İmam Gazali Hazretleri

İmam-ı Gazalî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

ON ALTINCI BÖLÜM



PEYGAMBERLERİN BÜTÜN GÜNAHLARDAN KORUNMASI

Kadî İyâz (rah), eş-Şifâ adlı eserinde bu konuda şöyle demiştir:

"Bil ki, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) küçük günah işlemesinin caiz olduğunu söyleyen bazı fakih, mu-haddis ve kelâmcılar, bu görüşlerine, Kur'an ve sünnetten birçok delili zahirine göre yorumlayarak delil göstermişlerdir. Eğer onlar, bu tür delillerin zahirî mânasına yapışacak olurlarsa, bu onları, peygamberlerin büyük günah işlemesinin caiz olduğunu söylemeye, ümmetin icmasının aksine görüş bildirmeye ve hiçbir müslüma-nın söylemediği şeyleri ileri sürmeye de götürür. Bu olacak iş mi?

Bu kimselerin, müfessirlerin mânasında ihtilaf ettiği ve hükmü itibariyle birçok mânaya gelme ihtimali olan âyetlerden çıkarttıkları sonuçlar ve ileri sürdükleri bütün şeyler, önceki selefin tuttuğu yola ve görüşe ters şeylerdir.

Bu iddiada olanların görüşü icma olmayınca, onların delillerinin ihtilaflı olduğu açıktır. Diğer deliller onların sözünün hatalı olduğunu, doğrunun bunun dışında bulunduğunu, onların görüşünün terkedilip doğru görüşe dönmenin vacip olduğunu ortaya koymaktadır.

Allahu Teâlâ, en iyisini bilir.

Hz. PEYGAMBER'E (s.a.v) KARŞI VAZİFELERİMİZ

İnsanlığın son peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.v) karşı bir insanın ilk vazifesi, onun getirdiği ve söylediği bütün şeyleri tasdik etmektir. Kalbinin yaptığı bu tasdike dili de katılıp onun bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olduğunu söylemelidir.

Sonra, bu insana düşen onun emrettiği ve yasakladığı bütün hususlarda kendisine uymaktır. Aynı şekilde, onu sevmek, ona karşı samimi olmak, onu yüceltmek, ona iyi davranmak ve kendisine salât etmek (Allah'tan rahmet istemek) de her insana vaciptir. Bunlar, onun getirip tebliğ ettiği İslâm dininin emrettiği vazifelerdir.

Bil ki, ümmet, Hz. Peygamberin (s.a.v) şeytandan korunduğu ve ona karşı himaye edildiği konusunda görüş birliği içindedir. Şeytan ona zahirinden ulaşıp hiçbir eziyet veremediği gibi batınına (iç âlemine) ulaşıp herhangi bir vesvese de veremez.

Resûlullah Efendimiz (s.a.v) aynı şekilde Allahu Te-âlâ'yı ve sıfatlarını bilmemekten yahut bütün bu konularda ilme ters bir halde olmaktan korunmuştur. Bu korunmanın peygamberlikten sonra mevcut olduğu aklen ve ümmetin icmasıyla sabittir; peygamberlikten önce olduğu ise haber ve nakil yoluyla sabittir.

Hz. Peygamber (s.a.v), dine ait bir hükme ve yüce rabbinden naklettiği vahye ters düşecek bütün hallerden, korunmuştur. Bu, aklen ve dinen kesin olarak sabit olan bir durumdur.

Resûl-i Ekrem (s.a.v), yalan söylemekten ve verdiği söze ters hareket etmekten de korunmuştur. O, Allah tarafından peygamber olarak gönderildiği günden beri, kasıtlı veya kasıtsız böyle bir şey yapmamıştır. Onun yalan söylemesi aklen ve icma ile imkansızdır; çünkü bu, mucizeye (Allah tarafından özel olarak desteklenip insanlığa örnek numune yapılmasına) terstir. Onun peygamber gönderilmeden önce de hiç yalan söylemediği kesin olarak bilinmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.v), bütün ümmetin icmasıyla büyük günah işlemekten uzak kalmıştır. Hayat-ı saadetleri iyi incelendiğinde görülecektir ki o, küçük günahlara ve sevimsiz işlere de bulaşmamıştır. Hatta onun şerefli gönlü, mubah olan şeylere de ancak onun mubah olduğunu göstermek ve onunla yüce rabbinin taatine bir destek bulmak için yönelmiştir.

Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v) hoşnutluk, kızgınlık, ciddiyet, şaka, sıhhat ve hastalık gibi bütün hallerinde kusur işlemekten muhafaza edilmiştir. Onun, yüce Allah'tan verdiği haberlerde ve tebliğ ettiği sözlerde yanılması, unutması, gaflete düşmesi ve hata etmesi de ümmetin icmasıyla imkânsızdır. Çünkü böyle bir hal, onun mucize sahibi olmasıyla çelişir. Tebliği ilgilendiren fiillerinde yanılmasının caiz olması ise, o halde bırakıl-mayıp hemen uyarılması şartıyla olabilir. Bunun hikmeti ve faydası, böyle bir durumda hükmün ne olduğunu göstermek ve koyduğu hükümde ümmetin kendisine uymasını temin etmektir.

Âlimler, Hz. Peygamberin (s.a.v) dinle ilgili işleriyle, tebliği ilgilendiren sözlerinde yanılmasını birbirinden ayrı tutmuşlardır. Onun sözlerinde bir yanılma olmayacağını, bunun mucizeye ters düşeceğini söylemişlerdir. Fiillerindeki yanılmaya gelince bu, mucizeye ters olmadığı gibi onun peygamberliğini de zedelemez; aksine böyle bir durumda bir ilim beyan etmesine ve bir hüküm ortaya koymasına sebep olur. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Ben ancak, bu konuda da bana uyulsun ve nasıl davranılacağı bilinsin diye bazan unutturulurum.*3

Bu durum, noksanlık ve kusurdan uzak bir haldir; aksine o, tebliğde daha fazla etkili olmakta ve bu sayede din nimeti tamamlanmış olmaktadır.

Hz. Peygamberin (s.a.v), dini tebliğe ve dinin hükümlerini açıklamaya girmeyen, kendisine has dinî işlerine ve kalbî zikirlerine gelince, sûfîlerden bir grup ve kalp ilimlerine sahip kimseler, bütün bu işlerde Resûlul-lah'ın (s.a.v) yanılmasının, unutmasının, gaflete düşmesinin ve kusur etmesinin imkânsız olduğunu söylemişlerdir.

Ümmetin âlimlerinden pek çoğu, onun dini tebliğ ve hükümleri tatbik görevi dışındaki işlerde yanılmasını caiz görmüşlerdir. Bu işler, ümmetin yöneltilmesi, halkın mallarının paylaştırılması, aile işlerinin düzenlenmesi ve düşmanlara karşı tutumlarla ilgilidir. Fakat bu tür işlerdeki yanılması da sık ve devamlı değildir; belki çok az meydana gelmiştir. Bunda da onu şerefli mertebesinden düşürecek ve mucizesine ters düşecek bir durum yoktur.

Bil ki, Hz. Peygamberin (s.a.v) bir insan olduğunu göstermek için, saadetli vücudunun dışına, hastalığın, acı ve elemlerin gelmesi caizdir; fakat bu şeyler asla onun iç âlemine ve kalb-i şeriflerine ulaşmaz. Çünkü onun kalb-i şerifi sürekli Yüce Rabbini müşahede etmekte ve O'nunla üns (özel muhabbet) halindedir.

Şunu da bil ki, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) hakkında söylediğimiz bu şeyler, bütün peygamberler ve melekler için de geçerlidir; onlar da büyük ve küçük günah işlemekten korunmuşlardır.

Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

Hz. PEYGAMBER'E (s.a.v) AİT AMEL VE DURUMLAR

Hz. Peygamber'e (s.a.v) farz olan işler:

Bazı ameller vardır ki, onlar Hz. Peygamber'e (s.a.v) vaciptir.54 Bunlar teheccüd, vitir ve kuşluk namazları, kurban kesmek, gerektiği zaman ashabıyla istişare etmek, hanımlarını istedikleri takdirde kendisiyle kalma veya kalmama konusunda serbest bırakmak, misvak kullanmak,

53 Malik, el-Muvatta, "Sehv", 2.

54 Buradaki vacip, farz mânasındadır.

sayı olarak çok da olsalar düşmanlara karşı sabretmek ve gördüğü bir kötü işi değiştirip düzeltmektir.



Hz. Peygamber'e (s.a.v) haram olan işler:

Bazı işler vardır ki, diğer insanlara helâl olmakla birlikte Hz. Peygamber'e (s.a.v) haramdır. Bunlar şiirle uğraşmak, sadaka ve zekat almak, dünya nimetlerine sahip kimselere göz dikip imrenmek, harpte hile yapmak, istemeyen kadını zorla nikâhında tutmak, kendisine razı ve rağbet eden kadını boşamak; pırasa, sarımsak ve soğan yemek, yaslanarak yemek yemek; bu konu ihtilaflıdır. Sahih olan görüş bunun haram değil, mekruh olmasıdır.

Hz. Peygamber'e (s.a.v) yasak olan diğer işler şunlardır: Ehl-i kitabın hür kadınları ile evlenmek, müslü-man câriye ile nikahlanmak. Borçlu kimsenin cenaze namazını kılmak; bu konu da ihtilaflıdır. Sahih olan görüşe göre, Resûlullah Efendimiz (s.a.v) ölen bir müslü-manın borcunu üstlendikten sonra, namazını kılmıştır.

Kendileriyle harp edilmesi gereken kimselerle harp etmeden onlardan elini çekmek de Hz. Peygamber'e (s.a.v) yasaktır.



Hz. Peygamber'e (s.a.v) mubah (serbest) olan işler:

Şu işler Hz. Peygamber (s.a.v) için mubah kılınmıştır:

Onun kendisi ve ailesi hakkında hüküm vermesi. Kendisi ve ailesi hakkında şahitlikte bulunması ve şahitliğinin kabul edilmesi.

Ganimetlerin beşte birinin kendisine ait olması ve ganimetlerin helâl olması.

İstediği kadınlarla mihirsiz nikânlanması. Hibe lafzı ile nikâhının geçerli olması.

Muhtaç kimselerin yiyeceğini alıp darda kalmışlara vermesi.

İstediği zaman ölüleri diriltmesi. Devamlı ilmi ile hüküm vermesi.

Sahih olan görüşe göre, uykuyla ve mahremine dokunmakla abdestinin bozulmaması.

Onun malına vâris olunmaz.

Onun kadının velisi ve şahitler olmadan evlenmesi geçerlidir.

Sahih olan görüşe göre onun dörtten, hatta dokuzdan fazla evlenme hakkı vardır.

O, ihramda iken bir kadın ile nikâhlanabilir. Onun kendi adına ve istediği kimseler adına nikâh kıyması sahihtir.

Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

Hz. Peygamber'e (s.a.v) has olan faziletler:

Resûlullah'ın (s.a.v) vefatından sonra geride kalan hanımları ile bir kimsenin evlenmesi kesin olarak haramdır. Sahih olan görüşe göre, Hz. Peygamberin (s.a.v) kendisiyle beraber olup boşadığı hanımları ile evlenmek de haramdır; çünkü onların hepsi, müminlerin anneleridir.

Hz. Peygamber'in (s.a.v) getirdiği din, önceki dinlerin amelî hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. İslâmiyet, kıyamete kadar devam edecektir.

Onun mucize kitabı Kur'ân-ı Kerîm, değişme ve bozulmadan korunmuş olarak kıyamete kadar devam edecektir. O, Allahu Teâlâ'nın kulları üzerinde onları sorumlu tuttuğu bir delilidir.

Yeryüzü onun zâtı ve ümmeti için her yerinde namaz kılınabilecek bir mescid yapılmış, yeryüzünün toprağı teyemmüm ve taharet için temiz kılınmıştır.

Hz. Peygamber'e (s.a.v) beş türlü şefaat etme yetkisi verilmiş55 ve özellikle bütün insanlık için kullanacağı en büyük şefaat yetkisi (şefaat-i uzmâ) kendisine tahsis edilmiştir.

Cennetin kapısını ilk olarak açıp girecek olan Hz. Peygamber'dir (s.a.v).

Onun ümmeti, ümmetlerin en hayırlısı olup sapık fikir ve yol üzerinde birleşmezler.

55 Âlimlerimiz şefaati beş kısma ayırmışlardır: 1-Şefaat-i uzma. Bu, bütün halkın mahşerin dehşetinden kurtulması için yapılacak şefaattir. 2- Müminlerden bir grubun hesapsız cennete girmesi için yapılacak şefaat. Bunların ikisi sadece Hz. Peygamber'e (s.a.v) aittir. 3- Bazı cennetlik kimselerin derecelerinin yükselmesi için yapılan şefaat. 4- Azabı hak etmiş bazı kimselerin affedilip azaptan kurtulması için yapılan şefaat. 5- Cehenneme giren günahkâr müminlerin, hak ettikleri azabı tam olarak çekmeden ateşten çıkarılması için yapılan şefaat (Mütercim).

Mahşerde ilk şefaat edecek ve şefaati kabul edilecek odur.

Kabrinden ilk kalkacak odur.

Kıyamet günü onun ümmetinin yarısı melekler gibi manevî güzellikler içinde olacaktır.

Hz. Peygamber'in (s.a.v) saadetli vücudundan atılan her şey temizdir. Onun kanı, tükürüğü, teri ile bereketlenilir, şifa bulunur.

Hz. Peygamber'e (s.a.v) ait bir özellik de o, ön tarafından gördüğü gibi arka tarafından da görür.

Onu evinin arkasından yüksek sesle çağırmak helâl değildir.

Onun oturarak kıldığı nafile namazlarının sevabı, ayakta durarak kıldığı nafile namazın sevabı gibidir.

Ona, uzaktan ismi ile çağırmak caiz değildir.

Kendisine az kelime ile çok mâna ifade etme gücü verilmiştir. Buna "cevâmiu'i-kelim" denir.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

Hz. PEYGAMBER'E (s.a.v) HÜRMETSİZLİĞİN HÜKMÜ

Bil ki, Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber'e (s.a.v) eziyet etmeyi haram kılmış ve ona eziyet edene lanet etmiştir.56

Bütün ümmet, açıkça veya dolaylı olarak Hz. Peygamber'in (s.a.v) şerefini düşürecek şeyler söyleyen ve

56 Bk. et-Tevbe 9/61; el-Ahzâb 33/53, 57.

kendisini kötüleyen bir müslümanın öldürüleceği konusunda görüş birliği içindedir.

Bil ki, kim onun hakkında kötü şeyler söyler, kendisini ayıplar, onun yaratılışında, ahlâkında yahut sıfatlarında bir noksanlık ve kusur olduğunu ileri sürerse yahut bu yolla onun hakkında şüpheler yayar, onu hafife alır ve dili ile küçük düşürürse, bu kimse Hz. Peygamber'e (s.a.v) hakaret etmiş, hakkında kötü konuşmuş biridir. Böyle bir kimse öldürülür.

Bir insan olarak başına gelmesi caiz olan hastalık, sıkıntı ve imtihanları yanlış değerlendirerek, onları Hz. Peygamber (s.a.v) için bir kusur, noksanlık ve ayıp olarak sunan kimseler de bu hükümdedir. Bütün bunlar, sahâbe-i kiramdan günümüze kadar gelen âlimlerin üzerinde ittifak ettikleri hükümlerdir.

İbnu'l-Münzir (rah) demiştir ki: "Bütün ilim ehli, Hz. Peygvvamber'e (s.a.v) küfreden ve hakkında kötü konuşan kimselerin öldürüleceği hakkında görüş birliği içindedir, imam Malik, Leys, Ahmed, İshak ve Şafii'nin görüşü budur. Ebû Bekir es-Sıddık'ın (r.a) görüşü de bu yöndedir. Onlara göre, bu kimsenin tövbesi kabul edilmez. Ebu Hanife ve ashabı, Süfyân es-Sevrî, Küfe âlimleri ve Evzâî Hz. Peygamber'e (s.a.v) küfreden bir müs-lüman hakkında aynı görüştedirler, fakat onlar bunun dinden çıkmak (riddet) olduğunu söylemişlerdir."

Allahu Teâlâ en iyisini bilir.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

ON YEDİNCİ BÖLÜM

KALBE GELEN DÜŞÜNCE ÇEŞİTLERİ

Kalbe gelen düşüncelerin bir kısmı şeytandandır. Onları tanımak ve zararını kalpten uzaklaştırmak için önce Allahu Teâlâ'ya sığınmalı, sonra şu üç yolla onu defetmeye çalışmalıdır.

1-Şeytanın tuzak, hile ve oyunlarını tanımalıdır.

2-Şeytandan gelen vesvese ve çağrıyı basite alıp kalbi ona bağlamamalıdır.

3-Kalp ve dil ile Allahu Teâlâ'yı zikretmeye devam etmelidir. Hiç şüphesiz yüce Allah'ı zikir, insanı şeytana karşı kuvvetlendirip koruyacak en güzel gıdadır.

Şeytanın hile ve tuzaklarını tanımaya gelince, kalbe gelen düşünceleri ve çeşitlerini iyi tanıdığında hangisinin şeytana ait olduğunu farkedebilirsin.

Kalbe Gelen Düşünce Çeşitleri

Bil ki, havâtır dediğimiz düşünceler, kulun kalbinde meydana gelen birtakım etkilerdir. Bunlar, kalpte birtakım işleri yapmaya veya terketmeye sebep olur. Bütün bu düşüncelerin kalpte oluşması Allahu Teâlâ'dandır; çünkü her şeyin yaratıcısı O'dur. Bu düşünceler temelde dört kısımdır:

1- Bazı düşünceler vardır ki, başlangıcı itibariyle onları kalpte Allahu Teâlâ var eder; buna sadece "hatır (düşünce)" denir.

2- Bazı düşünceler, insanın tabiatına uygun olarak kalpte oluşur. Buna nefisten gelen düşünce (hevâ) denir.

3- Bazı düşünceler şeytanın çağrısından sonra meydana gelir, ona nisbet edilir, buna "vesvese" denir.

4- Bazı düşünceler doğrudan yüce Allah tarafından kalpte yaratılır, buna "ilham" denir.

Başlangıcı itibariyle Allahu Teâlâ'dan gelen düşünceler bazan hayır, ilâhî bir ikram ve kulu sorumlu eden bir delil olur. Bu düşünce, bazan kul için imtihan maksa-adıyla şer olarak da gelebilir.

Yüce Allah tarafından gelen ilham ise ancak hayırdır, çünkü o, kulu hayra ve doğruya sevk için gönderilmiştir.

Şeytan tarafından kalbe atılan düşünceye gelince; o, ancak aldatma yoluyla kötülük getirir. Çoğu zaman bu düşünce bir tuzak ve istidrâc olarak hayır şeklinde gelir.

Nefsin hevâsı (kötü arzuları) tarafından kalbe gelen düşünce, ancak kötülüktür. Bunun içinde bazan hayırlı olan düşünce de mevcuttur; fakat bu hayır, gelen düşüncenin kendisinden değil, kulu daha hayırlı bir işten alıkoymaya yönelik bir hayırdır.

İşte bunlar, kalbe gelen düşünce çeşitleridir. Sonra senin, şu üç konuyu bilmeye ihtiyacın vardır:

Birinci konu: Allah hepsinden razı olsun, âlimler demişlerdir ki:

"Kalbe gelen düşünceleri tanımak ve iyisini kötüsünden seçmek istersen; onları şu üç ölçüye vur ki, düşüncenin hangi türden olduğunu anlayasın:

1-Kalbine gelen düşünceyi, dinin ölçü ve hükümlerine arzet; eğer din onun hayırlı olduğunu söylerse, o hayırlıdır; tersini söylerse o kötüdür. Gelen düşünce ruhsat veya şüpheli şeylere giriyorsa, o da kötüdür.

Eğer bu ölçüyle düşünceyi tam tanıyamadıysaan, onu salihlerin gidişatına arzet; şayet gelen düşünce onların güzel hallerine uyuyorsa o, hayırlıdır, yoksa kötüdür.

Eğer bu ölçü ile de düşüncenin iç yüzü anlaşılmadı ise, onu nefsine ve arzularına arzet; şayet nefis ona tabii meyli ile meylediyorsa, o kötüdür; ancak nefis ona yüce Allah'ın rahmetini ümit ederek meylediyorsa, bu düşünce hayırlıdır.

İkinci konu: Kalbe gelen düşüncenin ilk olarak şeytandan mı, nefisten mi yoksa yüce Allah'tan mı geldiğini bilmek istersen; onu şu yönleriyle değerlendir:

1 - Eğer düşünce ısrarlı bir şekilde aynı hal üzere geliyor ve kalpte sabit duruyorsa, o Allahu Teâlâ'dan veya nefistendir. Şayet gelen düşünce kötü, kararsız ve tereddütlü ise, o şeytandandır.

2- Kalbindeki düşünce, yeni yaptığın bir günahın peşinden oluşmuşsa, o, Allahu Teâlâ'dan olup senin için önceki günahının bir cezasıdır. Eğer kötü düşünce bir günahın peşinden gelmeyip senden kaynaklanıyorsa, o, şeytandandır.

3- Şayet kalbe gelen kötü düşünce zayıflamıyor, Allahu Teâlâ'nın zikri ile azalmıyor ve sürekli duruyorsa, o nefsin hevasından (kötü arzusundan) ileri gelmektedir. Eğer kötü düşünce, yüce Allah'ın zikri ile azalıyorsa, o şeytandandır.

Üçüncü konu: Hayırlı bir düşüncenin Allahu Teâlâ'dan mı yoksa melekten mi geldiğini bilmek istersen, bu konuda şu üç duruma bak:

1- Gelen hayır düşünce, kesin bir hal üzere geliyorsa, o Allahu Teâlâ'dandır; eğer hayır düşünce sabit olmayıp kalpte gidip geliyorsa, o melektendir.

2-Kalbe gelen hayır düşünce, senin bir gayretin sonucu ve yaptığın taatin peşinden oluşmuşsa, o Allahu Teâlâ'dandır; değilse melektendir.

3-Kalbe gelen hayır düşünce, temel inanç esasları ve kalbin bâtınî amelleriyle ilgiliyse, o Allahu Teâlâ'dandır; eğer temel esasların dışındaki meseleler ve zahirdeki amellerle ilgiliyse, o çoğunlukla melektendir. Çünkü ekseri âlimlerin görüşüne göre melek, kulun iç âlemini bilmeye imkân bulamaz.

Bazan şeytan tarafından kalbe hayır düşünce atılır; bu, kulu o hayrın üzerinde yavaş yavaş kötülüğe yaklaştırmak için olur. Bu durumda bak; kalbine gelen iş konusunda nefsini nasıl buluyorsun.

Eğer nefsinde ilâhî haşyet olmadan işe karşı bir heves varsa, nefsin hiç düşünmeden işte acele ediyorsa, korku halinden uzak bir halde emniyet içinde ise, işin sonunu görmeden basîretsiz bir şekilde içine dalıyorsa, bil ki o düşünce şeytandandır; ondan sakın. Eğer nefsini bu saydıklarımızın aksi bir halde buluyorsan, bil ki o düşünce, Allahu Teâlâ'dan veya melektendir.

Bu konuda derim ki: Aşırı arzu, insanda sevdiği işe karşı bir heyecan ve hareket meydana getirir; insan iyice incelemeden ve bir sevap düşünmeden o işe dalar.

Teennî (yavaş ve ihtiyatlı hareket) etmeye gelince; bu, övülmüş bir haldir; ancak bazı durumlarda iyi değildir.

Korkuya gelince; bu, ya ameli tamamlamada, ya onu hakkı ile yerine getirmede veya Allahu Teâlâ'nın onu kabul etmesinde olur.

İşin sonunu görmeye gelince; bu, kalbe gelen düşünceyi iyice araştırıp onun kesin bir şekilde doğru ve hayır olduğunu tesbit etmektir.

Bir işin, âhirette sevap kazanmak ve ilâhî rahmete ulaşmak için yapılması da ihtimal dahilindedir.

Senin detaylarını da bilmen gereken bu üç konu, gizli ilimlerden ve bu işin iç yüzünü ortaya koyan kıymetli sırlardandır.

Muvaffakiyet (hayırda başarıya ulaşmak) ancak yüce Allah'ın yardımı ile mümkündür.

Kulunu hidayete ulaştıran O'dur.

Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

DİLİN ÂFETLERİ

Dilin âfetleri özetle yirmi tane olup şunlardır:

Mâlâyâni (kendisini ilgilendirmeyen söz), fazla konuşma, bâtıl ve boş konulara dalma, tartışma ve mücadele, birbiriyle çekişme, konuşmada yapmacık sözlerle edebiyat yapma, çirkin söz, küfür ve kötü konuşma, lanet okuma, faydasız şiir, boş şaka, alay etme, eğlenme, başkasının gizli hallerini yayma, yalandan söz verme, yalan konuşma, yalan yere yemin etme, gıybet, nemî-me (laf getirip götürme), iki tarafa farklı konuşma, yağcılıkla övme, söylenen sözü anlamada hata edip meramı yanlış nakletme, Allahu Teâlâ'nın sıfatları hakkında insanların akıllarının ermeyeceği konularda soru sorma.

Şimdi bunları kısaca açıklayalım:

Mâlâyâni (kendisini ilgilendirmeyen söz), insanın konuşmadığı zaman herhangi bir günaha girmeyeceği, şimdi ve ileride bir zarar görmeyeceği sözlerdir.

Fazla konuşma, ihtiyaç dışı fazla konuşmalardır.

Bâtıl ve boş konulara dalma, günah olan konulardaki konuşmalardır; cima hallerini, içki âlemlerini, zalimlerin zulümlerini anlatma gibi. Nefsin hevasına (kötü arzularına) uyan bozuk mezheplerin görüşlerini anlatmak da bu kısma girer. Aynı şekilde, sahâbe-i kiram (r.anhüm) arasında cereyan eden olayları, onların derecesini düşürecek bir şekilde anlatmak da bâtıl konuşmaya girer.

Tartışma, bir başkasının sözündeki ve niyetindeki bozuklukları ortaya koyarak ona itiraz etmektir.

Mücadele, mezhep ve görüşlerle alâkalı tartışmaya girip ü görüşleri çürütmeye çalışmaktır.

Çekişme, karşı tarafa eziyet etme kastıyla yüksek sesle münakaşa etmek, sözü uzatmak, bir hacet ve faydası olmadığı halde eziyet verici sözlerle düşmanlığı körüklemektir.

Konuşmada edebiyat yapma, lafı ağzında dolaştırarak yapmacık hareketlerle güzel konuşmaya çalışmaktır.

Çirkin söz, çirkin işleri açıkça anlatmaktır.

Lanet okuma, ya cansız varlıklara ya hayvanlara ya da insana olur. Bütün bunlar yasaklanmıştır; çünkü lanet, Allah'tan uzaklaştırmaktır. Bu da ancak, kulu Allahu Teâlâ'dan uzaklaştıran sıfatlara sahip kimseler için caiz olur.

Laneti gerektiren sıfatlar üç tane olup bunlar; yüce Allah'ı inkâr, dine bid'at (haram uygulama) sokmak ve açıktan günah işlemektir.

Bu üç sıfata sahip kimselere lanet okumak caizdir.

Bu gruplardan birinden olan bir şahsın şahsına lanet okumaya gelince, Firavun, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi, küfür üzere öldükleri bilinenler hariç, diğerlerine lanet okumak yine caiz değildir; çünkü o kimsenin İslâm üzere ölme ihtimali mevcuttur.

Şiire gelince; normal konuşmada olduğu gibi, onun güzeli güzel, kötüsü de kötüdür.

Şakaya ve takılmaya gelince, içinde yalan ve eziyet bulunmayan az bir kısmı hariç, diğer şakalar yasaktır.

Alay etmek, insanları güldürerek bir kimsenin ilim ve ameldeki kusurlarını ortaya koymaktır. Bu, karşı tarafa eziyet verdiğinde haram olur; yoksa olmaz.

Gizli halleri yaymak, bunda halleri anlatılan kimseye bir zarar varsa, haram olur; yoksa, bu işi yapan kimse kınanır.

Yalan yere söz vermek, münafıklık alâmetidir. Eğer söz veren kimse söz verirken içinden onu yerine getirmeyeceğine karar vererek söz verir ve sözüne ters hareket ederse, bu münafıklık alâmetidir. Ama sözünü yerine getirmeye kesin karar verdiği halde, başına gelen bir durumdan dolayı sözünü yerine getirememesi, münafıklık değildir; fakat nifağa benzeyen şeylerden de sakınmak gerekir.

Yalan konuşmak ve yalan yere yemin etmeye gelince bunlar günahların en kötülerindendir; ancak bazı durumlarda yalana izin verilmiştir. Bu konuda şunu bilmek gerekir:

Söz, insanı maksadına götüren bir vesiledir. Güzel bir maksada doğru sözle ulaşıldığı gibi yalan sözle de ulaşılsa, bu durumda yalan söylemek haramdır. Güzel bir sonuca, doğru sözle değil de ancak yalan ile ulaşılabil-se, bu durumda yalan mubah (serbest) olur. Eğer ulaşılmak istenen sonuç, hayırlı ve gerekli ise hüküm budur.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

GIYBET

Gıybete gelince; bu, Kur'an, sünnet ve ümmetin ittifakıyla haramdır; ancak bazı durumlarda helâl olur.

Gıybet, müslüman kardeşindeki bir kusuru arkasından söylemektir. Bu kusurlar, kişinin haberi olduğunda hoş karşılamayacağı kusurlardır. Anlatılan kusurun, onun dini, dünyası, sözü, işi, yaratılışı, huyu, giyim kuşamı, kazancı, nesebi, evi, bineği konusunda olması farketmez, hüküm aynıdır. Kusuru anlatmada söz, fiil, kaş göz hareketi, rumuzlu anlatım, işaret, ima, ta'riz, kinaye türü anlatımın bir farkı yoktur; bir yolla kusur ortaya konuyor ve bunu karşı taraf anlıyorsa, bütün burlar haramdır.

insanı gıybete iten sebeplere gelince, bunu iki gruba ayırırız: Biri avam halkı gıybete sevkeden sebepler, diğeri de dindar ve özellikle âlimleri gıybete sevkeden sebeplerdir.

Halkı gıybete sevkeden sebepler; kızgınlık, düşmanlık ve haset başta gelir. Bunların yanında, oyun, eğlence, insanları küçük düşürme, hafife alma, yapmacık hareketlerde bulunma, kendini övme ve böbürlenme gibi işlerde arkadaşlarına uymak, kendisine nisbet edilen ayıplardan temize çıkmaya çalışmak, büyüklerin ve ileri gelen zâtların yanında kendisini kötülemekten çekindiği kimseleri kötülemek gibi şeyler, halkı gıybete sevk sebeplerdir.

Dindarları ve âlimleri gıybete iten sebepler ise; kötülük edene Allahu Teâlâ için kızmak, birinin fiilinden hoşlanmak, ona şefkat ve merhamet etmek gibi görünüşte güzel olan şeylerdir. Bunlar, insanı gıybete sevkeden en kapalı ve gizli yollardır. Şeytan, bu yolları bilmeyen âlimleri aldatır ve ona Allahu Teâlâ için kızılan kimsenin gıybetini yapmaya ruhsat vardır diye düşündürür.

Ancak bazı özel durumlarda birilerinin kötü durumunu anlatmaya ihtiyaç vardır; bu gıybetin içine girmez.

Meselâ, hâkimin önünde kendisine zulüm yapan kimsenin yaptığı zulümleri ve kötülükleri anlatılır. Yine bir konuda fetva alınırken, lâzım olduğu kadar o konuda kusur işleyenlerin kusurları anlatılır.

Bir kötülüğü ortadan kaldırmak, insanları ondan sakındırmak ve nasihat için, başkasının açıktan yaptığı kötü işler anlatılır.

Bir kimse tanıtılırken, normal ismi ile tanınmıyorsa, meşhur lakabı ile tanıtılabilir. Bu üç konuda dinimiz, zaruret olduğu için gıybete izin vermiştir.

Gıybet hastalığının tedavisi: Bu hastalıktan kurtulmak için şunu bilmen gerekir: Sen müslüman kardeşinin gıybetini yapmakla kendini Allahu Teâlâ'nın gazabına atmaktasın ve iyiliklerini gıybetini yaptığın kimsenin amel defterine naklederek yok etmektesin.

Gıybetten tövbe etmenin temel şartları şunlardır: Gıybetin haram olduğunu bilmek, yaptığı gıybete pişman olmak, gıybet düşüncesini içinden söküp atmak, bir daha yapmamaya kesin karar vermek, yaptığın gıybeti söyleyerek gıybet ettiğin kimseden helâllik almak. Ancak bu mümkün olmazsa, onun için hayır dua etmek.

Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

NEMÎME (LAF TAŞIMA)

Bil ki, nemîme de Kur'an, sünnet ve ümmetin ittifakı ile haramdır.

Nemîme, iki kişinin arasını bozmak için birinden değerine laf taşımaktır. Onu, kendisinden laf taşınan, kendisine laf götürülen ve bir başkasının kötü görüp görmemesi bir şey değiştirmez, yapılan iş haramdır.

Laf taşımanın sebebi, kendisinden laf taşınan kimseye kötülük etmek, laf götürülen kimseye sevilmek ve boş işlere dalmaktır.

Bunun ilâcı, zararından çekinerek ondan dilini tutmaktır.

Laf taşımadan tövbenin temel şartları şunlardır: Ara bozmak için laf taşımanın haram olduğunu bilmek, yaptığına pişman olmak, böyle bir iş düşüncesini içinden söküp atmak, onu bir daha yapmamaya kesin karar vermek.

Ara bozmak için kendisine laf getirilen kimseye altı vazife düşer:

1- Kendisine geleni tasdik etmemeli.

2- Laf getirene bu işi yapmamasının söylemeli.

3- Ona Allahu Teâlâ için kızmalıdır; çünkü bu yaptığı yüce Allah katında kızılacak bir iştir. Allahu Teâlâ'nın kızdığına kızmak farzdır.

4- Ona destek vermemeli, kendisine itibar etmemeli.

5- Kendisinden laf getirilen kimse hakkında hemen bir araştırmaya girmemeli.

6- Ona karşı kötü düşünceye kapılmamalı.

KÖTÜ ZAN

Bil ki, bir müslüman hakkında kötü konuşmak haram olduğu gibi, kötü zanna kapılmak da haramdır.

Kötü zan, bilmediğin bir konuda müslüman kardeşin hakkında kötü diye hüküm vermendir.

iki dilli olmaya gelince, bu, birbirine düşman olan iki kimsenin arasını bozmak için arada laf taşımaktır. Bu kimse, iki taraf arasında laf taşımasa fakat her birinin yanında iken onun yaptığı düşmanlığı güzel bulsa yahut her ikisine yardım etme sözü verse veya her ikisini yaptığı düşmanlıktan dolayı övse ya birini övse de yanından çıkınca onu kötülese, bütün bu durumlarda o kimse iki dilli, iki yüzlü bir insandır. Halbuki bu durumda ona uygun olan; susması ve ya onlardan haklı olan kimseyi huzurunda, arkasında ve düşmanının yanında hayırla anıp övmesidir.

Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

ÖVME

Bir kimseyi yüzüne karşı övme, bazı durumlarda yasaklanmıştır. Övmede altı tehlike vardır; dördü övene kimseye, ikisi de övülen kimseye aittir.

Öven kimseye ait tehlikeler:

1 - Övmede ileri gidip yalana kadar varmak.

2- Bazan övmeye gösteriş girer; çünkü öven kimse, övdüğü kimseye sevgisini açıklar, ama onu söylediği kadar sevmez. Yahut öven kimse, söylediği şeylerin hiçbirine inanmamaktadır; bu durumda iki yüzlü bir riyakâr olur.

3- Bazan öven kimsenin söyledikleri karşı tarafta bulunmaz; bu durumda o, Allah katında temiz olmayan birini temize çıkarmış olur ki bu, bir helak sebebidir.

4- Bazan övülen kimse zalim veya fâsık bir kimse olduğu halde , övüldü zaman bundan hoşlanır; bu ise caiz değildir; çünkü fâsık bir kimse övüldüğü zaman Allahu Teâlâ gazap eder.

Övülen kimseye gelince o, övülme ile iki yönden zarar eder:

1- Övülme insanda kibir ve kendini beğenme meydana getirir, bunlar insanı helak eden şeylerdir.

2- İnsan hayırla övüldüğü zaman sevinir, gevşer, nefsinin mevcut halinden razı olur, âhiret işlerine gayreti azalır. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v) birini öven kimseye,

"Kardeşinin boynunu kırdın (onu helake attın)*7 buyurmuştur.

Eğer övme, bu anlatılan tehlikelerden uzaksa bir sakıncası yoktur, hatta çok defa ona teşvik edilmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v), sahâbe-i kiramı (r.an-hüm) övmüştür. Öyle ki, Hz. Ebû Bekir (r.a) için şöyle buyurmuştur:

"Eğer Ebû Bekir'in imanı diğer bütün insanların imanı ile tartılsaydı, onlardan ağır gelirdi.'*8

Resûlullah Efendimiz (s.a.v) Hz. Ömer için de şöyle buyurmuştur:

"Eğer ben peygamber gönderilmeseydim, ey Ömer sen peygamber gönderilirdin. '59

Bundan daha büyük hangi övgü olur? Fakat Hz. Peygamber (s.a.v) bu övgüyü onların gerçek durumuna uygun olarak ve basiretle hallerini görerek yapmıştır. Onlar, bu övgü ile kibirlenme ve kendini beğenme hallerinden çok yüksek bir makamdadırlar.

57 Buhârî, "Şehâdât", 16; Müslim, "Zühd", 65-66; Ebû Dâvûd, "Edeb", 9; İbn Mâce, "Edeb", 36; Müsned, VI, 41, 46.

58 ibn Adi, el-Kâmil, IV, 201; Sehâvî, el-Makâsıd, nr. 908. Bu lafızlarla Hz. Ömer'e ait bir söz için bk. Beyhakî, Şuabü'l-îmân, nr. 36; Deylemî, Firdevsü'l-Ahbâr, nr. 5188; ibnu Râhûye, Müsned, III, 671-672 (Medine 1410/1990). Aynı konudaki bir hadis için bkz: Müsned, V, 259; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, nr. 7923; Heyse-mî, ez-Zevaîd, IX, 59.

59 Bkz. Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, nr. 12472; Heysemî, ez-Zevâ-id, IX, 68-69. Hadisin meşhur rivayeti şöyledir: "Eğer benden sonra bir peygamber gönderilseydi o, Ömerb. Hattâb olurdu."Bk. Tir-mizî, "Menâkıb", 52; Müsned, IV, 154; Hâkim, Müstedrek, III, 58.

İnsanın, içinde kibir ve övünme bulunduğu zaman, kendini övmesi daha çirkindir; ancak bu durumlar olmadığı zaman, bir sakıncası yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), kendisi için, "Ben âdemoğlunun (bütün insanların) efendisiyim; bunda övünme yoktur^0 buyurmuştur. Yani ben bunu, insanların yaptığı gibi övünmek için söylemiyorum demek istemiştir. Çünkü onun övüncü ancak Allahu Teâlâ ve sevinci O'nun yakınlığı iledir, yoksa insanlardan önde olmasından değildir.

Sözün gerçek mânasını anlamada hata ve gaflete gelince bunlar, "Şu bulut sayesinde yağmura kavuştuk"61, "Üzüm kerm/çok cömerttir"62 gibi söylenmesi yasaklanmış sözleri söylemektir.

Halka, Allahu Teâlâ'nın sıfatlarıyla ilgili, akıllarının almadığı konularda sorular sormaya gelince bu, onlara, Allahu Teâlâ'nın bir kısım sıfatlarını, kelamını yahut bazı harfleri gündeme alıp, "Bunlar sonradan mı var olmuştur, yoksa ezelde mi mevcuttu?" gibi sorular sormaktır. Bütün bunlar, sorulması kınanmış, yasaklanmış sorulardır; çünkü insanların aklı bunu kavrayıp cevaplamaktan âcizdir. İnsanlar hak ile bâtıl birbirine karıştırmasın diye bu tür sorular yasaklanmıştır.

Allahu Teâlâ en iyisini bilir.

60 Tirmizî, "Menakıb", 1; İbn Mâce, "Zühd", 38; Müsned, I, 5, 281; V, 137.

61 Bu sözde, yağmurun asıl sebebini bulut görüp ona inanma tehlikesi vardır; bunun için yasaklanmıştır. Bk. Buhârî, "Ezan", 154; Müslim, "îmân", 32; Ebû Dâvûd, "Tıb", 22; Nesâî, istiska, 16.

62 Bu sözle Araplar, üzümden sıkılarak elde edilen içkiyi içen kimsenin çok cömert olduğunu anlatmak isterlerdi; bunun için yasaklanmıştır. Bk. Müslim, "Elfâz mine'l-edeb", 2; Ebû Dâvûd, "Edeb", 82.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

ON DOKUZUNCU BÖLÜM

MİDEYİ HARAMDAN KORUMAK

Mide, vücudun gıda menbaıdır. Vücut âzalarındaki iyi veya kötü işlerin ilk hareket noktası orasıdır. Bu sebeple mideni haramdan koruman gerekir. Aynı şekilde mideyi şüpheli yiyeceklerden de koruman lâzımdır. Şunu da ilâve edelim: Eğer sende Allahu Teâlâ'ya güzel ibadet etme azmi varsa, yiyeceğin helâlden de olsa fazla yemekten sakınman gerekir.

Haram ve şüpheli yiyeceklere gelince; şu üç sebepten dolayı bu ikisinden uzak kalman lâzımdır:

1- Cehennem ateşinden korunmak için.

2- Gerçekten haram ve şüpheli şeyler yiyen kimse, hak kapısından kovulmuştur. Bu halde o kimse, ibadette muvaffak olamaz; çünkü yüce Allah'ın hizmetine ancak kalbi temiz kimseler uygun olur.

Düşünsene, Allahu Teâlâ cünüp kimsenin evine/mescide, camiye, Kabe'ye girmesini menetmiş; aynı şekilde abdestsiz kimsenin de Kur'an'a dokunmasını yasaklamıştır. Halbuki bu iki hal, mubah durumlardır.

Acaba haram ve şüphe pisliğine dalmış bir kimse, Allah'ın hizmetine ve şerefli zikrine çağrıldığında durumu nasıl olur? Elbette böyle bir kimsenin, ilâhî huzura alınması hiç mümkün olmaz.

3- Haram ve şüpheli şeyler yiyen kimse, rahmetten mahrumdur. O bu durumda bir hayır yapacak olsa, hayrı kabul edilmez; ona ancak zahmet ve yorgunluk kalır.

Haram ve şüpheli şeyin tarifi ve tanınması şöyledir: Kesin olarak başkasının mülkü olduğunu bildiğin bir şeyi, izinsiz ve usule aykırı almak dinde yasaklanmıştır; galip zannına göre başkasına ati olan şeyler de haramdır. Haram mı helâl mi olduğu tam bilinmeyip her iki kısımda olması muhtemel olan şeyler şüphelidir.

Kesin haram olan şeylerden kaçırmak farzdır; şüpheli olan şeylerden sakınmak ise takva ve verâ'dır.

Bunun hükmüne gelince, bizim bu kitapta konu ettiğimiz şeyler temelde iki şeydir: Birincisi, dinin hükmüne ve işin zahirine bakmak. İkincisi ise, vera'ın (takvanın) hükmü ve onun gereğini dikkate almak.

Dinin hükmü, zahiren alınması uygun olan şeylerden Allahu Teâlâ'nın sana verdiği şeyleri alman ve gerisini sormamandır. Ancak aldığın şeyin gasp ve bizzat kendisi haram olduğu ortaya çıkarsa, o zaman alınmaz

Vera'a göre hüküm iyice araştırıp hiçbir şüpheli durumun bulunmadığını kesin anlayıncaya kadar, kimseden bir şey almaman, eğer onda bir şüphe varsa geri ver-mendir.

Eğer, "Vera'a göre yapılan şeyler, dinin hükmüne göre yapılan şeylerden ayrı duruyor; bu nasıl oluyor?" dersen, bil ki, vera' da dinin bir parçasıdır. İkisi temelde birdir; fakat dinde iki türlü hüküm vardır: Biri cevaz (mubah) olan hüküm, diğeri daha faziletli ve ihtiyatlı olan hüküm. Buna göre biz, yapılması caiz ve serbest olan şeylere dinin hükmü, en faziletli ve ihtiyatlı olan şeylere de vera'ın (takvanın) hükmü diyoruz. En doğrusunu Allahu Teâlâ bilir.

Helalin fazlasına gelince, bil ki, mubah olan şeylerde kulların halleri birkaç kısma ayrılır:

1- Bazıları mubah olan yiyecek, giyecek veya eşyaları övünmek, kenarda yığıp biriktirmek ve insanlara gösteriş yapmak için elde eder. Onun bu davranışı, zahirdeki işine göre kınanmayı, kalbindeki niyete göre ise azabı gerektirir; çünkü onun bundan maksadı günahtır. Günaha niyetlenen kimseye azap tehdidi gelmiştir.

2- Bazıları, helâl şeyleri sadece nefsinin arzularını tatmin için yer içer; bu onun ilâhî huzurda durdurulup hesaba çekilmesini gerektirir.

3- Bazıları da helal yiyeceklerden zaruret anında, kendisine Allahu Teâiâ'nın ibadetinde kuvvet ve destek olacak miktarda yer ve bu kadarıyla yetinir. Bu davranış onun iyiliği ve güzel edebidir; ona yediklerinden ve içtiklerinden bir hesap ve kınama yoktur; bilakis bu davranışı ona sevap kazandırır ve hak katında övülmesine sebep olur.

Allahu Teâlâ en iyisini bilir

YİRMİNCİ BÖLÜM

ŞEYTANIN HİLE ve TUZAKLARI

Şeytanın insana ibadetlerde kurduğu hile ve tuzaklar yedi şekilde olur:

Şeytan önce insanı ibadet ve taatten uzaklaştırmak ister.

Allahu Teâlâ kulunu bu tehlikeden korursa, şeytan ikinci hile olarak kula, "sonra yaparım" düşüncesini telkin eder.

Allahu Teâlâ, kulunu bundan da korursa; şeytan ona üçüncü hile olarak ibadeti acele ile yapıp bitirmesini ister.

Allahu Teâlâ kulunu ondan da korursa, şeytan dördüncü olarak ondan, ibadetine gösteriş katarak tamamlatmayı ister.

Allahu Teâlâ kulunu ondan da korursa, şeytan kulun î kalbine yaptığı ibadeti beğenme duygusunu atar.

Şeytan bu konuda da Allahu Teâlâ'nın kula rahmet ve desteğini görürse, onun içini bozmaya çalışır ve ona, "Allahu Teâlâ senin amelini ortaya çıkaracak!" diyerek, onda gösteriş duygusunu yerleştirmek ister. Kul, amelini Allahu Teâlâ'nın bilmesi ile yetinirse, ondan kurtulur. Kul, bunların hiçbirinde şeytana uymaz ve şeytan âciz kalırsa, bu defa kula şu vesveseyi vermeye çalışır:

"Senin bu amele ihtiyacın yok; çünkü eğer sen, Allah'ın takdirinde saîd (cennetlik) olarak yaratılmışsan, ameli terketmen sana bir zarar vermez, nasıl olsa Allah'ın takdiri yerini bulur, sen cennete girersin. Şayet sen ilâhî takdirde şakî (cehennemlik) olarak yaratılmışsan, bu durumda amelin sana bir faydası olmaz; sen ne yapsan sonuçta cehenneme girersin."

Allahu Teâlâ kulunu bu vesveseden korur, kul da, "Ben bir kulum; kula, efendisinin emrini yerine getirmek düşer. Efendi istediğini yapar, dilediği hükmü verir" derse, Allahu Teâlâ'nın yadım ve desteği ile bu tehlikeden de kurtulur; yoksa ameli ve taati terkederek helak olur.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

NEFSİN TEHLİKESİ

İnsanın hak yolunda dördüncü engeli nefsidir. Senin nefsinden sakınman gerekir. Hiç şüphesiz nefis, düşmanların en zararlısıdır. Onu tedavi etmek en zor şeydir; çünkü o, içerdeki bir düşmandır. Hırsız ev halkından biri olunca, ona karşı çare bulmak çok güçtür ve onun zararı çok büyüktür. Bir de şu var ki, nefis sevilen bir düşmandır, insanın, sevdiği kimsenin ayıplarına karşı gözü kördür; nerdeyse onun hiçbir ayıbını görmez, kusurunu farketmez.

Nefsin tehlikesinden kurtulmanın yolu, onu takva ve vera' bağı ile bağlamaktır. Ancak bu yolla ilâhî emirlere uymanın ve günahları terketmenin faydasını görürsün.

Bil ki, nefsi ancak şu üç yolla zelil edip kötü arzularını engelleyebilirsin:

1- Onu aşırı arzularından men ederek,

2- Üzerine ağır ibadet yükleri yükleyerek,

3- Ona karşı Allahu Teâlâ'ya yalvarıp yardım isteyerek. Böyle yapmadan nefsin kötülüğünden kurtulamazsın.

Nefsin kötülüğünden ancak yüce Allah'ın yardımı ve koruması ile kurtulmak mümkündür.

SORUMLU OLDUĞUMUZ KALP AMELLERİ

Bil ki, azalar ile bir işi yapmadan önce, kalpte dört türlü hal vardır:

1-Hatır dediğimiz düşünce safhası. Buna, hadisü'n-nefs yani nefsin fısıltı ve vesvesesi denir.

2-Bunu meyil takip eder, peşinden inanma ve karar gelir, en son işe yönelme olur.

Nefsin kalbe attığı düşünceden insan sorumlu olmaz, çünkü bu düşünce iradeye bağlı değildir. Tabii meyil ve nefsin aşırı arzusu da böyledir, zira onlarda insanın iradesiyle değildir. Bunlar, Hz. Peygamber'in (s.a.v) şu hadisinde bahsettiği düşünce çeşitleridir:

"Allah, ümmetimden nefsinin vesvese yoluyla kalbine attığı düşünceleri affetti. ™

Nefsin fısıltısı, nefiste oluşan ve peşinden o işe herhangi bir azim bulunmayan düşüncedir. İrade ile işe yönelme ve azme gelince, bunlara "hadisü'n-nefs" denmez.

3-Kalbin üçüncü hali, kalbin işe inanıp onu yapması gerektiğine hüküm vermesidir. Bunda kalbe gelen düşüncenin, irade dışı olmasıyla kulun iradesine bağlı olması arasında bir tereddüt mevcuttur. Bu konuda kalbin halleri değişiktir. Kalbin kararı kulun iradesiyle olmuşsa kul ondan sorumludur, iradesi dışında oluşmuşsa sorumlu değildir.

4-Dördüncü durum, kalbin işe yönelme halidir. Kul bundan sorumludur, ancak kul yöneldiği işi yapmazsa duruma bakılır. Şayet kul, yöneldiği kötü bir işi Allahu Teâlâ'dan korkarak ve ona yönelmesine pişman olarak terkederse, kendisi için bir sevap yazılır. Şayet iş, bir engel çıktığı için yapılamaz yahut kul onu Allahu Teâlâ'dan korkmanın dışında bir sebeple terkederse, kendisine bir günah yazılır. Çünkü bu yönelme, kalbin iradeyle yapılan bir amelidir. Bu konudaki kesin delil şu hadistir. Hz. Resûlullah Efendimiz'den (s.a.v) rivayet edildiğine göre, o şöyle buyurmuştur:

"İki müslüman kılıçlarını çekip birbiri ile vuruşmaya girdiklerinde, öldüren de ölen de ateştedir."

63 Buhârî, "Eyman", 15; Müslim, "îmân", 58; Ebû Dâvûd, Talak, 15; İbn Mâce, "Talâk", 14; Ahmed, Müsned, II, 393.

Bunu işitenler, "Yâ Resûlallah! Öldürenin durumu belli, peki ölen niçin ateşe giriyor?" diye sordular. Efendimiz (s.a.v),

"Çünkü o da karşısındaki kimseyi öldürmek istiyordu!"buyurdu.64

Bu hadis, öldürülen kimse mazlum olarak öldürülmekle birlikte, onun da karşısındakini sadece öldürme niyetinden dolayı ateşe girdiğini gösteren kesin bir delildir. Artık kulun, kalbinin iradesiyle bir işe niyet edip yöneldiğinde ondan sorumlu olmaması nasıl düşünülür.

Hiç şüphesiz bu durumda kul sorumludur; ancak niyetlendiği kötü işi temizleyecek iyi bir iş yapar yahut onu yapma niyet ve azmini terkederse, bu onun için bir iyilik olur ve amel defterine bir sevap yazılır. Ama, kulun o işi yapma isteği başka engellerle ortadan kalkarsa, bundan dolayı bir sevap yazılmaz.

64 Buhârî, "îmân", 21; Müslim, "Fiten", 4; Ebû Dâvûd, "Fiten", 5; ibn Mâce, "Fiten", 14; Ahmed, Müsned, IV, 401; Beyhakî, Sünenü'l-Kübra, VIII, 190.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

SORUMLU OLDUĞUMUZ KALP AMELLERİ

Bil ki, azalar ile bir işi yapmadan önce, kalpte dört türlü hal vardır:

1-Hatır dediğimiz düşünce safhası. Buna, hadisü'n-nefs yani nefsin fısıltı ve vesvesesi denir.

2-Bunu meyil takip eder, peşinden inanma ve karar gelir, en son işe yönelme olur.

Nefsin kalbe attığı düşünceden insan sorumlu olmaz, çünkü bu düşünce iradeye bağlı değildir. Tabii meyil ve nefsin aşırı arzusu da böyledir, zira onlarda insanın iradesiyle değildir. Bunlar, Hz. Peygamber'in (s.a.v) şu hadisinde bahsettiği düşünce çeşitleridir:

"Allah, ümmetimden nefsinin vesvese yoluyla kalbine attığı düşünceleri affetti. ™

Nefsin fısıltısı, nefiste oluşan ve peşinden o işe herhangi bir azim bulunmayan düşüncedir. İrade ile işe yönelme ve azme gelince, bunlara "hadisü'n-nefs" denmez.

3-Kalbin üçüncü hali, kalbin işe inanıp onu yapması gerektiğine hüküm vermesidir. Bunda kalbe gelen düşüncenin, irade dışı olmasıyla kulun iradesine bağlı olması arasında bir tereddüt mevcuttur. Bu konuda kalbin halleri değişiktir. Kalbin kararı kulun iradesiyle olmuşsa kul ondan sorumludur, iradesi dışında oluşmuşsa sorumlu değildir.

4-Dördüncü durum, kalbin işe yönelme halidir. Kul bundan sorumludur, ancak kul yöneldiği işi yapmazsa duruma bakılır. Şayet kul, yöneldiği kötü bir işi Allahu Teâlâ'dan korkarak ve ona yönelmesine pişman olarak terkederse, kendisi için bir sevap yazılır. Şayet iş, bir engel çıktığı için yapılamaz yahut kul onu Allahu Teâlâ'dan korkmanın dışında bir sebeple terkederse, kendisine bir günah yazılır. Çünkü bu yönelme, kalbin iradeyle yapılan bir amelidir. Bu konudaki kesin delil şu hadistir. Hz. Resûlullah Efendimiz'den (s.a.v) rivayet edildiğine göre, o şöyle buyurmuştur:

"İki müslüman kılıçlarını çekip birbiri ile vuruşmaya girdiklerinde, öldüren de ölen de ateştedir."

63 Buhârî, "Eyman", 15; Müslim, "îmân", 58; Ebû Dâvûd, Talak, 15; İbn Mâce, "Talâk", 14; Ahmed, Müsned, II, 393.

Bunu işitenler, "Yâ Resûlallah! Öldürenin durumu belli, peki ölen niçin ateşe giriyor?" diye sordular. Efendimiz (s.a.v),

"Çünkü o da karşısındaki kimseyi öldürmek istiyordu!"buyurdu.64

Bu hadis, öldürülen kimse mazlum olarak öldürülmekle birlikte, onun da karşısındakini sadece öldürme niyetinden dolayı ateşe girdiğini gösteren kesin bir delildir. Artık kulun, kalbinin iradesiyle bir işe niyet edip yöneldiğinde ondan sorumlu olmaması nasıl düşünülür.

Hiç şüphesiz bu durumda kul sorumludur; ancak niyetlendiği kötü işi temizleyecek iyi bir iş yapar yahut onu yapma niyet ve azmini terkederse, bu onun için bir iyilik olur ve amel defterine bir sevap yazılır. Ama, kulun o işi yapma isteği başka engellerle ortadan kalkarsa, bundan dolayı bir sevap yazılmaz.

64 Buhârî, "îmân", 21; Müslim, "Fiten", 4; Ebû Dâvûd, "Fiten", 5; ibn Mâce, "Fiten", 14; Ahmed, Müsned, IV, 401; Beyhakî, Sünenü'l-Kübra, VIII, 190.

YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM

YÜCE ALLAH'A KARŞI GÖREVLERİMİZ

Yüce Allah'a karşı korumamız gereken haklar iki çeşittir:

1-Farzları yapmak. 2-Haramları terketmek.

Bütün farzları yapmak bir takva olduğu gibi, her türlü haramı terketmek de bir takvadır. Kim farzları yapar ve haramlardan kaçınırsa, dünya ve âhiretin kötülüğünden nefsini kurtarmış, ayrıca takva ile elde edilecek cennet nimetlerini ve yüce Allah'ın rızasını kazanmış olur.

Bil ki, Allahu Teâlâ'ya ancak taat ile yaklaşılır. Allah'ın taatı; farz ve teşvik edilen amelleri yapmak, haram ve mekruh işleri terketmektir.

Allahu Teâlâ'nın öncelik verdiği farzlara öncelik vermek ve onlardan sonra mendup (teşvik edilen) diğer amelleri yapmak, kulun takvasının bir gereğidir. Aynı şekilde, öncelikle yüce Allah'ın haram kıldığı şeyleri terketmek ve sonra mekruhlardan sakınmak da kulun takvâsındandır.

Kendilerinin yüce Allah'a yakın olduğunu düşünen fakat aslında O'ndan uzak olan bazı cahiller ise bunun tersini yaparlar. Onlardan biri, bir mendubu korumakla uğraşır, ancak öbür yandan farzları terkeder. Yine, bu cahillerden biri bir mekruhtan sakınmaya özen gösterir, fakat öbür yandan haramları işler. Çok insan vardır ki, şekil olarak ibadet ve taat içindedir; ancak kalbi gösteriş, aldatma, haset, kibir, amelini beğenme, yaptığı taat-lerle yüce Allah'a karşı nazlanma ve bir şey yaptım havasıyla doludur.



TAKVANIN KISIMLARI

Takva iki kısımdır:

1- Kalplerle ilgilidir. Bu da iki kısma ayrılır:

a- Kalbin yapması farz olan işlerdir. İman ve amelde ihlâslı olmak gibi...

b- Kalbe haram olan işlerdir; gösteriş ve putları yüceltmek gibi...

2- Zahirdeki azalarla ilgilidir. Gözün bakması, elin tutması, ayağın yürümesi ve dilin konuşması gibi...

Şunu bil ki, takva gerçek olarak elde edildiği zaman, kulda vera' hali meydana gelir.

Vera', sakıncalı olan şeylere düşme korkusu ile aslen sakıncalı olmayan şeyleri terketmektir.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

TAKVANIN ZAFERİ

Bil ki, dünyanın ve âhiretin bütün hayırları tek bir hasletin içinde toplanmıştır, o da takvadır. Kur'an'da takvanın ne şekilde zikredildiğini bir düşün! Nice hayırları elde etmek, takvaya bağlanmıştır; ona nice sevaplar va-ad edilmiştir, o nice saadetlerin sebebi yapılmıştır.

Sonra şunu bil ki, Allahu Teâlâ ibadet işinde üç temel şeyi kendisine tahsis etmiştir; bunlar şunlardır:

1- İbadetin evvelinde ilâhî yardım ve destek. Bu olmadan kul amel edemez. Bu ilâhî yardım takva sahiplerine tahsis edilmiştir. Yüce Allah âyetinde,

"Şüphesiz Allah, müttakilerle beraberdir^5 buyurarak, bu özel desteğini haber vermiştir.

2- Ameli ıslah edip tamam oluncaya kadar noksanlarını tamamlamak. Bu da takva sahiplerine tahsis edilmiş bir nimettir. Yüce Allah âyet-i kerîmede,

'Takvaya sarılır ve doğru söylerseniz, Allah sizin işlerinizi ıslah eder ve günahlarınızı bağışlar™ buyurmuştur

3- Tamam olduğu zaman amelin kabulü. Bu nimet de takva sahiplerine tahsis edilmiştir. Yüce Allah âyet-i kerîmede:

"Allah ancak takva sahiplerinin amelini kabul eder^7

buyurmuştur.

65 el-Nahl 16/128.

66 el-Ahzâb 33/71.

67 el-Mâide 5/27.

İşte bütün ibadetlerine temel noktası bu üç şeydir: Tevfîk (ilâhî yardım), ameli ıslah ve kabul. Allahu Teâlâ bütün bunları takva sahiplerine müjdelemiş ve müttaki-ler bunları bizzat istese de istemese de Allah kendilerine ikram etmiştir.

Şu halde takva, ulaşılacak en yüksek hedef ve peşine düşülecek en güzel maksattır.



TAKVA NEDİR?

Şeyhimiz Ebû Tâlib el-Mekkî (rah) takvayı şöyle tarif etmiştir:

"Takva, daha önce hiç yapmadığın bir günah düşüncesinden kalbini temiz ve uzak tutmaktır. Bu şekilde kul, günahı terketme azmiyle elde ettiği kuvveti, kendisi ile günahlar arasında bir kalkan (perde) yapar. Kalbi bu hale iyice alışınca, işte o zaman ona muttaki denir. Böyle bir tövbeye ve günahı terketme azmine de takva denir."

Bil ki; takvanın üç derecesi vardır: Bunlar, şirkten sakınma, bid'atlardan (bozuk itikad ve inançlardan) sakınma ve amelle ilgili günahlardan sakınmadır.

Sonra, kötü şeyler de iki kısma ayrılır.

Bir kısmı aslı itibariyle kötüdür, bunlar kulu edeple güzelleştirmek için yasaklanmıştır; kesin haramlar gibi...

Bir kısım şeyler de aslı itibariyle kötü değildir, ancak bazı sebeplere bağlı olarak sakıncalı duruma gelmiştir. Onlar da kulu edeple güzelleştirmek için yasak edilmiştir.

Bunlar, helâlin fazla kısmıdır; şüpheli şeylerden elde edilen mubah yiyecek, içecek ve eşyalar gibi...

Birinci kısma giren şeylerden sakınmak farzdır; sakı-nılmazsa, azap gerekli olur. İkinci kısma giren şeylerden sakınmak ise hayır ve edeptir; yapılmazsa, kul ilâhî huzurda durdurulup hesaba çekilir ve kınanır.

Birinciye dikkat eden kimse, takvanın birinci derecesindedir; bu, istikamet üzere itaat derecesidir. İkinci kısma dikkat eden (şüpheli şeylerden) sakınan kimse, takvanın en üst derecesindedir. Bir kul, hem bütün günahlardan hem de şüpheli mubah şeylerden sakınırsa o, tam manasıyla takvaya ulaşmış olur. Bu hale kâmil ve-ra' denir ki, dinin esası budur.

Burada zikredilmesi gereken bir şey de; beş azayı haramlardan korumaktır. Bunlar; göz, kulak, dil, karın ve kalpten oluşan temel azalardır. Bunları zararından korkulan haram işlerden, şüpheli şeylerden ve helal de olsa israftan var gücünle korumaya çalış. Bu azalarını haram ve şüpheli şeylerden korumayı başarabilirsen, diğer azalarını rahatça koruyabilirsin. O zaman, bütün bedeninle Allahu Teâlâ için takvanın hakkını yerine getirmiş olursun.

Allah hepsinden razı olsun, âhirete yönelmiş âlimler, kulun bu yolda ihtiyacı olan yetmiş güzel hasleti zikretmişler, onların zıddı olan kötü ahlâkların da bu sayıda olduğunu belirtmişlerdir.

Biz, kalbin içinde tedavi edilmesi gereken ve ibadet işinde kimsenin uzak kalamayacağı temel ahlâkları inceledik; tedavi edilmesi gereken kötü huyların temelde

dört şey olduğunu gördük. Bunlar, ibadet ehlinin afeti, kalplerin fitnesi, onu perdeleyen, kötüleştiren ve bozan şeylerdir. Bunlara mukabil, ibadet ehlini ayakta tutacak, ibadetlerin düzenini sağlayacak ve kalbi ıslah edecek şeylerin de temelde dört tane olduğunu tesbit ettik.

Kalbin dört afeti şunlardır: Uzun emel, acelecilik, haset ve kibir.

Bunlara karşılık, kalbin ıslahını temin edecek dört güzel ahlâk ise şunlardır: Kısa emel, işlerde teenni ve dengeli hareket etmek, halka karşı samimi ve tevazu ile davranmak, yüce Allah'a karşı huşu içinde olmak.

İşte bunlar, kalbi bozan ve onu ıslah eden şeylerdir. Öyleyse, bu âfetlerden korunmak ve güzel ahlâkları elde etmek için bütün gayretini seferber et; o zaman -in-şallah-sana lâzım olanı elde eder, maksadına ulaşırsın.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

KALBİN ÂFETLERİ

Yukarıda saydığımız kalbin âfetlerini biraz açıklayalım.

Uzun emel, bütün hayırların engelidir ve bütün kötülüklerin sebebi de odur. Halkı, her türlü belâ ve imtihana düşüren uzun emel fitnesidir.

Bil ki, uzun emel sende şu dört şeyi meydana getirir: 1-İbadeti terk ve tembellik. Sen devamlı, "İleride yaparım!" diyerek ibadetleri tehir eder tembelliğe düşersin. 2-Tövbeyi terk ve ileride yaparım düşüncesi. Bu durumda hep, "ileride tövbe ederim!" der durursun.

3-Uzun emel seni dünyaya rağbet etmeye ve onu kazanma hırsına sürekler. Bu durumda, "Ne yiyeceğim, ne giyeceğim!" derdiyle uğraşır durursun. Bu düşünce en azından kalbini meşgul, vaktini zayi eder, derdini çoğaltır.

4-Kalp katılığı ve âhireti unutmak. Sen, çok uzun süre yaşayacağını düşününce, âhireti hiç hatırlamazsın, hatta ölümü ve kabri hiç aklına getirmezsin; bütün düşüncen dünya olur; bu yüzden kalbin katılaşır. Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Onlara zaman uzadı da kalpleri katılaştı."68

Kalbin incelmesi ve boş duygulardan temizlenmesi, ancak ölümü, kabri ve âhiret hallerini düşünmekle mümkün olur.

Uzun emel nedir?

Âlimler demişlerdir ki: Uzun emel, yaşanması mümkün olan en son vakte kadar yaşama arzusudur. Kısa emel ise, işi Allah'ın ilim ve iradesine havale edip yaşama konusunda bir hüküm vermeyi terketmektir.

Sen hayatının nasıl olduğunu düşünürsen, aldığın birinci nefesten sonra alacağın ikince nefesle yaşayabildiğini, bu olmasa öleceğini görürsün. Bu durumda senin uzun süre yaşayacağını düşünmen bir günahtır; çünkü o, gayb hakkında hüküm vermektir. Kesin hüküm vermeden, işi Allah'ın ilim ve iradesine havale edip, "İnşallah şu süreye kadar yaşarım" dersen, uzun emel sahibi 68 el-Hadîd 57/16.

olmaktan kurtulmuş, kısa emeli elde etmiş olursun; çünkü bu sözünle işi Allah'a havale ederek, yaşam hakkında kesin bir hüküm vermeyi terketmiş olursun.

Zikir ve düşünmekten maksat, kalbin düşünmesidir. Bununla kastedilen bir diğer mâna da, kalbin düşünceye dalması ve onun üzerinde sabitleşmesidir. Bunu doğru anla.

Sonra emel iki kısımdır: Biri avam halkın emeli, ikincisi seçkin kulların emelidir.

Genelde halkın emeli, dünya malı biriktirip onunla zevklenmek için yaşamayı istemektir; bu düşünce günahtır. Bunun zıddı kısa emeldir.

Seçkin kulların emeli ise, hayırlı ameli tamamlamak için yasmayı istemektir. Bunda da tehlike vardır; çünkü kul, tamamlamayı düşündüğü amelde kendisi için güzel bir sonucun olacağını yakînen bilmemektedir. Çoğu defa şu olur: Bir hayırlı amel yapılır; ancak kul için o amelin içinde veya onun tamamlanmasında iyilik olmayabilir; insan o ameli yaptığı halde içindeki hayrı elde edememiş olabilir.

Şu halde, kulun herhangi bir namaz, oruç ve diğer amellere başladığı zaman, daha işin başında onu tamamlayacağına kesin hüküm vermesi doğru değildir; çünkü ibadetin sonuna varıp varmayacağı gaybdır. Bu durumda, kulun "şu ameli kesin olarak bitireceğim" demesi uygun değildir; ancak inşallah (Allah dilerse) kaydı ile ameli bitirmeyi düşünebilir.

Amelin güzel olmasının şartı, onda uzun emel düşüncesinden kaynaklanan bir ayıbın bulunmamasıdır. Âlimlerin dediğine göre, bunun zıddı güzel niyettir. Çünkü güzel niyet sahibi, güzel niyetiyle uzun emel sahibi olmaktan kurtulur. Bu konudaki hüküm budur.

Güzel niyete gelince; bütün iş ve ibadetlerin aslı odur. Âlimler niyeti çok özlü şekilde tarif etmişlerdir. Buna göre güzel niyet, yeni başlanan bir işe, onu ancak Allah'ın yardım ve dilemesiyle tamamlayacağını düşünerek yapmaya karar vermektir.

Şöyle sorulabilir: "Bir işe başlarken kesin olarak karar verip istemek caiz iken; tamamlanması için Allah'ın dilemesine bırakmak ve hayırlı olması şartıyla istemek neden vacip oluyor?"

Buna cevap olarak denilir ki: Bunun caiz olması, başlangıçta tehlikenin olmayışıdır; çünkü amelin başında sen işin içine girmiş durumdasın. Asıl tehlike işin sonun-dadır; zira işin son bulması ve tamamlanması daha sonraki bir vakitte olacaktır. Amelin tamamlanmasında da iki tehlike vardır:

Biri, ameli bitirme tehlikesidir; çünkü sen amelin sana faydalı olacak bir şekilde bitip bitmediğini bilmiyorsun. Diğeri de ifsat tehlikesidir. Yani insan tamamladığı amelin kendisi için hayırlı olup olmadığını bilemez.

Demek ki kulun amel yapma iradesi, bu şartlara göre oluşunca, uzun emelden ve âfetlerinden uzak güzel bir niyet oluyor.

Allahu Teâlâ en iyisini bilir.

Kısa emeli korumanın yolu; kulun, ölümün aniden gelerek kendisini bir gaflet ve aldanma halinde yakalayacağını düşünmesidir. Bu tarifi iyi ezberle, ona ihtiyaç vardır. Sözü uzatmadan sana lâzun olanı anla; şöyle dedi, böyle denildi şeklindeki rivayetlerle uğraşmayı ter-ket. Kulunu hayırlarda muvaffak eden yüce Allah'tır.

Acele etmeye ve bir an evvel yükselme arzusuna gelince; bu, insanı maksadına ulaşmaktan mahrum eden ve onu günahlara iten bir huydur.

Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

İBADETİN TEMELİ

Bil ki, ibadetin özü vera'dır. Vera'nın aslı, her şeyde son derece titiz olmak ve her hangi bir şey yapacağı zaman onu tam olarak araştırmaktır. Vera' sahibi yemesinde, içmesinde, giyinmesinde, sözünde ve fiilinde aynı titizlikle hareket eder.

Bir insan, işlerinde iyice düşünmeden, araştırmadan, aslını anlamadan acele ile hareket ederse o, işlerinde gerektiği gibi dikkat edemez. Böyle biri, bulduğu her yiyeceğe el atar; böyle olunca bir sürü harama ve şüpheli şeylere dalar; aklına gelen her sözü söyler, bir çok hataya düşer.

Kulun, vera' olmadan yaptığı her işte ve ibadette bu tehlikeler mevcuttur; bunun için onun bu tehlikeyi gidermeye çalışması gerekir. Kulunu hayırlarda muvaffak edecek olan yüce Allah'tır.

Acele, üzerinde durup düşünmeden kalbe gelen bir düşünceyle hemen amel etmektir. Acelenin zıddı, teennidir.

Teenni, kalbe gelen her düşüncenin hemen peşine düşmeden durup düşünmek ve en uygun olanı ile amel etmektir.

Bir işten önce durup inceleme yapmanın zıddı, hiç incelemeden körü körüne o işe girmektir.

İnceleme ile teenninin farkı, inceleme işten önce olur ve iş her yönüyle ele alınarak hakkıyla yapılması için ne gerektiği düşünülür.

HASET

Haset, taatleri bozan, kulu bir sürü günaha sevke-den, onu yormaktan ve faydasız dertlerle uğraştırmaktan başka bir işe yaramayan, aksine onu her türlü günaha iten, kalbin ölmesine sebep olan çirkin bir huydur.

Haset eden bir kimsenin, yüce Allah'ın nimetine düşman olması, O'nun iradesine karşı gelmesi ve hükmüne kızması, onun hak yoldan sapıtıp perişan olması için yeterlidir.

Haset, Allahu Teâlâ'nın müslüman kardeşine verdiği ve ona faydası olan bir nimetin yok olmasını istemendir. Eğer o nimetin kardeşinden gitmesini istemeden, aynısının sende de olmasını istersen, buna gıpta denir. Eğer din kardeşinin sahip olduğu nimet ona fayda veren, hayır getiren bir nimet değilse, onun elinden gitmesini istemen, dinî bir gayrettir. Haset, gıpta ve gayret arasındaki fark budur.

Hasedin zıddı samimiyettir. Samimiyet, Allahu Teâlâ'nın verdiği kendisine faydalı bir nimetin din kardesinde kalması istemendir. Eğer, kardeşinin elindeki nimetin onun için hayırlı mı hayırsız mı olduğunu bilmiyorsan, hiçbir müslümandan sahip olduğu bir nimetin gitmesini veya kalmasın isteme. Hasetten kurtulmak ve samimiyetin faydasını elde etmek için işi yüce Allah'a havale et.

Seni hasetten koruyacak samimiyet, Allahu Teâlâ'nın bütün müslümanları dost etmeyi farz kıldığını düşünmendir.

Bu anlayışı korumanın yolu da Allahu Teâlâ'nın müs-lamının hakkını ne kadar büyük tuttuğunu, onun kıymetini ne kadar yücelttiğini, onun âhirette Allah katında elde ettiği şeref ve kerametleri, bu dostlukla senin dünyada ve âhirette elde edeceğin dinî ve dünyevî faydaları düşünmendir.

Kulunu hayırlarda muvaffak eden yüce Allah'tır.

KİBİR

Kibir, insanı hiç aman vermeden helak eden bir haslettir. Allahu Teâlâ'nın, İblis/şeytan hakkındaki şu sözünü işitmedin mi:

"Emri yerine getirmekten çekindi ve kibir gösterdi, böylece kâfirlerden oldu."69

Kibir; nefsin kendisinin yüksek bir seviyede olduğunu düşünmesi ve kendini büyük görmesidir.

69 el-Bakara 2/34.

Tekebbür, tevazünün zıddı olan hale uymaktır. Her birinin genel ve özel kısımları vardır.

Genel manasıyla tevazu, giyecek, yiyecek, ev ve benzeri şeylerde düşük şeylerle yetinmektir. Bunun zıddı olan tekebbür ise, bu işlerde lükse dalmak, düşük kaliteyle yetinmemektir. Bu, büyük bir günahtır.

Genel manasıyla tevazu hali; kulun yaratılıştaki ilk halini, sonunu ve şu anda içinde bulunduğu afetleri, sevimsiz durumları düşünerek ele geçer ve korunur. Özel manasıyla tevazuyu korumak ise, adalet sahibi yüce Mevlâ'nın kulun koruyamadığı haklara karşı azabını düşünmektir. Bu söz, düşünen kimseye yeterlidir.

Kulunu hayırlarda muvaffak eden yüce Allah'tır.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »


YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM


GÜZEL ve KÖTÜ AHLÂK

Bil ki, bütün saadet ve insana âhirette fayda verecek salih ameller iki şeyde toplanmıştır: Biri, kalbin Allahu Teâlâ'dan gayri her şeyden kurtulması ve temiz olmasıdır. Bunu şu âyet ifade etmektedir:

"O gün insana ne bir mal ne de evlatlar fayda verir, ancak selim bir kalple gelen kimsenin kalbi ve ameli fayda verir."70

İkincisi, kalbin Allahu Teâlâ'nın marifeti ile dolması-dır. Bu marifet, bütün kâinatın yaratılması ve peygamberlerin (aleyhimüsselam) gönderilmesindeki ana hedeftir.

Güzel ahlâk, bu iki şeyi içinde toplamaktadır. Güzel ahlâktan daha yüksek bir fazilete sahip olan hiçbir haslet bilmiyorum. Bunun için Allahu Teâlâ peygamberi Hz. Muhammed'i (s.a.v) onunla överek şöyle buyurmuştur:

eş-Şuarâ 26/89.

"Resulüm, gerçekten sen büyük bir ahlâk üzeresin.^

Allahu Teâlâ diğer bir âyetinde şöyle buyurmuştur:

"O'na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır); onları da Allah'a salih amel yükseltir."72

Güzel söz, tevhid ve marifettir. Salih amel ise, tevhid ve marifete yükselen kalbin, onlardan elde ettiği nur ve feyiz ile temizlenmesidir. Buradaki yükselmenin mânası, kalbin huzur bulması, tevhid ve marifetin etkisiyle hakka boyun eğme ve zillet halini elde etmesi, azâmet-i ilâhîyye karşısında titreyip teslim olmasıdır. İşte o zaman kalp, yüce Allah'a yakın olur.



Güzel ahlâk nedir?

Bil ki, insan için zahirî suret gibi bâtınî (iç âleminde manevî tarafını temsil eden) bir suret vardır. Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun, bütün peygamberler, bu iç sureti güzelleştirmek, temizlemek ve ona mükemmel bir denge vermek için gönderilmişlerdir. Bu halin elde edilmesi, güzel ahlâkların insandan, bir zorlama ve hesap olmadan kolayca ortaya çıkmasıdır. İşte güzel ahlâk bu şekilde oluşur. Kötü ahlâk ise, bunun zıddı olan sıfatların insandan kolayca ortaya çıkmasıdır.

Bil ki, bütün güzel ahlâklar ve kötü ahlâklar, üç sıfattan ortaya çıkar; bunlar temel ahlâklardır.

71 el-Kalem 68/4.

72 el-Fâtır 35/10.

Birinci sıfat, akıldır. Bu, ilim ve hikmetle kuvvetlenip dengelenmiş akıldır.

Hikmet, hak olan itikadı bâtıl olandan, doğru sözü yalandan, iyi işi kötüden seçip ayırmaktır.

İkinci sıfat, insandan zararı defeden gazap kuvvetidir. Zaten gazap, bunun için yaratılmıştır. Bu kuvvetin kemâli ve dengesi, hikmete uymasıdır. Eğer hikmet onun ortaya çıkmasını isterse, gazap kuvveti ortaya çıkar; tutulmasını isterse, içte tutulur. Bu durum, eğitilmiş köpeğe benzer; sahibi ona ne derse köpek onu yapar.

Üçüncü sıfat, faydalı şeyleri elde ettiren şehvet kuvvetidir. Bu kuvvet de akla itaat için yaratılmıştır. Onun güzelliği ve dengesi, hikmete kulak verip ona göre hareket etmesindedir.

Bil ki, ahlâklarda bizden istenen dengede ve orta halde durmaktır. Şu âyet-i kerîme bunu ifade etmektedir:

"Elini iyice sıkıp boynuna bağlama; onu tamamen açıp savurganlık da yapma; ikisi arasında dengeli bir yol tut"73

Şu halde adalet (denge), bu sıfatların yanında dördüncü temel bir sıfat olmaktadır. Sıfatlarda itidal ve denge şöyle olmaktadır.

SIFATLARIN DEĞİŞİK HALLERİ

Bil ki, hikmetin ifrat (aşırılık), tefrit (noksanlık) ve ikisinin ortasında denge halleri vardır. Hikmet deyince, övülen denge hali kastedilir.

73 el-İsrâ 17/29. *

Hikmet sıfatı dengede olunca ondan tedbir, parlak düşünce, amellerin incelikleri ve nefsin gizli âfetlerini tanıma konusunda güzel anlayışlar ortaya çıkar.

Hikmetin ifrat halinden hile, aldatma, kurnazlık ve benzeri huylar ortaya çıkar.

Hikmet noksan olunca dalgınlık, cahillik, ahmaklık ve delilik ortaya çıkar.

Cahillik, tecrübe azlığıdır. Ahmaklık, niyeti iyi fakat gidişatı kötü olmaktır. Delilik ise, bütün bu saydıklarımızın bozuk olmasıdır.

Gazap kuvvetine gelince, gazabın itidal (dengeli) haline şecaat denir. Şecaattan; cömertlik, darda kalanlara yardım, kinini tutma, sözünde durma gibi güzel huylar ortaya çıkar.

Gazabın ifrat (aşırı) derecesi vardır; ondan kibir, kendini beğenme, aşırı kızgınlık ve benzeri kötü huylar ortaya çıkar.

Gazabın tefrit (noksan ve gevşek derecesi vardır; ondan da düşüklük, zillet, korku ve içe kapanıklılık meydana çıkar. Gerçi, bu derecede insan, gerekli hakkını alır, fakat genelde zillet hali yaşar.

Şehvet kuvvetine gelince, onun itidal (dengeli) haline iffet denir. İffetten, cömertlik, sabır, vera' (şüpheli şeylerden çekinme), insanlara yardım ve kimsenin elindeki mala göz dikmeme gibi güzel huylar ortaya çıkar.

Şehvetin ifrat (aşırı) halinde, hırs, mala ve keyfine aşırı düşkünlük gibi kötü huylar ortaya çıkar. Onun tefrit (noksan) halinde ise haset, küfür, kınayıp ayıplama gibi kötü huylar ortaya çıkar.

Şu halde, güzel ahlâkların temeli hikmet, şecaat, iffet ve her birinin mükemmel hali olan adalettir. Diğer bütün güzel ahlâklar, bu dört ahlâka bağlıdır. Bu dört ahlâkı en mükemmel şekliyle şahsında gerçekleştiren ancak Hz. Resûlullah Efendimiz'dir (s.a.v).

Hayırlarda muvaffakiyet ancak yüce Allah'ın yardımı ile mümkündür.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

TEVAZU AHLÂKI

Bir cümle ile söyleyecek olursak, mütevazı' kimse Al-lahu Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklanmış kimsedir. Bu ona âhirette şeref olarak yeter. Hz. Peygamberin (s.a.v) şu sözü bunu ifade etmektedir:

"Kim Allah için tevazu gösterirse, Allah onu yükseltir."74

Tevazu, insanın iradeli olarak yaptığı işlerde kendisini ifrat ve tefritten korumasıdır. Bu haldeki kimse, ne kibirlenir ne de kendisini rezil rüsv (s.a.v) eder.

Tevazünün aslı, kulun kolayca hakka boyun eğmesi, ona kulak vermesi ve hak karşısında nefsini zelil etmesidir. Hak deyince Allahu Teâlâ ve O'nun emri kastedilir.

Tevazünün son noktası; kulun, yüce Allah'ın her işteki hikmetini ve tek yaratıcı olduğunu bildiği için, övüldü-

74 Müslim, "Birr", 19; Tirmizî, "Birr", 81; ibn Mâce, "Zühd", 16; Dâri-mî, "Zekât", 35.

günde bir zillet hali hissetmemesi, kötülendiğinde de kalbinde bir acı ve sıkıntı duymamasıdır. Çünkü kul, efendisinin önünde bir zillet hali hissetmez. Bu, muvah-hidlerin (her şeyde yüce Allah'ın tek tasarruf sahibi olduğunu görenlerin) yoludur. Zira, tevazu sahibi, nefsim de bir kıymet gördüğü için onu alçaltır; tevhid ehli ise, nefsinde bir kıymet görmez ki, tevazu ile uğraşsın.

Şu halde tevazu sahibi, ihtiyarî olarak yaptığı işlerinde kontrolü elinde tutar; kibre girmediği gibi zillete de düşmez. Bazan iradesi dışında zillet haline düştüğü olsa da bu devamlı değildir.

Velîlerin yolu, başına gelen her şeye rıza göstermek ve ondan bir lezzet almaktır; çünkü her iş, yüce Allah'ın ilmi ve iradesi ile meydana gelmektedir. Bu durumda o, Allahu Teâlâ'nın hükmüne ve güzel işine nazar eder, halindeki kusurundan dolayı kendinde bir zillet hali hissetmez. Zillet halini hisseden ancak, kibirli, cahil ve ilâhî fiillere bakışında kusurlu kimselerdir. Bu kimselerin zillet hali arttıkça, kibirleri de artar; çünkü onlar zillete tevazu derler, tevazuyu yüksek bir hal görürler ve onunla kibirlenip kendilerini beğenirler.

Allahu Teâlâ'yı tanıyan ariflere gelince; onlar kâinatta Allah'tan başka kimseyi görmezler ve O'nun hiçbir hükmünü beğenmemezlik etmezler. Aksine, kâinatta her ne oluyorsa onu, kendilerine yapılan ilâhî ikramların bir alâmeti görürler.

İmamlardan biri (rah) bu konuya şöyle işaret etmiştir Marifet ancak, zillet hali kendilerinin ayrılmaz bir sıfatı olan mütevazı kimselerin kalbinde bulunur. Onlar, devamlı Allahu Teâlâ'nın kudretini müşahede eder ve ilâhî nazar altında olduklarını bilerek hareket ederler. Eğer onlar, semaya yükseltilseler, nefislerinde bir kemâlâtla-rı artmaz; şayet en aşağı derecelere indirilseler, bunu da kendileri için bir noksanlık görmezler. Çünkü onlar, gerçek kemâlatm Allahu Teâlâ'nın hükmettiği işlerde ve kendilerinde gerçekleştirdiği şeyde olduğunu bildiklerinden, kendi irade ve tercihlerini terketmişlerdir. Birde onlar, bu hallerini korudukları sürece devamlı Allahu Te-âlâ'ya yaklaşmakta ve daha fazla ilâhî lutuflara ulaşmaktadırlar. Bu, mukarrebîn makamındaki ariflerin rüt-besidir.

Salihlere gelince, onların tevazusu, nefislerini ve rab-lerini tanıdıkları ölçüdedir.

Tevazünün alâmeti, kendisine hak olan bir şey emre-dildiği zaman burun büküp onu beğenmemezlik yapmamaktır. Eğer nefsinde hakka karşı böyle bir duygu varsa, o hakkı kabulde kibirlenen bir kimsedir. Bu, büyük bir günahtır.

Allahu Teâlâ en iyisini bilir.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »



YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM


TEFEKKÜR ve MEYVELERİ


Tefekkür (düşünce) duymak, uyanmak ve tezekkürle (zikretmekle) başlar, peşinden ilim gelir. Çünkü hakka kulak verenin kalbi uyanır, kalbi uyanan zikreder, zikreden tefekkür eder (işin iç yüzünü düşünür); düşünen ilim sahibi olur. Bilen, eğer bildiği amel için öğrenilen bir şeyse, onunla amel eder. Eğer öğrendiği ilim, yüce Allah'ın rızası için öğrenilen bir ilimse, onunla amel ederek ebedî saadete erer. Bu saadet, peşine düşülecek en güzel şeydir.

Dinlemenin hakikati, işitilen bir hikmet, öğüt ve benzeri şeyden istifade etmektir. Dinlemenin şartı; söylenen şeyi anlamak için kulak vermektir. Bu dinleme, kulak yoluyla öğrenilecek farz-ı ayın ilimlerde farzdır. Diğer övülen ilimlerde müstehaptır (sevaptır). Din tarafından haram kılınan şeyleri dinlemek haram, mekruh görülen şeyleri dinlemek ise mekruhtur.

Uyanmanın hakikati, kalbin uyanıp hayra yönelmesidir. Bunun alâmeti, gevşeklik ve tembelliği terkedip şevk ile ayağa kalkarak ibadet ve taate sarılmasıdır.

Hemen yapılması emredilen farzlarda ve terkedilme-si istenen haramlarda, gecikmeden emredileni yapmak farzdır. Bu, her makam ile ilgili bir durumdur.

Tezekkür, bilinen şeylerin kalpte iyice yer etmesi için onları sürekli tekrar etmektir.

Tefekkür ise, birbiri ile benzer yönleri olan iki ilmi bir araya getirip onlardan elde etmek istediği üçüncü ilme ulaşmaktır. Bunun şartı, o iki ilimde herhangi bir şüphe olmamalı, kalp onların haricindeki şeylerden boşaltılmalı, bütün dikkat ve nazar onların üzerinde toplanmalı, öyle ki başka bir şeyi his ve farketmemelidir. Böyle olursa, kalp, iki marifeti değerlendirmeye alır; değersiz olanı terkedip değerli bir şeye meyleder. Buna da tezekkür denir.

Tezekkür, inanç, söz, fiil ve terkedilecek işlerle ilgili olabilir. Düşünülmesi farz olan şeyleri düşünmek farzdır. Günah olan işleri düşünmek, insanı onlara çektiğinde haramdır, iki marifetten elde edilecek üçüncü marifete (ilme) tefekkür denir.

Kalpte şek (tereddüt) bulunduğunda, kalbe şüpheler geldiğinde ve kalpten giderilmesi farz olan hastalıkları tedavi gerektiğinde, tefekkür edip bunların nasıl ortadan kaldırılacağını düşünmek farzdır.

İlme gelince, onu beş ana başlıkta toplayabiliriz:

1- Farz olan ilimler: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe imanı öğreten ilimler, bu kısma girer.

2- Beden ve malla ilgili ibadetlerin ilmi.

3- Dil, fere, karın, kulak ve gözden oluşan beş âza ile alâkalı ilim.

4- Kalpten temizlenmesi gereken kötü ahlâkları tanıma ilmi.

5- Kalplerde Allahu Teâlâ'ya karşı bulunması gereken güzel ahlâkların ilmi.



YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

TÖVBE

Tövbenin aslı, günahtan itaate, kulu yüce Allah'tan uzaklaştıran yoldan, O'na yaklaştıran yola dönmektir.

Tövbe üç şeyle tamam olur: İlim, hal, amel. Bütün makamlar da bu üç şeyle tamam olur.

İlim işin temelidir. İlmin Allahu Teâlâ'ya iman etmenin temel bir rüknüdür.

Hal, manevî vecdlerin ortaya çıkma sebebidir.

Amel ise, manevî vecdlerin etkisiyle kalpte ve âzalar-8â ortaya çıkan şeydir.

Tövbeden önce iki şeyi bilmek farzdır: ,. 1- Terkedilen günahın günah olduğunu bilmek.

2- Kulun tövbesinde tek başına olmadığını bilmek; çünkü tövbe duygusunu onun içinde yaratan ve sebeplerini önüne getiren yüce Allah'tır. Bu, yüce Allah'a imanın bir parçasıdır. O, Allahu Teâlâ'nm kudret sıfatıyla ilgilidir. İkincisi de Allah'a imanın bir parçasıdır; o da Allah'ın verdiği haberlerden öğrendiğimiz bir durumdur.

Tövbede dört temel unsur vardır. Bunlar ilim, pişmanlık, bir daha yapmamaya kesin karar ve günah işlemeyi terk.

Tövbede farz olan pişmanlık; kulu günahı terketme-ye sevkeden pişmanlıktır.

Tövbe ile irtibatı olan bir kelime de firardır. Buradaki firar, günahtan taate kaçmaktır. Bu, farz olan bir firardır. Kulun, kendini oyalayan meşguliyetlerden yüce Allah'a dönmesi, iyiden daha iyiye yönelmesi de bir çeşit tövbe ve dönüştür. Âhiretteki ebedî saadet, bu tövbe ve dönüşe bağlıdır. Bu, kamil bir iman üzerine yapılacak farz bir dönüştür.

Buna göre, tövbe mertebelerinin ve basamaklarının bir bitiş noktası yoktur. Bu işe inabe (Allah'a yönelme) denir. İnabenin aslı, kuldan hiçbir günah meydana gelmese bile; sürekli Allahu Teâlâ'ya yönelmesidir.

Boyun eğmeye gelince o, hakka kolayca baş eğip itaat etmektir.

Bil ki, gerçek tövbe, hiçbir günah bırakmadan bütün günahlardan temizlenmektir.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM


SABIR ve MEYVELERİ

Kul bu konuda şunu bilmelidir: Sabrın aslı, Allahu Te-âlâ'nın bize haber verdiği şu şeyleri tasdik etmektir.

Nefis, şeytan ve şehvetler insan için birer düşmandır; akıl, marifet ve hayrı ilham eden melek de kulu hayra davet eden dost tarafıdır. İki grup arasında sürekli bir savaş vardır. Kim şeytanın askerlerini etkisiz hale getirip Allah'ın askerlerini desteklerse, Allah onu cennetine koyar. Bunu yapmak, kul için farzdır; çünkü o, Allah'a imanın bir parçasıdır.

Bu imandan ortaya çıkan hal şudur: Gerçeğin bu olduğunu gören ve ona iman eden kul, nefsin kötü arzuları karşısında dinin emir ve hükümlerine sıkıca sarılıp istikamet üzere sabit durur.

Kula farz olan, yüce Allah'ın iyilere verdiği müjdeleri, kötülere yaptığı azap tehdidini tasdik ederek kalbini kuvvetlendirmesi, Allahu Teâlâ'nın askerlerinin yani hayır tarafının, şeytanın askerlerine yani kötülüğe galip gelene kadar çalışmasıdır. Yüce Allah'ın haber verdiği gibi;75 sonuçta galip gelecek olan Allah'ın askerleridir.

Riyâzat, sabrın meyvesidir.

Riyâzat, nefsi hayra alıştırmak, onu yumuşaklıkla yavaş yavaş kolay işlerden ağır işlere adım attırmak, böylece devam ederek önceleri zor gelen bütün iş ve hallerin kendisine kolay geleceği bir dereceye kadar onu ilerletmektir.

Tehzîb (nefsi güzelleştirmek) de sabrın meyvesidir.

Tehzîb; nefsin manevî makamlarda sahip olduğunu söylediği hallerde doğru mu yalan mı söylediğini görmek için onu bu makamın gereği olan şeylerle imtihan etmek, denemek ve varsa kusurlarını giderip o makama lâyık hale getirmektir.

Kulun sabır makamında itidali (dengeyi) bulduğunun alâmeti, nefsi tarafından herhangi bir engelleme ve çekişme olmadan, güzel amellerin kendisinden kolayca ortaya çıkmasıdır.

Kulunu hayırlarda muvaffak eden yüce Allah'tır.

75 Bk. el-Mâide 5/56; el-Mücâdele 58/22.

YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

HAVF (İLAHÎ KORKU) ve ONA BAĞLI HALLER

Havf (ilâhî korku), yüce Allah'ın ulûhiyyet (ilâhlık) sıfatlarını tanımakla oluşur. Allah'a yaklaştırılmak, uzaklaştırılmak, cennetlik veya cehennemlik yapılmak, ilâhî sıfatların tecellisi ve hükmüdür. Bu hüküm, kul daha yok iken, cennete ve cehenneme götürecek bir sebep mevcut değilken verilmiştir. Bu hakikat bilinince kulda Allah'tan korkma hali meydana gelir. Bu korku, Allah'ın zâtından kaynaklanan sırf O'nu tanımakla oluşan bir korkudur. Bu korkuya inanmak farzdır; çünkü o, yüce Allah'a inanmanın bir parçasıdır.

Amellerini çok görüp yüce Allah'a karşı rahat bir tavır içine giren ve Allah'ın gizli imtihanından emin olan kimseye, bu korku fayda verir; onu serbestlikten ve kendisini kesin emniyette görüp aldanmaktan kurtarır. Çünkü Allah'ın gizli tuzak ve imtihanından ancak helak olan kimseler emin olur.

Allah'ın zâtından kaynaklanan ve O'nun için olan korkunun dışındaki korkuya gelince, bu iki kısımdır:

Biri, elindeki nimetin alınma korkusudur. Bu korku kulu, edebe ve nimetin kendisinin değil, Allah'ın ikramı olduğunu görmeye sevkeder.

Diğeri ise, günahların sebep olduğu azap korkusudur.

Kulda, onu haramları terketmeye ve farzları yapmaya sevkedecek kadar ilâhî korkunun bulunması farzdır.

Korku sahibinin hali: Korku sahibinin kalbi devamlı acı ve elem içindedir. Onun ızdırabı, sevimsiz bir hale düşmek veya hayırlı bir fırsatı kaçırmak sebebiyledir.

Eğer kulun bu korkuları, övülecek hayırlı şeyler içinse, korkusu, duruma göre farz veya müstehap olur. Kulun korkuları din tarafından güzel bulunmayan konularda ise, duruma göre, haram veya mekruh olur.

Kabz (tutukluk) hali: Kalbe bazan kabz (manevî tutukluk) hali gelir; bunun sebebi biliniyorsa, onun hükmü hüznün (üzüntünün) hükmü gibidir. Sebebi bilinmiyorsa bu, serbestlik halinde aşırı gitmesi sebebiyle, hak yolcuları için bir ceza çeşididir.

Korkunun bir çeşidi olan işfak yani endişe haline gelince bu, kalpte korku ile ümit halinin birleşmesi ve birbirini dengelemesidir.

Korkunun bir çeşidi de huşudur. Huşu, kalbin ve azaların sükûnete bürünüp hareket etmemeleridir. Bu durum, kalbin, çok büyük yahut korku verici bir şeyi müşahede ettiği zaman olur.

Korkunun bir çeşidi de vera'dır. Vera', zararından korkarak şüpheli bir şeyden uzaklaşmaktır.

Allahu Teâlâ en iyisini bilir.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

RECÂ (ÜMİT) ve ONA BAĞLI HALLER

Recâ yani ilâhî rahmetten ümitli olma hali de, korkuda olduğu gibi, Allahu Teâlâ'nın ezelî sıfatlarını tanımak ve müşahede etmekle elde edilir. Kâinatta olan bütün iyi, kötü, faydalı ve zararlı şeyler bu sıfatların tecellisidir.

Yüce Allah'ın bu sıfatlarını tanıyan kimse, O'ndan korkar ve aynı zamanda O'nun rahmetine ümit bağlar. Bu da yüce Allah'ın zâtına ait bir ümit halidir. Çünkü, ezelde kendisi için cennetlik hükmü verilen bir kulun başına gelen bütün iyilikler ve ondan defedilen bütün kötülükler ancak yüce Allah'ın lütuf ve ihsanından kaynaklanmaktadır. Korkunun kendisini ilâhî rahmetten ümitsizliğe götürdüğü bir kul, recâ (ümit) ile o halden kurtulur.

Allah'ın zâtı dışındaki bir şey için istenen ümit, kulu fazla ibadet ve taat yapmaya sevkeden ümittir. Eğer ümit onu fazla ibadet ve taat yapmaya sevketmiyorsa, o temenni olur.

Gerçek ümit; bütün gereklerini yaptıktan sonra, sevgilin gelişini beklerken kalbin rahat ve huzur içinde olmasıdır.

Recâya bağlı konulardan biri de rağbettir. Rağbet, sevgiliyi beklerken duyulan huzur halinin, ümit içindeki kalbi tamamen sarmasıdır. Kalp bu hal ile sanki ulaşmak istediği şeyi görür gibi olur. Bu, ümidin kemâl hali ve hedef noktasıdır.

Reca konusunda zikredilecek hallerden biri de bast halidir. Bast, ümidin verdiği şevk ile kalbin genişlemesi ve hidayet yolunun ona açılmasıdır.

YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM


FAKR ve ONA BAĞLI HALLER

Fakirlik, yokluk ve ihtiyaç içinde olduğunu anlamaktır. Ancak ihtiyaç, mutlak ve mukayyet olmak üzere iki kısımdır.

Mutlak (kesin) ve sınırsız fakirlik, kulun kendisini var eden, varlığını devam ettiren ve onu hidayet yoluna ileten kimseye olan ihtiyacıdır. Bu, kulun Allahu Teâlâ'ya muhtaç olduğu bir fakirliktir. Çünkü Allahu Teâlâ onu yaratan, yaşatan, varlığını devam ettiren ve hidayet yoluna iletendir. Kulun yüce Allah'a karşı bu fakirliğini bilmesi farzdır; çünkü o, Allah'a imanın bir parçası ve gereğidir.

Bu marifetten ortaya çıkan hal; kulun, devamlı kendisinin yüce Allah'a muhtaç olduğunu müşahede etmesidir.

Mukayyed (kayıtlı ve sınırlı) fakirliğe gelince bu, kulun hayatını devam ettirmek ve mal kazanmak için muhtaç olduğu sebeplerdir.

Buradaki mal, kulun elinde olmayıp muhtaç olduğu şeydir.

Mutlak fakirlikte istenen, kulun Allah'ın zâtına olan ihtiyacını bilmesidir, çünkü bu, O'nun zâtı ile alâkalıdır. Diğerinde ise başka şeyler istenir. Bu eşyadan kesilip tamamen yüce Allah'a yönelmektir. Onların her ikisi de Allahu Teâlâ ile zengin olmaya sebeptir. Bu, kalbin yüce Allah'a bağlanmasıdır.

Allahu Teâlâ ile zenginlik, kalbi, O'nun dışındaki her şeyden çekip kurtarmaya sebeptir. Bunda kula gerekli olan şey, ebedî olan yüce zâtın, sonradan yaratılan varlıklardan her yönüyle ayrı olduğuna inanmasıdır.

Allahu Teâlâ en iyisini bilir.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM


ZÜHD ve ONA BAĞLI HALLER

Zühd, dünyadan gönlü çekmektir. Dünyadan gönlü çekmeye sebep olan ilim, Allahu Teâlâ'ya iman ve O'nun verdiği haberlerdir. Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Hayır aksine siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz; halbuki âhiret daha hayırlı ve daha devamlıdır."76

Bu ilimden ortaya çıkan hal şudur: Kul, Allah katındaki şeyleri büyük ve kıymetli görerek, dünyadakileri iste-, mekten yüz çevirir.

Allahu Teâlâ'nın dışındaki cennet nimetleri ve diğerlerinden bir şey için zühd sahibi olmak istemek, Allahu Teâlâ'nın celali ve kemâli yanında düşük şeylere yönelmek olur ki, bu, ariflerin zühdü değildir.

Allahu Teâlâ'nın zâtı için olan zühd, O'na imanın pir parçasıdır; çünkü bu O'nun celali ve kemâli ile ilgilidir. O'nun dışındaki bir şey için zühd sahibi olmak, bu marifete ulaşmak için kalbi boşaltmaktır.

76 el-A'lâ 87/16-17.

O'ndan başkası için elde edilmek istenen zühdün farz olan miktarı, kulun farzları yapacak kadar vaktini ayırması ve elini dünyadan çekmesidir.

Zühd (dünyadan gönlü çekmek), mubah (helal) şeylerle ilgilidir. Bir de gönül çekilen şey, insanın mülkünde, elinde ve imkânında olan bir şey olmalıdır.

Zühdün sonucu, îsâr yani başkasını nefsine tercih etmektir. Bu, cömertlik derecelerinin en yükseğidir. Çünkü sehâ denilen cömertlik; insanın, kendisinin ihtiyacı olmadığı bir şeyini zorlanmadan başkasına bağışlamaktır, îsâr ise, insanın ihtiyacı olduğu bir şeyi herhangi bir karşılık ve gaye olmaksızın, sadece Allahu Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklanmak için başkasına bağışlamaktır.

Zühdle alâkalı bir ahlâk da fütüvvettir. V Fütüvvet, sonuç itibariyle cömertlik ahlâkı içindedir.

Kim, dinin emirlerini ve cömertliğin gereklerini yerine getirirse, o kimse gerçek fetâ yani yiğittir.

Kim, dünya ehlinin kötü ahlâkında onlara ortak olursa o, gerçek mânada bir cömert ve yiğit değildir.

Murad olan yani Allah tarafından özel dostluğa seçilen kulun makamına gelince; o, işin hakikati ve gereği ne ise onu yapar; bunu yaparken de içinde hakka karşı herhangi bir çekişme ve karşı durma hali bulunmaz. Hiçbir şey onun kalbini Allahu Teâlâ'dan koparıp meşgul etmez.

Yüce Allah en iyisini bilir.

;


OTUZUNCU BÖLÜM

MUHASEBE ve ONA BAĞLI HALLER

Muhasebenin aslı, geçmişi ve geleceği kontrol edip halinin ne olduğunu tesbittir. Muhasebe, ümmetin ittifakıyla farz bir vazifedir.

İnsanı muhasebeye götüren ilim, Allahu Teâlâ'nın her şeyi muhasebe ettiğine (hesabını yaptığına) iman etmesidir.

Bu muhasebe, i'tisâmı yani Allah'ın emirlerine sımsıkı sarılmayı gerektirir.

İ'tisâm ile istikamet arasında fark vardır.

İ'tisâm; Allahu Teâlâ'nın kitabına sarılmak ve onun çizdiği sınırları muhafaza etmektir.

İstikamet ise, ilâhî emirler yerine getirilirken ifrat (aş-rılık) ve tefrite (kusura) düşmeden sabit bir halde dengede gitmektir.

İstikamet, bizzat kendisi için olduğu gibi, başka bir hedef için de olabilir. İstikamet halinin bizzat hedefe alınması önemlidir; çünkü o, tefrika yani eşya ile meşgul olma tehlikesinden kurtulup cem' yani kalbi hakta toplama makamına yükselmeye bir vesiledir.

Yüce Allah en iyisini bilir.
[/b]
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM

ŞÜKÜR ve ONA BAĞLI HALLER

Kulu şükretmeye götüren ilim, bütün nimetlerin sadece Allahu Teâlâ'ya ait olduğunu bilmesidir. Bu ilim farzdır, çünkü o, Allahu Teâlâ'ya imanın bir parçasıdır.

Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: "Sahip olduğunuz bütün nimetler Allah'tandır."77

Nimeti verene şükretmek farzdır, bu da imanın gereğidir.

Bu ilimden ortaya çıkan hale gelince o, kulun Allah'ın nimetleri ile mutluluk ve sevinç içinde olmasıdır. Bu mutluluğun kendisi de bir çeşit şükürdür. Bu şükür, bizzat istenmektedir; o farzdır. Şükür imandandır ve Allahu Teâlâ'ya imanın sonucudur.

Şükür ameline gelince, bu da bizzat istenen bir şeydir. Şükür, başka bir hedef için de yerine getirilebilir.

el-Nahl 16/53.

Şükür amelinin bizzat istenmesinin sebebi şudur: Bir nimeti, yaratıldığı şey için kullanmak, bütünüyle hikmetin gereğidir.

Şükrün başka bir sebep için yapılması ise, mevcut nimetlerin korunması ve artırılması içindir.

Özetle şunu söylemek istiyoruz: Şükür, nimeti, yaratıldığı alan ve hedefte kullanmaktır.

Kimin bütün halleri dengede olup her şeyi yerince ve gereğince yaparsa, o kimse hikmet ehli biridir. Hikmet, her şeyi ilim ve amel olarak olması gereken yere koymaktır.

Hayırlarda muvaffakiyet ancak yüce Allah'ın yardımı iledir.


OTUZ İKİNCİ BOLUM

TEVEKKÜL ve ONA BAĞLI HALLER

Kulu tevekküle sevkeden şey, onun Allahu Teâlâ'nın hiç kimseye muhtaç olmadan zâtı ile var olduğu ve zâtı dışındaki bütün varlıkları O'nun hayatta ve ayakta tuttuğunu bilmesidir. Ayrıca O'nun sonsuz ilmini, hikmetini ve kudretini bilmesi de kulu Allah'a tevekkül etmeye (güvenip dayanmaya) götürür.

Bu ilimden şu hal ortaya çıkar: Tevekkül eden kulun kalbi Allahu Teâlâ'ya itimat eder, O'nunla huzur bulur, O'na bağlı olduğu için bütün ızdırabı yok olur.

Tevekkülü ve ona ait halleri bilen kimsenin, sadece haram ve şüpheli olan şeylerden elini çekmesi gerekir. Tevekkül, çalışıp kazanmaya mani değildir.

Tevekkül çok şerefli bir hal olmakla birlikte, derece olarak tefvîzden (işi Allah'a havale etmekten) ve teslimden (ilâhî hükme boyun eğmekten) düşüktür. Çünkü tevekkülün gayesi, faydalı olanı ele geçirmek ve zararlı olanı def etmektir.

Tefviz ve teslimiyet ise; ilâhî emir ve yasaklara gönül hoşluğu ile boyun eğip itaat etmek ve Allahu Tela'nın kendisi için hükmettiği bütün işlerde iradesini terketmek-tir.

Bu konu ile alâkalı hallerden biri de sikadır. Mânası, bütünüyle kalbe yönelmek ve bütün işlerinde yüce Allah'a sadakatten, hakkı tasdikten ayrılmamaktır. Bu, bütün makam ve haller için mükemmel bir haldir.

Tevekkülle alâkalı hallerden biri de rızâdır. Rızâ ancak hükmedilen şeyin başa gelmesinden sonra olur. Tefvîz ve teslimiyet ise, hükmedilen şeyin başa gelmesinden önce olur.

Herkese farz olan rızâ, insanın başına gelen şeyleri tabiatı ile hoş bulmasa da ona aklı ile rızâ göstermesidir; çünkü sıkıntılı bir şeyden tabii olarak hoşlanmamak kulun ihtiyarı (iradesi) ile olmaz.

Kim, Allahu Teâlâ'nın kullarını dünya ve âhirette imtihan ettiği şeyleri aklı ile kötü görür yahut dili ile şikâyet ve tenkitle uğraşırsa günaha girer ve farz olan rızâ halinin dışına çıkmış olur.

Hayırda muvaffakiyet ancak yüce Allah'ın yardımı iledir.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

NİYET ve ONA BAĞLI HALLER

Niyet, imandan sonra dünyada ve âhirette en büyük saadete vesiledir. Bunu bilince, sana niyetin ne olduğunu bilmen gerekir. Ayrıca onu karıştıracak dünya ile ilgili kötü arzulardan koruman vaciptir. Niyeti, onun safiyetini zedeleyecek âhirete ait hedef ve gayelerden temiz tutman ise, müstehaptır.

Niyet, hedefleri birbirinden ayırmaktan ibarettir.

Kasd, himmeti (düşünceyi) ulaşmak istenen hedefte toplamaktır.

Azim, kasdı takviye etmek ve ona canlılık kazandırıp harekete geçirmektir.

İrade, işi engelleyen manileri ortadan kaldırmaktır.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

SIDK ve ONA BAĞLI HALLER

Sıdk, doğruluk demektir.

Bu sıfatı Allahu Teâlâ için düşündüğümüzde, o, zatî sıfatlardan olup yüce Allah'ın kelâmına ait olmaktadır.

Kul için sıdk (doğruluk), insanın gizlisi ile açık halinin, zahiri ile bâtınının aynı olmasıdır. Bütün manevî makam ve haller sıdk ile gerçekleşir. Hatta, çok büyük bir değere sahip ihlâs bile sıdka (doğruluk ve sadakate) muhtaçtır; sıdk ise hiçbir şeye muhtaç değildir; çünkü o, ibadetlerde İhlasın tam olarak gerçekleşmesidir. Allahu Te-âlâ'nın taat ve ibadetle istediği de budur.

Mesela, kul, namazını Allah rızası için kılmaya niyet eder, fakat namazda kalp huzurundan gafildir. Sıdk ise; kalbi yüce Allah ile huzur halinde tutarak ibadetle Allahu Teâlâ'nın rızasını istemektir. Buna göre; her sadık kul aynı zamanda ihlâslıdır; fakat her ihlâslı kul, sadık değildir.

Sıdk, infisal (ayrılma) ve ittisal (birleştirmeme), bağlama mânasına da gelir. Çünkü sadık kul, kalbini Allahu Teâlâ'dan başkasından ayırır ve sürekli Allah ile huzur haline bağlar.

Sıdk ile irtibatlı olarak tahkik hali vardır. Tahkik, manevî makam ve halleri birbirinden ayırt edip onları kalbi yabancılardan ve içinde bulunduğu hali zedeleyecek şeylerden temizlemektir.

Sıdkla ilgili hallerden biri de tefriddir.

Tefrîd, hiçbir ilim ve hale takılmaksızın, kulun kalbinin sadece Allahu Teâlâ ile olmasıdır. Bu kul, Allahu Te-âlâ'nın bütün mevcudatı yaratmada tek olduğunu, kudretinin her şeyi kapladığını müşahede ettiği için sadece O'na yönelip bağlanmıştır.

OTUZ BEŞİNCİ BÖLÜM

RIZA MAKAMI

Haris el-Muhâsibî (rah) demiştir ki: "Rızâ, Allahu Teâlâ kulda hükmünü icra ederken, kalbin sükûnet içinde (ilâhî tecelliye teslim) olmasıdır."

Zünnûn el-Mısrî (rah), şöyle der: "Rızâ, başa gelen ilâhî tecelliler karşısında kalbin sevinç içinde olmasıdır."

Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Allah'a rab olarak razı olan kimse, imanın tadını tatmıştır."78

Diğer bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Allahu Teâlâ hikmeti ile kalbin rahatlık ve sevincini rızâ ve yakînde yaratmış; kalbin hüzün ve elemini de şek ile ilâhî takdire kızmada yapmıştır."79

78 Müslim, "îmân", 56; Tirmizî, "îmân, 10; Müsned, I, 208.

79 Ebû Nuaym, Hilye, X, 42; Beyhaki, Şuâbü'l-îmân, nr. 207; İbn Ebü'd-Dünyâ, el-Yakîn, nr. 31 (Sahabeye ait mevkuf bir haber olarak)

Cüneyd-i Bağdadî (rah) demiştir ki: "Rızâ, kalbe ulaşan sağlam bir ilimdir. Gerçek ilim kalbe ulaşınca onu, Allah'tan razı olma haline götürür."

Rızâ ve muhabbet, korkuyla ümit gibi değildir. Rızâ ile muhabbet, dünya ve âhirette kuldan ayrılmazlar. Kul cennette de bu iki hali yaşar, onlara ihtiyacı bitmez.

İbn Atâ (rah) der ki: "Rızâ, Allahu Teâlâ'nın ezelde yapmış olduğu tercihe, kulun kalbinin sükûnet içinde tâbi olmasıdır. Hiç şüphesiz Allah kulu için en hayırlı olanı takdir etmiştir; öyleyse kul ilâhî takdire kızmayı terke-derek ona razı olmalıdır."

Ebû Türâb en-Nahşebî (rah) der ki: "Kalbinde bir parça dünya sevgisi bulunan kimse, Allah'tan razı olma haline ulaşamaz."

Serî es-Sakati (rah) demiştir ki: "Şu beş şey muka-rebbûn makamındaki velilerin ahlâkındandır:

1- Nefsinin sevdiği ve sevmediği hususlarda Allahu1 Teâlâ'dan razı olmak.

2- Allah'a sevilmek için her çareye baş vurmak.

3- Yüce Allah'tan haya etmek (utanmak).

4- Allah ile ünsiyet (özel yakınlık) içinde olmak.

5- Allah'tan başka bütün varlıklardan uzaklaşmak."

Fudayl b. iyâz (rah) der ki: "Rızâ, kulun bulunduğu derecenin üstünde hiçbir şey temenni etmemesidir."

İbn Sem'un (rah) da şöyle der: "Rızâ Hak ile; Hak'tan ve Hak için olur. Hak ile rızâ, yüce Allah'ın tedbir ve tercihine rızâ göstermektir. Hak'tan rızâ, yüce Allah'ın taksim ve verdiğine razı olmaktır. Hak için rızâ ise, ilâh ve rab olarak yüce Allah'a razı olmaktır."

Ebû Sâid el-Harrâz'a (rah), "Kul aynı anda hem razı hem de kızgın olabilir mi?" diye sorduklarında, şu cevabı vermiştir:

"Evet, kulun rabbinden razı iken, nefsine ve kendisini Allahu Teâlâ'dan alıkoyan her şeye kızgın olması caizdir."

Hz. Ali'nin (r.a) oğlu Hz. Hasan'a (r.a) biri gelerek, "Ebû Zer, 'Bana, fakirlik zenginlikten, hastalık da sıhhatten daha sevimlidir!' diyor, siz buna ne dersiniz?" diye sordu; Hz. Hasan (r.a) şöyle karşılık verdi:

"Allah Ebû Zerr'e rahmetiyle muamele etsin. Bana sorarsanız, bu konudaki görüşüm şudur: Kim bütün işlerini Allahu Teâlâ'nın güzel tercihine bırakmış ise o, Allahu Teâlâ'nın kendisi için seçtiği halden başkasını temenni etmez."

Hz. Ali (r.a) demiştir ki: "Kim, rızâ sergisi üzerinde oturursa (yani devamlı rıza halinde olursa) ona, Allah'tan asla bir sıkıntı ulaşmaz. Kim de devamlı ondan bundan bir şeyler isteme haline düşmüşse, o da hiçbir halde yüce Allah'tan razı olmaz."

Şiblî (rah), Cüneyd-i Bağdadi'nin (rah) yanında: "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" dedi. Cüneyd-i Bağdadî, "Senin bu sözün içinin (kalbinin) daralmış olduğunu gö-setiryor!" dedi. Şiblî, "Doğru söyledin" dedi. O zaman Cüneyd-i Bağdadî, "Kalbin daralması, ilâhî tecelliye razı olmamaktır!" uyarısında bulundu.

Cüneyd-i Bağdadi bu sözü, ona rızânın aslını hatırlatmak için söylemiştir. Durum böyledir; çünkü rızâ hali, kalbin genişleyip açılmasından ileri gelir.

Kalbin açılması yakîn nurundan kaynaklanır. Bu nur kulun iç âleminde yerleşince göğüs genişler, basîret (kalp gözü) açılır ve Ailahu Teâlâ'nın her işi en güzel şekilde tedbir ettiğini görür. O zaman kalpten ilâhî tecellilere kızma ve onlara karşı daralma hâlî çekilip alınır.

Kalbin açılması, içinde ilâhî muhabbetinin tadını taşır. Bu tadı tadan sadık kul, yüce sevgilinin bütün işlerine razı olur. Çünkü sevgili, sevdiğinin bütün işlerini kendi isteği ve tercihi gibi kabul eder. Sevgilinin yaptığı her iş, sevimlidir.

Hak âşıkları, bu yolda olmayan kimselerle içli dışlı olmaktan çekindikleri gibi, böyle kimselerin kendilerine hizmet etmesinden de hoşlanmazlar. Gerçek şu ki, onların yolunu sevmeyen kimse, çoğu kez, kendilerinden istifade etmekten daha çok, onlara bakarak zarara sebep olur.

Bir hadiste, "Mümin, müminin aynasıdır"80 buyurul-i muştur.

Sûfîler, ne zaman içlerindeki birinden ayrılık eseri görseler, ondan nefret ederler; çünkü ayrılık, nefsin ortaya çıkmasıyla meydana gelir. Nefsin orta çıkması, içinde bulunduğu vakitte gereken edebi zayi etmesindan

80 Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, nr. 239; Ebû Dâvûd, Edeb, 49; Tabâ-rânî, el-Mu'cemü'l-Evsat, nr. 2135; Heyserni, Mecmau'z-Zevâid, VII, 264.

kaynaklanır. Ne zaman dervişin nefsi ortaya çıkarsa, onun gerçek sûfîlerin yolundan çıktığını anlarlar ve o kimsenin vaktin edebini zayi edip, nefsini kontrol etmeyi ihmal ettiğine ve güzel edebi terkettiğine hükmederler. Bu durumda onun, biraz mücadele edilerek sûfîlerin arasına döndürülmesi gerekir.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam Gazali Hazretleri

Mesaj gönderen der-ya »

OTUZ ALTINCI BÖLÜM

GIYBETTEN SAKINDIRMA

Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Sizden biri, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiskindiniz değil mi? İşte gıybet de böyledir; öyleyse Allah'tan korkun ve birbirinizi gıybet etmeyi (arkadan çekiştirmeyi) terkedin.™

Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: Bir adam Hz. Peygam-ber'in (s.a.v) yanında oturuyordu. Efendimiz (s.a.v) ayağa kalktı, fakat adam kalkmakta zorlandı. Orada bulunanlardan bazıları, "Falancı ne kadar âciz bir kimse, oturduğu yerden kalkamıyor!" dediler. Bunu işiten Hz. Peygamber (s.a.v), "Kardeşinizin etini yediniz ve onu gıybet ettiniz!' diye onları uyardı.82

Nakledildiğine göre Allahu Teâlâ Hz. Musa'ya (a.s) şöyle vahyetmiştir:

81 el-Hucurât 49/12.

82 Beyhakî, Şuabü'l-îman, nr. 6733; Süyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, VII, 574.

"Kim gıybetten tövbe ederek ölürse o, cennete en son giren kimse olur. Kim de gıybette ısrar ederek ölürse o, cehenneme ilk önce giren kimse olur."

Anlatıldığına göre, İbrahim b. Edhem (rah) bir yemeğe davet edildi; o da davete katıldı. Meclistekiler, orada bulunmayan bir adamın gıybetini yaptılar. Bunu işiten İbrahim b. Edhem, "Bunu bana, insanların gıybet edildiği bir yerde bulunarak nefsim yaptı" diyerek oradan çıkıp gitti ve nefsine ceza olarak üç gün bir şey yemedi.

Şöyle denilmiştir: İnsanların gıybetini yapan kimsenin misali, bir mancınık dikip onunla iyiliklerini doğuya batıya atan kimseye benzer.

Şöyle anlatılmıştır: Kula kıyamet günü amel defteri verilir; içinde hiçbir hayır göremez. Bunun üzerine, "Benim namazım, orucum, taatim nerede?" diye sorar; kendisine şöyle denilir: "Yaptığın ameller, gıybetini yaptığın kimselere verildi."

Denilmiştir ki: "Bir mümin gıybet edildiği zaman, Allahu Teâlâ onun günahlarının yarısını affeder."

Şöyle nakledilir: Âhirette bir kula amel defteri verilir; içinde hiç yapmadığı birçok iyilik görür; bunları yapmadığını söyleyince, kendisine, "Bunlar, senin haberin yokken insanların senin hakkında yaptıkları gıybetin karşılığıdır" denilir.

Hasan-ı Basrî'ye (rah) biri gelerek, "Falan adam senin gıybetini yaptı" dedi. Bunu duyan hazret, adama bir tabak tatlı göndererek ona, "Duyduğuma göre sen (gıybetimi yaparak) bana iyiliklerini hediye etmişsin; bu tatlıyı o hediyene karşılık olarak gönderiyorum" demiştir.

Cüneyd-i Bağdadî (rah) şu hadiseyi anlatır:

"Bağdat'ta bir yerde cenaze namazı kılmak için bekliyordum. O sırada bir fakir gördüm, üzerinde ibadet ehlinin alâmeti vardı, insanlardan bir şeyler dileniyordu; içimden kendi kendime, 'Keşke şu adam kendisini dilenmekten kurtaracak bir iş yapsaydı, onun için daha güzel olurdu!" diye düşündüm, işim bitince evime döndüm. Gece virdim vardı, onu bitirince uyudum. O fakir adamı rüyamda gördüm; onu bir tepsi içine uzatmışlardı, bana, 'Onun etini ye, sen onun gıybetini yaptın!' denildi. Durumu anladım ve, 'Ben dilimle onun gıybetini etmedim; sadece içimden geçirmiştim' dedim. O zaman bana,

'Sen, kalbinden geçirmek şeklinde de olsa, kendisinden bu tür bir işe razı olunmayacak kimselerdensin; git adamdan helâllik iste' denildi. Sabah olunca adamı aramaya başladım; onu, yıkama esnasında su içine düşen sebze yapraklarını toplarken gördüm, kendisine selâm verdim, bana künyemle hitap ederek,

'Ey Ebü'l-Kasım, bir daha böyle bir şey yapar mısın?' diye sordu; ben, 'Hayır, yapmam' dedim. Bunun üzerine derviş, 'Allah bizi ve seni affetsin' dedi."
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Cevapla

“►İmam-ı Gazali◄” sayfasına dön