İbnü'l- Vakt

Cevapla
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

İbnü'l- Vakt

Mesaj gönderen nur_umim »

Resimİbnü'l- Vakt
Ya da Ebu'l- Vakt Olabilmek..


Doç. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi


Zaman, üzerimizdeki Allah’ın büyük nimetlerinden biridir. Zamanın asıl sahibi ALLAHu TeâLâdır. Ölçüsüzlükler içerisinde geçirilen zamanlarda, suçlu olan zamanın kendisi değil o zamanı hoyratça tüketenlerdir.
Kur'ÂN-ı Kerîmde; Dehr olarak, (Câsiye, 45/24; İnsan, 76/1).. Asr olarak, (Asr 103/1).. belirlenmiş vakit anlamında Kıyamet, (A’râf, 7/187; Hicr, 15/38; Sâd, 38/81) kıyamet ve ân anlamında sâat, yıl anlamında sene ve âm, ay anlamında şehr, (Tevbe, 9/36.).. Gün karşılığı olarak yevm, günün dilimleri olarak gündüz (nehâr) fecr, sabah, kuşluk (duhâ) öğle (zuhr), ikindi (asr), akşam (mağrib), yatsı (ışâ) ve gece (leyl) ve ân, kavramlarıyla zamandan bahsetmektedir. Kur’ân’da değişik zaman dilimlerine yemin edilerek zamanın önemine dikkat çekilmiştir. “ve’l- asr, ve’l- leyl, ve’s- subh, ve’d- duha” (Asra, geceye, sabaha, kuşluğa yemin olsun) gibi. Bu yeminler, zamanın izzetinin ilahî dille tescilidir. Zaman azizdir, ne kadar çok olursa olsun değerinden bir şey kaybetmez. Aynen su misali. Zaman hayattır, zamanı israf hayatı israf, yani intihardır. Hayatını bozuk para gibi harcayanlara Allah’tan umut kesmemelerini tavsiye eden âyet “esrafu alâ enfusihim (nefislerini israf edenler)” (Zümer, 39/53) tasvirini yapar.

Kur’ân’ın önemine vurgu yaptığı, Hz. Peygamberin muhafazasına dikkat çektiği zaman olgusuna sûfîler, ayrı bir önem vermektedir. Her şeyden önce onlar, ânı yaşamaya davet ederler. Dünle avunmak, yarının kaygısına gömülmek yerine kişinin içinde bulunduğu ânı fırsat telakki etmesini isterler. Bu nedenle vaktin kılıç gibi keskin olduğuna dikkat çekerler. Nakşibendiliğin temel prensiplerinden hûş der dem ve vukûf-ı zamanî terimleri vaktin en güzel şekilde değerlendirilmesini öngörür. Zamanın izafiliğini kabul edip zaman kaydıyla kayıtlanmamaya davet ederler. Fevt-i vakti fevt-i ruhtan daha acı görür ve zaman bilincine sahip olunmasını isterler.

Bahsettiğimiz bu açılımları farklı bir yazımıza bırakıp biz bu yazımızda, sûfîlerin zamana yaklaşımlarında dikkat çeken iki noktaya değinmek istiyoruz. Bunlar İbnu’l- Vakt ve Ebu’l- Vakt kavramları…

Resimİbnu’l- Vakt:

İlk dönemlerden itibaren İbnü’l- vakt (vaktin çocuğu, vaktin uşağı) deyimini kullanan sûfîler, bununla, bir vakitte yapılması en uygun olan işi gerçekleştiren ve belli bir zamanda kendisinden isteneni yapmakla meşgul olan kişiyi kastetmişlerdir. (Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyri, er Risaletu’l-Kuşeyriyye fi İlmi’t-Tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik, Ali Abdülhamid Baltacı, Dâru’l-Hayr, Beyrut 1993, 55)
Geçmiş ve gelecek zaman dervişin umurunda değildir. Onun önem verdiği zaman içinde bulunduğu ândır. İlahî irade ile yönetildiği ve her vakitte, vaktin gerektirdiği şeyleri yaptığı için ona ibnü’l- vakt denilmiştir. Tasavvuf klasiklerinde vakt kavramı genelde hâl cihetinden ele alınmaktadır.
Yani vakit sözüyle, kendi iradeleriyle değil Hakk’ın iradesiyle yaşadıkları hâli kastederler. Sûfî yaşadığı İlahî tecellîlerin tasarrufu altında olduğundan, hâllerin hükmüne tâbîdir. Bu yüzden «filân kimse vaktin hükmü altındadır.» denilir. Bu sözün mânâsı, kulun kendi irâdesinden alınıp Hakk ile beraber olması, demektir. (Ebû Hafs Þihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Tasavvufun Esasları -Avârifu’l-Maârif Tercemesi-, haz..H.Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık İslam Mecmuasının Hediyesi, İstanbul 1990, 657)

Davranışları dînî hükümlere aykırı olmamak şartıyla sûfînin içinden geldiği gibi hareket etmesi makbul sayılmıştır. Ebu Ali ed - Dekkak (ö. 405 / 1014)’ın ifadesine göre vakit; içinde bulunduğumuz hâldir. Eğer dünyada bulunursak, yani zihin ve kalbimiz dünyevî düşüncelerle dolu ise vaktimiz dünyadır, Eğer ahirette bulunursak vaktimiz ahirettir. Eğer neşeli isek vaktimiz neşedir, hüzünlü isek vaktimiz hüzündür. (Kuşeyri, Risale, 55)
Bu sözü ile ed-Dekkâk vakti, fert tarafından yaşanan ve onun üzerinde galip olan hâl diye tanımlamaktadır. Zaman kavramı yerine kullanılan vakt terimi, belirli bir tasavvufî hâlin yaşandığı ânı, yani “şimdiki zaman”ı ifade ettiğinden, sûfîye “ânın çocuğu”, kendini tamamıyla âna veren kişi denmiştir. Buna göre İbnü’l- vakt olan sûfî, manevî hâlleri tecrübe eder, irade ve hürriyetini işe katmadan ilahî tecellîye teslim olur ve onun getireceği oluşu yaşar. İlâhî tecellîleri temâşâ eden sûfî gaşyolur, duygulanır, heyecanlanır, içi içine sığmaz. Bir tür cezbe ve coşku halindedir. Ânlarını Hak ile huzurlu geçirmekten dolayı, etkisi ve hükmü altında kaldığı neşe, sevinç ve coşku gibi bast (açılım) hâllerine bürünmekten dolayı şükreder. O’ndan ayrı kalmaktan, mâsivâ ile oyalanmaktan dolayı da tövbe eder, zira bunu gaflet olarak görür. Ya da hüzün ve kaygı gibi kabz (tutukluk) hallerine dûçâr olduğu zaman bunlara sabır ve metanet gösterir. Niyazı Mısrî bu konuda:
“Ne mâziyem ne müstakbel, her ânın ânesiyim ben!.” der. (Süleyman Uludağ, İnsan ve Tasavvuf, Mavi yayıncılık, İstanbul 2001, 230)

Sûfî, içinde bulunduğu ânın ne kadar farkındaysa o kadar saygındır. Onun her ânı biricik olduğu kadar nefsinin her bir ânı da biriciktir. Bazı tasavvufi metinlerde, nefsin her bir anına nefes, yani “soluk” denir. Buna göre, sûfîlere de “nefes ehli” (ehlu’l- enfas) denir; çünkü onlar her nefeste, her solukta ve her ânda, nefs’in biricikliğinin tam bilincinde olarak yaşarlar. (William C. Chittick, Tasavvuf –Kısa Bir Giriş-, çev. Turan Koç, İz Yayıncılık, İstanbul 2003, 113)

Manevî tecellîlere açık olan ve sürekli bir değişim içinde bulunan sûfî, sonsuz ilahî tecellîlerin etkisiyle hâlden hâle, renkten renge girer. Saatin yelkovanı gibi hiç durmadan bir ândan öbür âna intikal eder, bir ânı ötekine uymaz, bir yükselir, bir inerler, sabit bir manzaraları, yerleşik bir makamları yoktur. Kendisine âriften sorulduğunda, “Burada idi şimdi gitti.” (Tacu’l-İslam Ebu Bekir Muhammed elKelâbâzî, et-Taarruf li-Mezhebi Ehli’tTasavvuf, tah. Mahmud Emin en-Nevevi, el-Mektebetu’l-Ezheriyyetu li’t-Turas, Kahire 1992, 162.) tanımlamasında bulunan Zünnûn-ı Mısrî, ârifin iki vaktinin benzer olamayacağını, değişim hâli içerisinde bulunduğunu, kendisini Hakk’ın idaresine verdiğini ifade etmektedir. Bu özelliklerinden dolayı İbnü’l- vakt olan sûfîye telvin erbabı denmiştir. İbnü’l- vakt geçmiş ve gelecek kaygısı, kuruntusu taşımadığı için ânı genişletmiş, zamanın fâniliğini “Külle yevmin hüve fi şe’ni” âyeti ile idrak etmiş ama yaratılışın sürekliliğine dayanan bilinci benimsemiştir. (Afet Ilgaz, İbnü’l-Vakt, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, 11.)

Tasavvufu, vaktin ilmine vâkıf olmak olarak tanımlayan Ebu Süleyman ed-Dârânî (ö.215/831) kişinin hâlini muhafaza etmesini önemsemektedir. (Ali b. Osman Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, İngilizceden Arp. çev. Mahmud Ahmed Madi Ebu’l-Azaim-İsmail Ebu’l-Azaim, Dâru’t-Turâsü’l-Arabî, Kahire 1974, 13)
Cüneyd-i Bağdadi’ye ârifin özelliği nedir diye sorulduğunda, “Ârifin özelliği; suyun, kabının rengini alması gibidir(Kelâbâzî, et-Taarruf, 162) demek suretiyle, her vakitt o vakit için en uygun olan hareket tarzını icra etmek olduğuna işarette bulunmaktadır. Vaktin gereğini yerine getirmeyen sûfîyi Mevlânâ, tarikat anlayışına aykırı hareket etmekle suçlamaktadır. şöyle ki:
Ey arkadaş, sûfî, bulunduğu vaktin oğludur. Bu iş yarın olsun, yarına kalsın demek, tarîkat anlayışına uymaz. Yoksa sen, sûfî bir er değil misin? Veresiye veriş ile elde bulunana yokluk gelir.” (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, çev.Velede İzbudak, haz.Abdülbaki Gölpınarlı, MEB Yayınları, Ankara 1998, I/11, b.133-134)

Bayezid-i Bistamî, İbnü’l-Arabî, Melâmetîler ve Muhammed İkbal gibi yaratıcılık için sürekli değişimi esas alan şahsiyetlerden biri olan Niyâz-i Mısrî (ö.1105/1694) de İbnü’l- vakti, insan üzerine hakim olan hâl diye nitelemektedir. Tasavvufta genel kanı temkin ehlinin üstün olduğu ise de Niyaz-i Mısri sonsuzluğa doyumsuzluğu, ilahî tecellîlerin sürekliliğini beyan sadedinde kendisini ibnü’l-vakt olarak Divân’ında şu şekilde nitelemektedir:
“İbnü’l- vaktim beni ebu’l- vakt olmazam,
Abd-i Mahzum ben tasarruf bilmezem!..”

(Mustafa Aşkar, Niyazî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, Kültür Bakanlıgı Yayınları, Ankara 1998, 338.)
Vaktin gereğini yerli yerince gerçekleştirmeyi sürekli dile getiren sûfîler, diğer yandan vakti de putlaştırmamaya dikkat çekerler. Bu gerçek onların diliyle şu şekilde beyan edilir: “Sûfi... vakit oğludur, fakat safı olan ... Tümden, ululuk sahibinin aşkına batmış gitmiştir; gerçekte kimsenin oğlu değildir; vakitlerden de kurtulmuştur, hallerden de.
(Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999, 135-136)
Genel anlamda telvin ehli kabul edilen ibnü’l-vakt erbabı yolun yarısında görülürler. Asıl pâyenin ebu’l- vaktte olduğunu düşünürler.

ResimEbu’l- Vakt:

İbnü’l- vakt her an değiştiğinden o, telvin (renkten renge girme) makamındadır. Bu güzel ve zevkli bir makam olmakla beraber en üstün makam değildir. Bunun üzerinde temkin (istikrarlı ve sabit olma, yani renksizlik) makamı vardır. Bu makama erenlere ebu’l- vakt (vaktin babası) denir. Bunlar zamanla değişmezler, zamandan etkilenmezler, tersine zamanı değiştirir ve etkilerler. O hâlde İbnu’l-vakt zamana ve hâline mahkum ve mağlub iken, Ebu’l- vakt zamana hâkim ve galibdir.
Hürriyet şairinin dediği gibi:
“Eder tedvir-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihan titrer sebat-ı pâ-yı erbâb-ı metânetten”

Temkin ehli olan metin ve istikrarlı sûfîlere dıştan bakıldığında sıradan bir insandan farklı gözükmezler, onlarda herhangi bir fevkalâdelikte gözükmez. Ama iç dünyaları çok fırtınalıdır.
Mevlânâ bu makam ehli için: “Sûfî İbnü’l- vakt bâşed der misâl Lîk sâfî fârigest ez vaktı hâl: Sûfî İbnü’l- vakt’tir, ama sâfî (kâmil insan) vaktin ve hâlin üstündedir.” (Uludag, İnsan ve Tasavvuf, 231.)
Ebu’l-vakt olan sûfî, kendini şe’niyetin akışına bırakmaz, yani mahkum değildir o. Âna hükmetmek ister. Sıfat ve isimlerin tecellîleriyle yetinmez, Zât tecellîsine yükselmek peşindedir. Karar altına alınan tecellîye teslim olmak yerine kararın verilişine katılmak isterler. Yani hâllere mağlubiyet yerine hâllerin sahibine katılmayı esas alırlar. Bu kararlı durumları onlara temkin erbabı denmesine sebep olmuştur. Temkin sahibi sûfî bir inip bir çıkmaz. Sürekli ve yerleşik bir makama ulaşmıştır. Yolda değildir, menzile varmış, oturacağı yere oturmuştur. Temkinle kastedilen kula açılan ölümsüz gerçeğin perdelenmeden, hep parıldamasıdır. Telvin ve temkin durumu insanın özü itibariyledir. Dış varlığımız, yani beden sürekli olarak telvin halindedir.
Kendi zamanını tam görmek isteyen ona uzaktan bakmalı, bir başka deyişle zamanın önüne geçmeli, ya da üzerine çıkmalı. Dolayısıyla günün içinde değil de üstünde ve önünde yaşayanlar zamana uymazlar, zamanı kendilerine uyduran büyüklerden olurlar. (Vehbi Vakkasoglu, Ögretmenin Not Defteri 5, Cihan Yayınları, İstanbul 1992, 73-74)

O nedenle Gerçek âşık, hâllerin emîridir; hâllere hakimdir. o; hâle kapılıp kalmaz, hâle mahkum olmaz. Aylarda, yıllarda o ay gibi nûrlu, parlak olan üstün varlığa kul, köle olmuşlardır. İbnü’l- vakt olan sûfî hâlden hâle giren telvîn vasfına sahipken, içinde bulunduğu hâle uygun olarak değişim yaşarken, ebu’l-vakt olan sûfî yaşadığı hâller sonucunda renksizlik makamında sükunete ermiş ve temkin ehli olmuştur.
Mevlânâ telvin ve temkin ehli kişilerin gelişim serüvenini şu şekilde anlatmaktadır:
“O söyleyince, hâl, onun buyruğu altına girer. O isteyince, gölge varlık olan bedenleri can hâline getirir. Hakk yolunda oturup kalmış, hâli beklemekte olan kişi, işin sonuna varmamıştır. Hâle hakim olan kâmil insanın eli, hâl kimyasıdır. Elini oynatınca bakır, onun sarhoşu olur, yâni altına çevrilir. Kâmil insan dilerse, ölüm bile tatlılaşır; diken ile neşter onun elinde nergis ve beyaz gül olur. Hâle bağlı kalan insan ise, hâl gelince yücelir, yükselir; hâl gelmeyince eksilir, aşağılara düşer. “Sûfi”, “hâle” kavuşup değeri arttığı için “vaktin oğlu” olmuştur. Yâni, geçmişi geleceği düşünmez, bulunduğu vaktin gereğini yapar. Fakat “sâfî” olan kişi, “vakf’ten de, “hâl”den de kurtulmuştur. Gönlü tertemiz olan “sûfi” kişi, vaktin oğludur, ama babası imiş gibi vakti avucu içine almıştır. Onu sımsıkı tutmuştur. “Sâfî” olan kâmil insan ise, tamamıyla Allâh’ın aşk denizine batmıştır. Aslında o, kimsenin oğlu (yâni kimseye bağlı) değildir. Vakitlerden de, hâllerden de kurtulmuştur. O, doğurmayan bir nûra batmıştır. Doğmamak, doğurmamak ise Allah’ın vasfıdır. Eğer diri isen, git de böyle bir aşkı ara! Yoksa sen, çeşitli (değişip duran) vakitlerin kulusun, kölesisin. Sen kendi şeklinin, bedeninin çirkin ve güzel olmasına bakma da, kendinin aşkına ve isteğine bak!” (Mevlânâ, Mesnevî, III/115-116, b.14201437.)

Tasavvuf ehli arasında “sûfî” ve “sâfî” denilen kimseler vardır. Sûfi, vaktin oğludur, yâni vakit neyi gerektiriyorsa onu yapar. Sûfiden yüksek olan “sâfî” ise, hâlden ve vakitten kurtulmuştur, ilâhî tecellîye mazhar oluşunun farkına varmış, kendisini tam mânâsıyla arındırmış, Hakk’ta fânî olduğu için vakit ona tabi olmuştur.

Özetle sûfîler, vaktin muhafazasına herşeyden daha fazla önem verirler. Her ân Allah’ın zikri ile iştigal etmek isterler. O’nun rızası dışında yaşam sürmek istemezler. İmtihan mahalli olan dünya hayatında fırsatları değerlendirmeyi, ömrü bereketli kılmayı, basit arzulara, bitmek bilmeyen tûl-i emellere kapılmamaya özen gösterirler. Yaptıkları halvet, riyazet, mücahede, seyr u süluk, ibadet, taat, zikir, tefekkür ve Kur’ân ile iştigal sonucu ilahî tecellîlere mazhar olacaklarının bilincindedirler. Manevî hâllerle giriftar olup sonsuzluğa kanat çırpmak isterler. Yaşadığı manevî heyecanın tatlığına da kapılmayıp vakte hakim olmaya, zamana yön vermeye ve zamanın eskitemediği bir değer olmaya özen gösterirler.

İnsanların aldandığı iki kıymet var: Biri sağlık diğeri zaman. Maalesef günümüzde en fazla çarçur edilen de bunlar. Para kazanmak için sağlıklarını kaybedenler, sağlıklarına geri kavuşmak için paralarını harcamak zorunda kalırlar. Vaktin darlığından en fazla şikayet edenler, boş vakitlerini gereği gibi değerlendirmeyenlerdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: İbnü'l- Vakt

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

Vakit Kılıç Gibidir..

Ebu'l Vefâ Et Teftazanî
1987 - Ekim, Sayı: 020, Sayfa: 029

Tasavvuf Ehlinin Vakit Anlayışı:
Tercüme : Mahmut Kavaklıoğlu

Mutasavvıflar, sülukün bütün merhalelerinde dikkat edip gözetmesi uygun düşen, genel kaideler denilebilecek belli adaba bağlı kalmasını salik'e şart koşarlar. Zira bu edep ve kaidelere sarılmadan sufî için vuslatı elde etmek mümkün olmaz.
Ebu Hafs el-Haddad, edep konusunda şöyle der:
"Tasavvuf edepten ibarettir. Her "vakfın, her halin, her makamın bir edebi vardır. Her kim vakitlerin adabına riayet ederse rical (erenler) derecesine ulaşır."
Her salikin (değerlendirmesi gereken) vakti, içinde bulunduğu haldir. Kuşeyrî bu konuda Risale'sinde şöyle anlatır: "Ebu Ali ed-Dekkak'ın şöyle dediğini duydum: "Vakit, içinde bulunduğun haldir. Şayet sen dünya ile isen (zihnin ve kalbin dünya ile meşgulse) senin vaktin dünya; eğer ahiret ile isen (ahireti düşünüyorsan) senin vaktin ahirettir. Sen sevinçli isen, senin vaktin sevinç hüzünlü isen vaktin hüzündür." Bu sözü ile Ebu Ali, vakit ile insanın iç içeliğine dikkat çekmek ister.
Mutasavvıflar "vakit" tabiriyle sofinin yaşamakta olduğu zaman birimini kastederler. Sufîlerden bir grup da mazi ve müstakbel arasındaki hale işaretle, vakit iki zaman arasındaki haldir, diye açıklamada bulunmuşlardır..

Sûfîler, "sofi ibnu'l-vakittir" (vaktin oğludur) derken "her vakit içinde, o vakitte işlenmesi en hayırlı olan şeyle meşgul olur, vakit içinde kendisinden isteneni yerine getirir." anlamını kast ederler.

VAKİT, ALLAH İRADESİ KUL İRADESİ:

Kuşeyrî şöyle anlatır:
Sûfiler, vakit tabiriyle, kulun, iradesinin tesiri olmadan, doğrudan doğruya ilahî tasarruftan kendilerine gelen halî de kasdederek "falan vaktin hükmü iledir." yani kulun iradesinin tesiri olmadan gaybtan kendisine aşikar olana teslim olmuştur, derler.
Şu halde sufî, devamlı surette vaktinin hükmüne boyun eğer ve iradesine değil, Allah'ın iradesine dayanır. Çünkü sûfîler inanırlar ki, ilahî irade mutlak olarak bütün varlığa müessirdir ve her şey, ona boyun eğer durumdadır. İnsan iradesi, ilahî irade karşısında bir hiçtir. Fakat sufîlerdeki insan iradesinin ehemmiyetsizliği anlayışı, beraberinde mükellefiyetin düşürülmesi fikrini getirmez.
Mutasavvıflar herhangi bir konuda katı Cebriyye gibi düşünmezler; insan iradesinin olmadığını ileri sürmezler. Bilakis insanın bir iradeye sahip olduğunu kabul ederler. Fakat onlar Allah'ın iradesine kıyasla, insan iradesini acizlikle vasıflandırırlar. Çünkü Allah Teâlâ kadirdir, Onun kudreti her şeyi kuşatır. İnsan iradesini ortadan kaldırmaya hükmettiğinde O'nun hükmünü geri çevirecek hiç bir güç yoktur.
Ebu Osman Said b. İsmail el-Hayrî (H. 298) edebu'1-vakit konusunda, zikrettiğimiz manada şunu anlatır:
"Kırk yıldır Allah'ın beni içinde tuttuğu hali kötü görmedim ve beni geçirdiği hiçbir hale de öfkelenmedim."

VAKİT KILIÇ GİBİDİR:

Tasavvuf ehli vakti kılıca benzeterek "vakit kesen kılıç gibidir." derken bununla şunu ifade etmek istemişlerdir:
Allah Teâlâ kaza ve kaderini vakitle cereyan ettirdiğinden, vaktin insanlar üzerinde hakimiyeti vardır. Nitekim kılıç da kesme özelliğinden dolayı bir üstünlüğe sahiptir.
Kılıca yumuşakça dokunan kesilmekten kurtulur, ona sert bir şekilde yanaşan ise biçilir. İşte vakit de böyledir. Kim vaktin hükmüne teslim olursa kurtulur; kim de ona karşı çıkarsa tepe üstü gider.
Kuşeyri, eserinde şöyle der:
"kime vakit yar olursa, onun için Vakit baht; kimi de zorluklara sevk ederse onun için makt (ölüm) olur.

VAKTİ DEĞERLENDİRMEK:

Kuşeyrî'nin naklettiğine göre Ebu Ali şunları anlatır:
"Vakit törpü gibidir. Seni kemirip, ufaltır ama öldürüp yok etmez. Yani seni birden silip yok etse, bittiğin zaman kurtulmuş olurdun. Lakin vakit senden parça parça alır, seni hemen silip yok etmez."
Ölümden sonrası için çalışıp hazırlıkta bulunan kimseyi vakit kesemez. Bilakis, o, en iyi biçimde değerlendirmesiyle vakti kesmiş olur."

İBNU'L-VAKT'İN MANASI:

Tasavvuf ehli "vakit" tabiriyle Kuşeyrî'nin de belirttiği gibi bazan geçmişle gelecek zaman arasında köprü vazifesi yapan şimdiki zamanı (hali) kastederler. Onların şu sözü yine Kuşeyrî'nin nakilleri arasında yer alır.
"sûfî, İbnu'l-vakittir." Onlar bu tabirle sûfînin yaşadığı an içerisinde kendisi için en iyi, en faydalı olanı bilmesini ve bununla meşgul olmasını kaydederler.
Bazan da "İbnu'l-vakt" teriminden, şöyle veya böyle olsun şeklinde kul iradesi işe karışmaksızın, ilahî tasarruftan kendilerine görünene ehl-i tarikin rıza göstermesini anlarlar.
Kuşeyri'nin mutasavvıflardan naklettiği "Falan vaktin hükmüyledir." cümlesiyle onlar şunu ifade etmek isterler:
Sûfî kulun iradesi söz konusu olmaksızın gaybtan aşikar olana teslimiyet gösterir. Böyle bir teslimiyet de yine şer'î bir hükmün mevcud olmadığı hususlarda olur. İlgili şer'î bir hükmün mevcudiyeti halinde, hükmün gereğini yerine getirmemek, veya yapabileceği uygun bir zamana bırakmak, Kuşeyrî ve başkalarının da sûfîlerden naklettikleri gibi, dinden çıkmak demektir..

ŞAZİLÎ'YE GÖRE VAKİT:

Ebu'l-Hasen eş-Şazilî (H.656) şöyle der:
"Vakit bir gecedir. Marifet güneşi, veya tevhid ayı veyahut ilim yıldızları doğup da, gece bununla aydınlanıncaya kadar gecenin durumu ölüm ve hareketsizlikten ibarettir."
Şazilî'nin halîfesi olan Ebu'l-Abbas el-Mürsî (H.684) İbn Ataullah'ın nakline göre şunları söyler:
"Kulun vakitleri dörttür; bir beşincisi yoktur. Bunlarda: nimet, bela, itaat ve günah'tan ibarettir. Yani vakit içinde kul ya kendisine bir nimet verilir veya bir belaya duçar bırakılır. Ya Allah'a taat ve ibadette bulunur, ya da günah işlemekle meşgul olur. Bu vakitlerin her birinde, Rab olması sebebiyle Allah'a kulluk borcun vardır, şimdi buna göre her kim vaktini taatle geçirirse, onun yolu Allah'ın kendisine olan iyiliğine şahit olmaktır. Zira Allah onu iyiliğe yöneltmiş ve iyiliği yapmaya onu muvaffak kılmıştır. Kim de vaktini günah ve isyanla geçirirse onun yapması gereken şey, tevbe ve istiğfarda bulunmaktır. Kim yaşadığı vakitte Allah'ın nimetine mazhar olursa ona düşen de şükretmektir, şükür ise Allah'ın lütfundan dolayı kulun kalbinin sürürla dolması demektir. Her kimin vakti de bela ve musibetle geçerse, ona gereken başa gelene rıza ve sabır göstermesidir."

VAKTİN HÜKMÜNE RİAYET:

"Vakit konusunda Allah Teâlâ'nın, hakkında, iradesiyle ortaya koyduğuna, kendi iradesini devreye sokarak, müdahalede bulunmak isteyen kimse, cehalet adına hiç bir şeyi terketmemiş demektir."
İbn Ataullah'a göre, vaktin hükmüne boyun eğmenin faydası, salik'in yaşadığı her vaktin hakkını vermesidir. Salik vaktini günah işlemekte harcamışsa, onun o zaman yapacağı şey, istiğfarda bulunması, taatle değerlendirmişse onun bu hususta dikkat edeceği şeyde taat-u ibadette bulunmayı Allah'ın bir fazlı, bir iyiliği olarak telakki etmesidir. Yine salik'in vakti musibetle karşı karşıya kalmak olmuşsa onun çaresi sabretmek, şayet vakti nimete mazhar olmakta geçmişse, ona yakışan da nimetinden dolayı Allah'a şükretmektir.
Görüldüğü gibi salik'in her vaktinin salikten istediği bir görev vardır ki, bu Allah'a karşı kulluk görevlerinden birisini oluşturur. Dolayısıyla salik'in bir başka hali beklemeden görevi derhal ifa etmesi gerekir.
Salik'e yakışan, vakitlerin, hiç bir durumda haklarının geriye atılmasını kabul etmediğini, onlardan herhangi birinin zamanında yerine getirilmemesi halinde kendisine kaza-sının asla mümkün olmayacağını bilmesidir.

İbn Ataullah'la birlikte kısaca açıklamaya çalışalım ki, vaktin hükmüne boyun eğmek, Allah yoluna süluk etmenin en önemli adabındandır.
İbn Ataullah'ın düşüncesine göre bunun aksi, yani geleceğe ve gelecekteki işlerin hakkında nasıl cereyan edeceğini hesap etme eğilimi insanın uykularını kaçırıp, zihnini meşgul eder ve Allah'a kullukta sadakatsizlik hissi verir.
Hayatımız, sevinç-elem gelgiti arasında dayanılmaz, psikolojik bir azap haline dönüşür. Bunun kaynağı da geleceğin durumu, dünyanın görünümü ve sebeplerinin nasıl korunabileceği hakkında kendisinden kopamadığımız istikbal endişesidir.
İnsan endişeden uzak olsa, dünyalığın gelişi onu sevince boğmaz; vaktinin hükmüne boyun eğse -tasavvuf ehlinin de dediği gibi- dünyalığın kendisinden ayrılması onu hiç bir şekilde mahzun etmez. Kulluk duygusuyla dopdolu olduğundan dünyalığın kendisiyle baki kalması, onu asla sevindirmez, kaybolması da acıya boğmaz. İnsan ancak bu suretle bela ve güçlüklere katlanabilir, hayat mücadelesinde ayakları üzerinde durmaya imkan bulur, kendine ve Allah'a güvenen bir yiğit gibi mücadele verir.

TESLİMİYET ve GAYRET:

İnsanlardan bir çokları çeşitli arzu ve isteklerde bulunurken, bunların gerçekleşmesinde kendilerini devreye sokmadan vakitlerini temennide bulunarak geçirirler. İnsan temennide geçireceği vakti sürekli çalışmayla değerlendirse -veya en azından arzusuna kavuşmada kendisinin de bir payı olsa- zaman israfında bulunmadan mutlaka temenni ettiğine ulaşır.
Geçmişi düşünmek yerilmiş, zemmedilmiştir. Zira mazi bitmiş, son bulmuştur. Dolayısıyla ondan ders alınacak kadarı hariç, geçmişi düşünmekte bir fayda yoktur. İstikballe ilgili fikir yürütmek de zemme dilip eleştirilmiştir. Zira hakkında bilgimiz yoktur. İrademize göre akışını sağlamamız da bahis mevzuu değildir. Şu halde yaşamakta olduğumuz "vakit" ve onu batılla değil de, hakiki ve faydalı şeylerle değerlendirmeden başka geriye bir şey kalmıyor.
Sufî, zamanını sağlam ve verimli bir işle geçirmesi manasında "vaktinin oğlu" (İbnü'l-vakt) dur.
Resim
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İbnü'l- Vakt

Mesaj gönderen der-ya »

Rahman ve Rahim olan Allah C.C razı olsun...
OKUdukça kendimize geliyoruz elhamdülillah
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön