PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
1. Sıdk (Doğruluk):
Bu Özellik, Peygamberlik müessesesi için gerekli olan bir özelliktir. Çünkü bu özellik, Peygamberlerin davetine nispetle msanhk içinde zaruridir. Ama bu özellik, Peygamberlerde, yaratıştan var olan özelliklerdendir. Bundan dolayı herhangi bir peygamberden yalan, hainlik, insanların mallarını batıl yol ile yeme ve daha bir çok çirkin vasıflar gibi kişiliğini zedeleyecek olan bu tür şeylerin meydana gelmesi mümkün değildir. Çünkü bu çirkin vasıflar, normal bir kimse için bile uygun olmadığına göre, nasıl bir nebi ve resul için uygun olabilir?
Peygamberlerden birinde yalan gibi herhangi bir çirkin vasıf meydana gelmesi caiz olsaydı, Şanı Yüce Allah'tan naklettiği yahut vahiy haberlerinden aktardığı konularda insanların kendisine dair bir güvenilirliliği kalmazdı... Eğer böyle bir şey olsaydı bunun, Peygamberlerin getirdikleriyle bizzat kendilerinin karşılaşması yahut daha önceden kafalarında oluşmuş fikirler ile bu yeni getirmiş olduklarına karşı hainlik etme ihtimali olup bunları da -Peygamberlerin böyle bir şey yapacağını onlardan uzak görüp- Allah'a karşı bir yalan ve iftira olarak nispet edebilirler. Bu ise -daha öncede belirtildiği üzere- mümkün değildir. İşte böylece Kur'ân-ı Kerîm'i, Allah'a iftira eden veya diliyle Allah'ı yalanlayan herkes hakkında aşağıda gelen bu ayırt edici hükümle hükmediyor. Bundan dolayı Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz.Muhammed (s.a.v) hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Bize karşı, kendisine vahyettiklerîmize bazı sözler katmış olsaydı, Biz, onu kuvvetle yakalardık, sonra da onun şahdamarını koparırdık. Hiçbirinizde onu koruyamazdınız. Doğrusu Kur'an, mûttakiler için bir öğüttür."[59]
İslam Şehidi Seyyid Kutub (rh.a), "FizHali'l-Kur'an" adlı tefsir kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:
"Sonuçta o korkunç tehdit, akide konusunda Allah'a iftira edenlere gelip çatıyor. Halbuki akide konusu boş boğazlığa yer vermeyen ciddi bir konudur. Daha önce geçen ayeti kerime, başka hiçbir ihtimal olmayan biricik ihtimali belirtiyor. Bu biricik ihtimal ise Resulullah (s.a.v)'in tebliğ ettiği hususlarda 'Emin' ve 'sıdk' (doğru) olduğudur. Yüce Allah'ın, onu, katiyen cezalandırmaması da bunu göstermektedir. Halbuki tebliğ görevinden en ufak bir sapma söz konusu olsaydı, Allah onu muhakkak şiddetli bir biçimde cezalandırırdı. Bu sözün ifade ettiği mana, Hz. Muhammed (s.a.v)'in tebliğ ettiği şeylerde "sıdk" (doğru) olduğu yönündedir.
Eğer Hz. Muhammed (s.a.v) kendisine vahyolunmamış birtakım sözleri Kur'an'a karıştırmış olsaydı, Yüce Allah Onu cezalandırır ve ayetlerin belirttiği şekilde, peygamberini öldürürdü. Hz. Peygamber (s.a.v)'in cezalandırılmasına veya öldürülmesine dair bir şey meydana gelmediğine göre, elbette ki Hz. Muhammed (s.a.v), 'Sıdk' (doğru)dur." (İslam Şehidi Seyyid Kutub'un sözü burada bitmektedir.)
Resulullah (s.a.v), küçüklüğünden itibaren Kureyş kabilesinin içerisinde "Sıdk"ı (Doğruluğu) ve "Emin"liği (Güveniriiligi) ile meşhur olmuştu. Hatta Mekkeli müşrikler, Onu, "doğru" ve "emin" diye isimlendirerek; "Doğru" ve "emin" (olan Muhammed) geldi ve "doğru" ve "emin" (olan Muhammed) gitti... derlerdi, İşte Hz. Peygamber (s.a.v) böylece Peygamber olarak gönderilişinden önce Kureyşliler arasında doğruluğu, eminliği ve makamının yüceliğiyle bilinmekteydi.
Rivayet edildiğine göre; Kureyş'in ileri gelenlerinden birisi,[60] Mekke sokaklarından birinde Ebu Cehil ile karşılaşır. Onu durdurarak: "Ey Ebu'l-Hakem! Şu anda burada senden ve benden başka hiçbir kimse yok. Muhammed 'in doğru mu? Yoksa yalancı mı? olduğunu bana Allah'ın adıyla söyle" der. Ebu Cehil ise ona bütün açıklığıyla şöyle cevap verir:
- "Allah'a yemin ederim ki, Muhammed gerçekten 'doğru' sözlüdür. O hiç yalan söylememiştir." Ebu Cehil'in bu sözü üzerine o adam:
- "Sizi, Ona uymaktan alıkoyan şey nedir?" diye orar. Bunun üzerine Ebu Cehil, o adama:
- "Şimdiye kadar biz ve Haşim oğullan şan ve şeref hususunda yarışır ve mal çokluğu ile övülmede de çekişip dururuz. Onlar hacılara yemek yedirdiklerinde, biz de yedirdik, Onlar hacılara su dağıttıklarında, biz de su dağıttık. Onlar Kabe'yi örtme vb.) çeşitli görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar insanlara bir şeyler verdiler ve iyilik ettiler, biz de verdik ve iyilik ettik. Develer üzerinde, karşılıklı diz ; çöküp yarış atları gibi yarıştık durduk. Daha sonra onlar bize, { şu eklemeyi yaptılar: 'Bizden (kendisine gökten vahiy gelen) bir Peygamber gönderildi' dediler. Biz onlara nereden bir Peygamber getirelim? Allah'a yemin ederim ki, bundan dolayı biz, Ona, asla inanmayız ve Ona tabi olmayız" cevabını verdi. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)'i teselli etmek için şu ayeti indirmiştir:
"(Ey Muhammedi) Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar, seni yalancı saymıyorlar. Fakat zalimler, Allah'ın ayetlerini bile bile inkar ediyorlar." (En'am: 6/33)."
İşte bundan dolayıdır ki, Allah'ın düşmanı olan Ebu Cehil, Resulullah (s.a.v)'in doğruluğunu kabul ediyor ve aynı zamanda itiraf da ediyor. Fakat onu, Resulullah (s.a.v)'e tabi olmaktan alıkoyan şey; kavmi arasındaki liderliği, şan ve şerefidir. Şöyle söyleyen gerçekten de doğru söylemiştir:
"Üstün kimse; düşmanlarının, kendisinin doğruluğuna şahitlik ettiği kimsedir."
Rum kralı Herakliyüs, Müslüman olmayışından önce Ebu Süfyan'a; Muhammed'in, Peygamber olduğunu söylemesi hakkında şöyle soru sormuştu:
- "Siz, Onu bu iddiasından önce hiç yalan ile itham ettiniz mi?" Ebu Süfyan'da, ona:
" - "Biz, Onda, kesinlikle bir yalan görmedik"!! der. Ebu Süryan'ın bu sözü üzerine Herakliyüs, ona, şöyle çok muhteşem bir cevap vermiştir:
- "O, ne insanlara ve ne de Allah'a yalan söyleyecek biri değildir."[61]
İşte bu, büyük kimselerin, bir Peygamber hakkındaki düşüncesi ve gerçek ile yanlışı ayırıcı bir sözüdür. [62][63]
[59] Hâkka: 69/44-48.
[60] Rivayetlere göre. bu adamın adı; Ahnes b.Şureyk'tir. (ç).
[61] Bu hadis, Buhari'nin 'Bedi-vahy' bölümünde rivayet ettiği hadisin bir kısmıdır. Hadisin tamamı için bakınız: Ayni, Umdetü'l Kari, 1/ 77 (Ayrıca bu hadis için B.k.z: Buharı", Şahadet 28, Cihad İL 99, 102, 122, Cizye 13, Tefsirü Âi-i İmrân 4, Edeb 8, İsti'zan24; Müslim, Cihad 73 (1773); Tirmizî, İsti'zan 24 (2718). (Bu olay, Hudeybiye barış anlaşmasından sonra ICııreyş kalleşinin Rum diyarına ticaret için gitmesi sebebiyle gerçekleşmişti. Bu sırada Ebu Süfyan, daha hala müslüman olmamıştı. Ebu Süfyan, Mekke'nin fethi sırasında müslüman dmuştu). (ç).
[62] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları:
[63] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 83-87.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
2. Emanet (Güvenirlilik) :
Bu, yüce Allah'ın insanlara gönderdiği herhangi bir peygamberin vahiy konusunda emin olması ve Allah'ın aşağıda gelecek olan sözüne sarılarak Yüce Allah'tan aldığı emirleri ve yasakları; ziyadesiz, noksansız, tahrif etmeksizin ve değiştirmeksizin Allah'ın yarattığı kullarına tebliğ etmesiyle ilgilidir. Yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın göndermiş olduğu (vahiyleri) tebliğ eden (Peygamberler; Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka (hiçbir kimseden) korkmazlar. Allah hesap görücü olarak yeter."[64]
Bundan dolayı Peygamberlerin hepsi, vahiy konusunda güvenilir kimseler ve kendilerine nazil olduğu şekilde Allah'ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eden kimselerdir. Bundan dolayı Yüce Allah'ın, kendilerine yapmakla emrettiği şeyleri gizlemeleri ve bunlara hainlik etmeleri mümkün değildir. Çünkü hainlik, emanet ile birlikte bulunmaz. Buna göre peygamberin, kendisine emanet edilene hainlik etmesi, Peygamberlik olarak gönderildiği ümmetine nasihat etme ve Allah'ın kendisine gönderdiği vahiyleri tebliğ etmemesi" bir Peygamber için hiç uygun olur mu? Buna binaen bütün Peygamberler, en mükemmel şekilde emaneti yerine getirirler. Zira Yüce Allah'ın gönderdiği her Peygamber, kavmine şöyle demekteydi:
"Ben sizin için güvenilir ve sizin iyiliğinizi isteyen bir kişiyim."[65]
Bu konuda Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber, görülmeyenler hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz."[66]
Yani Peygamber, vahiy ve gayb hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz demektir. Eğer Peygamberler de emanet (güvenirlilik) vasfı olmasaydı, kendilerine, Allah tarafîndan gelen risâletin ortaya çıkmasında değişmeler vuku bulurdu. Ama müminler, inmekte olan vahye inandılar... İşte bundan dolayı Hz. Aişe (r. anha) şöyle demektedir:
"Eğer Hz. Muhammed (s.a.v), kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi: "Allah 'ın (yakında) açığa vuracağı (Zeynep Ve evlenmeye dair) şeyi içinde saklıyordun. İnsanlar (a bunu söylemek) ten çekiniyordun. Oysa Allah'tan çekinmen daha uygundur. " (Ahzab: 33/37) ayetini gizlerdi."[67]
Aynı şekilde Yüce Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.v)'in bizzat kendisini azarlayan şu ayetleri gizlerdi:
"Yanına kör bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü astı ve geri çevirdi."[68]
Yine aynı şekilde şu ayeti de gizlerdi:
"Hiçbir Peygamber, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadan esirler alması yaraşmaz. (Sizler) geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise ahireti istiyor. Allah, Aziz'dir. Hakim'dir. Eğer daha önceden (Bedir savaşına katılanlar günah işledikleri takdirde bile) Allah'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu."[69]
Emanet vasfının, vahyin selâmeti ve peygamberin getirdiği -o da yalnızca Yüce ve Hakim Allah'ın katındandır- her şey de, nefsin mutmain olarak gölgelendirilmesi için her nebi ve resulde çokça bulunması gerekmektedir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur:
"0, kendi istek ve arzusuna göre söz söylemez-Onun konuşması ancak kendisine vahyolunan bir vahiy iledir."[70]
[64] Ahzâb: 33/39.
[65] A'râf: 7/68.
[66] Tekvir: 81/24.
[67] Tirmizâ, Tefsirü Sure-i Ahzâb (3206); Müslim, İman 287; Buharî, Tevhid 22; İbnü'1-Esîr, Camiul-Usul, 2/ 308. Tirmizî, bu hadisin, "Hasen-Sahîh" olduğunu söylemiştir.
[68] Abese: 80/1-2.
[69] Enfal: 8/67-68.
[70] Necm: 53/3-4.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 87-89.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
3. Tebliğ:
Bu, Peygamberlere -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- mahsus bir özelliktir. Bununla, Peygamberlerin, Allah'ın, kendilerine indirmiş olduğu hükmünü tebliğ etmesi kast olunur. Zira onlar, kendilerine gökten inen vahyi insanlara tebliğ ederler. Bundan dolayı da onlar, insanlara yaptıkları tebliğ sırasında büyük eziyetler ile kötü ve günahkar kimselerin zorluklarıyla karşılaşsalar bile yüce Allah'ın, kendilerine vahyettiği hiçbir şeyi gizlemezler. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Nûh (a.s)'ın kıssasında bunu şöyle dile getirmektedir:
"(Bunun üzerine Nûh): 'Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Fakat ben, alemlerin Rabbi (tarafından size gönderilmiş) bir peygamberim. Size, Rabbimin (bana) vahyettiklerini tebliğ ediyorum, size nasihat ta bulunuyorum. Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri, Allah 'tan (gelen vahiy ile) biliyorum' dedi.[71]
Hz. Salih (a.s)'dan ise bunu şöyle haber vermektedir:
"Bunun üzerine O (Salih) da kavminden yüz çevirdi ve: 'Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin (bana) göndermiş olduğu vahyi tebliğ ettim ve size nasihatta bulundum. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz' dedi."[72]
Hz. Şuayb (a.s) hakkında ise şöyle demektedir:
"(Bunun üzerine (Şuayb) kavminden yüz çevirip (kendi kendine): 'Ey kavmim! And olsun ki ben size, Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size nasihatta bulundum. Artık ben, siz kafirler topluluğuna nasıl tasalanıp üzülürüm?' dedi."[73]
Peygamberlerin hepsinin bütün açıklığıyla ve genişliğiyle; Allah'ın, kendilerine verdiği elçilik (risalet) görevini tebliğ ettiklerinin belirtilerini görmekteyiz. Zira onlar, Allah'ın risaletini tebliğ etmekte ve kavmi içerisindeki insanlara nasihat etmektedirler. Hatta Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed, (s.a.v)'e, risaletini etmesini emretmektedir. Yüce Allah, ona hitaben şöyle buyurmaktadır:
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bu görevini yerine getirmezsen O'nun elçilik (görevini) yapmamış olursun. Doğrusu Allah, kafirleri doğru yola iletmez."[74]
Her Peygamber, Allah'ın, kendisine indirdiği risâleti ve daveti, tebliğ etmekle mükelleftir. Buna göre Peygamberlerden her birinin, kendisine inenden herhangi bir harfi eksiltmesi ve bunlara bir harf eklemesi mümkün değildir. Eğer bir Peygamber, bunlardan birisini yaparsa Allah'ın emrine muhalefet etmiş olur ve yerine getirmekle emrolunduğu emanete hainlik etmiş olur. Bundan dolayı bazı surelere ve ayetlere, Yüce Allah'ın "Kul" = ("De"- "Söyle") sözüyle başladığını görmekteyiz. Bu ise Allah'ın emrini, kendi ümmetine tebliğ etmesi için peygambere yönelik bir emirdir. İşte bundan dolayı bir Peygamber, kendisine ineni eksiksiz ve fazlasız olarak tebliğ etmektedirler. Yüce Allah bu konuda bir örnek olması için şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Benim yolum, budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah 'a davet ederiz."[75]
Yine Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ey Kafirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam."[76]
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki:Tan yerini ağartan Rabbe sığınının."[77]
Yine Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"De ki: İnsanların Rabbine sığınırım"[78]
Hz. Peygamber (s.a.v)'in bizzat kendisine hitap edildiği (emir sığasındaki) bu lafızlar olmasa da, Hz. Peygamber (s.a.v)'in sadece ilahi emirleri insanlara tebliğ etmesi de yeterlidir. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v), vahiy konusunda güvenilir olduğundan dolayı Rabbinin risâletindeki bir harfi bile değiştirmeksizin, fazlalaştırmaksızm ve eksiltmeksizin -kendisine vahyedildiği şekilde- insanlara tebliğ etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v), "İşte bu, benim yolum budur. Ben yalnızca Allah'a davet ediyorum" (Yûsuf: 12/108) ve "Ben, tanyerini ağartan Rabbe sığınırım." (Felak : 113/1) veya "İnsanların Rabbine sığınırım" (Nas: 114/1) dememiştir. Ancak harflerin ve sığanın kendisiyle, yüce Allah'tan kendisine yöneltilende"emir sığasını" [79] da kullanmıştır. İşte bu, (Allah'ın, kendisine vahyettiği) risâleti ve daveti tebliğ hususundaki "güvenirliliğine" delildir.
Tebliğden maksat; Allah'ın, kıyamet gününde insanların (bizzat kendilerinin- suçsuz olduklarına dair) ileri sürebilecekleri hüccetlerini boşa çıkarması ve hiçbir kimsenin mazeretini beyan etmemesi anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah, insanlara kendisi tarafından Peygamberler gönderip risâleti tebliğ ettirmeden önce azab etmekten ve insanlara, günah işlememiş olduğu halde azab etmez. O en keremli ve en merhametli olandır. Nitekim yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Biz, Peygamber göndermedikçe hiçbir kimse (veya bir topluluğa) azab etmeyiz."[80]
Yine Şanı yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Rabbin, kendilerine ayetlerimizi (vahyimizi) okuyacak bir peygamberi, memleketlerin ana şehirlerine (yani asıl olanlarına yahut büyüklerine veya başkentlerine) göndermedikçe, (hiçbir zaman) o memleketleri helak edici değildir. Zaten Biz, (ancak zulümleri sebebiyle azabı hak eden) halkı zalim memleketleri helak etmişizdir. "[81]
Şanı Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)'i; alemlere uyarıcı olması için göndermiş ve aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyanların, "bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmemiştir" şeklindeki mazeretlerini boşa çıkarmak için Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada göndermiştir. Yüce Allah bu konuda Yüce kitabı Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır.
"Ey kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiğinde, 'Bize bir müjdeci ve bir uyarıcı gelmedi' dersiniz diye, size açık anlatacak Peygamberimiz (Muhammed) geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye Kadir'dir."[82]
Resulullah (s.a.v), Rabbinin davetini tebliğ ettiği sırada ona, yüce ve büyük Rabbinin şu ayeti inmiştir:
"Şimdi sen, ne ile emrolunuyorsan, (müşriklere) apaçık bildir. Müşriklere de aldırış etme. "[83]
Resulullah (sav), Rabbinin davetini açıklamaya ve risaletini tebliğ etmeye koyulmuştu. Böyle bir sırada Safa tepesine çıkarak kabileleri ve Kureyş'in içindeki toplulukları şöyle davet etmeye başladı:
- "Ey Abdulmuttalib oğullan! Ey Fihr oğulları! Ey Ka'b oğulları!.. Nihayet herkes oraya toplandı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), onlara:
- "Ben, size, şu vadiden veya dağın eteğinden atlıların çıkıp geleceğini ve size saldıracaklarını haber versem, beni tasdik eder miydiniz?" diye sordu. Onlarda:
- "Evet, şimdiye kadar senin yalan söylediğini görmedik" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.):
- "Ben, size, (tebliğ ettiklerimi kabul etmediğiniz taktirde) önünüzdeki şiddetli azabı haber veriyorum..." dedi. Bunun üzerine amcası Ebu Leheb:
-"Ey Muhammed yazıklar olsun sana! Bunun için mi bizi buraya topladın?"diyerek Hz. Peygamber (s.a.v)'e hakaret etti. Bunun için Yüce Allah, onun bu sözüne karşılık olarak şu sureyi indirmiştir:
"Ebu Leheb 'in elleri kurusun; zaten kurudu da! Malı ve kazandığı kendisine fayda sağlamadı, (Yaptıklarından dolayı) alevli ateşe yaslanacaktır. Karısı da (yaptıklarından dolayı) boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır." (Tebbet: 111/1-5)" [84]
[71] A'râf: 7/61-62.
[72] A'raf: 7/79.
[73] A'râf: 7/93.
[74] Mâide: 5/67.
[75] Yûsuf: "12/108.
[76] Kafirun: 109/1-2.
[77] FeIak: 113/1.
[78] Nas: 114/1.
[79] Resulullah (s.a.v)'e indirilen sürelerde ve ayetlerde geçen "Kul" kelimesini, Resulullah (s.a.v) kullanmıştır. "Kul" kelimesi, Arap dü gramerine göre,emir sığa-sıdır. Yani bununla, Hz. Peygamber (s.a.v) kastedilmiştir. Zira bu emir sığası, Hz. Peygamber (s.a.v)'e hitap etmektedir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v), eğer Kur'an'dan bir şeyi gizleyecek ve saklayacak olsaydı, bizzat kendisine hitap edilen bu kelimeleri gizlerdi. Ama Hz. Peygamber (s.a.v) böyle bir şey yapmamıştır. Kendisine indiği şekilde hiçbir değişiklik yapmadan insanlara tebliğ etmiştir. İşte bu da Hz. Peygamber (s.a.v)'in güvenilir olduğuna delalet etmektedir.
[80] İsrâ: 17/15.
[81] Kasas: 28/59.
[82] Maide:5/19.
[83] Hicr:15/94.
[84] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 89-94.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
4. Fetanet (Zeki ve Akıllı Olma) :
Fetanet zeki ve akıllı olmak demektir. Buna göre Peygamberlerden her biri, mükemmel bir akıl ve doğru görüşlülüğün yanı sıra akıllı, zeki ve harikulade bîr şekilde gönderilmişlerdir. Yüce Allah, Hz. İbrahim Halil (a.s)'ın vasfı hakkında şöyle buyurmaktadır:
"And olsun ki daha (Peygamberlik verilmezden) önce İbrâhîm 'e, 'doğru görüşlülüğü' verdik. Biz, Onu (n buna uygun olduğunu) biliyorduk."[85]
Yine bu konuda Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, kavmi içerisindeki müşriklere delil getirmedeki doğruluğuna bakıldığında, Onun seçkinliğine ve zekililiğine dair deliller bulunmaktadır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Derken ona başvursunlar diye; (büyük puta başvurup bu putları kıranın kim olduğunu sorarlar, böylelikle putun acizliği ortaya çıkar diye) içlerinden büyüğü müstesna hepsini paramparça edip bıraktı. (Geri dönüp İbrâhîm 'in put kırma eyleminin sonucu olan manzarayı gördüklerinde,) 'bunu ilahlarımıza kim yaptı? Doğrusu bunu yapan zalimlerden biridir' dediler, (ibrâhîm 'in, putlarına karşı bir tuzak hazırlayacağına dair yemin ettiğini işiten kimseler) dediler ki: 'İbrâhîm denilen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk. (Emretme yetkisini ellerinde bulunduranlar) dediler ki: '0, halde onu halkın gözü önüne getirin. Belki (ondan işitilen sözleri söyleyerek o-nun aleyhine) şahitlik ederler. '(İbrâhîm, onların huzuruna getirilerek): 'Ey ibrâhîm! İlahlarımıza bu işi sen mi yaptın?' dediler. (O da, kırmaksızın bıraktığı putu kastederek: ) '0 işi, şu büyükleri yapmıştır! Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!' dedi. Bunun üzerine kendi kendilerine dönüp, 'Doğrusu siz zalimlersiniz. Konuşmayan bu putlara tapmakla hakka karşı zalimlik ediyorsunuz)' dediler. Sonra (kendilerinin, zalim olduklarını kabul ettikten) tekrar kafalarında olan eski İnanca (küfre) döndürüldüler ve: 'Ey İbrâhîm! Bunların konuşamayacağını, and olsun ki, sende bilirsin' dediler. (Onlar bunu itiraf edince, ibrahim'de, onlara karşı şöyle bir delil getirdi:) '0 halde Allah 'ı bırakıp ta size hiç bir fayda ve zarar veremeyecek şeylere ne diye taparsınız? Size ve Allah 'ı bırakıp ta taptıklarınıza yazıklar olsun! Daha hala akıllanmayacak mısınız?' dedi.[86]
Bir gerçek olarak Hz. İbrâhîm (a.s.)in, büyüğü hariç bütün putları paramparça etmesine dair hakkında tecelli eden bu ayetler, onun zekiliğiyle ve seçkinliğiyle sona ermektedir. Zira Hz. İbrâhîm (a.s), eliyle putları kırmış ve daha sonrada kavmine delil gösterebilmek için baltayı büyük putun boynuna asmıştı... Bunun üzerine muhakeme etmek için halkın ve kendilerinin huzuruna getirdiklerinde ona şu soruyu sormuşlardı:
- "İlahlarımızı paramparça ederek kıran ve onları kırmaya gelen kimdir? 'Yoksa Ey İbrâhîm! bunu sen mi yaptın?' Bunun üzerine Hz. İbrâhîm (a.s), onlara:
- "Onları, ben kırmadım. Fakat sizinde gördüğünüz gibi büyük put, onları kırmıştır. Çünkü büyük put, sizin, kendisiyle birlikte şu küçük putlara da tapmanıza razı olmadığından dolayı onları o kırmıştır. Buna delil ise baltanın büyük putun boynuna konulmasıdır. Eğer benim sözümü tasdik etmezseniz, bu işi kimin yaptığını, onlara sorun...' dedi.
Burada Hz. İbrâhîm (a.s), hedefine ulaşmıştı. Zira akıllarının kıtlığından ve kendilerini gülünç bir duruma soktuktan sonra onlara delilini getirmişti. İşte bu, Peygamberlerin düşüncesidir.
Hz. İbrâhîm (a.s)'ın başka bir doğruluğu ise, Allah'ın mülkünde çekişen Tağut Nemrut ile olan mücadelesidir. Zira Nemrut, kendisinin ilah olduğunu ve Allah'ın dışında, kendisine tapılması gerektiğini savunuyordu. Halbuki Allah, Nemrut gibi kendisine tapılan kimselerin de Rabbiydi. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, Nemrut'a karşı doğru görüşlüğü ve zekiliği nasıldı? İnatçı düşmanı, Hz. İbrâhîm (a.s)'in sözü karşısında nasıl şaşırıp kalarak delilsiz kalmıştı? Yüce Allah bu konuyu şöyle anlatmaktadır.
"Allah, kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim'le Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrâhîm, Ona: 'Benim Rabbim dirilten ve öldürendir' demişti. O da: 'Bende diriltir öldürürüm' dedi. Bu defa İbrâhîm, 'Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, (haydi bakalım) sende onu batıdan getirsene dedi. (Allah'ın varlığını, kanun koyma yetkisini ve ilahlığını) inkar eden (bu delil karşısında) şaşırıp dona kaldı. Allah, zalimleri doğru yola eriştirmez."[87]
İşte bu, batılın sırtını yere vuran keskin bir delildir. Bundan dolayı Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)'ı, apaçık "Hakk Nur"unu açıklayıcı kılmıştır.
İşte bütün nebiler ve resuller, böyledir. Zira Allah onlara, akıl ve doğru görüşlülük vermiştir. Bundan dolayı onlar, zekililik ve akıllılık şekillerinin en mükemmel örnekleridirler. Çünkü Yüce Allah, onlara, kavimlerini hidayete getirmeye dair delil getirmede güç yetirebilmeleri için zekililiği, harika olmayı, fetaneti ve akıllılığı tahsis etmiştir. Hakk ışığını insanlara açıklamak ve Allah'ın davetini insanlara ilan etmek için akıl bakımından insanların en mükemmel olanını, zeka bakımından onların en geniş olanını, delil ve kanıt bakımından da onların en kuvvetli ve güçlü olanını, risâlete seçmede, Allah'ın ezeli hikmeti, böyle tahakkuk etmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Allah, Peygamberlik vereceği kimseyi (herkesten) daha iyi bilir. Suç işleyene, Allah katından bir aşağılık ve hilelerinden ötürü de şiddetli bir azab erişecektir."[88]
İnsanoğlunun kendisine zafiyet geldiğinde ve akli melekeleri zayıfladığında, bazen insanlardan bir kısmı ihtiyarlık çağına ulaştıklarında bunama gibi bir hal onlara hasıl olur... Buna göre Peygamberler, -her ne kadar ömürleri uzun olursa olsun-mükemmel bir akıldan ve güçlü bir düşünceden dolayı büyük bir mevkide gölgelenmektedirler. Çünkü Yüce Allah onları, inayetiyle kuşatmış ve gözetimiyle onları korumuştur. Bundan dolayı da onların, düşünce hislerinin zayıflaması ve akli sezgilerinin ihmal edilmesi mümkün değildir. İşte bu, Allah'ın dilediğine verdiği üstünlüktür. Doğrusu Allah, büyük fazilet sahibidir. [89]
[85] Enbiyâ :21/51.
[86] Enbiyâ: 21/58-67.
[87] Bakara: 2/258.
[88] En'âm: 6/124.
[89] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 94-98.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
5. Nefret Verici Kusurlardan Uzak Olma:
Bu özellik, Peygamberlerin özelliklerindendir. Çünkü insanların onlarla bir araya gelmelerinde, onlara tabi olmalarında ve onların davetlerini işitmede, nefret verici fıtri ve ahlaki kusurlardan herhangi birisinin Peygamberlerde olması mümkün değildir. Nitekim alaca hastalığı, cüzzam ve vücudun çirkinleşmesi gibi insanlara nefret verici hastalıklar; Peygamberlerden, hiç birinde meydana gelmez. Zira onlar, her kadar insan olsalar da; insanlardan birine isabet eden arızalar, onlara da isabet eder. Ancak Şanı Yüce Allah, onları, nefret verici kusurlardan korumuş ve insanlara tiksinti verecek çirkin hastalıklardan uzak tutmuştur.
Rivayet edildiğine göre; "Hz. Eyyüb (a.s), hastalanmış ve hastalığı, onun her tarafını kaplamış. Nihayet vücudu ulmuş ve kurtçuklar vücudundan çıkmaya başlamış. Karısı ise onun bu halinden hoşlanmamış." Hz. Eyyüb (a.s) hakkındaki bu ve benzeri anlatılan rivayetlerin tamamı, tasdik edilmesi ve inanılması doğru olmayan İsrailiyattan nakledilen yalan ve batıl rivayetlerdir. Çünkü böylesi rivayetler, Peygamberlerin vasıflarıyla birlikte bulunması mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerîm ise Hz. Eyyüb (a.s)'ın bu hastalığına dair hiçbir şeyi bize anlatmamıştır. Ancak Hz. Eyyüb (a.s)'ın vücuduna, bir derdin isabet ettiği ve dert ve kederin, onun vücudunun tamamını kapladıktan sonra kendisinden kaldırması için Rabbine dua ettiği, bunun üzerine Allah'ın, keder ve beladan İsabet edeni ondan kaldırdığı anlatılmaktadır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Eyyüb'ü de (an)! Hani Rabbine (dua ederek) 'başıma bir\ dert (sıkıntı, hastalık, zayıflık vb.) geldi. Ve Sen, merhametlilerin en merhametlisisin' diye dua etmişti. Bizde onun (bu) duasını kabul etmiş uğradığı derdi kaldırmıştık. Katımızdan bir\ rahmet ve ibadet edenlere de, bir ibret olsun diye" ona, hem ailesini ve hem de onlarla birlikte bir mislini vermiştik.[90]
Hz. Eyyüb (a.s)'a isabet eden derdin, hem kendi vücudunda ve hem de ailesinde meydana geldiği; ayeti kerimede açıklanmaktadır. Bu çeşit dert, hem insanlarda ve hem de Peygamberlerde bulunabilir. Çünkü ölüm, nasıl ki Peygamberlere gelmekteyse, hastalığında onlara gelmesi mümkündür. Böyle bir hastalığın -Hz. Eyyüb (a.s)'ın vücudunun utması ve vücudundan kurtçukların çıkması şeklinde değildir- onlarda ortaya çıkması, onların kudretlerinden bir şeyi eksiltmez ve onların makamlarına zarar vermez. [91]
6. İsmet (Masumiyet):
Bu konunun önemine binaen, Allah'ın izniyle, özel bir bölüm olarak genişçe açıklayacağız. Allah, başarıya ulaştıran ve dosdoğru yola iletendir. [92]
[90] Enbiya: 21/83-84.
[91] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 98-99.
[92] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 99.
Esselâtü vesselâmü aleyke yâ Hatemel Mürselîn vennebîyyîn
"ALLAHümme ente’s- selâm ve minke’s- selâm tebârekte yâ ze'l-celâli ve'l- ikrâm"
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
PEYGAMBERLERİN MA'SUMİYETİ
Peygamberlerin Masumiyeti
Masumiyetin Lügat Ve Şer'i (Terim) Anlamının Tarifi
Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.v)'i, Çocukluğundan İtibaren Günah İşlemekten Koruması
Masum Oluş, Peygamberlikten Önce Mi? Yoksa Sonra Mı Olur?
Masum Olma, Peygamberlerin Dışındaki Kimseler İçin de Olur mu ?
Ehli Kitabın, Peygamberler Hakkındaki İnançları
Masumiyet Etrafındaki Şüpheler Ve Bunlara Verilen Cevaplar
Peygamberlerin Atası Hz. Adem (a.s)'ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Hz. Nûh (a.s)’ın, Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Hz. İbrahim Halilurrahman (a.s)'ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Hz. İbrahim (a.s) Hakkında İleri Sürülen Üç Yalanın Mahiyeti Nedir?
Hz. Yûsuf Es-Sıddik (a.s)’ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Hz. Yûsuf (a.s)'a Karşı Yapılan İftira ve Yalan
Hz. Yûsuf (a.s)'ın Masum Oluşu İle İlgili Deliller
Hz. Yûnus (a.s)’ın Masum Oluşu
Peygamberlerin Sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)'in Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Bu Konuda İkaz Şeklinde Gelen Ayetler
Resulullah(s.a.v)'e, Bedir Esirleri Hakkında Yapılan İkaz
Resulullah (s.a.v)'in, Münafıklara, Savaşa Çıkmamaları Hususunda İzin Vermesi İle İlgili Gelen ikaz
Resulullah (s.a.v)'in, Mümin Bir Kimseden Yüz Çevirip Suratını Asması Üzerine Gelen İkaz
Resulullah (s.a.v)'in Müşriklere Meyletmesine Dair Gelen İkaz
Resulullah (s.a.v)'in, Müşriklere ve Kafirlere Meylettiği Hakkında Gelen İkaz
Resulullah (s.a.v)'in, Kendisine indirilende Şüphe Etmesi Hakkında Gelen İkaz
Resulullah (s.a.v)'in, Müşriklerin İman Etmeleri İçin Mucize Getirmesi Hakkında Gelen İkaz
Resulullah (s.a.v)'in, Yanında Bulunan Müminleri Kovmaması Hakkında Gelen İkaz
Resulullah (s.a.v) in Geçmiş ve Gelecek Günahlarının Bağışlanması Hakkında
Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'e Yapmasını Emrettiği Bir Şeyi Yapmaktan Kaçınması Hakkında Gelen İkaz
Peygamberlerin Masumiyeti
Peygamberlerin, kişiliklerine zarar verici veya yüceliğini boşa giderecek yahut insanlık değerini alçaltacak her türlü şeyden sakınmaları, masiyetlerden uzak olmaları ve şehevi duygulara yeni arzu ve isteklerine göre hareket etmekten vazgeçmeleri suretiyle insanlığın bekası için seçilmiş olmaları onların özelliklerindendir...
Bundan dolayı Peygamberler -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- yaratılış yani huy veya ahlak bakımından insanların en mükemmeli, amel işleme bakımından insanların en zeki olanı, nefislerine hakim olma bakımından insanların en temiz olanı ve gidişatları ile metod bakımından insanların en güzel olanıdır. Çünkü onlar, insanlık için "güzel bir örnek" ve "güzel bir model" olan kimselerdir. İşte bundan dolayı Şanı Yüce Allah, insanlara; onlara uymalarını, onların ahlakıyla ahi aklanmalarını ve hayat şartlarının getirmiş olduğu her konuda onların metoduna göre hareket etmelerini emretmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"O (Peygamberler), Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde (Ey Muhammed) Sen de onların dosdoğru yollarına uy."[1]
Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"(Ey iman edenler!) And olsun ki sizin için, Resulullah 'en güzel örnektir'..."[2]
Yine Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Doğrusu o (ismi daha önce geçen Peygamberler,) katımızda seçkin ve iyi kimselerdendirler."[3]
[1] 'En'âm: 6/90.
[2] Ahzâb: 33/21.
[3] Sâd: 38/47 (Bu ve benzeri ayeti kerimelerde de görüldüğü üzere, Peygamberler ile onunla birlikte iman eden kimselerde, güzel örnekler vardır. Zira bunlar (Sâd: 38/47)de de geçtiği üzere, seçkin ve iyi kimselerdirler. İşte tüm bu anlatılanlar, Müslüman bir kimsenin, onlara uymasını ve onları, güzel bir örnek ve model edilmesini zorunlu kılmaktadır. Zira insanlık için bir meşale ve bir ışık konumunda olan bu kimseler, örnek alınmadığında o zaman- algınlığın, küfrün ve tağutluğun meşalesini taşıyanların örnek alınması güıdeme gelir ki, bu da insanlığın kurtuluşu için bir felaket olur. Bundan kurtulmanın tek yolu ise, Peygamberler ile onlarla birlikte iman eden kimselerin örnek alınmasıdır. Çünkü Yüce Allah, onları, bize, ömek olarak göstermektedir. Bu örneklik ise sadece bazı konularda olmayıp her konudadır, (ç)
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 103.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Masumiyetin Lügat Ve Şer'i (Terim) Anlamının Tarifi
"İsmet" (ma'sumiyet) kelimesinin, lügat anlamı; "koruma' "men etme" anlamındadır. Araplar, bu kelimeyi; "Ben, onu yemekten korudum" Yani "Ben, onu yemeğe ulaşmaktan menettim" veya "Ben, onu yalan söylemekten korudum" Yani "Ben onu yalan söylemekten menettim" şeklinde kullanırlar. Bu kelimenin geçtiği yerler şuralardır:
1. Bu kelime, Yüce Allah'ın, şu ayetinde aynı anlamda kullanılmıştır:
"(Nuh'un oğlu, babasına: ) 'Beni, sudan (boğulmaktan) koruyacak'(=ya'sumini) bir dağa sığınırım' dedi"[4]
Yani "Beni, boğulmaktan 'men edecek' (yemneuni) bir dağa sığınırım" demektir.
2. Yine aynı kelime, Yüce Allah'ın şu ayetinde de, bu anlamda kullanılmıştır:
"(Azizin hanımı, misafir ettiği kadınlara) 'O(Yusuf)'dan murad almak istedim. Ama O, kendini (bundan) 'korudu' (= iste'same)"[5]
Yani "O, benim bu isteğimi şiddetli bir şekilde menetti (= imtenea)" demektir.
3. Hadisi şerifte de de geçtiği üzere; bu kelime, Resulullah (s.a.v)'in şu sözünde de bu anlamda kullanılmıştır:
"İnsanlar, 'La ilahe illallah' (Allah'tan başka ilah yoktur) deyinceye kadar (onlarla) savaşmakla emrolundum. Şimdi her kim, 'La ilahe illallah' ( Allah'tan başka ilah yoktur) derse, mallarını ve canlarını benden 'korumuş'(~ asamû) olur."[6]
Yani kanlarını ve mallarını benden 'menetmiş' (— meneu) olur.
Kurtubî, bu hadisin şerhinde şöyle der: "Hadiste geçen 'ismet' kelimesi, 'korumuş' (= menetmiş) anlamında kullanılmıştır. Çünkü bu, masiyetleri işlemeyi men ettiğinden dolayı bu isimle adlandırılmıştır."
Bazı kimselerin; "İsmet", 'bir Allah'a mahsustur veya ismet, Allah'a ve O'nun Peygamberlerine mahsustur. Çünkü ismet, istenilen suçlarda ve günahlarda meydana gelir' şeklindeki sözleri, büyük hatalardandır. Zira ismetin, Şanı Yüce Allah'a nispet edilmesi doğru değildir.
Terim (şer'i) anlamına gelince ise ismet; Yüce Allah'ın, nebilerini ve resullerini günahlardan, masiyetleri, çirkinlikleri ve haramları işleme gibi meydana gelebilecek olan şeylerden korumasına denir... Buna göre ismet, yalnızca Peygamberler için yürürlüktedir. Zira ismet, Yüce Allah'ın, Peygamberleri; şereflendirdiği ve diğer insanların üzerine seçtiği vasıflardan birisidir. Bundan dolayı da Yüce Allah, bu vasfı, sadece Peygamberlere vermiştir. Böylece Yüce Allah onlara, bu büyük masum olma nimetini vermiş. Onları, küçük-büyük her türlü masiyetleri ve günahları işlemekten korumuştur. Bundan dolayı Peygamberlerden, masiyetin veya diğer insanların aksine Şanı Yüce, Allah'ın emirlerine muhalefetin meydana gelmesi mümkün değildir.
Bunun hikmeti sebebi şöyledir: Şanı yüce olan Allah, insanlara, Onlara tabi olmalarını, uymalarını ve onların gittikleri metod üzerine gitmelerini emretmiştir. Zira Onlar, Allah'ın yarattıkları kimseler için güzel bir örnek ve uygun bir model; bütün insanlık için ise mükemmel bir örneklik teşkil ederler. Buna göre eğer Peygamberlerden masiyet meydana gelse veya büyük günahlar ile küçük günahları işleselerdi, o zaman masiyet meşru olur yahut ta onlara itaat etmek bize vacip olmazdı. Bu ise uygun olmayan bir davranış olup aynı zamanda da mümkün olmayan bir durumdur. Halbuki Peygamberler, önder olan kimselerdir. Eğer Peygamberlerde bu gibi davranışlar olduğu taktirde, (böyle önder olan bir kimsenin) insanlara faziletli olmayı emretmesi ve çirkinliği yasaklaması, üstelik bununla da kalmayıp bizzat kendisinin çeşitli kötülükleri ve çirkef olan şeyleri işlemesi,(böyle bir kimse için) nasıl uygun olur? Üstelik masiyetler ve günahlar -bilindiği üzere- manevi necasettir. Bu ise pisliklere ve hissi necasetlere benzer. Buna göre böyle şeylerin nebilere ve resullere nispet edilmesi nasıl caiz olur?
Hadisi şerifte de, masiyetlerin gizli necaset olduğuna işaret edilmektedir. Bu konudaki Resulullah (s.a.v)'in sözü şu şekildedir:
"Sizden her kim, bu (masiyet türü) pislikten bir şey işlerse, onu, gizli tutsun. Çünkü bize ondan bir parça aktarırsa, ona, Allah'ın kitabını uygularız."[7]
Rivayet edildiği gibi, bu hadisin anlamı şöyledir: "Kim işlediği masiyeti ortaya çıkarırsa ve onu açıklarsa, ona, had cezası vurulması gerekmektedir."
Kısacası: Bu anlatılanlara göre; şeriat ve akıl, Peygamberler için masumiyetin gerekli olduğunu söylemektedir. Zira peygamberin kendisine uyulmasını ve tabi olunmasını engelleyici; pislikleri ve necis şeyleri veya hırsızlık, yol kesici, içkici, zina vb. şeyler yapması nasıl caiz olur?!
Peygamberin gidişatı, güzel olmadığında veya hayatı, küçük- büyük günahlara karıştığında, peygamberin sözünün, insanlara nasıl bir etkisi olur?
Bunların aksine peygamberin hayatının, hidayet nuruyla aydınlanmış, iffet ve temizliğiyle tanınmış; üstün, güzel ve dürüstlükle süslenmiş bir fazilet ve bir yüceliğe göre olması gerekmektedir. İşte bu, PEYGAMBERLERİN MASUMİYETİni gösterir!
"el-Akidetü'l-İslamiyye" adlı kitabın "Masumiyetin Vasfı" başlığı adı altında şöyle denilmektedir:
"Yüce Allah'ın, Resulullah (s.a.v)'in; ümmeti için "en büyük bir örnek" olduğuna şahadet etmesinin yanı sıra Allah'ın nassı ile sabit olan özellikler bundan ayrı tutulduğunda[8] inanç esasları, davranışları, sözleri ve ahlakı konusunda kendisine uyulmasının gerektiği; risâletinden sonraki bütün inanç esaslarında, davranışlarında, sözlerinde ve seçkin ahlakında Yüce Allah'ın emrine uygun olduğuna ve yine inanç esasları, davranışları, sözleri ve ahlakıyla ilgili herhangi bir konuda yüce Allah'a karşı bir masiyet işlemediği ayetlerle ve yaşantısında sabit olmuştur. Çünkü yüce Allah ümmetlere, kendilerine gönderdiği Peygamberlere uymalarını, tabi olmalarını ve onların gidişatları yani metodları üzere gitmelerini emretmiştir. Buna göre ümmetlere, Peygamberlerini, güzel örnek edinmelerini emredilmesinin anlamı şudur: -Bu, onlardan masiyet halinde ve masiyetin meydana geldiği anda- masiyet ile de onları güzel bir örnek edilmesi gerektiği emredildiği taktirde, Peygamberlerin risâletlerinden sonrada masiyetleri yapması mümkün olur ki, bunda açık bir çelişki söz konusu olur."[9]
[4] Hûd: 11/43.
[5] Yûsuf: 12/32.
[6] Buharî, İman 17; Müslim, İman 36 (22). Buharî ile Müslim, bu hadisi, Abdullah ibn Ömer'den rivayet etmiştir.
[7] Bu hadis için b.k.z: Muvatta, Kader 12; Hakim, Müstedrek; Beyhaki, Sünen Suyuti, Camiu Sağir, H. No: 175; Hadis, İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Suyuti'nin ifadesine göre hadîs, sahihtir, (ç).
[8] Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verilip de sahabesine ve ümmetine verilmeyen bazı özellikler vardır ki, bunlar, naslar ile sabittir. Mesela: Teheccüd namazının, Hz. Peygamber (s.a.v)'e farz kılınması (Müzemmil: 73/2-4); Kendi zamanda, zekatın, Hz. Peygamber (s.a.v) ve onun Ehli beyti tarafından kabul edilmeyip sadakanın kabul edilişi. Dörtten fazla evlilik yapabilmesi (Ahzâb: 33/50-52) gibi. Resulullah (s,a.v)'in evlilik yaptığı müminlerin anneleri ise şunlardır:
1. Hatice bİnt. Huveylid (r. anha)
2. Şevde bint. Zem'a (r. anha)
3. Ayşe bint. Ebu Bekr (r. anha)
4. Hafsa biat. Ömer (r. anha)
5. Zeynep bint. Cahş (r. anha)
6. Zeynep bint. Huzeyme (r. anha)
7. Ümmü Seleme bint. Ebu Ümeyye (r. anha)
8. Ümmü Habibe bint. Ebu Süfyan (r. anha)
9. Meymune bint. Haris (r. anha)
10. Cüveyriye bint. Haris (r. anha)
11. Safiyye bint. Huyey (r. anha) (ç)
[9] Bu kitabı yazan, faziletli üstad Abdurrahman Habenneke'dir. Kendisi Ümmü'I Kura Üniversitesi şeriat fakültesinde İslami Araştırmalar Fakültesinde öğretim gö-revlisi. Bu kitap, İslam akidesi konusunda yazılmış nefis bir kitaptr. Allah, yazarı başarılı kılsın.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 104-108.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'i, Çocukluğundan İtibaren Günah İşlemekten Koruması:
Yüce Allah, Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)'i çocukluğundan itibaren korumuş ve onu, küçüklüğünde ve gençliğinde -kendisine Peygamberlik gelinceye kadar geçen zaman zarfında- her türlü cahiliyye davranışlarından da korumuştur. Daha sonrada Onun üzerine, nimeti (olan İslam dinini) tamamlamış[10] ve aynı zamanda en mükemmel bir tamamlama şekliyle risalet yükünü şereflendirmesiyle ona masumiyeti/günah işlememeyi tamam kılmıştır.
İbn Hişanı, "es-Siretü'n-Nebeviyye" adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:
"Resulullah (s.a.v), cahiliyye pisliklerinden ve kusurlarından uzak olarak büyüdü. Yüce Allah O'nun -O, kavminin idaresi altında olduğu halde- Peygamber olmasını istediğinden dolayı cahiliyyenin bu pislik kusurlarından korudu ve gözetti. Ergenlik çağına ulaşınca, kavminin üstün adamı, en ahlaklısı, en iyi geçimlisi, en iyi komşu, en doğru sözlü, en güvenilen, kişileri kötü duruma düşürecek huylardan, çirkin şeylerden en uzak duran kimse oldu. Kavmi içerisinde "el-Emin" (güvenilir) adıyla anılıyordu. Allah, bütün iyi özellikleri onda toplamıştı. -Bana anlatıldığına göre- zaman zaman Hz. Peygamber (s.a.v), Allah'ın, kendisini küçüklükte koruduğundan ve cahiliyye dönemindeki durumundan bahsederdi. Resulullah (s.a.v), Yüce Allah'ın, kendisini korumasıyla ilgili olarak şöyle der:
"Kureyşli çocuklarla birlikte oynuyordum. Çocuklarla, bazı oynayacağımız oyunlar için taşlar taşıyorduk. Diğer çocuklar, peştemallerini alıp omuzuna koymuş olduklarından dolayı avret yerleri gözüküyordu. Bende -onlara bakarak-peştemalimi kaldırıp omuzumun üzerine koyarak taş taşıyordum ki, tam bu sırada bana biri kuvvetlice vurarak: 'Peştemalini bağla' dedi. Bunun üzerine peştemalimi omuzumdan indirip eski halinde bağladım. Daha sonra arkadaşlarımızın arasında yalnız ben, peştemalli olduğum halde omuzumda taş taşmaya devam ettim."[11]
Süheylî, bu rivayete, şu taliki (dipnotu) yazmıştır: "Bu olay (hadisi şerifte de anlatıldığı üzere[12], Kabe'nin bina edildiği -yani Resulullah (s.a.v) 35 yaşında olduğu- bir sırada geçmiştir. Bu olay şöyledir: 'Resulullah (s.a.v), kavmiyle birlikte Kabe'ye taş taşıyordu. Kureyşliler, taşları, boyunlarına bağladıkları peştemallerin üzerine koyup götürüyorlardı. Resulullah (s.a.v)'de, peştemali sağlam olduğu halde taşı omuzunun üzerine koyup taşıyordu. Resulullah (s.a.v)'in bu durumunu gören amcası Abbas, Ona:
- "Ey kardeşimin oğlu! Peştemalini omuzuna kaldırıp yapsan daha iyi olmaz mı? der. Resulullah (s.a.v), amcasının bu isteğini yerine getirerek peştemalini omuzuna bağlayarak taş taşımaya başladı. Böyle bir şekilde Resulullah (s.a.v)'in avret yerleri gözüküyordu. Bu sırada birdenbire yüzüstü yere düştü. Peşi sıra,'peştemalim!"Peştemalim!'diye seslendi. Daha sonra peştemalini -eskisi gibi- bağladı ve taş taşıma ya devam etti."[13]
İbn İshâk'ın anlattığı bu olay, -eğer sahîh ise- Resulullah (s.a.v) 'in küçüklüğünde olmuştu. Resulullah (s.a.v), bu taş taşıma işini iki defa yapmıştı. Birisi, -yukarıda anlatılan olay ki- küçüklüğünde olmuş ve diğeri ise (yani bu olay) gençliğinde olmuştur.[14]
[10] Yüce Allah, peygamberine nimetini tamamlamasına dair şöyle buyurmaktadır: "Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetini tamamladım ve size din olarak İslami seçtim." (Mâide: 5/3). (ç).
[11] ibn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, 1/194.
[12] Buharî, Hacc 42, Meoakibu'l-Ensar 25; Müslim, Hayz 76, 77 (340); Müsned, 3/ 295, 310, Bu hadis, Cabir b. Abdullah'tan rivayet edilmiştir, (ç).
[13] Süheylî, Ravdu'1-Unf, 2/ 180.
[14] Bu rivayetlerinde gösterdiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.), tezi uygun olmayan davranışlarda bulunmaya kalkışmış. Fakat anında müdahale yapılmış ve bu davaranışları yapmaktan vazgeçmiş ve davranışlarında ısrar etmemiştir. Kısacası; bu olaylar, Hz. Peygamber (s.a.v)'in masumiyetine zarar verebilecek nitelikte değildir. Bu konu, ileride daha geniş açıklanacaktır, (ç).
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 108-110.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Masum Oluş, Peygamberlikten Önce Mi? Yoksa Sonra Mı Olur?
Alimler, Peygamberlerin masumiyetinin Peygamberlikten Önce mi? Yoksa sonra mı? ve masumiyetin yalnız büyük günahlardan mı? Yoksa; hem büyük günah ve hem de küçük günahlardan mı? olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu konuda bazı alimlerin görüşü şöyledir: Peygamberler için masumiyet, hem Peygamberlikten önce hem de Peygamberlikten sonra sabit olabilmektedir. Çünkü kişisel hareketler ve davranışlar -Peygamberlikten önce olsa bile- gelecekte olan peygamberin davetine etki eder. Peygamberin, güzel bir gidişatı ve nefsinin tertemiz olması gerektiği bunun dışındadır. Böyle bir durum, peygamberin risâletine ve davetine zarar verici bir etki söz konusu değildir.
Bu görüşü savunan alimler, buna; Yüce Allah'ın, Peygamberleri, kısanların en tertemiz olanından seçmesini ve onları küçüklüğünden itibaren bizzat kendisinin gözetmesini delil getirmişlerdir. Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s) ile ilgili:
"(Ey Mûsâ!) Gözümün önünde yetişip (terbiye edilesin) diye."[15]
Ve ayrıca Yüce Allah'ın, Peygamberleri seçkin ve iyi kimselerden seçtiği ile ilgili, "Doğrusu onlar (Peygamberler) katımızda seçkin ve iyi kimselerdendirler"[16] ayetlerini, kendi görüşlerine delil getirmişlerdir.
Buna göre Peygamberlerin, Peygamberlikten Önce ve sonra her türlü günahları; masumiyetleri ve çirkin fiilleri, işlemekten masum olmaları ve bunlardan korunmuş olmaları gerekmektedir.
Diğer gruba gelince ise; bunlarda "Peygamberlerin, masum oluşunu sadece Peygamberlikten sonra olacağını ve bu dönemde küçük ile büyük günahlardan masum olduklarını savunmuşlardır.
Çünkü insanlar, Peygamberlikten önce Peygamberlere tabi olmakla ve onlara uymakla emrolunmamışlardır. Tabi olma ve uyma, ancak Peygamberlere vahyin inmesinden ve risalet ile emaneti yüklenmeleri suretiyle şerefli bir konuma geldikten sonra olur. Peygamberlikten öncesine gelince ise; Peygamberler de ancak diğer insanlar gibidir. Bununla birlikte (Peygamberlik öncesi) onların gidişatında masiyetler, günahlar veya kötü ve çirkin bir yola saptıklarında meydana gelecek bir durumda ikaz edilirler. Çünkü onlar, Peygamberlikten önce masum değildirler. Fakat onlar, Allah'ın inayetiyle ve yaratılışlarındaki temiz halleri üzere korunmuşlardır.
"el-Akidetü'l-İslamiyye ve Ususüha" adlı kitap ta aynen şöyle denilmektedir:
"Peygamberler, peygamberliğe seçilmeden önce iki çeşit üzeredirler:
1. Peygamberin daha sonra gelecek mutlak bir şeriat ile teklif olunmaması: Buna göre masumiyet, peygamberin kendisi hakkında konmuş bir özelliktir. Çünkü masiyetler ve Allah'ın emrine muhalefetlikler, ancak şeriat geldikten sonra olur. Mükellef olması da, kendisine gelen şeriat iledir. Kabul edilen durum ise; Peygamberin henüz getireceği şeriat ile mükellef olmamasıdır. Bundan dolayı henüz masumiyetin varlığından; veya yokluğundan bahsetmeye gerek yoktur. Çünkü ortada peygamberin bir şeriat ile mükellef tutulması söz konusu değildir. Çünkü Peygamberlik henüz gelmemiştir.Fakat peygamberin yaratılışının yüce olması, nefsinin temiz olması, ruhunun yüksek olması, aklının sağlam olması; kavmi arasındaki ahlakının, muamelatının, güvenirliliğinin, aklı seliminin, dosdoğru tabiatına ve nefret edilecek çirkinlikleri ve masiyetleri işlemekten uzak oluşu, O'nun örnek ve yüce olmasını gerektirir.
2. Peygamberin, önceki bir peygamberin şeriatı ile mükellef tutulması: Nitekim Hz. Lût (a.s) peygamberliğinden önce-amcası Hz. İbrâhîm (a.s)'in şeriatına tabi idi. Yine Hz. Mûsâ(a.s)'dan sonraki İsrail oğulları Peygamberleri, kendilerine peygamberlik vahyolunmadan önce Hz. Mûsâ (a.s)'ın şeriatına bağlıydılar. İşte bu durum; peygamberin, Peygamberlikten önce, ne küçük bir günah ve ne de büyük bir günah işlemediğine kesin bir delildir. Fakat Peygamberlerin, Peygamberlikten önceki hayatlarını nakleden tarihçiler, onların; insanların işlediği küçük ve büyük günahlar ve masiyetler gibi masiyetlerden ve günahlardan uzak olduğuna şahitlik etmişlerdir.
Eğer Peygamberlerden -yukarıda anlatılanlardan- bir şey meydana gelse, bu, onlarda pek nadir görülen yanılma ve sürçmelerdir. Onların yaratılışlarının yüce olmasından, nefislerinin temiz olmasından, ruhlarının yüksek olmasından ve sonradan teklif olunacakları şeyin önemli olmasından dolayı, böyle bir şey onlara zarar vermez. Ancak onlardan kaynaklanan bu yanılmalar ve sürçmeler, onların; insanlar tarafından insanlık seviyesinin üstüne yükseltilmemeleri ve vasıflanmaları mümkün olmayan ilahi sıfatları yükletilmemeleri için insanların önünde normal bir insan gibi olmalarını ispat etmek için (bunlar) meydana gelmiştir. Bundan dolayı onların, Peygamberlikten önceki ve sonraki halleri arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Onlar, Yüce Allah'ın seçkin kullan ve yaratıklarıdır."[17]
Alimlerin görüşlerinden çıkarılan sonucun Sahîh olanını kısaca şöyle özetleyebiliriz: "Peygamberler -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- Peygamberliklerinden sonra her türlü küçük-büyük günahlardan ve masiyetlerden ittifakla korunmuşlardır. Peygamberlikten öncesine gelince ise; onların kişiliklerine zarar vermeyecek ve risâletine etki etmeyecek bazı basit aksiliklerin meydana gelmesinin ise ihtimali vardır.
Allame Kurtubî (rh.a), "el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân" adlı tefsirinde konuyla ilgili olarak şöyle der:
"Alimler, Peygamberlerden -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- büyük günahlardan ve her türlü toplu olarak eksiklik ve çirkinliklerden korunmuş olduklarına dair ittifak ettikten sonra, küçük günahın onlardan meydana gelip gelmeyeceği konusunda ise ihtilaf etmişlerdir.
Fıkıhçıların çoğu; Peygamberler, büyük günahlardan korunmuş oldukları gibi -bunda icma vardır-, küçük günahların hepsinde de masumdurlar. Çünkü biz, Peygamberlere, mutlak bir emir olarak davranışlarında, naklettiklerinde ve gidişatlarında bir delile dayanmaksızın tabi olmakla emrolunduk. Buna göre eğer biz onların küçük günah işlemelerini caiz görürsek, o zaman onlara uymak caiz olmaz. Çünkü Peygamberlerin davranışlarının her birisinden maksat; yakınlık mıdır? Mubahlık mıdır? Yoksa isyan tehlikesi olan bir davranış mı? Masiyet mi olduğu açıkça bilinmez. Dolayısıyla kişinin, masiyet olabileceği şüphesi bulunan bir emre uymakla emrolunması doğru olmaz.
Ehli Sünnet alimlerinden olan Ebu İshâk el-İsferani bu konuda şöyle der: 'Peygamberlerden, günahlar meydana gelmez. Çünkü onlar, küçük ve büyük günahlardan masumdurlar. İşte onların mucize sahibi olmaları, bir delil olarak onların masum olmalarını gerektirir.'
Ehli Sünnet alimlerinden bazıları da konuyla ilgili olarak şöyle derler: 'Peygamberlerden, küçük günahlar meydana gelir'. Bu görüşün aslı yoktur. Zira Ehli-i sünnet alimlerinden çoğuna göre; Peygamberlerden küçük günahların sadır olması caiz değildir.
Bazı son devir alimler ise, konuyla ilgili olarak şöyle derler: 'Bu konuda şöyle demek en uygun olanıdır: 'Yüce Allah, peygamberlerin bazılarından günahların meydana geldiğini haber vermiş, onların günah işleyebileceğini belirtmiş, bu günahlardan dolayı onları ikaz etmiş; Peygamberler ise bu günahları kendilerinin işlemiş olduklarını söylemişler, işlemiş oldukları günahlardan dolayı sıkıntı çekmişler, bu günahlarından dolayı Allah'a tevbe etmişler. Bunların hepsi, yorumu gerektirmeyecek bir şekilde Kur'an'in birçok yerinde nakledilmiştir. Her ne kadar bazı ayetler, yorumu gerektirecek olsa da, Peygamberlere ait bu hallerin hepsi, onların makamlarına ve derecelerine zarar getirmeyecektir. Ancak Peygamberlerde meydana gelen bu haller, hata (zelle) ve unutma yönünde gelmiştir. Buna göre bu haller, başkalarına nispetle Peygamberler için iyilik, makamlarının ve kadr-ü kıymetlerinin yüceliğine nispetle kendileri hakkında kötülüktür. Bu konuda en güzel sözü, Cüneyd el-Bağdadi söylemiştir ki, o da şudur: "Ebrarlann (= iyi kulların) hasenatı (= iyilikleri), Mukarreblerin (= Allah'a en yakın olan kulların) seyyiatı (= kötülükleri) gibidir." Buna benzer şöyle bir söz daha vardır: "Bir iş yapmakla kalacaksa ecir, ondan sorumlu tutulur vezir."
(Kurtubî bu konuya devamla şöyle der:) 'işte doğru olan şudur: Her ne kadar ayeti kerimeler, Peygamberlerin bazılarından günahların meydana geldiğini gösteriyorsa da, bu durum onların makamlarına zarar getirmez ve derecelerini de indirmez. Bilhassa Allah, onlardan her türlü kötülükleri ve masiyetleri gidermiş, onları, yarattıkları arasından seçmiş, onları hidayete erdirmiş, onların nefislerini kötülüklerden temizlemiş, onları diğer yaratıklara karşı seçkin ve mümtaz kılmıştır. Allahın salât ve selâmı onların üzerine olsun."[18]
[15] Taha: 20/39.
[16] Sâd: 38/47
[17] Ustad Abdurrahman Habenneke, el-Akidetül-İslamiyye, s. 116.
[18] Kutubî, et-Câmiu li Ahkâmil-Kur an, İ/308.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 111-115.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Masum Olma, Peygamberlerin Dışındaki Kimseler İçin de Olur mu ?
İnsanoğlunun her bir ferdinden; hata, sapma ve masiyetin meydana gelmesine maruz kaldığına göre, Peygamberlerin -Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- dışında hiçbir kimse için masumiyet sabit olmamıştır. Ancak Şanı Yüce Allah, bazı veli kullarını, büyük günahlardan, rezilliklerden, çirkinliklerden ve masiyetlerden bir çeşit koruma ve destekleme yoluyla korumuştur. İşte bu, Yüce Allah'ın, resullerine ve nebilerine mahsus kıldığı masumiyet olmayıp veli kullarına mahsus kıldığı ilahi bir lütuftur. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve peygamberi (Muhammed'e) iman edin ki (Allah) size rahmetini iki kat versin ve size, ışığında yürüyebileceğiniz bir 'nur' lütfetsin. Ve sizi bağışlasın. Allah, Gafurdur ve Rahimdir."[19]
Ayeti kerimede geçen "Nur" kelimesi, insanlardan; evliyalar (= Allah'ın veli kulları), takva sahipleri ve sıddikler için olan ilahi lütfü işaret etmekte olup bu da resuller ve nebiler için olan masumiyet olmayıp bir çeşit koruma ve destekleme yoluyla olup Yüce Allah, bu ilahi fazileti; sahabelerden, Hz. Ebu Bekr (r.a), Hz. Ömer (r.a) vb. kimselere mahsus kılmıştır. Resulullah (s.a.v), Yüce Allah'ın, Hz. Ömer'in diline ve kalbine hakkı koyduğunu haber vermiş[20] ve devamla:
"Nefsimi elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, Ey; Ömer! Şeytan seni bir yolda yürürken gördüğünde, senin gitmediğin bir yolu tutup (senden) kaçıp gider"[21] buyurmuştur.
Bu görüşe muhalif bazı kimseler, bir takım şahısların masumiyetini savunmuşlardır. Bu görüşün doğruluğuna dair, Kur'an'dan ve Sünnetten bir delil yoktur. Yalnız bu görüş; şek ve şüphelerin ciddiyetinden uzaktır. Buna göre masumiye hiçbir kimse için olmayıp yalnızca Peygamberler için geçeridir. Çünkü Yüce Allah, Peygamberleri, alemler için bir örnek yapmıştır.[22] Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"O (Peygamberleri) emrimiz altında insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendirler."[23]
Peygamberlerin dışındaki -bütün insanların hata yapması mümkündür. İşte bundan dolayı İmam Malik (r.a) şöyle der:
"Şu kabir sahibinin Resulullah (s.a.v)'in kabrine, işaret ederek dışında kalan, bizden görüş sahibi olanların görüşleri kabul edilirde, reddedilirde." [24]
[19] Hadîd: 57/28.
[20] Hz. Ömer (r, anh), olayları anlamada, çare bulmada takİp edilen gelişme neticesine göre; isabetli hedeflerin tahmin ve tespitinde fevkalade kabiliyet ve sezgiye sahipti. Resulullah (s.a.v), onun bu yönünü şöyle ifade etmekedir:
"Sizden Önceki ümmetlerde muhaddesler (= ilhama mazhar olanlar) vardı. (Bunlar, Peygamber olmadıkları halde hakkı dile getirirlerdi). Eğer ümmetimde bunlardan biri varsa, O da, Ömer' dir." (Buharı). Hz. Ömer (r.anh), gerek Resulullah (s.a.v)'in sağlığın da ve gerekse vefatından sonra çok isabetli teşhislerde bulunmuş ve doğru kararlaR vermiştir... Rivayetlerde; Hz.Ömer (R.anh.)'ın şu doğru tespitleri, vahyin inmesine de sebep olmuştur;
1. Hz. İbrahim (a.s)'ın makamının namazgah edinmesini istemesi üzerine (Bakara: 2/125) ayeti inmiştir.
2. Hz. Peygamber (s.a.v)'in hanımlarının örtünmeleriri istemesi üzerine(Ahzâb: 33/ 59) ayeti inmiştir.
3. Resulullah (s.a.v)'in hanımlarının kıskançlık etmeleri üzerine Hz. Peygamber (s.a.v)'in onları boşadığı takdirde Yüce Allah'ın, kendilerinin yerine O'na güzel kadınlar vereceğini söylemesi üzerine (Tahrîm: 66/5) ayeti inmiştir.
4. İçkinin yasaklanmasını istemesi üzerine (Mâide: 5/90-91) ayetleri inmiştir.
5. Bedir savaşında esir edilen müşriklerin öldürülmesini istemesi ücrine (Enfal: 8/67-68) ayetleri inmiştir.
6. Münafıkların reisi Abdullah b. Übey'in cenaze namazını, Resulullah (s.a.v)'e kılmamasını söylemesi üzerine (Tevbe: 9/84) ayeti inmiştir.
7. İfk olayında, Hz.Aişe'nin tertemiz olduğunu Resulullah (s.a.v )'e söylemesi üzerine (Nur: 24/16) ayeti inmiştir.
8. İki kimsenin Resulullah (s.a.v)'e gelerek bir konuyu sarmalan üzerine bunlardan birisi Resulullah (s.a.v)'in vermiş olduğu hükmü beğenmeyerek Hz. Ebu Bekr'e giderler ve daha sonrada Hz. Ömer'e giderler. Hz.Ömer'de,
9. Resulullah (s.a.v)'in hükmünü beğenmeyen kimsenin boynunu kilıçla uçurur. Bunun üzerine (Nİsâ: 4/65) ayeti inmiştir..
10. Bir yahudinin, Cebrail (a.s) hakkında ileri-geri konuşmasının ardından ona verdiği cevap üzerine (Bakara: 2/98) ayeti inmiştir.
11. Yüce Allah'ın, insanı; "çamurun özünden yarattığuıı ve onun gçirdiği evreleri" işitince (Mu'minun: 23/12-14 "yapıp-yaratanlann en güzeli o-lan Allah pek yücedir" demekle, ayetin sonuna uygun sözü söylemiştir.
12. Haüz İbn Hacer el-Askalani, "nakil itibariyle bu muvafakat'ın 15'ine \a-kıf olduk" diyor. Suyuti'de, "Tarihu'l-Hulefa" da, bunları, 21'e çıkarır.(ç)
[21] Buharı, BedVİ-Halk 11, Fezailu's-Sahabe 6, Edeb 68; Müslim, Fezailu's-Sahabe 22 (2396); Ebu Davud, Haraç 18 (2962); Tirmizî, Menakib (3683); Müsned: 1/171, °2. Hadisin tamamı için İbn Esir el-Cezeri:nin, Camiu'1-Usul, 8/ 62'ye bakabilirsiniz.
[22] Üstad Muhibbuddin el-Hatib, el-Hutut'1-Aridati li Me2hebi Şia el-İsna aşeriyye. Bu kitap, şahane bir kitaptır.
[23] Enbiyâ: 21/73.
[24] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 116-118.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Ehli Kitabın, Peygamberler Hakkındaki İnançları:
Kur'ân-ı Kerîm'in, Peygamberleri; insanlığa bir örnek, bir model, bir önder ve bir hidayet olmaları şeklindeki tanımlanmasının ve vasıflanmasının yanı sıra Ehli Kitabın yani Yahudilerin ve Hıristiyanların, Peygamberler hakkındaki inançlarını da görmekteyiz...
Ehli Kitab, Peygamberlerin yüceliği hakkında haddi aşmışlardır. Zira onlar, Peygamberlere masiyet işlemeyi nispet etmekle de yetinmeyip onların masum olduklarına dair inancı kabul etmemektedirler. Daha bunlarla da yetinmeyip Peygamberlerden bir kısmının suç işlemeye kalkıştıklarını, günah işlemede Allah'ın emrinden çıktıklarını ve günahların en büyüğünü işlemede diğer kimselere önderlik yaptıklarını söylüyorlar..
-Daha sonra yazılarak tahrif edilmiş- Tevrat'ta, çok sayıda peygambere yakışmayan iftiralar, çirkinlikler ve rezillikler bulmaktayız. Hakkında iftiralar yapılan Peygamberlerden birisi de, Hz. Lût (a.s)'dır. Bu tahrif edilmiş Tevrat'a göre; "Lût (a.s), içki içmiş, iki kızıyla birlikte uyumuş. (Sarhoş olduktan sonra kızlarıyla zina etmiş). Bunun üzerine kızları, zina yoluyla kendisinden hamile kalmışlar..."
Bunu söylemekten ve böyle bir şeyi iddia etmekten Allah'a sığınırım!!
Yani içki içip sarhoş olduktan sonra bir peygamberin, iki kızıyla zina suçunu işlemesi gibi bir iddiayı ortaya atmak, bir peygambere dair bu çirkin suçlamaların en çirkin olanıdır.
Yahudilerin, Peygamberler hakkındaki inançları ve Peygamberlerin aleyhinde ileri sürdükleri yalan haberleri boşa çıkarabilmek için Yahudilerin yaptığı iftira ve karalamanın son haddini okuyucuya daha iyi açıklayabilmek için Tevrat'ta geçen rivayetleri aktaracağız. Bu rivayetler ise Allah'ın Kitabı Tevrat'tan tahrif edilmiş olanlardır. Bu tahrif edilmiş Tevrat'ta, Hz. Lût (a.s)'ın kızlarıyla ilgili konu şöyle geçmektedir:
"Lût, beraberinde iki kızı olduğu halde Tsoar'dan çıkıp bir dağda yaşamaya başladı. Çünkü Tsoar'da ikamet etmekten korktu ve O, iki kızıyla birlikte bir mağaraya sığındılar... Büyük kızı, küçüğüne şöyle dedi: "Babamız ihtiyarlamıştır ve (dünyanın yoluna göre) yanımıza girmeye gücü yetecek bir erkek de yoktur. Gel, babamıza içki içirelim, onunla birlikte yatıp babamızdan bir nesil meydana getirelim." O gece babalarına içki içirdiler, büyük kız babasının yanına girdi ve babasıyla birlikte yattı. Lût, kızının kendisiyle yatmasının ve kalkmasının farkında değildi... Vaktaki, ertesi gün olunca; büyük kız, küçüğüne: "İşte, dün gece babamla yattım; bu gece de ona yine dünkü gibi- içki içirelim ve babamızdan bir nesil meydana getirebilmek için onun yanına gir ve onunla birlikte yat." dedi. Bunun üzerine o gece küçük kız, babasının yanına girdi ve babasıyla birlikte yattı. Lût, küçük kızıyla yattığının -büyük kızda da olduğu gibi- farkında değildi. Bunun üzerine Lût'un kızları, babalarından hamile kaldılar. Büyük kız, bir oğlan çocuğu doğurdu ve onun adını "Moab" koydu. Moab, günümüze kadar gelen Moablıların atasıdır. Küçük kızda, bir oğlan çocuğu doğurdu ve onun adını da "Amman" koydu. Amman, günümüze kadar gelen Ammanlıların atasıdır." Biz, Peygamberler hakkındaki bu sapıklık, saçmalık, iftira, yalan ve bühtandan Allah'a sığınırız.
Yine tahrif edilmiş Tevrat'ta şunu da bulmaktayız: "(YaTc'ûbJYehuza, oğlunun karısıyla zina etti. Oğlunun karısı, Yehuza'dan zina yoluyla hamile kaldı. Kadın, 'Fariz* ve 'Zarih' adında iki çocuk doğurdu. Davûd, Süleyman ve İsa; Fariz'in soyundan gelmişlerdir". Ayrıca bu, Matta incilinin birinci babında açıklanmıştır.
Yine tahrif edilmiş Tevrat'a şunu da bulmaktayız: "Davûd, ordusunun komutanı olan 'Orya'nın karısıyla zina etti. Kadın, bu zinadan dolayı hamile kaldı. Zira Davûd, hile yoluyla kadının kocasını imha etmişti ve o kadını, kendisine karısı olarak alıkoydu." Bu, Samuel bölümünün on birinci babında açıklanmıştır.
Yahudilerin iddiasına göre; Süleyman (a.s), "ömrünün sonuna doğru dinden çıkmış, çıktıktan sonra da putlara tapmış ve putlar için mabetler bina etmiş." Bu, krallar bölümünün baş tarafındaki birinci babda açıklanmıştır.
Keşke başım! Peygamberlerin hürmetinden dolayı, onların hizmetinde kalsaydı. Zira Yahudilerin, Peygamberler hakkındaki bu iftiraları onların tarihlerinde (Peygamberlerin sarhoş oldukları, kötü huyları ve çirkin günahları işledikleri, haksız yere kanlar akıttıkları, putlara taptıkları gibi aslı astarı bulunmayan bu iftira ve yalanlar) bulunduğu halde onlara uyulması nasıl mümkün olur? Hem bu iftiraları atıyorlar ve hem de onlara uyuyorlar.
Yahudilerin, Peygamberler hakkındaki bu inançların hepsi; yalan, bühtan ve iftiradır. Biz, Tevrat'ta geçen bu örneklerin hepsinin ve benzerlerinin, batıl ve Yahudilerin, Peygamberler hakkındaki bu iftiralarının hepsinin -Allah'ın Kitabı Tevrat'ta- tahrif edildiğini ileri sürüyor ve onların bu inançlarının böylece boşa çıkarmış oluyoruz. Kısaca şunu belirtmek gerekir ki; Yahudilerin, Peygamberler hakkındaki bu düzmeceleri ve iftiraları, Allah tarafından Hz. Mûsâ (a.s)'a indirilen Tevrat'tan olmayıp sonradan Tevrat'ta tahrifat yaparak onun içerisine sokuşturdukları rivayetlerdir.
Hıristiyanların, Peygamberler hakkındaki inançlarına gelince ise onlar, -Yahudiler gibi- Peygamberlerin masumiyetine inanmazlar. Zira onlar, efendileri olan Mesih İsa (a.s)'ın ilahlığını, akidelerine yerleştirmişlerdir. Mesih İsâ, onlara göre; masum olan tek bir kimsedir ve -içlerinde Peygamberlerinde bulunduğu- her insan, hata edebilir ve günah işleyebilir. Kıyamet gününde Mesih İsâ dışında insanları kurtarabilecek ve şefaat edebilecek hiç bir kimse yoktur. Çünkü İncil'in ifadesine göre; hata edebilen kimseler, hatalı kimseleri kurtaramaz.
Hıristiyanların yanında Peygamberler hakkındaki rezillik şekilleri, Yahudilerin Peygamberler hakkındaki çirkin inançlarından az değildir. Yahudilerin ve Hıristiyanların Peygamberler hakkındaki inançlarının hepsi, naklin ve aklın kabul edemeyeceği (Peygamberlere dair) günahlar kazandırma ve suçlar işlettirme suretiyle ileri sürmüşlerdir.
Merhum Muhammed Reşid Rıza, "Muhammedi Vahiy" adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak -kısaltılarak alınmıştır-şöyle der:
"Eğer nebilerin insanlara gönderilişi, insanlığın dünyevi durumlarını ıslah edecek şekilde nefislerinin tezkiyesini ve başka bir dirilişle bu hayattan daha yüce bir hayat için hazırlanmalarını amaçlıyorsa, bu amaç ve espri ancak nebilerin, davranışları ve yaşamlarında uyulmaya dair getirdikleri şeriat ve ahlakta da bağlılığa ehil olmaları halinde gerçekleşebilir. Bundan dolayı alimlerimiz, Peygamberlerin, günahlardan ve masiyetlerden masum olmasının vacibliğini savunmuşlar ve hatta bazıları biraz daha ileri giderek; Peygamberlikten öncede sonrada peygamberin büyük günahlardan masum olduğu gibi küçük günahlardan da masum olması gerektiğini savunmuşlardır. Bazıları ise sadece nedeni, düşüklük ve aşağılık olan küçük günahlardan (Peygamberlerin) masum olmasının gerekliliğini savunmuşlardır.
Ehli Kitap ise bu anlamda masumiyeti kabul etmemektedirler. Ki, kudsal kitapları, büyük nebilerine güzel örneklikle çelişen çirkin günahlar, hatta kötülük ve fesada sevk edici sıfatlar atfetmektedirler.
Hıristiyanların bir bölümü ise nebilerinin günahlarını, akideleri için de delil olarak gösteriyorlar. Zira akidelerine göre; sadece Mesih İsâ günahsızdır. Çünkü O, Rab ve ilahtır. İnsanları, veraset yoluyla geçen günahtan kurtarmıştır. Ondan başka ne bir şefaatçi ve ne de bir kurtarıcı vardır. Görüldüğü gibi bu inanç, Peygamberlerin getirdiği dinlere, kitaplara ve de akla muhalif putçu bir inanç olduğu gibi, Hind Çin vs. gibi putçu dinlerin inançlarıyla da uyuşmaktadır.
Kaldı ki, bizce, tahrif edilmiş,[25] onlara göre kudsal kabul edilen Ahd-i Kadim (Tevrat) ve Ahd-i Cedid (İncîl), Peygamberlerine ne büyük ve ne de küçük günah isnat edilmesine şahidlik etmez. Örneğin, vaftizci Yuhanna (Zekeriyyâ (a.s)'ın oğlu Yahya), kesinlikle insanlarca -ve Allah katında utanılacak bir hata yapmamıştır. Aksine İnciller, Yuhanna'nın, Mesih İsa'dan daha fazla masum olduğunu göstermektedir. Nitekim Luka İncirinde, Yuhanna ile ilgili olarak şöyle bir ibare geçmektedir:
"O (Yuhanna); Rab önünde büyük (bir mevkiye sahip) di; içki de içmezdi. O, annesinin karnında Ruhu'l-Kudüs ile dolmuştu." (Luka İncili: 1/65).
"Rabbin eli, o (Yuhanna ile) birlikte idi." (1/66) Mesih İsâ ise, O (Yuhanna) hakkında şöyle demektedir:
"Size gerçeği söylüyorum; kadınlardan, vaftizci Yuhanna'dan daha büyük birisi doğmamıştır." (11/11)
Hatta İnciller göstermektedir ki; Mesih İsâ, annesi ve kardeşlerini[26] ihmal etmiş, kendisiyle konuşmak istedikleri halde, onları, babası (Allah'ın) iradesine muhalif oldukları için reddetmiştir. (Tüm bunları, Matta İncili 12. bölüm ile Markos İncili, 3. bölümün sonlarında görebilirsiniz).
İşte Luka İncilinin ifadesi: "İsa'ya, annesi ve kardeşlerinin, kendisini görmek istedikleri söylenince; 'benim annem ve kardeşlerim, sadece Allah"ın kelimesine kulak verip, bunu yerine getirenlerdir' dedi." (Luka İncili, 8/11).
Evet, kardeşleri,-başka bir yerde de belirtildiği gibi- Mesih'e inanmıyorlardı. Fakat annesi Meryem de böyle midir? Ve İsa'nın, annesine böyle davranması doğru muydu? Oysa Yüce Allah değil müslüman anne ve babaya, müşrik anne ve babaya bile iyilikle davranmayı emretmekte, ayrıca Meryem'i de bütün kadınlardan üstün tutmaktadır. Anneyi ihmal, tüm şeriat ve ahlak kurallarına göre, ayıp ve günah olup; içki içmekte, içkiyi kesin olarak yasaklamayan şeriatlar da bile kötü bir davranış olarak kabul edilmiştir. Oysa biz Müslümanlar, Mesih İsâ (a.s)'ı tüm bu iftiralardan tenzih ederiz."[27]
Bu anlatılanları kısaca şöyle özetleyebiliriz: "Müslümanların Peygamberler hakkındaki inançları; Kur'ân-ı Kerîm'de getirilen ve onların şerefli hayatlarında meydana gelenlerinde delil getirildiği saf ve gerçek bir inançtır. Bu getirilen deliller; onların yüce makamına ve yüksek derecelerine uygundur. Peygamberlerin masumiyetine dair sözler ile onların temiz olduklarına ve her türlü çirkinliklerden ve günahlardan uzak olduğuna dair inançlar; Kur'ân-ı Kerîm ayetlerinde onların dini ve dünyevi önderler kılınmaları, alemler için davet ve hidayet sancağını yüklenmeleri şeklinde ittifak edilmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"O (Peygamberleri) emrimiz altında insanları doğru yola (hidayete) götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendirler."[28]
Buna göre Peygamberlerin, insanlara örnek olma hususunda mükemmel olması ve Peygamberlik konusunda masum (günahsız) olması gerekmektedir... İşte bu ise. aklın gerekli kıldığı ve şeriatın vacib kıldığı şeydir. İnşallah, bu konunun sonunda, Peygamberlerin masumiyetine dair olan bazı şüpheleri onlardan uzaklaştırmaya çalışmak suretiyle gerçeği ortaya çıkarmak ve onların ışıklarını insanlara bereketli kılmak için genişçe açıklamalarda bulunacağız. Yegane dostumuz, Allah'tır. O, ne güzel bir vekildir. [29]
Tahrif: (Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak. Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek. Başka tarafa meylettirmek.
[25] Yahudilerin ve Hıristiyanların, kendi kitaplarını tahrif ettiğine dair Yüce Alah'ın şu ayeti kerimelerine bakabilirsiniz: Nisa4/46; Mâide: 5/13; Mâide: 5/ 41; Bakara: 2/75.
[26] İncîl'de geçen rivayetlere göre; Hz. İsâ (a.s)'ın kardeşleri var. Halbuki tahrife uğramamış Kur'ân-ı Kerîm'de ve Resulullah (s.a.v)'in sünnetinde, Hz. İsâ (a.s)'ın kardeşlerinin olduğuna dair bir bilgi yoktur. (ç)
[27] Reşid Rıza, Muhammedi Vahiy, s. 28.
[28] Enbiyâ: 21/73.
[29] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 118-124.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Masumiyet Etrafındaki Şüpheler Ve Bunlara Verilen Cevaplar
Bazen birisi; "Kur'ân-ı Kerim, Peygamberlerin birbirlerine olan muhalefetlerini ispatlamakta ve onlardan bazılarına günah ile masiyeti nispet etmekle birlikte Peygamberler nasıl masum olurlar? Zira Yüce Allah, Hz. Adem (a.s) hakkında şöylebuyurmaktadır:
"Adem, (kendisine ve eşine yasaklanan ağacın meyvesini yemesi suretiyle) Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.[30]
Yine yüce Allah, Hz. Nûh (a.s) hakkında ise şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Nûh! Bilmediğin şeyi benden istemenle) senin, cahillerden olmamam öğütlüyorum."[31]
Yine yüce Allah, gönderilmiş Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında ise şöyle buyurmaktadır:
"Böylece Allah, senin günahından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın... "[32] şeklinde bir soru yöneltebilir.
Buna cevabımız ise şöyledir: "Peygamberler için masumiyet, Kur'an'da sabit olmuştur. Zira Kur'ân-ı Kerim ayetleri buna delil getirdiği gibi, sağlam ilmi düşüncede buna hükmetmiştir. Peygamberler, mükemmelliğe ve üstünlüğe örnek olmasalardı hiç yüce Allah insanlara; onlara tabi olmalarını, onlara uymalarını ve onların Rabbani metodları üzere gitmelerini emreder miydi?!! Eğer masumiyet, onların sıfatlarından olmasaydı onların davranışlarının ve hareketlerinin hepsinde onlara tabi olmakla ve uymakla mükellef tutulmazdık!!
Bazı Peygamberlerden -Allah'ın saîât ve selâmı onların üzerine olsun- (Allah'ın emrine karşı) muhalefetliklerin ve masiyetlenn meydana gelmesine dair günah işlemenin zahirini gösteren bazı şer'i naslara gelince bunlar, şu şekillerde yorumlanmıştır.
1. Bu muhalefetlikler ve günahlar, nıasiyet değildir. Sadece daha iyi olanın tersini yapmaktır.
2. Bunlar, masiyet değildir. Ancak ictihadi olan bir hata (zelle) dir.
3. Farz edilsin ki bunlar, masiyet ve muhalefettir. O taktirde bunlar, Peygamberlikten önce meydana gelmiştir.
İşte bu meseleyi ancak böyle açıklayabiliriz. Eğer Peygamberler, büyük günahlar ile kötülük çeşitleri içerisinde boğazlarına kadar batmış olsalardı, Yüce Allah, Kur'an'da geçen bu gibi övgülerle arılan övmesi muhal olurdu. Çünkü Yüce Allah'ın, pak ve temiz olan Peygamberler hakkındaki şu sözünü işitmekteyiz:
"O (Peygamberler), Allah 'in hidayet ettiği kimselerdir. O halde (Ey Muhammedi) Sen de onların doğru yoluna (hidayetine) uy."[33]
Yani "Ey Muhammed! Sen de, onların güzel yoluna, temiz ahlaklarına, dürüstlüklerine, temizliklerine ve. seçkinliklerine uy" demektir!!
Yine Yüce Allah'ın, Peygamberler hakkındaki şu sözünü işitmekteyiz:
"O (Peygamberleri), emri altında insanları doğru yola (hidayete) götüren önderler yaptık. Onlara; iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat yermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendirler."[34]
[30] Tahâ: 20/121.
[31] Hûd: 11/46.
[32] Feth: 48/2.
[33] En'âm: 6/90.
[34] Enbiyâ: 21/73.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 125-126.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Peygamberlerin Atası Hz. Adem (a.s)'ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Hz. Adem (a.s)'ın masum oluşu, Yüce Allah'ın şu ayetinde açıklanmaktadır:
"Adem (kendisine ve eşine yasaklanan ağacın meyvesini yemesi suretiyle) Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı. Daha sonra da Onu (peygamberliğe) seçip tevbesini kabul etti ve Onu hidayete eriştirdi."[35]
1. Allah'ın emrine karşı yapılmış bu muhalefet ve masiyetin, Hz.Adem (a.s)'ın kendisine Peygamberlik verilmezden önce olduğunu gösteren delil, Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:
"Daha sonra Rabbi, Onu, (Peygamberliğe) seçti."[36] Ayeti kerimede geçen "seçme"den maksat; Yüce Allah'ın,Hz. Adem'i, peygamberliğe seçmesidir. Zira Hz. Adem (a.s)'da meydana gelen masiyet, ona, Peygamberlik verilmezden Önce gerçekleşmişti.
2. Yüce Allah'ın başka bir sözünde ise; Hz. Adem (a.s)'ın ancak kendisine yasaklanan ağaçtan "unutarak" yediği belirtilmektedir. Bu da Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:
"And olsun ki, Biz daha (Peygamberlik vermeden) önce Adem'e de (yasaklanan ağaçtan yememesi için ) ahid vermiştik. Fakat Adem, (kendisine yapılan bu yasaklamayı) unuttu'.Ve Biz, onda (Allah'ın emrine aykırı hareket etme konusunda da) 'bir kasıt (ve yönelme) bulmadık."[37]
3. Hz. Adem (a.s)'ın, yasaklanan ağaçtan bir şey yememesi gerektiği, Yüce Allah'ın şu ayetinde belirtilmektedir:
"Denildi ki: Yalnız şu ağaca yaklaşmayın."[38]
Hz. Adem (a.s), yasaklanan bu ağacın dışında aynı cinsten başka ağaçlardan yasaklanmadığını sadece bu ağaçtan yemesinin yasaklandığını zannetti. Bundan dolayı Hz. Adem (a.s), yasaklanan ağacın cinsinden olan başka bir ağaçtan yemiştir. Böylece Allah'ın emrine muhalefet etmiş oldu. İşte bu ise, Hz. Adem (a.s)'dan ictihâd sebebiyle olup kasten ve ısrar mahiyetinde bir muhalefet değildir.
a. Bu konudaki görüşlerin en uygun olanı, şöyle dememizdir: "Hz. Adem (a.s), yasaklanan ağaçtan unutarak yemiştir. Unutma ise, günah fiilini işleyen kimseden günahı kaldırır. Çünkü Resulullah (s.a.v), unutan kimsenin yapmış olduğu fiilden dolayı sorumlu tutulamayacağına dair şöyle buyurmaktadır:
"Ümmetimden hata, 'unutma' ve zorla kendilerine yaptırılmış olan şeylerin hükmü kaldırılmıştır (affedilmiştir)."[39]
Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Ey Rabbimiz! Eğer 'unutursak' veya yanılırsak, bizi (bunlardan ötürü) sorumlu tutma."[40]
Hz. Adem (a.s)'dan sadır olan günah, masiyet üzere ondan isteyerek ve kasten olmamıştır. Buna delil, Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:
"Fakat Adem, (kendisine yapılan yasaklamayı) 'unuttu.' Ve Biz, onda (Allah'ın emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir 'kasıt' (ve yönelme) bulmadık."[41]
Kurtubî ve İbnü'l-Arabî gibi bazı tefsirciler, bu görüşü tercih etmişledir.
b. Veya bu konuda şöyle dememiz daha uygundur: "Masiyet, Hz. Adem (a.s)'a Peygamberlik verilmezden önce meydana gelmiştir." İşte bu görüş. "Menar Tefsiri"nin sahibi olan Reşid Rıza'nın tercih ettiği görüştür.
Reşid Rıza, "Tefsirü'l-Menar" adlı tefsir kitabında bu konuyla ilgili olarak şöyle der:
"Hz. Adem (a.s)'ın masumiyeti meselesine gelince bu mesele; selefin yolu üzere yürümek bizi, Hz. Adem (a.s)'ın isyan ve tevbesine dair ayetlerin müteşabihlerden olduğu sonucuna götürür. Tıpkı bu kıssada geçen dış görünüşünü aklın kavrayamadığı diğer ayetler gibi.
Buna göre bizim, Şanı Yüce Allah'ın da; "Fakat O, (yani Adem, kendisine yapılan yasaklamayı) unuttu. Ve Biz, onda (Allah'a aykırı hareket etime konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık"(Tâhâ: 20/115) buyurduğu gibi, (Allah'ın emrine aykırı olarak yapılmış) bu muhalefet, Hz. Adem (a.s)'a Peygamberlik görevi verilmezden önce meydana gelmiştir' dememiz gerekmektedir. Yalnız Hz. Adem (a.s)'ın, (Peygamberlikten önce) Allah'ın emrine karşı muhalefet ettiğinden dolayı onun masumiyetinin Peygamberlikten sonra olduğunda ittifak edilmiştir. Fakat Hz. Adem (a.s)'ın bu durumu, unutkanlık eseri de olabilir. Olayın büyüklüğüne dikkat çekmek için unutmaya, nisyan denilmiştir. Unutma ve yanılma, zaten masumiyetliğe zarar vermez ve üstelik ona çelişik de değildir."[42]
İbnü'l-Arabi'ye[43] gelince; O, birinci görüşü tercih etmiş ve muhalefeti, Hz. Adem (a.s)'dan unutma sebebiyle meydana geldiğini ileri sürmüştür. Nitekim İbnü'l -Arabi'nin, "Ahkamu'l-Kur'an" adlı tefsir kitabında bu konu şöyle geçmektedir:
"Niceleri, Peygamberleri, cahillerin; -haşa Peygamberler, günah işlemeye kasten ve bile bile can atarcasına girmişlerdir şeklinde- onlara nispet ettiği mevki ve makamlarına uygun düşmeyen günahlardan tenzih etme yani günahı onlardan giderip temize çıkarma hususunda söz söyledi. Ama Müslümanlardan orta yolu tutanlar bile bu şekilde günah işlemekten kendilerini korurken, Peygamberlerin günah işlemeye can atması nasıl olur??!! Halbuki Yüce olan Allah, ezelde neticelenmiş ve geçmiş hükmüyle Hz. Adem (a.s)'ı; kendisine muhalefet etmeye yöneltti. Bu ilahi emirle, Hz. Adem (a.s)'da, yasaklanan ağaca karşı bir kasıt ve Allah'ın yasağını çiğnemeye dair unutma meydana gelmiştir. Zira Hz. Adem (a.s)'ın, günahı işlemeye yönelmesi hususunda 'Adem, (kendisine ve eşine yasaklanan ağacın meyvesini yemesi suretiyle Rabbine isyan etti.' (Tâhâ: 20/121) denildi. Ve Hz. Adem (a.s)'ın, özrünü açıklama mahiyetinde ise;
'Andolsun ki, Biz, daha (Peygamberlik verilmezden) Önce Adem'e de (yasaklanan ağaçtan yememesi için) ahid vermiştik. Fakat Adem, (kendisine yapılan yasaklamayı) unuttu. Ve Biz, Onda (Allah'ın emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık.'(Tâhâ: 20/115) denildi.
Bunun pratik uygulanışı ise şöyledir: "Bir adam, bir eve kesinlikle girmeyeceğine dair yemin etse bunun üzerine de yeminini unutarak o eve kasıtlı olarak veya yorumunda hatalı olarak girse, işte bu, 'kasıt' ve 'unutma'dır. Burada, kasıt ile unutma aynı şey değildir. Birbirinden farklıdır. Eve girmemeye yemin eden kimsenin unuttuğu şey, yemindir. Kastettiği ise eve girme meselesidir. Yoksa yemini bozmak değil. (Buna göre Hz. Adem (a.s) da Allah'ın emrini unuttu. Fakat ağaçtan, kendi kastıyla yedi). Çünkü bir efendinin, kölesini küçük düşürerek ve cezalandırarak; 'isyan etti' demesi caizdir. Efendinin, kölesine bu sözü söylemesinden sonra da tekrar faziletiyle birlikte kölesine yönelerek onu (daha önceki sözünden) temizleme şeklinde; 'unuttu' diyebilir...
Fakat bugün bizden birisinin; Hz. Adem (a.s)'ın, isyan ettiğini haber vermesi caiz değildir. Lakin Yüce Allah'ın, Hz. Adem (a.s)'ın bu durumuyla ilgili ayetlerini okurken veya Resulullah (s.a.v)'in bu konuyla ilgili sözlerini okurken, Hz. Adem (a.s)'ın isyan ettiğini söylememizde ve bunu açıklamamızda herhangi bir sakınca yoktur. Ama Hz. Adem (a.s)'ın isyan ettiğini, kişinin kendisi tarafınca bahsetmesine gelince ise; bizim için örnekler ve rehberler olan normal babalarımız hususunda bu caiz olmadığına göre Yüce Allah'ın, özrünü ve tevbesini kabul ettiği ve bağışladığı atamız olan Hz. Adem (a.s) hakkında ise bu, nasıl caiz olur?!!"[44]
Allame Kurtubî de bununla ilgili olarak şöyle der:
"Alimler, Hz. Adem (a.s)'ın yasak olan ağaca yaklaştığı taktirde müstahak olacağı cezayı -ki bu da Yüce Allah'ın; '(Yasaklanan ağaca yaklaştığınız taktirde) zalimlerden olursunuz.' (A'raf: 7/19) sözünü- bildiği halde o ağaçtan nasıl yediği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
a. Alimlerden bir topluluk bu konuda; 'her ikisi de, Yüce Allah'ın yasakladığı ağacın dışındaki bir ağaçtan yemişlerdir. Fakat onlar Yüce Allah'ın yasağını, yasaklanan, ağaç cinsinin tamamına şamil olduğuna dair yorumda bulunmamışlardır' demiştir.
b. Diğer bir topluluk ise; 'her ikisi de, Yüce Allah'ın yasakladığı ağaçtan unutarak yemişlerdir, (kasıtlı olarak değil)' demiştir. Yüce Allah, yüce kitabı Kur'ân-ı Kerîm'de bunu; 'And olsun ki Biz, daha (Peygamberlik verilmezden) önce Adem'e de (yasaklanan ağaçtan yememesi için bir) ahid vermiştik. Fakat O, (kendisine yapılan yasaklamayı) unuttu. Ve Biz, onda (Allah'ın emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık' (Tâhâ: 20/115) ayetinde kesin ve net olarak haber verdiğinden dolayı; doğru olan görüş budur.
Fakat Peygamberlerin, derece ve makamlarının yüceliği ve anlayışlarının çokluğundan ötürü onların bu durumlarına zarar verecek her türlü şeyden sakınmaları ve dikkatli olmaları gerekmektedir. Bunların zıddı ise (yani unutmak ve gaflet) onlarda bulunmaz. Lakin Hz. Adem (a.s)'ın, Allah'ın yasağını zayi ederek onu hatırlamaktan meşgul olması kendisini asi etti.
Ebu Ümame, Hz. Adem (a.s) ise ilgili olarak şöyle der: 'Yüce Allanın, mahlukatı yarattığı günden itibaren kıyamet gününe kadar gelecek olan Ademoğullarının sabırları (veya vakarını) terazinin bir kefesine, Hz. Adem (a.s)'ın sabrı ise terazinin diğer kefesine konulsa Hz. Adem'in ki, diğerlerine daha üstün gelir.'
Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
'Biz onda (Allah'ın emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık,' (Tâhâ: 20/115)[45]
Alimlerin ve tefsircilerin görüşlerinden; Hz. Adem'in, Yüce Allah'ın emrine muhalefet etmeye yönelmediği, O'nun emrini unutarak veya ictihad yoluyla Allah'ın emrini yorumlayarak yasaklandığı ağaçtan yiyerek onun emrine muhalefet edip ve bundan dolayı da Yüce Allah'ın, Hz. Adem (a.s)'ı cennetten çıkarıp yeryüzüne indirmek suretiyle onu cezalandırdığı, işte bunun da Yüce Allah'ın Hz. Adem (a.s)'ın bu işi yapacağına dair geçmiş ilahi hikmetine binaen olduğu açıkça gözlerimizin önüne serilmektedir. Buna göre olay, "unutma" sonucunda meydana gelmişken, bizim, Hz. Adem (a.s)'ın isyan ettiğine dair suçu ona yüklememiz caiz olmaz. Hele de Yüce Allah, Hz. Adem (a.s) hakkında ayet indirip "Daha sonrada Rabbi Adem'i, (peygamberliğe) seçip tevbesini kabul etti ve onu hidayete eriştirdi." (Tâhâ: 20/122) buyurduktan sonra, Hz. Adem (a.s) hakkında edebi elden bırakmamamız gerekmektedir. [46]
[35] Tâhâ: 20/121-122.
[36] Tahâ: 20/122.
[37] Tâhâ: 20/115
[38] Bakara: 2/35.
[39] İbn Mâce, Talak 16; Acluni, Keşful-Hafa, 1/433 (ç).
[40] Bakara: 2/286.
[41] Tâhâ: 20/115.
[42] Reşid Rıza, Tefsirü'l-Menar, 1/380.
[43] Bu İbnü 'l-Arabî ile tasavvufçu îbn Arabî aynı şahıs değildir. İlki, Maliki mezhebine mensup Endülüslü tefsirci büyük bir alimdir. Diğeri ise tasavvufçu îbn Arabi'dir, Bu ikisinin arasının birbirinden ayırmak için genellikle ilki, İbnü 'l-Arabî, diğeri ise İbn Arabî şeklinde ifade edilmektedir, (ç).
[44] İbnü'l-Arabî eî-Malikî el-Endelüsî, Tefsirö Ayati'l-Ahkam, 3/1249.
[45] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân. 1/306.
[46] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 127-133.
- simurg
- Özel Üye
- Mesajlar: 928
- Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Bu faydalı bir başlık ve kaydedildiği için teşekkür ederim.
Son bölümde okuduklarımdan sonra söylemek istediklerim oluştu,
onları yazayım istedim.
.
Melekler Âdem Aleyhisselam’ın şahsında, ASLına secde ettiler.
Ki; Âdem Aleyhisselam tüm esma ilmi kendisine verilmiş olduğundan Zât-ı HAKK’ın aynası durumunda idi.
Âdem Aleyhisselam kendisinde bulunan tüm camii esmaların
bir bütünü sûretinde yaratılmış olduğundan
melekler O’na secde etmekle emredilmişlerdi.
Ve hemen itaat etmişlerdi.
Bu onların saflarını seçmeleri demek oluyordu.
İblis de safını o olayda belli etmiş, secde etmeye yanaşmamıştı.
Melekler dahi secde ederek, saflarını belli edebildiklerine göre,
Elbette ki Âdem Aleyhisselamın da bir vakit gelip safını belli edebilmesi gerekliydi ,
kendi neslinin de safını tâyin edebilme kabiliyetini kullanabilmesi için secde etmeliydi.
Esma ilminin Hakikatinin bâtından zâhire çıkabilmesi,
Fiiliyata geçebilmesi için secde ilk aşama idi
Ama nasıl?
Sözle fiiliyatsız bir secde nasıl hakiki secde olabilecekti?
Bu sebeptendir ki, önce nefsi ile yüzleşmesi, tevbe istiğfar ihtiyaç ve hali içerisine girmeyi yaşaması,
Rabbisine hakiki mânâda yönelebilmenin, sembol ve mânâ, tamm işaret ve ifadesi olan secdesini yapabilmesi lâzımdı.
O mâlum nefs imtihanını yaşamasının sebebinin tam bu olarak bu olduğunu anlamaya evrildi düşündüklerim.
Bir pişmanlık ya da bir musibet bin nasihat ve sözden evlâdır,
Çünkü fiili olarak şâhidlik içermektedir.
Âdem Aleyhisselam’ın unutmak sûretiyle bu küçük zelleyi yaşamış olması,
O’nun, kendisine Hakk ve Hakikat olanı ancak Rabbisinin bildirebileceğini,
Ancak O’na itaat ile huzur ve selâmeti bulabileceğini,
Ne yaparsa yapsın dönüp gelebileceği başkada bir kıblesinin olmadığını fiilen anlaması,
ya da bildiğini bizatihi yaşaması demekti.
Tevbe edilmeye ve sığınılmaya bir Tek Rabbisinin olduğunu anlaması
Âdemi Makamda aslını idrak etmesi demekti ki,
az evvel okudum, peygamberlik vazifesi de bu tevbesinin kabulünden sonra kendisine verilmiş.
Bu demek oluyor ki,
Bütün Âdem Aleyhisselam nesli aslında Muhammedî olduğu için,
Ancak Muhammedî olmakla Habli’l- verid hatem-i dairesinin tamlanması mümkün olacağı için,
bütün gelecek nesiller de, Âdem Aleyhisselam’ın toprak bedeni kıvamındaki çamur nefsleri ile yaratılacak,
O çamurda belli bir müddet bekletilecek/yaşatılacak,
Aslını anlamaya başlamasının ilk safhası olarak muhakkak secde etmesi gerekecek,
Ve bir Âdemoğlu Âdem, irşad edebilme özelliği olan Zât’a secde biat etmeden de bunun olması mümkün olamayacaktı.
ilk secdeden gidilebilecek bir yol olmalı Habli’l- verid dairesinin Hateme ulaşması,
Ki; Âdem Aleyhisselam’dan itibaren de tüm peygamber Aleyhimüsselam’ın imtihan ve yaşadıklarına kendi miktarınca uğrayıp,
bu aşamalarda kemâle ulaşması gerekecekti ki,
Taa Hakiki Muhammedî olabilsin.
İsmailî, İbrahimî, İsevî,Musevî.. bütün peygamber Aleyhimüsselam efendilerimizin nefs imtihanlarını-kemâlât aşamalarını, kendi nefsimizde bulmamız-yaşamamız gerekmekte.
Muhammedî olabilmemizin bir yolu ve yöntemi bu olmakta belkide diye anladım.
Musa Aleyhisselâmın ateşi kendi eliyle diline götürmesi gibi,
İbrahim Aleyhisselâmın kendi seçimiyle, ateşe atılmasına itiraz etmemesi gibi
Örnekler pek çok.
Yine kendime bakacağım elbette,
Yaratılışının henüz çamur safhasında olduğunu her zaman tekrar tekrar gören,
Bu safhadanda çıkmayı başaramayan nefsimin, bunları düşünmesi buradan çıkabilmesine yardım etmemekte.
Düşünülenler devamlı değişmekte,
gelişmekte mi onu bilemiyorum.
Yukarıdakiler benim yaşadıklarım değil, ancak düşündüklerim...
Son bölümde okuduklarımdan sonra söylemek istediklerim oluştu,
onları yazayım istedim.
.
Melekler Âdem Aleyhisselam’ın şahsında, ASLına secde ettiler.
Ki; Âdem Aleyhisselam tüm esma ilmi kendisine verilmiş olduğundan Zât-ı HAKK’ın aynası durumunda idi.
Âdem Aleyhisselam kendisinde bulunan tüm camii esmaların
bir bütünü sûretinde yaratılmış olduğundan
melekler O’na secde etmekle emredilmişlerdi.
Ve hemen itaat etmişlerdi.
Bu onların saflarını seçmeleri demek oluyordu.
İblis de safını o olayda belli etmiş, secde etmeye yanaşmamıştı.
Melekler dahi secde ederek, saflarını belli edebildiklerine göre,
Elbette ki Âdem Aleyhisselamın da bir vakit gelip safını belli edebilmesi gerekliydi ,
kendi neslinin de safını tâyin edebilme kabiliyetini kullanabilmesi için secde etmeliydi.
Esma ilminin Hakikatinin bâtından zâhire çıkabilmesi,
Fiiliyata geçebilmesi için secde ilk aşama idi
Ama nasıl?
Sözle fiiliyatsız bir secde nasıl hakiki secde olabilecekti?
Bu sebeptendir ki, önce nefsi ile yüzleşmesi, tevbe istiğfar ihtiyaç ve hali içerisine girmeyi yaşaması,
Rabbisine hakiki mânâda yönelebilmenin, sembol ve mânâ, tamm işaret ve ifadesi olan secdesini yapabilmesi lâzımdı.
O mâlum nefs imtihanını yaşamasının sebebinin tam bu olarak bu olduğunu anlamaya evrildi düşündüklerim.
Bir pişmanlık ya da bir musibet bin nasihat ve sözden evlâdır,
Çünkü fiili olarak şâhidlik içermektedir.
Âdem Aleyhisselam’ın unutmak sûretiyle bu küçük zelleyi yaşamış olması,
O’nun, kendisine Hakk ve Hakikat olanı ancak Rabbisinin bildirebileceğini,
Ancak O’na itaat ile huzur ve selâmeti bulabileceğini,
Ne yaparsa yapsın dönüp gelebileceği başkada bir kıblesinin olmadığını fiilen anlaması,
ya da bildiğini bizatihi yaşaması demekti.
Tevbe edilmeye ve sığınılmaya bir Tek Rabbisinin olduğunu anlaması
Âdemi Makamda aslını idrak etmesi demekti ki,
az evvel okudum, peygamberlik vazifesi de bu tevbesinin kabulünden sonra kendisine verilmiş.
Bu demek oluyor ki,
Bütün Âdem Aleyhisselam nesli aslında Muhammedî olduğu için,
Ancak Muhammedî olmakla Habli’l- verid hatem-i dairesinin tamlanması mümkün olacağı için,
bütün gelecek nesiller de, Âdem Aleyhisselam’ın toprak bedeni kıvamındaki çamur nefsleri ile yaratılacak,
O çamurda belli bir müddet bekletilecek/yaşatılacak,
Aslını anlamaya başlamasının ilk safhası olarak muhakkak secde etmesi gerekecek,
Ve bir Âdemoğlu Âdem, irşad edebilme özelliği olan Zât’a secde biat etmeden de bunun olması mümkün olamayacaktı.
ilk secdeden gidilebilecek bir yol olmalı Habli’l- verid dairesinin Hateme ulaşması,
Ki; Âdem Aleyhisselam’dan itibaren de tüm peygamber Aleyhimüsselam’ın imtihan ve yaşadıklarına kendi miktarınca uğrayıp,
bu aşamalarda kemâle ulaşması gerekecekti ki,
Taa Hakiki Muhammedî olabilsin.
İsmailî, İbrahimî, İsevî,Musevî.. bütün peygamber Aleyhimüsselam efendilerimizin nefs imtihanlarını-kemâlât aşamalarını, kendi nefsimizde bulmamız-yaşamamız gerekmekte.
Muhammedî olabilmemizin bir yolu ve yöntemi bu olmakta belkide diye anladım.
Musa Aleyhisselâmın ateşi kendi eliyle diline götürmesi gibi,
İbrahim Aleyhisselâmın kendi seçimiyle, ateşe atılmasına itiraz etmemesi gibi
Örnekler pek çok.
Yine kendime bakacağım elbette,
Yaratılışının henüz çamur safhasında olduğunu her zaman tekrar tekrar gören,
Bu safhadanda çıkmayı başaramayan nefsimin, bunları düşünmesi buradan çıkabilmesine yardım etmemekte.
Düşünülenler devamlı değişmekte,
gelişmekte mi onu bilemiyorum.
Yukarıdakiler benim yaşadıklarım değil, ancak düşündüklerim...
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Sayın Muhammed Alî Sâbûnî'nin eserinden yararlanmanıza sevindim simurg can..Ben de teşekkür ederim.
Hz. Nûh (a.s)’ın, Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Yüce Allah'ın Hz. Nûh (a.s)'ın kıssasına dair şu sözü, onun masumiyetliğine işaret eden delillerdendir. Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Nûh Rabbine dua edip dedi ki: Ey Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Senin, (ailemden olanları kurtaracağına dair bana verdiğin) vaadin de elbette haktır ve Sen, hakimlerin en hakimisin.' (Bunun üzerine Allah da: ) 'Ey Nûh! O (oğlun), katiyen senin ailenden değildir. (Kendilerini kurtarmayı vaat ettiğim aile halkının arasında onun yeri yoktur. Çünkü Ben, senin ailenden iman eden kimseleri kurtaracağımı vaat etmiştim). Çünkü O, (nun iman etmemekle yaptığı iş) Sahih olmayan bir iştir. O halde (bilgin olmayan bir şeyi,) Benden isteme! Cahillerden olmaman (ve böylece dilemen caiz olmayan bir şeyi istememen) için sana Öğüt veriyorum' dedi.[47]
Ayettede görüldüğü üzere Hz. Nûh (a.s) yalnızca Rabbinden, oğlunu boğulmaktan kurtarmasını istemiştir. Çünkü Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'a, ev halkını boğulmaktan kurtaracağını ve zalimleri helak edeceğine dair vaatte bulunmuştu. Oğlu ise ev halkındandı. Zira Hz. Nuh'un oğlu, babasına iman edeceğine dair söz vermişti. Bundan dolayı Hz. Nûh, oğlunun, kendi dini üzere olduğuna inandığından dolayı Allah'tan, onu boğulmaktan kurtarmasını istedi. Hz. Nûh, oğlunun, küfür üzerinde bulunduğu gerçeğini bilmiyordu. Ancak Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'a, onun iman etmediğini ve bundan dolayı da kendi ailesinden saymayacağını açıkladıktan sonra, Hz. Nûh, oğlu hakkındaki gerçeği öğrenmiş oldu. Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'ın oğluna dair şöyle buyurmaktadır:
"0, (oğlun) senin ailenden değildir." (Hûd: 11/46) Yani "Oğlunun, kendilerini boğulmaktan kurtarmayı sana vaat ettiğim aile halkının arasında yeri yoktur. Çünkü oğlun, iman etmiş kimselerden değildir. Ben ise, senin ailenden iman eden kimseleri kurtaracağımı vaat etmiştim" demektir. Bunun üzerine Hz. Nûh (a.s), gerçeği öğrendikten sonra oğlundan uzaklaşmıştır. ...
Ayrıca Hz. Nûh (a.s), Rabbinden, mümin olmayan oğlunu boğulmaktan kurtarmasını istemesine dair bu konuda bir masiyet veya günah işlememiştir. Yalnızca Allah'a, oğlunu boğulmaktan kurtarması için dua etmişti. Hz. Nûh (a.s)'ın bir insan ve merhametli bir baba olmasından dolayı, Onu da (oğlunun boğulmasını görmesi üzerine) baba şefkati ve acıma duygusu kaplamıştı. Bundan dolayı oğlunun boğulmaktan kurtarılması için Allah'tan, oğlunun kalbine, "imanı" ilham etmesini istedi. Hz. Nûh (a.s)'ın, bu isteği üzerine Yüce Allah, ona; oğlunun kafirlerden olduğunu ve onunda boğulmak suretiyle helak olanlardan olduğu haberini verdi.
Üstad Ebu Mansur (rh.a), bu ayetin tefsirinde şöyle der:
-"Hz. Nûh (a.s)'ın oğlu, münafık olduğundan dolayı Hz. Nûh (a.s)'ın yanında onun dinindeymiş gibi görünüyordu. İşte bundan dolayı Hz. Nûh (a.s), oğlunu da kendi dini üzere gördüğünden dolayı onun, Allah'a; 'oğlumda benim ailemdendir' (Hûd: 11/45) demesinin ihtimali bundan dolayıdır. Ayrıca Hz. Nûh (a.s), oğlunun -kafirler-gibi- boğulmaktan kurtulmasını Yüce Allah'tan istemektedir....Hz. Nûh (a.s)'ın, benzeri bir isteğinden yasaklanmasına dair haber, Yüce Allah'ın şu sözünde geçmişti:
'Zulmedenler (kavmin) hakkında, (onların boğulmaktan kurtulmalarına ve şefaate kalkışıp azabın onlardan kaldırılmasına dair) Bana bir şey söyleme! Çünkü onlar, suda boğulacaklardır." (Hûd: 11/37)[48]
Hz. Nûh (a.s), oğlunun, kendi yanında iman ettiğini gördüğünden[49] dolayı onun bu zahiri imanına dayanarak Allah'tan boğulmaktan kurtarmasını istemektedir. Nitekim münafiklar, efendimiz Hz.Muhammed (s.a.v)'e bazı konularda muva-akat ettiklerini söylüyorlar ve bazen de Onun sözünün aksine hareket ediyorlardı. Resulullah (s.a.v) ise onların münafık olduklarını bilmiyordu. Nihayet Allah, Ona, kimlerin münafık olduğunu bildirmesinden sonra münafıkları bildi.
İşte Yüce Allah'ın, "O, Senin ailenden değildir. " (Hûd: 11/46) Yani "oğlunun, kendilerini boğulmaktan kurtarmayı sana vaat ettiğim aile halkının arasında yeri yoktur. Çünkü, kendilerini boğulmaktan kurtarmayı vaat ettiğim aile halkın, gizli ve açık durumda da hakikaten mümin kimselerdir' sözü böyledir.[50]
[47] Hûd: 11/45-46.
[48] Nesefî, Tefsiru'n-Nesefî. 2/192.
[49] Fahreddin er-Râzî bu konuyla ilgili olarak şöyle der: "Hz. Nûh (a.s)'ın ümmeti, ; 3 grup idiler: 1. Açıktan kafirlik yapanlar, 2. İmanını açıkça bildiren müminler. 3. Bir grup münafık... Müminler için takdir edilmiş ilahi hüküm, kurtuluş; kafirler hakkındaki ilahi taktir ise boğulmak idi. Bunlar zaten malumdur. Fakat münafıklar hakkındaki hüküm gizli idi. Nuh'un oğlu da, o münafıklardan olup, Hz. Nûh (a.s) onun mümin olabileceğini sanıyordu. Oğlu hakkında babanın aşırı şefkati, oğlunun İlerini ve amellerini, onun bir kafir olması sebebiyle yapılmış olduğu anlamına değil, daha geçerli sebeplere hamletmeye sevk etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Tefsiri bîr, 13/40) (ç).
[50] Peygamberlerin masumiyetligine dair kitabın orijinalindeki sıralamayı takip etmeyip. Peygamberlerin sıralanmasına göre bir yol takip ettik. Zira kitabın orijinalinde Peygamberlerin tarihi hayatlarına göre bir sıralanma ön planda tutulmıştır. (ç)
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 134-136.
Hz. Nûh (a.s)’ın, Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Yüce Allah'ın Hz. Nûh (a.s)'ın kıssasına dair şu sözü, onun masumiyetliğine işaret eden delillerdendir. Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Nûh Rabbine dua edip dedi ki: Ey Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Senin, (ailemden olanları kurtaracağına dair bana verdiğin) vaadin de elbette haktır ve Sen, hakimlerin en hakimisin.' (Bunun üzerine Allah da: ) 'Ey Nûh! O (oğlun), katiyen senin ailenden değildir. (Kendilerini kurtarmayı vaat ettiğim aile halkının arasında onun yeri yoktur. Çünkü Ben, senin ailenden iman eden kimseleri kurtaracağımı vaat etmiştim). Çünkü O, (nun iman etmemekle yaptığı iş) Sahih olmayan bir iştir. O halde (bilgin olmayan bir şeyi,) Benden isteme! Cahillerden olmaman (ve böylece dilemen caiz olmayan bir şeyi istememen) için sana Öğüt veriyorum' dedi.[47]
Ayettede görüldüğü üzere Hz. Nûh (a.s) yalnızca Rabbinden, oğlunu boğulmaktan kurtarmasını istemiştir. Çünkü Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'a, ev halkını boğulmaktan kurtaracağını ve zalimleri helak edeceğine dair vaatte bulunmuştu. Oğlu ise ev halkındandı. Zira Hz. Nuh'un oğlu, babasına iman edeceğine dair söz vermişti. Bundan dolayı Hz. Nûh, oğlunun, kendi dini üzere olduğuna inandığından dolayı Allah'tan, onu boğulmaktan kurtarmasını istedi. Hz. Nûh, oğlunun, küfür üzerinde bulunduğu gerçeğini bilmiyordu. Ancak Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'a, onun iman etmediğini ve bundan dolayı da kendi ailesinden saymayacağını açıkladıktan sonra, Hz. Nûh, oğlu hakkındaki gerçeği öğrenmiş oldu. Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)'ın oğluna dair şöyle buyurmaktadır:
"0, (oğlun) senin ailenden değildir." (Hûd: 11/46) Yani "Oğlunun, kendilerini boğulmaktan kurtarmayı sana vaat ettiğim aile halkının arasında yeri yoktur. Çünkü oğlun, iman etmiş kimselerden değildir. Ben ise, senin ailenden iman eden kimseleri kurtaracağımı vaat etmiştim" demektir. Bunun üzerine Hz. Nûh (a.s), gerçeği öğrendikten sonra oğlundan uzaklaşmıştır. ...
Ayrıca Hz. Nûh (a.s), Rabbinden, mümin olmayan oğlunu boğulmaktan kurtarmasını istemesine dair bu konuda bir masiyet veya günah işlememiştir. Yalnızca Allah'a, oğlunu boğulmaktan kurtarması için dua etmişti. Hz. Nûh (a.s)'ın bir insan ve merhametli bir baba olmasından dolayı, Onu da (oğlunun boğulmasını görmesi üzerine) baba şefkati ve acıma duygusu kaplamıştı. Bundan dolayı oğlunun boğulmaktan kurtarılması için Allah'tan, oğlunun kalbine, "imanı" ilham etmesini istedi. Hz. Nûh (a.s)'ın, bu isteği üzerine Yüce Allah, ona; oğlunun kafirlerden olduğunu ve onunda boğulmak suretiyle helak olanlardan olduğu haberini verdi.
Üstad Ebu Mansur (rh.a), bu ayetin tefsirinde şöyle der:
-"Hz. Nûh (a.s)'ın oğlu, münafık olduğundan dolayı Hz. Nûh (a.s)'ın yanında onun dinindeymiş gibi görünüyordu. İşte bundan dolayı Hz. Nûh (a.s), oğlunu da kendi dini üzere gördüğünden dolayı onun, Allah'a; 'oğlumda benim ailemdendir' (Hûd: 11/45) demesinin ihtimali bundan dolayıdır. Ayrıca Hz. Nûh (a.s), oğlunun -kafirler-gibi- boğulmaktan kurtulmasını Yüce Allah'tan istemektedir....Hz. Nûh (a.s)'ın, benzeri bir isteğinden yasaklanmasına dair haber, Yüce Allah'ın şu sözünde geçmişti:
'Zulmedenler (kavmin) hakkında, (onların boğulmaktan kurtulmalarına ve şefaate kalkışıp azabın onlardan kaldırılmasına dair) Bana bir şey söyleme! Çünkü onlar, suda boğulacaklardır." (Hûd: 11/37)[48]
Hz. Nûh (a.s), oğlunun, kendi yanında iman ettiğini gördüğünden[49] dolayı onun bu zahiri imanına dayanarak Allah'tan boğulmaktan kurtarmasını istemektedir. Nitekim münafiklar, efendimiz Hz.Muhammed (s.a.v)'e bazı konularda muva-akat ettiklerini söylüyorlar ve bazen de Onun sözünün aksine hareket ediyorlardı. Resulullah (s.a.v) ise onların münafık olduklarını bilmiyordu. Nihayet Allah, Ona, kimlerin münafık olduğunu bildirmesinden sonra münafıkları bildi.
İşte Yüce Allah'ın, "O, Senin ailenden değildir. " (Hûd: 11/46) Yani "oğlunun, kendilerini boğulmaktan kurtarmayı sana vaat ettiğim aile halkının arasında yeri yoktur. Çünkü, kendilerini boğulmaktan kurtarmayı vaat ettiğim aile halkın, gizli ve açık durumda da hakikaten mümin kimselerdir' sözü böyledir.[50]
[47] Hûd: 11/45-46.
[48] Nesefî, Tefsiru'n-Nesefî. 2/192.
[49] Fahreddin er-Râzî bu konuyla ilgili olarak şöyle der: "Hz. Nûh (a.s)'ın ümmeti, ; 3 grup idiler: 1. Açıktan kafirlik yapanlar, 2. İmanını açıkça bildiren müminler. 3. Bir grup münafık... Müminler için takdir edilmiş ilahi hüküm, kurtuluş; kafirler hakkındaki ilahi taktir ise boğulmak idi. Bunlar zaten malumdur. Fakat münafıklar hakkındaki hüküm gizli idi. Nuh'un oğlu da, o münafıklardan olup, Hz. Nûh (a.s) onun mümin olabileceğini sanıyordu. Oğlu hakkında babanın aşırı şefkati, oğlunun İlerini ve amellerini, onun bir kafir olması sebebiyle yapılmış olduğu anlamına değil, daha geçerli sebeplere hamletmeye sevk etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Tefsiri bîr, 13/40) (ç).
[50] Peygamberlerin masumiyetligine dair kitabın orijinalindeki sıralamayı takip etmeyip. Peygamberlerin sıralanmasına göre bir yol takip ettik. Zira kitabın orijinalinde Peygamberlerin tarihi hayatlarına göre bir sıralanma ön planda tutulmıştır. (ç)
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 134-136.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Hz. İbrahim Halilurrahman (a.s)'ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Hz. İbrâhîm Halil (a.s)'e nispet edilene gelince bunlar, Kur'an ve sünnetten bazı naslarda geçmektedir. Hz. İbrâhîm (a.s)'a nispet edilenin zahirine göre, masumiyetin olmadığını gösterir. Bu dış görünüşü itibariyle bu rivayetler, kastedilenin dışındadır. Çünkü bu rivayetler, diğer naslarla dış görünüşü itibariyle çelişkilidir. Buna göre bu rivayetler; Peygamberlerin masumiyetiyle ilgili Müslümanların akidesinde ittifak edilen şekil üzere anlaşılmasında bu naslar arasında bir uyuşma sağlanması gerekmektedir.
1. Birinci Nass: En'am Sûresinde, Yüce Allah'ın şu ayetlerinde geçmektedir:
"(İbrâhîm,) karanlık çökünce bir yıldız görmüş, 'Bu mu benim Rabbim?' demiş, o sönüp gidince, 'Ben böyle sönüp batanları sevmem' demişti. Daha sonrada ayı doğarken görünce, 'Bu mu benim Rabbim? Bu (diğerine göre) daha büyük' demişti. Fakat O da batıp gidince, 'And olsun ki eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı, muhakkak sapıklığa düşen topluluklardan olurdum.' demişti. Daha sonra da güneşi doğarken görünce, 'Bu mu imiş benim Rabbim! Bu, hepsinden de daha büyük' demiş. (Bu da diğerleri gibi) batınca, 'Ey kavmim! Ben, sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan katiyen uzağım, şüphesiz ki ben yüzümü, Tevhide yönelmiş bir kişi olarak, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben, (Allah'a, yaratıklarından herhangi birisini ortak koşan) müşriklerden değilim' demişti.[51]
Bu ayeti kerimeler; "Hz. İbrahim (a.s)'ın, Allah'ın varlığı hakkında şüpheye düştüğü, büyüklüğünde ve yüceliğinde cahil olduğu ve asıl ibadete müstahak olan ilahın, kim olduğunu bilmediği" şeklindeki bu zahiri nass, insanı, görünüşte zan ve töhmet altına sokmaktadır!
Bazı insanlar zannediyor ki, "Hz. İbrahim (a.s), kavminin durumundan etkilendi, çocukluğunun başlangıcında kavmiyle birlikte yıldızlara tapan bir kimseydi ve onlar gibi güneşe ve ay'a tapıyor" Hz. İbrahim (a.s) hakkında düşünülen bu zan, apaçık bir cehaletin ve hatanın göstergesidir. Böyle şeyler, yüce Peygamberlerin vasıflarını bilmeyen ve Kur'ân-ı Kerîm'in anlamlarını anlamayan kimselerden sadır olur...
Şanı Yüce Allah, (aşağıda gelecek olan ve daha önce geçen ayette), onu, göklerin ve yer yaratılışındaki inceliklere muttali kıldığını, Hz. İbrahim (a.s)'ın bizzat kendisinin Tevhide yönelmiş müminlerden biri olduğunu ve iman ile kesin bilgi hususunda kamil kimselerden olduğunu nebisi ve dostu olan Hz. İbrâhîm (a.s)'a haber vermiştir. Zira Yüce Allah, Hz. İbrahîm (a.s)'ı küçüklüğünden itibaren olgunluk çağına kadar her türlü şirk, küfür vb. şeylerden korumuş ve ona, her inatçının ve kibirlinin sırtını yere vuracak kesin hücceti vermiştir. Bu, hiçbir kimsenin galip olamayacağı bir Allah'ın varlığı hususundaki kanıtların ve delillerin yerine getirilmesi makamındadır. Şimdi de Şanı Yüce Allah'ın, Hz. İbrâhîm (a.s)'ın kesin bilgiyle kavmine karşı delillerini nasıl getirdiğini -konuyla ilgili En'am Süresindeki- ayeti kerimelerin baş tarafını dinle. Buna göre Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani İbrâhîm, babası Azer'e, 'Sen, (ilah olmaya layık olmayan) bir takım putları ilah mı ediniyorsun? Doğrusu Ben, seni ve (bağlı bulunduğun) kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum!' demişti, işte böylece (ona, şirkin çirkinliğini gösterdiğimiz gibi) Biz ibrahim'e, göklerin ve yerin yaratılışlarındaki incelikleri gösteriyorduk ki, kesin bilgi sahibi olanlardan olsun diye '(İbrâhîm) karanlık çökünce bir yıldız görmüş...[52]
Böylece Şanı Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)'a, yaratıcının varlığını delillendirebilecek kesin kanıtlar ve razı olacağı hüccetler vermiştir. Kendisine verilenlerden sonra Hz. İbrâhîm (a.s), babasıyla şöyle mücadele ediyordu.
"Sen, (İlah olmaya layık olmayan) birtakım putlara mı tapıyorsun.[53]
Bunun ardından ise işitmeyen, görmeyen ve sahibine hiçbir fayda sağlamayan putlara tapma hususunda babasını ve kavmini sapıklıkla şöyle suçlamaktadır:
"Doğrusu ben, seni ve (bağlı bulunduğun) kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum"[54]
Daha sonra Hz. îbrâhîm (a.s), yakinen bildiği -mükemmel bir tavırla- delilini, Yüce Allah'ın da şahitlik etmesiyle şöyle getirmektedir:
"İşte böylece (ona, şirkin çirkinliklerini gösterdiğimiz gibi) Biz İbrâhîm'e göklerin ve yerin yaratılışlarından incelikleri gösteriyorduk ki, kesin bilgi sahibi olanlardan olsun diye."[55]
Bu ayetlerden sonra gelen ayetler konunun girişinde geçmişti, Hz. İbrâhîm (a.s)'ın sadece delillerini kavminin idraki ve anlayışı seviyesine indirgemek, onların inançlarına göre tedrici olarak yöneltmek, suretiyle Allah'ın varlığını delil gösterme makamında ve kavmine kanıtını kabul ettirme konusundadır. Bundan dolayı Hz. îbrâhîm (a.s), aklı selim bir düşünceyle hüccet ve delille ortaya çıkarılmış bu ilahlara tapma konusundaki kavminin inancını batıllaştırmak için ilk önce yıldıza dair;
"Bu, benim Rabbimdir"; ardından ay'a ve daha sonra da güneşe aynı şeyi söylemektedir... İşte bundan dolayı Allah, bu kıssayı, şu sözleriyle bitirmiştir:
"İşte bu (zikredilenler), kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz delillerdir. Dilediğimizi (ilim ve hikmetle) derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz ki Rabbin, tam hikmet sahibidir ve (bunlara kimlerin layık olduğunu da) hakkıyla bilendir."[56]
Allame Zemahşerî (rh.a.), bu ayeti kerimenin bitiminde çok güzel bir açıklama yapmıştır ki, biz de bu açıklamanın bir kısmını aşağıya şöyle aldık:
"Hz. İbrahim'in babası ve kavmi; putlara, güneşe, aya ve yıldızlara tapmaktaydılar. Bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), görme ve delil getirme yoluyla onların üzerinde bulundukları şirk dininin bir hata üzerine kurulduğunu haber vermeyi ve onlara doğruyu göstermeyi ve Hudus Delilini getirerek ilah olması mümkün olmayan putları vb. şeyleri, sahîh ve doğru olan delillerle onlara tanıtmayı; arkalarında, onları yaratan, doğuşlarını ve batışlarını bir yerden diğer bir yere gidiş ve intikallerini idare eden birisinin yani Allah'ın varlığını gösterdiğini onlara öğretmek istedi. Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, 'Bu, benim. Rabbimdir' (En'am: 6/76) sözü, muhatabının batıl yolda olduğunu bildiği halde, ona insaf ile davranan kimsenin sözü gibidir. Kendi görüşünde mutaassıp değilmiş gibi, muhatabının sözünü aynen naklediyor. Zira bu davranış karşısındaki muhatabını hakka daha iyi götürür. Daha sonra da muhatabına tekrar dönerek onun iddiasını kendisinin ileri sürmüş olduğu delil ile boşa çıkarır... Yıldız batınca Hz. İbrâhîm (a.s); 'Ben böyle sönüp batanları sevmem' dedi (En'am: 6/76). Çünkü kendisine tapılan ilahların durumunun değişmesi ve bir yerden başka bir yere intikali doğru değildir. Esasen bunların durumu, günah sahibi kimselerin (yani bir bakıyorsun günah işliyor, bir de bakıyorsun günah işlemiyor) özelliklerindendir. Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhakkak sapıklığa düşen topluluklardan olurdum' ayetine gelince ise; Hz. İbrâhîm (a.s), ay'ın, doğup etrafa ışık saçtığını görünce, bu sözüyle kavminin taptıkları put, güneş, ay vb. şeylerin, batıl olduğuna dikkatleri çekmek ve beyinsiz olduklarını göstermek istiyordu. Fakat ay da batıp gözden kaybolunca Hz. İbrâhîm (a.s); 'Bu, benim. Rabbimdir' dedi. (En'am,: 6/77). Burada Hz. İbrâhîm (a.s) karşı koyma yöntemiyle kavminin sapıklık içerisinde bulunduğunu göstermek istemiştir."[57]
Yukarıdaki ayetlerde de geçtiği üzere- bu kıssayı -Kur'ân-ı Kerîm anlatmıştır. Yalnız Yüce Allah bu kıssayı, peygamberi ve dostu olan Hz. İbrâhîm (a.s)'a verdiği ikna edici bir yöntem ve güçlü bir hüccetle yol gösterici olarak haber vermiştir. Zira Hz. İbrâhîm (a.s), Allah'ın varlığına dair delil getirerek kavmini aciz bırakmaya ve kavminin -Allah'ın dışında- yıldızlara, aya, güneşe vb. şeylere tapmaları konusundaki sapıklıklarını ve yanlış bir yol üzerinde olduklarına dair delil getirmeye nasıl güç yetirdi?..
Ayrıca Hz. İbrâhîm (a.s), amacına ulaşabilmek için yolların en kolayını tutarak açıklamıştır. Bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), kavmini ilk önce direkt olarak suçlamayıp onlara tedrici bir şekilde yaklaşıp -ayetlerdeki sıralamaya göre- hareket etmiştir. Hz. İbrâhîm (a.s), kavminin; Allah'ı bırakıp putlara, yıldızlara, aya, güneşe vb. şeylere tapmaları hususundaki cehalet ve hatalarını kendilerine göstermek amacıyla ilk önce gökyüzünde parlayan bir yıldızı görüp,'İşte bu, benim Rabbimdir' dedi.[58]
Hz. İbrahim (a.s) bu sözüyle onları reddetmek, kınamak, tenkit etmek ve tedrici bir şekilde onları helake götürmek için böyle söylemişti. Daha sonra yıldızın kaybolup gittiğini, görünce, bu -kaybolup giden- yıldızın "Rab" olmaya uygun bir varlık olamayacağını söyledi. Çünkü Rab olarak kabul ettikleri varlığın durumu değişmiş ve bir yerden başka bir yere intikal etmişti. Hz. İbrâhîm böylece kaybolup giden bir ilahın ilah olamayacağını kavmine anlatmaya çalışıyordu. İşte bu Hudus'a yani ilah olarak kabul ettikleri varlıkların sonradan meydana geldiğine işaret etmekteydi... Daha sonra da Hz. İbrâhîm (a.s) gökyüzünde ayın doğup etrafa ışık saçtığını görünce -öncede dediği gibi-, "Bu, Benim Rabbimdir" dedi. Ay'ın da batıp gözden kaybolduğunu görünce, bununda kendisine fayda sağlayıcı bir ışık olarak kabul etmeyip böyle kaybolup giden ve kendisine tapınılması gereken bir varlığın "Rab" olamayacağım söyledi.
Hz. İbrâhîm (a.s) burada da onların sapıklık ve hatalı bir yol üzerinde olduklarım gördü. Fakat bunu direkt olarak söylemeyip hikmetinin gereği bir yöntemle şöyle anlatmak istedi; "Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhakkak sapıklığa düşen topluluklardan olurdum " (En 'am: 6/ 77).
Hz. İbrâhîm (a.s) bu sözüyle, onların sapıklık içerisinde olduklarını direkt açıklama metodunu seçmeyip böyle bir ilahı ve benzerlerini kabul etmekle kendisinin de -onlar gibi- sapıklık içerisinde olacağını belirtmiştir. Çünkü taptıkları bu ilahlar, devamlı olarak doğuşları ve batışları değişmekte olup bir yerden başka bir yere geçmek suretiyle dönüp dolaşmaktadırlar. Bunu da onlara taptıkları ilahların sonradan yaratıldıklarını göstermek için yapmıştı.
Hz. İbrâhîm (a.s) "sapıklığa düşen topluluklardan" sözüyle aya tapmanın doğru yolu şaşırmış yani sapıklık içerisinde olmakla açıklamak istemiştir.
Daha sonra güneşin doğduğunu, ışığının kainata yayılması suretiyle parlaklığını görünce, Hz. İbrâhîm, "İşte bu, benim Rabbimdir" dedi. Çünkü güneş, yaratılmışların en büyüğü, diğerlerinden daha parlak ve daha faydalıydı. Buna göre güneş, diğer yıldızlara ve aya nazaran tapılmaya daha hak sahibiydi... Hz. İbrâhîm (a.s) bu sözünü, onların sapıklık üzerinde bulunduklarına dair onlara karşı delil getirmek için ve güneşinde diğerleri gibi sonradan yaratılmış olduğunu göstermek için bu şekilde söylemiştir... Bir müddet sonra güneş de kaybolup ufkun arkasına geçince, ışığını ve parlaklığını kaybetmişti...
Hz. İbrâhîm (a.s), kavmi ile münazara halinde bulunduğundan dolayı onlanrı, putlara, yıldızlara, aya, güneşe vb. şeylere tapmaları ile sonradan yaratılmış olan bu varlıklara tapmalarını sapıklıkla suçladı. Daha sonra da kavminden ve onların taptıklarından uzaklaştı. İşte bu, gözlerin gördüğü bu en parlak üç cismin ilah olmadığı anlaşılıp kesin delillerle ortaya çıktıktan ve gerçek, sabah aydınlığı gibi ortaya çıktıktan ve kastettiği gayeye ulaştıktan soma Hz. İbrâhîm (a.s):
"Ey kavmim! 'Ben, sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan katiyen uzağım. Şüphesiz ki ben yüzümü, Tevhide yönelmiş bir kişi olarak gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben (Allah'a, yaratıklarından herhangi birisini ortak koşan) müşriklerden değilim' demişti. Kavmi (Allah'ın birlenmesi ve O'nun ortağının olmadığı hususunda) İbrahim'le tartışmaya girişti. O demişti ki: Allah beni hidayete (Tevhide) iletmişken, siz benimle Allah hakkında (O'nu tevhid etmem hususunda) mı tartışıyorsunuz? Ben, O'na ortak koştuğunuz (putlardan, ilahlardan vb.) şeylerden korkmam. Ancak Rabbim bir şey dilerse, o (dilediği şey) müstesna. Rabbimin ilmi, her şeyi sarıp kuşatır. Hala düşünüp öğüt almayacak mısınız? Hem Allah 'ın size (haklarında) hiçbir delil ve burhan indirmediği şevleri siz O'na eş koştuğunuzdan korkmazken, ben eş koştuğunuz o varlıklardan niye korkayım? Şimdi bu iki zümreden (Tevhide yönelmişlerin grubu mu? Yoksa müşriklerin grubu mu?) hangisi güven duymaya daha layıktır? Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım? Bunlar), iman edenler ve imanlarını zulüm ile bulaştırmayanlar (yok mu?) İşte güven duyma hakkı ancak onlaradır. Ve onlar, doğru yolu bulmuş kimselerdir. İşte bu (zikredilenler), kavmine karşı ibrahim'e verdiğimiz delillerdir. Dilediğimizi (ilim ve hikmette) derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz kî Rabbin, tam hikmet sahibidir ve (bunlara kimlerin layık olduğunu da) hakkıyla bilendir."[59]
Bu (ayetlerde geçen) sözler, Allah'ın varlığı konusunda şüphe etmeyen ve yüce yaratıcının varlığı konusunda bilgisiz olmayan Hz. İbrahim Halil (a.s) tarafından söylenmiştir. Ancak bu sözler, delil getirme ve kanıt yoluyla kavminin sapıklık üzerinde bulunduğunu delillendirmek ve kesin hüccetlerin en büyüğüyle onları aciz bırakmak için söylenmişti.
İbnü'l-Arabî, "Ahkamu'l-Kur'an" adlı tefsirinde bu konuyla ilgili olarak şöyle der:
"Hz. İbrâhîm (a.s)'a verilmiş olan Tevhid davasını açıklama ve delil getirme bilgisinin sonucu olarak kavmi ile arasında geçen olaylar, onun, Yüce Allah'ı bilmemesi ve bu husustaki şüphesi sadece Allah'ı onlara tanıtmak içindir. Yoksa Hz. İbrahim (a.s) gerçekten şüpheye düşmüş değildir."[60]
Buna göre bir kimse, Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, Allah'ın varlığı konusunda şüphe ettiğini zannederse ve onun, yıldızlara, aya ve güneşe taptığına inanırsa, haktan uzak, anlayışında hatalı ve nebiler ile resullerin sıfatlarından bilgisiz olduğu anlaşılır... Çünkü Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)'a, Peygamberlikten önce ve doğru yolu ve hidayeti bulma (rüşd) kabiliyeti vermiştir:
"And olsun ki daha önce (Peygamberlikten önce) İbrâhîm'e de doğru volu bulma imkanı (rüşd) verdik. Biz İbrahim'in (buna ehil olduğunu) biliyorduk."[61]
2. Hz. İbrâhîm (a.s)'ın masum olmadığını vehmettiren ikinci nassa gelince; o da, yüce Allah'ın şu sözüdür:
"Hani İbrâhîm: 'Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster' demişti. (Allah'ta) "İnanmadın mı yoksa?' demiş. O da: İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (bunu istiyorum)' demişti. Allah'ta, 'Öyleyse dört (çeşit) kuş al, onları kendine alıştır (sonrada onları parçala ve) her dağ başına onlardan birer parça bırak Sonra onları (Allah'ın izniyle geliniz diye) çağır. (Onlarda) koşarak sana geleceklerdir' demiş. Bil ki şüphesiz Allah, Aziz'dir ve Hakimdir.[62]
Sanki bu ayeti kerime; Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, "ölüleri diriltmesine dair Allah'ın kudreti konusunda" şüphe ettiğini yansıtmaktadır. Böyle bir anlayış şekli, uygun olmayan bir anlayış şeklidir. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, Rabbi konusunda ve yüce Allah'ın ölüleri diriltmesine dair olan kudreti konusunda şüphe ettiği şeklinde bir anlayışa varmaktan Allah'a sığınırız. Zira Hz. İbrâhîm (a.s), tevhid inancını insanlar arasına yerleştirmeye çalışan ve insanların, yalnızca.bir olan Allah'a ibadet etmelerini sağlamak için Kabe'yi ilk Önce İnşa eden ve aynı zamanda da Peygamberlerin atası olan bir kimsedir. Hz. İbrâhîm (a.s), Rabbinden yalnızca, "ölüleri nasıl dirilttiğinin" keyfiyetini sormuş, "mahiyetini" sormamış ve ayrıca "Ey Rabbim! Ölüleri diriltmeye gücün yeter mi?" şeklinde bir soruda sormamıştır. Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, Rabbine olan sorusu, "Ölüleri diriltmesinin keyfiyetine dairdir." Yalnız bu da, Hz. İbrâhîm (a.s)'ın (Allah'ın varlığına kesin olarak inanmakla birlikte), kalbinin kesin olarak inandığı bir rahata kavuşması ve ilahi yaratıcının sırları ile gizemlerini görmeyi bilmek maksadıyladır.
Üstad Ahmed el-Münir, "Keşşaf tefsirine yaptığı açıklayıcı bilgide bu ayetle ilgili olarak şöyle der:
"Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, Allah'a 'ölüleri nasıl diriltirsin' (Bakara: 2/260) şeklindeki sorusuna gelince bu soru, ölüleri diriltmeye dair Allah'ın bu konudaki kudretinden şüpheye düşme şeklinde değildir. Fakat Hz. İbrâhîm (a.s)'ın bu sorusu,, ölülerin nasıl diriltileceğine dairdir. İmanda ise ölülerin diriltme biçimini ve şeklini kavramak şart değildir. Çünkü bu soru, imanda bilinmesi şart olmayan bir hususu bilmeyi sorup öğrenmek istemekten ibarettir. Sorunun "nasıl" anlamına gelen "keyfe" ' edatıyla gelmesi ve sorunun, o anki durumuna dair olması, bunu göstermektedir. Bu sorunun görünüşü itibariyle birisinin; "Zeyd, insanlar hakkında nasıl böyle hükmediyor?" demesi şeklindedir. Bunu söyleyen kimse, Zeyd'in; insanlar hakkında hükmettiğinden şüphe etmiyor. Yalnızca hükmün keyfiyetini yani nasıl hükmedeceğini soruyor, yoksa hükmün nasıl sabit olacağını sormuyor. Olabilir ki bu şüphe, akla veya kalbe gelen bazı vesveselerle bazı zihinleri bulandırırda Hz. İbrâhîm (a.s)'ın şüphe ettiğine dair bir yol bulur diye... Hz. Peygamber (s.a.v), akla ve kalbe gelen bu vesveseleri, şu sözüyle kökünü kazımıştır: "Biz, şüpheye, İbrahim'den daha yakınız."[63]
Yani biz şüphe etmiyorsak, İbrâhîm (a.s)'ın şüphe etmemesi daha evladır, demektir. Yüce Allah, "(ölüleri diriltmeye gücünün yettiğine) inanmadın mı?" (Bakara: 2/260) sözüyle ise Hz. İbrâhîm (a.s)'ın birinci ifadesinde (ölüleri nasıl dirilteceğine dair Allah'a sormasında) yer alan lafız, ihtimalini ondan uzaklaştırıp işiten herkesin anlayabileceği ve bu konuya şüpheyi katmayacak bir ifadeyle onun imanım sağlamlaştırmak ve şüpheden uzaklaştırmak için Hz. İbrâhîm (a.s)"ın: "Evet, (senin ölüleri dirilteceğine dair gücüne) inandım" (Bakara: 2/260) şeklinde konuşmasını istemiştir."[64]
Şehid Seyyid Kutub (rh.a.), "Fizilali'l-Kur'an" adlı tefsir kitabında bu ayeti kerimenin tefsirinde şöyle der:
"Bu, ilahi sanatın girift esrarına muttali olma arzusudur. Bu arzu Allah'ın dostu, huşu sahibi, rıza vasfıyla ilintili, mümin, haya ve hilm sahibi kul İbrahim'den gelmiştir... Evet bu arzu, Hz. İbrâhîm (a.s)'dan geldiğine göre, Allah'a yakın olan kulların en yakını, kalplerde ilahi sanatın sırlarını görmek ve buna muttali olmak için zaman zaman gelen şevk ve heyecan mevcut olunca Cenab-ı Allah'ta bu esrar perdesinin bir kısmını açmaktadır.
Bu arzu, imanın sebata erip istikrar kazanması, mevcudiyeti ve kemali ile alakalı değildir. Bu arzu, daha başka bir haldir. Onun ayrı bir zevki vardır. Bu,ilahi esrarın ameli olarak meydana gelme esnasında bizzat görmek iştiyakından doğan ruhi bir arzudur. İnsan benliğinde tecrübenin bahşettiği zevk, gayba imanın verdiği zevkten farklıdır. Bunun gerisinde artık başka bir iman şekli veya iman etmek için burhan (delil) şekli düşünülemez. Hz. İbrâhîm (a.s) sadece Allah'ın kudretinin faaliyet halini müşahede edip o esrarlı alemin zevkine ulaşarak rahatlamayı arzu etmektedir. O havayı teneffüs etme, o ruh ikliminde yaşama arzusudur bu... İmanın varacağı son noktanın ötesinde bambaşka bir haldir bu... "[65]
[51] En'âm: 6/76-79.
[52] Enam: 6/74-76.
[53] En'am: 6/74.
[54] En'âm: 6/74.
[55] En'âm: 6/75.
[56] En'am: 6/83.
[57] Zemahşerî, Tefsirü'l-Keşşaf, 2/40.
[58] Bazı tefsirciler; Hz. ibrâhîm (a.s)'ın yıldız, ay ve güneş için söylediği "İşte bu, benim Rabbimdir" sözünü çocukken, Allah'ı tanıma hususundaki fikri lam gelişinden önce söylediği kanaatindedir. Doğru olan, Cumhurun yukarıda geçen görüşüdür: "Bu söz, Hz. İbrahim (a.s)'ın kavmi ile münazara esnasında onların yıldızlara, güneşe ve aya tapmalarının batıl olduğuna dair delil getirmek için söylediği bir sözdür. Muhataplarını susturmak için, onlarla aynı ibareyi kullanarak "İşte bu, benim Rabbimdir" demesi, hüccetlerin en iyisi ve delillerin en açığıdr. (M. Ali Sâbûnî, Safvetü'l-Tefasir, 2/218) (ç)
[59] En'âm: 6/78-83.
[60] İbnü'l-Arabî, Tefsiru Ayati'l-Ahkami'l-Kuran, 2/732.
[61] Enbiyâ: 21/51.
[62] Bakara: 2/260.
[63] Buharî, Enbiyâ II, Tefsirii Sure-i Bakara 46; Müslim, İman 238 (101), Fezail 152; Tinnizî, Tefsir (3115); İbn Mâce, Fiten 23; Müsned: 27 326 Geniş bilgi için-Hafız tbn Hacer'in, Felhü'l-Bari. 6/ 294'de bu hadis hakkındaki söylediklerine takabilirsiniz.
[64] Zemahşerî, Tefsirü'l-Keşşaf, t/308.
[65] Şehid Seyyid Kutub, Fizilali'l-Kur'an, 3/45.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 137-147.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Hz. İbrahim (a.s) Hakkında İleri Sürülen Üç Yalanın Mahiyeti Nedir?:
Görünüşte Hz. İbrâhîm (a.s)'in masum olmadığına işaret eden ve sünneti Nebevide geçen hadise gelince İşte bu, Resulullah (s.a.v)'in şu sözünde geçmektedir:
"Hz. îbrâhîm (a.s) sadece üç yalan söylemiştir. Bunlardan İkisi, Allah'ın zatıyla ilgili; biri, 'Ben hastayım' (Saffât: 37/89) sözüdür, diğeri de, 'Aksine o (putları kırma) işini putların şu büyüğü yapmıştır' (Enbiyâ: 21/63) sözüdür. Birisi de, Temiz hanımı Sare hakkındadır. (Bu olay da şöyle olmuştur: ) 'Hz. İbrâhîm (a.s), zalim birinin diyarına (Mısır'a) beraberinde hanımı Sare de olduğu halde gelmişti. Bunlar, zalim kralın memleketine girince, (şehrin giriş kapısında görevli) adamlardan biri, Hz. İbrahim'i ve hanımı Sare'yi gördü. Hemen krala gidip, 'senin memleketine beraberinde insanların en güzeli bir kadında 'bulunan bir adam girdi. (İnsanlar, ondan daha güzel yüzlüsünü ve güzelini şimdiye kadar görmemiştir. O, sizden başkasına layık değildir)' dedi.
Kral derhal adamlarından birisini, Hz. İbrahim'e gönderip onu huzuruna getirtti. Kral, Ona:
- (Beraberinde bulunan) bu kadın kimdir?' diye sordu. Hz. İbrâhîm, (Sare hakkında) 'benim hatunumdur!' diyecek olursa onun yüzünden, kendisinin öldürüleceğinden çekindiğinden dolayı):
- Kız kardeşimdir' dedi ve bunun üzerine Hz. İbrâhîm, hemen hanımı Sare'nin yanına gelip ona:
- Bu zorba, senin, 'benim hanımım' olduğunu öğrenirse, senin için bana galebe çalar. Eğer sana (benim, neyin olduğunu) soracak olursa, 'kız kardeşim olduğunu söyle! Çünkü sen, zaten İslami yönden (din) kardeşimsin.' Bu yeryüzünde senden ve benden başka bir mümin bilmiyorum' dedi.
Kral, (adam göndererek) Sare'yi yanma getirtti. Sare'de geldi. (Sare'nin gidişinin akabinde) Hz. İbrâhîm hemen namaza durdu. Sare, kralın yanına girince, kral, (onu, ayakta karşıladı. Fakat) elini ona uzatamadı. Eli, şiddetli bir şekilde tutulu kaldı. Artık ayaklarıyla tepinmeye başlamıştı. Sare'ye:
- 'Elimi salması için Allah'a dua et! Sana bir zarar vermeyeceğim!' dedi. Sare'de, Allah'a dua etti. Bunun üzerine kralın eli, -eskisi gibi- serbest bırakıldı. Ama kral, ikinci defa tekrar Sare'ye sataşmak istedi. Fakat eli, önceki gibi veya ondan daha şiddetli bir şekilde tutuldu. Sare'ye:
- 'Elimi salması için Allah'a dua et! Sana bir zarar vermeyeceğim!' dedi. Sare'de, Allah'a dua etti. Bunun üzerine kralın eli, -eskisi gibi- serbest bırakıldı. Kral, kadını getiren adamı (veya muhafızlarından birini) çağırıp ona:
- 'Sen bana insan değil, bir şeytan getirmişsin. Bunu ülkemden hemen çıkar!' diye emir verdi. Kral, (Sare'de gördüğü bu hallerden dolayı) ona, 'Hacer'i' hediye olarak verdi. Bunun üzerine Sare, Hz. İbrahim'in yanına geldi. O sırada Hz. İbrâhîm, namaz kılıyor (ve Allah'a dua ediyordu). Sare'nin geldiğini hissedince, namazını bitirip ona eliyle işaret ederek:
- 'Nasılsın? Ne haber' dedi. Sare'de:
- '(Hayırdan başka bir şey yoktur!) Allah, tam zamanında kafirlerin hilesini geri çevirdi. (Bana zarar vermek için uzattığı eli, Allah tarafından tutula kaldı) ve (Kral) bana da, Hacer'i hediye olarak verdi' dedi"...
Ebu Hureyre (r.a): 'Ey gök suyu (ile faydalanan kimselerin) oğulları! Bu kadın (Sare), sizin annenizdir' dedi."[66]
Bu hadisi, Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
Bu hadisi şerif de, Hz. İbrâhîm (a.s)'ın masum olmadığını gösteren herhangi bir delil yoktur. Aksine bu hadisi şeriften, Hz. İbrâhîm (a.s)'ın masum olduğu anlaşılmaktadır. Çükü Hz. Peygamber (s.a.v), bu üç yalanla; hakiki anlamda olan yalanı kastetmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) bu sözüyle, ancak sanki Hz. İbrâhîm (a.s)'in yalan gibi görünen ama aslında yalan olmayan haberlerini açıklamayı istemişti. Bunun ise hakiki ve asıl şekli yalan değildir...
Hz. İbrâhîm (a.s)'ın kavmine olan, "Ben hastayım" (Saffât: 37/89) ve "Aksine o (putları kırma) işini, putların şu büyüğü yapmıştır" (Enbiyâ: 21/63) sözlerine gelince ise bunlar; kavmi ve onların taptıkları ilahlarla, alay etme ve hakaret etme cinsinden olan sözlerdir. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s), "Ben, hastayım" (Saffât: 37/89 ) sözüyle; Mecazi olarak, "Ben; sizin işitmeyen, fayda sağlamayan ve sahibine bir şey kazandırmayan bu putlara uymanızdan dolayı hastayım" demek istemiştir: Nitekim bir kimse manen hasta olduğunda, bedenen de hasta olur...
Hz. İbrâhîm (a.s.), hususi olarak; kavmini, cehalet ve sapıklık içerisinde gördüğünden dolayı onları, hidayete ve dosdoğru yola böyle söylemekle davet etmiştir. Fakat onlar, sapıklık ve cehalet içerisinde gözleri görmeyen kör kimseler gibi kaldılar! Kendilerine yapılan hakikati ve gerçeği göremediler!
Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, "Aksine o (putları kırma) işini, putların şu büyüğü yapmıştır" (Enbiyâ: 21/63) sözüne gelince ise bu söz; hakiki anlamda söylenilmiş bir yalan değildir. Ancak bu, sözün kesin bir hüccet ve parlak bir delil cinsinden olan söz gibidir. Zira Hz. İbrâhîm (a,s.), kavmine, bu konu ile ilgili delilleri getirmek istediği sırada ona; "Bu putları kıran kimdir?" diye sordular. Hz. İbrâhîm (a.s)'da; kavmini ve putları alay ederek ve hakaret eder bir vaziyette, büyük puta işaret etmiştir. Daha sonra da Hz. İbrâhîm (a.s), söylemiş olduğu bu sözden dolayı kavmini şaşırmış olarak gördüğünde, onlara, şu susturucu cevabı vermiştir:
"Eğer konuşabiliyorlarsa, (bu kırma işini,) kırılan putlara Sorun!"(Enbiyâ: 21/63).
Hz. İbrâhîm (a.s)'ın, hanımı Sare ile ilgili "Sen kız kardeşimsin" sözüne gelince ise, bu sözle ancak; "İnanç ve iman kardeşliği kastedilmiştir. Nitekim Yüce Allah, din kardeşliğiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır; "Müminler ancak kardeştirler" (Hucurat: 49/10).
Yüce Allah, bu sözüyle, soy kardeşliğini değil, din kardeşliğini kastetmiştir. Çünkü Sare, Hz. İbrâhîm (a.s)'ın kız kardeşi değil, hanımıydı.
Bu sözlerin hepsi sadece üstü kapalı söylenen sözlerden olup sahibini cezalandırmayan ve işleyene de günah gerektirmeyen, yalandan sayılmayan sözlerdir.
Nitekim Araplar, üstü kapalı söylenen sözlerden dolayı söyleyen kimsenin sorumlu tutulamayacağına ile ilgili şöyle derler: "Kuşkusuz üstü kapalı konuşmayla, yalandan uzak kalınır."[67] Yani "Üstü kapalı konuşma; Müslüman bir kimsenin, haram olan yalana düşmesini engeller" demektir.
Hz. İbrâhîm (a.s)'ın bu sözünde de, Peygamberlerin masum oluşuna zarar verici kasten yalan söylemeyi gösteren bir unsur yoktur. Sadece bu söz, mubah olan üstü kapalı sözler cinsindendir. Allah, hakkı söyleyen ve dosdoğru yola iletendir. [68]
[66] Buharî, Enbiyâ 9, Büyü' 100, Hibe 36, Nikah 12, İkrah 6; Müslim, Fezail 154 (2371); Ebu Dâvud. Talak 16 (2212); Tirmizî, Tefsir Sure-i Enbiyâ (3165) (ç)
[67] Buhari, bu hadisi, Edeb bölümünün 'üstü kapalı konuşmada yalandan uzak kalma' babında rivayet etmiştir. (Buharî, Edeb ! 16) (ç).
[68] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 148-151.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Hz. Yûsuf Es-Sıddik (a.s)’ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Şanı Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)'a; güzellik verdiğini ve yücelik ile değerlilik elbisesini ona giydirdiğini; buna karşılık Mısır azizinin hanımının, onu fitneye düşürmek istediğini, saptırmak ve tahrik etmek maksadıyla ona kötülük yapmayı istediğini, fakat Hz. Yûsuf (a.s)'ın (bu saptırma ve tahriklere karşı) demirden daha sert ve dağdan daha güçlü olduğunu, azizin hanımıyla birlikte diğer sosyete kadınlarının planladığı çok ince hileler ile şiddetli şehevi saldırıların, Hz. Yûsuf (a.s)'a etki etmediğini ve bununla birlikte bu yüce peygamberin suçsuzluğunu ve masum olduğunu ortaya koyan Kur'ân-ı Kerîm, onun bu kıssasını, parlak bir biçimde bize anlatmıştır. Fakat Kur'an'ı Kerim, bize bu kıssanın bir kısmını şöyle anlatmaktadır:
"Şehirdeki bir takım kadınlar: 'Azizin karısı, (yanında çalışan) delikanlısının nefsinden murad almak istiyormuş. (Kölesine olan tutkusu,) yüreğinin zarını delip (kalbinin derinliklerinin) içine kadar işlemiş. Görüyoruz ki O (azizin hanımı), doğrusu apaçık bir sapıklık içerisindedir' dediler. Vaktaki (kadın) onların gizliden gizliye (arkasından) yaptıkları dedikoduları işitince, onlara (evine misafir olarak gelmeleri için) haber yolladı, (misafirler evine gelince,) onlar için (oturup) yaslanacak yerler (ve ayrıca bir de sofra) hazırladı. (Böylece sıkıntı vermeyecek rahat bir ortam hazırlayıp, ellerine de meyve soymak için bıçaklar vermek suretiyle onların huzuruna Yûsuf'u çıkarmakla onu görür görmez dehşete düşmelerini, kendilerinden geçmelerini ve farkında olmadan da ellerini kesmelerini sağlamak için) onlardan her birine birer bıçak verdi. (Yûsuf'a da) 'çık karşılarına' dedi. Hepsi onun güzelliğini görünce, onu, çok büyük bir varlık kabul ettiler ve (hayranlıklarından dolayı dehşete düşerek) ellerini kestiler, ve dediler ki:'Allah'ı tenzih ederiz. Haşa, bu bir insan değildir. Bu, çok şerefli bir melekten başkası olamaz. "[69]
[69] Yûsuf: 12/30-31.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 152-153.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Hz. Yûsuf (a.s)'a Karşı Yapılan İftira ve Yalan:
Bazı tefsircilerin ayakları haktan kaydı ve uzaklaştı.[70] Çünkü onlar, Hz. Yûsuf (a.s) hakkında uygun olmayan ve sağlam bir bilgiye de dayanmayan bazı zayıf ve uydurma rivayetleri naklederek onun, azizin hanımıyla zina etmeye niyetlendiği şeklindeki iddiaları sebebiyle ayakları kayıp haktan uzaklaştı....
(Ayette geçen 'Burhan' ve 'hemme' = 'meyletme' veya 'kastetme' kelimelerim açıklama sırasında) bazı tefsir kitapları, rivayet etmesi ve nakletmesi doğru olmayan bazı uydurulmuş batıl İsrail! rivayetleri aktarmakla gafil davranmışlardır. Güvenilir alimler ile sağlam hafızlar, bu rivayetleri tahlil ve tenkit ederek okuyuculara çok faydalı bilgileri haber vermişlerdir. Çünkü bu rivayet ler, Kur'ân-ı Kerîm ayetleriyle ters düşmekte ve Peygamberlerin masumiyetiyle çelişmektedir.
Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s) hakkında uydurulmuş bazı batıl rivayetler şunlardır: "Azizin hanımı, Hz. Yûsuf ile yatıp cinsel ilişkide bulunmak istediğinde ve ondan, kendisiyle zina etmesini istediğinde, -böyle bir şeyi iddia etmekten Allah'a sığınırız- Hz. Yûsuf, kadının isteğini kabul etmiş, ona uymuş ve kadınla, son derece çirkin olan zina işini işlemeye yeltenmiştir. Bunun için de donunun uçkurunu çözmüş -erkeğin, hanımının dört yeri arasına oturduğu gibi- azizin hanımının dört yeri yani iki bacağı ve iki kolu arasına oturmuş ve kadın, gerisi üzerine sırt üstü uzanmış olduğu halde onunla zina etmeye yeltenmiş. Tam bu sırada kendisine seslenen bir sesi işitmiş. Ardından parmağını ısırmış bir vaziyette babası Hz. Ya'k'ûb (a.s)'ı görmüş. Babasından utandığı için Mısır azizinin hanımına yeltendiği çirkin işten vazgeçtiği şeklinde iddiada bulunmuşlardır. Ve daha ipe sapa gelmez bir çok uydurma ve batıl rivayetleri nakletmişlerdir. Bu çirkin rivayetleri nakleden tefsirciler; Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)'m şerefli ve değerli bir Peygamber olduğunu; Yüce Allah'ın, onu, masiyetlerden ve son derece çirkin günahlardan, yani daha büyük kötülüklerden ve zina işlemekten koruduğunu; ayrıca efendisi azizin, kendisinin ikametini ve ikramını en güzel şekilde yaptığını ve iyi davrandığını bildiği halde, efendisine hainlik ettiği şeklinde bir iftira ve yalan ileri sürüp de az önce Hz. Yûsuf (a.s) ile ilgili belirtilen hususları nasıl oldu da unuttular ve farkına varamadılar. Halbuki Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Yûsuf'u satın alan Mısırlı (Aziz), karısına dedi ki: 'Ona kadr-ü kıymet ver. Umulur ki bize faydası dokunur veya onu evlat ediniriz. "[71]
Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s), efendisinin kendisine yaptığı bu güzel davranışı unutmayıp aksine efendisinin, kendisine yaptığı ve bahşettiği bu iyilik ve ihsanı; efendisinin hanımı, kendisiyle yatıp cinsel ilişkide bulunmak istediğinde, bu güzel davranışı azizin hanımına aşağıda gelecek olan ayette- söylemiştir. Buna göre Hz. Yûsuf (a.s), efendisinin hanımı, kendisinden murad almak istediğinde ona şöyle demişti:
" (Böyle bir şey yapmaktan) Allah 'a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim efendimdir, 0 bana güzel bir mevki vermiştir. (Onun bu davranışının karşılığı, hanımına yaklaşarak ona hainlik etmek olmaz). Hakikat şudur ki, zalimler (hainlik edenler) asla felah bulmaz,! dedi."[72]
Gerçekten de zina, suçların ve günahların en çirkini ve en kötü olanıdır. Üstelik semavi dinlerin hepsi, zinayı yasaklamışlardır. Buna göre bütün semavi dinlerde zina yasaklanmış olduğu halde, Allah'ın Peygamberlerinden birisi olan Hz. Yûsuf (a.s), bu çirkin zina işini nasıl işleyebilir?! Allah'ı tenzih ederiz ki, Hz. Yûsuf (a.s)'a dair ileri sürülen bu iftira, gerçektende büyük bir iftiradır!!.
Bu tefsirciler, Hz. Yûsuf (a.s)'ın kıssasını anlatma esnasında gelen Kur'ân-ı Kerîm nasslarım, İsrailiyattan nakledilmiş bu uydurma ve yalan rivayetleri[73] kabul etme mahiyetinde sağda ve solda kalmış bilgileri, iyi göremediklerinden önüne rasgeleni almak suretiyle açıklamaya kalkıştılar. Fakat bu tefsirciler, bu İsraili rivayetleri, Peygamberlerin masumiyetinde ittifak edilip edilmediğine ve Kur'an nasslarının bu tür rivayetlerle birbirine uygun olup olmadığına dikkat etmeden hatalı bir anlayış şekliyle almışlardır. Bazı tefsircilerin dikkat etmeden aldıkları İsraili rivayetler, Yüce Allah'ın şu ayetiyle ilgilidir:
"Eğer Rabbinin burhanını (= kadının isteğini kabul etmekten kendisini alıkoyacak Allah'ın ayetlerinden birisini) görmemiş olsaydı, neredeyse Yûsuf'ta kadını isteyecekti. Zaten kadın da, Yûsuf'u istemişti."[74]
Hz. Yûsuf (a.s)'ın bu günahı işlediğini ileri süren bazı tefsirciler, ayette geçen "Hemme" = "isteme, meyletme, kastetme" kelimesini; "Hz. Yûsuf (a.s)'ın, azizin hanımının isteğine uyması ve kadına yaklaşmayı azmetmesi" şeklinde tefsir etmişlerdir. "Burhan" kelimesini de; "Hz. Yûsuf (a.s)'in, babası Hz. Ya'k'ûb (a.s)"ı, parmağını ısırmış bir vaziyette gördüğünü ve babasından utandığı için bu çirkin işi bıraktı" şeklinde tefsir etmişlerdir.
Bu ayeti kerimede geçen bu iki kelimenin bu şekildeki yorumu, batıldır ve caiz değildir. Allah'ın izniyle birazdan bu kelimelerin ifade ettiği doğru olan manaları çeşitli şekillerde açıklayacağız...
Tahkikçi tefsircilerden çoğu; bu İsrailî rivayetleri, bazı Müslümanların bu rivayetleri okuyarak onların güvenilir ve sağlam rivayetler olduğunu zannederek almaları suretiyle yanlış düşüncelere dalmaları için bu rivayetlerin yanlışlığını açıklayarak bu rivayetleri okuyan Müslümanlara haber vermişlerdir.
Allame Üstad Abdullah b. Ahmed en-Nesefî, tefsirinde, bu konuyla ilgili olarak şöyle der:
"0 kadın, onu istemişti. " (Yûsuf: 12/24) Buradaki ayetin metninde geçen 'hemme' (= isteme) kelimesi, 'kastetme ve azmetme' anlamında kullanılmıştır. Buna göre ayetinin anlamı: 'Kadın, Yûsuf la birleşmeye kesin olarak kastetti' şeklinde olur. "0 da, onu isteyecekti" (Yûsuf: 12/24).
Burada geçen 'hemine'= 'isteyecekti' kelimesinin anlamı ise, 'mümkün olmamakla birlikte isteme' anlamında kullanılmıştır. Buna göre ayetin anlamı: 'Yûsuf, azim ve kasıt olmaksızın kadına yaklaşmayı aklından geçirdi' şeklinde olur. Eğer Hz. Yûsuf (a.s)'ın kadına yaklaşmayı istemesi, kadının Hz. Yûsuf (a.s)'a yaklaşmayı istemesi gibi olsaydı Yüce Allah Hz. Yûsuf (a.s)'ı, ihlaslı kullarından (Yûsuf: 12/24) olduğu şeklinde övmezdi. Üstelik Hz. Yûsuf (a.s)'ın kadına yaklaşmayı istemesi ile kadının, Hz. Yûsuf (a.s)'a yaklaşmayı istemesi arasında büyük farklar vardır...
Denildiğine göre; Hz. Yûsuf (a.s), kadın gerisi üzerine sırt üstü uzanmış olduğu halde kadının iki bacağı ve iki kolu arasına oturmuş...
Bazı tefsirciler de; ayette geçen 'Burhan' kelimesini, Hz. Yûsuf (a.s)'ın kendisine iki defa gelen: 'Ey Yûsuf ve Ey kadın!' şeklinde bir sesi işitmiş, ardından da üçüncü defa ise: 'Kadından yüz çevir!' şeklinde bir ses işitmiş. Fakat bu ses de, Hz, Yûsuf (a.s)'a bir fayda sağlamamış. Nihayetinde ise babası Hz. Ya'k'ûb (a.s.)'ı, parmağını ısırmış bir vaziyette görmüş de bu işten vazgeçmiş...
İşte bu gibi aktarılan rivayetler, batıldır ve aslı astan yoktur.[75] Bu gibi rivayetlerin batıl olduğunun delili, Yüce Allah'ın, "O kadın, ondan murad almak istemişti" (Yûsuf: 12/26) buyruğudur. Eğer Hz. Yûsuf (a.s) da, kadınla yatıp cinsel ilişkide bulunmak isteseydi, kendisinin böyle bir şeyden uzak olduğunu söylemezdi; ayrıca daha sonra gelecek olan (Yûsuf dedi ki:) "Bu (benim hapisten çıkmayı kabul etmeyişim), gıyabımda (azizin) kendisine gerçekten hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini kesinlikle başarıya erdirmeyeceğini onun da bilmesi (ni sağlamak) için (böyle yaptım). " (Yûsuf: 12/52) buyruğu da, bunun delilidir. Çünkü onların dedikleri gibi olsaydı, Hz. Yûsuf (a.s), gıyabında efendisine ihanet etmiş olurdu. Ayrıca "İşte Biz, ondan böylece kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik." (Yûsuf: 12/24) buyruğu da, bunun delilidir. Eğer Hz. Yûsuf (a.s)'ın, kadına karşı bir böyle isteği olsaydı, kesinlikle ondan kötülük ve çirkinlik bertaraf edilmiş olmazdı..."
Derim ki: Bu ayeti kerimede;[76] Hz. Yûsuf (a.s)'ın, kadına karşı aldanmaması gerektiği yönünde geniş bir bilgi, ince bir görüş ve önemli bir anlayış vardır. İşte bu da, "Hemme" = "İstek" kelimesinin; azizin hanımından meydana gelmiş kötü bir istek olduğunu gösterir. Zira kadın son derece çirkin davranışından dolayı Hz. Yûsuf (a.s)'ı kendisine çağırmış ve bundan dolayı da sarayın kapılarını sağlamca kapattıktan ve odaya hapsettikten sonra onunla yatıp cinsel ilişkide bulunmak istemiştir. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Evinde bulunduğu kadın, ondan murad almayı istedi. (Bunun için gereken yollara başvurarak ilk Önce) kapıları sımsıkı kapadı ve: 'Sana söylüyorum, haydi gelsene!' dedi. 0 da: '(böyle bir şeye teşebbüs etmektense) Allah 'a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim efendimdir. 0, bana güzel bir mevki vermiştir. (Onun bu davranışının karşılığı, hanımına yaklaşarak ona hainlik etmek olmaz). Hakikat şudur ki, zalimler (yani hainlik edenler) asla felah bulmaz' dedi."[77]
Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)'ın, kadını istemesine gelince ise; onun istemesi, kötü bir istek ve hainlik veya son derece çirkin bir arzu değildir. Bazı cahillerin, Hz. Yûsuf (a.s)'ın istemesini, zannettikleri gibi, kötü bir istek ve sön derece çirkin bir davranış olmayıp sadece Hz. Yûsuf (a.s)'in ona yaklaşmayıp aklından geçirmesi şeklindedir... Yalnız Hz. Yûsuf (a,s)'ın istemesi, kendisine yapılan haksızlığı yani efendisi azizin hanımının planladığı bu çirkin hileyi kendisinden uzaklaştırması ve kadını, böylesi çirkin bir davranıştan sakındırmaya kastetmesi, anlamındadır. İşte bundan dolayı Hz. Yûsuf (a.s)'ın doğruluğundaki kuvvetliliğini, güçlülüğünü ve sert tavrını, onun şu sözünde görmekteyiz: "(Böyle bir şeye teşebbüs etmekten) Allah 'a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim efendimdir. 0, bana güzel bir mevki de vermiştir. " (Yûsuf: 12/23),
Buna göre Hz. Yûsuf (a.s)'ın kadını istemesi, azim ve kastı gerektirmeyen bir istekti. Zira kadının, Hz. Yûsufu istemesi;[78] bir arzu şeklindeydi. Hz. Yûsuf (a.s)'ın, kadını istemesi ise; kadını kendisinden uzaklaştırması şeklindeydi. Nitekim bazı tefsirciler, bu konuyla ilgili olarak şöyle derler:
'Kadının, Hz. Yûsuf (a.s)'ı istemesi; fiili bir vakıaydı. Fakat Hz. Yûsuf (a.s)'ın, kadını istemesi ise; tabiatı gereği, yani Hz. Yûsuf (a.s), kötü davranıştan kurtulmak için gerçekleşmesi mümkün olmayan insanın yaratılışı gereği tabi bir meyildi. Zira insan, kalbinden ve aklından geçirdiği düşünceleri uygulamaya geçirmedikçe[79] nefsinin iştah duyduğu veya tabiatı gereği nefsinin meylettiğinden dolayı sorumlu tutulamaz. İşte bunu, Nesefî (rh.a.) tefsir edip şöyle demiştir:
"Hemnıet bini" = "Kadın, Yûsuf u istedi" yani kadın, Yûsuf'a 'kastetti' veya 'azmetti' demektir. "Hemme biha" = "Yûsuf, kadını istedi" yani Yûsuf, gerçekleşmesi mümkün olmamakla birlikte yaratılışı gereği kadına 'meyletti' demektir."
Bazı tefsirciîerin naklettiğine göre; bu ayeti kerimede (yani Yûsuf: 12/24'de) 'takdim' = Öne alma ve 'tehir' = geri alma vardır. Buna göre "Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi" (Yûsuf: 12/24) ayetinin anlamı; Eğer Allah'ın burhanı, yani Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)'ı kötü ve çirkin şeylerden gözetip korumasaydı, elbette Hz. Yûsuf (a.s) kadınla cinsi münasebette bulunacaktı ve kadına karşı içinden geçenleri yapacaktı demektir. Fakat Yüce Allah, yardımı ve desteğiyle Hz. Yûsuf (a.s)'in iffetini korumuştur. Dolayısıyla Hz. Yûsuf (a.s) kesinlikle kadınla herhangi bir şey yapmamıştır. Diğer bir çok tefsirciler, bu konuyla ilgili olarak Ehli kitabın, Hz. Yûsuf (a.s)'a nispet ettikleri suçlamaları ve iftiraları kabul etmeyip onun suçsuzluğunu dile getiren sözler söylemişlerdir. Fakat buna rağmen bazı Müslüman kimseler, fasıklardan birine dahi nispet edilmesi uygun olmayan uydurma İsrailî rivayetleri kabul ederek bunları, Hz. Yûsuf (a.s)'a nispet etmişlerdir. [80]
[70] Bazı tefsirciler, ister Hz. Yûsuf (a.s) olsun,ister Hz. Eyyüb (a.s) olsun, ister herhangi bir Peygamber olsun ve ister surelerin faziletleri konusu olsun veya buna benzer konularda, İsraili rivayetlere ve mevzu hadislere hiç dikkat etmeden, lenkit etmeden veya İsraili rivayet olduğunu söylemeden olduğu gibi rivayetler aktarmışlardır, halbuki bu tefsirciler, Peygamberlerin masum olduğunu, büyük çoğunlukla kabul eden tefsircilerdir, (ç).
[71] Yûsuf: 12/21.
[72] Yûsuf: 12/23.
[73] Büyük alim Ahmed Muhammed Şakir (rh.a.), bu meseleye şöyle temas etmektedir: "Doğru yada yalan olduğuna dair elimizde delil bulunmayan hususların anlatılmasınm caiz olması ayrı şey; bunların, Kur'an'ı tefsir etme mahiyetinde zikredilmesi ve onların, ayetlerin manası yada hakkında herhangi bir şey tayin edilmemiş bir hususun tespiti veya bunu açıklamak için bir görüş ya da rivayet olarak ileri sürülmesi ayrı bir şeydir. Çünkü Allah'ın kelamının yanında, doğru mu yanlış mı olduğunu bilmediğimiz bu gibi şeylerin nakledilmesi; onların, Allah'ın kelamını açıklayıcı şeyler olduklarını ve bilinmezi açıkladıkları vehmini vermektedir ki. Allah'ın kitabı, bunlardan yücedir. (A. Muhammed Şakr, Umdetu't-Tefsir. 1/15).
[74] Yûsuf: 12/24.
[75] Fahreddin er-Râzî bu masiyetle ilgili olarak şöyle der: "Böylesi bir suç; eğer Allah'ın yarattığı insanların en fasığına ve hayırlardan tamamen uzak olan bir kimseye isnat edilse, o bile bunu kesinlikle kabul etmez. 0 halde, böylesi bir günah, ezici ve çok net mucizelerle desteklenmiş olan 0 Peygamberlere nasıl isnat edileblir? Hem sonra Yüce Allah, bunun dışında başka bir şey için "İşte Biz, ondan kötülüğü ve fuhşu uzak tutalım diye böyle yaptık" (Yûsuf: 12/24) buyurmuştur ki bu söz, kötülük ve fuhşun tamamen ondan uzak tutulduğunu gösterir. 0 görüşte olanın, Hz. Yûsuf a mal ettikleri bu günahın, en büyük bir kötülük ve en ileri bir fuhuş olduğunda şüphe yoktur. O halde daha nasıl, aynı hadise hakkında Cenabı Hakk'ın; Yûsuf, kötülüklerin ve fuhşun en büyüğünü yapmaya yeltenirken, onun kötülüklerden beri olduğuna şahadet etmesi, Alemlerin Rabbine nasıl uygun düşer?" (Fahreddin er-Razî, Tefsîri Kebîr, 13/203-204) (ç)
[76] Yûsuf: 12/24.
[77] Yûsuf: 12/23.
[78] Said Havva bu kelimeyle ilgili olarak şöyle der: "Bu konuda yapılabilecek en güzel açıklama ise; Yûsuf un isteğinin; nefsinden böyle bir arzunun uyanmasıyla birlikte, kalbiyle bunu kabul etmediği şeklindedir. Yani böyle bir 'hemme' = istek, Buharî ile Müslim'de rivayet edilen hadîsi şerif de kendisinden söz edilen İsîck türünden bir istektir. Resulullah (s. a. v.) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah buyurur ki: 'Benim kulum bir iyilik yapmak isterse (hemm) onu bir iyilik olarak yazınız. 0 isteği doğrultusunda amel ederse, bu sefer onun lehine on kat fazlası ile yazınız. Bir kötülük yapmak isteyecek (hemm) olur da bunu yapmazsa, onu bir iyilik olarak yazınız. Çünkü 0, sadece benim için 0 kötülüğü işlemekten uzak durmuştur.İşlediği taktirde ise onu misliyle yazınız." (Said Ffevva, el-Esas-ı fı'l- Tefsir, 7/185) (ç)
[79] Buhari ile Müslim'in, Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadiste Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Ümmetim, hatırına gelen şeylerden, konuşmadıkça veya gereğiyle amel etmedikçe sorumlu değildirler."
[80] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 153-160.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Hz. Yûsuf (a.s)'ın Masum Oluşu İle İlgili Deliller:
Hz. Yûsuf (a.s)'ın peygamberliğinin durumunu, risâletinin büyüklüğünü ve Peygamberler de bulunması gerekli olan vasıfları bilmeyen bazı tefsirciîerin; Hz. Yûsuf (a.s)'a nispet ettikleri bu çirkin suçlamalara ve iftiralara karşılık, onun suçsuz olduğuna ve masum olduğuna dair Kur'ân-ı Kerîm'de on tane delil vardır... Biz ise bu delilleri, maddeler halinde kısaca şu şekilde özetleyebiliriz:
Birinci Delil: Hz. Yûsuf (a.s), azizin hanımının isteğine karşılık ona itaatten yüz çevirdiğine ve kadının karşısında bütün gücü ve azmiyle direndiğine Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesi işaret etmektedir:
"(Böyle bir şeye teşebbüs etmekten) Allah'a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim, efendimdir."[81]
ikinci Delil: Kadın, kapıları kilitleyip bütün çıkış yollarını tuttuktan ve Hz. Yûsuf (a.s)'ı odanın içerisine hapsettikten sonra baskı ve zorla onu kendi nefsi için faydalandırmayı istediğinde Hz- Yûsuf (a.s), azizin hanımının bu isteğini geri çevirip ondan uzaklaşmıştır... Eğer Hz. Yûsuf (a.s) zinaya meyletseydi kadından kaçmayıp onunla zina ederdi. Çünkü zina fiilini isleyen kimse zinaya yönelir, bunu işlemekten kaçmaz. Bu konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İkisi de kapıya (doğru) koştular. Kadın, onun gömleğini arkadan (yakalayıp) boylu boyunca yırttı. (Tam bu sırada) kapının yanında kadının efendisine rast geldiler."[82]
Üçüncü Delil: Hz. Yûsuf (a.s)'in elbisesinin arkadan yırtılmasıyla haklılığı ortaya çıkaran araştırma sonucunda, azizin hanımının yakınlarından birisi, Hz. Yûsuf (a.s)'ın suçsuzluğuna şahitlik etmiştir. Bu şahitlik eden kimse, haklıyı ve haksızı bulmak için; "eğer Yûsuf kadını isteyen, kadında ondan kaçınan ise Yûsuf un elbisesinin ön taraftan yırtılması gerekmektedir. Buna göre kadın doğru söylüyor, Yûsuf yalancıdır. Eğer kadın Yûsuf u isteyen, Yûsuf ta ondan kaçan ise Yûsuf un elbisesinin arkadan yırtılması gerekmektedir. Buna göre Yûsuf doğru söylüyor, kadın yalancıdır" şeklinde bir yönteme başvurmuştur.[83] Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak ise şöyle buyurmaktadır:
"Kadının ailesinden birisi de, (ikisi hakkında) şöyle şahitlik etti: 'Eğer (Yûsuf'un) gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise yalancılardandır. Eğer (Yûsuf'un) gömleği arkadan yırtılmış ise kadın yalan söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise doğru söyleyenlerdendir.' (Kadının kocası, Yûsuf'un) gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce (Yûsuf'un suçsuzluğunu ve doğru söylediğini, karısının ise yalan söylediğini anlayarak) dedi ki: 'Doğrusu bu (iftira ve suçlama) sizin tuzağınızdandır. Şüphesiz ki sizin tuzağınız büyüktür."[84]
Denildi ki: Hz. Yûsuf (a.s)'ın lehine şahitlik eden kimse, beşikte bulunan küçük bir çocuk olup Allah onu, Hz. Yûsuf (a.s)'ın suçsuzluğunu ortaya çıkarabilmek için bu kesin delille onu konuşturmuştur. Bu çocuk, beşikteyken konuşan üç çocuktan birisidir.[85] Beşikteki çocuğun konuşması, garipsenecek bir durum değildir. Zira Allah, her şeye güç yetirir.
Dördüncü Delil: Hz. Yûsuf (a.s)ın zindana girmeyi, zina etmeye tercih etmesi. Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak ise şöyle buyurmaktadır:
"(Yûsuf) 'Ey Rabbim! Zindan, bana, bunların beni davet ettiklerinden daha iyidir. Eğer Sen, bunların (bana dair kurmuş oldukları) tuzakları benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum' dedi."[86]
Bu delil, Hz. Yûsuf (a.s)'ın suçsuzluğuna ve masum olduğuna işaret eden delillerin en büyüklerinden birisidir. Zira hangi şahıs zindanı, kendisini arzulayan ve temenni eden şeye tercih etmeyi düşünür!. Eğer Hz. Yûsuf (a.s), kadının isteğini kabul etse ve kadının arzusuna uysaydı, kadının, kendisine attığı bu iftira sebebiyle birçok sene[87] zindanda kalmazdı. Buna göre Hz. Yûsuf (a.s)'ın, azizin hanımıyla zinaya teşebbüs ettiğine dair iddia; Hz. Yûsuf (a.s)'a karşı yapılmış apaçık bir iftira, batıl ve yanlıştır. Her insaf sahibi kimse, bu peygamberin, tarihi ibretinden ders alır. İşte bunlar, Yüce Kur'an'ın anlamlarından elde edilen görüşlerdir.
Beşinci Delil: Şanı Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)'ı, bu surenin çeşitli yerlerinde övmüştür. Nitekim Yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"işte Biz, ondan kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik. Şüphesiz ki 0, ihlasa erdirilmiş kullarımızdandır. "[88]
Yine Yüce Allah, bu kıssaya girişte ise şöyle buyurmaktadır:
"O, tam ergenlik çağına girince, kendisine hüküm ve ilim verdik İşte Biz, ihsan sahibi kimseleri böyle mükafatlandırırız. (O böyle bir kimseyken) evinde bulunduğu kadın, ondan murad almayı istedi, (ilk önce) kapıları sımsıkı kapadı ve: 'Sana söylüyorum, haydi gelsene!.. 'dedi."[89]
Buna göre Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)'ı, -bu ayetlerde-ihsan verdiği kimselerden ve ihlaslı kullarından olduğunu haber vermiştir. Ayetlerde geçen bu "muhlis" ve "muhsin" kimseler ise; Yüce Allah'ın peygamberliğe seçtiği ve itaat ile ibadete has kıldığı kimselerdir. Buna göre Şanı Yüce Allah; kendisini tertemiz yapanı, kendi sırlarını bütün kötü niyetlerden ve bütün çirkin işlerden temizleyen kimseyi hiç över mi? Halbuki Hz. Yûsuf (a.s), Allah'a yakın olan tertemiz kimselerdendi. Resulullah (s.a.v) de, Hz. Yûsuf (a.s)'ın salahiyetine, takvalılığına, temizliğine ve dosdoğruluğuna şahitlik ederek şöyle buyurmuştur:
"Şerefli oğlu Şerefli oğlu Şerefli İbrahim oğlu İshâk oğlu Yakûb'un oğlu Yûsuf."[90]
İşte bunlar, Hz. Yûsuf (a.s)'ın şerefli ve üstün olduğuna yeterlidir!!.
Altıncı Delil: Azizin hanımının bizzat kendisinin, şehirli sosyete tabakası kadınların hepsinin önünde Hz. Yûsuf un masumluğunu ve iffetini itiraf etmesi. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Kadınlar (Yûsuf'un) bu (güzelliğini) görünce, onu çok büyük bir varlık kabul ettiler (ve hayranlıklarından dolayı dehşete düşerek) ellerini kestiler ve dediler ki: 'Allah'ı tenzih ederiz. Haşa, bu bir insan değildir. Bu, çok şerefli bir melekten başkası olamaz. (Bunu gören azizin hanımı:) 'İşte beni kendisi hakkında ayıpladığınız, şu gördüğünüz kimsedir. And olsun ki, onun nefsinden murad almak istedim de 0, kendini (bu isteğimden) korudu... "dedi."[91]
Kocasının Önünde Hz. Yûsuf (a.s)'ı zinaya teşebbüs etmekle suçlayan azizin hanımının bizzat kendisinden -ayette de görüldüğü üzere-, sosyete tabakası kadınların hepsinin önündeki bu şahitliği, Hz. Yûsuf(a.s)'ın iffetliliğini ve suçsuzluğunu apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Ayette geçen "iste'same" = "kendini korudu" kelimesi, Hz. Yûsuf (a.s)'ın aşırı derecede teklif edilen günahtan sakındığını ve son derece korunduğunu gösterir.
İşte bu, bazı insanların; "hemm" ve "burhan" kelimelerini tefsir ettiğinden, -Nitekim biz bu açıklamaların yanlış olduğunu daha önceaçıklamıştık- Hz. Yûsuf (a.s)'ın uzak olduğunu gösteren apaçık bir açıklamadır.
Yedinci Delil: Hz. Yûsuf (a.s)'ın, şehirdeki sosyete tabakası kadınlarının önünde apaçık delillerle ve kesin kanıtlarla suçsuz olduğunu gösteren alametlerin ortaya çıkması.
Bununla birlikte Mısır azizinin, şehirdeki insanların dedikodusunu ortadan kaldırmak ve hanımının işlediği suçu örtbas etmek için Hz. Yûsuf (a.s)'ı zindana atmıştır. Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Sonra bütün delilleri, (Yûsuf'un lehinde) gördükleri halde yine de bir zamana kadar onu zindana atmayı uygun buldular."[92]
Allame en-Nesefî, tefsirinde, bu konuyla ilgili olarak şöyle der:
" 'Uygun buldular' (Yûsuf: 12/35) Yani onlar için Yûsuf u zindana atmak artık ortaya çıkmıştır. Ayette geçen 'hum' çoğul zamiri, azize ve onun aile halkına dönmektedir. 'Bütün delilleri' (Yûsuf'un lehinde) gördükleri halde' (Yûsuf: 12/35) ayetinde geçen 'deliller'den kasıt; Hz. Yûsuf (a.s)'ın suçsuzluğunu gösteren; gömleğin arkadan yırtılması, kadınların meyve soyarken Hz. Yûsuf'u görmeleri üzerine ellerini kesmeleri, küçük çocuğun Hz. Yûsuf un lehine şahitlik etmesi ve buna benzer delillerdir. 'Zindana atmayı' (Yûsuf: 12/35) ayeti ise; Mısır azizi, hanımının haklılığını ortaya çıkarabilmek ve vaziyeti kurtarmak ve bu konudaki şehirde geçen dedikodulara son vermek için, Hz, Yûsuf u mutlaka Zindana atmaya karar verdiler anlamındadır. Hz. Yûsuf un zindana atılması, sadece hanımının görüşünün dışına çıkmayan kocasının, bu görüşünü kabul etmesi sonucu olmuştu. Zira Mısır azizi; hanımına karşı çok bağlı, onun emrine göre hareket eden ve kolayca baş eğen bir kimseydi. Üstelik azizin yuları, kadının elindeydi. 'Bir zamana kadar' (Yûsuf: 12/35) ayeti ise; kadın kocasına, Hz. Yûsuf un bir zamana kadar zindana atılması teklifinde bulundu anlamındadır. Böylelikle kadın, her ne kadar Hz. Yûsufu görmese bile, ondan alacağı haberler ile rahatlamaya çalışacaktı.[93] Zira böylece onu, kontrolü altında bulundurmuş oluyordu."[94]
Sekizinci Delil: Hz. Yûsuf (a.s), Rabbinden; hem efendisi azizin hanımının ve hem de sosyete kadınlarının çirkin hilelerinden ve tuzaklarından kendisini kurtarmasını istediğinde; Şanı Yüce Allah'ın, Hz. Yûsuf (a.s)'ın bu duasını kabul etmesi.
Eğer Hz. Yûsuf (a.s), azizin hanımının isteğine uyma konusunda rağbet gösterseydi, Allah'tan; 0 kadınların hilelerin jeti ve tuzaklarından kendisini kurtarmasını istemezdi. Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Rabbi de onun duasını kabul etti ve onların tuzaklarını kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü Allah, hakkıyla işiten ve her şeyi bilendir."[95]
Dokuzuncu Delil: Hz. Yûsuf (a.s)'ın, şehirdeki bütün insanların önünde suçsuzluğu ortaya çıkmadıkça, zindandan çıkmayı kabul etmemesi.
İşte bu delil ise; Hz. Yûsuf (a.s)'ın iffetini, kötülüklerden ne kadar uzak olduğunu ve izzeti nefsinin doğruluğunu göstermektedir. Eğer kendisinin suçsuz olduğu ortaya çıkmadıkça, bunu, zindanda yedi veya dokuz sene kalmaya ve orada çeşitli zorluklar ile sıkıntılara kavuşmaya tercih etmezdi. Bundan dolayı da Hz. Yûsuf (a.s), bu çirkin suçlamadan ve iftiradan uzak olduğu ortaya çıkıncaya kadar ve şehirdeki bütün halkın, kendisinin suçsuz yere zindana atıldığını öğreninceye kadar zindandan çıkmayı kabul etmemiştir. Yüce Allah ise bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"(Kral:) 'Onu bana getirin' dedi. Bunun üzerine ona haberci gelince, (haberciye), 'Rabbine (yani efendine) dön ve ellerini kesen 0 kadınların zoru neydi? Kendisine sor?' dedi. Şüphe yok ki benim Rabbim, onların (bana karşı yaptıkları) tuzakları hakkıyla bilendir. "[96]
Onuncu Delil: Sonuncu olarak ise; gerek ellerini bıçakla kesen sosyete kadınları ve gerekse azizin hanımının bizzat kendisinin, Hz. Yûsuf (a.s)'a iftira ettiğini apaçık bir şekilde itiraf etmesi.
İşte bu delil de, Hz. Yûsuf (a.s)'ın kendisine nispet edilen iftira ve suçlamalardan masum olduğuna, kötülüklerden uzak olduğuna ve suçsuz olduğuna dair şüpheden bir parça bile bırakmamaktadır. Zira kral, sosyete kadınlarını, Hz. Yûsuf (a.s)'ın isteği doğrultusunda toplayıp onlara, Hz. Yûsuf (a.s)'a dair sorular sorduğunda[97] onlar; şu kesin ve açık cevabı vermişlerdir:
"(Kral) 0 kadınları toplayıp onlara) 'Yûsuf'un nefsinden murad almak istediğiniz zaman ne halde idiniz?' dedi. (Kadınlar) 'Haşa, Allah için biz onun hiç bir kötülüğünü bilmedik' dediler. Bunun üzerine azizin karısı da: 'Şimdi gerçek ortaya çıktı! Ben, onun nefsinden murad almak istedim. 0, hiç şüphesiz doğru söyleyenlerdendir. (Kadın veya Yûsuf'da: ) 'Bu, gıyabında o (azize) hainlik etmediğimi ve Allah 'ın, hainlerin hilesini kesinlikle başarıya erdirmeyeceğini bilmesi içindi."[98]
Sonuç olarak; Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)'in kendisine nispet edilen yalan ve iftiralardan suçsuz olduğuna ve onun masum olduğuna dair bu on delili, Kur'ân-ı Kerîm'den elde ettim. Doğrusu Allah, hakkıyla söyleyen ve dosdoğru yola iletendir. [99]
[81] Yûsuf: 12/23.
[82] Yûsuf: 12/25.
[83] Bu şahitliği yapanın kadının yakınlanndan olması, azizin hanımına karşı daha güçlü bir delil ve Hz. Yûsuf (a.s)'in böyle bir hainlikten uzak olduğunu daha çok ortaya koymak özelliğine sahiptir. (Said Havva, etEsası fi'i- Tefsir, 7/ 179) (ç).
[84] Yûsuf: 12/26-28.
[85] Buharî ve Müslüm'de yer alan ve beşikteyken konuşanların sadece üç kişi olduğunu belirten, şu hadisi şeriftir: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Beşikte sadece şu üç kişi konuşmuştur: 1. Meryem oğlu İsa. 2. Cüreyc'in yanında konuşan küçük çocuk, 3. Güzel görünümlü bir süvarinin geçtiği bir sırada bebeğini emziren annenin: 'Allahım! Benim oğlumu da bunun gibi yap' diye dua etmesi üzerine, süt emen küçük çocuğun, annesinin memesini bırakarak: 'Allahım! Beni onun gibi yapma' diyen çocuk." (Buharî, Enbiyâ, 50; Müslim, Birr 7, 8 (2550)
Buharî ve Müslim'deki bu hadis, beşikteyken konuşanların sadece bunlar olduğunu göstermektedir. Fakat İbn Kesîr'in, Abdullah ibn Abbas'tan rivayet ettiği hadiste ise, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Dört kişi henüz daha küçükken konşmuşlur: ' I. Firavunun kızı Maşita'nm oğlu, 2. "Yûsuf un lehine şahitlik eden çocuk, 3. Cüreyc'in yanında bulunan çocuk, 4. Meryem oğlu İsâ'dır."etTibi, her ne kadar Abdullah ibn Abbas'ın rivayet ettiği bu hadisin,Buharî ve Müslim'de geçen hadise ters düştüğünü (yani şaz olduğunu) iddia etmektedir. Fakat Suyuti, Resulullah (s.a.v)'den gelen çeşitli rivayetlerde, beşikte konuşanların sayısını, on kişiye çiks-maktadır. Bunlar; Hz. Muhammed (s.a.v), Hz. Yahya, Hz.İsa, Hz. îbrâhîm, Hz. Meryem, Cüreyc'in küçüğü, Hz. Yûsufun lehine şahitlik eden çocuk, Ashabı Uhdud kıssasında adı geçen çocuk, Maşita'nın çocuğu, Hadi'nin döneminde konuşacak olan çocuk. Zira rivayetler, çeşitli şekillerde gelmektedir. Mesela Müslim1 in Sahîlvin de yer alan başka bir rivayette, Ashabı Uhdud kıssasında konuşan küçük bir çocuktan söz edilmektedir. (B.k.z: Said Havva, el-Esası fi't-Tefsir, 7/186-187) (Ç).
[86] Yûsuf: 12/33.
[87] Rivayete göre; Hz. Yûsuf (a.s), zindan da, yedi sene kalmıştır. (Kurtubî, el-îmiu li Ahkâmil-Kur'ân, 9/196).
[88] Yûsuf: 12/24.
[89] Yûsuf: 12/22-23.
[90] Buharî, Enbiyâ 19, Menakıb 13, Tefsirü Sure-i Yûsuf 1; Tirmizî, Tefsirii Sure-i Yûsuf 1; Müsned 2/96, 232, 416. 4/101; Fethü'l-Bari, 8/361.
[91] Yûsuf: 12/31-32
[92] Yûsuf: 12/35.
[93] Ncsefî bu konuyla ilgili olarak şöyle der: "Hapsin, Hz. Yûsufu zelil edeceğini ve isteğini kabul ettireceğini ummuş, yahut ta görenlerin kendisini kıskanmalarından korkarak elinden onu kaçırmaktan korkmuştu. İşte bir taraftan insanlardan utandığından ve bir taraftanda ümitsizliğe kapılmak istemediğinden bütünüyle elden kaçar korkusuyla onu görmemeyi tercih etti. Böylelikle de onu görmese dahi ondan alacağı haberler ile rahatlamaya çalışmıştı."
İşte bundan dolayı kadın, ta baştan beri sadece hapse atılması veya işkence görmesi teklifini ortaya koymuş hiç bir şekilde öldürülmesinden söz etmemişti. Bu da onun sevgisinin kalbinde yer ettiğinin delilidir. (Saıd Ha'va, el-Esas-ı fi't-Tefsir, 7/183) (ç).
[94] Nesefî, Tefsiru'n-Nesefî, 2/221.
[95] Yusuf: 12/34.
[96] Yûsuf: 12/50.
[97] Buradan, azizin evinde verilen ziyafette nelerin döndüğüne, kadınların Yûsuf a neler söylediğine ve Yûsuf a tavsiye ettikleri, zina derecesine varacak teşviklere dair bir şeyler anlıyoruz. Yine buradan, bu ortamların ve kadınların, hatta tarihin derinliklerine gömülmüş olan 0 dönemin görünümünü hayalimizde canlandırabiliriz. Cahiliyyet. her zaman cahiliyyettir. (Şehid Seyyid Kutub, Fizilal'il-Kuran, 12/248) (ç).
[98] Yûsuf: 12/51-52.
[99] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 160-168.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Hz. Yûnus (a.s)’ın Masum Oluşu
Yüce Allah'ın, Hz. Yûnus (a.s)'ın kıssası ile ilgili olarak söylediği şu sözü, onun masumiyetliğine işaret eden delillerdendir. Yüce Allah, Hz. Yûnus (a.s) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Zünnun (yani balık sahibi Yûnus) 'u da hatırla. Hani 0, (kavmini) öfkelendirerek giderken kendisine güç yetiremeyeceğimizi zannetmişti. Ama sonunda (denizin ve balığın karnının) karanlıkları içerisinde (Rabbine) şöyle dua etmişti: 'Senden başka ilah yoktur, Sen (her şeyden) münezzehsin. Doğrusu ben, (bana izin vermeden kavmimin arasından çıkıp gitmek suretiyle) zalimlerden oldum.' Biz de onun duasını kabul edip onu üzüntüden kurtarmıştık. İşte müminleri, (bize dua edip yardım istediklerinde onları işte) böyle kurtarırız."[100]
Bu ayeti kerimenin dış görünümü; sanki Hz. Yûnus (a.s)'ın, Şanı Yüce Allah'a öfkelendiğinden dolayı (görevli bulunduğu yeri bırakıp) gitmeye ve bu gidişinden dolayı da Yüce Allah'uı, kendisi hakkında intikam almasına dair kudretinden şüphe ettiğini andırmaktadır. Böyle bir anlayış, yanlıştır. Üstelik ayeti kerimelerin, kendi anlamlarının dışında bu şekilde tefsir edilmesi de doğru değildir. Bazı cahil kimselerde, bu şüphe meydana geldiğinden dolayı, Hz. Yûnus (a.s)'ın masiyet işlediğini ve Allah'ın emrine muhalefet ederek Rabbına öfkelenerek gittiğini ve bu günahı sebebiyle de balığın, onu yuttuğunu zannetmişlerdir.
Bu konuda en doğru ve en sağlam olan; tahkikçi tefsircilerin, bu ayeti kerimelerin anlamı hususunda aktardıklarıdır. Bu aktardıkları ise şunlardır:
"Hz. Yûnus (a.s), kavmini uyardı ve onları, eğer iman etmedikleri taktirde Allah'ın azabıyla korkuttu. Fakat onlar, bu uyarılara rağmen sapıklık ve küfür içerisinde kalmaya devam ettiler. Onların iman etmediğini gören Hz. Yûnus (a.s), çabucak gelecek olan bir azabı onlara vaat etti. Allah'ın azabı onlardan ertelenince onların, vaat ettiği azabın gelmemesinden ötürü kendisiyle alay etmelerinden, kınamalarından ve suçlamalarından korkarak onların bu uyarılarından kurtulmak için onların arasından beklenen azaptan kaçıyormuş gibi bir vaziyette çıkıp gitti. Zira Hz. Yûnus (a.s), onlara, azabın geleceğini haber vermişti. Fakat kendilerine vaat ettiği azab gelmemişti. Bunun üzerine -sabredip tebliğine devam etmesi ve Rabbi, kendisine hicret izni verinceye kadar beklemesi gerekirken-kavmini öfkelendirerek onların arasından çıkıp gitti. Rabbini öfkelendirerek -böyle bir şeyi iddia etmekten Allah'a sığınırız. Allah böyle bir şeyden münezzehtir- veya onun emrine isyan ederek değil..."
Üstad Ebu'l-Berekat Abdullah en-Nesefî,' tefsirinde, bu ayeti kerimeyle ilgili olarak şöyle der.
"Yüce Allah'ın 'Zünnun'u da hatırla' (Enbiyâ: 21/87) ayetinin anlamı; 'Balık sahibini de hatırla demektir. Ayette geçen 'Nun' ve 'Hut' kelimeleri, (balığın karnında bir müddet kaldığından dolayı) Hz. Yûnus'a atfedilmiştir. 'Hani 0, öfkelendirerek giderken...' (Enbiyâ: 21/87) Yani 'kavmini kızdırarak giderken' demektir. Kavmini Öfkelendirmesinin anlamı şudur:
Hz. Yûnus (a.s), kavmine, uzun bir süre öğüt verdiği halde onlar öğüt almayıp küfürleri üzere devam etmişlerdi. Hz. Yûnus'ta onların bu tavırları yüzünden onları bırakıp gitmişti. Hz. Yûnus (a.s) bunu ancak Allah için bir kızgınlık sebebiyle, küfre ve kafirlere kızgınlığı sebebiyle yaptığından dolayı, ayrılıp gidebileceğini zannetmişti. Halbuki Hz. Yûnus'un, sabretmeye çalışması ve onlardan ayrılıp hicret etmek üzere Yüce Allah'ın iznini beklemesi gerekirdi. Bundan dolayı balığın karnında kalmakla imtihan edildi."[101]
Buna göre Hz. Yûnus (a.s)'ın öfkelenmesine gelince ise bu, kavmi için olup Rabbi için değildi. Yüce Allah'ın, Hz. Yûnus (a.s)'ı azarlamasına gelince ise bu, Hz. Yûnus (a.s) sabretmemesinden ve Yüce Allah'ın izni olmadan kavminin arasından çıkıp gitmesinden dolayı idi. Yüce Allah'ın, Hz. Yûnus (a.s)'ın bu kıssasını, Resulullah (s.a.v)'e indirmesinin sebebi ise; Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'e; müşriklerin yalanlamalarına karşı sabretmesini, bunlara karşı göğsünü sıkmamasını ve Hz. Yûnus (a.s)'ın kavmine karşı yaptığı sabırsızlığı, kendi kavmine karşı yapmamasının gerektiğidir.[102]
Yüce Allah'ın şu ayeti de, bunu destekleyici mahiyettedir. Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'e, Hz. Yûnus (a.s)'ın bu durumunu bir örnek olarak şöyle anlatmaktadır:
"(Ey Muhammed) Sen, Rabbinin (hakkında yazmış olduğu) hükmü (sana gelinceye kadar) sabret; ve balık sahibi (Yûnus) gibi olma. O, (yaptığından dolayı) pek üzgün olarak Rabbine (bağışlanması için) dua etmişti. Eğer Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı. Buna rağmen Rabbi, onu seçip Salih kimselerden kılmıştır.[103]
Yüce Allah'ın "kınanmış olarak sahile atılacaktı" (Kalem: 68/49) ayeti, bu ayetin başında geçen "Levlâ" edatının cevap cümlesidir. "Levlâ" edatı, Arap dilinde; bir şeyin meydana gelmesine engel olan bir harf olarak bilinir. Yani bu edat, şart cümlesinin meydana gelebilmesi için cevap cümlesinin meydana gelemeyeceğini ifade eder... Buna göre ayeti kerimenin anlamı şu şekilde olur: "Eğer Allah, Yûnus'un duasını ve mazeretini kabul etmek suretiyle onu nimetlendirmeseydi, ayrılışı sebebiyle kınanmış olarak balığın karnından sahilde bulunan boş bir alana atılacaktı." Fakat Yûnus, kınanmış olmayarak deniz kenarında bulunan bir toprağa atıldı."
Bu konu ile ilgili olarak daha önce Yüce Allah'ın "Kendisine güçyetiremeyeceğimizi zannetmişti" (Enbiyâ: 21/87) ayeti geçmişti.
Bu ayette geçen "Nakdira" = "Güç yetirmek" kelimesi, "Kudret" kelimesinden değil de, "Kader" kelimesinden türemiştir Nitekim Abdullah ibn Abbas (r.anhüma) bu kelimeyle ilgili olarak şu olayı anlatmıştır:
"Rivayet edildiğine; Abdullah ibn Abbas bir gün (sultanlığı sırasında) Muaviye'nin yanına girdi. Muaviye, ona:
-'Dün Kur'an'ın dalgaları beni vurdu da dalgaların içinde boğulup kaldım. Ancak seninle bu durumdan çıkabileceğimi anladım' dedi. Abdullah ibn Abbas, ona:
-'Ey Muaviye! Nedir bunlar?' diye sordu. Bunun üzerine Muaviye, bu ayeti kerimeyi okudu ve ardından:
-'Allah'ın bir peygamberi, kendisine güç yetirilemeyeceğini hiç zanneder mi?" diye Abdullah ibn Abbas'a sordu. Abdullah ibn Abbas ise bu soruya karşılık:
-Bu 'Güç yetirmek' anlamındaki 'nakdira' kelimesi; 'kudret' kelimesinden değil, 'kader' kelimesinden türemiştir' diye cevap verdi."[104]
Buna göre anlam: "İznimiz olmadan kavminin arasından çıkması sebebiyle, onu sıkıntı içerisine sokamayacağımızı sanmıştı" şeklinde olur. Yüce Allah'ın,
"Rızkı, kendisine güç yetirebilecek (= Kudira) kadar verilmiş kimse"[105] ayeti; "rızkı, kendisini sıkıntı içerisine sokabilecek yani daraltacak kadar" demek anlamındadır. Yine Yüce Allah'ın,
"Allah, insanı imtihan etmek üzere rızkını, güç yetirebileceği kadar verdiği zaman:'Rabbim, bana hor baktı' der"[106] ayeti de; "rızkı, kendisini sıkıntı içerisine sokabilecek yani daraltacak kadar" demek anlamındadır.
Buna göre bununla ilgili olan karışıklıkta giderilmiş oldu. Yine de doğruyu en iyi bilen Allah'tır. [107]
[100] Enbiyâ: 21/87-88.
[101] Nesefî, Tefsiri-Nesefî, 3/87.
[102] Şehid Seyyid Kutub; Hz. Yûnus (a.s)'ın bu kıssasından, davetçi için şu notları çıkarmaktadır:" Dava Adamları mutlaka inandıkları davanın mükeîfefiyetlerine katlanmalıdırlar. Kendilerini yalanlayan ve işkence eden insanlara karşı sabırlı davranmalıdırlar. Doğruyu söylemek gerekirse, inandığı davaya gönülden bağlanmış samimi insanlar için en acı ve en zor şey, yalanlanmaktır. Bir davaya gönüllerin bağlanması, kısa bir ana ve kolayca meydana gelecek bir durum değildir. Meydanda yığınlarca batıl kalıntıları ve sapıklık artıkları vardır.....Bir dava adamının, haikm, çağrışma kulak asmadığı için kızması ve onları terk etmesi kadar kolay bir şey yoktur.....Davaya sırtlarını dönenleri ve onu yalanlayanları terk edip gitmekle dava adamının eline ne geçecek? Önemli olan, davanın kendisidir. Yoksa davı adamının şahsı değildir. Onun içi istediği kadar sıkılsın. Ama her zaman sıkıntısını yenmeli ve yolunda azimle yürümelidir. Karşısındaki insanların söyledikleri sözlerden kızması mümkündür, ama sabrederse kendisi için daha hayırlıdır... Binaenaleyh her halükarda, her türlü şartlarda ve bütün ortamda 0 vazifesini yapmalı, gerisini Allah'a bırakmalıdır. Çünkü asıl hidayet, yalnız ve yalnız Allah'tandır. Şüphesiz ki dava adamları, Hz. Yûnus (a.s)'ın kıssasından ders almalı ve bunun üzerinde çok dikkatli düşünmelidirler. Hz. Yûnus (a.s)'ın, Rabbine dönerek zulmünü itiraf etmesi her dava adamının üzerinde düşünmesi gereken ibretli bir husustur. Hz. Yûnus (a.s)'a, Allah'ın acıması ve karanlıklarda yaptığı içli duasını kabul buyurarak onu kurtarması da müminler için en büyük bir müjdedir." (Şehid Seyyid Kutub. Fizüali'i-Kuf an, 10/165467) (ç).
[103] Kalem: 68/48-50.
[104] Bu rivayet, Nesefî'nin tefsirinde geçmektedir.
[105] Talak: 65/7.
[106] Fecr: 89/16.
[107] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 169-173.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Peygamberlerin Sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)'in Masum Oluşu İle İlgili Mesele
Resulullah (s.a.v), diğer Peygamberler gibi her türlü günahları ve kötülükleri işlemekten masumdur. Şanı Yüce Allah'ın inayetiyle korunmuş ve Allah gözetimiyle her taraftan onu kuşatmıştır. Buna göre Resulullah (s.a.v)'den, Allah'ın emrine muhalefetin veya kendisine azabı gerektirecek bir günahı işlemenin meydana gelmesi mümkün değildir.
Fakat Resulullah (s.a.v), bazen gayret edip üstün olanın ve iyi olanın aksini yapmış ve bunun üzerine Rabbi ise onu uyarmıştır. Lakin bu, günah ve masiyet cinsinden değildir. Ancak bu ikaz cinsinden olanı ise, daha mükemmel ve üstün olanın aksine bir yapma tarzıdır. Peygamberlerin makamının -diğer insanlara- üstün olmasına nispetle bazılarının şu sözündeki; "Ebrar'ın (iyi kulların) hasenatı (iyilikleri), mukarreblerin (Allah'a en yakın olan kulların) seyyiat'ı (kötülükleri, günah ve kusurları) gibidir" tanımlamasında da görüldüğü üzere kendisine ikazı ve cezayı gerektirecek hata da olsa, üstün olanın aksinin yapılmasına itibar edilir.
Resulullah (s.a.v)'e ikaz şeklinde gelen bazı ayeti kerimeleri ortaya koyup doğru bir şekilde ve ikazdan ne kastedildiğini açıklayacağız. Aynı şekilde yine dış görünüşü itibariyle, Resulullah (s.a.v)'in, Allah'a karşı muhalefet ettiği ve masiyet işlediğini ifade eden diğer nassları da ortaya koyup bunların anlamlarının; Kur'an, Sünnet ve meşhur tefsir imamlarının görüşleri doğrultusunda açıklayacağız. Buna göre deriz ki: "Yardımı, yalnızca Allah'tan dileriz." [108]
[108] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 174.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Bu Konuda İkaz Şeklinde Gelen Ayetler
Birinci Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:
"Hiç bir peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah, ahireti (tercih etmenizi) ister. Allah azizdir, hakimdir. Eğer daha önceden Allah'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu."[109]
İkinci Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:
"Hay Allah affedesice, doğru olanlar sana besbelli olup yalancıları bilmeden önce neden onlara izin verdin?"[110]
Üçüncü Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:
"Yanına kör bir kimse geldi diye Peygamber (ondan) yüzünü asıp çevirdi. (Ey Muhammedi) Ne bilirsin, belki de O arınacak yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti."[111]
Dördüncü Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:
"Az kalsın daha vahyettiğimiz (emir ve yasaklarımızdan vb. şeyler)den, (sana söylemediğimiz sözleri) bize karşı uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman (onların istediklerini yerine getirecek olursan) seni dost edineceklerdi. (O vakit sen, onların dostu olur, benim dostluğumdan dışarı çıkardın). Eğer seni korumamış olsaydık, az da olsa onların tuzak ve hilelerin)e meyledecektin. Ve O zaman (onlara az miktarda meyledecek olsaydın), Biz de sana (dünya ve ahiret) hayatının kat kat azabını ve Ölümün de kat kat azabını tattırırdık.[112]
Beşinci Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:
"Ey Peygamber! Allah'tan sakın (ve takva üzere sebat et) ve kafirler ile münafıklara da itaat etme! Doğrusu Allah, Hakim'dir ve Alim'dir. Rabbinden sana vahyolunana uy! Doğrusu (sana vahyeden) Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır "[113]
Altıncı Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimeleridir:
"Sana indirdiklerimiz (Kur'an ayetlerin)den şüphe ediyorsan, senden önce kitabı (Tevratı, İncili ve Zeburu) okuyanlara, (sana indirdiklerimizin doğru olup olmadıklarını) sor! Andolsun ki, Rabbinden (indirilen) hak (vahiy), sana gelmiştir. Sakın şüphelenenlerden olma.[114]
Yedinci Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:
"Eğer onların (küfürde direnip İslamı kabul etmeyişleri) sana ağır geliyorsa, kendi kendine yerin dibine doğru bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven dayayıp da onlara bambaşka bir mucize getirebilirsen, (hiç durma...) Eğer Allah dileseydi elbette onların hepsini, hidayeti (seçecek bir durum) üzerinde toplardı. O halde sakın (bu gerçeği bilmeyen ve bunun farkına varamayan) bilgisizlerden olma."[115]
Sekizinci Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:
"Sabah ve akşam Rablerine; sırf O 'nun rızasını dileyerek (ihlaslı bir şekilde) dua edenleri (yanından) kovma! Onların hesaplarından (günahlarından) sana hiçbir şey yoktur. Senin hesabından da onlara bir şey yoktur. Ki onları kovarsın da, zalimlerden mi olasın!"[116]
Dokuzuncu Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:
"(Ey Peygamber!) Biz sana apaçık bir fetih (zafer) ihsan ettik Böylece Allah, (bu fethi sana kolaylaştırmak suretiyle) senin geçmiş ve gelecek olan günahlarını bağışlayıp ve (dinini yüceltmek ve senin vasıtanla ülkeleri fethemek suretiyle dünya ve ahirette ) sana olan nimetini tamamlayarak seni dosdoğru yola eriştirir.[117]
Onuncu Ayet: Yüce Allah'ın şu ayeti kerimesidir:
"Hani sen, Allah'ın kendisine (en büyük nimeti olan İslam ile) nimet verdiği ve (kölelikten azad ederek evlatlık edinip daha sonra da onun efendisi olduğunu belirtip veli edinmekle) seninde nimetlendirdiğin kimseye (olan Zeyd b. Harise)ye, eşin (Zeyneb bint. Cahş)'ı tut ve Allah'tan kork (onu boşama) diyordun. Allah'ın, (Zeyd onu boşayacak olursa, onu nikahlayacağın şeklinde) açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyor ve insanlar (ın, evlatlığının eski hanımını nikahladı diyeceklerinjden korkuyordun. Halbuki en çok Allah'tan korkman gerekirdi. Nihayet Zeyd'in onunla bir (evlilik) bağı kalmayınca, onu seninle evlendirdik. Böylece evlatlıkların, eşleriyle bir (evlilik) bağı kalmayınca, onlarla evlenmek konusunda müminlere bir vebal olmadığı bilinsin. Buna binaen Allah'ın emri yerine getirilmiştir."[118]
[109] Enfal: 8/67-68.
[110] Tevbe: 9/43
[111] Abese: 80/1-4.
[112] Isrâ: 17/73-75.
[113] Ahzâb:33/I-2.
[114] Yûnus: 10/94.
[115] Enam: 6/35.
[116] Enam: 6/52.
[117] Feth; 48/1-2
[118] Ahzâb: 33/37.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 175-178.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Resulullah(s.a.v)'e, Bedir Esirleri Hakkında Yapılan İkaz:
Resulullah (s.a.v)'in Allah'ın emrine muhalefet ettiği ve Allah'ın razı olmadığı bir fiili yaptığı zannedilen Resulullah (s.a.v)'i ikaz eden birinci ayet Yüce Allah'ın;
"Hiçbir peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz. Siz (bu esirleri almakla) geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah, ahireti (tercih etmenizi) ister. Allah, azizdir ve hakim'dir. Eğer daha önceden Allah 'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu[119] " sözüdür.
Bazı kimseler, bu ayetten; Resulullah (s.a.v) 'in bir günah işlediğini, bir suç işlediğini veya alemlerin Rabbi Allah'a bir konuda isyan ettiğini zannetmektedirler. Nihayet onların zannettikleri gibi olmayan bu Bedir Esirleri meselesinde şiddetli ikaz indi. Resulullah (s.a.v)'in bu konudaki amacı, sadece Bedir Esirleri hakkında bazı sahabileriyle istişare etmekti. Bunun sonucunda ise, ictihad edip sahabilerin çoğunluğunun görüşünün tercihiyle hükme bağladı. Bunun üzerine Mekkeli müşriklerden olan esirlerin fidyelerini kabul etti. Resulullah (s.a.v)'in bu içtihadı; üstün olanın, iyi olanın ve tercih edilenin aksineydi. Çünkü davanın ve İslam Dinin maslahatı gereği, Resulullah (s.a.v)'in onlardan fidyeleri kabul etmemesi gerekmekteydi. Aslında fidyeleri almanın aksine; küfrün gücünü zayıflatmak, müşriklerin büyüklüğünü -diğer Arap topluluklarına karşı- önemsiz göstermek ve üstünlük ile zaferin özellikle de Allah'ın kulları için olduğunu onlara göstermek için esirlerin kanlarının dökülmesi ve akıtılması gerekmekteydi. Zira bu savaş, müminler ile müşrikler arasında meydana gelen ilk savaştı. Bundan dolayı da müminler için çok önemli bir savaştı.
Burada, bu ayeti kerimelerin inişi ile ilgili Ashabı-ı Kiramın bazı rivayetlerini, "Me'sur Metodu"[120] şeklinde aktaracağız:
1. Tirmizî, Hakim en-Nisâburî ve Beyhakî, Abdullah ibn Mes'ud (rh.a)'dan şöyle rivayet etmiştir:
"Bedir savaşı gününün sonunda, esirler elde edilip Resulullah (s.a.v)'in huzuruna getirilince, Resulullah (s.a.v), Ashabını toplayıp onlara:
- 'Bu esirler hakkında ne dersiniz?' diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr (r.a):
- 'Ey Allah'ın Resulü! Bunlar senin kavminden ve seninle akrabalıkları bulunan kimselerdir. Onları serbest bırak ve (işledikleri suçtan dolayı) tevbe etmelerini iste! Belki Allah, tevbe ettikleri taktirde onların tevbelerini kabul eder' dedi. (Hz. Ebu Bekr (r.a)'ın bu sözü üzerine) Hz. Ömer (r.a) ise:
- 'Ey Allah'ın Resulü! Bunlar seni yalanladılar, seni asli yurdundan çıkardılar ve seninle savaştılar. Bu bakımdan onları al ve boyunlarını vur' dedi. (Bu ikisinin görüşünü dinleyen) Abdullah b, Revana (r.a) ise:
- 'Ey Allah'ın Resulü! Odunu bol alan bir vadiye git ve 0 vadiyi, onlar içindeyken ateşe ver' dedi.
Abdullah b. Revaha'nın bu sözünü işiten Hz. Abbas ise ona: 'Sen, akrabalık bağını koparıp attın' dedi. Resulullah (s.a.v) bir süre sustu ve onlara hiçbir cevap vermedi. Sonra da kalkıp evine gitti. Bunun üzerine bazı kimseler: Resulullah (s.a.v), Ebu Bekr (r.a)'in görüşünü uygulayacak, bazısı da; Ömer (r.a)'in görüşünü uygulayacak, diğer bir kısmı da; Abdullah b. Revaha'nm görüşünü uygulayacak' dediler. Daha sonra Resulullah (s.a. v.) çıkıp:
- 'Allah, bazı kimselerin kalplerini öyle yumuşatır ki, sütten daha yumuşak olur. Yine Allah, bazı kimselerin kalplerini de öyle bir katılaştırmıştır ki, taştan da daha katı olurlar...'
Ey Ebu Bekr! Senin misâlin, İbrahim (a.s)'ın misâline benzer ki 0: 'Buna göre artık kim bana tabi olursa 0, bendendir. Kimde bana karşı gelirse onu, sana (Allah'a) bırakırım. Çünkü Sen, bağışlayıcısın ve merhamet edicisin' demişti. Ve yine Ey Ebu Bekr! Senin misâlin, İsâ (a.s)'ın misâline benzer ki O:
'(Ey Allah'ım! Eğer) onlara azab edersen doğrusu onlar, senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan da, güçlü ve hakim olan şüphesiz ancak sensin' demişti. Sana gelince Ey Ömer! Senin misâlin de, Mûsâ (a.s)'ın misâline benzer ki 0:
'Ey Rabbimiz! Onların (yani Firavun ve onun çevresinde bulunanların) mallarını yok et! Onların kalplerini (mühürleyerek) sık. Çünkü onlar, can yakıcı azab görmedikçe iman etmezler Ve yine Ey Ömer! Senin misâlin, Nûh (a.s)'ın misâline benzer ki 0:
'Nûh dedi ki: 'Ey Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç birini bırakma' dedi. (Nûh: 71/26)
Daha sonra Resulullah (s.a.v): 'Sizler fakir kimselersiniz. Sakın onlardan hiç bir kimse fidyesiz kurtulmasın, yahut ta boynu vurulsun' buyurdu. Bunun üzerine Abdullah ibn Mes'ud:
- 'Ey Allah'ın Resulü! Süheyl b. Beyza bundan müstesna olsun. Çünkü 0, İslama dil uzatmıştır' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) sustu. (Abdullah ibn Mes'ud: ) 'Başıma gökten taş yağacak korkusunu 0 gün hissettiğim kadar hiç bir gün hissetmiş değilim. Nihayet Resulullah (s.a.v):
- 'Süheyl b. Beyza müstesna' diye buyurdu... Bunun üzerine Şanı Yüce Allah,
'Hiç bir peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz...' (Enfal: 8/67-68) ayetini sonuna kadar indirdi.[121]
2. Ahmed b. Hanbel ile Müslim, Abdullah ibn Abbas (r.anhuma)'dan şöyle rivayet etmiştir:
'Bedir Savaşı gününde alman esirler hakkında Resulullah (s.a.v), Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'e danışmak üzere onlara:
- Esirler hakkındaki görüşünüz nedir?' diye sordu. Hz. Ebu Bekr:
- Ey Allah'ın Resulü! Onlar senin (le akrabalıkları bulunan) amcanın çocukları ve kavminden olan kimselerdir. Onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Zira bizim (onlardan aldığımız fidyelerle) kafirlere karşı bir kuvvet sağlanır. Umulur ki Allah, bir gün onlara da İslama girmeleri için bir hidayet verir, (ve bize yardım olurlar)' dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):
- 'Ey Hattab'ın oğlu! Bu konudaki görüşün nedir?' diye sordu.Hz. Ömer:
- 'Allah'a yemin ederim ki, Ey Allah'ın Resulü! Ebu Bekr'in söylediği görüşü uygun görmüyorum. Fakat ben, (elimize bir) imkanın geçtiğini görüyorum. (Bu fırsattan istifade ederek) onların boyunlarını vuralım. Akil'den dolayı Hz.Ali'ye imkan ver, onun boynunu vursun. Filan kimseden dolayı -Hz. Ömer'in kendi yakını olan- bana imkan ver, onun boynunu vurayım. Filanın yakınlığından dolayı filana imkan ver onun boynunu vursun. Çünkü bunlar, küfrün liderleri ve ileri gelen kimseleridir' dedi.(Hz. Ömer devamla:)
'Fakat Resulullah (s.a.v) benim söylediğim görüşü beğenmedi. Ebu Bekr'in söylediği görüşü beğendi (ve esirlerden fidye aldı). Ertesi gün olunca, Resulullah (s.a.v)'in ve Ebu Bekr'in yanına geldiğimde, onları, oturmuş ağlar bir vaziyette buldum. Bunun üzerine: 'Ey Allah'ın Resulü! Seni ve arkadaşını ağlatan şeyin ne olduğunu bana anlatır mısın? Eğer ağlayacak bir durum bulursam bende ağlayayım. Eğer ağlayacak bir durum bulamazsam bile sizin ağlaşmanızdan dolayı bende sizinle birlikte yine oturup ağlayayım' dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):
- '(Esirlerden) fidye alınması ile ilgili görüşlerinden dolayı oturup arkadaşların (Ebu Bekr ile Ali)'a arz olunan şeyden dolayı ağlıyorum. Onlara gelecek alan azabın, -yanındaki bir ağaca işaret ederek- bu ağaçtan daha yakın olduğu bana bildirildi... Ve bunun üzerine Yüce Allah,
"Hiç bir peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz...' (Enfal: 8/67-68) ayetini sonuna kadar indirdi."[122]
Bu hadisi şerifler; Resulullah (s.a.v)'e, esirlerden fidye alması ile ilgili öğüt verenlere (veya görüş bildirenlere) işaret etmektedir. Ancak bu rivayetlerin çoğunda; ilk önce, Hz.Ebu Bekr (r.a)'ın ismi geçmektedir. Çünkü 0, mevki yönünden sahabilerin en büyüğü ve Resulullah (s.a.v)'e, sahabilerin en sevgili olmasından dolayı, bu konuda görüşü alınanların ilkiydi. Zira Resulullah (s.a.v), Ashabıyla herhangi bir konuda istişare ettiğinde ilk önce onun görüşünü alırdı. Şanı Yüce Allah, katından gelen bu şiddetli ikaz, (yanlış içtihadından dolayı) peygamberine ve onun sahabilerinin önde gelenlerineydi.
Bununla, Resulullah (s.a.v)'e; öğretme ve ikaz kastıyla, esirlerden en mükemmel ve en güzel bir şekilde fidye alması ve bu gibi önemli meselelerde yumuşak davranması gerektiği anlatılmak istenmektedir.
Bundan dolayı Şanı Yüce Allah, İslamın üstünlüğünü ve konumunun yüceliğini istemektedir... Abdullah ibn Abbas (r.anhuma), Yüce Allah'ın, "Hiç bir peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz... " (Enfal: 8/67-68) ayeti hakkında şöyle demiştir:
"Bu hüküm ancak Bedir savaşı günü olmuştu. Çünkü Müslümanlar, 0 gün sayı bakımından az idi. Bir müddet sonra Müslümanların sayısı çoğalıp güç ve kuvvetlen artınca, Yüce Allah, savaş sırasında ele geçirilen esirler hakkında şu ayeti kerimeyi indirmiştir:
'(Savaş sona erince) onları, ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin.' (Muhammedi 47/4) Bunun üzerine Yüce Allah, peygamberini ve müminleri, ele geçirilen esirlerin durumu hakkında serbest bırakmıştır. Müminler isterlerse esirleri öldürürler, isterlerse onları köle edinirler, isterlerse de onlardan fidye alıp serbest bırakırlar demektir...
Ayeti kerime; bu esirlerin, fidye karşılığında serbest bırakılması gerektiğini, Resulullah (s.a.v)'in ashabıyla olan müşaveresinden ve içtihadından kaynaklandığına işaret etmektedir. Üstelik Şanı Yüce Allah, "ictihad yoluyla" müminlerden bir hata meydana geldiğinde (bu hatalı ictihaddan dolayı) onları sorumlu tutmayacağına dair ezeli hikmeti işte böylece tahakkuk etmişti. İşte esirler hakkında konu, Yüce Allah'ın şu sözüyle son bulmaktadır:
"Eğer daha önceden Allah'ın geçmiş bir hükmü [123] olmasaydı, aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.[124]
[119] Enfal: 8/67-68.
[120] Ayeti hadisle tefsir etme metodu.
[121] Tirmizî, Cihad 34, Tefsirü Sure-i Enfal 6; Ebu Dâvud, Cihad 114.
[122] Müslim, Cihad 58 (1763).
[123] Bedir Savaşına katılanların, yaptıkları işlerde ve ictihadlarda, yanlış sonuca varslar bile onların üzerinden azabın kalkması İle ilgili hüküm kastedilmektedir. (ç)
[124] Enfal: 8/68.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 179-185.
- Gul
- Moderatör
- Mesajlar: 5162
- Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00
Re: PEYGAMBERLER TARİHİ-Muhammed Alî Sâbûnî
Resulullah (s.a.v)'in, Münafıklara, Savaşa Çıkmamaları Hususunda İzin Vermesi İle İlgili Gelen ikaz:
Resulullah (s.a.v)'e yapılan ikaz ile ilgili ikinci ayeti kerimeye gelince oda, Yüce Allah'ın şu sözüdür:
"Hay Allah affedesice, doğru olanlar sana besbelli olup yalancıları bilmeden önce neden onlara izin verdin?"[125]
Bu ayeti kerime; Resulullah (s.a.v)'in kendisinden, günahın meydana geldiğini göstermeyen ve Şanı Yüce Allah'ın, Resulullah (s.a.v)'i, cihada çıkmaktan vazgeçen bazı münafıklara -cihada çıkmaya güç yetiremeyeceklerine dair mazeretlerini bildirince- bu konuda onlara izin vermesinden dolayı Ona ikaz mahiyetinde gelen son noktayı göstermektedir. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah'ın katından, Resulullah (s.a.v)'e bu ikaz inmiştir.
Süfyan b. Uyeyne, bu ayet ile ilgili olarak şöyle der: "(Allah'ın) şu güzel davranışına bir bakın! Peygamberini kınamadan önce (söze) direkt olarak af ile giriş yapıyor!"
Amr b. Meymun ise bu ayetle ilgili olarak şöyle der: "Resulullah (s.a.v) emrolunmadığı iki şey yapmıştır: Biri: (Tebük savaşına çıkarken münafıkların, Resulullah'a gelerek bazı gerekçeler ve nedenler göstererek cihada katılamayacaklarını söylediklerinde) münafıklara izin vermesi, diğeri ise; (Bedir savaşında ele geçirilen) esirlerden fidye alması. İşte bunların üzerine Allah, -işte sizinde duyup dinlediğiniz gibi-peygamberini ikaz etmiştir."
Bazı tefsircilerin rivayet ettiğine göre; bu ayeti kerime, Resulullah (s.a.v)'in Allah'tan izinsiz olarak yanlış bir davranışta bulunmasından dolayı bir üstünlük olarak Onu ikaz ettiğine işaret etmektedir. Aynı zamanda bu ayet; Şanı Yüce Allah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'e, değer verdiğini ve Onun, kendisine dua ile başlaması dolayısıyla mevkisinin yüceliğini sağlamlaştırdığını belirtmektedir. Bu tıpkı, bir adamın kendisinin yanında çok kıymetli olan birisine, "Hay Allah affedesice, benim şu işimi nasıl yaptın? Allah senden razı olsun; Benim bu cevabıma karşılık senin cevabın nedir? Allah sana afiyet versin, sen benim değerimi bilemedin!" demesi gibidir.
Bu görüş; İmam Fahreddin er-Razî, Bagavî ve daha bir çoğunun ileri sürdüğü görüştür.
Zemahşerî, "Keşşaf* adlı tefsirinde, Yüce Allah'ın, "Hay Allah affedesice!..neden onlara izin verdin?" (Tevbe: 9/43) ayetini açıklarken, Hz. Peygamber'e karşı edebe uygun olmayan bir davranış sergilemiştir ki[126] oda şudur:
"Hay Allah affedesice" (Tevbe: 9/43) Bu söz, günah işlemeden kinayedir.[127] Çünkü af ' kelimesi, günah işlemenin karşılığında kullanılan bir kelimedir. Buna göre ayetin anlamı: 'Sen (cihada çıkmama hususunda münafıklara izin verdiğinden dolayı) günah işledin ve ne kötü bir davranış yaptın' şeklinde olmaktadır. 'Neden onlara izin verdin?' (Tevbe: 9/43)
Bu söz de, Hz. Peygamber'in bizzat kendisinin günah işlediğini üstü kapalı olarak açıklamaktadır. Buna göre ayetin anlamı: 'Onlar senden (cihada çıkmama hususunda) izin istediklerinde ve bir takım gerekçelere sarılıp cihaddan kendilerini alıkoyduklarında sen onlara izin verdin ve izin hususunda da onlara karşı yumuşak davrandın' şeklinde olmaktadır. 'Sana besbelli oluncaya kadar' (Tevbe: 9/43) Bu konuda mazeretini doğru söyleyen müminleri, yalan söyleyen münafıklardan ayırt etmeden neden onlara izin verdin' şeklinde olmaktadır."[128]
"Menâr" tefsirinin yazarı olan Reşid Rıza, bu konuyla ilgili olarak iyi iş yapmanın doruğunda güzel bir söz söylemiştir ki, biz bunun bir kısmını şöyle aktardık:
"Bazı tefsirciler -özellikle de Zemahşerî-, Yüce Allah'ın bu ayetinde geçen, Resulullah (s.a.v)'i affettiğine dair açıklamada, edebe uymayan ifadeler kullandılar. Halbuki bu tefsircilerin, Hz. Peygamber (s.a.v) konusundaki en büyük edebi yine -Yüce Allah'ın yaptığı tarzda- ayetten öğrenmeleri gerekmekteydi. Hani Rabbi ve -terbiyecisi, bu hitaptan önce Hz. Peygamber (s.a.v)'in yapmış olduğu davranışı affettiğine dair bu konuda nasıl davranması gerektiğini haber vermiştir. İşte (Yüce Allah'ın, Hz. Peygambere olan) bu davranışı, büyüklüğün ve iyi davranmanın doruk noktasını göstermektedir. Diğer tefsirciler ise -özellikle de Fahreddin er-Râzî gibi- ayetin son kısmını açıklama sırasında aşırıya kaçmışlardır.. Bu tefsirciler ise ayette geçen "af " kelimesinin, günah işlemeye delalet etmediğini ve Allah'ın kınadığı izin verme işinin de, esasta daha evla ve daha mükemmel olan bir hareketin aksine bir davranış olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır.
Fahreddin er- Razi, bu konudaki sözünü şöyle belirtmiştir: 'Zenb' =' günah' kelimesi, Arap dilinde; 'masiyet' kelimesinin karşılığını ifade etmemektedir. Günah, ancak 'zarara yahut maslahat ve menfaatin kaybolmasına yol açan her türlü davranış' anlamına gelmektedir. Affedilen günah ise, ayette açıklanan; doğru olanları ortaya çıkarma ve mazeretlerinde yalancı olanları bilme maslahatının kaybolmasına yol açan bir günahtır.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in azarlandığı izin verme olayı, içtihadından dolayı olup kendisine gelen vahiyden dolayı değildir. Bunun ise Peygamberlerden -Allah'ın salât ve selâmı onların hepsinin üzerine olsun- meydana gelmesi caizdir. Çünkü Peygamberler, ictihad konusunda işlenecek olan hatadan korunmuş değildirler. Ancak ittifak edilen masumiyete gelince ise; vahyin açıklanması ve onunla amel edilmesi doğrultusundaki tebliğe mahsus bir durumdur. Buna göre peygamberin, vahyi, Rabbinden alıp tebliğ etmediğinde ve davranışıyla vahye muhalefet ettiğinde bile, onun yalan söylemesi ve günah işlemesi mümkün değildir. Usûl alimleri, ictihad konusunda peygamberlerden meydana gelecek günahın caiz olma durumunu şöyle açıklamışlardır: 'Allah, Peygamberlerden, ictihadları konusunda meydana gelecek hataları kabul etmez. Bilakis onlara bu konuda doğru olanı açıklar. Bu konu, sağlam bir işin gerektirdiği şekilde hareket etmekten ibarettir. Yüce Allah'ın, peygamberin; ilk önce affedildiğini haber vermesi, sonrada Ona doğru olanı açıklaması O'nun, peygamberine olan lütfundandtr."[129]
[125] Tevbe: 9/43.
[126] Zemahşerî, itikatta Mutezili olması itibariyle bu konuda mezhebinin görüşünü savunmaktadır. Zira Mutezile mezhebine mensup kimseler, Peygamberlerin, hem Peygamberlik öncesi ve hem de sonrasında günah işleyebileceklerini iddia etmektedirler. (ç).
[127] Kinaye: Üstü kapalı olarak söylenen sözlere denir, (ç).
[128] Zemahşerî, el Keşşaf, 2/274.
[129] Reşid Rıza, Tefsirin-Menâr, 10/541.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 185-188.