduğuna dâir ahidnâme denilen bazı mukaddes kelimeler yazılacak olursa, ölen kişinin yüce ALLAH'ın mağfiretine kavuşmasının umulacağı söylenmiştir. Bunun mürekkeple veya kalıcı başka bir şeyle yazılması çeşitli nedenlerle hoş karşılanmamış, bunun yerine, ölü yıkandıktan sonra şahadet parmağı ile alnına bismillâhirrahmânirrahîm ve göğsü üzerine yine işaretle Lâ İLâhe İLLâ ALLAH yazılması uygun ve faydalı görülmüştür.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

C-) CENÂZE NAMAZI.:

Yıkanıp kefenlenen ölüye son DUÂyı yapmak üzere Cenâze Namazı kılmak görevi vardır. Bu görev Farz-ı Kifâyedir. Namaza duracak olan müslümanların yönü kıbleye gelecek şekilde, cenâze ön tarafa konulur. Müslümanlar abdestli ve kıbleye yönelik olarak DUÂ mâhiyetindeki bu namazı kılarlar.

Cenâze Namazına niyet şarttır. Bu niyetle ölünün kadın veyâ erkek, kız çocuk veyâ erkek çocuk olduğu belirlenir (ta‘yîn). Bu durumu bilmeyen kişi "üzerine imamın namaz kıldığı kişi" diye niyet edebilir.

İmam olan kişi, ALLAH TeALÂ'nın Rızâsı için orada bulunan cenâzenin namazını kılmaya ve o cenâze için DUÂ etmeye niyet ederek namaza başlar.
Niyette ölünün erkek veyâ kadın, kız veyâ erkek çocuğu olduğu belirtilmelidir. Diğer namazlarda, cemaat içinde kadın bulunması durumunda imamın, için de imamlığa niyet etmesi gerekli olduğu halde, bu namazda gerekmez. Cemaat ise, ALLAH Rızâsı için o Cenâze Namazını kılıp onun için DUÂ etmeye ve imama uymaya niyet eder.

Cenâze Namazının rükünleri =>kıyam ve tekbirdir. Sünnetleri ise =>hamd ve senâ etmek, salât ve selâm getirmek, hem ölüye hem de diğer müslümanlara DUÂ etmekten ibârettir. DUÂnın rükün olduğunu söyleyenler de vardır.

Cenâze Namazında İftitah Tekbirinden başka, üç tekbir bulunmaktadır.

Cenâze Namazında cemaatin bulunması şart değildir. Yalnız bir erkeğin veyâ yalnız bir kadının bu namazı kılmasıyla farz yerine getirilmiş olur. Bir ölünün namazını sâdece kadınlar kılmış olsalar, bu câizdir ve farz yerine gelmiş olur. Onlar kendi aralarında bu namazı cemaatle kılabilecekleri gibi
tek tek de kılabilirler.

Diğer namazlarda olduğu gibi Cenâze Namazında da namazı kıldırmaya en yetkili ve lâyık olanlar yöneticilerdir. Bu olmadığı takdirde sırasıyla müftü, câmi imamı ve daha sonra veraset sırasına göre ölünün velisi olan yakınları gelir. Namaz kıldırma sırası veliye geldiği halde izni olmadan, önce sayılanlar dışında birisi namazı kıldırmışsa, veli isterse yeniden namaz kılabilir ve başka bir cemaate yeniden Cenâze Namazını kıldırabilir. Ölen bir kadının velisi bulunmazsa namazını kıldırmaya kocası, sonra mahalle sakinleri yetkili olurlar. Ebû Hanîfe'den bir rivâyete ve Ebû Yûsuf'un ve Şâfiî'nin görüşüne göre Cenâze Namazını kıldırma önceliği ölenin velisine aittir.

Birkaç cenâze bir araya gelmiş olsa bunların namazlarını ayrı ayrı kılmak daha iyidir, hangisi daha önce getirilmişse önce onun namazı kılınır.
Birlikte getirilmişlerse daha faziletli olana öncelik verilir. Bununla birlikte orada bulunan cenâzelerin hepsine birden bir namaz kılmak da yeterli olur.

İmam ölünün göğsü hizasında durur. Cemaat de hiç olmazsa üç saf bağlar.
Cenâze Namazında safların en faziletlisi en arka saftır. Cenâze musallaya, baş tarafı imamın sağına gelecek şekilde konulur. Ters konulmuşsa, namaz câiz olmakla birlikte sünnete aykırı davranıldığı için kötü bir iş yapılmış olur.

Cenâze Namazına başlandıktan sonra gelip cemaate katılan kimse hemen tekbir alır, noksan kalan tekbirlerini de DUÂ okumaksızın peş peşe alır, böylece cenâze musallâdan kaldırılmadan tekbirlerini tamamlayıp selâm verir.
İmamın dördüncü tekbirinden sonra cemaate katılan kimse hemen tekbir alarak imama uyar, imamın selâmından sonra da üç tekbiri kazâ eder. Fetvâya esas alınan görüş budur.

Şiddetli yağmur gibi bir mâzeret bulunmadıkça cenâzeyi câmi içine alarak namazı orada kılmak doğru olmayıp tenzîhen mekruhtur. Cenâze mescidin ön tarafına konularak imam ile cemaatin bir kısmı cenâze ile orada, bir kısmı da mescid içinde durur ve saflar bitişik olursa, bu takdirde mekruh olmaz. Cenâze Namazının kabristanda kılınması uygun görülmemiştir.

Cenâze Namazında kadınların her zaman olduğu gibi arka safta yer tutmaları uygun olur; çünkü sünnet olan saf düzeni böyledir. Bununla birlikte erkeklerin hizasında veyâ önünde saf tutacak olsalar, hepsinin namazı tamam olur; diğer namazlarda olduğu gibi kadının iki yanında duran birer erkeğin ve arkadaki bir erkeğin namazı bozulmaz. Çünkü Cenâze Namazı mutlak namaz değildir.

Cenâze Namazını kıldıracak imamın âkıl-bâliğ olması şarttır.

Diğer namazları bozan şeyler Cenâze Namazını da bozar.

D-) CENÂZE NAMAZININ KILINIŞI.:

Cenâzeye karşı ve kıbleye yönelik olarak saf bağlanır, niyet edilir. İmam olan zât tekbir alarak ellerini namazda olduğu gibi bağlar. Cemaat de gizlice
tekbir alarak ellerini bağlarlar. Bu tekbir bir bakıma rükün bir bakıma şarttır.
Bu tekbirin arkasından hem İmam hem cemaat, "ve celle senâüke" cümlesini ilgili yere ekleyerek içlerinden "Sübhâneke"yi okurlar. Ardından imam elleri kaldırmadan "ALLAHu Ekber!" diye açıktan tekbir alır. Cemaat de ellerini kaldırmadan gizlice tekbir alır. Bundan sonra hepsi içlerinden "ALLAHümme salli ve ALLAHümme bârik" DUÂlarını okurlar. Tekrar aynı şekilde "ALLAHu Ekber!" diye tekbir alınır. Bu tekbirden sonra ölüye ve diğer mü’minlere gizlice DUÂ edilir.
Ölünün erkek veyâ kadın olmasına göre yapılacak DUÂ metinleri aşağıda verilecektir. Cenâze Namazı esas i’tibariyle bir DUÂdan ibâret olduğu için, bu DUÂarı Arapça okumak şart değildir. İsteyen bu şekliyle Arapça okuyabilir, isteyen de bu DUÂların kendi dilindeki anlamlarını okuyabileceği gibi, benzer anlamda başka DUÂlar da edebilir. Bu DUÂdan sonra yine "ALLAHu Ekber!" denilip tekbir alınır ve arkasından önce sağa sonra sola imam yüksek sesle, cemaat alçak sesle selâm verir. Böylece namaz tamamlanmış olur. Vâcib olan bu selâm verilirken ölüye, cemaate ve imama selâm vermeye niyet edilir.

Hanefîler, Cenâze Namazının DUÂ niteliğini baskın gördüklerinden Fâtiha Sûresinin Kur’ÂN tilâveti niyetiyle okunmasını tahrîmen mekruh sayar, fakat DUÂ niyetiyle okunmasında sakınca görmezler. Fâtiha'nın okunması Şâfiîler'e göre, diğer namazlarda olduğu gibi, Cenâze Namazında da bir rükündür. İlk tekbirden sonra okunması daha faziletlidir. Hanbelîler'e göre de Fâtiha bir rükün olup ilk tekbirden sonra okunması vâcibdir. Mâlikîler'e göre ise Fâtiha'nın okunmaması daha iyi olup okunması tenzîhen mekruhtur.

a-) Erkek cenâze için Cenâze Namazı DUÂsı. "Allâhümma'ğfir lihayyinâ ve meyyitinâ ve şâhidinâ ve gaibinâ ve zekerinâ ve ünsânâ ve sagirinâ ve kebîrinâ. Allâhümme men ahyeytehû minnâ fe ahyihî ale'l-islâm ve men teveffeytehû minnâ fe teveffehû ale'l-îmân. Ve hussa hâze'l-meyyite bi'r-ravhi ve'r-râhati ve'l-mağfireti ve'r-rıdvân. Allâhümme in kâne muhsinen fe zid fî ihsânihî ve in kâne müsîen fe tecâvez anhü ve lakkihi'l-emne ve'l-büşrâ ve'l-kerâmete ve'z-zülfâ, bi rahmetike yâ erhame'r-râhimîn (Anlamı.: ALLAHım! Dirimizi, ölümüzü, burada bulunanlarımızı bulunmayanlarımızı, erkeğimizi kadınımızı, küçüğümüzü büyüğümüzü mağfiret buyur, bağışla. ALLAHım! Aramızdan yaşatacaklarını İslâm üzere yaşat, öldüreceklerini iman üzere öldür. Şurada duran ölüye, kolaylık ve rahatlık ver, onu bağışla. Bu kişi, iyi bir kimse idiyse sen onun iyiliğini artır; eğer kötü davranmış günahkâr bir kimse idiyse, sen rahmet ve merhametinle onları görmezden gel. Ona güven, müjde, ikram ve yakınlıkıle mukabele et. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi olan ALLAHım).

b-) Ölen kişi çocuk gibi mükellef olmayan bir kimse ise, DUÂdaki "ve men teveffeytehû minnâ fe teveffehû ale'l-îmân (öldüreceklerini iman üzere öldür) cümlesi yerine "Allâhümme'c‘alhü lenâ feratan, Allâhümme'c‘alhü lenâ ecren ve zuhran, Allâhümme'c‘alhü lenâ şâfi‘an müşeffe‘an (ALLAHım! Sen onu bizim için önden gönderilmiş bir sevâb vesîlesi yap, ecir vesîlesi ve âhiret azığı eyle, onu bize şefâati kabul edilen bir şefâatçi eyle!)" diye DUÂ edilir.

c-) Ölen kişi kadın ise, DUÂnın ana metni ve anlamı aynı kalmak üzere, DUÂdaki … ve hussadan sonraki zamirler kadın yerini tutacak şekilde şöyle değiştirilir: "Ve hussa hâzihi'l-meyyite bi'r-ravhi ve'r-râhati ve'l-mağfireti ve'r-rıdvân. Allâhümme in kânet muhsineten fe zid fî ihsânihâ ve in kânet müsîeten fe tecâvez anhâ ve lakkiha'l-emne." Bu DUÂları bilmeyenler kolaylarına gelen başka uygun DUÂlar da okuyabilirler. "RABBenâ âtinâ" DUÂsı bu DUÂlardan biridir. Ayrıca "ALLAHım beni, bu ölüyü ve bütün mü’minleri bağışla" şeklinde DUÂ edilebilir.

E-) CENÂZEYE İLİŞKİN BAZI MESELELER.:

Kıble yönü araştırılıp ona göre namaz kılındıktan sonra hataya düşüldüğü anlaşılsa, namaz yeniden kılınır. Fakat namazdan sonra cemaatin abdestsiz
olduğu anlaşılsa namaz iâde edilmez; çünkü imamın namazı sahih olunca, bununla Cenâze Namazının farziyeti yerine gelmiş olur.

Genel olarak namaz kılmanın mekruh sayıldığı vakitlerde yâni güneşin doğması veyâ batması veyâ zevâle yaklaşması hallerinde Cenâze Namazı
kılmak da mekruhtur. Fakat bu vakitlerde kılınmış olan Cenâze Namazının iâde edilmesi yâni yeniden kılınması gerekmez. Bu vakitlerde cenâzenin
defnedilmesi ise mekruh değildir.

Hanefî ve Mâlikî fâkihleri, kıble yönünde sapma meydana geleceği gerekçesiyle, gaip yâni orada bulunmayan bir cenâze üzerine namaz kılmayı
câiz görmezler. Fakat Şâfiîler'e göre gaip üzerine Cenâze Namazı kılınabilir.
Çünkü Peygamberimiz Necâşî'nin namazını bu şekilde kılmıştır. Hanbelîler'e göre de aradan bir ay geçmedikçe gaip üzerine Cenâze Namazı kılınabilir.

Namazı kılınmayarak gömülmüş olan bir cenâzenin henüz dağılmamış olduğu muhtemel ise, ölünün hakkını ödemiş olmak için, kabri üzerine namaz kılınır.

Diri olarak doğduğu bilinen bir çocuk yıkanıp namazı kılınır. Ölü olarak doğarsa, yıkanır fakat üzerine namaz kılınmaz.

Bir ölü yıkanmadan kefenlenmişse veyâ bir yerinin yıkanması unutulmuşsa, kefen açılır ve yıkanması tamamlanır. Eğer üzerine namaz kılındıktan sonra durum anlaşılırsa, yine açılır, yıkanması tamamlanır ve namaz iâde edilir. Kabre konulup üzerine toprak atılmadığı sürece hüküm böyledir.
Fakat kabre konulup üzerine toprak atıldıktan sonra, kabirden çıkarılması artık haramdır. Hiç yıkanmamış bile olsa artık öyle kalır. Ancak namaz kılınmamışsa kabri üzerinde namaz kılınabilir. Benimsenen görüş budur. Kefensiz olarak kabre konulduğu zaman da kabir açılamaz.

Ebû Yûsuf'a göre, yanlışlıkla veyâ dayanılmaz bir ağrı ve acıdan dolayı olmadıkça, bilerek kendini öldüren yâni intihar eden kimsenin Cenâze Namazı kilinmaz. İşlediği cürmün ağırlığını göstermesi bakımından bu görüş yerinde olmakla birlikte, bu durumun acılı âilenin acısını bir kat daha artiracaði düşüncesiyle, böyle kimselerin de namazının kılınabileceği söylenmiştir.

Anasını veyâ babasını kasden öldüren kimselerin de Cenâze Namazı kılınmaz.

Çatışma esnâsında öldürülen eşkıyanın, teröristlerin ve soyguncuların da Cenâze Namazı kılınmaz. Fakat şer‘î bir cezânın uygulanması sonucunda
ölenlerin cenâzeleri yıkanır ve namazları kılınır.

İrtidad ederek Müslümanlık’tan çıkmış olan kimsenin Cenâze Namazı kılınmayacağı gibi, müslüman mezarlığına da defnedilmez.

Bir müslümanla evli bulunan Hıristiyan veyâ Yahudi kadının hangi mezarlığa gömüleceği hususu tartışmalıdır. En doğrusu bu konuda kendisinin
bir vasiyeti varsa ona uyulması, yoksa âilesinin isteğine bırakılmasıdır.

Müslüman olanlarla müslüman olmayanların cenâzeleri karışacak olsa, ayırt etme imkânı varsa ayırt edilir ve ona göre davranılır. Ayırma imkânı
yoksa bu takdirde hepsi yıkanır ve müslümanlara niyet ederek hepsinin üzerine birlikte Cenâze Namazı kılınır.

F-) CENÂZEnin TAŞINMASI.:

Cenâzeyi teşyî etmek, yâni arkasından mezara kadar gitmek sünnettir, bunda büyük sevâb vardır. Hatta akraba veyâ komşulardan olup iyi haliyle
bilinmiş kişilerin cenâzesini teşyî etmenin Nâfile Namazdan daha faziletli olacağı söylenmiştir.

Hazırlanmış olan cenâzeyi bir an önce götürüp defnetmek iyidir. Cum’a Günü sabahleyin hazırlanmış olan cenâzeyi, cemaati daha çok olsun diye
Cum’a Namazı sonrasına ertelemek mekruhtur. Ancak cenâze ile ilgilenildiği takdirde Cum’a Namazının kaçırılacağı endişesi varsa bu takdirde cenâze
Cum’a Namazı sonrasına bırakılabilir. Bayram Namazı vaktinde hazırlamış olan cenâzenin namazı da Bayram Namazından sonra hutbeden önce kılınır.
Cenâzenin taşınmasında sünnet olan şekil, dört kişinin dört taraftan cenâzeyi yüklenmesidir. Her bir taraftan sırayla yüklenip onar adım, toplam
kırk adım götürmek müstehabdır. Cenâze önce ön taraftan sağ omuza, sonra ayak tarafından sağ omuza alınır. Sonra yine ön taraftan bu defâ sol omuza, sonra arka taraftan sol omuza alır. Her bir omuzlamada onar adım yürünür.

Cenâzeyi, omuzlara yüklenerek kabre götürmek onların haklarında gösterilen en büyük hürmet ve saygı nişânıdır. Böyle bir hareket insanlığın şeref ve kıymetini gösterir. Bir insanı âhiret evinin kapısına eşya taşır gibi götürmek insanın hassas kalbini incitebilir. Bunun için de bir zaruret olmadıkça cenâzeyi sırtlamak, hayvan veyâ arabaya yüklemek mekruh görülmüştür. Ancak büyük şehirlerde olduğu gibi, mezarlıkların şehir dışında ve uzak yerlerde olması halinde, cenâzenin arabayla taşınması mekruh olmaz.

Cenâzeyi takip edenlerin, cenâzenin arkasından yürümeleri daha faziletli olmakla birlikte, önden yürümekte de bir kerâhet yoktur. Cenâzeyi yaya
olarak takip etmek binitli olarak takipten daha faziletlidir. Eğer binitli olarak takip edilecekse, cemaati rahatsız etmemek için ya en önden gitmek ya da cemaatin arkasından gelmek uygun olur. Cenâze vakar içinde izlenmeli, cenâze ve üzüntü ortamına uygun düşecek şekilde davranmalı, gerekmedikçe konuşmamalıdır. Yapılacak iş, DUÂ etmek, tefekkür ve tezekkür etmektir.

Bu bakımdan uygunsuz şekilde davranmak, son zamanlarda görüldüğü gibi, cenâzeyi alkışlamak ciddîyetsizlik olmak bir yana, ölüye ve ölü sâhiblerine saygısızlıktır ve İslâm Dîninin öngördüğü edeb ölçüsünün dışındadır.

ALLAH'a isyan anlamını içerecek şekilde dövünüb, saç baş yolmamak ve yersiz sözler söylememek şartıyla cenâze için kalben kederlenmek ve göz
yaşları dökerek ağlamak doğaldır ve bu bakımdan günah değildir. Ölü, kendisi sağlığında tavsiye etmedikçe, arkasından ağlayanlar yüzünden kabrinde azap çekmez.

Cenâzeyi izleyen kadın erkek herkesin usulünce namaza katılmaları uygun olur. Namaza iştirak etmeyecek olan kimselerin mümkünse namaz kılınan yerlerin uzağında bulunmaları yerinde bir davranış olur.

Cenâzeyi takip edenler, hayatın sonlu olduğunu, bir gün kendi hayatlarının da son bulacağını düşünmeli; gün gelip kendisi de böyle eller üzerinde taşınırken, cenâzeye katılan insanlara kendisi hakkında.: "Ne iyi adamdı, incinmedik kırılmadık, bir kötülüğünü görmedik" dedirtmenin anlamını ve önemini hissetmelidir.

C-) CENÂZEnin DEFNİ.:

Cenâze kabre götürülüp omuzlardan indirilince bir engel yoksa, cemaat oturur. Cenâze omuzdan inmeden oturmaları mekruh olduğu gibi, cenâze
yere indikten sonra ayakta durmaları dahi mekruhtur.

Kabrin bir insan boyu kadar derin olması yeterlidir. Kabirlerde lahit yapmak faziletlidir; kabrin içinde kıble tarafı oyulur ve ölü, yüzü kıble tarafına gelecek şekilde sağ tarafı üzere buraya konur. Lahitin önüne tahta, kerpiç veyâ kamış gibi şeyler konur ve böylece atılan toprak ölünün üstüne
değil, bu şeylerin üstüne gelmiş olur. Bu ölüye saygının bir gereğidir. Eğer kabrin kazıldığı yer lahit yapılamayacak derecede yumuşak veyâ ıslak ise,
bunun iki yanı kerpiç veyâ tuğla gibi bir şeyle örülür. Sonra ölü bunların arasına konur ve üzerine ölüye dokunmayacak şekilde tahta veyâ kerpiçle
tavanımsı bir örtü yapılır. Kabrin dibi ıslak veyâ yumuşak olduğu durumlarda cenâze tabut ile birlikte gömülebilir. Fakat gerekmedikçe tabut ile gömmek mekruh sayılmıştır. Kimi âlimler kadınların tabut ile gömülmelerini güzel karşılamışlardır.

Kabir temininde güçlük bulunduğu takdirde, daha önce defin yapılmış bir kabre, önceki ölünün çürüyüp sâdece kemiklerinin kalacağı bir sürenin
toprak özelliklerine göre değişiklik gösterebilir. İkinci defin önceki ölünün kemikleri dikkatlice bir kenâra toplandıktan sonra yapılır.

Cenâze kıble tarafından kabre indirilir, sağ yanı üzerine kıbleye döndürülür ve kefen üzerinde bağı varsa çözülür. Cenâzeyi kabre koyan kişiler.:
"Bismillâhi ve alâ milleti resûlillâh (ALLAH'ın adıyla ve elçisinin dini üzere) derler. Cenâzeyi kabre koyacak kişilerin sayısı ihtiyaca göre değişir. Kadınları kabre koyacak kimselerin ölüye akrabalık yönünden mahrem olmaladaha uygundur. Kadınlar kabre yerleştirilinceye kadar gerekirse kabirleri üzerine bir perde çekilir.

Definde bulunan kişilerin kabir üzerine üç avuç toprak atarak birinci defâda "Sizi bundan (topraktan) yarattık", ikincisinde "Sizi tekrar toprağa iâde edeceğiz", üçüncüsünde de "Sizi bir kez daha topraktan çıkaracağız" demeleri müstehabdır.
Kabrin topraktan bir iki karış yükseltilip, deve hörgücü gibi yapılması menduptur. Kabir üzerine su serpmekte -gerekli olmamakla beraber- bir sakınca da yoktur.

H-) CENÂZEde KUR’ÂN OKUMA ve TELKİN.:

Cenâze defni üzerinden bir süre geçtikten sonra, orada Kur’ÂN okumak bazı toplumlarda hoş karşılanmıştır. Genellikle Mülk, Vâkıa, İhlâs, Felak ve Nâs sûreleri, sonra Fâtiha ile Bakara Sûresinin ilk beş âyeti okunur. Sevâbı da cenâzenin ve diğer mü’minlerin ruhlarına bağışlanır. Ölünün bağışlanması için DUÂ edilir ve yavaş yavaş cemaat dağılır. Peygamberimiz bir cenâze gömüldükten sonra bunları yapmamakla beraber hemen dönmez, bir müddet mezarı başında bekler ve cemaate şöyle derdi.: Kardeşiniz için Yüce ALLAH'tan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet vermesini dileyiniz. O şimdi sorguya çekilmektedir (Ebû Dâvud, “Cenâiz”, 67-69).

Telkin =>Cenâze kabre konduktan ve başında Kur’ÂN okuma da tamamlandıktan sonra, kalabalığın orayı terkedip geride kalan bir kimsenin kabrin başında yüksek sesle ve ölüye hitaben iman esaslarını hatırlatması işleminin adıdır. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın.: "Ölülerinize "Lâ İLâhe İLLâ ALLAH" telkin ediniz" (Müslim, “Cenâiz”, 1) sözündeki "ölüleriniz" kelimesi, âlimlerin çoğunluğu tarafından, "ölmek üzere olanlarınız" şeklinde anlaşılmış ve bunlar telkinin sâdece ölüm döşeğindeki hasta için olduğunu, definden sonraki telkinin meşrû olmadığını söylemişlerdir. Bazı Hanefî âlimleri ise bu konuda açık bir hüküm bulunmadığını, yâni ölü defnedildikten sonra telkin vermenin tavsiye edilmediği gibi yasaklanmadığını ileri sürmüşlerdir. Mâlikîler'e göre de telkin, ölüm döşeğinde iken verilir; gömüldükten sonra telkin vermek ise mekruhtur.

Hanefî Mezhebinde mükelleflik yaşına girdikten sonra ölen kimsenin mezarı başında telkin verilmesi meşrû görülmüştür. "Telkin yapılmaz", "Ne
yapın denir, ne de yapmayın"
diyen Hanefî fıkıhçılar da vardır. Şâfiî Mezhebine ve bir kısım Hanbelî fıkıhçılara göre de, telkin yapılması müstehabdır.

Telkin şöyle yapılır =>Cenâze defnedildikten sonra iyi hal sâhibi bir kimse ölünün yüzüne karşı durur ve ona ismiyle hitaben "Ey falan!" diye üç kez seslenir ve sonra şöyle der.:
"Üzkür mâ künte aleyhi min şehâdeti en Lâ İLâhe İLLâ ALLAH…"
"Ey falan! Hayatta iken üzerinde olduğun, benimsediğin şu hususları unutmayasın: ALLAH'tan başka İlâh yoktur ve MuhaMMed aleyhisselâm O'nun Elçisidir. CeNNet ve CeheNNem gerçektir, yeniden diriliş vardır, kıyamet saati kuşkusuz gelecektir. ALLAH kabirde yatanları yeniden diriltecektir. Yine unutma ki, sen;
RABB olarak =>ALLAH'ı,
Din olarak =>İslâm'ı,
Peygamber olarak =>MuhaMMed aleyhisselâm'ı,
İmam olarak =>Kur’ÂN'ı,
Kıble olarak =>Kâbe'yi ve,
Kardeş olarak =>Mü’minleri seçmiş ve bununla mutlu olmuştun.
RABBim olan ALLAH'tan başka İlâh yoktur =>Ben ona dayandım, büyük arşın RABBi de O'dur."


Bundan sonra üç kere=>“Yâ abdellâh, kul lâ ilâhe illallâh (Ey ALLAH'ın kulu, Lâ İLâhe İLLâ ALLAH de)" denilmesi ve bunun ardından üç kere =>"RABBim ALLAH, Dinim İslâm, Peygamberim MuhaMMed aleyhisselâm.'dir. Ey RABBim!. SEN onu tek başına bırakma, vârislerin en hayırlısı SENsin!” denilmesi âdet olmuştur. Umulur ki bu telkinler ölüye yarar sağlar, orada bulunanlara ikâz olur.

Bir kimse.: "Falan zât beni yıkasın, namazımı kıldırsın veyâ beni kabre koysun!" şeklinde vasiyet ederse, bu vasiyeti yerine getirmek gerekmez. Ancak ölünün velisi olan kişi, buna rızâ gösterirse bu vasiyet yerine getirilir.

Cenâzeyi taşımak veyâ kabri kazdırmak için ücretle adam tutmak câizdir.

Bir kimsenin kendisi için kefen alıp hazırlaması câiz olduğu gibi, günümüzde şehirlerdeki cârî âdete göre âile mezarlığı olarak mezar yeri almak da -genel olarak müslümanlara bir sıkıntı getirmezse- câizdir. Tabiî ki aslolan, bir insanın kendisi için kabir hazırlaması değil, kendisini kabir için hazırlamasıdır.

Cenâzenin gündüzün gömülmesi müstehabdır; gece defnedilmesini mekruh görenler, gecenin ve karanlığın yol açacağı sakıncaları göz önünde bulundurmuşlardır. Başkaca bir sakınca bulunmadığında gece de defin yapılabilir..

Ölünün velisi, ölünün gömülmesinin ertesi gününden başlayarak yedinci güne kadar, imkânı ölçüsünde fâkirlere sadaka vermeli ve sevâbını ölüye bağışlamalıdır. Bu bir sünnettir. Bunu yapamazsa iki rek‘at namaz kılarak sevâbını ölüye bağışlar.

Ölü sâhiblerinin ölümün birinci, üçüncü günlerinde veyâ haftasında yemek vermeleri konusunda herhangi bir sünnet veyâ tavsiye bulunmamaktadır.
Bununla birlikte, ölü sâhiblerine eziyet olmamak, gereğinden fazla önemsememek yâni dinî bir görev saymamak şartıyla ve daha ziyâde fâkirlerin doyurulmasına yönelik olarak bu zamanlarda yemek verilebilir. Komşuların ilk üç gün içerisinde, ölü sâhibleri için yemek hazırlayıp getirmeleri, ülkemizde yaygın olarak yapılan güzel âdetlerdendir..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

I-) CENÂZE TÂZİYESİ.:

Tâziye, ölünün yakınlarına mümkün olduğunca teselli edici, rahatlatıcı sözler söylemek ve üzüntüsünün paylaşıldığını göstermekten ibârettir. Tâziye için çoğunlukla.: "ALLAH size güzel sabırlar ihsân etsin ve mükâfatını daversin!", "Başınız sağ olsun! ALLAH geride kalanlara ömür versin!" gibi sözler söylenir. Tâziyenin kabristanda veyâ ölünün kapısının önünde yapılması mekruh görülmüştür.
Tâziye süresi, aynı yerde yaşayanlar için üç gündür. Tâziyenin üç gün içinde yapılması müstehabdır. Ölü sâhibleri normal hayata daha çabuk dönebilseler diye, üç günden sonra tâziye yapmak mekruh kabul edilmiştir. Ölü sâhibleri yapılacak tâziyeleri kabul için üç gün süreyle evlerinde oturabilirler. Başka yerde oturanlar veyâ aynı yerde olduğu halde haberi olmayanların üç günden sonra tâziye yapmaları mümkün görülmüş ise de, aslolan tâziye işinin üç gün içinde bitirilmesidir.


J-) ISKAT ve DEVİR.:

İbâdetlerde ıskat, namaz, oruç, kurban, adak, kefâret gibi ibâdet ve borçları ifâ etmeden vefât eden bir kimseyi bu borçlarından kurtarmak için fâkirlere fidye ödenmesi işlemini ifâde eder. Fıkıhta daha çok namaz ve oruç borcunu düşürme anlamına gelen Iskat-ı Salât ve Iskat-ı Savm terimleri kullanılır. Burada fidyeden maksad söz konusu ibâdetlerin yerine geçmesi amacıyla yapılan nakdî veyâ aynî ödemelerdir. Bu bağlamda Iskat-ı Salât, bir kimsenin sağlığında edâ veyâ kazâ edemediği namaz borçlarını uhdesinden düşürebilmek için ölümünden sonra fidye ödenmesi işlemini, devir de bu fidye ödemede geliştirilen bir yöntemi ifâde eder..

a-) Iskat.:
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Sahâbe, Tâbiîn ve Tebeu’t-Tâbiîn dönemlerinde yukaridâki anlamda ıskat söz konusu olmadığından, Iskat-ı Salât ve Iskat-ı Savm anlayış ve uygulamasının Kitap, Sünnet ve Sahâbe Fetvâlarından delillendirilmesi yerine, Fıkhın gelişim seyri göz önünde tutularak ele alınması daha doğru olacaktır. Öte yandan, Iskat-ı Salât telakki ve uygulaması hem teori hem de tarihî Seyir İ’tibariyle Iskat-ı Savm fikrine dayandırıldığı için, öncelikli olarak Iskat-ı Savm, sonra da Iskat-ı Salât hakkında bilgi verilmesi yerinde olur. İbâdetler ve bu nitelikteki kefâretler ALLAH Hakkı grubunda yer aldığı için kural olarak ıskat kabul etmez. Dinî mükellefiyetlerin ifâsında mükellefin niyeti ve ibâdetin ALLAH Rızâsı için yapılması ibâdetin özünü, şekil şartları ise maddî unsurunu teşkil edeceğinden, ibâdetler ancak şâriin belirlediği sebeblere bağlı olarak ve O'nun emrettiği tarzda yerine getirilirse ifâ edilmiş sayılır. İbâdetlerin dinin taabbüdî (kulluğu ve teslimiyeti sembolleştiren) hükümlerinin en başında yer almasının da anlamı budur.
Fıkıh Kültüründe ibâdetler; bedenî, malî, hem bedenî hem malî şeklinde üçlü ayırıma tâbi tutulur ve her bir ibâdetin mükellef tarafından zamanında, bizzat ve ayrı ayrı ifâ edilmesi gerektiği, her ibâdetin kendine mahsus bir sebebi ve gâyesi olduğu, hiçbirinin diğerinin yerine geçmeyeceği önemle vurgulanır. Aynı şekilde namaz, oruç gibi bedenî-şahsî ibâdetlerin mükellef adına bir başkası tarafından yerine getirilmesi de (niyâbet) câiz görülmemiştir. İbâdetlerin ifâsıyla ilgili genel prensipler böyle olmakla birlikte şâri‘, dinde kolaylıkılkesinin de bir gereği olarak, sınırlı ârizî hallerde bazı istisnâî hükümler sevketmiş ve ifâ edilemeyen bazı ibâdetlerin aynı veyâ başka cinsten bir diğer ibâdet ya da fiille telâfisine imkân tanımıştır. Seçimlik kefâretler, hacca gidemeyenin yerine bedel gönderilmesi, kadınların hayız ve nifâs hallerinde namazdan muaf tutulması ve orucu da -ileride kazâ etmek üzere tutmamaları, hasta ve yolcunun oruç tutup tutmamakta serbest olması ve tutmadığı oruçları diğer günlerde kazâ edebilmesi, unutma veyâ uyku sebebiyle kılınamayan namazın ilk fırsatta kılınması gibi hükümler bunun örnekleri ise de bu grupta yer alan belki de en önemli istisnâî hüküm oruç tutmaya güç yetiremeyenlerin bunun yerine fidye ödemeleridir.:


أَيَّامًا مَّعْدُودَاتٍ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ وَأَن تَصُومُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
“Eyyâmen ma’dûdât (ma’dûdâtin), fe men kâne minkum marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar (uhara) ve alellezîne yutîkûnehu fidyetun taâmu miskin (miskînin), fe men tatavvaa hayran fe huve hayrun leh (lehu), ve en tesûmû hayrun lekum in kuntum ta’lemûn (ta’lemûne). Eyyâmen ma’dûdât (ma’dûdâtin), fe men kâne minkum marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar (uhara) ve alellezîne yutîkûnehu fidyetun taâmu miskin miskînin), fe men tatavvaa hayran fe huve hayrun leh (lehu), ve en tesûmû hayrun lekum in kuntum ta’lemûn (ta’lemûne).: (Farz kılınan oruç) sayılı günlerdir. Fakat sizden kim hasta veya yolculukta olursa, o takdirde (tutamadığı günlerin sayısı), diğer (başka) günlerden (oruç tutarak) tamamlanır. (İhtiyarlıktan veya iyileşmesi umulmayan bir hastalıktan dolayı) ona (oruç tutmaya) güç yetiremeyenlerin, bir yoksulu (sabah, akşam) doyuracak (kadar) bir fidye vermesi (gerekir).Artık kim isteyerek (gönülden) bir hayır yaparsa (orucunu veya fidyeyi artırırsa), işte o, kendisi için bir hayırdır. Oruç tutmak sizi için daha hayırlıdır, keşke bilseydiniz. (Farz kılınan oruç) sayılı günlerdir. Fakat sizden kim hasta veya yolculukta olursa, o takdirde (tutamadığı günlerin sayısı), diğer (başka) günlerden (oruç tutarak) tamamlanır. (İhtiyarlıktan veya iyileşmesi umulmayan bir hastalıktan dolayı) ona (oruç tutmaya) güç yetiremeyenlerin, bir yoksulu (sabah, akşam) doyuracak (kadar) bir fidye vermesi (gerekir).Artık kim isteyerek (gönülden) bir hayır yaparsa (orucunu veya fidyeyi artırırsa),işte o, kendisi için bir hayırdır. Oruç tutmak sizi için daha hayırlıdır, keşke bilseydiniz.” (Bakara 2/184)

Hanefî Fâkihlerinin oruç yerine fidyenin ödenmesine "misl-i gayr-i ma‘kul ile kazâ" demeleri de bunun istisnâî ve kural dışı olduğunu belirtmeyi amaçlar (Serahsî, I, 49).
İbn Abbas, İbn Ömer, İbn Mes‘ûd, Muâz b. Cebel ve Seleme b. Ekva‘ın da aralarında bulunduğu bir grup sahâbî =>"Sizden Ramazan Ayına yetişenler o ayda oruç tutsun!."


شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَشَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Şehru ramadânellezî unzile fîhi’l- Kur’ÂNu huden li’n- nâsi ve beyyinâtin mine’l- hudâ ve’l- furkân (furkâni), fe men şehide minkumu’ş- şehra fe’l- yesumh (yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar (uhara) yurîdullâhu bikumu’l- yusra ve lâ yurîdu bikumu’l- usra, ve li tukmilû’l- iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn (teşkurûne).: Ramazan Ayı ki, insanlar için hidâyete erdirici (hidâyete erme, ALLAH'a ulaşma vesilesi) ve beyyineler (açık deliller ve isbat vasıtaları) ve FurkÂN (hakkı bâtıldan ayırıcı) olarak Kur’ÂN, Hüda tarafından onda (o ayın içinde) indirildi. Artık içinizden kim bu aya (yetişir de Ramazan Ayını görüp) şâhid olursa o zaman onu, oruç tutarak geçirsin. Ve kim, hasta veya yolculukta olursa, o takdirde (tutamadığı günlerin sayısı) diğer günlerde (oruç tutarak) tamamlanır. ALLAH sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidâyet erdirdiği şeye karşılık (sizin de) ALLAH'ı tekbir etmeniz (yüceltmeniz) içindir. Umulur ki böylece siz (bütün bu kolaylıklara) şükredersiniz.” (Bakara 2/185)

Meâlindeki âyet nâzil oluncaya kadar Ashabdan dileyenin oruç tuttuğunu, dileyenin de tutmayıp fidye verdiğini, bu âyet nâzil olduktan sonra ise oruç tutmaya gücü yetenler hakkında fidye hükmünün neshedilip yalnız hasta ve yaşlılar için bir ruhsat olarak kaldığını belirtirler. (Müslim, “Sıyâm”, 149-150; Cessâs, Ahkâmü'l-Kur’ÂN, I, 218).
Bu sebeble, oruçta fidye ile ilgili âyette (Bakara 2/184) geçen “Oruç tutmakta güçlük çekenler” (oruca zorlukla güç yetirenler veyâ güç yetiremeyenler) kaydı ile bir sonraki âyette yer alan Ramazan Ayına erişen herkesin oruç tutması emri birlikte ele alınarak, oruç tutmaya gücü yetenlerin fidye ödemesinin câiz olmadığı hususunda görüş birliğine varılmıştır. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve sahâbenin uygulaması da bu yönde olmuştur..

Sonuç olarak, İslâm Âlimlerinin ortak kabulüne göre, ihtiyarlık ve iyileşme ümidi kalmamış hastalık sebebiyle oruç tutamayan kimseler, kazâ etmeleri de mümkün olmadığı için tutamadıkları gün sayısınca fidye öderler. Âyetin tutulamayan orucun kazâ edilmesini değil de her bir oruç için bir fâkir doyumu fidye ödenmesini emretmesi, burada hastalık, bünye zayıflığı, meşakkat ve yolculuk gibi geçici bir mâzeretin değil, yaşlılık ve iyileşme umudu kalmamış hastalık şeklinde devâmlılık arzeden bir mâzeretin kasdedildiği yorumuna haklılık kazandırmıştır. Bu kimselerin, tekrar sağlığa kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmediğinden tutulamayan orucun, aynı cinsten bir ibâdetle telâfisi talep edilmemiş, "Her bir oruç için bir fâkiri doyurma" şeklinde sosyal amaçlı, orucun mahiyetiyle de alâkalı bir başka ibâdet istenmiştir. İslâm Ümmeti içinde ortaya çıkan Iskat-ı Savm ve akabinde Iskat-ı Salât tatbikatı, temelde âyetin sınırlı mâzeretler için getirdiği bu istisnâî hüküm etrafında geliştirilen zorlama yorum ve temennilerden kaynaklandığından âyetin kimler için hangi imkân ve hükümleri öngördüğünün iyi bilinmesi ayrı bir önem taşımaktadır.
Ölüme kadar her geçen gün bünyesi zayıflayan hasta ve yaşlıların, tutamadıkları farz oruçları için kaideten sağlıklarında fidye ödemeleri, değilse fidyenin ödenmesini vasiyet etmeleri gerekir. Böyle bir vasiyetin mevcudiyeti ve terekenin üçte birinin de yeterli olması halinde mirasçıların bu fidyeyi ödemeleri dinî bir vecîbedir. Vasiyeti yoksa veyâ üçte bir yeterli değilse, mirasçıların teberru kabilinden bunu ödemeleri tavsiye edilmiştir.

Yukaridâ özetle verilen hükümler, devâmlı hastalık ve yaşlılık sebebiyle oruç tutamayanlara mahsus olup bu iki durumun dışında kalan yolculuk, hastalık, gebelik, süt emzirme, ileri derecede açlık ve meşakkat gibi mâzeretler oruç tutmamaya veyâ başlanmış bir orucu bozmaya ruhsat teşkil etse de, tutulamayan oruçlar için fidye ödenmesini câiz kılmaz, mâzeret hali kalktıktan sonra kazâ edilmeleri gerekir. Bu kimseler kazâ edemeden vefât etmişse, mirasçıların aynı şekilde bu oruçlar için de fidye vermesi İslâm Âlimlerince câiz, hatta tavsiye edilen (mendup) bir davranış olarak görülmüştür. Bu konuda Fıkıh Mezhebleri arasında önemli bir görüş ayrılığı yoktur. Çünkü kazâ borcunu geciktirmemek gerekli ise de, burada başlangıçta mâzerete, devâmında ise ihmale ve ileride kazâ etme ümidine dayalı hoş görülebilir bir terk söz konusudur. Ayrıca vefât, bu kimsenin orucunu kazâ etme imkân ve ihtimalini ortadan kaldırdığından yaşlı ve hasta için söz konusu olan acz hali burada da var sayılabilir.

Mükellefin oruç borcunun vefâtından sonra fidye ödenerek düşürülmesi (Iskat-ı Savm) arzu ve teşebbüsünün yukaridâ özetlenen şartlarla ve zikredilen iki durumla sınırlı kalması beklenirken hangi dönemde başladığı tam olarak bilinemeyen fakat hicrî II. Asrın sonlarına doğru ortaya çıkması muhtemel olan bir yorum ve kıyaslama ile, sağlığında mâzeretsiz olarak oruç tutmamış ve kazâ da etmemiş kimse adına vefâtından sonra fidye verilebileceği ve bu fidyenin ölenin oruç borcunu ıskat etmesinin muhtemel olduğu görüşü gündeme gelmiş ve uygulama alanına girmeye başlamıştır. Fâkihlerin çoğunluğuna ait olduğu sanılan bu görüş, sağlığında mâzeretsiz olarak oruç tutmayıp kazâ da etmeyen kimsenin vefât etmekle kazâ etme imkânını yitirdiği için, mâzerete binâen oruç tutamayan kimsenin durumuna kıyasen bu kimse adına da fidye verilebileceği, vasiyeti varsa kıyasın daha güçlü olacağı gerekçelerine sâhibtir. Hanefî kaynaklarında, İmam Muhammed'in ölenin vasiyeti olmasa bile mirasçıların onun oruç borcu için fidye vermesinin ALLAH'ın dilemesine bağlı olarak yeterli olacağını söylediği rivâyet edilir. Yine ileri dönem fıkıh kitaplarında,vasiyetin bulunması kaydıyla veyâ mutlak olarak fidye ile Iskat-ı Savmın câiz olduğu ve bunun cevâzı hakkında nas bulunduğunun ifâde edilmesi de, bu son kıyasın dayandırıldığı âyet hükmünün mâzeretsiz olarak tutulmayan ve kazâ edilmeyen oruçlar için de fidye verilebileceğini kapsadığı iddiasını içermesi yönüyle tetkike muhtaç bir konudur. Konu, diğer Fıkıh Mezheblerinde de, benzeri bir yaklaşımla ele alınır.

Iskat-ı Savm hakkında yapılan bu genişletici yorumun, yine hicrî II. Yüzyılın sonlarından itibâren namaz hakkında da düşünülmeye başlandığı tahmin edilmektedir. Kişinin sağlığında iken kılmadığı veyâ kılamadığı namazlar için vefâtından sonra fidye verilerek borcunun düşürülmesi temenni ve teşebbüsüne ad olan Iskat-ı Salât hakkında, İmam Muhammed eş-Şeybânî hariç tutulursa ilk Hanefî Müctehidlerinden olumlu bir görüş bilinmemektedir. Kaynaklarda İmam Muhammed'in “ez-Ziyâdât”ta Iskat-ı Savm için yukarıdaki görüşünü açıkladıktan sonra.: "Bir kimse namaz borcu için fidye verilmesini vasiyet etse, ALLAH'ın dilemesine bağlı olarak bu fidye onun için yeterli olur" temennisini belirttiği, ancak Iskat-ı Savm hakkında kıyas yaparken namaz hakkında böyle bir kıyasa girişmeyip namazın hükmünü orucunkine ilhak etmekle yetindiği aktarılır. Burada kıyastan değil de ilhaktan söz edilmesi, kıyasın dayandırılabileceği bir aslın bulunmayışındandır. Bir mâzeret sebebiyle kılınamayan Farz Namazların bu mâzeret kalkınca hemen kılınması veyâ kazâ edilmesi emredilmiş ise de (Buhârî, “Mevâkit”, 37; Müslim, “Mesâcid”, 314; Ebû Dâvûd, “Salât”, 11), mâzeretsiz olarak kasden terkedilen namazların daha sonra kazâ edilmesi gerektiğine ve bu kazânın kişiden namaz borcunu düşüreceğine dâir açık bir nas yoktur. Böyle olunca, kılınmayan veyâ kılınamayan bir Farz Namazın yerine, sağlığında mükellefin veyâ vefâtından sonra mirasçılarının fidye vermesinin cevâzını ve bu fidyenin söz konusu namaz borcunu düşüreceğini açık veyâ dolaylı şekilde bildiren hiçbir âyet veyâ hadisin bulunmaması gâyet tabiîdir.
İmam Muhammed'in Iskat-ı Salât hakkında.: "ALLAH dilerse yeterli olur" şeklinde ihtiyatlı bir temennide bulunması da bu sebebdendir. Serahsî de.: "Ölenin namaz borcu için verilecek fidyenin namazın yerine geçmesinin kesinlik taşımadığını, fakat bunun ALLAH'ın Lutuf ve keremine kaldığını." söyler (Usul, I, 51).

Zâten Iskat-ı Salâtın cevâzına kail olan fâkihler de, namaz ve oruç borcuyla vefât eden kimsenin her iki ibâdet açısından da ifâ edemez olma (acz) durumuna düştüğünü, namazın oruçtan daha önemli olduğunu, oruç hakkındaki ruhsatın gerekçesinin "acz" olması halinde namazı da oruca ilhak etmenin ihtiyaten de olsa mümkün olacağını, ancak cevâzın şüpheli, ıskatın da bir temenniden öteye geçmediğini ifâde ederler. Öte yandan Iskat-ı Salât hakkındaki bu yorum ve temenniler, namaz borcuyla ölen kimsenin bu yönde vasiyetinin bulunması ve bıraktığı malın üçte birinin buna yeterli olması kaydıyla söz konusu edilir. Ortada böyle bir vasiyet veyâ mal yokken mirasçılar kendiliklerinden böyle bir çabaya girmişlerse, ölenin, ibâdetinin bu şekilde olsun telâfisine yönelik bir niyet ve ihtiyarı bulunmadığı için namaz borcunun fidye ile sâkıt olması temennisinin daha da şüpheli ve zayıf hale geldiği, belki sâdece fâkirlere fidye olarak dağıtılan para sebebiyle bir hayır ve tasadduktan söz edilebileceği dile getirilir. Şâfiî Mezhebinde ağırlıklı görüş, namaz borcuyla veyâ itikâf adak borcuyla ölen kimsenin yakınlarının ölen adına bu ibâdetleri ifâ etmesinin de, fidye vererek bu borçları düşürmesinin de câiz olmadığı yönündedir. Bununla birlikte orta ve ileri dönem Şâfiî Literatüründe, İmam Şâfiî'nin oruç borcuyla ilgili görüşünden yola çıkılarak yakınlarının ölen adına bu iki ibâdeti ifâ edebileceği, yine tahrîc usulü işletilerek ölenin namaz ve itikâf borcu için fidye verilebileceği görüşleri dile getirilir. Ancak bunun, VIII. yüzyıl Şâfiî fâkihlerinden Sübkî'nin de yaptığı gibi istisnâî ve biraz da Hanefîler'i takliden gidilebilecek bir çözüm olduğu belirtilerek mezhebde tercih edilen görüşün bu olmadığı vurgulanmak istenir.
İfâ edilemeyen ibâdetler için mükellefin vefâtından sonra fidye ödenmesinin cevâzı ve borcu düşürücü olup olmadığı tartışması, bedenî ibâdet olmaları sebebiyle namaz ve oruç üzerinde odaklaşır. Mükellefin sağlığında iken ifâ etmediği kurban, adak, malî kefâret veyâ zekât gibi ibâdetlerin vefâtından sonra vasiyetine bağlı olarak hatta mirasçılar tarafından kendiliğinden malî ödeme ile telâfi edilmesi, hem iki ifâ arasında cins birliğinin bulunması hem de bu tür ibâdetlere üçüncü şahısların haklarının taalluk etmesi ve malî ibâdetlerde niyâbetin kural olarak câiz olması sebebiyle daha anlamlıdır. Bu ödemelerin, mükellef tarafından bizzat yerine getirilmeyişi ve niyetin bulunmayışı sebebiyle ibâdet niteliği tartışmalı olsa bile en azından üçüncü şahısların (fâkirlerin) haklarını ıskat edebileceği savunulabilir. Öte yandan fidye, kefâret orucu gibi başka bir ihlâlden doğan ve seçimlik bir ceza olarak tutulması gereken oruçlarda değil de ramazan orucu gibi bizâtihî asıl olan oruçta gündeme getirilir.

b-) Devir.:
Iskat-ı Savm ve Salâtın kıyaslama, ilhak ve temenni tarzında da olsa tartışmaya açılması ve ölenin bütün ibâdet borçlarının fidye ile ıskat edilebileceği düşüncesinin kamu oyuna aksetmesi, bu yönde bir uygulamanın hızla yaygınlaşmasının bir âmili olduğu gibi, bu imkân bedenî ibâdet yükümlülüğü açısından zengin ve fâkir arasında bir ayırım yaptığı için ayrı bir tartışmayı da başlatmış oldu. Çünkü söz konusu anlayış ve uygulama gündeme geldiğinde sâdece malî imkânı elverişli olan âileler ve mirasçılar vefât eden yakınlarının yüksek meblağlar tutan fidye borcunu ödeme imkânı bulmaktaydı. Bu ayırımın yol açtığı sıkıntı, hicrî IV. Yüzyılın sonlarından itibâren "devir" işleminin bulunması ve câiz görülmesiyle giderilmeye çalışıldı. Devir, ıskat için fâkirlere nakdî bedeli tamamen vermek yerine muayyen bir miktarı hibe edip tekrar hibe yoluyla ondan geri alma ve toplam borç miktarına ulaşıncaya kadar bu hibe ve karşı hibe işlemini devâm ettirme usulünün adıdır. Böylece elde devredilen para ile devir sayısının çarpımıyla elde edilen meblağın fidye olarak hibe edilmiş olacağı, neticede de ıskat için gerekli fidyenin tamamen ödenmiş olacağı var sayılmaktadır.
Ölenin toplam fidye borcunun hesaplanmasında sâdece ifâ edemediği namaz ve oruç borçları için fidye verilmesi, kurban, adak ve kefâret türündeki bilfiil ibâdet borçlarının ödenmesi ile yetinilmeyip ihtiyaten ölenin bulûğdan vefâtına kadar devâm eden döneme ait bütün Bedenî İbâdetleri ve ALLAH Hakkı grubundaki bütün Dinî Mükellefiyetleri göz önünde bulundurulup bunlar fidye ile ıskat edilmek istenir. Bu yaklaşım ve arzu, haliyle ödenecek meblâğı yükseltmekte ve devri âdeta kaçınılmaz kılmaktadır. Öte yandan, devir usulüyle önemli bir ödeme kolaylığı getirilmiş olması da böyle bir talebi ve hesaplama yöntemini teşvik etmektedir. İşlemin sonunda arada devrolunan miktar fâkirlere verilir ve böylece toplam borç miktarı kadar para fidye olarak dağıtılmış sayılır. Zekât ödeme dâhil diğer malî mükellefiyetlerin ifâsında câiz olmayacağı açıkça belirtilen bu işleme belli bir dönemden sonra bazı fâkihlerin Iskat-ı Savm ve salâtta istisnâî olarak cevâz vermeye başladığı, sorulan fetvâlar ve verilen cevâblar dikkatlice incelendiğinde, onların bu yönelişinin temelinde, herhangi bir şer‘î delilden ziyâde ümit, ihtiyat ve temenniye dayalı bir iyimserliğin, âdet baskısının ve bazan menfaat beklentisinin yattığı görülür.

Öte yandan, Bedenî İbâdetlerde aslolan fâkirle zenginin eşit olmasıdır. Ölenin namaz ve oruç borcunu fidye ödeyerek ıskat etme bir imkân ise bu imkânı, yakınlarının ibâdet borçları için fidye verme arzusu içinde olan fakat malî durumları buna elvermeyen fâkir âilelere de tanımak ve böylece Bedenî İbâdetlerde mükellefiyet ve ifâ imkânı yönüyle eşitlikılkesini korumak gerekir. Bu düşünce de devir işleminin câiz görülmesinde önemli bir âmil olmuştur. Bu fâkihler, devir usulüne, vasiyet edilen miktarın (ki bu miktar terekenin kural olarak üçte birini geçemez) toplam fidye borcunu ödemeye yetmemesi durumunda başvurulabileceğini belirtmiş ve devirin, daha fazla harcama yapmak istemeyen zenginler için bir hile kapısı olmayıp fidye borcunu başka türlü ödeme imkânı bulunmayanlar için zayıf bir ümide de dayansa âdeta son çâre olduğunu vurgulamak istemişlerdir. Bu fâkihlerin böyle bir cevâz kapısını aralarken iyi niyetle hareket ettikleri ve tasaddukla, hayır ve hasenâtla sonuçlanması sebebiyle ıskat ve devir işlemine sıcak bakmış olacakları doğrudur. Ancak açılan bu cevâz yolunun, yukaridâ zikredilen sınırlandırıcı ve yönlendirici mülâhaza ve kayıtlar da göz ardı edilerek daha sonraları dinî bir imkân veyâ gereklilik olarak telakki edilip zenginfâkir herkes tarafından alabildiğince kullanıldığı ve âdeta dinî ödevlerde hileyi sembolize eden bir gelenek halini aldığı da inkâr edilemez..

Sonuç i’tibariyle, âyette sâdece oruç tutmaya gücü yetmeyen sürekli mâzeret sâhibi kimselerin fidye vermesinin emredildiği, bunun dışındaki Iskat-ı Savmın âyette yer almadığı, Iskat-ı Salâtın ve devir işleminin ise Kur’ÂN veyâ Sünnet'ten herhangi bir delile veyâ fıkhî hüküm elde etmede kullanılan bir usule dayanmadığı açıktır. Zâten bedenî ibâdetler ruhun ALLAH'a yükselişini sembolize ettiği, kişinin kendini geliştirip eğitmesine yardımcı olduğu ve tabiî olarak mükellef açısından birçok mânevî ve derunî yararlar taşıdığı için bunların sıradan bir borçalacakılişkisi çerçevesinde mütalaa edilmesi ve neticede ıskat usulünün alternatif ifâ olarak görülmesi bu ibâdetlerin ruh ve amacına aykırıdır. Ancak vefât eden kimsenin yakınlarının müteveffanın uhrevî mesuliyetini azaltacak bir şeyler yapabilme yönündeki iyi niyeti ve gayreti, müteahhirînden bazı fâkihlerin de ihtiyat ve temenniden öte gitmeyen fakat neticede fâkirlere tasaddukla sonuçlanan ıskat işlemine engel olmamaları hatta olaya sıcak bakmaları, bu sürecin tabiî bir devâmı olarak fâkirler için de devir usulünün bulunması, ıskat ve devrin İslâm Toplumunda hızla yaygınlaşmasının temel âmili olmuştur. Mâzeretsiz olarak tutulmayan ve kazâ edilmeyen oruçlar için Iskat-ı Savmın, bütünüyle Iskat-ı Salâtın ve devrin cevâzı yönünde Kur’ÂN'da, Sünnette veyâ Sahâbenin ve Müctehid İmamların Fetvâlarında hiçbir açıklama yer almadığı halde bütünüyle ıskat ve devrin uygulamada giderek yaygınlaşması, bunun İslâm'ın öngördüğü veyâ cevâz verdiği bir usul olarak algılanmasına, insanların sağlıklarında ibâdetleri ifâda tembellik etmesine veyâ ihmalkâr davranmasına, İslâm'ın bu âdet sebebiyle yanlış anlaşılmasına ve haksız ithamlara mâruz kalmasına yol açmaktadır. Ancak ölen için bir şeyler yapıp ALLAH'ın Rahmetini umma, dinî bir görevi ifâ etme, bu vesîleyle ihtiyaç sâhiblerine yardım etme gibi birçok farklı niyetin içiçe olduğu, psikolojik ve iktisadî sebeblerin ve sosyal baskının ön plana çıktığı bu işlemin sâdece ilmî ve şeklî bir yaklaşımla bid‘atlardan ve yanlışlardan arındırılması da kolay görünmemektedir. Din adına yapılan bu tür yanlış uygulamaları önlemenin belki de en etkili yolu, geride kalanların ölenler için yapabilecekleri en iyi hizmetin onların namaz-oruç borcu için para ödemek değil kendi ibâdetlerini düzenli şekilde yerine getirmek, dünyâda iyi bir müslüman olarak yaşamak ve ölen yakınları için, sevâbını onlara bağışlamak üzere hayır, eser, iyilik, ibâdet ve DUÂ yapmak olduğu bilincine ermeleridir..


K-) ŞEHİDLERE AİT HÜKÜMLER.:

ALLAH YOLU'nda canını veren kimseye şehîd denir (çoğulu şühedâ). Böyle bir kişiye şehîd denilmesinin ne anlama geldiği konusundaki görüşlerden bazıları şunlardır: Böyle bir kişiye şehîd denilmiştir; çünkü bu kişinin cennete gireceğine şâhidlik edilmiştir. Böyle bir kişiye şehîd denilmiştir; çünkü ölümü anında birtakım rahmet melekleri hazır bulunmuştur. Böyle bir kişiye şehîd denilmiştir; çünkü kendisi Cenâb-ı ALLAH'ın mânevî huzurunda hazır olarak rızıklandırılacaktır.
Şehîdlik MuhaMMed Ümmeti'ne tahsis edilmiş üstün bir pâye, büyük bir mertebedir. Kur’ÂNda.:
"ALLAH YOLU'nda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridirler, fakat siz farketmiyorsunuz."


وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبيلِ اللّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاء وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ
“Ve lâ tekûlû li men yuktelu fî sebîlillâhi emvât (emvâtun), bel ahyâun ve lâkin lâ teş’urûn (teş’urûne).: Ve ALLAH YOLU'nda öldürülen kimseler için “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz, farkında olmazsınız!.” (Bakara 2/154)

Ve "ALLAH YOLU'nda öldürülenleri ölü sanmayın! Onlar diridirler. RABBleri katından rızıklandırılmaktadırlar" buyurulmuştur..


وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاء عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ
“Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ (emvâten), bel ahyâun inde RABBihim yurzekûn(yurzekûne).: Ve ALLAH'ın YOLU’nda öldürülenleri, sakın ölüler sanmayın. Hayır, (onlar) hayydırlar (canlıdırlar), RABB'lerinin katında rızıklandırılırlar.” (Âl-i İmrân 3/169)

Peygamberimiz de bir hadislerinde.: "Şehîd cennettedir" buyurmuş (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 25), başka bir hadiste de.: "ALLAH Katı’nda hayırlı bir mertebede iken ölmüş kullar içinde, dünyâ içindekilerle birlikte kendisine verilecek olsa bile, şehîdden başka hiçbir kimse yeniden dünyâya gelmek istemez. Çünkü şehîdler, şehîdliğin ne denli üstün bir mertebe olduğunu görmüş oldukları için, dünyâya dönüp yeniden bir kere daha şehîd olmak için can atarlar" (Buhârî, “Cihâd”, 6)
Buyurarak, âhirette verilen üstün mertebe yanında şehâdet şerbetini içmenin, şehîdliği tatmanın da ayrı bir zevki bulunduğunu ifâde etmiş olmaktadır. İslâm Dîni'nde şehîdlik yüksek bir mertebe olarak kabul edildiği ve ALLAH YOLU'nda öldürülenler şehîdlik pâyesiyle taltif edildiği için, müslümanlar açısından ALLAH YOLU'nda ölmek sevimli ve gönülden istenen bir iş haline gelmiştir.
Birçok hadiste hangi durumda bir müslümanın şehîd olacağı konusuna açıklık getirilmiştir. Bir hadiste, canı, malı ve namusu uğruna ölen kişinin şehîd olacağı bildirilmiştir. Korunması dinin amaçları arasında yer alan can, mal ve namus uğruna ölmenin şehîd olarak nitelendirilmesi, bu hususlara dinimizde ne kadar önem verildiğini de göstermektedir.
İslâm hukukçuları ilgili hadislerden yola çıkarak dünyevî ve uhrevî hükümler bakımından şehîdleri üç kısımda değerlendirmişlerdir.

1-) Hem Dünyâ Hem Âhiret Hükümleri Bakımından Şehîd Sayılanlar.:
Bunlar ALLAH YOLU'nda savaşırken öldürülen kişilerdir. Kâmil mânada şehîd bunlardır ve bunlara "Hükmî Şehîd" denilir. Bu tür şehîdler yıkanmaksızın, kanlı elbiseleriyle defnedilir, elbiseleri onların kefeni yerine geçer. Üzerindeki silâh ve başka ağırlıklar alındıktan sonra Cenâze Namazı kılınarak defnedilir. Diğer üç mezhebe göre, şehîdlerin yıkanmasına gerek olmadığı gibi üzerlerine Cenâze Namazı kılınmasına da gerek görülmemesi, yine şehîdin elde etmiş olduğu yüksek pâye ile ilgilidir..

2-) Sâdece Dünyâ Hükümleri Bakımından Şehîd Sayılanlar.:
Kalbinde nifâk bulunmakla yâni münâfık olmakla birlikte, dış görünüşü i’tibariyle müslüman olduğuna hükmedilen ve müslümanların saflarında bulunduğu sırada düşman tarafından öldürülen kişiler bu grupta yer alır. Bunlar dünyâda yapılacak işler bakımından şehîd muâmelesi görürler.

3-) Sâdece Âhiret Hükümleri Bakımından Şehîd Sayılanlar.:
ALLAH YOLU'nda savaşırken aldığı bir yaradan dolayı o anda değil de, daha sonra ölen kişiler bu grupta yer alırlar.

Ayrıca hadislerde şehîd oldukları bildirilm'ekte olan, yanlışlıkla veyâ haksız yere öldürülen kişi, yangında, denizde veyâ göçük altında can veren kişiler; vebâ, kolera, sıtma gibi yaygın ve önlenmesi zor hastalıklar sebebiyle ölenler, ilim tahsili yolunda, helâl kazanç uğrunda, gerek kendisinin gerekse, -isterse gayri müslim olsun- başkalarının can, mal ve namusları uğrunda ölenler, lohusa iken ölen ve Cum’a Gecesinde ölen kimseler de bu grupta yer alan şehîdlerdir..

Kur’ÂN'da.: "ALLAH'a ve Elçisine itaat eden kimseler; ALLAH'ın Ni’metine mazhar olmuş bulunan Peygamberler, Sıddîklar, Şehîdler ve İyi/Sâlih kullar ile birlikte bulunacaklardır."


وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا
“Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ve’s- sıddîkîne ve’ş- şuhedâi ve’s- sâlihîn (sâlihîne), ve hasune ulâike rafîkâ (rafîkan).: Ve kim, ALLAH'a ve RESÛL'e itaat ederse, o takdirde işte onlar, ALLAH'ın kendilerine ni'met verdiği Nebîlerle (peygamberlerle) ve Sıddîklerle ve Şehîdlerle ve Sâlihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne GÜZEL ARKADAŞtır.” (Nisâ 4/69)

Buyurularak, şehîdlerin ALLAH Katı’ndaki i’tibarına işâret edildikten sonra ALLAH ve RASÛLÜ'ne itaat eden, yâni İslâm Dîninin getirdiği hükümlere boyun eğen kimsenin de aynı şekilde iyi muâmele göreceği belirtilir. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de.:"Kim şehîd olmayı içtenlikle dilerse, ALLAH onu şehîdlerin menzilesine ulaştırır, bu kişi isterse yatağında ölmüş olsun!" (Müslim, “İmâre”, 156-157; Nesaî, “Cihâd”, 36)
Buyurarak müslümanın iyi niyet ve samîmi arzusunun bile ALLAH Katı’nda üstün bir değere sâhib olduğunu belirtmiştir..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

YEDİNCİ BÖLÜM.:

SAVM=ORUC.:

I. =>İLKELER ve AMAÇLAR.:

ALLAH'ın Buyrukları ve Yasakları elbetteki kulların iyiliği içindir. İslâm Bilginleri bütün hükümlerin insanların yararlarını gerçekleştirme amacına yönelik olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bu bakımdan, ALLAH'ın yapılmasını istediği şeylerde kullar için çok büyük faydalar, yasakladığı şeylerde ise büyük zararlar bulunduğu kesindir. Kur’ÂN-ı Kerîm'de akla aykırı hiçbir emir ve yasak bulunmamakla birlikte, bütün emir ve yasakların yarar ve hikmetlerini bilmek de mümkün değildir. Kaldı ki, ibâdetler dinin bir yönüyle akıl üstü ve bir yönüyle sembolik törenleri kapsamında değerlendirildiği vakit, o dinin mensupları, benimsemiş oldukları dinin bu gereklerini bir hikmet, bir yarar arama telâşına düşmeden yerine getirmek durumundadırlar. Bununla birlikte öteden beri İslâm Bilginleri çeşitli ibâdetlerin yarar ve hikmetleri konusunda kafa yormuş, bunların kişisel pratik yararlarından çok, insan nefsinin arındırılması ve yükseltilmesi yolunda fonksiyonel hale getirmeye çalışmışlardır. İbâdetleri, bir hedefe erişmenin yolu olarak görebilenler için bu kulluk görevleri, artık sırtta taşınan ve bir an önce indirilmeye çalışılan bir yük olmaktan çıkar ve âdeta üzerinde yükseklere ulaşılan bir araç haline gelir. İbâdet esâsen HAKk'ın Emrine riâyet olduğu gibi, sonuç i’tibariyle, Halkın HAKkına riâyeti de içerir. Bu sebeble de ibâdette HAKk'ın ve Halkın Hukukuna riâyet birlikte gerçekleşir..

İslâm Dîni ferdin toplum içinde uyumlu, güvenilir ve hoşgörülü olmasını sağlamaya yönelik düzenlemeler getirdiği gibi onun yaratıcı ile olan bağlantısını daha derinden hissetmesine, devâm ettirmesine ve geliştirmesine hizmet edecek düzenlemeler de getirmiştir. Hukuka riâyet bakımından Halkı ve HAKk'ı birbirinden ayırmak isâbetli olmadığı gibi, Halk ile ilişkilerin HAKkı ilgilendirdiğini göz ardı etmek de mümkün değildir.
Peygamberimiz aleyhisselâm’ın.: "İnsanlara teşekkür etmeyen ALLAH'a şükretmez" (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 11),
"Merhamet etmeyene merhamet olunmaz" (Buhârî, “Edeb”, 18; Müslim, “Fezâil”, 65) ve, "Hakkında üç komşusunun olumlu tanıklıkta bulunduğu kişiyi ALLAH affetmiştir" (Tirmizî, “Cenâiz”, 63)
Gibi ifâdeleri bu bağlantıyı işâretlemektedir..
Yûnus EMRE de her halde.: "Yaratılanı sevdik yaratandan ötürü" derken vurguyu aynı noktaya yapıyordu. Bu i’tibarla İslâm, kişinin yaratanı ile gönül bağına, kendisiyle barışık olmasına önem verdiği gibi insanlarla "İyi Geçim"ine de aynı önemi vermiştir.

Gazzâlî ORUCun üç derecesinden bahsederken, bedende iştah ve şehvetin tatmin yeri ve aracı olan iki âzayı yâni mide ve cinsel organı, iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmekten ibâret olan ORUCu.: "Sıradan insanların ORUCu" (Avam ORUCu) olarak; buna ilâveten gözü, kulağı ve diğer âzaları günahtan korumayı "Özel Kişilerin ORUCu" (Havas ORUCu) olarak ve tüm bunlara riâyet ettikten başka, kalbini düşük emellerden, dünyâ düşüncelerinden kısaca, mâsivâdan arıtarak bütün varlığıyla ALLAH'a bağlanmayı ise "Daha Özel Kişilerin ORUCu" (Ehassü'l-Havâs ORUCu)" diye tanımlar.

ORUCun hangi derecesi alınırsa alınsın, ibâdetin toplumsal ilişkilere, toplumsal hayata, kısaca "İyi Geçim"e yönelik olumlu sonuçları açıkça görülecektir.
İnsanların arasındaki çekişmenin, kavganın temel sebeblerinden biri insanların, iştah ve şehvetlerini ölçüsüzce tatmin etmeye çalışması ve belki bu amacı gerçekleştirmek üzere mal ihtiraslarıdır.
Birinci kâdemedeki ORUC bile ihtirası dizginlemenin, iştah ve şehveti kontrol altına almanın bizzat gerçekleştirilen ve tecrübe edilen bir yolu olmaktadır. İştah ve şehveti alabildiğine ve ölçüsüzce tatmin peşinde koşmak Şeytanî bir tutum olup oruç tutmak bu yönüyle Şeytanı zincire vurmak anlamına gelir.
Peygamberimiz aleyhisselâm’ın, ORUCun ikinci yönünü vurgulayan.: "Oruç bir kalkandır; sakın,ORUCluyken, câhillik edip de kem söz söylemeyin. Birisi size sataşacak veyâ dalaşacak olursa.: “Ben ORUCluyum!. Ben oruçluyum!.” deyin" (Buhârî, “Savm”, 9; Müslim, “Sıyâm”, 30),
Sözü izâha gerek bırakmayacak şekilde, "İyi Geçim"i vurguluyor. ORUC, sâdece iştah ve şehveti dizginlemek değildir, ayrıca ağzını ve dilini kötü ve çirkin söz söylemekten korumaktır.
İbâdetlerin sırlarını, gerçek mâna ve önemini kavrayan kimi âlimler namaz kıldığı, ORUC tuttuğu halde, hâlâ çirkin işler yapan ve fenâlıktan sakınmayan kimseyi, abdest alırken yüzünü, eline su almadan üç kere yıkayan kimseye benzetmişlerdir.: Uzaktan bakan onun abdest aldığını zannetse de o gerçekte abdest almamaktadır.
Peygamberimiz aleyhisselâm.: "ORUC tutan öyle insanlar vardır ki, kârları sâdece açlık ve susuzluk çekmektir" (İbn Mace, “Sıyâm”, 21) derken bu durumu kasdetmiş olmalıdır.


II. =>ORUCUN MÂHİYETİ ve ÖNEMİ.:

ORUC Farsça'daki “rûze” kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Arapça'sı “savm” ve “sıyâm”dır. Savm kelimesi Arapça'da.: "Bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak, engellemek" anlamında kullanılır.
Fıkıh Terimi olarak ise, İmsak Vaktinden iftar vaktine kadar, bir amaç uğruna ve bilinçli olarak, yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak demektir. İmsak, Arapça'da, "kendini tutmak, engellemek" anlamına gelir. ORUCun temel unsuru da (rükün) bu anlamdır. İmsak Vakti tâbiri, dilimizde, ORUC yasaklarından (yeme içme ve cinsel ilişki) uzak durma vaktinin başlangıcı anlamında kullanılır. İmsak Vakti, tan yerinin ağarması (Fecr-i Sâdık; bk. Namaz Vakitleri bölümü) vakti olup, bu andan itibâren Yatsı Namazının vakti çıkmış, Sabah Namazının vakti girmiş olur; bu vakit aynı zamanda sahurun sona erip ORUCun başlaması vaktidir.
İftar Vakti ise, ORUC yasaklarının sona erdiği vakit anlamında olup, güneşin batma vaktidir. Bu vakitle birlikte Akşam Namazının vakti de girmiş olur. Gündüz ve gecenin teşekkül etmediği bölgelerde ORUC süresi, buralara en yakın normal bölgelere göre belirlenir.
İmsakın, ikinci fecirle başlayacağı konusunda fâkihler arasında görüş birliği olmakla birlikte, kimi fâkihler bu hususta, daha ihtiyatlı olduğu gerekçesiyle Fecr-i Sâdıkın ilk doğuş anına, kimileri ise ORUC tutanlar lehine olduğu gerekçesiyle ışığın biraz uzayıp dağılmaya başladığı zamana i’tibar edilmesini önermişlerdir.
Âyette ORUCun başlangıç ve bitiş vakti, mecazi bir anlatımla şöyle belirtilir: "...Fecrin beyâz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (siyahlığından) ayırt edilecek hale gelinceye kadar yiyip içiniz; sonra, akşama kadar ORUCu tamamlayın..."

أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَى نِسَآئِكُمْ هُنَّ لِبَاسٌ لَّكُمْ وَأَنتُمْ لِبَاسٌ لَّهُنَّ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ كُنتُمْ تَخْتانُونَ أَنفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنكُمْ فَالآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُواْ مَا كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَكُلُواْ وَاشْرَبُواْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ثُمَّ أَتِمُّواْ الصِّيَامَ إِلَى الَّليْلِ وَلاَ تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَقْرَبُوهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
[“Uhılle lekum leyletes sıyâmir refesu ilâ nisâikum hunne libâsun lekum ve entum libâsun lehun (lehunne) alîmallâhu ennekum kuntum tahtânûne enfusekum fe tâbe aleykum ve afâ ankum, fel âne bâşirûhunne vebtegû mâ keteballâhu lekum, ve kulû veşrabû hattâ yetebeyyene lekumu’l- haytu’l- ebyadu mine’l- haytı’l- esvedi mine’l- fecri, summe etimmu’s- sıyâme ile’l- leyli, ve lâ tubâşirûhunne ve entum âkifûne fî’l- mesâcid (mesâcidi), tilke hudûdullâhi fe lâ takrabûhâ kezâlike yubeyyinullâhu âyâtihî li’n- nâsi leallehum yettekûn (yettekûne). Uhılle lekum leylete’s- sıyâmi’r- refesu ilâ nisâikum hunne libâsun lekum ve entum libâsun lehun (lehunne) alîmallâhu ennekum kuntum tahtânûne enfusekum fe tâbe aleykum ve afâ ankum, fe’l- âne bâşirûhunne vebtegû mâ keteballâhu lekum, ve kulû veşrabû hattâ yetebeyyene lekumu’l- haytu’l- ebyadu mine’l- haytı’l- esvedi mine’l- fecri, summe etimmu’s- sıyâme ile’l- leyli, ve lâ tubâşirûhunne ve entum âkifûne fî’l- mesâcid (mesâcidi), tilke hudûdullâhi fe lâ takrabûhâ kezâlike yubeyyinullâhu âyâtihî li’n- nâsi leallehum yettekûn (yettekûne).: Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı. Onlar sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz. ALLAH, sizin nefslerinize ihânet ettiğinizi bildi. Bunun üzerine tövbelerinizi kabul etti ve sizi affetti. Şimdi artık onlara (eşlerinize) yaklaşın ve ALLAH'ın sizin için yazdığı (takdir ettiği) şeyleri isteyin. Fecr Vaktinde beyaz iplik, siyah iplikten tebeyyün edinceye (size belli oluncaya, gündüzün aydınlığı, gecenin karanlığından sıyrılıncaya) kadar yeyin ve için. Sonra ORUCu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde itikâfta iseniz onlarla (kadınlarınızla) mübâşeret etmeyin. Bu ALLAH'ın Hudududur (yasaklarıdır). Artık ona (yasaklara) yaklaşmayın. ALLAH, âyetlerini insanlara işte böyle açıklıyor. Umulur ki böylece onlar takvâ sâhibi olurlar.” (Bakara 2/187).

İmsak Vaktinden iftar vaktine kadar yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmanın bir amacı olmalı ve bu iş bilinçli olarak yapılmalıdır. Bu amaç ve bilinç, ORUCun ALLAH Rızâsı için tutuluyor olmasıdır ki kısaca "niyet" tâbiri ile anlatılır. Bu amaç ve bilinç olmadığı zaman, meselâ imkân bulamadığı için veyâ perhiz, rejim, zindelik gibi başka amaçlar için bu üç şeyden (yeme, içme, cinsel ilişki) uzak durmak ORUC olarak değer kazanmaz.
ORUC, Peygamberimiz aleyhisselâm’ın hicretinden bir buçuk sene sonra Şâban Ayının onuncu günü farz kılınmış olup, İslâm'ın beş şartından biridir.
Peygamberimiz aleyhisselâm bu hususu.: "İslâm beş şey üzerine kurulmuştur: ALLAH'tan başka İlâh olmadığına ve MuhaMMed'in O'nun Kulu ve Elçisi olduğuna tanıklık etmek; namaz kılmak, zekât vermek, ramazan ORUCunu tutmak ve gücü yetenler için Beytullah'ı ziyâret etmektir (hac)" diyerek bildirmiştir. (Buhârî, “Îmân”,34, 40; “İlim”, 25; Müslim, “Îmân”, 8.)

ORUCun farz kılındığını bildiren âyetler de şunlardır:.
"Ey imân edenler! Sizden öncekilere olduğu gibi, size de ORUC tutma yükümlülüğü getirilmiştir; bu sayede kendinizi koruyacaksınız. ORUC sayılı günlerdedir. İçinizden hasta veyâ yolculukta olanlar başka günlerde tutabilirler; hasta veyâ yolcu olmadığı halde ORUC tutmakta zorlananlar ise bir fâkir doyumluğu fidye vermelidir. Daha fazlasını veren, kendine daha fazla iyilik etmiş olur; fakat yine de, eğer bilirseniz, ORUC tutmanız sizin için daha hayırlıdır"

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumu’s- sıyâmu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn (tettekûne).: Ey imân edenler! ORUC, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki böylece siz takvâ sâhibi olursunuz.” (Bakara 2/183).

أَيَّامًا مَّعْدُودَاتٍ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ وَأَن تَصُومُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
[“Eyyâmen ma’dûdât (ma’dûdâtin), fe men kâne minkum marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar (uhara) ve alellezîne yutîkûnehu fidyetun taâmu miskin (miskînin), fe men tatavvaa hayran fe huve hayrun leh (lehu), ve en tesûmû hayrun lekum in kuntum ta’lemûn (ta’lemûne).: (Farz kılınan ORUC) sayılı günlerdir. Fakat sizden kim hasta veya yolculukta olursa, o taktirde (tutamadığı günlerin sayısı), diğer (başka) günlerden (ORUC tutarak) tamamlanır. (İhtiyarlıktan veya iyileşmesi umulmayan bir hastalıktan dolayı) ona (ORUC tutmaya) güç yetiremeyenlerin, bir yoksulu (sabah, akşam) doyuracak (kadar) bir fidye vermesi (gerekir).Artık kim isteyerek (gönülden) bir hayır yaparsa (ORUCunu veya fidyeyi artırırsa),işte o, kendisi için bir hayırdır. ORUC tutmak sizi için daha hayırlıdır, keşke bilseydiniz.” (Bakara 2/184).

ORUC tutmak, diğer ibâdetlere nazaran biraz daha sıkıntılı olduğu için ALLAH, ORUCun farz kılındığını, psikolojik rahatlatma sağlayacak ve emre muhatap olan müslümanların yüksünmesini engelleyecek bir üslûp kullanarak, ORUC tutmanın önceki ümmetlere de farz kılındığını belirtmesi yanında, ayrıca ORUCu daha sıkıntılı hale getirmesi muhtemel iki durumu (hastalık ve yolculuk) ORUC emrinin hemen peşinden geçerli mâzeret olarak zikretmiştir. Bu üslûp, meselâ öteki ümmetlerde de bulunduğu anlaşılan namaz için kullanılmamıştır.
ORUC riyânın en az karışacağı bir ibâdet olduğu için sevâbı en fazla olan ibâdetlerden sayılmıştır.

Peygamberimiz aleyhisselâm'den nakledildiğine göre, ORUCun bu yönüne ilişkin olarak ALLAH.: "ORUC BENim içindir; onun karşılığını BEN vereceğim" buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 2, 9; Müslim, “Sıyâm”, 30)

Bu bakımdan ORUC tutmanın sevâb olarak karşılığı oldukça yüksektir. Cennetin özel olarak ORUC tutanların girmesi için ayrılmış bulunan "Reyyân" adlı Kapısından girme hakkı (Buhârî, “Savm”, 4) bu karşılığın mukaddimesi sayılmıştır.

ORUC, nefsin isteklerinden iradî olarak uzak durma olması yönüyle bir irâde eğitimine, açlık ve susuzluğun verdiği sıkıntıya dayanma yönüyle de bir sabır eğitimine dönüşmektedir. İnsanın hayatta başarılı olabilmesi için irâde hâkimiyeti ve güçlükler karşısında dayanabilme gücü de önemli bir role sâhibtir. Nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltilmesinde ORUC etkili bir yoldur. Bu ORUCun değişik biçimlerde de olsa hemen bütün din ve kültürlerde riyâzet ve mücâhede yolu olarak mevcut olmasını da açıklar.
Toplumsal Hayatta huzursuzluklara yol açan taşkınlıklar, büyük ölçüde insanın hayvanî yönünü tatmin eden maddî zevklere düşkünlükten kaynaklanır. Maddî zevk deyince de akla, yeme içme ve cinsel ilişki gibi zevklergelir. İşte ORUC, insanı maddî zevk ve şehvetler peşinde koşturan, dolayısıyla da, ALLAH'ın Haklarına riâyet edemediği için kendisine zulmetmesine, insanların haklarına riâyet edemediği için onlara zulmetmesine sebeb olan Nefs-i Emmâreyi teskin etmenin de bir ilâcı, aşırılıkları törpülemenin bir çâresidir.

ORUC, yoksulların durumunu daha iyi anlamaya, dolayısıyla onların sıkıntılarını giderme yönünde çaba sarfetmeye de vesîle olur. "Tok, açın halinden anlamaz" atasözü de bunu ifâde eder.
ORUCun, Dinimizde önemli bir yeri olan sabır konusuyla irtibatı da burada hatırlanmalıdır. "Namaz ve sabırla yardım isteyin"

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenustainû bis sabri ves salât(salâti), innallâhe meas sâbirîn(sâbirîne).: Yâ eyyuhâllezîne âmenustainû bis sabri ves salât(salâti), innallâhe meas sâbirîn(sâbirîne).” (Bakara 2/153). ve,

قُلْ يَا عِبَادِ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا رَبَّكُمْ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَأَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةٌ إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُم بِغَيْرِ حِسَابٍ
“Kul yâ ıbâdıllezîne âmenûttekû rabbekum, lillezîne ahsenû fî hâzihi’d- dunyâ haseneh (hasenetun), ve ardullâhi vâsiah (vâsiatun) innemâ yuveffas sâbirûne ecrehum bi gayri hisâb (hisâbin).: De ki.: "Ey iman eden kullarım, RABBinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. ALLAH'ın arz'ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir." (Zümer 39/10).

Gibi âyetler, "ORUC sabrın yarısıdır" (Tirmizî, “Da‘avât”, 86) diyen ve ORUCun ALLAH için olup mükafâtını da kendisinin hesapsız olarak vereceğini bildiren hadislerin ortak anlamı, ORUCun sabır boyutunu ve bunun fazilet ve sevâbının yüksekliğini anlatır.
Bütün bunlara ilâveten ORUCun sağlık açısından pek çok yararları bulunduğu da uzman hekimler tarafından ifâde edilmektedir. Ramazan ORUCu zâhiren bakıldığında, bir yıl boyunca çalışan vücud makinesinin dinlenmeye ve bakıma alınması gibidir. ORUC, özellikle mide ve sindirim organlarının dinlenmesi için iyi bir moladır.

ORUCla ilgili olarak iki kudsî hadis olmak üzere Peygamberimiz aleyhisselâm’ın bazı sözleri şöyledir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAHu zü’L- CeLÂL.: "Her bir iyilik için on mislinden yedi yüz misline kadar karşılık olabilir; fakat ORUC başkadır. Çünkü ORUC BENim içindir ve onun ecrini BEN vereceğim" buyurdu.” buyurmuştur.
(Müslim, “Sıyâm”,164; Nesaî, “Sıyâm”, 42.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Kim imân ederek ve sevâbını ALLAH'tan umarak ramazan orucunu tutarsa önceki günahları affedilir" buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 6).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Canımı elinde tutan ALLAH'a yemin ederim ki; ORUClunun ağız kokusu, ALLAH Katı’nda misk kokusundan daha hoştur; ALLAH der ki.: "Ağzı kokan şu KuL şehvetini, yemesini, içmesini BENim için terkediyor. Mâdemki sırf BENim için ORUC tutmuş, o ORUCun ecrini BEN veririm" buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 9; Müslim, “Sıyâm”, 164).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "ORUClu için birisi iftar ettiği vakit, öteki RABBi ile karşılaştığı vakit olmak üzere iki sevinç vardır" buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 9). "ORUC bir kalkandır" (Buhârî, “Savm”, 9; Tirmizî, “Îmân”, 8.)

Rivâyet edildiğine göre saçı başı dağınık bir Adam, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e gelerek.: "Yâ Resûlullah!. ALLAH'ın beni yükümlü tuttuğu ORUCun miktarını söyle." demiş, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem.: "Ramazan Ayını ORUClu geçir" buyurmuş, Adam bu defâ.: "Bunun dışında başka ORUC tutmam gerekiyor mu?" diye sormuş, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem de.: "Hayır, yükümlü olduğun başka ORUC yoktur. Fakat, nâfile olarak tutabilirsin" cevâbını vermiştir. Adam aynı şekilde sorularına devâm ederek zekât, namaz ve hac konusunda bilgiler aldıktan sonra.: "Sana ikramda bulunan ALLAH'a yemin olsun ki, bu söylenenlerden fazla bir şey de yapmam, eksik de bırakmam!." diyerek çekip gitmiş, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem de arkasından.: "Şâyet dediğini yaparsa bu adam kurtulmuştur" buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 1; Müslim, “Îmân”, 9.)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

III. ORUCUN ÇEŞİTLERİ.:

Hanefîler'e göre diğer ibâdetler gibi oruç da farz, vâcib ve nâfile çeşitlerine ayrılır. Bu üçlü ayırım Hanefîler'in, dinen yapılması gerekli olan şeyleri farz ve vâcib şeklinde iki kâdemeli bir ayırıma tâbi tutmuş olması sebebiyledir. Diğer mezheblerde "vâcib" terimi ise her iki kategoriyi de içine alır. Nâfile ise farz ve vâcib dışında kalan dinî ödevlerin genel adıdır.

A-) FARZ ORUÇ.:

Farz olan oruç denince, Ramazan Orucu kasdedilir ve zâten tâyin edilmiş, önceden belirlenmiş (muayyen) olan oruç da budur. Mâzeretli veyâ mâzeretsiz olarak tutulamadığı zaman, başka bir zaman kazâ edilmesi de aynı şekilde farzdır.
Bunun dışında bir de kefâret olmak üzere tutulan oruç vardır. Ramazan Orucunun bozulması sebebiyle tutulması gereken kefâret orucu yanında ayrıca, zıhâr, yanlışlıkla ve kaza ile adam öldürme, hacda ihramlı iken vaktinden önce tıraş olma (halk) ve yemin için tutulacak olan kefâret oruçları da farz oruç kapsamında değerlendirilmiştir. Kefâret Orucu, yapılan bir hatanın cezası veyâ telâfisi anlamını taşıdığından kişi için baştan belirlenmiş bir yükümlülük olmayıp, buna sebebiyet vermesi halinde gündeme gelebilen ârızî bir yükümlülük niteliğindedir. Bu bakımdan Ramazan Orucu "Muayyen Farz", diğerleri ise "Gayr-i Muayyen Farz" olarak nitelendirilir. Ramazan Orucu sâdece belirli bir vakitte, yâni Ramazan Ayında tutulabilirken, diğerleri oruç tutmanın mubah olduğu her zaman tutulabilir.
Ramazan Orucunun kazası da istenilen mubah günlerde tutabilir. Fakat İmam Şâfiî'nin kazâya kalan orucun aynı yıl içerisinde kazâ edilmesi gerektiğine ilişkin görüşü de dikkate alınarak, herhangi bir sebeble kazâya kalan orucu mümkün olan en kısa zamanda tutmaya çalışmak uygun olur.

B-) VÂCİB ORUÇ.:

Nezir (adak), kişinin dinen yükümlü olmadığı bir ibâdeti yapmayı kendisi için bir yükümlülük haline getirmesidir. Kişi, oruç tutmayı adamışsa, bu adak orucunu tutması vâcibdir. Adak adanırken, orucun tutulacağı gün belirlenmişse, meselâ falan ayın falan günü gibi, bu muayyen bir vâcib olur ve orucun belirlenen günde tutulması gerekir. Nezredilen itikâf orucu da belirli günde tutulacağı için muayyen vâcib sayılır. Orucun tutulacağı gün belirlenmemişse gayr-i muayyen vâcib olur ve dilediği mubah bir günde tutabilir.
Başlanmış nâfile bir orucun bozulması durumunda bunun kazâ edilmesi Hanefîler'e göre vâcibdir. Mâlikîler ise kazânın farz olduğunu söylemişlerdir. Şâfiî'ye ve Mâlik'ten başka bir rivâyete göre ise, nâfile orucun kazâsı gerekmez.

C-) NÂFİLE ORUÇ.:

Farz ve vâcib olan oruçların dışında tutulan oruçlar nâfile oruç olarak isimlendirilir. Daha önce namaz çeşitlerini ele alırken belirttiğimiz gibi, nâfile, gereksiz anlamına değil, farz ve vâcib olanın dışında, kısaca gerekenin dışında yapılan anlamına gelir. Daha fazla sevâb kazanmak maksadıyla yapıldığı için tâbir câizse nâfile ibâdet, bir bakıma fazla mesai yapmaktır. Nâfile oruçların sünnet, müstehab, mendup veyâ tatavvu olarak adlandırıldıkları da olur.
Nâfile oruç, mubah olan tüm günlerde tutulabilir. Ancak bazı günlerde oruç tutmak daha faziletli görülerek bugünlerde oruç tutmak sünnet veyâ mendup kabul edilmiştir. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın sıklıkla oruç tuttuğu veyâ oruç tutulmasını tavsiye ettiği günler, kısaca oruç tutmanın mendup kabul edildiği belli başlı günleri görelim.

ORUÇ TUTMANIN MENDUB OLDUĞU GÜNLER.:

Mendub.: Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab..

1-) ŞeVVaL ORUCu.:

Ay Takviminde Ramazan Ayından sonraki ay, şevval ayıdır. Şevval ayında altı gün oruç tutmak müstehabdır. Bu oruçların bayramın hemen arkasından peş peşe tutulması daha faziletli olmakla birlikte ay içerisinde aralıklı olarak tutmak da mümkündür. Kazâ veyâ adak oruçlarının bugünlerde tutulmasıyla da aynı sevâb elde edilir. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın, ramazanı oruçla geçirip buna şevvalden altı gün ilâve eden kişinin bütün yılı oruçlu geçirmiş olacağı yönündeki ifâdesini (Müslim, “Sıyâm”, 204), "Kim iyi bir amel işlerse, kendisine bunun on katı ecir vardır" (el-En‘âm 6/160) âyetiyle birlikte değerlendiren kimi âlimler, bire on hesabıyla, Ramazan Orucunun on aya, altı gün şevval orucunun da altmış güne karşılık olduğunu ve bu sûretle bütün yılın oruçlu geçirilmiş sayılacağını söylemişlerdir.

مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى إِلاَّ مِثْلَهَا وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
“Men câe bil haseneti fe lehu aşru emsâlihâ, ve men câe bi’s- seyyieti fe lâ yuczâ illâ mislehâ ve hum lâ yuzlemûn (yuzlemûne).: Kim (ALLAH'ın Huzuruna) bir hasene ile gelirse, artık onun on misli, onundur.Ve kim bir seyyie ile gelirse, o zaman onun mislinden başkası ile cezalandırılmaz. Ve onlar zulmolunmazlar.” (En‘âm 6/160)

2-) AŞURE ORUCu.:

Muharrem ayının onuncu gününe "âşûrâ" denilir. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bugünde devâmlı olarak oruç tuttuğu rivâyet edilmiştir. Fakat sâdece o günde oruç tutulması doğru görülmemiş, bunun yanında bir önceki veyâ bir sonraki günün de oruçlu geçirilmesi tavsiye edilmiştir. Bir rivâyete göre Peygamberimiz aleyhisselâm Medine'ye geldiğinde Yahudilerin aşure gününde oruç tuttuklarını görünce, bu orucun anlamını yâni ne için tutulduğunu sormuştu. Yahudiler, bugünün büyük bir gün olduğunu; ALLAH'ın Mûsâ'yı ve İsrâiloğulları'nı düşmanlarından bugünde kurtardığını ve Mûsâ'nın bu sebeble bugünde oruç tuttuğunu, kendilerinin bugünde oruç tutmalarının da bundan kaynaklandığını söyleyince, Peygamberimiz.: "Ben Mûsâ'ya sizden daha yakınım" demiş ve bugünlerde oruç tutulmasını emretmiştir (İbn Mâce, “Sıyâm”, 41). Aşure orucunu Câhiliye döneminde Araplar'ın tuttuğu ve Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in de Ramazan Orucunun farz kılınmasına kadar bu orucu tutmayı emrettiği rivâyetleri de vardır (Müslim, “Sıyâm”, 116). Daha sonra Ramazan Orucu farz kılınınca aşure orucu bir yükümlülük olmaktan çıkarılmış, fakat aşure günü oruç tutulması tavsiye edilmiş ve bugün oruç tutmak sünnet olarak devâm etmiştir.

3-) Her Ay Üç Gün ORUÇ.:

Her aydan üç gün oruç tutmak, bunu özellikle her ayın 13, 14 ve 15. günlerinde yapmak müstehab kabul edilmiştir. Kamerî takvim (ay takvimi) hesabinâ göre bugünlere "eyyam-ı bîd" denir. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın özellikle ayın 13, 14 ve 15. günlerinde olmak üzere her ay üç gün oruç tutmayı tavsiye ettiği rivâyeti (Müslim, “Sıyâm”, 181-182) yanında Hz. Âişe'nin, Peygamberimiz aleyhisselâm’ın her ay üç gün oruç tuttuğuna dâir rivâyeti de bulunmaktadır.

4-) Pazartesi-Perşembe ORUCu.:

Her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak da teşvik edilmiş bir nâfiledir. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın pazartesi ve perşembe günleri oruç tuttuğu ve soruya cevâben de.: "İnsanların amelleri ALLAH TeALÂ'ya pazartesi ve perşembe günleri arzolunur; ben amelimin arzı sırasında oruçlu olmayı tercih ediyorum" (Ebû Dâvûd, “Savm”, 60; İbn Mâce, “Sıyâm”, 42) dediği rivâyet edilmektedir.

5-) ZiLHiCCe ORUCu.:

Zilhicce ayının ilk dokuz gününde oruç tutmak tavsiye edilmiştir. Zilhicce ayının 10. günü Kurban Bayramının ilk günüdür. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın zilhiccenin ilk dokuz günü oruç tutmayı sürdürdüğü rivâyet edildiği için zilhiccenin ilk dokuz gününün, yâni Kurban Bayramından önceki dokuz günün oruçlu geçirilmesi müstehabdır. Fakat sıkıntıya ve halsizliğe sebeb olacağı gerekçesiyle, hacda olanların 9. günü (Arefe Günü) oruç tutması mekruh görülmüştür. Peygamberimiz Arefe Gününün faziletine ilişkin olarak.: "Arefe Gününden daha çok ALLAH'ın cehennem ateşinden insanları âzat ettiği bir gün yoktur!" buyurmuş, yine.: "Arefe Günü tutulan orucun bundan önce ve sonra birer yıllık günahları örteceği ALLAH'tan umulur" dediği (Müslim, “Sıyâm”, 196-197) nakledilmiştir.

6-) Haram AyLarda ORUÇ.:

Haram aylar olarak anılan zilkâde, zilhicce, muharrem ve receb aylarında, perşembe, Cum’a ve Cum’artesi günleri oruç tutmak müstehabdır.

7-) ŞâBaN ORUCu.:

Şâban Ayında oruç tutmak müstehab sayılmıştır. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Peygamberimiz en çok orucu Şâban Ayında tutmuş, Şâban Ayının tamamını oruçla geçirdiği olmuştur. Fakat, pazartesi perşembe veyâ her ay üç gün ve benzeri gibi tutulagelen mûtat oruç dışında Şâban Ayının ikinci yarısında oruç tutmak bazı âlimlerce mekruh kabul edildiği gibi, Şâfiî Mezhebine göre haram sayılmıştır.

8-.) DâVûD ORUCu.:

Gün aşırı oruç tutmak yâni bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak, Peygamberimiz tarafından "Savm-ı Dâvûd" olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın faziletli olduğu ifâde edilmiştir. Peygamberimiz bu şekildeki oruç hakkında.: "En faziletli oruç Dâvûd'un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı" demiştir. Sahâbeden Abdullah b. Amr.: "Ben daha fazlasını tutabilirim!" deyince, Peygamberimiz bunun faziletli bir şekil olduğunu ve daha fazlasını tutmaya çalışmamayı tavsiye etmiştir (Müslim, “Sıyâm”, 187-192). Bu bakımdan gün aşırı oruç tutmak, en faziletli nâfile oruç olarak değerlendirilmiştir.
Yukaridâ belirtilen günlerde oruç tutmanın fazileti ve kişiye kazandıracağı sevâblar konusunda birçok hadis rivâyet edilmiştir. Oruç tutmanın tavsiye edildiği günler incelendiğinde bunların belirlenmesinin gelişigüzel olmayıp, belli bir periyoda göre düzenlendiği görülür. Bu bakımdan oruç tutmanın ruhî ve bedenî yararları göz önüne alındığında yılın belli zamanlarında oruç tutmak oldukça yararlı, tutulacak oruçları Peygamberimiz aleyhisselâm’ın önerdiği günlerde tutmak ise oldukça sevâblıdır. Bununla birlikte, oruç tutulması haram ve mekruh olmayan günlerde kişi kendi durumuna ve tercihine göre istediği zaman nâfile oruç tutabilir..

D-) ORUÇ TUTMANIN YASAK OLDUĞU GÜNLER.:

Dinimizde, oruç tutmanın emredildiği, tavsiye edildiği günler olduğu gibi, oruç tutmanın yasaklandığı veyâ hoş karşılanmadığı günler de vardır. Bazı belli günlerde oruç tutmanın hoş karşılanmayışının çeşitli sebebleri bulunmaktadır. Yasağın mahiyetine ve ağırlık derecesine göre, bugünlerin bir kısmında oruç tutmak haram veyâ tahrîmen mekruh sayılırken, diğer bir kısmında ise tenzîhen mekruh sayılmıştır.
Oruç tutmanın yasak olduğu günlerin başında bayram günleri gelir. Peygamberimiz iki vakitte oruç tutulmayacağını bildirmiştir ki birisi Ramazan Bayramının birinci günü, diğeri Kurban Bayramı günleridir (Buhârî, “Savm”, 67). Ramazan Bayramının sâdece birinci gününde ve Kurban Bayramının dört gününde oruç tutmak haramdır (bir görüşe göre tahrîmen mekruh). Bugünlerde oruç tutmanın hoş karşılanmayıp yasaklanmasının anlamı açıktır. Bayram günlerinin yeme, içme ve sevinç günleri olması yanında, her birinin ayrı bir anlamı da bulunmaktadır. Ramazan Bayramı, bir ay boyunca ALLAH için tutulan orucun arkasından verilen bir "genel iftar ziyâfeti" hükmündedir ve bu anlamından ötürü ona "fıtır bayramı (iftar bayramı)" denilmiştir. Ramazan Bayramının ilk günü bu yönüyle bir aylık Ramazan Orucunun iftarı olmaktadır. Böyle toplu iftar gününde oruçlu olmak, ALLAH'ın sembolik ziyâfetine katılmamak anlamına gelir ki bunun en azından edeb dışı olduğu ortadadır. ALLAH için kurbanların kesildiği Kurban Bayramı günleri de ziyâfet günleridir. Peygamberimiz teşrik günlerinin yeme, içme ve ALLAH'ı anma günleri olduğunu belirtmiştir (Ebû Dâvûd, “Savm”, 50).

Hayız veyâ nifâs halinde kadınların oruç tutmaları haramdır; oruç tutmaları halinde tuttukları oruç geçerli olmayacağı gibi günah işlemiş olurlar. Onlar bugünlere denk gelen ramazan oruçlarını daha sonra kazâ ederler. Esâsen şevval ayından altı gün oruç tutmanın tavsiye edilmesinin altında, kadınların ay hali nedeniyle tutamadıkları oruçları derhal kazâ etmelerine bir fırsat hazırlama düşüncesi bulunmaktadır. Şevval orucunun erkekleri de içine alacak şekilde genelleştirilmesi ise, hem kadınların bu durumlarının dikkatten kaçırılması hem de orucun herkesle birlikte tutulmasının kolay oluşuna mâtuf olmalıdır.

Bazı günlerde oruç tutmak ise çeşitli sebeblerle mekruh sayılmıştır. Meselâ; sâdece aşure gününde oruç tutmak Yahudilere benzemek ve onları taklit etmek anlamını içerdiği için mekruh sayılmıştır. Kimi âlimlere göre sâdece Cum’a Gününde veyâ sâdece Cum’artesi gününde oruç tutmak, nevruz ve mihrican günlerinde oruç tutmak tenzîhen mekruhtur. Ancak kişinin öteden beri alışkanlık haline getirdiği oruç bugünlere rastlarsa, özel olarak bugünlerde oruç tutma kasdı bulunmadığı için, bunun bir sakıncası yoktur. Oruç tutmak için özellikle Cum’a Gününü seçmenin mekruh oluşu, bugünün müslümanların haftalık bayram günü kabul edilmesidir. Peygamberimiz, mûtat orucun denk gelmesi dışında, özellikle Cum’a Günü oruç tutmamayı tavsiye etmiştir.

Şek Günü oruç tutmak mekruhtur. Havanın bulutlu olması gibi sebebler yüzünden Şâban Ayının yirmi dokuzundan sonraki günün Şâban Ayına mı yoksa Ramazan Ayına mı ait olduğu konusunda şüphe meydana gelirse, bugüne “Şek Günü” denilir. Bugünün Ramazan Ayına ait olup olmadığında kuşku bulunduğu anlamına gelir. Bugün herhangi bir oruç tutmak mekruhtur. Şâban Ayını oruçla geçiren kimsenin Şek Gününde orucu bırakmaması daha faziletli olduğu gibi, mûtadı Şek Gününe denk gelen kimsenin bugünde oruç tutmasında da bir sakınca yoktur. Peygamberimiz Ramazanı bir veyâ iki gün önceden oruç tutarak karşılamayı yasaklamıştır (Buhârî, “Savm”, 11, 14; Müslim, “Sıyâm”, 21; Ebû Dâvûd, “Savm”, 10). Âlimler bu yasaklamaya sebeb olarak Ramazan Orucuna ilâve yapılması endişesini göstermişlerdir. Bu bakımdan Şek Günü Ramazan Orucuna niyetle oruç tutmak tahrîmen mekruhtur. Fakat bugünde oruç tutmak genel olarak mekruh olmakla birlikte nâfile niyetiyle tutulan orucun geçerli olacağı, hatta bugünün ramazanın birinci günü olduğunun anlaşılması halinde farz olan oruç yerine geçeceği söylenmiştir.

Ancak ramazanın başlama ve bitiş günlerinde müslümanlar arasında fitne ve uyumsuzluk sokacak tutum ve davranışlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Gerekirse bir gün oruç sonradan kazâ edilebilir ama sebeb olunan fitneyi ve huzursuzluğu telâfi etmek, ortadan kaldırmak kolay olmaz.

İki veyâ daha fazla günü, arada iftar etmeksizin birbirine ekleyerek oruç tutmak mekruhtur. Buna visâl orucu (savm-i visâl) denir. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Peygamberimiz müslümanlara acıdığı için visâl orucu tutmalarını yasaklamış; kendisinin bu şekilde oruç tuttuğu hatırlatılınca da.: "Siz benim gibi değilsiniz; beni RABBim yedirir, içirir!." (Müslim, “Sıyâm”, 55-58) diye cevâb vermiştir.

Kadınların âile ve toplum içerisindeki statülerine ilişkin olarak oluşan anlayış doğrultusunda, kadının kocasından izinsiz olarak nâfile oruç tutmasının hoş olmayacağı yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Bu gibi anlayışların günümüz sosyal ve âile ilişkileri açısından yerinde olmadığı açıktır.

Maaş veyâ ücret karşılığı çalışan kimseler, iş veriminin düşmesine yol açması durumunda nâfile oruç tutmamalıdır. Buna mukabil işverenlerin Ramazan Ayında, oruç ibâdetinin kolay ve rahat biçimde yerine getirilebilmesi için birtakım önlemler almaları ve düzenlemeler yapmaları gerekir.

Hacılar, oruç tuttukları takdirde güçsüz ve yorgun düşme ihtimalleri bulunduğu takdirde, zilhiccenin 8 ve 9. günleri olan "terviye" ve "arefe" günlerinde oruç tutmamalıdır. Çünkü hac ibâdetini yaparken daha zinde ve canlı olmaları, öncesinde nâfile oruç tutmuş olmalarından hayırlıdır.

IV. ORUCUN RÜKÜN ve ŞARTLARI.:

İbâdetlerde rükün, o ibâdetin meydana gelmiş sayılabilmesi için bulunması zorunlu olan ana unsurlar demektir. Orucun rüknü, oruç süresince yeme içme ve cinsî ilişkiden uzak durma anlamına gelen "imsak"tir. Niyet de, aşağıda açıklanacağı üzere bazı mezheblerce rükün sayılmaktadır. Hangi durumlarda rüknün ihlâl edilmiş olacağı konusu, ileride orucun şartları ve orucu bozan davranışlar bahsinde ayrıntılı şekilde incelenecektir.
İbâdetin vücûb sebebi, o ibâdetin mükellef tarafından bizzat yerine getirilmesi yükümlülüğünün başladığını gösteren maddî göstergelerdir (alâmet).
Meselâ vaktin girmesi namaz yükümlülüğünün, zenginlik zekât yükümlülüğünün sebebi sayılmıştır. Orucun vücûb sebebi ise vakittir, yâni Ramazan Ayının girmesidir. Buna göre, yükümlülük şartlarını taşıyan kimsenin Ramazan Ayına ulaşması oruç emrinin fiilen ona yönelmesi anlamına gelir. Vücûb sebebi tâbiriyle kasdedilen budur. Nitekim "... Ramazan Ayına yetişen onu oruçlu geçirsin" (Bakara 2/185) âyeti de bu yükümlülük-sebeb ilişkisini
göstermektedir.:

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَشَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Şehru ramadânellezî unzile fîhi’l- kur’ÂNu huden li’n- nâsi ve beyyinâtin mine’l- hudâ ve’l- furkân (furkâni), fe men şehide minkumu’ş- şehra fe’l- yesumh (yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar (uhara) yurîdullâhu bikumu’l- yusra ve lâ yurîdu bikumu’l- usra, ve li tukmilû’l- iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn (teşkurûne).: Ramazan Ayı ki, insanlar için hidâyete erdirici (hidâyete erme, ALLAH'a ulaşma vesilesi) ve beyyineler (açık deliller ve isbat vasıtaları) ve FurkÂN (hakkı bâtıldan ayırıcı) olarak Kur’ÂN, Hüda tarafından onda (o ayın içinde) indirildi. Artık içinizden kim bu aya (yetişir de Ramazan Ayını görüp) şâhid olursa o zaman onu, oruç tutarak geçirsin. Ve kim, hasta veya yolculukta olursa, o takdirde (tutamadığı günlerin sayısı) diğer günlerde (oruç tutarak) tamamlanır. ALLAH sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidâyet erdirdiği şeye karşılık (sizin de) ALLAH'ı tekbir etmeniz (yüceltmeniz) içindir. Umulur ki böylece siz (bütün bu kolaylıklara) şükredersiniz.” (Bakara 2/185)

Namaz ibâdetinde vakit, namazın hem vücûb sebebi hem de sıhhat şartı olduğundan onun sebeb yönü üzerinde ayrıca durulmamıştır. Ramazan Ayı
ise, orucun sâdece vücûb sebebi olduğundan ayrıca üzerinde durulmasına ihtiyaç vardır. Konuyu önemli hale getiren bir diğer sebeb de Ramazan Ayının başlangıç ve bitişinin tesbitinin nasıl yapılacağı konusunun öteden beri tartışmalı oluşudur. Literatürde bu konu "Rü'yet-i Hilâl" yâni hilâlin görülmesi meselesi olarak adlandırılır..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »


A-) HİLÂLİN GÖRÜLMESİ.:

Kamerî Aylar, adından anlaşıldığı gibi başlangıcı ve bitişi ayın hareketlerine göre belirlenen aylardır. Ramazan ORUCu, Ramazan Ayında tutulduğun dan ve Ramazan Ayı da, Ay Takvimine göre her sene değiştiğinden, ORUCa başlayabilmek için öncelikle, Ramazan Ayının başladığını tesbit etmek gerekmektedir.:

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Hilâli (Ramazan Hilâli) görünce ORUCa başlayınız ve hilâli (Şevval Hilâli) görünce bayram ediniz. Hava bulutlu olursa içinde bulunduğunuz ayı otuza tamamlayınız!." buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 5, 11; Müslim, “Sıyâm”, 3-4, 7-10).

Bir başka hadiste de;
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Hilâli görmedikçe başlamayınız, hilâli görmedikçe bayram etmeyiniz. Hava bulutlu olur da hilâli göremeyecek olursanız, ayı otuza tamamlayın!." buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 11)

Bunun için Şâban Ayının 29. gününden itibâren hilâli görme araştırmaları yapmak gerekmiştir. Aynı şekilde, Ramazan Ayının çıkıp şevval ayının girdiğini anlamak, dolayısıyla bayram günü ORUC tutmuş olmamak için bu defâ Ramazanın 29. gününden itibâren hilâl gözetlenir ve görülmeye çalışılır. Şâban Ayının yirmi dokuzunda hava bulutlu olur da ay görülemezse, kamerî aylar bazan 29 bazan 30 çektiğinden, Peygamberimiz aleyhisselâm’ın
direktifi doğrultusunda Şâban Ayının otuz çektiği farzedilerek ona göre davranmak gerekir.

Bir hadislerinde;
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Biz ÜMMî bir Toplumuz; hesab ve okuma yazma bilmeyiz. Şunu biliriz ki ay, ya 29 ya 30'dur." buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 11,13; Müslim, “Sıyâm”, 15; Ebû Dâvûd, “Savm”, 4)

Rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz hilâli gördüğü vakit ramazanın bereketli ve huzurlu geçmesi için DUÂ ederdi.

a-) HiLâLin GörüLme Vakti.:
Hem güneş battıktan sonra daha kolay görüleceği, hem de hesabın netleşeceği düşüncesinden dolayı âlimlerin büyük çoğunluğu hilâlin gündüz değil, güneş battıktan sonra görülmesine i’tibar edileceğini söylemişlerdir. Ebû Hanîfe, İmam Muhammed, bir sonraki geceye ait olma ihtimalinden dolayı, zevâl vaktinden önce veyâ sonra olmasına bakmaksızın, gündüzün görülen hilâl ile Ramazan ORUCuna başlanamayacağı gibi Ramazan ORUCunun bittiğine de hükmedilemeyeceği görüşündedir. Diğer Mezheblerin görüşü de bu yöndedir. Ebû Yûsuf ise zevâlden sonra görülecek hilâli sonraki geceye; zevâlden önce görülecek hilâli ise, iki gecelik olmayan hilâlin zevâlden önce görülemeyeceğine ilişkin cârî tecrübî bilgiye dayanarak, önceki geceye ait saymıştır..

b-) Rü'yet-i HiLâL MeseLesi.:
Rü'yet-i Hilâl (hilâlin görülmesi) meselesi öteden beri üzerinde durulan ve sonu gelmeyen tartışmalara yol açan bir konudur. Tartışmanın esası şudur.:
Ramazan Hilâlinin görülmesinde baş gözüyle görmeye mi i’tibar edilecektir, yoksa bu hususta astronomik hesablara dayanmak câiz midir?
Hilâlin, güneş battıktan sonra görülmesi, kamerî takvime göre içinde bulunulan ayın sonunu, bir sonraki ayın başlangıcını gösterir. Hilâl ilk doğduğunda çok ince olduğu ve çok kısa bir süre sonra kaybolduğu için, ilk günün hilâlini görmek büyük bir dikkat ve tecrübeyi gerektirir. O anda hafif bir sis bulunması durumunda hilâlin görülmesi mümkün olmaz.
Bunun için Peygamberimiz aleyhisselâm, bu gibi durumlarda içinde bulunulan ayı, otuz güne tamamlamayı emretmiştir.
Dünyânın yuvarlak olması sebebiyle hilâlin bir yerde görülürken başka yerde görülmemesi mümkündür. Buna "İhtilâf-ı Metâli‘" yâni ayın doğuş yer ve vâkitlerinin değişmesi denilir. ORUCa başlarken, İhtilâf-ı Metâlie i’tibar edilip edilmeyeceği hususunda Şâfiîler, İhtilâf-ı Metâlie i’tibar edileceğini, dolayısıyla bir yerde görülen hilâlin oraya uzak yerler için geçerli olmayacağını söylemişlerdir. Şâfiîler’in bu konuda sağlam dayanakları bulunmamak tadır. Onlar İhtilâf-ı Metâliin ORUCa başlamada dikkate alınmasını, güneşin hareketlerinin Namaz Vakitlerinin belirlemesinde dikkate alınmasına ben zetmişlerdir: Namaz Vakitleri belirlenirken nasıl güneşin hareketleri esas alınıyor ve meselâ Akşam Namazı her bölgede aynı anda kılınmıyor ise, ORUCa başlama vakti de böyle olabilir. Fakat bu oldukça isâbetsiz bir benzetmedir. Çünkü; ayın bir aylık hareketi, güneşin bir günlük hareketine benzetilmektedir. İkincisi İhtilâf-ı Metâli‘ dikkate alınacak olsa bile bu en fazla ORUC bir, çok istisnâî durumlarda iki günlük fark ortaya çıkaracaktır. Nitekim astronomik verilere göre ayın ilk kez
görüldüğü yerle, buraya en uzak yerdeki görülüşü arasındaki süre farkı dokuz saatten ibârettir. Halbuki güneşin hareketinde, belki de her anına göre yüzlerce farklı anlarda, belki farklı bölgelerde günün her anında namaz kılınmış olmaktadır.

Ulaşım ve iletişim imkânlarının son derece yavaş ve yetersiz olduğu dönemlerde, İhtilâf-ı Metâliin dikkate alınması anlaşılabilir, izâh edilebilir ve savunulabilir bir durum olsa bile iletişim imkânlarının son derece süratli olduğu günümüzde, böyle bir görüşün savunulması imkânsızdır. Kaldı ki, Fâkihlerin büyük çoğunluğu, ilk dönemlerden beri, İhtilâf-ı Metâlie i’tibar edilmeyeceğini, bir yerde görülen hilâlin diğer yerler için de geçerli olacağını söylemişlerdir. Bu görüş, savunanlarının ve delillerinin güçlülüğü bir yana, bütün müslümanların aynı zamanda ORUC tutmaları ve aynı zamanda bayram etmeleri sonucunu doğurduğu ve zâhiren de olsa bir birlik sağladığı için bile daha isâbetli sayılmaya lâyıktır.
Asıl tartışma astronomi ilminin verilerine göre hareket edilip edilmeye ceği noktasında toplanmaktadır. Bu konuda, astronomi ilminin verilerine i’tibar edilmeyeceğini savunanların argümanları oldukça zayıf görünmekte dir. Bir kere, Peygamberimiz aleyhisselâm.: "Hilâli görünce ORUC tutun..." buyurduğuna göre, asl olan hilâlin görülmesidir; görmenin nasıl olduğu değil. Hadiste geçen rü'yet kelimesinin “baş gözüyle görmek” anlamına geldiğini iddia etmek ise, bir zorlamadır; çünkü o kelimenin klasik Arapça'da anlamak, bilmek gibi anlamları vardır. Öte yandan, astronomik verilere i’tibar edilmeyişi, Peygamberimiz’in yukarıda geçen "Biz ümmî bir toplumuz, hesab, okuma yazma bilmeyiz" sözüne dayandırılıyorsa, bu takdirde, müslümanlar ne kadar câhil kalırlarsa o kadar iyi müslüman olurlar gibi bir anlam çıkarılması kaçınılmaz olur. Esâsen Peygamberimiz aleyhisselâm’ın bu sözü, o toplumun bilgi ve tecrübe biriki minin ince hesablar yapmaya yetmeyeceğini, fakat bu işin özünde hesab meselesi olduğunu da göstermiş olmaktadır.

Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem tarafından hilâlin çıplak gözle görülmesi gibi bir ölçünün getirilmiş olması, bu yöntemin kameri ayın başlangıç ve bitişini belirlemede yegâne yol olduğunu belirlemek için değil, belki de öteden beri kullanılagelen mûtat yol, her türlü şartta ve imkânsızlık içinde uygulanabilir bir yöntem olması sebebiyledir. İbâdetlerin ifâsında kolaylık esastır. İslâm'daki bütün ibâdetlerin ortak özelliği, sâde, kolay anlaşılır ve kolay tatbik edilebilir olmasıdır. Bu bakımdan İslâm'daki ibâdetler, hiçbir uzmanlık ve bilim dalının gelişmediği toplumlarda bile, tarihte görüldüğü gibi, en sıradan insanlar tarafından bile kolaylıkla yerine getirilebilir. Sabah Namazı kılacak olan kişi, kafasını uzatibdoğu tarafına baktığı zaman, güneşin doğup doğmadığını görebilir. Ama işin özü i’tibariyle yalın ve kolay olması, hiçbir zaman, bilimsel verilerin ve gelişmelerin dikkate alınmaması gerektiği anlamına çekilemez. Tam tersine bilimsel gelişmelerden, her konuda
olduğu gibi, ibâdetler konusunda da yararlanmak gerekir.
Günümüzde astronomi ilmi oldukça gelişmiş, ayın ve güneşin hareketlerinin hassas bir şekilde tesbiti mümkün hale gelmiştir. Artık ince astronomik hesablar sayesinde, gelecek birkaç yıllık Namaz Vakitlerini gösteren takvimler bile hazırlanabilmektedir. Astronomik hesab, ayın çıplak gözle görülebilir olmasını esas aldığına göre, en doğrusu bu esasa göre hazırlanan takvimlere göre hareket etmektir. Bu konuda dünyâ müslümanları arasında devletler düzeyinde bir görüş birliğine varılıp, her yıl müslümanların lâhûtî bir atmosfere girmeye hazırlandıkları Ramazan Ayında onları tereddüte düşüren ve ibâdet şevklerini kıran rü'yet-i hilâl tartışmasına bir son verilmesi günümüz müslümanlarının ortak dileğidir. Bu sûretle, hiç değilse ORUC ve bayram münasebetiyle bir birlik ve beraberlik içinde olunmuş, ideolojik söylemler için istismar edilen bir konu olmasının önüne geçilmiş, İslâm ülkelerinin anlam sız bir rekabet ve gruplaşma içine girmesi de önlenmiş olur.

Klasik Dönem Fâkihleri de, Rüyet-i Hilâl tartışmasını kesmek maksadıyla, kamu otoritesinin (hâkim) bu konudaki kararını herkes için bağlayıcı kabul etmişlerdir. Ülkemizde, her yıl yaşanan anlamsız ve lüzumsuz tartışmalara son vermek için, bu alanda kamu otoritesi sayılan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın astronomik veriler esas alınarak kabul ve ilân ettiği takvime uyulması en doğrusudur. Bu sûretle müslümanlar arasında gereksiz yere oluşturulan gerginlik ve soğukluk ortadan kalkacak ve bayramın bütün ülkede aynı günde yapılmış olması, birlik ve beraberlik ruhunun kuvvetlenmesine katkidâ bulunacaktır. Bununla birlikte, astronomik hesabla tatmin olmayıp hilâlin gözle görülmesi gerektiğini düşünenler, meseleyi tabii mecraından saptırmamak ve fitneye sebeb olmamak şartıyla sâdece kendi nefislerinde gözle görmeyi esas alarak davranabilirler. Unutmamalı ki müslümanlar arasında fitneye sebeb
veyâ alet olmak büyük günahtır.:
Kur’ÂN diliyle ifâde etmek gerekirse; "Fitne, savaştan (öldürmekten) bile kötüdür"

وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأَخْرِجُوهُم مِّنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ تُقَاتِلُوهُمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتَّى يُقَاتِلُوكُمْ فِيهِ فَإِن قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ كَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ
“Vaktulûhum haysu sekıftumûhum ve ahricûhum min haysu ahracûkum vel fitnetu eşeddu mine’l- katli, ve lâ tukâtilûhum indel mescidi’l- harâmi hattâ yukâtilûkum fîh (fîhî), fe in kâtelûkum faktulûhum kezâlike cezâu’l- kâfirîn (kâfirîne).: Onları (size savaş açanları), bulduğunuz (yakaladığınız) yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. FİTNE (çıkarmak), (adam) ÖLDÜRMEKTEN DAHA ŞİDDETLİDİR (kötüdür). Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın. Fakat eğer (orada) sizinle savaşırlarsa (sizi öldürmeye kalkarlarsa), o takdirde (siz de) onlarla savaşın (onları öldürün). Kâfirlerin cezâsı işte böyledir.” (Bakara 2/191)

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِندَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ وَمَن يَرْتَدِدْ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
“Yes’elûneke an’i-ş şehril harâmi kıtâlin fîh (fîhi), kul kıtâlun fîhi kebîr (kebîrun), ve saddun an sebîlillâhi ve kufrun bihî ve’l- mescidil harâmi ve ihrâcu ehlihî minhu ekberu indallâh (indallâhi), vel fitnetu ekberu mine’l- katl (katli), ve lâ yezâlûne yukâtilûnekum hattâ yeruddûkum an dînikum inistetâû ve men yertedid minkum an dînihî fe yemut ve huve kâfirun fe ulâike habitat a’mâluhum fî’d- dunyâ ve’l- âhireh (âhireti), ve ulâike ashâbu’n- nâr (nâri), hum fîhâ hâlidûn (hâlidûne).: Sana haram (hürmetli) aydan ve onun içinde yapılan savaştan soruyorlar. De ki.: “Onun içinde (o ayda) savaş büyük (günahtır). (Fakat insanları) ALLAH YOLUndan saptırmak (alıkoymak) ve O'nu inkâr etmek, (mü'minlere) Mescid-i Haram'ı (yasaklamak) ve o’nun halkını oradan (Mekke'den sürüp) çıkarmak ise ALLAH KATInda daha büyüktür (büyük günahtır). Ve FİTNE, (adam) ÖLDÜRMEKTEN DE DAHA BÜYÜKTÜR (bir suç ve günahtır). Eğer onların güçleri yetse (yapabilseler), sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar. Sizden kim dîninden dönerse, o takdirde o, kâfir olarak ölür. Bu sebeble işte onlar, amelleri dünyada ve âhirette boşa gitmiş olanlardır. Ve işte onlar, ateş ehlidir. ve onlar, orada ebediyyen kalacak olanlardır.” (Bakara 2/217)

B-) ORUCUN YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI.:

ORUCun yükümlülük şartları denince, bir kimsenin ORUC ibâdetiyle yükümlü (mükellef) sayılması, farz veyâ vâcib bir ORUCun bir kimsenin zimmetinde borç olarak sabit olması için aranan şartlar kasdedilir. Fıkıh Literatürün de bu şartlar, “ORUCun Vücûb Şartları" olarak da anılır. ORUC tutmamayı mubah kılan mâzeret halleri de, bu yükümlülük şartlarını açıklayan ilâve bilgi lerdir.

a-) YükümLüLük ŞartLarı.:
Namaz Mükellefiyeti için gerekli olan şartlar yâni =>Müslümanlık, Ergenlik (bulûğ) ve Belli bir Aklî OLgunluk düzeyinde olmak (AKIL), ORUC için de gerekli ve geçerlidir..
Ergenlik yaşına gelmeyenler ibâdetlerle yükümlü olmamakla birlikte, alıştırmak ve ısındırmak maksadıyla, aile büyükleri onlara ara ara namaz kılmalarını ve ORUC tutmalarını söyleyebilir. Peygamberimiz aleyhisselâm, yedi yaşından on yaşına kadarki sürede çocuğun namaza alıştırılmasını önermiştir. Bedenî Durumları dikkate alınmak şartıyla çocukların 8-9 yaşlarından itibâren ORUCa alıştırılmaları da uygundur.
Genel Vücûb Şartları yanında kişinin ayrıca ORUC tutmaya güç yetirecek durumda olması ve yolcu olmaması da şarttır. Bu şartlar ORUCun edâsının vâciblik şartları olarak da adlandırılır. ORUC bahsinin başında zikrettiğimiz âyetin belirttiğine göre, hasta ve yolcu olan kişiler isterlerse ORUC tutmayabilirler. Fakat tutmadıkları ORUCları normal duruma döndükten sonra kazâ ederler. Hasta için normal durum iyileşmek, yolcu için ise, yolculuğun bitmesidir (ikâmet). ORUC tuttuğu takdirde kendisinin veyâ çocuğunun zarar görmesi muhtemel olan gebe veyâ emzikli kadınlar da ORUC tutmayabilirler.
Hatta zarar görme ihtimali kuvvetli ise tutmamaları gerekir. Durumları normale döndüğünde tutamadıkları ORUCları kazâ ederler.
Yaşlılık sebebiyle ORUC tutmaya artık gücü yetmeyenler, bunun yerine bir fâkir doyumluğu olan fidye verirler..

b-) ORUC Tutmamayı Mubah KıLan MâzeretLer.:
Kur’ÂN'da ve Hadislerde, dinde insanlara zor gelecek hiçbir yükümlülüğün bulunmadığına sıklıkla işâret edildiğini, herhangi bir sıkıntı ve meşakkatin bulunduğu durumda da mükelleflere birtakım kolaylık ve ruhsatların tanınmış olduğunu biliyoruz. Bu genel ilkenin bir parçası olarak, bazı durumlarda farz olan Ramazan ORUCunu tutmamaya da müsaâde edilmiştir.

Ramazan ORUCunu tutmamayı mubah kılan mâzeretler (özürler) genel hatlarıyla şunlardır.:

1-) Sefer.:
Namaz bölümünde belirtildiği üzere sefer (yolculuk) hali, genellikle, sıkıntı ve meşakkatli olduğu için yolcu olanlara birçok konuda kolaylıklar getirilmiştir. Yolcu olanlar için, namazın terkine değil, kısaltılmasına veyâ cemedilmesine ruhsat verildiği halde, namaza göre daha yorucu ve yıpratıcı olduğu için ORUCun terkedilmesine ruhsat verilmiştir.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumu’s- sıyâmu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn (tettekûne).: Ey iman edenler! ORUC, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki böylece siz takvâ sâhibi olursunuz.” (Bakara 2/183)

أَيَّامًا مَّعْدُودَاتٍ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ وَأَن تَصُومُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
“Eyyâmen ma’dûdât (ma’dûdâtin), fe men kâne minkum marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar (uhara) ve alellezîne yutîkûnehu fidyetun taâmu miskin (miskînin), fe men tatavvaa hayran fe huve hayrun leh (lehu), ve en tesûmû hayrun lekum in kuntum ta’lemûn (ta’lemûne).: (Farz kılınan ORUC) sayılı günlerdir. Fakat sizden kim hasta veya yolculukta olursa, o taktirde (tutamadığı günlerin sayısı), diğer (başka) günlerden (ORUC tutarak) tamamlanır. (İhtiyarlıktan veya iyileşmesi umulmayan bir hastalıktan dolayı) ona (ORUC tutmaya) güç yetiremeyenlerin, bir yoksulu (sabah, akşam) doyuracak (kadar) bir fidye vermesi (gerekir).Artık kim isteyerek (gönülden) bir hayır yaparsa (ORUCunu veya fidyeyi artırırsa),işte o, kendisi için bir hayırdır. ORUC tutmak sizi için daha hayırlıdır, keşke bilseydiniz.” (Bakara 2/184)

Bununla birlikte yolcu sayılan kimsenin, eğer gerçekten bir sıkıntı yoksa ve zarar da görmeyecekse ORUC tutması daha faziletli görülmüştür.
Geceden niyetlendiği ORUCu tutarken, gündüzün yola çıkmak durumunda kalan kimse, Hanefîler'e göre, bu ORUCunu tamamlasa daha iyi olur; fakat bozması durumunda kefâret gerekmez. Şâfiî ve Hanbelîler ise, Ramazan Ayında Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in Mekke Fethine çıktığında “Kadîd” denilen yere varıncaya kadar ORUClu olup orada ORUCunu bozduğuna dâir rivâyete dayanarak, geceden niyet edilmiş ORUCun bile sefer durumunda bozulabileceğini söylemişlerdir. Savaş durumu veyâ Cephede uzun süre çatışma durumu da aynı şekilde bir mâzerettir. Bu durumlarda kalan kişi, sağlığına ve görevine uygun düşen seçeneğe göre hareket etmelidir.

2-) HastaLık.:
Hastalık da birtakım ruhsatların sebebi olan bir durumdur.
Yüce ALLAH, bölüm başında zikredilen âyette hiçbir kayıt getirmeden hasta olanların, iyileştikleri bir vakitte ORUC tutabileceklerini ifâde etmiştir. Bu bakımdan ORUC tuttuğu takdirde hastalığının artmasından veyâ uzamasından endişe eden, yahut böyle olmamakla birlikte ORUCtutmakta zorlanacak olan kimseler ORUC tutmayabilir veyâ başlamış bulundukları ORUCu bozabilirler.
ORUC tuttuğu takdirde hasta olacağı tıbbın verilerine göre kuvvetle muhtemel olan kişinin de hasta hükmünde olduğu söylenmiştir.

3-) GebeLik ve Çocuk Emzirmek.:
Gebe veyâ emzikli olan kadınlar, kendilerine yahut çocuklarına bir zarar gelmesinden korkmaları halinde ORUC tutmayabilirler. Bunlar bir yönüyle hasta hükmünde oldukları gibi, onlara bu ruhsatı tanıyan hadisler de bulunmaktadır. (Nesaî, “Sıyâm”, 50-51, 62; İbn Mâce, “Sıyâm”, 3).

4-) YaşLıLık.:
Dinimiz ORUC tutmaktan âciz olan yaşlı kimselerin ORUC tutmasını istememiş, bunun yerine, tutamadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermelerini öngörmüştür. Bölüm başında zikredilen âyette ORUC tutmaya güç yetiremeyenlerin veyâ tutmaya çalıştıkları takdirde
büyük bir sıkıntı çekecek olanların fidye vermeleri gerektiği ifâde edilmektedir. İyileşme ümidi bulunmayan hastalar da bu hükümdedir. Ancak ramazanda ORUC tutma gücüne sâhib olmayıp da, daha sonra kazâ edebilecek durumda olanlar fidye vermeyip tutamadıkları ORUCları kazâ ederler.
İyileşmeyen sürekli bir hastalık nedeniyle ORUC fidyesi veren kimse daha sonra ORUC tutmaya güç yetirecek olsa fidyenin hükmü kalmaz; ORUC tutması ve önceki tutamadığı ORUCları kazâ etmesi gerekir.

5-) İLeri Derecede AçLık ve SusuzLuk.:
ORUClu bir kimse açlıktan veyâ susuzluktan dolayı helâk olacağından, beden ve ruh sağlığının ciddî boyutta bozulacağından endişe ediyorsa veyâ böyle bir şeyin olması tecrübeye veyâ doktor raporuna göre kuvvetle muhtemel ise, ORUCunu bozması câiz olur. Hatta ölüm tehlikesi açıksa ORUC tutması haram olur.

6-) Zor ve MeşakkatLi İşLerde ÇaLışmak.:
Esas i’tibariyle bir insanın ibâdetlerini normal bir şekilde yapmasını engelleyecek zor ve ağır işlerde çalışması veyâ çalıştırılması doğru değildir. İnsanın ibâdetini sağlıklı bir şekilde yapmakla geçimini temin ikilemi arasında bırakılması insan hakları açısından kesinlikle kabul edilebilir bir durum değildir. Böyle bir durumda bırakılan kişi, eğer toplum kendisine daha iyi iş imkânları sağlayamıyorsa, dolayısıyla işinden ayrıldığı takdirde geçim sıkıntısı çekmesi kesin veyâ kuvvetle muhtemel ise, bu durumda ORUC tutmayabilir. Geçici bir süre ağır bir işte çalışmak durumunda kalan ise bu durumda ORUC tuttuğu takdirde sağlığına bir zarar erişeceğinden endişe ediyorsa ORUC tutmayabilir. Bunlar imkan bulurlarsa kaza ederler, değilse ORUC yerine fidye verirler.

Kur’ÂN'da ORUC tutmamayı mubah kılan mâzeretler olarak hastalık, yolculuk ve ORUCa güç yetirememeden söz edilmiştir (el-Bakara 2/184-185).

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Şehru ramadânellezî unzile fîhi’l- kur’ÂNu huden li’n- nâsi ve beyyinâtin mine’l- hudâ ve’l- furkÂN (furkâni), fe men şehide minkumu’ş- şehra fe’l- yesumh (yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar (uhara) yurîdullâhu bikumu’l- yusra ve lâ yurîdu bikumu’l- usra, ve li tukmilû’l- iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn (teşkurûne).: Ramazan Ayı ki, insanlar için HİDÂYEte erdirici (hidâyete erme, ALLAH'a ulaşma vesilesi) ve beyyineler (açık deliller ve ibpat vasıtaları) ve FurkÂN (hakkı bâtıldan ayırıcı) olarak Kur'ÂN, Hüdâ tarafından onda (o ayın içinde) indirildi. Artık içinizden kim bu aya (yetişir de ramazan ayını görüp) şâhid olursa o zaman onu, ORUC tutarak geçirsin. Ve kim, hasta veya yolculukta olursa, o takdirde (tutamadığı günlerin sayısı) diğer günlerde (ORUC tutarak) tamamlanır. ALLAH sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidâyet erdirdiği şeye karşılık (sizin de) ALLAH'ı tekbir etmeniz (yüceltmeniz) içindir. Umulur ki böylece siz (bütün bu kolaylıklara) şükredersiniz.” (Bakara 2/185)

Fâkihler de ORUC tutmama ruhsatını bu üç durumla sınırlı tutmayı tercih etmiş, bu üç durumun ortak özelliği meşakkat olsa bile, her meşakkat halinde ORUC tutulmayabileceğini söylemekte mütereddit davranmışlardır. Bunun en başta gelen sebebi, mükelleflerin sübjektif ve değişken bir durum olan me şakkati belirlemede ölçüsüz veyâ mütesâhil davranıp olur olmaz bahanelerle ORUCu terketmesine yol açma, yâni bu ruhsatı kötüye kullanma endişesidir.
Bununla birlikte ORUC ibâdeti, netice i’tibariyle kul ile ALLAH arasında kalan bir yükümlülük ilişkisi olduğundan, mükelleflerin yukaridâ sayılan mâzeretler ışığında kişisel inisiyatiflerini kullanması, mâzeretleri içlerine sinmediği sürece ORUCu terketmemesi, haklı ve geçerli bir mâzeretlerinin bulunduğuna iyice kani olduklarında da anılan ruhsattan yararlanması isâbetli bir tutum olur.

Sıralanan bu mâzeretlerden biri sebebiyle ORUC tutamayan kimse, ORUCa, ORUClulara ve Ramazan Ayına hürmeten, mümkün oldukça bunu belli etmemelidir.
Canına veyâ bir uzvuna yönelik bir tehdide mâruz kalan kimsenin nasıl davranacağına ilişkin olarak kimi âlimler, zorlama karşısında Ramazan ORUCunu bozmayıp zulmen öldürülen kimsenin günahkâr olmayacağını; tersine dinine bağlılığını gösterdiği için büyük bir sevâb kazanmış olacağını söylemişlerse de ağırlık kazanan görüş bu durumda ORUCu bozmanın daha doğru olacağı yönündedir. Hatta tehdid altında kalan kişi, ORUC için tanınan yolculuk, hastalık gibi bir mâzerete sâhib ise, zorlama karşısında ORUCunu bozmazsa günahkâr olur.
Düğün veyâ sünnet yemeği gibi bir ziyâfete çağrılan kimsenin, genel olarak diğer dâvetlerde olduğu üzere bu dâvete icabet etmesi, dostluk bağlarının güçlendirilmesi veyâ ilişkilerin geliştirilmesi vb. amaçlara hizmet edeceği için teşvik edilmiştir. Nâfile ORUC tuttuğu bir günde böyle bir ziyâfete çağrılan kimse, sözü edilen olumlu amaçlara hizmet edeceğinden eminse, bu dâvete icâbet etmesinin yerinde bir davranış olacağı; fakat, yine de beklenmedik yararlara ve güzelliklere yol açabileceği mülâhazasıyla genel olarak bu tür dâvetlere icâbet edip ORUCunu bozmasında bir beis bulunmadığı ifâde edilmiştir.
Başlanmış olan nâfileyi tamamlamak gerektiği kuralı sebebiyle bozduğu bu ORUCu daha sonra kazâ eder..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »


Resim C-) GEÇERLİLİK ŞARTLARI.:

ORUCun sahih (geçerli) olması için, ORUC tutmaya niyet etmiş ve ORUCu bozacak şeylerden kaçınmış olmak şarttır. Esâsen ORUCu bozacak şeylerden kaçınmak, teknik anlamda rükün olmakla birlikte, ibâdetin sahih olması için kaçınılmaz bir şart olduğu için burada sıhhat şartı olarak ele alınmıştır. Kadınlar için ilâve şart ise, onların hayız veyâ nifâs durumunda olmamalarıdır.
Peygamberimiz aleyhisselâm’ın Hanımlarından gelen bütün rivâyetler, onların aybaşı hallerinde namaz kılmadıkları ve ORUC tutmadıkları yönündedir.
Daha önce namaz bahsinde ve bu bölümün başında da belirtildiği gibi hayız veyâ nifâs halinde bulunan kadının ORUC tutması haram olduğu gibi, tutacağı ORUC da geçerli olmaz. Kadınlar bu durumları sebebiyle tutamadıkları ORUCları daha sonra istedikleri bir zamanda kazâ edebilirler. Fakat şevval ayı içinde tutarlarsa hem borçlarından kurtulmuş, hem de Peygamberimiz aleyhisselâm’ın şevvalde ORUC tutmaya ilişkin tavsiyesine uymuş olurlar.
Cünüplük, hayız ve nifâstan farklıdır. Çünkü; cünüplüğün gerçekleşmesi ihtiyarî olduğu gibi, gusletmek sûretiyle cünüplükten temizlenmek de mümkündür. Bu bakımdan cünüplük ORUCa başlamaya engel görülmemiştir. Bununla birlikte mümkün olan en kısa zamanda cünüplükten temizlenmek gerekir.

a-) Niyet.:
Diğer ibâdetlerde olduğu gibi ORUC ibâdetinde de niyet şarttır. Şâfiîler ve bazı Mâlikîler niyeti rükün saymışlardır. Her ikisine göre de, niyet edilmediği takdirde sabahtan akşama kadar aç durmak ORUC yerine geçmez. Bu bakımdan, ister farz veyâ vâcib, isterse nâfile olsun her tür ORUCta niyet şarttır. Her hangi bir ORUCa kalben niyet etmek, hangi ORUCu tutacağını kalbinden geçirmek yeterlidir. Bu niyetin dil ile ifâde edilmesi, onun teyit edilmesi ve perçin lenmesi anlamına geldiğinden mendub sayılmıştır.

aa-) Niyetin Vakti.:
Her türlü ORUC için mümkün oldukça, sabah vakti girmeden önce veyâ geceden niyet etmek en faziletli olanıdır. Çünkü bu sûretle hem mezheblerin bu konudaki ihtilâflarının dışında kalınmış, hem de niyet ibâdetin başlama vaktiyle aynı zamana getirilmiş olur. Nitekim niyetin hangi vakitte yapılacağı konusu mezhebler arasında ihtilâflı olduğu gibi, niyetin vakti açısından ORUC türleri arasında da fark gözetilmektedir.:

1-) Hanefîler'e göre Ramazan ORUCu, Nâfile ORUClar ve vakti belirtilmiş adak (nezr-i muayyen) ORUClarının niyet etme vakti gün batımından başlayıp
ertesi günün kuşluk vaktine hatta Öğle Namazı vaktinin girmesinden az önceki vakte kadar devâm eder. Öğle Vakti girdikten sonra artık hiçbir ORUCa niyet edilemez.
Zevâlden önce Nâfile ORUCa niyet etmenin câizliğini gösteren hadisler bulunmaktadır. Bunlardan birinde, Peygamberimiz aleyhisselâm’ın bir gün Âişe Vâlidemize öğle yemeği hazırlayıp hazırlamadığını sorduğu, Hz. Âişe'nin yiyecek bir şey olmadığını söylemesi üzerine Peygamberimiz aleyhisselâm’ın o gün ORUC tuttuğu rivâyet edilir.
Mâlikîler'e göre niyetin geçerli olması için güneşin batmasından itibâren gecenin son kısmına kadar veyâ fecrin doğması ile birlikte yapılması gerekir.
Çünkü sabahleyin, yâni ORUC ibâdetinin başlama vaktinde niyet edilmeyince o günün ORUClu geçirilmeyeceği belirli hale gelmiş olur.
Şâfiîler'e göre ise Ramazan ORUCu, kazâ ORUCu ve adak ORUCuna geceden niyetlenmek şarttır. Fakat Nâfile ORUCa zevâlden önceye kadar niyetlenmek câizdir.
2-) Zimmette sübût bulmuş ORUClara ise en geç İmsak Vaktine kadar niyet edilmiş olması ve ORUCun belirlenmesi gerekir. ORUCun zimmette sübût bulması, ORUC borcunun kaçınılmaz bir şekilde kesinleşmiş, sabit hale gelmiş olması demektir. Meselâ başlanmış fakat bir sebeble tamamlanamamış Nâfile ORUCun kazâsı zimmette sabit olmuş, borçluğu kesinleşmiştir. Ramazan ORUCunun kazâsı da böyledir. Fakat Ramazan ORUCunun kendisi henüz zimmette sabit borç sayılmaz; çünkü meselâ, kişinin ertesi gün yaşayıp yaşamayacağı belli değildir. Kişi ertesi günün herhangi bir vaktinde ölecek olsa, o günkü ORUC zimmetine borç yazılmaz. Ancak daha önceki günlerde kazâya kalan ramazan ORUCu zimmetinde mevcuttur. Kefâret ORUCları ile mutlak adak ORUCları da zimmette sübût bulmuş borç kapsamına girmektedir. Bu çeşit ORUClara geceden veyâ en geç ikinci fecrin başlangıcında niyet etmek gerektiği gibi niyet ederken tutulan ORUCun mutlak nezir mi, bir ORUCun kazâsı mı olduğunu da belirtmek gerekir. Zimmette sabit olması kesinleşmiş ORUCların ifâ zamanı için dinde belirlenmiş muayyen bir zaman olmadığı için, mükellef bu ORUCları kendi belirleyeceği bir zamanda tutabilir. Öyle olunca da, hangi ORUCu tutacağını belirlemesi şarttır. Şâyet bir kazâ ORUCuna ikinci fecrin doğmasından sonra niyet edilse, bununla kazâ geçerli olmayacağı için, ORUC nâfileye dönüşür.

bb-) Niyetin ŞekLi.:
Ramazan, belirli adak veyâ herhangi bir Nâfile ORUC için mutlak niyet yeterlidir. Meselâ; "yarın ORUC tutmaya" veyâ "yarınki günün ORUCunu tutmaya" niyet edilse, ertesi gün ramazan ise, bu niyet Ramazan ORUCuna niyet yerine geçer; ertesi gün, daha önce ORUC tutmak için vaktini tâyin etmiş olduğu gün ise bu defâ adak ORUCuna niyet etmiş olur. Hatta ramazan günleri Ramazan ORUCu için ve ORUC tutulması adanan gün, adak ORUCu için belirli hale geldiği için, kişi bugünlerin öncesinde niyet ederken "Yarın nâfile ORUC tutmaya niyet ettim" dese bile, tutacağı ORUC Nâfile ORUC değil, vakti belirli olan ORUC yerine geçer. Çünkü ORUCun ifâ edilmesi için belirlenen vakit içinde yine aynı cinsten ikinci bir ibâdet yapılamayacağından, yâni ORUC dar zamanlı bir vâcib olup vakit de bunun miyarı olduğundan, niyet asıl yapılması gereken ibâdete râci olur. Bununla birlikte bunlar için geceleyin niyet edilmesi ve ne ORUCu olduğunun belirlemesi (tâyin) daha faziletlidir. Meselâ "Yarınki ramazan ORUCunu tutmaya niyet ettim" demekle belirleme yapılmış olunur.
Fâkihlerin çoğunluğuna göre ramazanın her günü için ayrı ayrı niyet edilmesi şarttır. Çünkü her bir günün ORUCu kendi başına bir ibâdet olup, öteki günlerde tutulan veyâ tutulacak olan ORUCla ilişkisi yoktur; dolayısıyla bir günün ORUCu bozulduğu zaman sâdece o günün ORUCu bozulmuş olur, öteki günlerin ORUCu bundan etkilenmez.
Mâlikîler'e göre ise, ara vermeksizin peş peşe tutulması gereken ORUClarda en başta yapılacak tek niyet yeterlidir. Zıhâr, Katl Kefâreti ve Ramazan ORUCunun kefâretinde olduğu gibi Ramazan ORUCunda da tek niyet yeterlidir. Ancak bu ORUClara yolculuk, hastalık, hayız ve nifâs gibi zorunlu sebeblerle ara verilecek olursa, engel kalktıktan sonra yeniden niyet gereklidir. Tek bir niyetin yeterli olduğu ORUClarda her gece niyetlenmek ise menduptur. Mâlikîler'in bu konudaki gerekçesi ilgili âyette geçen "Sizden her kim Ramazan Ayına yetişirse onu ORUClu geçirsin" ifâdesidir. Ay, tek bir zamana verilen isimdir, dolayısıyla ay süresince ORUC tutmak bütün bir ibâdet hükmünde olup namaz ve hacca benzer, tek bir niyet ile edâ edilebilir.

cc-) NiyetLe İLgiLi Bazı AyrıntıLar.:
ORUCa niyetin vaktiyle ve şekliyle ilgili ayrıntı sayılabilecek bazı bilgiler de bu ibâdetin geçerliliğini yakından ilgilendirir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir.:
1-) İçinde bulunulan gün, güneş batmadan önce ertesi günün ORUCuna niyet edilemez.
2-) Güneş battıktan sonra herhangi bir ORUCa niyet edilmesi halinde, ikinci fecre kadar yeme, içme ve cinsel ilişkide bulunmak niyete ve ORUCa zarar vermez. Çünkü bu niyet ikinci fecirden itibâren başlayacak olan ORUC ibâdeti için yapılmıştır. Nitekim bu şekilde niyet eden kimse, herhangi bir sebeble, ikinci fecrin doğmasına kadar, bu niyetini geri alabilir.
3-) ORUC tutup tutmayacağında tereddüt olması durumunda veyâ niyetin bir şarta bağlanması durumunda niyet gerçekleşmiş olmaz. Niyet, kesin azim ve karar demektir.
4-) Ramazanda, Ramazan ORUCundan başka ORUC tutulamayacağı için, hangi ORUCa niyet edilirse edilsin Ramazan ORUCu yerine geçer. Fakat, daha önceden ORUC tutmayı adadığı belirli günde, başka vâcib bir ORUCa (meselâ; kefâret ORUCuna veyâ bir Ramazan ORUCunun kazâsına) niyet ederek ORUC tutacak olsa, ağırlık kazanan görüşe göre bu ORUC, niyetlendiği vâcib ORUC yerine geçer, belirli adak ORUCunu kazâ etmesi gerekir.
5-) Hem kefârete hem de nâfileye niyet edilerek tutulan ORUC, kefâret ORUCu yerine geçer; fakat hem kazâya hem de yemin kefâretine niyet edile rek tutulan ORUC, her ikisi de vâciblik açısından eşdeğer olduğu için, hiçbiri nin yerine geçmez, nâfile olur. Sahura kalkıp yeme ve içme de niyet yerine geçer.
6-) Tutulamamış ramazan ORUClarını kazâ ederken, bir belirleme yapmaksızın, “kazâsı gereken ORUCa” diye niyet edebileceği gibi, belirleme yaparak da niyet edebilir. Üzerinde çok sayıda kazâ borcu varsa "kazâsı gerekli ilk ORUCa" diyerek niyet edilebilir.

b-) ORUCu Bozan ŞeyLerden Kaçınmak.:
ORUCun temel unsuru ve anlamı, yeme, içme ve cinsel ilişki zevklerinden uzak durmak, nefsi bunlardan mahrum bırakmak olduğu için, bu anlama gelecek davranışlar ORUCun bozulmasına sebeb olur. Yemek ve içmek, yenilip içilmesi mûtat olan her şeyi içine alır. Sigara, nargile gibi keyif veren tütün kökenli dumanlı maddeler ile tiryakilik gereği alınan tüm maddeler ORUC yasakları kapsamına girdiği gibi her ne sebeble olursa olsun, ağızdan alınan ilâcın da bu kapsamda yer aldığında tereddüt yoktur. Bununla birlikte, tedâvi maksadıyla iğne yaptırmanın hükmü tartışmalı olup, iğnenin ORUCun bozulmasına etkisi konusu aşağidâ açıklanacaktır.
ORUCu nelerin bozacağı sorusuna verilecekılk cevâb "yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma ve bu kapsamda değerlendirilebilecek şeyler" olacaktır. Bu ölçü, açık ve anlaşılabilir olmakla birlikte, ORUCun anlamına aykırı davranış sayılıp sayılmayacağında tereddüt edilen bazı durumlar bulunması sebebiyle, eskiden beri fâkihler, nelerin bu kapsama gireceğini tek tek saymaya çalışmışlar, bu arada gerçekleşmesi düşünülemeyecek nâdir bazı durumların hükümlerini dahi belirleme durumunda kalmışlardır. İlmihal kitaplarında çoğu zaman tebessümle karşılanan birçok ihtimalin veyâ anormal durumun gündeme alınıp ORUCu bozup bozmadığının tartışmaya açılması da bu sebeb ve gayretten kaynaklanmaktadır. Özel durumlar ve muhtemel seçenekler yan yana getirildiğinde de, zaman zaman ORUCun bozulmasını gerektiren aslî durumun göz ardı edildiği, bu konudaki ölçü-kuralın geri plana itildiği olmuştur. Biz esâsen zikrettiğimiz ölçüye vurgu yapmakla beraber, haklı tereddüt oluşturabilecek birkaç hususa "ORUCun Yasakları" başlığı altında değineceğiz.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: İSLÂM DİNi İLMİHÂLİ

Mesaj gönderen ahmet »


Resim D-) ORUCLU İÇİN MÜSTEHAB OLAN ŞEYLER.:

ORUCun geçerliliği ile doğrudan ilgili olmamakla birlikte, ORUC tutmayı biraz daha kolaylaştırmak üzere Peygamberimiz aleyhisselâm’ın bazı tavsiyeleri olmuştur.
Bunların başında sahur yapmak gelir. Sahur, ikinci fecirden az önceki vakit olan seher vaktinde yenilen yemek demektir. Sahura kalkmakla hem bir şeyler yenilerek ORUC için enerji toplanmış, hem de bir sünnet yerine getirilmiş, seher vaktinin feyiz ve faziletinden yararlanılmış olur. Bu bakımdan bir yudum su ile de olsa sahur yapmak ve sahur yemeğini mümkün olduğunca, gecenin son vaktine denk getirmeye çalışmak uygun olur. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın sahura kalkmayı teşvik ve tavsiye eden birçok hadisi bulunmaktadır.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "ORUC tutmak isteyen sahurda bir şeyler yesin." buyurmuştur.
(Müsned, III, 367, 379)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Sahura kalkın, çünkü sahur yemeğinde bereket vardır." buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 20; Müslim, “Sıyâm”, 45)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Sahur yemeği ile gündüz tutacağınız ORUCa; ve öğle üzeri uykusuyla da (kaylûle) teheccüd namazına kuvvet kazanın" buyurmuştur.
(İbn Mâce, “Sıyâm”, 22)

Peygamberimiz aleyhisselâm, sahuru mümkün olan son vakte denk getirmeyi teşvik ettiği gibi iftarın da vakit girer girmez yapılmasını teşvik etmiştir. Bu iki teşvikten çıkarılabilecek anlam, ibâdetin mümkün olduğunca kolay hale getirilmesidir. İftar vakti girdiğinde yemeğe oturmadan namaz kılınmak isteniyorsa yine de biraz su veyâ bir hurma ile ORUCu açıp, ondan sonra namaz kılmak yerinde olur.
ORUC açılırken DUÂ edilmesi sünnettir. Herkes içinden geldiği gibi zikrini, şükrünü ve yakarışını ifâde edebilir. Örnek olması bakımından öteden beri yaygın olarak yapılan bir DUÂyı buraya alalım:

"ALLAHım! Senin rızanı kazanmak için ORUC tuttum, senin verdiğin rızıkla ORUCumu açtım. Sana inanıp güvendim. Ey lutuf ve ikramı geniş olan RABBim! Beni bağışla!."

Varlıklı kimselerin, özellikle durumu iyi olmayan kimselere iftar yemeği yedirmesi güzel ve sevâblı bir davranıştır.

Peygamberimiz aleyhisselâm.: "ORUCluya iftar ettiren kimse, ORUClunun sevâbında bir eksilme olmaksızın, ORUClunun alacağı kadar sevâb alır." buyurmuştur.
(Tirmizî, “Savm”, 42, İbn Mâce, “Sıyâm”, 45)

İftar yemeklerini, zenginler arasında bir lüks ve gösteriş yarışı haline getirmekten kaçınmak gerekir. Yine varlıklı kimselerin, her zamankin den daha fazla olarak, Ramazanda ihtiyaç sâhiblerine yardımda bulunması beklenir. Varlıklı kimselerin bulunduğu bir bölgede akşam ne ile iftar edeceğini düşünen insanların kalmamış olması gerekir. Bu hem Müslümanlığın yüksek bir amacı hem de ORUC ibâdetinin verdiği kalb inceliğinin bir gereğidir. Aksi bir durum elbette ki varlıklı kimselerin vicdanını rahatsız edecektir.
Sabah Namazının vaktini geçirmemek kaydıyla cünüp sabahlamak câiz ise de ibâdete başlarken temiz olmak düşüncesiyle daha önce gusletmek uygun dur. Hayız ve nifâstan temizlenen kadınlar için de aynı durum geçerlidir. Bununla birlikte cünüp olarak sabahlayan kimsenin gerekli dikkati göstermek şartıyla, banyo yapması câizdir. Âişe vâlidemizin bildirdiğine göre Peygamberimiz, bazı kereler cünüp olarak Sabah Namazı vaktine girmiştir.
ORUC, kişinin RABBiyle gönül bağını güçlendiren, ona mânevî ve derunî bir haz tattıran, irâde eğitimine ve kalb inceliğine yol açan ibâdetlerden olduğu için ORUC tutan kişi zâten dilini kötü, çirkin, başkalarını rencide edecek boş ve gereksiz sözlerden koruyacaktır. ORUC bu tesiri tam meydana getiremiyorsa, ORUC tutan kimsenin bu sonucu ve etkiyi elde etmek için çalışması, ORUClu iken söz ve davranışlarına daha çok dikkat etmesi gerekir. Hele insanların birbirleri hakkında kötü kanaate sevk edecek ve ilişkilerini bozacak dedikodu ve söz taşıma gibi dinimizce hiçbir zaman hoş görülmeyen davranışlar, ORUCun mânevî haline taban tabana zıt şeylerdir.

Peygamberimiz aleyhisselâm, ORUCun bu yönünü anlatmak üzere.: "Yalan konuşmayı bırakmayan, yanlış davranışlardan kaçınmayan kimsenin kendini aç ve susuz bırakmasına ALLAH'ın ihtiyacı yoktur" buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 8.)

Aslolan ibâdeti amacına uygun yapmak, ibâdetin zevkini tatmaktır. İbâdetlerin hakkı verilmeye çalışıldığı takdirde bunun önce kişinin kalb ve vicdanındaki olumlu etkileri, sonra da toplumdaki olumlu sonuçları çok belirgin bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Peygamberimiz aleyhisselâm bu noktaya işâretle.: "Hiçbiriniz ORUClu iken kötü laf söylemesin; bağırıp çağırmasın, hatta kendisine ağır sözler söyleyen (küfreden) birine dahi sâdece 'Ben ORUCluyum' demekle yetinsin" buyurmuştur.
(Buhârî, “Savm”, 2; Müslim, “Sıyâm”, 160)

Ramazanın mânevî atmosferini daha iyi hissedebilmek için Kur’ÂN-ı Kerîm okumak, eksikliğini hissettiği bilgileri öğrenmeye çalışmak yerinde olur. Ayrıca, her Ramazanda mutlaka Kur’ÂN-ı Kerîm'in Türkçe anlamı, mukabele okur gibi bir defâ okunmalı, genel hatlarıyla Kur’ÂN-ı Kerîm'in içeriği hakkında bilgi sâhibi olunmalı, daha derin ve detaylı bilgiye ihtiyaç hissedilen konularda, o alanda yazılmış eserlere veyâ bizzat ehliyetli hocalara başvurulmalıdır.

Resim E-) İTİKÂF.:

Fıkıh terimi olarak itikâf, bir mescidde ibâdet niyetiyle ve belirli kurallara uyarak inzivaya çekilmek demektir. Hadis kaynakları Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in Medine'ye hicretten sonra her yıl Ramazanın son on gününde itikâfa çekildiğini, hanımlarının da genelde Resûl-i Ekrem'le birlikte itikâf yaptığını nakleder. (Buhârî, “İ‘tikâf”, 3; Müslim, “Hayz”, 6; Tirmizî, “Savm”, 80).
Peygamberimiz aleyhisselâm’ın Ramazanın son on gününde daha fazla ibâdet ettiği bilinmektedir. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Resûl-i Ekrem'in son on gününe girildiğinde bütün geceyi ihyâ eder; ailesini uyandırır ve kadınlardan ayrı kalırdı.
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bu tatbikatından hareketle âlimler, ORUClunun özellikle Ramazanın son on gününde itikâfa girmesini müstehab kabul etmişlerdir.
Hatta Hanefîler, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bunu devâmlı yapmış olmasından hareketle itikâfı kifâî nitelikte Müekked Sünnet saymıştır. İtikâf bir ibâdet nevi olduğundan itikâfa girenin mükellef olması, itikâfa bir mescidde girmesi ve niyet etmesi gerekli görülür. Kadınlar evlerinin bir odasında itikâfa girerler.
İtikâfa girmek nefsi yasaklardan korumada daha etkili bir yöntem olduğu gibi, Ramazanın son on gününde olması tahmin edilen Kadir gecesine rastlama imkânı ve umudunu da arttırır. İtikâf, insanı dünyevî meşgaleler den uzaklaştırıp daha fazla ibâdete vesîle olması yanında, genel anlamda hayatın anlamı üzerinde tefekkür etme imkânı da sağlar. İnsanların zaman zaman böyle derin tefekküre ihtiyacı vardır. İtikâf bu tefekkürü gerçekleştirmek için bir fırsat olarak kullanılabilir.
İtikâf yapmak isteyen kiþi, itikâf niyetiyle mescid veyâ mescid hükmündeki bir yerde kalmaya başlayarak itikâfa girmiş olur. Vaktini namaz, Kur’ÂN tilâveti, DUÂ, zikir ve tefekkür gibi ibâdet ve taatlerle veyâ dinî bilgi ve kültürünü artıracak sohbet ve okumalarla değerlendirir. Doğal ihtiyaçlarini gidermek için mescidi meþgul etmeyecek ve kirletmeyecek şeyleri mescide getirebilir. Mescidde yer, içer ve orada istirahat eder. Mescidin içinde giderilmesi mümkün olmayan zarurî ve doðal ihtiyaçlari için dışarı çıkabilir.
Ancak ihtiyacini giderdikten sonra hemen itikâf mahalline geri döner.
Nâfile itikâflar dışarıya çıkmakla bozulmaz. Ancak vâcib itikâflar, zorunlu ihtiyaçlar dışında itikâf mahallinin terk edilmesiyle bozulur. Tercih edilen görüşe göre, itikâfin asgarî süresi için bir sinir konmamıştır. Bu bakımdan bir mescidi ziyâret eden kişi, bu ziyâret süresinde bile itikâfa niyet edebilir.

Resim V-) ORUCUN YASAKLARI.:

ORUCun yasakları, doğrudan söylenirse yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktır; tersinden söylenirse ORUCun yasakları, ORUCun bozulmasına sebeb olan şeylerdir. Bölüm başında da belirttiğimiz gibi ORUC, yeme, içme ve cinsel ilişkiden kaçınmaktır. Dolayısıyla bu üç hususa dikkat edildiği takdirde ORUC tutulmuş olur. Bununla birlikte bazı davranışların, sayılan bu üç şeyin kapsamına girip girmediği konusunda gerekli veyâ gereksiz tereddütler oluşabilmektedir. Yine ORUCun bozulmasına yol açmamakla birlikte, ORUCun genel havasına, anlam ve gâyesine yakışmayan şeyler konusunda da dikkatli olmak gerektiği için burada günlük hayatta karşılaşılabilecek bazı durumlara kısaca işâret etmek istiyoruz.

Resim A-) ORUCUN MEKRUHLARI.:

Öteden beri fıkıh ve ilmihal kitaplarında mekruh olarak nitelendirilen şeylerin bir kısmı, ORUCun anlam ve gâyesine yakışmayan şeyler, bir kısmı
da biraz ileri gidildiği takdirde ORUCun bozulmasına sebeb olabilecek şeyler dir. Meselâ bir şeyi tatmak ve çiğnemek mekruhtur; çünkü ağza alınan bir şeyin yutulma tehlikesi bulunmaktadır. Fâkihler yine aynı gerekçeyle, bir insanın eşiyle öpüşmesini, ona sarılmasını mekruh saymışlardır. Çünkü bu davranış, ORUCu bozacak bir fiili işlemeye götürebilir. Esâsen bir insanın eşiyle öpüşmesi ORUCa zarar vermez. Nitekim Âişe vâlidemiz, Peygamberi miz’in ORUClu iken hanımlarıyla elleşip şakalaştığını ve öpüştüğünü anlatmıştır. (İbn Mâce, “Sıyâm”, 19; Muvatta, “Sıyâm”, 13).
Aşırı titizlikleri gereği misvak kullanmayı dahi mekruh sayanlar bulunmakla birlikte, âlimlerin çoğunluğu bunu mekruh görmemişlerdir. Günümüz de yaygın olduğu şekliyle ağız ve diş temizliğinin diş fırçası ve diş macunu kullanılarak yapılması da ORUCa zarar vermez; üstelik aksatılmaması gereken yerinde bir davranış da olur. Ağız ve diş temizliğini gündüz yapmamayı tercih edenler, bunu mutlaka sahurdan sonra yapmış olmalıdır. ORUClunun normal temizlik için veyâ cünüplükten temizlenmek için yıkanması mekruh olmamakla birlikte, serinlemek maksadıyla yıkanması ORUC esprisine aykırılık gerekçesiyle mekruh sayılmıştır. ORUClunun güzel koku sürünmesi veyâ güzel kokan bir şeyi özel olarak koklaması da mekruh sayılmaz.
Ayrıca, esâsen ORUCu bozmamakla birlikte, ORUClunun direncinin kırılmasına ve güçsüz düşmesine yol açan, kan aldırmak vb. şeyler mekruhtur.
Konunun başında sahurun geciktirilmesi ve iftarın vakit girer girmez yapıl masının anlamına ilişkin olarak söylediğimiz hususlar burada da geçerlidir.

Resim B-) ORUCU BOZAN ŞEYLER.:

Yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak ORUCu bozan şeylerdir. Bunların hangi durumda sâdece kazâ, hangi durumda kazâ ile birlikte kefâreti gerektirdiğini görelim.

a-) Kazâ ve Kefâreti Gerektiren DurumLar.:
ORUCu bozup hem kazâ hem de kefâreti gerektiren durumların başında Ramazan günü ORUClu iken yapılan cinsel ilişki gelmektedir. Zâten Peygamberimiz ORUC kefâreti hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir. ORUC kefâreti konusunda eldeki tek örnek ve delil de budur. Bu bakımdan bütün Fıkıh Mezhebleri, Ramazan günü ORUClu iken bilerek ve isteyerek normal cinsel ilişkide bulunmanın, hem kazâ ve hem de kefâreti gerektireceği konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bir şey yiyip içmenin kefâreti gerektirip gerektirmediği konusu ise mezhebler arasında tartışmalıdır. Hanefîler, bilerek ve isteyerek bir gıda veyâ gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu hükme kıyas ederek, bu durumda da hem kazâ hem de kefâret gerekeceğini söylemişlerdir.
Peygamberimiz zamanında cereyân eden ve ORUC kefâretinin gerekçesi olan olay şudur.:

Bir adam "Mahvoldum" diyerek Peygamberimiz'e gelmiş ve Ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiş, bunun üzerine Peygamberimiz.:
- Köle âzad etme imkânın var mı?
- Hayır, yok.
- Peş peşe iki ay ORUC tutabilir misin?
- Hayır. Bu iş de zâten sabredemediğim için başıma geldi.
- Altmış fâkiri doyuracak malî imkânın var mı?
- Hayır.
Bu sırada Peygamberimiz'e bir sepet hurma getirildi. Peygamberimiz bu hurmayı adama vererek yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam.: "Bizden daha muhtaç kimse mi var?" deyince,
Peygamberimiz aleyhisselâm gülümseyerek.: "Al git, bunları ailene yedir" diyerek adamı gönderdi.
(Buhârî, “Savm”, 30; Müslim, “Sıyâm”, 81; Ebû Dâvûd, “Savm”, 37).

Bilerek ve isteyerek kaçınılması gereken üç şey (yeme, içme, cinsel birleşme) dışında bir sebeble ORUCun bozulması durumunda kefâret gerekmeyip sâdece kazâ gerekir.

b-) Sâdece Kazâyı Gerektiren DurumLar.:
ORUC yasaklarının başında yeme ve içme geldiğini, ORUClunun kasden yiyip içmesinin kazâ ve kefâreti gerektirdiğini biliyoruz. Buna ilâve olarak Hanefî fâkihleri, beslenme amacı ve anlamı taşımayan ve esâsen yenilip içilmesi mûtat (normal, alışılmış) olmadığı gibi insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi durumunda da ORUCun bozulacağını, fakat bunun kefâreti gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Çiğ pirinç, çiğ hamur, un, ham meyve yemek veyâ fındık, bâdem ve cevizi kabuğuyla yutmak böyledir.
Bunlar yiyecek maddesi olmakla birlikte, bunların bu şekilde yenilmesi normal değildir ve hem de bunlar bu halleriyle insanın iştah duyacağı ve yemek isteyeceği şeyler değildir. Fâkihler, şehvetin normal cinsel birleşme dışında tatmin edilmesinin de aynı kapsamda değerlendirileceğini belirtmişlerdir.
Fâkihler ağza giren yağmur, kar veyâ doluyu isteyerek yutmayı, su içme kapsamında değerlendirerek ORUCu bozacağını; fakat, kişinin kasdı olmaksızın boğaza inen yağmur, kar ve dolunun ORUCu bozmayacağını söylemişlerdir.
Kusma, kasden yapılmadığı durumlarda ORUCu bozmaz. Kasden yapıldığında ise, sâdece ağız dolusu olması halinde bozar.
Baştan beri ortaya koymaya çalışılan ORUC tutma esprisi ve ORUCun anlam ve amacıyla pek bağdaşmayan muhtemel bütün davranışları ve olayları tek tek sıralamak mümkün olmadığı için bu konuda şöyle bir açıklama getirmek doğru olur: ORUCun anlamı, ALLAH Rızâsı için, gerek beslenme gerekse tat ve keyif alma kasıd ve arzusu içeren yiyip içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak, özetle nefsi iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmektir.
Bu yasağın ihlâli sayılan her davranış ORUCun mâna ve gâyesine aykırıdır.
Yeme, içme ve cinsel ilişki sayılan her davranış ORUCu bozar, kazâ edilmesini gerektirir. Kasıdlı olarak yapılırsa hem kazâ hem kefâret gerekir.
Bayılma ve delirmenin ORUCu bozan şeylerden sayılması, esâsen ORUC yasaklarının ihlâli ile ilgili olmayıp, bütün mükellefiyetlerde ön şart olan bilinçlilik halinin geçici veyâ sürekli olarak yitirilmesi ile ilgilidir. Bu halin kapladığı günlerin kazâ edilmesinin istenmeyişi de aynı sebebe bağlıdır.
Unutarak bir şey yemek ve içmekle ORUC bozulmaz. Peygamberimiz ORUClu olduğunu unutarak yiyip içenlerin ORUCa devâm etmelerini, onları ALLAH'ın yedirip içirdiğini söylemiştir. (Buhârî, “Savm”, 26; Müslim, “Sıyâm”, 17).
Fakat yanlışlıkla (hata) yiyip içmek bundan farklı olup Hanefîler'e göre ORUCu bozar. Meselâ; bir kimse ORUClu olduğunun farkında olduğu halde kasıdsız olarak yanlışlıkla bir şey yese veyâ içse, diyelim ki abdest alırken ağzına aldığı sudan yutsa veyâ denizde yüzerken su yutsa ORUCu bozulur ve kazâ lâzım gelir.
Şâfiîler ORUCu bozma kasdı bulunmadığı için yanlışlıkla bir şey yiyip içmenin ORUCu bozmayacağını söylerken, Mâlikîler ORUCun anlamının (imsak) ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle, ister unutma isterse yanlışlık sonucu olsun, bir şey yiyip içmekle ORUCun bozulacağını söylemişlerdir.
Sabah vaktinin girip girmediği konusunda şüphesi bulunan kimse yiyip içmeye devâm ederken o esnâda ikinci fecrin doğmuş olduğu ortaya çıksa
ORUC bozulur ve kazâ etmesi gerekir, kefâret gerekmez. Ayni þekilde güneşin battığını zannederek iftar ederken güneşin henüz batmadığı anlaşılsa yine kazâ gerekir. Hanefî Mezhebinde aðirlikli görüþ böyledir. Ancak, bu durumda kefâretin gerekeceðini söyleyenler de vardir. Zirâ kişi, her iki durumda da zannı ile hareket etmiş ve yanıldığı ortaya çıkmış ise de zanların kuvvet derecesi aynı değildir. Birinci durumdaki zan güçlüdür; çünkü aslolan gecenin devâm ediyor olmasıdır. İkinci durumdaki zan ise, bunun tersine zayıftır; çünkü aslolan gündüzün devâm ediyor olmasıdır. Bu bakım dan güneşin batıp batmadığından şüphe eden kimse hemen iftar etmemeli, durumun netleşmesini beklemelidir. İmsak ve iftarvakitlerini gösteren bir takvim ve saatin bulunmadığı durumlarda kişi, kendi bilgi ve tecrübesiyle ictihad ederek ona göre davranır.
Unutarak yiyip içtikten sonra ORUCunun bozulmuş olduğu zannıyla veyâ gece niyetlenemeyip gündüz niyetlendikten sonra, gündüz yapılan bu niyetin niyet sayılmayacağı zannıyla günün geri kalan kısmında bilerek bir şey yiyip içmek veyâ cinsel ilişkide bulunmak ORUCu bozar.
ORUCu bozacak fakat kefâreti de gerektirmeyecek bir davranıştan sonra, kişinin yiyip içmeye başlaması halinde, kural olarak kefâretin gerekmeyeceği belirtilmişse de, burada aslolan kişinin ORUC tutma veyâ bozma konu sundaki gerçek niyetidir. Amellerin niyetlere göre olduğu şeklindeki genel dinî ilkenin anlamı da budur.
Bir şey yiyor veyâ içiyorken İmsak Vaktinin girdiğini anlayan kimse derhal yemeyi ve içmeyi bırakmalıdır. Bile bile yemeye veyâ içmeye devâm
etmesi halinde Hanefî İmamlara göre bu kişiye kefâret gerekir.

c-) İLâç KuLLanmanın ve İğne Yaptırmanın Hükmü.:
Ağızdan alınacak hap, şurup ve pastil gibi şeylerin ORUCu bozacağında görüş birliği bulunmaktadır. Çünkü bunlar doğrudan mideye inmekte, esâsen tedâvi amaçlı olsa bile dolaylı olarak beslenme niteliği de taşımaktadır.
Göze, burun veyâ kulağa damlatılan ilâcın ORUCu bozup bozmayacağı konusu ise tartışmalıdır. Kimi âlimler, göze damlatılan ilâcın ORUCu bozmayacağı, kulak ve burna damlatılanın bozacağı görüşünde ise de, bunlardan burun içinin yemek borusuyla ve mideyle doğrudan bağlantısının bulunduğu, gözün dolaylı olarak boğaza açıldığı, kulağın ise mideyle böyle bir bağlantısının bulunmadığı düşünülürse, bunlardan sâdece buruna konan ilâçlar hakkında ihtiyatlı olmak gerektiği sonucu çıkar. Böyle olunca, burna enfiye çekmek, boğaza inecek şekilde bol miktarda su çekmek gibi davranışlar ORUCu bozar. Bu organlara konan ve tamamen tedâvi amaçlı ilâç ve damlalar ise ORUCu bozmaz. Çünkü bu son sayılan davranışın yeme ve içme, yâni beslenme ve ORUCa karşı direnç kazanma faaliyeti sayılması isâbetli olmaz.
İğne yaptırma meselesine gelince: Deri altına veyâ adaleye zerkedilen veyâ damardan yapılan iğnenin ORUCu bozup bozmayacağı konusu, ilk fâkihlerin, yaralayıp vücuda giren bıçak vb. katı cisimler ile derin yara üzerine sürülen merhemin ORUCu bozup bozmayacağına ilişkin tartışmalarına göre belirlenmeye çalışılmıştır. Şöyle ki;

a-) Ebû Hanîfe'nin.:
Ebû Hanîfe'nin.: “Derin yara üzerine sürülen ve karın veyâ beyne ulaşan ilâcın/merhemin ORUCu bozacağı” yönündeki görüşünü alanlar, iğneyle vücuda bir şey zerkedilmesi durumunda ORUCun bozulacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşte hareket noktası, tabii yollar dışından da olsa vücuda bir şeyin girmiş olmasının ORUCu bozacağı fikridir. İğne veyâ damar yoluyla alınan ilâç, serum veyâ aşı vücudun içine akıtılmış olmakta ve bütün vücuda yayılmaktadır. Beslenme sayılıp sayılmayacağı tartışılsa bile, bunların vücudu güçlendirdiği ortadadır. Bu şekilde alınan ilâç, gerek ağızdan alınsın gerekse iğneyle zerkedilmiş olsun, hiçbir şekilde kefâret gerektirmese de ORUCu bozar ve kazâyı gerektirir. İlâç almak veyâ iğne yaptırmak durumunda olan kimselerin ya o gün ORUC tutmamaları ya da ilâç almayı ve iğne yaptırmayı sahur ve iftar vakitlerine almaları gerekir.

b-) Buna mukabil Ebû Yûsuf ve Muhammed'in.:
Buna mukabil Ebû Yûsuf ve Muhammed'in.: “Derin yara üzerine sürülen merhemin ORUCu bozmayacağı” yönündeki görüşünü esas alanlar ise iğneyle vücuda bir ilâcın zerkedilmesi durumunda ORUCun bozulmayacağını söylemişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed, ORUCa "normal yollardan vücuda bir şey almaktan kaçınmak" şeklinde bir anlam yükledikleri için yaraya sürülen merhemin, karna veyâ beyne ulaşmış olmasının bir önemi olmayacağını, dolayısıyla bu durumda ORUCun bozulmayacağını söylemişlerdir. Eski den fetvâhâne ve daha sonra 1948 yılında Ezher Üniversitesi Fetvâ Komisyonu tabii delikler dışından vücuda giren bir şeyin ORUCu bozmayacağı yönünde fetvâ vermiştir. Çünkü bu tedâvi yönteminin, ağız yoluyla ilâcın yutulmasına benzemediği açıktır. Bu noktadan hareketle, astım ve nefes darlığı sebebiyle ağıza sıkılan spreyin zerrecikler halinde içeri gittiği doğru olsa bile bunların akciğerden öteye geçmediği ve mideye ulaşmadığı, gıda ve susuzluk giderme özelliği de taşımadıkları; bu sebeble bunların da ORUCu bozmayacağı ileri sürülmüştür. Ayrıca belli hastalıklara karşı korunmak maksadıyla yapılan aşıların hükmünde de tartışma bulunmakla birlikte, bu tür aşılarla vücuda mikrop verilerek bağışıklık kazandırmaya çalışıldığı, dolayısıyla bunların beslenme amaçlı olmadığı söylenerek ORUCa zarar vermeyeceği görüşü ağırlık kazanmıştır.
Hangi görüş alınırsa alınsın, burada inisiyatif, tercih, karar ve tabii ki sorumluluk mükellefe ait olacaktır. Söz konusu olan şey bir ibâdettir ve ALLAH
rızâsı için yapılmaktadır. Bu bakımdan, ORUC tutan bu şuurdaki insanların gerekmediği halde, hiç açlık, susuzluk ve sıkıntı hissetmeden ORUC tutmak için bu yola tevessül edeceklerini düşünmek son derece anlamsızdır. Çünkü aklı olan herkes gâyet iyi bilir ki içeriği boşaltılmış ve anlamı yozlaştırılmış ve göstermelik hale getirilmiş bir ibâdetin hiçbir faydası olmadığı gibi, böyle yapan kişi sonuçta sâdece kendi kendisini kandırmış olacaktır. Esâsen dinimiz hasta olan veyâ tedâvi sürecinde olan kişilerin ORUC tutmamasına ruhsat vermektedir. Bu bakımdan ilâç kullanmak veyâ iğne yaptırmak durumunda olan kimseler, hem iyi bir tedâvi görüp sağlığına kavuşmak, hem de ibâdetlerini ileride huzûr-ı kalb ile ve içe sinerek yapabilmek gâyesiyle tedâvileri tamamlanıncaya kadar ORUC tutmayabilirler. Bu tamamıyla kendilerinin karar vereceği bir konudur. Bununla birlikte bu kimseler, Ramazan Ayında herkesle birilikte ORUCa devâm etmeyi arzu ediyor ve bu ibâdet ayının mânevî havasından kopmak istemiyorlarsa, ORUC için başka bir engelleri de yoksa, ikinci grup fâkihlere ait olan ve ağırlıklı bulunan fetvâyı esas alabilir, ORUClu oldukları halde tedâvi ve aşı amaçlı iğneleri yaptırabilirler.
Cevapla

“►Sünnet-i Seniyye◄” sayfasına dön