Aziz Kardeşlerimiz,
Şeyhimizle alâkalı bildiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz ifrat ve tefrite düşmeden, bu tarikatı âliyyenin şanına yakışmayan hiçbir kelimeyi kullanmamaya çalışıyoruz.
Zira, emelimiz gayemiz halkı davet ve teşvik değil. Bizim tezimiz sâdâtlardan almış olduğumuzu uygulamaktır.
Davet ve tezgâhtarlık gibi haller yoktur. Asla ve kat'a reklâmcılık yoktur.
Ancak ve ancak taleb vaki olduğunda da mahrum etmemektir. Mesele buradadır zaten.
Zira, içtenlikle, samimi bir şekilde kendi arzu ve isteğiyle olması lâzımdır.
Eğer, Mübareklerin bir himmetleri varsa, zaten istese de, istemese de er veya geç kendisi muhakkak bir talebte bulunur.
Fakat, emri vâkilerle bizim hiçbir işimiz ve işlemimiz yoktur.
Emrivâkiyi hiç bir şekilde kendim dahi tasvib etmiyorum, emrivaki hoş bir şey değildir.
İçtenlikle olacak ki yani sadakatla, ciddiyetle, aşkla ve şevkle, bu şekilde olursa, bu çok hoş ve güzel bir şey olur.
Bir kimsenin bu şekilde yola girmesi, onun azmi karşısında Rabbimiz onu mükâfatlandırır.
Hiç bir dünyalık ve dünya ile alâkalı enva-i türlü menfaat beklentisinden, bu yol tamamen münezzehtir.
Ancak ve ancak halisane lillah teâlâ için olursa, bu şekilde bağlılık, bu şekilde muhabbet olursa, o zaman yararı olur. Bundan gayrisi er veya geç değişir.
Onun için Şeyhimizle alâkalı anlattığımız hususlarda adeta bir tercüme hali vardır.
Geçirdiği devreleri, Mübârek'in bazı faresetlerini, bazı kıymet ve değerlerini müsbet olarak anlatıyoruz.
Bunu anlatmamızın sebebi, kendisine bağlı olan kardeşlerimizin mensub oldukları zatın ne derecede olduğunu anlamak ve herhangi bir istifham varsa aklında, bunu izale içindir.
Zaten inanarak, kabullenerek bağlandılarsa, bu gibi şeyleri duysalar da, duymasalar da farketmez.
Amma, bağlı olduğu zât hakkında, acaba bağlı olduğumuz şahsiyetler nasıldır diye bir düşünce varsa ve öğrenmek istiyorlarsa diye buna teşebbüs ettik.
Bu gibi hususlarda da onları haklı görüyoruz.
Mensub oldukları zâtın tercüme halini öğrenmek isterler, bilmek de haklarıdır.
Allahü Zülcelâl, hayırlı olanı, Rabbimizin rızası ne ise söylemeyi nasib ve müyesser eylesin, Âmin...
Aziz Kardeşlerim,
Şeyhimizin öteden beri kendisini gizli tuttuğunu, herhangi bir şekilde meth ve sena olunacak hallerden çekindiğini, adının dilden dile dolaşmasından sakındığını anlatmıştık.
Böyle olmasının sebebi, sırları tutmak ve sırları saklamak, esasen sırların devamına sebeb ve vesile olmasındandır.
Tabi bu da istidad ve kabiliyete bağlıdır.
Ebul Hasan Şazeli Hz.lerinin: Sabır yönünden en şiddetlisi sırra tâhâmmül ve o sırrı saklayabilmektir. buyurduğu budur.
Bu gibi sırlar karşısında tâhâmmül gücü ne nisbette ise, o derecede sırlar verilir ve dereceleri artar ve böylece devam eder.
Hülâsa, şimdiye kadar anlattığımız, bazen kendisinin buyurduğu veya bizim gördüğümüz ve duyduğumuz hususlardı.
Fakat, biraz da başka Şeyhlerin, Şeyhimiz üzerine gördükleri halleri, hâdiseleri ve müşahedeleri dile getireceğiz, inşeallah.
Kardeşlerimiz, Şeyhimiz çok eskiden beri Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerine gider gelirdi.
Tabi daha henüz bizim fark edemediğimiz devrelerde idi, bu gidip gelmesi.
Çünkü, o zaman daha kendisinin nerede olduğu belli değildi.
Ne zaman ki Siirt'e geldi, o zaman artık irtibat kurduk ve Pirimize gider, gelirdi.
İki seferinde de beraber birer kişi götürdü. Biri Sûfî Ali, biri de Hacı Bilâl.
Hacı Bilâl'i biliyorsunuz -ki daha önce- anlatmıştık, Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri dünya ve ahiret kardeşliğine kabul etti ve Şeyhimizin hoşnutluğu için bu şekilde taltifte bulundu.
İşte, bu gidip geldiği devrelerde, yine yalnız olarak Muhammed Ali Hüsameddin'in ziyaretine gitti.
Fakat, gittiğinde kendisinden evvel Seyyid Kadri ve bağlıları hânikâh'da bulunuyorlar.
Zira, Seyyid Kadri bizim Şeyhimiz ilk gittiği zamanlarda, Şeyh Said'i meczub vardı, o zaman o vardı. Sonradan Seyyid Kadri de iltihak etti. Ve o da gidip gelmeye başladı.
Onun için bazen orada karşılaşır ve karşı karşıya gelirlerdi.
Seyyid Kadri beraberindekiler hânikâh'da bulundukları bir devrede Şeyhimiz oraya varıyor.
Ancak şu meseleyi iyi anlamamız gerekir ki, hânikâ'nın üstü toprak.
Oranın nizâmnâmesi şudur:
Oraya giden kimseye bazı işler verilip yapması istenilir.
Hatta liste halinde isimler yazılır.
Adaletli bir şekilde bu işlem yapılır.
Ancak, oraya yeni giden bir kimse için kayıtsız şartsız vazife onundur.
Esasen bu bir nefis denetlemesidir.
Anlaşılan bu.
Zira, Şeyhül Hazin zamanında yine böyle bir âlim, bir molla gelmiş, seyrü sülük yapmaya.
Bunun gayesi bir halifelik, bir ünvân almak.
Eline süpürge tutuşturuluyor. Burayı süpür dendiği zamanda, süpürgeyi attığı gibi oradan gidiyor.
Onun için bu hânikâhda bu prensip, Allahü Zülcelâl bilir, bu sebepledir. Yani, nefis denetlemesidir.
Oraya giden bir kimse hoca olsun, âlim olsun, molla olsun, şeyh olsun, ne olursa olsun; kayıtsız şartsız vazife onundur.
Bunu yapacak, hem sulayacak, hem taş yuvarlayacak.
Mübarek Şeyhimiz tesadüfen onlardan sonra gitmiş, onlar vazifelerini yapmışlar, iş Şeyhimize kalmış.
Çünkü, yalnız gittiğinden başkası yok, tek başına yapacak o işi.
Oradakiler derler ki bir acayiblik duyarak.
Eh yumuşak Şeyh gelmiş, bakalım hele bu vazifeyi nasıl yapacak? Hem sulama işi var, hem de taş yuvarlayacak.
Şeyhimize yumuşak Şeyh diye tabir ederlerdi.
Hakikaten tip olarak, konuşma olarak, yürüyüşü bakımından gayet mahfiyyet içindeydi.
Çok yumuşak bir görüntüsü vardı, şefkat ve merhamet dolu idi.
Rauf ve Şefuk, atuf bir hali vardı, nitekim, Meşrebi Sıddıkiye diye bazen söylediğimiz bu sebebledir.
Cenabı Rasulullah'ın Hz. Sıddık hakkında buyurduğu gibi: Kim ki yürüyen cenazeyi görmek isterse, Ebu Bekiri Sıddık'a baksın.
Demek ki Ebu Bekiri Sıddık'ın da hali ve yürüyüşü bu şekilde idi.
Aynı zamanda şefkat ve ra'fet dolu idi.
İşte Şeyhimizin de bu hal ve görüntüsü olduğundan, onlar da diyorlar ki, bakalım hele ne yapacak, bir görelim seyredelim derler.
Evet, Rabbimiz Celle Celâlühü her şeye kadirdir.
Şeyhimizin bu mahfiyet ve teslimiyet yönü olunca Rabbimiz o gece yağmur yağdırır ve yağmur yağınca sulama işi biter.
Onlar da kendi kendilerine diyorlar ki:
Mâşaallah yumuşak Şeyhin şansı işledi. Yağmur yağdığından sulama işinden kurtuldu. Şimdi de taş yuvarlama işi kaldı, tabi bu daha mühim.
Çünkü, kendisinde taşı alıp, koşup yuvarlayacak görüntü yok.
Mübarek Şeyhimiz sabah kalktığında tabi ordaki işin ne olduğunu biliyor.
Kalkmış ve hânikâhın damına çıkmış ve taşı yuvarlamaya başlamış, taşın yuvarlanışı ve gidişi bir acayibliktir.
Fakat, altında bulunan kimseler, bu zâtın, taşı bu şekilde yuvarlayacağını hiç de tahmin etmiyorlar.
Çünkü böylesine yuvarlayabileceğine imkân yok diyorlar.
Bu nasıl şey diye hafsalalarına sığmadığını söylüyorlar ve herkes hayretler içerisinde kalıyor.
O zaman dışarı çıkarlar ve içlerinden biri hânikâhın üstüne çıkar ve bakar, ama gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalır.
Nasıl şaşırmasın ki, Şeyhimiz damın bir köşesinde oturmuş, taş sanki bir komuta altında, bir emir altında bir baştan öbür başa gidiyor ve geliyor.
O zaman Seyyid Kadri dama çıkar, bu durumu kendisi seyreder.
Bu olay Seyyid Kadri'nin bizzat kendisinin gördüğü ve anlattığı bir olaydır.
Ben buna şahidim, bu bir.
Bir de Mübarek Şeyhimiz buyurdu ki:
Hânikâh'da bir havuz vardı, sel o havuzu basmıştı.
Bir gün Pirimiz ve müridanlarla beraber bu havuzu temizlemeye azmettik.
Havuzun olduğu yere gidildi, temizlemeye başlandı.
Pirimiz de öyle bir teşvik ediyor ki: Bu havuzu bitirip suyu doldurduğumuzda kim bu havuzda yıkanırsa, onun cennetlik olacağını umarım.
Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile bu kelimeyi kullandıktan sonra millet daha fazla şevke geliyor. Ve böylece havuzu temizlediler, amma havuzu temizlerken Mübarek Pirimiz de böyle konuşunca ben de coştum, ben de çalışmayı arzuladım ve onlarla beraber çalışmak için ellerimi sıvazladım.
Çalışmaya giriş yapacağım an Mübarek Pirimiz: Alaaddin sen yapma, sen burada, benim yanımda dur. dedi.
Alaaddin'e yaptırmadı ve çalışmaya bırakmadı, onu yanında tuttu. Ve temizlik bitince su doldurdular ve müridanlar havuza girip çıkmaya başladılar.
Benim de o zaman fikrime şu geldi. Mübârek'in bundaki gayesi havuza girmek çıkmak değil, bundaki gaye Mübârek'in kendisinin görüntüsüdür.
Çünkü bu vesileyle kalb kalbe karşı geliyor. Ve bu kalb kalbe karşı gelme muvacehe sebebiyle Allahü Zülcelâl mutlaka bu hayrat ve berekât sayesinde cennetlik olmalarını kabullenmiş.
Çünkü, Mübarek sever ve kabullenirse olmayacak bir şey yoktur.
Zira onun sevdiği ve kabullendiği kimse Allahü Zülcelâl'ın ve Rasulü'nün de kabulüdür.
Zira dedesi Şeyh Osman da:
![Resim](https://www.muhammedinur.com/photos/galleries/mesajresimleri/muhmmdsiddikres216.jpg)
Yani Ali'yi görenlere müjdeler olsun, ne mutlu Ali'yi görenlere diye buyurmuş.
Mübarek Şeyhimiz bunun üzerine ben bunu bu şekilde te'vil ettim diyor ve ben sadece Mübârek'in cemalini seyrettim ve bu şekilde Mübârek'in yanında bulunuşum, bir muvacehe yönünden daha fazla haz duydum ve kendisine daha fazla yöneldim. O müridânlar ne zaman ki havuzdan çıktılarsa ben de o zaman bu Mübârek'in dediğine nail olayım diye havuza girdim, diyor.
Hülâsa, dikkat edilecek olursa burada iki önemli husus var.
Birincisi: ne sulama veya taşı yuvarlamaya,
İkincisi: ne de havuz temizlemeye müsaade etmeyerek onu yanında tutması ve çalıştırmaması.
Daha önce anlattığımızdan da hatırlayacaksınız ki, Şeyh Osman, Şeyhül Hazin Hz. lerini hiç çalıştırmamıştır.
Şeyhül Hazin çalışmak istediğinde, Şeyh Muhammed, sen bu dünyaya bu iş için gelmedin, sen bu gibi işlerde çalışmak için yaratılmadın diyerek onu çalıştırmazdı.
Mübarek Ali Hüsameddin, Şeyhul Hazinin oğlu Şeyhimiz için de aynı işlemi yapmıştır.
Bu gibi işlerde hiç çalıştırmamıştır.
Hânikâ'daki iş durumunda o harika hallerine Seyyid Kadri bizzat şahittir.
İkinci meseleye gelince: Yine hânikâ ile alâkalı, orada bir hatmi hâcegân yapılır, bir de teveccüh yapılırdı.
Kimisi nazım halinde Sâdâtların isimlerini anar, kimisi başka türlü yapar bunu. Ve buna da hatmi hâcegân yaptık derler.
Fakat, hatmi hâcegân yapacak şahsiyetler yani Evliyanın ruhaniyetleri ile irtibat kurup da bu irtibattan haz duymaları lâzım.
Bu irtibatı kuracak şahsiyetler de, o ruhanilere yakın, ehil, pâk, lokması helâl, dünya mülevvesâtından âri, temiz olan kimseler olursa o ruhaniyyetlerde onları severler ve andıkları zaman o ruhaniyyetler de, teşrif ederler.
Amma bu hatmi hâcegân'ı yapacak kimseler dünya mülevvesâtı ile kirlenmiş, yediği lokması da helâl mi haram mı olduğu şüpheli olan ve dünya işleri ile tamamen meşgul olan kimseler olursa, o ruhaniyyetten istimdad talep ettiklerinde gelmek şöyle dursun daha da uzaklaşır ve tiksinirler.
Bir misâl vermek gerekirse, Hz. Musa (Ale Nebiyyine ve Aleyhissalatü vesselam) zamanında Cenabı Hak bir gün Musa Aleyhisselam'a: Ya Musa, söyle o zalimlere ki, beni anmasınlar. Çünkü, onlar beni andıkları zaman ben de onları lanetle anarım buyuruyor.