İSLÂM VE CİHAD

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

İSLÂM VE CİHAD

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

İSLÂM VE CİHAD
SELİM GÜRBÜZER
Allah rızası için ilimle, malla, dille, bedenen, kalben vs. yapılan mücadelenin adıdır cihad. İşte bu tanımda yer alan ‘Allah rızası için’ ifadesi tam da cihadın ana gayesini ortaya koyan can alıcı noktadır. Bu yüzden cihad asla macera kaldırmaz. Her ne kadar savaş deyince insanların zihninde yakıp yıkma, öldürmek vs. canlansa da ortada din, namus, mal ve vatanı korumak söz konusu olduğunda artık o savaş cihad olarak anlam kazanır. Hem nasıl öyle anlam kazanmasın ki, bikere cihad da tıpkı cenaze namazında olduğu gibi Müslümanlardan bir topluluğun cenaze namazını kılmasıyla birlikte diğerlerinin de omuzlarından bu yükümlülüğün düştüğü farz-ı kifaye hükmünde bir vecibedir. Yeter ki cihad Rızâ-i Bâri için yapılsın farz-ı kifaye’den maksat hâsıl olur da. Yok, eğer Rızâ-i Bâri için değil de kuru bir cihangirlik davası uğruna yapılıyorsa o cihad hiçbir anlam ifade etmeyecektir.
Evet, İslam’da ulvi gayeler uğruna girişilen mücadeleler ve savaşlar sadece cihad olarak kabul görmekte. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v) “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Yani cihaddan maksadın Îlây-ı Kelîmetullah olduğuna vurgu yapmıştır. Ki, Allah için yapılan mücadeleler tarihin altın sayfalarında yer alıp ebediyete mal olurken, dünyevi maksatlı bir hiç uğruna yapılan mücadeleler ise tarihin her döneminde saman alevi gibi parlayıp sönmeye mahkûmdurlar. Bu arada unutmayalım ki cihad her önüne gelinin ya da her aklı esenin ‘Hurra! Haydin cihada’ dediğinde hemen icabet edilip ardına düşülecek türden bir seferberlik emri değildir. Bu hususta ancak devlet çağrı yapabilir, asla fertlerin böyle yetkisi yoktur, olamaz da. Üstelik devlet çağrı yapacaksa da İslam hukukunun öngördüğü şu şartları göz önünde bulunduraraktan ancak o zaman cihad için yola koyulabiliyor:
- Düşmanın İslam dinini kabule yanaşmaması durumunda,
-Müslümanlarla gayrimüslimler arasında herhangi bir anlaşma veya emân’ın bulunmaması durumunda,
-Müslümanların cihad için yeteri güç ve donanıma sahip olması durumunda elbet.
Hatta devletin cihad için yola koyulmadan önce fert bazında da göz önünde bulundurması gereken bir dizi şartlarda söz konusudur. Şöyle ki; fıkhı kaynaklara bir göz attığımızda çocuklar, ihtiyarlar, zayıflar, hastalar, körler, topallar, azık veya bineği (vasıtası) olmayanlar, kadınlar ve kölelerin (efendileri izin verirse cihada katılabilir) cihada katılmamaları icab eder, yani katılmaları şart değildir. Ancak öyle olağanüstü zaruret durumları vardır ki, mesela genel seferberlik halinde köleler, kadınlar, âlimler ve savaşabilecek muktedir çocuklar da cihada katılmaları gerekebilir. Madem öyle, bilhassa bu tür durumlarda Allah için çıkılacak sefer için yediden yetmişe hemen herkesin sorumluluğun gereğini yerine getirmesi lazım gelir. Bir adam düşünün ki cihaddan muaf olmadığı halde kendi adına ücret karşılığında adam tutmuş ya da kiralamaya tevessül etmiş olsun böyle bir durum şer’an caiz değildir. Hatta ücret mukabilinde kiralama vuku bulmuşsa da savaş sonrası dağıtılacak ganimet mallardan pay alamayacaktır. Nasıl ki bir Müslüman cihad esnasında siper kazdığında ya da istihkâm türü yaptığı işlere karşılık bile ücret alamıyorsa aynen öyle de ücretle kendi adına cihad için tutan bir adamında ganimet mallarından pay alamaması son derece gayet tabiidir. Malum alınsa alınsa sadece harbin haricinde yapılan işler için şer’an ücret alınabiliyor. Şayet işin içinde zimmî söz konusuysa bu durumda işin rengi değişir elbet. Yani ister harbin içinde olsun ister harbin dışında hiç fark etmez her iki durumda da zimmînin ücret alması hakkıdır. Hatta şu da var ki, veliyyül’emr ortada hiç bir şey yokken mücahitlere hazineden ulufe dağıtmasında şer’an hiç bir mahzur yoktur. Bilakis İslam hukukunda mücahitlerin gaza ruhunu artırmaya vesile olacağından tenfil kapsamında bir uygulama olarak karşılık bulur.
Bu arada şunu belirtmekte fayda var, mücahitlik vasfı kazanmak için illa ki Müslüman olmak şarttır. Peki, iyi hoşta bir şahsın veya topluluğun Müslüman olup olmadığını nerden bileceğiz dendiğinde şayet bir insan:
-İslam’ı kabul ettiğini apaçık ikrar etmişse,
- Müslümanlarla beraber aynı safta cemaat olmuşsa
-Ana, baba veya tabiiyeti Müslüman’sa bu tür işaretler hakkında Müslüman olduğu kanaati oluşmasına ziyadesiyle kâfidir. Hiç kuşkusuz Müslüman olma şartı sadece mücahitliğe has bir keyfiyet değildir, diğer dini vecibelerde de, mesela ‘Hacılık’ vasfı kazanmak içinde şart bir unsurdur. Kim bilir bir gün gelir kendileriyle savaşılacak gayrimüslimler Müslümanlık şereflenir düşüncesiyle gaza meydanında daha kılıçlar kınından çıkmaya kalmadan ilk önce İslam’a davet çağrısı yapılması İslam hukukunun gereği bir uygulamadır. Şayet çağrının gereği olarak davete icabet edip kabul ederlerse ne ala, icabet etmezlerse bu kez onlara cizye (güvence bedeli) karşılığında İslam’ın ahd ve himayesi hatırlatılır. Yok, eğer buna da yanaşmazlarsa artık bu noktadan sonra savaş kaçınılmaz olur. Hiç kuşkusuz İslam dininden haberdar olmamış gayrimüslimlerde bu hükme dâhildir. Fakat oldu ya gayrimüslimlere ve küffara daha İslam’a daveti ulaşmadan ansızın Müslüman yurduna baskın yaptıklarında zaten bu durumda davete fırsat kalmayacağından derhal karşı atağa geçmek şart olur. İşte görüyorsunuz savaş öncesi İslami hassasiyet denen hadise budur.
Peki ya savaş sonrası? Malum savaş öncesi hukuku kurallar neyi gerektiriyorsa savaş sonrası hukuku kurallarda onu gerektirir. Mesela savaş sonrası hayatta kalanlar gazilikle şereflenirken hayatta kalmayanlarsa şehitlikle şereflenirler. Hatta bu öyle paha biçilmez bir şereftir ki şehit naaşları yıkanmaksızın üzerindeki elbiseleriyle birlikte toprağa verilirler. İşte şehitlik bu denli kutsi ve yüce makamdır. Ki, Peygamberlik makamından sonra gelen en üst mertebelerden biri de şehitlik makamıdır. Derken bu defin işlemlerin akabinde fethedilen toprakların imar ve inşa faaliyetine geçilir. Nitekim bir yerde maddi ve manevi inşa faaliyeti varsa bu demektir ki o yer yeni nazlı vatanımızdır. Dahası şahıs planında savaş sonrası hayatta kalanlar için gazi, ölenler için şehit ismi ne anlam ifade ediyorsa, coğrafi planda ise ele geçen topraklar için daru’l-İslam, kaybedilmiş topraklar için daru’l-harb denilmesi de o dur. Nasıl mı? Bir kere ister savaş öncesi ister savaş sonrasında olsun Müslümanlarla bir ahitleşme (anlaşması) ya da herhangi bir sözleşme bulunmayan gayrimüslimlerin hâkimiyeti altında bulunan topraklar daru’l-harb olarak adlanır. Malum bu isme uygun o coğrafyanın ahalisi de harbî (küfür ehli) sıfatıyla anılır. Şayet bir daru’l-harb topraklar feth edilip akabinde cuma, bayram vs. gibi İslami hükümlerin icra edildiği bir mekân hale gelmişse, o topraklar artık daru’l-harb olmaktan çıkıp daru’l-İslam vasfı kazanmış sayılır. Elbet bunun tam terside mümkün, yani şartlar oluştuğunda daru’l-İslam’dan daru’l-harb konuma geçmekte söz konusudur. Ancak bir daru’l-İslam ülkesi daru’l-harb özelliği kazanması için şu aç temel şart aranır;
-Daru'l-harbe bitişik sınır olması gerekir,
- İçerisinde şirk ve küfür ahkâmının icra edilmesi gerekir,
-Evvelinden bile olsa içinde emân, emin bir Müslim ve zimmî kalmamış olması lazım gelir. Kelimenin tam anlamıyla bu üç temel şart gerçekleşmedikçe o topraklar daru’l-harb olarak yaftalanamaz. Hele bir belde darul-İslam olmaya görsün artık o bölge gayrimüslimlerin eline geçmiş olsa da o üç şart vuku bulmadıkça o ülke için yine daru’l küfür denilmez. Besbelli ki, İslam mührü gittiği yerlerde kolay kolay silinecek türden bir iz değildir.
Peki, emân dileyenler hakkında hüküm nedir? Malum her ne kadar emân; özel emân ve genel emân diye iki ana başlık altında kategorize edilse de gerek öncesi olsun gerekse cihad sonrası olsun sonuçta emânında belli başlı hukuku şartları söz konusudur. Şöyle ki:
- Düşmana emân verecek bir şahsın Müslüman ve akıl baliğ olması şarttır.
-Eman dileyen bir gayrimüslime karşı bir Müslüman’ın “sana emân verdim, sen eminsin” ya da “geliniz, korkmayınız veya parmakla gökyüzüne işaret etmek” gibi insani bir yaklaşımla emân (güvence) vermesi de şart hükmündedir.
-Emân verdikten sonra muharip düşmana verilen güvencenin harfi harfine yerine getirilmesi de gerekir. Ki bir Müslüman için söz senet hükmündedir. Dolayısıyla sözün bittiği noktada ne emân hakkı olanlar öldürülür, ne çoluk çocukları esir edilir, ne de mal ve namuslarına halel getirilir. Bakınız İmam Muhammed bu hususta şöyle der: “Müslümanlardan bir zat bir guruba emân vermiş olduğu halde bundan haberdar olmayan diğer Müslümanlar baskın yapıp emânın malına el koymuşsa iadesi gerekir, erkeklerini öldürmüşse diyetini öder.”
- Eman hadisesinde esir düşen kadınların da teslim edilmesi gerekir. Ancak bunun bir istisnası var ki, kadınların her biri üç hayız görmemişse teslim edilmez, bu müddet içerisinde erkek olmayan yed-i adile (yed-i emin-emin el) emanet edilir. Bilhassa emanet edilecek kadın yaşlı olması tercih edilir. Şayet kadınlarla cinsel ilişkide bulunulduysa mehri verilir.
Bir Müslüman kendi başına buyruk kesilip düşman ülkesinden bir mal veya bir kadını zorla daru’l-İslam’a getirmeye kalkıştığında sanmasın ki bunlar üzerinde sahiplik hakkı kazanır. Bir kere İslam’da ahde vefa esastır, dolayısıyla hiç kimse kendi başına buyruk kesilip sahiplik hakkı elde edemez. Kaldı ki bu yabancı elçide olsa hüküm değişmez. Sonuçta adı üzerinde elçi, İslam hukuku gereği emin muamelesi görürde. Malum, barış ve arabuluculuk işlemleri elçi vasıtasıyla gerçekleşebiliyor. Yeter ki, elçi ajan olmasın, elçiye zeval olmaz da. Her ne kadar dille ben elçiyim demek yeterli olsa da, yine de bir elçinin herhangi bir tereddüde meydan vermeksizin vesika ibraz etmesinde fayda var. Esasen emân bir tür akit hükmünde bir vesikadır. Ancak verilen emân'ın maslahata aykırılığı ortaya çıkarsa, Veliyyül’emr o emânı usulü kaidesince iptal eder.
İşte görüyorsunuz savaş hayatın bir gerçeği. Keza barışta öyledir. Dolayısıyla savaşan taraflar arasında sulh vuku bulduğunda barış sürecini Hudeybiye anlaşmasının on sene ile sınırlı tutulmasında olduğu gibi uzun ya da kısa tutulabilir. Şayet kısa tutulacaksa bu süre yaklaşık dört aydır. Ve bu süre dolduğunda da, hemen geçici anlaşma bitti diye alelacele gayrimüslimlere harbi muamelesi uygulanmaz, bir şekilde güvenlik koridoru oluşturup ülkelerine dönünceye kadar yine emin ellerde güvence altında tutulurlar. Velev ki geçici anlaşmayı bozan taraf düşman cenah olsa bile himaye altında tutulan rehineler öldürülmez, icabında serbest bırakılır da.
Evet, savaş dedik barış dedik, sırada fetih var elbet. Malumunuz, fetih denilince genellikle bir yeri ele geçirmek akla gelse de, aslında fetih savaş ve barışın üstünde açılım demektir. Mesela bu hususta uygulamalara baktığımızda şayet feth edilen topraklar zor kullanılarak ele geçirilmişse Veliyyül’emr’in ya bu toprakları cizye karşılığında gayrimüslim halka bırakıldığını, ya haraç almakla iktifa edildiğini (yeterli bulunur), ya da ganimetlerin gazilere taksim edildiğini görürüz. Nitekim Allah Resulü kendi döneminde Hayber arazisinin taksiminde bir kısmını gazilere, bir kısmını ise beytülmal (Hazinenin) masraflarına ayırmıştır. Ancak İslam’ın ileriki dönemlerinde Hz. Ömer (r.anh) bu uygulamadan farklı bir uygulama izleyip fethettiği Irak topraklarından cizye ve haraç almakla yetinmiştir.
Yine bir başka önemli husussa fetih sonrası elde edilen ganimet mallar mevzusudur. Malumunuz harbilerle yapılan savaş sonunda ellerinden cebren alınan mallar ganimet kapsamında işlem görür. İşlem görmesi de gayet tabiidir. Sonuçta ortada kan dökülmüşlük denen hadis yaşanmıştır, illa ki bunun bir bedeli olup mutlaka savaş sonrasında ele geçirilen ganimet malların şer’an kaçta kaç oranında dağıtılacağı işlemine geçilmesi icab eder. Derken belirli ölçüler çerçevesinde ganimet malların paylaşımında 1/5 nispetinde fakir, yetim ve parasız kalmış yolculara dağıtılırken diğer geri kalan kısmı ise mücahitlere dağıtılmak üzere; birer hisse piyadeye, ikişer hisse süvariye, bir hisse kumandana verilmek suretiyle sorumluluk yerine getirilmiş olur. Hiç kuşkusuz bu sorumluluk yerine getirilirken de ordu kumandanının Veliyyül’emr’in izni doğrultusunda ganimet malları mücahitlere taksim (pay) etmelidir, zaten aksi bir durum düşünülemez de. Çünkü İslam’da ulu’l-emre itaat şarttır.
Peki ya, fetih sonrası esirlerin durumu? Malum, Veliyyül’emr esirler hususunda serbesttir, dilerse;
-Tümüyle hepsini ortadan kaldırır,
-Köle ve cariye edilmeleriyle yetinir,
-Müslüman esirlerle takas edilir,
-İslam’ın ahd ve emânı hükmünce hürriyet hakkı tanır.
Nitekim bu hususta Hasan-ı Basri (r.anh.) şöyle der: “Esirleri düşmanı korkutmak amacıyla daru’l-harb sınırları içerisinde öldürülebilir. Fakat daru’l-İslam’da öldürülemez, şayet öldürülürse bu mekruhtur.” Bir diğer tercih edilen bir diğer görüş de Veliyyül’emr esirlerin öldürülmesi hususunda maslahat üzere hareket etmesi gerektiğidir.
Şu bir gerçek, savaşta olsa ordunun en üst komuta kademesinden tutunda en alt kademesinde ki neferine kadar herkesin kendi payına düşen görev ve sorumluluğu üstlenmesi gerekir. Bu yüzden cihad deyip geçmemek gerekir, hem savaş öncesi hem de savaş sonrası yerine getirilmesi gereken bir takım hukuki kuralların var olduğunu bilinmesi lazım gelir. Madem öyle, o halde şimdi yeri gelmişken sormak lazım, acaba bugün ben mücahidim diye ortaya çıkanlar İslam’ın cihadla ilgili hukuki kuralların hangi noktasındalar. İşte durumlarını görüyorsunuz en temel hukuki kurallardan bile bihaber olan uluorta çıkan sahte mücahitler ne hakla cihaddan söz ederler doğrusu şaşmamak elde değil. Yukarıda da belirttiğimiz üzere İslam’da değil savaşanların esir düşenlere ait bir dizi hukuku kurallar manzumesi söz konusudur. Düşünsenize bir esirin savaş hukukundan bihaber sözde mücahidin eline düştüğünü, vay o esirin haline, kim bilir o esirin başına neler gelecektir. İşte bu yüzden kural, ölçü, usul şart diyoruz. Şöyle dünya sathını karış karış taradığınızda İslam’ın dışında hiçbir dünya görüşü ve hiçbir akım böylesi kural, ölçü ve kaideler ortaya koyamamışlardır. Bir kere geçmişlerine baktığımızda gelecekte de neler yapabileceklerini az çok tahmin edebiliyoruz. Bakınız İsrail oğulları tarih boyunca elinde tuttukları esirleri işkencelerle öldürmüşler, bugünde aynısını yapmaktalar, işte Filistinlilerin yaşadıkları zulüm bunun en bariz delili zaten. Yine öyle ülkeler de var ki, elde ettikleri esirleri birbirine zincirlerle bağlayıp kırbaç altında inim inim inletip çalışma kamplarında çalıştırmışlar, bugünde farklı metotlarla inim inim inletiyorlar.
Evet, İslam, esirlere eziyet edilmesine asla tasvip etmez ve şiddetle men eder. Zira Rasulüllah (s.a.v) bu hususta; “Köle ve cariyelerinize yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, içtiğinizden içirin” diye beyan buyurmuşlardır. Hatta Allah Resulü bu hususta ümmetini “onlara zulmetmeyin” diye uyarmış ta. Hele savaş öncesi Müslüman olan biri esir olduğunda; ne öldürülmesine, ne de köleleştirilmesine izin verilir. Bir esir ancak savaş sonrası Müslüman olmuşsa köle hükmüne tabiidir. Ve bu kölelik gazinin hakkı olması hasebiyledir. Ama gazi dilerse kölesini azat edebilir, bunun dışında kölelik sakıt olmaz (düşmez).
Bir mücahid düşünün ki, esir düşen bir muharibi (savaşanı) ortada hiçbir gerekçe olmadan durduk yerde öldürmüş olsun, hakkında tazir gerekip diyet ve tazmin türünden kefaret uygulanmaz. Keza nefsi müdafaa durumda öldürdüyse ise bu durumda tazir gerekmez. Malum esiri öldürmek yetkisi ancak Veliyyül’emr’e ait bir tasarruftur. Nitekim bir kumandan da esirlerin isyan etmelerinden veya düşman kuvvetlerin gelip bunları kurtaracağından endişe ettiğinde öldürme yoluna gidebilir. İcabında düşmana esir düşen Müslüman’ı kurtarma karşılığında; para, silah, hayvan verme gibi yöntemleri uygulandığında da, bu da şer’an caiz hükmündedir.
Madem bunca savaştan söz etmişken, cihatla ilgili ayetlere bakmakta yarar var. Zira Yüce Allah Teâlâ cihad hakkında şöyle beyan buyurmakta:
-Kendilerine karşı harp açılan Müslümanlara zulme uğradıkları için cihada izin verilmiştir. Allah Teâlâ’da onlara yardım etmeye elbette kadirdir. O Müslümanlar ki Rabbimiz Allah Teâlâ’dır demelerinden başka bir sebep yokken haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır (Hacc:39).
-Sizinle savaşanlarla da Allah yolunda muharebe ediniz, fakat haksız yere tecavüz etmeyiniz. Çünkü Allah mütecavizleri sevmez (Bakara:3).
-Fitne kalkıp din tamamıyla Allah için oluncaya kadar onlarla cihat ediniz ve eğer onlar o kötü hareketlerine nihayet verirlerse şüphe yok ki Allah Teâlâ onların yapacaklarını görücüdür, layık oldukları mükâfatı verir (Enfal:39).
-Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatılırsa sizde o küfrün elebaşlarına karşı savaş açınız. Şüphe yok ki, onların yeminleri yoktur. Belki bu harp sebebiyle şu fena hareketlerine nihayet verirler (Tevbe:12).
-Müşrikler, sizinle topyekûn savaştıkları gibi sizde onlara karşı topyekûn savaşınız ve biliniz ki Allah Teâlâ, muttakilerle beraberdir (Tevbe,36).
İşte ayetlerden de anlaşıldığı cihad her Müslüman’a farz olduğu gibi savaş öncesi ve savaş sonrası uygulanacak kurallara uyulması da şarttır. Hele bilhassa hiç bir Müslüman cihad esnasında kendi başına buyruk kesilip kafasına göre hareket edemez. Ortada bir savaş stratejisi mi söz konusu o stratejiye sabırla uymak gerekir. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) yürüttüğü savaş stratejinin gereği öyle olurdu ki yaptığı bazı gazalarda gün batımına dek beklemeyi ihmal etmezdi. Keza Ashabına yukarıda zikredilen ayetlerin ışığında cihad hadisesinin özünü şöyle izah etmiştir:
“Ey İnsanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah Teâlâ’dan afiyet temenni ediniz. Fakat düşmanla karşılaşınca sabr ediniz ve biliniz ki, cennet, şüphesiz kılıçların gölgesi altındadır.” Sonrasında ise elini açıp Allah’a şöyle dua ederdi; ‘Ey kitabı indiren bulutları yürüten fırkaları hezimete uğratan Allah’ım o düşmanları hezimete uğrat, bizlere de o düşmanlara karşı yardım ihsan buyur’ (sahihi buharı ve Müslim).
İSYANCILAR
İslam fıkhında Veliyyül’emre karşı isyan eden her kim hangi grup olursa o grup ‘Buğat’ olarak addedilir. Böylece Buğat’ın işgal edip hâkimiyeti altına aldığı yerler daru’l bağy olarak nitelenirken adil yönetimin hâkimiyeti altında bulunan yerler ise daru'l-adl olarak ad alır. Mesela buğat kapsamında Haricileri örnek verecek olursak, İslam tarihine şöyle baktığımızda Harici gurupların kendi kafalarına göre Kur’an ayetlerini yorumlayaraktan Müslümanlardan kendilerine tabi olmayanların katl edilmesi, mallarının alınması, zürriyetlerinin esir edilmesi gibi İslam ahkâmına aykırı bir zihniyete sahip guruplar oldukları görülür. Zaten Harici demek huruç eden yani başkaldıran demek, bu nedenle Haricilerin ismine uygun davranış içerisine girip isyancılarla birlikte anılmasına şaşmamak gerekir. Ki, onlar Hz. Ali (k.v)’in halifelik dönemi boyunca o’na hiç rahatlık vermedikleri gibi birde bunun üstüne üstük başkaldırıp tarihi süreç içerisinde hayatlarını Müslüman kanı dökmekle geçirmişlerdir. İşte Haricilerin Müslüman kanının akıtılmasına yönelik yaptıkları kanlı şiddet eylemlerinden hareketle bağy meselesinin ne kadar mühim bir mesele olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Mademki İslam âlemi bu denli problemli bir meseleyle karşı karşıya kalmış, o halde her devirde iş başına gelecek Veliyyül’emirler bu ve buna benzer ibretlik olaylardan ders çıkarıp, isyancıların savaş hazırlığı içinde olduklarının istihbaratını aldığında derhal gereğini yapıp asla ipe un sermemelidir. Dahası yakalamaysa yakalama, inlerine girmekse girmek, her ne gerekiyorsa tüm başkaldırma girişimlere yönelik önleyici ferman çıkarmalı da. Aksi halde inlerine girme noktasında en ufak bir gecikme veya ihmalkârlık Allah korusun daru’l-adl’in haince saldırılarına maruz kalıp ele geçirilmesine yetecektir. Bu arada İslam hukuki gereği isyancılar inlerinden çıkarıldıklarında yaptıklarından pişmanlık duyup tövbe edinceye kadar haps edilmeleri de gerekir.
Peki, isyan fikri daha henüz azmetme veya uygulama aşamasında değil de sadece niyet bazındaysa ne yapmalı derseniz, malumunuz şeriat zahire hükmeder, bu durumda elbette ki niyet okuyaraktan adeta üzerlerine çullanaraktan baskın yapılamaz. Haklarında bir hüküm verebilmek için illa ki elle tutulur, gözle görülür sağlam delillerle isyana teşebbüs ettikleri tesbit edilmesi gerekir ki gereği yapılabile. Bir başka ifadeyle daha işin başlangıç aşamasında herhangi isyan kalkışması bir emare bulunmayıp daha henüz düşünce aşamasında olan oluşumlar hakkında asla fiziki baskın yapılmaz, sadece takibe alınması gerekir. Velev ki isyan edeceklerini dile getirmiş olsalar da ortada henüz bir fiili durum gerçekleşmediği müddetçe yakalama emri de verilmez. Kelimenin tam anlamıyla potansiyel isyancı oluşumlar sadece savaşa hazırlık içerisinde olduğu tespit edildiğinde takibe alınabiliyor. Şayet takip edilmezlerse ihanet çetesinin ortaya koyacağı planlara karşı hazırlıksız yakalanılmış olur ki; ilerisinde önü alınamaz pek çok felaketlere davetiye çıkarılmış olur.
Bağiler barış talebinde bulunursa reddedilmez, Müslüman kanının dökülmemesi göz önünde bulundurularaktan bu talebi kabul etmek en doğrusudur. Ancak bu teklif para karşılığında bir teklifse asla caiz değildir. Zira kardeşliğin tesisi para ile değil gönül gönüle kaynaşmakla mümkün. Nedeni gayet açık; hıyanetlikle (ihanetlikle) İslam’ın kardeşlik kavramı asla bir araya gelemeyecek iki zıt kavramlardır. Hiç kuşkusuz dar’ul adl şemsiyesi altında yaşamak için ahde vefa esas olduğu gibi gerektiğinde Yunuşçasına sevgiden anlamayanlara karşı Yavuzcasına tavır koymakta vardır.
Ele geçirilmiş ya da yakalanmış bağiler (isyancılar) hakkında Veliyyü’lemr serbesttir; dilerse öldürür, dilerse de tövbe edinceye kadar haps eder. Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki; ele geçirilmiş bağilere köle ve cariye muamelesine tabii tutulamaz, malum kölelik ve cariyelik Müslüman olmayanlara yönelik bir hükümdür.
Silahını bırakıp emân dilemiş her kim olursa olsun artık bu noktadan sonra katline ferman okunmaz. Kaldı ki silahı bırakmak bile emân dilemek gibidir. Dolayısıyla bir baği emân dilediği halde kasten öldürülürse diyet lazım gelir. Şer’an sadece emân dilemeyip silahını bırakmamış bir baği (isyancı) öldürülebiliyor.
Bir kere bir baği otoriteye başkaldırmış ya da ihanet etmiş olmakla İslam dairesinden çıkmış sayılmaz. Zira başkaldırmak ve dinden çıkma aynı mana içermez. Nitekim biri cürüm işlemekle alakalı bir fiili durum, diğeri itikadı konuyla alakalı bir husustur. Dolayısıyla bir baği için mürtedlik hükmü uygulanmaz, bilakis işlediği fiile karşılık gelen hüküm neyi gerektiriyorsa o uygulanır. Mesela bir baği daha henüz mevzi almış aşamada ortada telef ettiği herhangi bir mal ya da kan akıtmışlık söz konusuysa kendisinden hem mal, hem de kan bedeli tazmin edilir. Şayet mevzisinden çıkıp fiili aşamaya geçtiğinde ehl-i adl’den birinin malını telef etmişse bu durumda tazmin gerekmez.
Peki ya gayrimüslimler? Malumunuz gayrimüslimlere yönelik uygulanan cizye (güvence bedeli) aç gözlülükten dolayı alınan bir bedel değil elbet, bilakis gayrimüslimlerin taklit ehli (zimmet ehli) olmalarına binaen ve Müslümanlarla bir arada yaşamalarının karşılığında İslam’a ısındırma amaçlı bir bedel uygulamasıdır. Hele ki gayrimüslimlerin yurt savunmasından muaf tutulmaları göz önünde bulundurulduğunda, onlardan cizyenin alınması son derece gayet tabii bir durumdur. Düşünsenize zimmet akdi kazanmış zimmî hükümdar bile bir bakıyorsun İslam’ın bu adl uygulaması sayesinde kendi köleleri üzerinde ki sahiplik hakkını koruyabiliyor. Yeter ki bir zimmet ehli (zimmî) ahdine sadık kalsın; malı, canı, namusu adl ülkesinde emin ellerde (Müslümanların güvencesi altında) ömür boyu devam eder de. Zaten zimmet akdinin ruhunu mal, can, namus, inanç dokunulmazlığı oluşturur. Ancak bunun bir istisnası var ki, o da Arabistan yarımadasında gayrimüslimlerin yerleşmeleri, kilise, manastır, tapınak gibi mekânların inşasına ve varlığına müsaade edilmemesi hususudur. Besbelli ki bu istisnai yasak haram beldesi olması hasebiyle lokal bir alanla sınırlı kalan bir hükümdür bu. Dahası İslam’ın kutsal topraklarda bir güneş misali doğmuş olmanın ilk saflığını korumaya yönelik bir hassasiyetin neticesi bir uygulamadır. Bu yüzden Haram bölgesi ticari boyut yönüyle girip çıkılan gözüyle değerlendirmek yanlış olur. Nitekim bir zimmînin iç ve dış ticari faaliyetleri hususunda fıkhı kaynaklara baktığımızda; bir zimmî İslam toplumunda haram olarak bilinen içki, domuz gibi şeyleri bir gemiye yükleyip Dicle, Fırat nehirleri yoluyla İslam beldesinin ortasından geçirdiğinde ticari faaliyetine engel olunmaz. İşte bu misalden hareketle şu bir gerçek İslam’da şer’i hukuk kurallara uyma noktasında zimmîye zor kullanma veya herhangi bir yaptırım söz konusu olamaz, sadece Müslüman’a zorlama ve yaptırım vardır. Çünkü şer’i hükümler sadece Müslüman’ı bağlar. Bu yüzden bir zimmîye Müslüman olması yönünde sadece usulü kaidesince telkin ve tebliğ etmek vardır, kabul ederse hem İslam’la şereflenmiş olur hem de zimmet akdi kendiliğinden düşer de. Şayet bir baktık zimmî tekrar daru’l-harb saflarına iltihak edip aslına rücu etmiş, bu durumda elbette ki hakkında tekrar mürted ahkâmı cari (geçerli) olur. Böylece bu kişinin daru’l-İslam’da karısı varsa o da boşanmış olarak addedilip malları varisleri arasında taksim edilir de. Ancak o kişi bir şekilde yakalandığında mürted hükmü düşeceğinden öldürülmez, bu kez sadece köle olarak muamele görür. Oldu ya, kölelik süresince yaptıklarından pişman oldu, bu durumda elbette yeniden zimmet akdi hakkı kazanmış olmakla birlikte bu hak ediş geriye dönük uygulanmak manasına bir hak ediş değildir. Yani daha önceden varislerine pay edilen malları geri alamayacağı gibi tüketilmiş malları da tazmin edemez.
Zimmet hususunda unutulmaması gereken bir başka ayrıntı da, bir zimmî’nin cizye ödemekten imtina etmesiyle (çekinmesi) birlikte zimmet akdinin düşmüş olmayacağı hususudur. Zira zimmet söz veya imayla bozulacak bir akitleşme değildir. Kaldı ki bir zimmî, bir Müslüman’ı kasten öldürmekle, kadına tecavüz etmekle ya da casusluk yapmakla da zimmet akdi düşmez, sadece işlediği fiillere karşılık gelen şer’i ceza neyse o tatbik edilir.
MÜSTE’MİN
Müste’min kendi ülkesinden bir başka ülkeye izin ile girip emân (güvence) hak kazanmış manasına gelen bir kavramdır. İstiman ise emân dilemek manasına bir kavramdır.
Malumunuz fıkıh kaynaklara baktığımızda müste’min olanlarda kendi içinde şöyle kategorize edilir:
-Daru’l-harbe özel bir izinle girmiş Müslümanlar,
-Daru’l-harbe emânla girmiş zimmîler,
-Daru’l-harbten dar’ul-harb’e izin alıp girmiş gayrimüslimler,
-Daru’l-İslam’a emân dileyip girmiş zimmîler.
İşte bu sıralananlar arasında son tasniften yola çıkacak olursak bir zimmî’nin kendi başına buyruk kesilip daru’l-harbe iltihak etmesine müsaade verilmez. Ancak bir harbi’nin ticaret, sanat gibi maksatlarla daru'l-İslam’a girişine uzun müddet ikamet etmemek kaydıyla izin verilebilir. Tabii burada uzun süre ikamet etmemekten maksat casusluk şüphesine meydan vermemek manasınadır.
Bir müste’min eşiyle birlikte İslamiyet’i kabul ettiğinde beraberinde getirdiği çocuklar buluğa ermemişse Müslüman ülkenin tebaası muamelesi görür. Ancak buluğa erdiğinde tabiiyet son bulur.
Bir müste’minin Müslümanların aleyhine olabilecek nitelikte herhangi bir eşyanın daru’l-harbe götürülmesine asla izin verilmez.
Bir müste’min daru’l-İslam’a kendi rızasıyla gelip kendisine tanınan müddetten fazla ikamet ettiğinde kendiliğinden zimmet akdi gerçekleşmiş olarak kabul görür.
Bir müste’min daru'l-İslam’da arazi-i haraciye satın almakla hakkında zimmet akdi gerçekleşmiş sayılır. Ancak arazi-i Haraciye için ödemesi gereken haracı tahsil etmeyip ya da sattığında zimmet akdi kabul etmiş sayılmaz. Keza bir müste’min arazi-i haraciye topraklardan kiralayıp ektiğinde de zimmet akdi işlemi vuku bulmaz.
Zimmet akdi kazanmış bir müste’min harbilere iltihak edemez. Ancak bulunduğu yere dönmek kaydıyla ticaret yapmasına izin vardır.
Bir müste’mine eziyet vermek ya da zor kullanma gibi bir davranışa izin verilmez. Hatta bırakın zor kullanmayı gıyabında kötü söz söylenmesine de müsaade edilmez. Çünkü müste’mini itibarsızlaştıracak herhangi bir dil yarası İslam’da Müslüman’a yapılandan daha kerih bir fiil olarak karşılık bulur.
Daru’l-harbde iki Müslüman’dan biri diğerini kasten öldürürse kısas gerekmese de, diyet mutlaka gerekir. Zira olay daru’l-harbte vuku bulmuştur. Hatta daru’l-harbe yolu düşen bir Müslüman’ın, müste’min bir Müslüman’ı öldürdüğünde de hüküm aynıdır. Tabii bu hüküm İmamı Azam’ın dile getirdiği bir hükümdür, İmameyn’e göre ise kısas gerekir. Şayet bir Müslüman veya zimmî, daru’l-İslam’da bir harbi’yi öldürürse kısas lazım gelmez. Zira harbi kısas hususunda zimmî ve Müslüman’a denk düşmez, yani bunun anlamı kısas eşitler arasında uygulanan bir cezai müeyyidedir.
Daru’l-İslam’da vefat eden bir müste’min’in malları varislerine verilmek üzere muhafaza edilir. Şayet müste’min’in varisi yoksa mallar beytülmale aktarılır.
Müslümanlar aleyhine casusluk yapmamak şartıyla emân (sığınma, güvence) dilemiş bir müste’min, daha sonra casusluğa cüret ettiğinde emânı zail olur. Bu durumda Veliyyül’emr dilerse esir edip ganimet almakla yetinir, dilerse ibreti âlem maksadıyla asıp öldürür. Şu da var ki, casuslukla suçlanan bir müste’min’in casusluğu ispata muhtaçtır, yani hakkında delilsiz asla ceza verilmez.
Bir müste’min, daru’l-İslam’da bir Müslüman’ı veya zimmîyi kasten öldürürse kısas gerekir. Çünkü daru’l-İslam’a gelmekle İslam hukukunu kabul etmiş sayılır.
Daru’l-İslam’da iki müste’minden biri diğerini kasten öldürmekle kısas cari olur. Çünkü aralarında eşitlik söz konusudur
Bir müste’min’in varisi bulunmazsa terekesi (mal geliri) beytülmale ait olur.
Bir müste’min daru’l-İslam’da vefat ettiğinde ardından bıraktığı mallar varisleri ister darü’l-harbte olsun isterse daru’l-İslam’da hiç fark etmez o mallar varisleri adına muhafaza edilir de.
Anlaşılan savaş deyip geçmemek gerekir, işte görüyorsunuz cihad hadisesi savaş öncesi ve savaş sonrası uyulması gereken bir dizi hukuku kurallar sürecinin adıdır dersek yeridir.
Velhasıl-ı kelam, Hanefi ekolü kitaplardan ve hele bilhassa Ömer Nasuhi Bilmen’in ‘Hukuki İslamiyye ve Kamusu’ eserinden faydalanmak suretiyle özetle İslam’da cihad hususlarını kendi üslubumca açıklamaya çalıştım, sürçü lisan olduysa affola.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/islm-ve-cihad ... ,4363.html
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön