2010 şubat H.A; İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek

Cevapla
Kullanıcı avatarı
sev-guzel
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 609
Kayıt: 15 Mar 2008, 02:00

2010 şubat H.A; İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek

Mesaj gönderen sev-guzel »

İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek...
Tarih: 27.02.2010 Saat: 12:48 Gönderen: kulihvani


Resim


İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek...


güllale

Hayat ruzgârının önüne katılmış hızla yol almaktayız. Bu yolculukta bizi yolumuzdan alıkoymak için ve bu alıkoymalara dayanabilmek, yanılmamak için imkânlar sunulmuş. Engelleyicilerde aşırıcılar da aynı kategoride. Hayat bir sınav derler hep. Ama sormadan geçemiyorum. Sınava tâbi olan öğreniciler nereden çıktı? Ne zaman tâlip oldular bu sınava? Neden tâlip oldular? Ne yapmaları gerekiyor? Öğrenme gerekliliğini kim belirledi? Neyi öğreneceğiz? Neden öğreneceğiz? Bu okulun kurucusu kim? ...

İnancıma sarılıp cevaplarımı bulmalıyım. Kur'an-ı Kerîm'imden, rehberimden, kandilimden aramalıyım gerçeği. Zîrâ zaman ve mekâna zincirlenmiş aklımın elindeki yine tek muhteşem ve mukaddes cevher O...


Cevâbım sorunun başladığı ilk noktada diye ümîd etmekteyim. "kâlu belâ" da... Taslak ALLAHu zu'l-Celâl tarafından belirlenmiş. Ruhlar toplanmış;

"elestu bi RABBikum?" RABB'iniz değil miyim?

sorusu...

"kâlû belâ"! Dediler ki: Bilâkis... Elbette RABBimizsin!

Sormak ve cevaplamak akışı baştan mukadder, Okulun sâhibi, HAYYatın sâhibi, OL-ÂNın sâhibinin huyundan...

İNSANın Âdem olarak yaratılmasından öncesi ile sonrasının kitabı OKUnan. BAŞın SONa dürülüş görüntüsü, algısı HAYYat. Bakıyor da AKLım, ALLAH=>Melek=> Âdem=>İblis arasında su sızmayan bir yakînlık var.ALLAH "hablu'l-varid"den yakînım demekte İnsan'a... İpin baş ucu BENde son ucu senin elinde...denilmekle "şecera"nın "taht"ında RASÛLULLAH sallallâhu aleyhi ve selleme "BİAT" edenlere hitâb olan "onların ellerinin üstünde ALLAH'ın eli vardır" âyeti ile ikrâm edilen müjde var!

لَقَدْ رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَنزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ وَأَثَابَهُمْ فَتْحًا قَرِيبًا

Lekad radiyallâhu ani'l-mu’minîne iz yubâyiûneke tahte'ş-şecerati fe alime mâ fî kulûbihim fe enzele's-sekînete aleyhim ve esâbehum fethan karîbâ(karîben).

(Ey Muhammmed!) O ağacın altında sana bağlılıklarını bildiren müminlerden ALLAH râzı olmuştu, çünkü onların kalplerinden geçeni biliyordu; böylece ALLAH, onlara bir iç huzûru bağışladı ve yakında gerçekleşecek bir zafer(in müjdesi) ile onları ödüllendirdi

Fetih 18

Nûrunu Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin SIRRından alan sönmeyen ışık kaynağımız Kur'ân-ı Kerîm'imizin bildirdiklerinden OKUduklarımızla,

Âdem yaratılmış, su ile toprak karışımı balçıktan, çamurdan.

إِنَّ مَثَلَ عِيسَى عِندَ اللّهِ كَمَثَلِ آدَمَ خَلَقَهُ مِن تُرَابٍ ثِمَّ قَالَ لَهُ كُن فَيَكُونُ

İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem(âdeme), halakahu min turâbin summe kâle lehu kun fe yekûn(yekûnu).

ALLAH katında İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir, ki ALLAH onu topraktan yarattı ve sonra "Ol!" dedi; işte (insanoğlu böylece) oluverir.
ÂL-i İmrân 59

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

Ve iz kâle rabbuke li'l-melâiketi innî câilun fî'l-ardı halîfeh(halîfeten), kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfiku'd-dimâ(dimâe), ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek(leke), kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn(tâ’lemûne).

İşte o zaman RABBin meleklere: "Bakın, Ben yeryüzünde ona sâhip çıkacak birini yaratacağım!" demişti. Onlar: "Seni övgüyle yüceltip takdis eden bizler dururken, orada bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. (ALLAH) "Sizin bilmediğiniz (çok şey var, onları) Ben bilirim!" diye cevapladı.

Bakara 30

وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Ve alleme âdeme'l-esmâe kullehâ summe aradahum ale'l-melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn(sadikîne).

Ve O, Adem'e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu ve "Dedikleriniz doğruysa haydi bu (şeylerin) isimlerini Bana söyleyin bakalım!"dedi.

Bakara 31

Melek adı verilen varlıklara Âdem'e secde etmeleri emri verilmiş.

قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke ente'l-alîmu'l-hakîm(hakîmu).

Onlar: "Sen kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize bildirdiğin dışında bir bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen, gerçek hikmet Sâhibi!" diye cevap verdiler.

Bakara 32

قَالَ يَا آدَمُ أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِمْ فَلَمَّا أَنبَأَهُمْ بِأَسْمَآئِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ

Kâle yâ âdemu enbi’hum bi esmâihim, fe lemmâ enbeehum bi esmâihim, kâle e lem ekul lekum innî a’lemu gaybe's-semâvâti ve'l-ardı ve a’lemu mâ tubdûne ve mâ kuntum tektumûn(tektumûne).

O: "Ey Adem, bu (şeylerin) isimlerini onlara bildir!" buyurdu. (Adem) isimleri onlara bildirince (ALLAH): "Size, 'göklerin ve yerin gizli gerçeğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü yalnız Ben bilirim' dememiş miydim?" dedi.

Bakara 33

Melek grubundan olan İblis reddetmiş Ona tâbi olmayı ve demiş ki;

"beni yalın ateşten yarattın, onu çamurdan, yaratılış olarak ondan üstünken neden ona tâbi olayım?"

فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينَ

Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fekaû lehu sâcidîn(sâcidîne).

"Ona belirli bir biçim verip de rûhumdan üflediğim zaman onun önünde yere kapanın!"

Hicr 29

فَسَجَدَ الْمَلآئِكَةُ كُلُّهُمْ أَجْمَعُونَ

Fe secede'l-melâiketu kulluhum ecmaûn(ecmaûne).

Bunun üzerine meleklerin hepsi topluca yere kapandılar,

Hicr 30

إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى أَن يَكُونَ مَعَ السَّاجِدِينَ

İllâ iblîs(iblîse), ebâ en yekûne mea's-sâcidîn(sâcidîne).

yalnızca İblis (buna katılmadı); yere kapananlarla birlikte olmaya yanaşmadı o.

Hicr 31

قَالَ يَا إِبْلِيسُ مَا لَكَ أَلاَّ تَكُونَ مَعَ السَّاجِدِينَ

Kâle yâ iblîsu mâ leke ellâ tekûne mea's-sâcidîn(sâcidîne).

"Ey İblis!" diye buyurdu ALLAH, "Seni yere kapananlarla berâber olmaktan alıkoyan sebep ne?"

Hicr 32

قَالَ لَمْ أَكُن لِّأَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِن صَلْصَالٍ مِّنْ حَمَإٍ مَّسْنُونٍ

Kâle lem ekun li escude li beşerin halaktehu min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).

"Ses veren bir balçıktan, biçim verilmiş özlü bir çamurdan yarattığın ölümlü bir varlığın önünde yere kapanmak bana yakışmaz!" diye karşılık verdi (İblis).

Hicr 33

Bu kendine göre mantıklı düşüncesi RABBi'l-Âlemin'in emrine itaatsizlik ve güvensizlik işâreti olduğundan bulunduğu, kendisine sunulan makamdan kovulmasına neden olmuş.

قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَإِنَّكَ رَجِيمٌ

Kâle fahruc minhâ fe inneke racîm(racîmun).

"Çık git öyleyse bu (meleki makam)dan!" diye buyurdu O; "Çünkü, sen artık kovulmuş birisin!

Hicr 34

وَإِنَّ عَلَيْكَ اللَّعْنَةَ إِلَى يَوْمِ الدِّينِ

Ve inne aleyke'l-lâ’nete ilâ yevmid dîn(dîni).

Ve bil ki, Hesap Günü'ne kadar lânet(im) peşinde olacak!"

Hicr 35

RABBinden son'a kadar süre istemiş. Sen beni kovdun ama bana izin ver senin değerli kıldığın insana her yol ile yanıltıcı olayım, Senin ona verdiğin değerin kıymetini bak nasıl unutacaklar, reddedecekler ve Sana karşı duracaklar... demiş.

RABBi'l-Âlemin evet, sen izin verilenlerdensin, ne yol ile olursa olsun uğraş göreceksin benim değer verdiğim insanlardan sâlih olanlara söz geçiremeyeceksin.

İşte burada kendisine değer verilen insanların bir kısmının İblis'e uyacağını ancak değerinin bilincinde olan bir kısım insanlarınsa onun şaşırtmalarına uymayacağını belirtmiş.

ALLAHu Teâlâ, başın BAŞı ve sonun SONu. İki UC AYNı NOKTAda, bir arada sanki aynanın karşısındaki ile aynadaki gibi, Kulihvâninin deyimi ile antipot gibi, ne aynı ne ayrı... Var olmak için kimseye ve bir şeye ihtiyacı olmayan, varlığı ZÂTından olan, Kâdir-i Mutlak! Dilediğini dilediği şekilde yapan...

Diledi, Yeryüzünü yarattı. Melekleri yarattı. Cennet ve cehennemi yarattı. İnsanı yarattı. Hayvanı yarattı, nebâtı yarattı. Eşyâ'yı yarattı. Yaratışı hakkında kesin bilgiye sâhip olamayız. Bu yaratış ve var ediş husûsu üzerinde dikkatle durulması gereken bir durum. ALLAH zamandan ve mekândan münezzeh. Yâni O'nun için doğan ve batan güneş yok ki saatler, günler, aylar, yıllar hülasa zaman ola. O'nu kuşatacak ve O'nun dışında yer alacak bir mekân yok ki mekânı olsun. Kendisi için zaman ve mekân olmayanın, yarattıkları için olan zaman ve mekân kavramı O'nun dışında düşünülemeyeceğinden bizim zaman ve mekân olarak algıladığımız düzeneğin de bambaşka birşey olması aklımın vardığı nihâi gerçek. Varoluş bu açıdan ele alınarak değerlendirilirse, birşey var ki zaman ve mekan algılaması gibi bir yanılgıyı İnsan'a veriyor. İnsan da bu gibi zorlu çeldiriciler nedeniyle bir türlü dönüp durduğu dâirenin dışına çıkamıyor. Yanlış olan noktadan dönersek veya yanlış olan noktayı bilgi dışı addedersek, duruşumuz ve görüşümüz farklılaşacaktır.

Şimdi şöyle bir akıl zelzelesi yapalım ve SALLayalım. Bırakalım güneş doğadursun batadursun. Bırakalım gündüz geceye, gece gündüze soyunsun. Bırakalım yeryüzünü, gök katmanlarını ve bu ikisi arasındakileri işlerini yapadursunlar.

Bunların dışından gezinelim beden kalıplarımıza hapsolmadan, özgür yanımızla, yâni yine bizi bu gördüklerine dayanarak yanılgı dâiresinde dönüp duran aklımızla artık dönmeye son verip duralım. Hani deniyor ya dünyâ filan hızla dönmekte, durursa herşey darmadağın olur diye. Olsun bir darmadağın, herşey. Yeni baştan gelelim dünyâya... yok dünyâya değil hayâta... Bu hayatta zaman olmasın! yok ta zâten... Ölünce göreceğiz zaman denilen aldatıcıyı. Ölünce göreceğiz mekân denen aldatıcıyı. İyi de bu aldatıcıların ardı arkası kesilmiyor ki. Mubârek herşey aldatıcı. Yediğimiz içtiğimiz gezdiğimiz yattığımız konuştuğumuz. Delil soruyor aklım diyor ki sen birşeyler demektesin ama delîlin ne?

ALLAHıma hamd ederim, o hamdin yegâne sâhibidir. Bize ip ucları ihsân etmekte. Ruyâlarımız bunlardan önemli biri. Kimileri soruyor. Ruyâlar mı gerçeklik uyanıklık mı? Kimileri de soruyor zâten, Uyanık mıyız, uyuyor muyuz? Sorsunlar. Biz sorulara götüren OL-ANın peşindeysek sorulardan korkmamalı ama soruların içinde boğulmamalıyız. Devam edelim delîlimize. Ruyâda da mekân var gün var gece var. Konuşma var ağlama var gülme var. Düşeriz korkarız seviniriz ilâ âhiri... Uyandığımızda elimizle tutup gözümüzle görmediğimiz sanal bir varoluştan gerçek âleme döneriz de "hayırlar ola" deriz. Diyorum ki öldüğümüzde de işte böyle diyeceğiz. Ama aklımın varabildiği noktada öldüğümüzde de gerçeğe vâkıf olamıyoruz. Zîra gûyâ dünyâ hayâtı bitiyor ama başka bir versiyonu başlıyor. Yine zaman ve mekân karşımıza çıkıyor. Dünyâda yaşadığımız yanılsamaların büyük bir bölümünün ruyâlarımız gibi ASLında olmadığını idrak ettiğimiz ancak yeni ve daha ince bir yanılgının kucağına doğuyoruz.

Dünyâda yaşadık ta yaptıkta karşılığını bulduk, ya cennet denilen, dünyâda ALLAHu Teâlânın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma çabamıza göre olabildiğince becerimize göre varacağımız bir "aferin" mekânı ya da beceriksizliğimiz sonucu "OLMADI" hitâbına mazhar olacağımız ve OLABİLMEK için gereken arınma, durulma, saflaşma mekânı olan cehenneme gideceğiz???

Aklım diyor ki BAŞ ve SON bura olamaz. O durum da ortalarda bir yerde. Yine Dünyâ hayatı aldatmacası gibi yaşanan bir Âhiret hayâtı yanılsaması. Bu dönüp durduğumuz dâirenin bir parçası yine bizi oyalayan! Aynı çukura iki kere düşülmezse eğer, dünyâ hayâtı için düşündüğümüz "ne kadar gerçek? ne kadar elle tutulur gözle görülür?" araması âhiret hayâtı içinde geçerli. Bu mekânlarla tanımlanan isimler acaba başka birşeyleri kapsamakta başka bir şey mi anlatıyor da... biz hâlâ ânlayamadık? Uyanamadık?

Cennet ve cehennem mekânı ve buradaki süreç yine bizi ASLolandan uzak tutmakta.

Öyleyse... Hani aklımızı çeldiricilerinden kurtarıp sorulara daha net cevaplar bulabilmekti ya bütün arzumuz... Aklıma soruyorum veyâ aklım soruyor. Diyor ki bana, (BEN kimsem?) ALLAHu Teâla zamandan mekândan münezzeh İSE zaman ve mekân içeren bütün kavramları YOK saymalıyım. Ruyâdaydım UYandım. Gördüm ki zamansızlık mekânsızlıktan başka gerçeklik yok. Görmedim de görmüş gibi yaptım, yapmalıyım. Böyle İSE "ben" neredeyim? neyim? neler oluyor? kendime gelmeliyim! bu dolap beygiri gibi dönmekten kurtulmalıyım. Beygir dönüyor taş çevriliyor buğday UN oluyor. UN olan benim idrak alanımda eriyen ufalan başkalaşan ve zaman yanılsamasında "ömür" adı verilen sepetteki "elma"larım. Oysa bu elmalar ASLında cennetteydi Âdemle eşinin yiyip te yeryüzüne gelmelerine vesîle olan şeydi. O elmalar ağacına dönse de Ahsen-i Takvîm hâlimle tanışsam Esfel-i Sâfilînden çıksam ESMÂLARIN öğretildiği Âdem'le BULuşsam RABBimi BİLsem, hatırlasam "kâlû belâ" deminde şeksiz şüphesiz onayladığım RABBime dönsem kurtulsam zaman mekân yanılsamasından, eşyânın çokluğundan, BİRlesem iki UCu BİR araya getirsem! Ya da iki UCun buluştuğu noktaya varsam!...

Bana anlatılan trilyonlarca yıl öncesinden evrenin sonsuzluğundan ÂNa terfi etsem, târih, coğrafya, sosyoloji masallarından Hakîkate vâsıl olsam sorularımın cevâbını BULsam... yok sorular ve cevaplar da kalmasa da el-EVVEL el-ÂHİR olan ZÂTı BİLsem gerisini de... demesem...

Söz geldi son durağa yanaştı. Kimi için gerisi söylenemezlere, kimi içinse bilinemezlere.

Unutmadım, yeryüzünü, gökleri, ikisinin arasındakileri, cenneti, cehennemi, melekleri, İblisi,.. Dürdüm büktüm "incir çekirdeği"ni doldurmadı...

Unutmadım sorduğum soruları. RABB imin huy'u ile huy'landım, O'ndan öğrendim, sormayı, cevab aramayı soru ile cevâbın arasına saklanan hazîneyi sezdim. ELESTU Bİ RABBİKUM ile KÂLÛ BELÂ arasında OLmakta -OL-ÂN- sezdim...

Soruları binek yaptım, onlarla yüzdüm, onlarla uçtum AKLımla zamansızlık mekânsızlık idrâkinde... ÂN enginliğine geldim, dayandım, dahasına varamadım.

AKLım UYansa beden ve nefis ile dünyâ denilen sanal âlem aldatıcılarının ASLında olmadığını ANlasa,

Kalbim cennet ve cehennem denilen sanal âlem aldatıcılarını aşsa da Zu'l-karneyn gibi sebeblere sarılsa... Zamânın ve mekânın AKL sınırlarının üstünde seyahat etse, BAŞ UC ile SON UCun "az gittik uz gittik dere tepe düz gittik bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu yol gittik" masalında iki SEDDİN BİRleştiği noktaya varsa, Ye'cüc ile Me'cüc adı verilen iki bozguncunun arasına TEK SED inşâ etse "zubera'l-hadîd(hadîdi)" "hattâ izâ sâvâ beyne's-sadafeyni" "kâlenfuhû, hattâ izâ cealehu nâren" kâle âtûnî "ufriğ" aleyhi "kıtrâ(kıtren)." âyetince, iki yar arasını UC arasını seviyelese... Hangi hudud ve hangi iki ayrı kalmış UCsa bunlar BİRleştirse İKİLİĞİ, BAŞı SONa bağlasa...

وَيَسْأَلُونَكَ عَن ذِي الْقَرْنَيْنِ قُلْ سَأَتْلُو عَلَيْكُم مِّنْهُ ذِكْرًا

Ve yes’elûneke an zi'l-karneyn(karneyni), kul se etlû aleykum minhu zikrâ(zikren).

Ve sana Zulkarneyn hakkında soru soruyorlar; de ki: "onu hatırlatacak bir şey anlatayım".

Kehf 83

إِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْأَرْضِ وَآتَيْنَاهُ مِن كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا

İnnâ mekkennâ lehu fî'l-ardı ve âteynâhu min kulli şey’in sebebâ(sebeben).

Ona yeryüzünde güvenli bir yer sağladık ve onu, (ulaşacağı) her şeye doğru araçlarla ulaşma (bilgisiyle) donattık;

Kehf 84

فَأَتْبَعَ سَبَبًا

Fe etbea sebebâ(sebeben).

Ve bu sâyede o da (yaptığı her işde) doğru ve meşrû araçlara başvurdu.

Kehf 85

حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِندَهَا قَوْمًا قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِمَّا أَن تُعَذِّبَ وَإِمَّا أَن تَتَّخِذَ فِيهِمْ حُسْنًا

Hattâ izâ beleğa mağribe'ş-şemsi vecedehâ tağrubu fî aynin hamietin ve vecede indehâ kavmâ(kavmen), kulnâ yâ ze'l-karneyni immâ en tuazzibe ve immâ en tettehıze fîhim husnâ(husnen).

(Batıya doğru giderek) günün birinde güneşin battığı yere vardı; (güneş) ona kopkoyu, bulanık bir suya dalıyormuş gibi göründü. Ve orada (kötülüğün her çeşidine gömülüp gitmiş) bir kavme rastladı. Ona, "Sen ey Zulkarneyn!" dedik, ("Onlara) azap da edebilirsin, yüce gönüllü de davranabilirsin!"

Kehf 86

قَالَ أَمَّا مَن ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ إِلَى رَبِّهِ فَيُعَذِّبُهُ عَذَابًا نُّكْرًا

Kâle emmâ men zaleme fe sevfe nuazzibuhu summe yureddu ilâ rabbihî fe yuazzibuhu azâben nukrâ(nukren).

O şöyle cevap verdi: "(Başkalarına) zulmeden kimseye gelince, ona bundan böyle azap edeceğiz; ve o kimse sonunda RABBine döndürülecek; ve O da ona görülmemiş bir azap çektirecek.

Kehf 87

وَأَمَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَاء الْحُسْنَى وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ أَمْرِنَا يُسْرًا

Ve emmâ men âmene ve amile sâlihan fe lehu cezâeni'l-husnâ ve se nekûlu lehu min emrinâ yusrâ(yusren).

Ama inanıp dürüst ve erdemli davranışlarda bulunan kimseye gelince, böyle biri (yaptıklarının) karşılığı olarak (âhiret hayâtının) nihâi güzelliğine, iyiliğine ulaşacaktır; ve Biz de onu (yalnızca) yerine getirilmesi kolay olanla yükümlü tutacağız".

Kehf 88

ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا

Summe etbea sebebâ(sebeben).

Ve (Zulkarneyn, doğru bir amaca varmak için, böylece) bir kere daha doğru aracı seçti.

Kehf 89

حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلَى قَوْمٍ لَّمْ نَجْعَل لَّهُم مِّن دُونِهَا سِتْرًا

Hattâ izâ beleğa matlıa'ş-şemsi vecedehâ tatluu alâ kavmin lem nec’al lehum min dûnihâ sitrâ(sitren).

(Ve doğuya doğru yürüyerek) günün birinde güneşin doğduğu yere vardığında onu, kendilerini güneşe karşı bir örtüyle örtmediğimiz bir kavmin üzerine doğar buldu:

Kehf 90

كَذَلِكَ وَقَدْ أَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا

Kezâlik(kezâlike), ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hubrâ(hubren).

(Biz onları) işte böyle (bir yaşama tarzı içinde, böyle bir düzeyde bırakmıştık ve o da onları öylece kendi hallerine bıraktı) ve muhakkak ki sınırsız bilgimizle Biz onun zihninden geçenleri kuşatmış bulunuyorduk.

Kehf 91

ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا

Summe etbea sebebâ(sebeben).

Ve o (böylece, doğru bir amaca ulaşmak için) bir kere daha, doğru aracı seçmiş oldu.

Kehf 92

حَتَّى إِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِن دُونِهِمَا قَوْمًا لَّا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلًا

Hattâ izâ beleğa beyne's-seddeyni vecede min dûnihimâ kavmen lâ yekâdûne yefkahûne kavlâ(kavlen).

Ve derken, iki set arasında (bir yere) vardığında onların yamacında (yaşayan ve onun konuştuğu dilden) çok az şey anlayabilen bir kavme rastladı.

Kehf 93

قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلَى أَن تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا

Kâlû yâ ze'l-karneyni inne ye’cûce ve me’cûce mufsidûne fî'l-ardı fe hel nec’alu leke harcen alâ en tec’ale beynenâ ve beynehum seddâ(sedden).

Bunlar (ona): "Sen ey Zulkarneyn!" dediler, "Yecüc ve Mecüc bu ülkede bozgunculuk yapıyor. Onlarla bizim aramızda bir set inşâ etmen şartıyla sana bir bac (vergi) verelim mi?"

Kehf 94

قَالَ مَا مَكَّنِّي فِيهِ رَبِّي خَيْرٌ فَأَعِينُونِي بِقُوَّةٍ أَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًا

Kâle mâ mekkennî fîhi rabbî hayrun fe eînûnî bi kuvvetin ec’al beynekum ve beynehum redmâ(redmen).

(Zulkarneyn:) "RABBimin bana sağladığı güvenli durum (sizin bana verebileceğiniz her şeyden) daha hayırlıdır;" dedi, "bunun içindir ki, siz bana sâdece iş gücünüzle yardımda bulunun ki sizinle onlar arasında bir set yapayım!

Kehf 95

آتُونِي زُبَرَ الْحَدِيدِ حَتَّى إِذَا سَاوَى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انفُخُوا حَتَّى إِذَا جَعَلَهُ نَارًا قَالَ آتُونِي أُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْرًا

Atûnî zubere'l-hadîd(hadîdi), hattâ izâ sâvâ beyne's-sadafeyni kâlenfuhû, hattâ izâ cealehu nâren kâle âtûnî ufriğ aleyhi kıtrâ(kıtren).

"Bana demir külçeleri getirin!" derken, demir (külçelerini) yığıp, iki yar arasındaki boşluğa doldurunca (onlara) "(Bir ocak kurun ve) körükleyin!" dedi. Nihâyet, (demir iyice) kor hâline gelince, "Bana ergimiş bakır getirin bunun üzerine dökeyim" dedi.

Kehf 96

فَمَا اسْطَاعُوا أَن يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْبًا

Femestâû en yazherûhu ve mestetâû lehu nakbâ(nakben).

Ve böylece (set inşa edilmiş oldu, öyle ki) artık onların düşmanları ne onu aşabilirlerdi ne de onda gedik açabilirlerdi.

Kehf 97

قَالَ هَذَا رَحْمَةٌ مِّن رَّبِّي فَإِذَا جَاء وَعْدُ رَبِّي جَعَلَهُ دَكَّاء وَكَانَ وَعْدُ رَبِّي حَقًّا

Kâle hâzâ rahmetun min rabbî, fe izâ câe va’du rabbî cealehu dekkâ’(dekkâe), ve kâne va’du rabbî hakkâ(hakkan).

(Zulkarneyn:) "RABBimden bir rahmettir bu!" dedi, "Bununla birlikte, RABBimin belirlediği zaman gelince bu (seddi) yerle bir edecektir; çünkü RABBimin verdiği söz mutlaka gerçekleşir!"

Kehf 98

وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ فِي بَعْضٍ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًا

Ve teraknâ ba’dahum yevmeizin yemûcu fî ba’dın ve nufiha fi's-sûri fe cema’nâhum cem’â(cem’an).

O gün onları bırakırız, dalga dalga yürüyüp birbirlerine karışsınlar; ve sÛra üflenir: Böylece hepsini bir araya toplarız.
Kehf 99

Rûhum SIRRlansa REF' OLSA bir üfürüş ile titreyen zar gibi ince seddi, ipincelip geçse tenhâların tenhâsına "elestu bi RABBikum" sorusunun henüz sorulmadığı ÂNa VARSA BULsa... OLsa ÂNlasa ve YAŞAsa ...
Resim
Kullanıcı avatarı
sev-guzel
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 609
Kayıt: 15 Mar 2008, 02:00

Re: 2010 şubat H.A; İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek

Mesaj gönderen sev-guzel »

Re: İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek... (Puan: 1)
Gönderen: hayy-dost Tarih: 27.02.2010 Saat: 18:11
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)


AH! Benim aciz aklım, şu ANda olANda yaşanANda,
birANnlam yok ise sence, algılayamıyor ve AN- lamıyorsan, sen ne işe yarıyorsun ALLAHCC AŞKına...
Bak her AN sormada yaratAN RABBim:" Ben sizin RABBiniz değilmiyim?"
"Evet sen bizim RABBimizsin.."
"Öyleyse emirlerimle aranız nasıl?"
"Söyle ey aklım ALLAHCCın emirleri ile aramız nasıl?"
Nefsine hoş gelene" EYVALLAH," gelmeyene "Ya ALLAHCC Mı?
"Emret RABBim ,buyur RABBim mi?"
"Duydum ama, uymam RABBim mi?"
EY! aklım şaşarım sANa, girdiğin karANlık labirentlerden çık da, MUHAMMEDSAVin nuruyla gerçek ANlamda aydınlAN ve ANla..
Hakk'sız HAKKA VASIL OLUNMAZ ASLA..
HER YENİ GELEN AN, GEÇENLE KAZANDI MANA..
RUHUN GÖRDÜĞÜNÜ GÖRSE TEN GÖZÜ ,
HİÇ GEREK KALIRMI AŞKA İM-AN-A...
Elinize dilinize gönlünüze nurlar aksın GÜLLALE kardeşim...Aklımla zorum olduğunu hatırlattınız bana.. ben işte DELİ AŞIK mı BULAŞIKmı belli değil...AEO...




Re: İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek... (Puan: 1)
Gönderen: gullale Tarih: 27.02.2010 Saat: 20:58
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)


Can kardeşim Hayy-Dost, işin ilginç yanı şu ki ÂNlatılmaya çalışılan hakîkat AKLımızın bir eli zaman zincirine bir eli mekân zincirine bağlı hâli ile dilimin eşyâ ve kesret yanılsamasında yazıldı. Mehmet Akif Ersoy diyor ya "hissederim hissettiremem" diye bu çeldiriciler ARAsında Zulkarneyn gibi sebeblere sarılıp ÂNlamak, şâhid olduğu "zamân" ve "mekân" kavramının farklı görünüşlerini idrak etmek, ve iki UC arasını nefha ile KORlamak seviyelemek amelimiz ola. Bunun için bunca kun feyekun sanırım. Sen BENsin ben BENim o BEN... BENde seyru süluk CERReyanı...
Resim
Kullanıcı avatarı
sev-guzel
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 609
Kayıt: 15 Mar 2008, 02:00

Re: 2010 şubat H.A; İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek

Mesaj gönderen sev-guzel »

Re: İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek... (Puan: 1)
Gönderen: kulihvani Tarih: 28.02.2010 Saat: 11:10



ZEVK 4042

“VaR”lık “YoK”luktan US-ANdım! YâR YakîNine Yasl-ANsam!
Sekîn-et YaĞmurum YaĞsa!.. “İLİK”e Kadar Isl-ANsam!
“DuY”a BİL-sem “UY”a BİL-sem! Nebîyyü’l- ÜMMîmin SeSin
ÜMMîdim “US” umu YuTsa!. Korkum Kahr Olsa USl-ANsam!..

27.02.10 14:44

Us: Akıl.
YakîN: Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.
Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakk-al yakîn: Abdin sıfatları, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen bekâ bulmaktadır. Ömer Nasuhi Bilmen.

YakîNim:

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

“Ve lekad halaknel insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi: :Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)

Çağrım:

يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً

“Yâ eyyetuhen nefsul mutmainneh(mutmainnetu). İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten): :Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, dön Rabbine, sen Ondan raazî, O senden raazî olarak.” (Fecr 89/27-28)

Sekîn-et YaĞmurum:

هُوَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَّعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا

“Huvellezî enzeles sekînete fî kulûbil mu’minîne li yezdâdû îmânen mea îmânihim, ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu alîmen hakîmâ(hakîmen) :O, odur ki mü'minlerin kalblerine o sekîneti-güveni indirdi, iymanları üstüne iyman artırsınlar diye. Öyle ya Allah'ındır bütün o Göklerin ve Yerin orduları ve Allah, bir alîm, hakîm bulunuyor.” (Fetih 48/4)

“DuY”a BİL-sem “UY”a BİL-sem!

وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ…

“…Ve kâlû semi’nâ ve ata’nâ gufrâneke rabbenâ ve ileykel masîr(masîru):.. ve «İşittik, itaat ettik ey Rabbimiz ! mağfiretini dileriz, varışımız ancak Sanadır» derler.” (Bakara 2/285)




Re: İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek... (Puan: 1)
Gönderen: gullale Tarih: 28.02.2010 Saat: 21:44
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)


Değerli yazılarınızla, ilminizle yılmadan bizleri Muhammedî seviyeye taşıma azminiz ve hizmetiniz için minnettarım.
Resim
Kullanıcı avatarı
sev-guzel
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 609
Kayıt: 15 Mar 2008, 02:00

Re: 2010 şubat H.A; İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek

Mesaj gönderen sev-guzel »

Re: İKİ UCu BİR ARAya getirmek-SEViyelemek... (Puan: 1)
Gönderen: kulihvani Tarih: 28.02.2010 Saat: 11:13
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)

الرَّحِيمِ

Bismillâhi'r- Rahmâni'r- Rahîm
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
(Fâtiha 1/1)

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“El hamdu lillâhi rabbil âlemîn (âlemîne): Hamd Alemlerin Rabbi'nedir.” (Fâtiha 1/2)

ZEVK 4044

Vücûd–Şühûd-Sücûd-Uhûd!. MekAN-ZamAN “AN” da ŞeAN!
“Nur-u NuN” un “KeF” KeMâLi, Nur-U MiM’de CeM’dir OL-AN
“OLsun! - OLmasın!” dır AKIL!. İKİ, ŞEY-t-AN lıkta KALAN!
ALIN YAZın – Parmak İZin!. Melek – ŞaytAN – İnsAN - Kur’ÂN!..

28.02.10 00:53

Vücûd – Şühûd - Sücûd-Uhûd!.:

Doksanı devirdi Anam elif demesin bilmez garibim:
“Doğduğunda el kadardın, karakışla zemheri arasında doğdun!” dedi.
Nereden gelmiştim bu cANlar Cenği CihAN-ına Ben?
Bebek-mişim, Çucuk-tum, Deli-kanlı da oldum!
BaBa diyenlerin BeBeleri “DeDe!” dedi..
ŞaŞtım Kaldım Şu “A-N “ da kendi ZEVK ime!..
KaLBimin DE-diğini Kulağım DUY-UYuyormu ki?

Vücûd – Şühûd – Sücûd - Uhûd!
Tersten mi işlemişdi bu AN-a göre!
Ne idi Bizden ALınan Uhûd-Ahidler ki!
Ve Biz Neye Şühûd-Şâhidler idik!

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ

“Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne): :Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: "BELÂ-Evet (Rabbimizsin), ŞAHİD olduk" demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir.” (A'râf 7/172)

Ne zamAN Vücûd Giydim-Giydik a cANlar?
Neden Bize Sücûd-Secdeler edilmesi istendi ki?
Ve Nerden çıktı şu başımızın “Belâ” sı İblis?


http://www.muhammedinur.com/modules.php ... 0569#50569
Resim
Cevapla

“ŞUBAT” sayfasına dön