ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
156- El MÜDEBBİR celle celâluhu.:
MÜDEBBİR .: İlahî Takdirine muvafık/denk olarak, Kullarının Kader Tedbirlerinde; işlerini, sonucu güzel olacak şekilde evirip çeviren, idâre eden hikmetle yardımcı olan olan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
Müdebbir.: Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören. İlmi ile her şeyin âkibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan ALLAH celle celâlihu..
Müdebbir-i Hakîm.: Hikmetle tedbir eden. Her işini çok hikmet ve tedbirle yapan. Cenâb-ı HAKk celle celâlihu..
Müdebber.: (Dübur. dan) Düşünce ile hareket edilmiş..
Tedebbür.: Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. Arkasını dönmek..
Tedbir.: Bir şeyi te'min edecek veya def' edecek yol. Cenâb-ı HAKk'ın Hakîm ismine uygun hareket, riâyet. Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık..
Dübur.: (Dübür) Kıç, mak'ad, süfre. Bir işin nihâyeti, sonu. Bir şeyin arkası, gerisi..
Arka, son gibi anlamlara gelen "dübür" kökünden türemiş bir isim olan
Müdebbir; işleri, sonucu güzel olacak şekilde evirip çeviren, idâre eden anlamına gelir. Kulların takdire muvafık olan tedbirlerinde yardımcı demektir.
Kur'ÂN-ı Kerîmde; “Müdebbir” İsmi dört âyette fiil sîgasında ALLAH celle celâlihu’ya nisbet edilmiştir..
إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُدَبِّرُ الأَمْرَ مَا مِن شَفِيعٍ إِلاَّ مِن بَعْدِ إِذْنِهِ ذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ
---“İnne RABBekumullâhullezî halaka’s- semâvâti ve’l- arda fî sitteti eyyâmin summestevâ ale’l- arşi yuDEBBİRu’l- emr (emre), mâ min şefîin illâ min ba'di iznih (iznihî), zâlikumullâhu RABBukum fa'budûh (fa'budûhu), e fe lâ tezekkerûn (tezekkerûne).: Muhakkak ki sizin RABBiniz ALLAH, semâları ve yeryüzünü 6 günde yaratandır. Sonra arşa istivâ etti. İşleri düzenler ve O'nun izni olmadıktan sonra (olmadıkça) bir şefaatçi yoktur. İşte bu ALLAH, sizin RABBinizdir. Artık O'na kul olun. Hâlâ tezekkür etmez misiniz?”(Yûnus 10/3)
قُلْ مَن يَرْزُقُكُم مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ أَمَّن يَمْلِكُ السَّمْعَ والأَبْصَارَ وَمَن يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيَّتَ مِنَ الْحَيِّ وَمَن يُدَبِّرُ الأَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّهُ فَقُلْ أَفَلاَ تَتَّقُونَ
---“Kul men yerzukukum mine’s- semâi ve’l- ardı emmen yemliku’s- sem'a ve’l- ebsâre ve men yuhricu’l- hayye mine’l- meyyiti ve yuhricu’l- meyyite mine’l- hayyi ve men yuDEBBİRu’l- emr (emre), fe se yekûlûnâllâh (yekûlûnâllâhu), fe kul e fe lâ tettekûn (tettekûne).: De ki: “Semâdan ve arzdan sizi kim rızıklandırıyor? Veya işitmenin (işitme duyusunun) ve görmenin (görme hassasının) meliki (sahibi) kimdir? Ve canlıyı (diriyi) cansızdan (ölüden) çıkaran ve cansızı (ölüyü) canlıdan (diriden) çıkaran kimdir? Ve işi (yaratıp, yöneten) düzenleyip idâre eden kimdir?” O zaman.: “ALLAH” diyecekler. Öyleyse: “Hâlâ takva sahibi olmayacak mısınız?” de.” (Yûnus 10/31)
اللّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لأَجَلٍ مُّسَمًّى يُدَبِّرُ الأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُم بِلِقَاء رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ
---“ALLÂHullezî refea’s- semavâti bi gayri amedin terevnehâ summestevâ ale’l- arşı ve sehhare’ş- şemse ve’l- kamer (kamere), kullun yecrî li ecelin musemmâ (musemmen), yuDEBBİRu’l- emre yufassılu’l- âyâti leallekum bi likâi RABBikum tûkınûn (tûkınûne).: Görmekte olduğunuz semâları (gök katlarını) direksiz olarak yükselten ALLAH'tır. Sonra arşa istivâ etti. Ve Güneş'i ve Ay'ı emri altına aldı. Hepsi belirlenmiş bir süreye kadar akıp gider. İşleri düzenleyip idâre eder. Âyetleri ayrı ayrı açıklar ki; böylece RABBinize mülâki olmaya (ölmeden evvel ruhunuzu ALLAH'a ulaştırmaya) yakîn hasıl edersiniz.”(Ra’d 13/2)
يُدَبِّرُ الْأَمْرَ مِنَ السَّمَاء إِلَى الْأَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ أَلْفَ سَنَةٍ مِّمَّا تَعُدُّونَ
---“YuDEBBİRu’l- emre mine’s- semâi ile’l- ardı summe ya’rucu ileyhi fî yevmin kâne mıkdâruhu elfe senetin mimmâ teuddûn (teuddûne).: Gökten arza kadar emri (ALLAH'tan gelen ve ALLAH'a dönen herşeyi) tedbir eder (düzenler-işi bir düzen içinde evirip çevir). Sonra bir günde O'na yükselir ki, (o bir günün) süresi, sizin (dünya ölçülerine göre) saymanızla 1000 senedir.”(Secde 10/5)
فَالْمُدَبِّرَاتِ أَمْرًا
---“Fel MUDEBBİRâti emrâ(emren).: Ve de emirle (işleri) tedbir edenlere (emri yerine getirip idare edenlere/işi bir düzen içinde evirip çevirenlere) (andolsun).”(Nâzi’ât 79/5)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem Hadis-i Şerîflerinde, “Müdebbir” İsmi özellikle "tedbirli olmak" olarak çokça geçmektedir..
Tedbir.: Düşünmek, işin sonunu düşünerek gereği gibi davranmak, iyi yönetmektir.
وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوَاْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
---“Ve enfikû fî sebîlillâhi ve lâ tulkû bi eydîkum ilet tehluketi, ve ahsinû, innallâhe yuhıbbul muhsinîn(muhsinîne).: Ve (mallarınızı) Allah yolunda infâk edin (başkalarına verin)! Ve de kendi elinizle (kendinizi) tehlikeye atmayın! Ve ahsen olun! Muhakkak ki Allah, muhsinleri sever.”(Bakara 2/195)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ خُذُواْ حِذْرَكُمْ فَانفِرُواْ ثُبَاتٍ أَوِ انفِرُواْ جَمِيعًا
---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû huzû hızrakum fenfirû subâtin evinfirû cemîâ(cemîan).: Ey imân edenler! İhtiyat tedbirinizi alın da fırka fırka halinde çıkınız, veya hep birden seferber olunuz.” (Nisâ 4/71)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Tedbir Gibi Akıllılık Yoktur, Günahlardan Sakınmak Gibi Takvâ Yoktur, Güzel Ahlâk Gibi Asâlet Yoktur.” buyurmuştur. (İbn-i Mâce)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Tedbir almakta âcizlik gösterme! Tedbire rağmen bir işe gücün yetmezse.: “Hasbiyallahü ve ni’mel vekil” de!” buyurmuştur. (Buhârî)
---Enes b. Mâlik’ten rivâyet edildiğine göre bir sahâbî Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e.: “Devemi bağlayıp mı yoksa, bağlamadan mı bırakıp ALLAH’a tevekkül edeyim?.” diye sorduğunda,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Onu bağla sonra ALLAH’a emanet et…” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Kıyame”, 60). Konu ile ilgili şu hadis dikkat çekicidir:
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Evin damında korkulukla tedbir almadan uyuyandan ALLAH’ın koruması kalkmıştır.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 104)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir yerde salgın hastalık olduğunu duyduğunuzda oraya girmeyin, orada buluyorsanız kaçarak oradan çıkmayın!.” buyurmuştur. (Buhârî, “Tıb”, 30; Müslim, “Selâm”, 98)
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
157- El MUFASSIL celle celâluhu.:
MUFASSIL .: İlahî Hükümlerini kullarına Kur'ÂN-ı Kerîmiyle BİLdiren, Kulluk İmtihÂNında yapılması gerekenleri âyet âyet tafsilâtlı, izâhlı, geniş mâlumatlı ve örnekleriyle anlatan
ALLAHu zü’L-CeLÂL..
Fasl.: (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal. Hak söz. Hak ile Bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza. Buna "Faysal" da denir.. Halletmek. Ayrılma. Çözme. Bölüm. Mevsim. Aynı makamda çalınan şarkı. Çocuğu memeden kesmek. Birini zemmetmek. Gıybet..
Tafsil.: Etraflı olarak bildirmek. Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek..
Tafsilât.: (Tafsil. c.) Açıklamalar, izâhlar..
Tafsilen.: Mufassal.: Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış..
Mufassal.: Arapça “tafsіl.: açıklamak, bölümlere ayırmak”tan, ayrıntılara girilerek geniş biçimde anlatılan, ayrıntılı, tafsîlatlı, izahlı..
Mufassıl.: Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden..
Mufassal kelimesi Türkçe'de "ayrıntılı" anlamına gelir.
Aralarında bir yarık oluncaya kadar iki şeyden birini diğerinden ayırt etmek, temyiz etmek mânâsına gelen “fasl” kökünden türemiş olan “Mufassıl” ismi ise bir şeyi kısımlara ayıran, ayrıntılı bir şekilde anlatan, bir şeyi net hale getiren mânâlarına
gelmektedir
“Mufassıl” ismi mâzi, muzarî ve meçhul sigasıyla on yedi âyette yer almakta ve bir âyette “Müdebbir” ismiyle zikredilmektedir. Aynı kökten türeyen “fâsıl” ismi ise bir âyette yer almaktadır..
قُلْ إِنِّي عَلَى بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَكَذَّبْتُم بِهِ مَا عِندِي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهِ إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ يَقُصُّ الْحَقَّ وَهُوَ خَيْرُ الْفَاصِلِينَ
---“Kul innî alâ beyyinetin min RABBî, ve kezzebtum bih (bihî), mâ indî mâ testa’cilûne bih (bihî), inil hukmu illâ lillâh (lillâhi), yakussu’l- hakka ve huve hayru’l- FÂSILîn (fâsılîne).: De ki: “Muhakkak ki ben, RABBimden bir beyyine (delil) üzerindeyim, ve siz onu yalanladınız. Acele ettiğiniz şey benim yanımda değil. Hüküm ancak ALLAH'ındır. O, hakkı anlatır. Ve O (hakkı bâtıldan), fasıl fasıl ayıranların en HayırLısıdır.”(En’âm 6/57)
قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللّهِ الَّتِيَ أَخْرَجَ لِعِبَادِهِ وَالْطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ قُلْ هِي لِلَّذِينَ آمَنُواْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
---“Kul men harreme zînetallâhilletî ahrece li ibâdihî ve’-t tayyibâti mine’r- rızk (rızkı), kul hiye lillezîne âmenû fî’l- hayâti’d- dunyâ hâlisaten yevme’l- kıyâmeh (kıyâmeti), kezâlike nuFASSILu’l- âyâti li kavmin ya’lemûn (ya’lemûne).: De ki: “Kulları için çıkardığı ALLAH'ın ziynetini ve rızıktan temiz (helâl) olanını kim haram etti. O, dünya hayatında iman edenler içindir. Ve kıyâmet gününde de özellikle iman edenlere aittir.” Böylece bilen bir kavim için âyetleri ayrı ayrı açıklıyoruz.”(A’râf 7/32)
فَإِن تَابُواْ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَنُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
---“Fe in tâbû ve ekâmu’s- salâte ve âtu’z- zekâte fe ıhvânukum fî’d- dîn (dîni), ve nuFASSILu’l- âyâti li kavmin ya'lemûn (ya'lemûne).: Bundan sonra eğer onlar, (resûlün önünde ALLAH'a ulaşmayı dileyerek) tövbe ederlerse ve namazı ikâme ederlerse (kılarlarsa) ve zekâtı verirlerse artık (onlar), sizin dînde kardeşlerinizdir. Ve bilen bir kavim (topluluk) için âyetleri ayrı ayrı açıklıyoruz.”(Tevbe 9/11)
هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَاء وَالْقَمَرَ نُورًا وَقَدَّرَهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُواْ عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ مَا خَلَقَ اللّهُ ذَلِكَ إِلاَّ بِالْحَقِّ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
---“Huvellezî ceale’ş- şemse dıyâen ve’l- kamere nûren ve kadderehu menâzile li ta'lemû adede’s- sinîne ve’l- hisâb (hisâbe), mâ halakALLÂHu zâlike illâ bi’l- hakk (hakkı), yuFASSILu’l- âyâti li kavmin ya'lemûn (ya'lemûne).: Güneş'i bir ziyâ, Ay'ı (kameri) bir nûr kılan, O'dur. Ve senelerin adedini ve hesabını bilmeniz için ona menziller tâyin etti. ALLAH ne yarattı ise ancak böylece hak ile yarattı. Bilen bir kavim için âyetleri ayrı ayrı ayrıntılı açıklar.”(Yûnus 10/5)
اللّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لأَجَلٍ مُّسَمًّى يُدَبِّرُ الأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُم بِلِقَاء رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ
---“ALLÂHullezî refea’s- semavâti bi gayri amedin terevnehâ summestevâ ale’l- arşı ve sehhare’ş- şemse ve’l- kamer (kamere), kullun yecrî li ecelin musemmâ (musemmen), yudebbiru’l- emre yuFASSILu’l- âyâti leallekum bi likâi RABBikum tûkınûn (tûkınûne).: Görmekte olduğunuz semâları (gök katlarını) direksiz olarak yükselten ALLAH'tır. Sonra arşa istivâ etti. Ve Güneş'i ve Ay'ı emri altına aldı. Hepsi belirlenmiş bir süreye kadar akıp gider. İşleri düzenleyip idâre eder. Âyetleri ayrı ayrı açıklar ki; böylece RABBinize mülâki olmaya (ölmeden evvel ruhunuzu ALLAH'a ulaştırmaya) yakîn hasıl edersiniz.”(Ra’d 13/2)
ضَرَبَ لَكُم مَّثَلًا مِنْ أَنفُسِكُمْ هَل لَّكُم مِّن مَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُم مِّن شُرَكَاء فِي مَا رَزَقْنَاكُمْ فَأَنتُمْ فِيهِ سَوَاء تَخَافُونَهُمْ كَخِيفَتِكُمْ أَنفُسَكُمْ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
---“Darabe lekum meselen min enfusikum, hel lekum min mâ meleket eymânukum min şurekâe fî mâ rezaknâkum fe entum fîhi sevâun tehâfûnehum ke hîfetikum enfusekum, kezâlike NUFASSILu’l- âyâti li kavmin ya’kılûn (ya’kılûne).: (ALLAH), size kendi nefslerinizden örnek verdi. Sizi rızıklandırdığımız şeylerde, sizin sağ elinizin (altında bulunan) sâhib olduğunuz (kölelerinizden) ortaklarınız var mı ki (o putlar da ALLAH'a ortak olsun), böylece onlarla eşit olasınız, onları birbirinizi saydığınız gıbı sayasınız. Akıl eden bir kavim için âyetleri işte böyle ayrıntılı açıklıyoruz.”(Rûm 30/28)
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
158- El MÜKEVViN celle celâluhu.:
MÜKEVViN .: Her ÂN Yeniden YARAtma/Tekvîn Sıfatıyla MevCÛD kıldığı Kînât’ın MutLak Sâhibi Vâcibu’L- VüCÛD olan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
Sözlükte “var olmak, vukû’ bulmak, meydana gelmek” anlamındaki masdar kevn/kiyân kökünden türeyen tekvin.: “oluşturmak, meydana getirmek, yaratmak” demektir.
Zât-ı İlâhîyye’ye nisbet edildiğinde Ezelîyyet ifâde eder.: “Kâne’llahu alîmen.: ALLAH hakkıyla bilendir” (“bilen idi” değil); ALLAH’ın Sübûtî Sıfatlarından biri olarak yoktan var etmeyi anlatır..
(Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “kâne” md.; Lisânü’l-ʿArab, “kvn” md.; Kamus Tercümesi, III, 697)
Kevn.: Hudus. Varlık, var olmak. Vücûd, âlem, kâinat. Mevcûdiyet..
Tekvin.: Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak. İlm-i Kelâmda: Cenâb-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücûda getirmesi, icâd etmesidir..
Mükevven.: (kevn. den) Yapılmış. Tekvin edilmiş olan. Yaratılmış. Meydana getirilmiş olan. Yaratılan..
Mükevvin.: Yaratan, yapan. Tekvin eden ALLAH celle celâlihu..
Hudus.: Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücûda gelme.
Hudus.: Varlık, var olmak. Vücûd, âlem, kâinat. Mevcûdiyet..
TEKVİN SIFATI.:
Tekvîn, Arapça “kevn” kökünden “tef’il” babında türetilmiş bir kelimedir. Mazisi itibarıyla.: “OLmak, meydana gelmek; sonradan olmak.” gibi anlamlara gelse de, tef’il kalıbında kullanıldığında kelimenin anlamı “OLuşturma, meydana getirme, var etme ve yaratma” anlamı taşır..
Tekvîn Sıfatı, Ezelde ve Ebedde ALLAHu zü’L- CeLÂL’in ZÂTı’yla Kâim, ZÂTı’ndan ayrılmayan ve Bakî bir Sıfattır..
Tekvîn Sıfatı, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in ZÂTı ile Kâim, Ezelî ve O'nun hakkındâ Vâcib olan Subutî Sıfatlarındandır..
Subûtî sıfatlar.: Hayy- Alîm- Semi’- Basîr- Mürid- Kadîr- Mütekellim- Tekvin/Mükevvin..
Mükevvin.: Tekvin.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in yaratmasıdır. ALLAH celle celâlihu, gördüğümüz görmediğimiz her şeyi yaratandır. Yaratan sadece O‘dur. Ondan başka yaratan yoktur. Yaratmak ALLAHu zü’L- CeLÂL’e mahsustur. O’nun yaratmasına hiçbir şey engel değildir. Ayrıca O’nun için, göğü yaratmak ile bir sivri sineği yaratmak arasında hiçbir fark yoktur. ALLAH celle celâlihu, iradesi sonucu Kudretiyle Tekvin eder. Başka bir deyişle, dilediği bir şeyi yaratmaya gücü yeten Eşsiz Yaratıcımızdır..
ibdâ‘ =>herhangi bir yardımcı unsur olmaksızın icad etmek,
inşâ ve ihdâs =>icâd edip geliştirmek,
ca‘l =>yapmak, işlemek,
sun‘ =>sanatkârâne iş yapmak,
zer‘ =>yaratıp meydana çıkarmak..
fatr =>yarmak; ilkin yaratmak, yok olan bir şeye vücûd vermek kavramları ALLAHu zü’L- CeLÂL’e nisbet edilmektedir..
بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
---“Bedîu’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), ve izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn (yekûnu).: Gökleri ve yeri bedî olarak (örneksiz) yaratandır. Bir işi kadâ ettiği (olmasını istediği) zaman, o şeye sadece “OL!” der. O, hemen OLur.” (Bakara 2/117)
Mükevvin-Tekvin Sıfatı, yaratmakla ilgili şu Sıfatları kapsar;
Mucîd =>yoktan var eden,
Halik, Hallâk =>yaratan, her şeyi halkeden,
Bâri’ =>fiilen meydana getiren,
Mübdî’ =>varlıkları ilk defa yaratan ve her şeyi model ve örnek almadan hiçten ve yoktan halk eden,
Musavvir =>şekil ve özellik veren,
Bedî =>eşi, benzeri olmayan ve hayret verici güzellikte olan,
Câil =>yaratan, var eden, bir varlıktan başka bir varlık yapan,
Bâri’ =>fiilen meydana getiren,
Fâtır =>göklerin ve yerin yaratıcısı mânasında ALLAHu zü’L- CeLÂL’e nisbet edilmiştir.:
Tekvîn Sıfatı, Kur'ÂN-ı Kerîmde geçmediği gibi, drekt olarak Hadis-i Şerîflerde de geçmemektedir..
Yalnız bir Hadis-i Şerîfte “yetekevvenü” çekimiyle geçmektedir.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim BENi rüyâsında görürse, gerçekten beni görmüştür. Çünkü, Şeytân benim şeklime giremez=>lâ yetekevvenü.” buyurmuştur.
(Buharî, Tâbir, 10; Ahmed Hanbel, el Müsned, Beyrut, tsz III/55.)
Yaratılışın/Tekvînin insan anlayışına uygun düşen en kolay anlatımı, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in=>KÛN=>feyeKÛN!. buyruğudur..
ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Ezelî İlmi’nde saklı ve mâlum olan OLuş, zamanı geldiğinde =>KÛN!/OL!. Emriyle =>feyeKÛN!. Hemen OLur..
إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَن نَّقُولَ لَهُ كُن فَيَكُونُ
---“İnnemâ kavlunâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kûn fe yekûn (yekûnu).: Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur.” (Nahl 16/40)
إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
---“İnnemâ emruhu izâ erâde şey'en en yekûle lehu kûn fe yekûn.: Bir şey yaratmak istediği zaman O'nun yaptığı «Ol!» demekten ibârettir. Hemen oluverir.”
(Yâsîn 36/82)
Kur'ÂN-ı Kerîmimizde benzeri Âyet-i Celîlelerimiz.: En’âm 6/102; Ra’d 13/16; Hicr 15/28; Fâtır 35/3; Sa’d 38/71; Zümer 39/62; Gâfir 40/62..
Tekvîn Sıfatı, YARATmayla başlayan Sıfatları kapsayıcı ve sonUÇ noktasına erişilmesi mümkün olmayan, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in ZÂTı’yla kâim, müstakil bir Sıfattır.. Her ÂN ŞE’ÂNuLLAH’ta SÜNNETuLLAH üzere yeniden YARATış’ın mâhiyetini tek Şâhidi ALLAHu zü’L- CeLÂLdir.:
شَهِدَ اللّهُ أَنَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلاَئِكَةُ وَأُوْلُواْ الْعِلْمِ قَآئِمَاً بِالْقِسْطِ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
---“Şehidallâhu ennehû lâ ilâhe illâ huve, ve’l- melâiketu ve ulû’l- ilmi kâimen bi’l- kıst (kıstı), lâ ilâhe illâ huve’l- azîzu’l- hakîm (hakîmu).: ALLAH, şehâdet (şâhidlik) etti: Muhakkak ki O'ndan başka İLÂH yoktur. Melekler ve ilim sâhibleri de adaletle kâim oldular (şâhid oldular) ki, O'ndan başka İLÂH yoktur, (O) AZÎZ'dir, HAKÎM'dir.// ALLAH, kâinattaki dengeyi, düzeni, mahlûkatın rızkını, hayatın devamını adaletle sağlayan, Ebedî Âlemde adâletle mükâfatlandırıp cezâlandıran, HAK İLÂH’ın yalnızca kendisi olduğuna şehâdet etti. Melekler ve âdil, objektif düşünen ilim adamları, âlimler de şehâdet etti. Ondan başka ilâh yoktur. Kudretli, hikmet sahibi ve hükümrândır.” (Âl-i İmrân 3/18)
هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
---“Huvallâhu’l- hâliku’l- bâriû’l- musavviru lehu’l- esmâu’l- husnâ, yusebbihu lehu mâ fî’s- semâvâti ve’l- ard (ardı) ve huve’l- azîzu’l- hakîm (hakîmu).: O ALLAH ki; yaratan'dır, BÂRİ'dir (yokken var eden), MUSAVVİR'dir (şekil verendir), güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbih eder. Ve O; AZÎZ'dir (yücedir), HAKÎM'dir (hüküm ve hikmet sahibidir).// O, YARATAN, varlıkları ayırıcı özelliklerle düzenli, sağlıklı, âhenkli ve dengeli yaratmaya devam eden, mahlûkata dilediği, planladığı gibi, çehre, vücûd hatları ve şekil veren ALLAH’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki varlıkların ve imkânların tamamı onun koyduğu düzen içinde görevlerini yaparak O’nun şanını yüceltmektedir, O’nu zikretmektedir. O, hikmet sahibi, kudretli ve hükümrandır.” (Haşr 59/34)
قُلْ مَن رَّبُّ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ قُلِ اللّهُ قُلْ أَفَاتَّخَذْتُم مِّن دُونِهِ أَوْلِيَاء لاَ يَمْلِكُونَ لِأَنفُسِهِمْ نَفْعًا وَلاَ ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ أَمْ جَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء خَلَقُواْ كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلِ اللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
---“Kul men RABBu’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), kulillâh (kulillâhu), kul e fettehaztum min dûnihî evliyâe lâ yemlikûne li enfusihim nef’an ve lâ darrâ (darren), kul hel yestevi’l- a’mâ ve’l- basîru em hel testevî’z- zulumâtu ve’n- nûr (nûru), em cealû lillâhi şurekâe halakû ke halkıhî fe teşâbehe’l- halku aleyhim, kulillâhu hâliku kulli şey’in ve huve’l- vâhidu’l- kahhâr(kahhâru).: “Semâların ve yeryüzünün RABBi kimdir?” de. “ALLAH'tır” de. Artık ondan başka kendilerine bile fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz? “Gören ve görmeyen bir olur mu? Veya karanlıklar ile nûr bir olur mu?” de. Yoksa onlar, O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar kıldılar da, böylece bu yaratma onlara benzer mi göründü? De ki.: “ALLAH, herşeyin yaratıcısıdır.” Ve O, tek KAHHÂR (kahreden), herşeye gücü yeten, en kuvvetli olandır.// 'Göklerin ve yerin yaratıcısı, düzeninin hâkimi, RABBi kimdir?' de.”ALLAH’tır.” de. O halde.: “ALLAH’ı bırakıp, kulları durumundakilerden, kendilerine fayda sağlama, ya da, zarar verme gücüne sahip olmayan koruyucular mı edindiniz?” de. “Önünü görmeyen câhil, kâfir birisiyle, ilerisini gören mü’min bir olur mu hiç? Yahut inkâr karanlıklarıyla imân aydınlığı aynı olur mu?” de. Yoksa ALLAH’ın yarattığı gibi yaratan, ilâhlığında, otoritesinde, mülkünde, tasarruflarında ALLAH’a ortak putlar icad ettiler.” de, putların sanal yaratması onlar üzerinde ALLAH’ın gerçek yaratmasına benzer bir etki mi yaptı? “ALLAH, her şeyin yaratıcısıdır. O birdir. Karşı konulmaz bir güç sahibidir.” de.” (Ra’d 13/16)
مَا أَشْهَدتُّهُمْ خَلْقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَا خَلْقَ أَنفُسِهِمْ وَمَا كُنتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلِّينَ عَضُدًا
---“Mâ eşhedtuhum halka’s- semâvâti ve’l- ardı ve lâ halka enfusihim ve mâ kuntu muttehıze’l- mudıllîne adudâ (aduden).: Ben, onları (iblis ve zürriyyetini) semâların ve arzın yaratılışına ve onların (kendilerinin de) yaratılışına şâhid tutmadım. Ve Ben, dalâlette bırakanları yardımcı edinmedim.// “Ben onları, İblis ve soyunu, ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de bizzât kendilerinin yaratılışında bulundurdum, ne de onlardan düşüncelerini açıklamalarını istedim. Kâinatın planlamasında, yaratılışında ve aslî düzeninin sağlanmasında onlar benim ortaklarım da değildir. Ben, insanları başlarına buyruk hâle getirerek hak yoldan uzaklaştırıp, dalâleti, bozuk düzeni, helâki tercihlerine imkân sağlayanları yardımcı edinmiş değilim.” buyurdu.” (Kehf 18/51)
اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ
---“Allahu hâliku kulli şey’in ve huve alâ kulli şey’in vekîl (vekîlun).: ALLAH her şeyi yaratandır ve O, her şeye VEKÎLdir. (Her şey O’nun tasarrufunda ve muhafazasındadır).” (Zümer 39/62)
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
---“Ve lekad halakne’l- insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh (nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min habli’l- verîdi.: Ve andolsun ki insanı BİZ yarattık. Ve nefsinin ona ne vesveseler vereceğini biliriz. Ve BİZ, ona şah damarından daha yakınız/akrebiz..” (Kâf 50/16)
هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
---“Huvallâhu’l- hâliku’l- bâriû’l- musavviru lehu’l- esmâu’l- husnâ, yusebbihu lehu mâ fî’s- semâvâti ve’l- ard (ardı) ve huve’l- azîzu’l- hakîm (hakîmu).: O ALLAH ki; YARATAN'dır, BÂRİ'dir (yokken var eden), MUSAVVİR'dir (şekil verendir), güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbih eder. Ve O; AZÎZ'dir (yücedir), HAKÎM'dir (hüküm ve hikmet sahibidir).// O, yaratan, varlıkları ayırıcı özelliklerle düzenli, sağlıklı, âhenkli ve dengeli yaratmaya devam eden, mahlûkata dilediği, planladığı gibi, çehre, vücud hatları ve şekil veren ALLAH’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki varlıkların ve imkânların tamamı onun koyduğu düzen içinde görevlerini yaparak O’nun şanını yüceltmektedir, O’nu zikretmektedir. O, hikmet sâhibi, kudretli ve hükümrandır.” (Haşr 59/24)
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
159- El MUHSİN celle celâluhu.:
MUHSİN .: Yarattıklarına; İyilik eden, Bağışta bulunan, Minnet etmeden veren, İHSÂNda bulunan ve AHSEN/en iyi-en güzel-en doğru işler yapan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
İHSÂN kavramına “karşılık beklemeden başkalarına iyilik yapma ve ikramda bulunma” mânâsından hareketle bakıldığında ise,
İHSÂN-MUHSİN İsminin =>Zü’l-Celâl-i ve’l-İkrâm, el-Berr, el-Kerîm, er-Rezzâk, ve el-Vehhâb gibi Kur'ÂN-ı Kerîm’de zikredilen Esmâü’l-Hüsnâ’dan birçoğu ile anlam TÜMMLemesi-TAMMLaması vardır..
MUHSİN: Hüsn kökünden gelen ifâl babından ism-i fâildir, masdarı “İHSÂN”dır. Kelime olarak; iyi, güzel, sağlam, kaliteli yapmak, doğru ve yararlı işler yapmak gibi mânâlara gelir.
Yüce ALLAH’ın Sıfatı olarak el-MUHSİN; iyilik sâhibi, iyilik yapan, bağışta bulunan, İHSÂNı minnetsiz veren, güzelleştiren, yaptığı şeyleri iyi-güzel yapan, sağlam yapan, mahlukata İHSÂN-İkramda bulunan, sayısız ni’metler veren ve en iyi mükafatlandırandır..
“ﻣﺤﺴﻦ.:MUHSİN” sıfat ve İsim.. Arapça..
İHSÂN/güzel yapmak, iyilik etmek’ten=>MUHSİN.: İyilik eden, iyi ve güzel işler yapan, iyilikte bulunan, lütuf ve İHSÂN eden..
İHSÂN kelimesi =>Kur'ÂN-ı Kerîm'de 4 yer de tekil ve 34 yerde de çoğul olarak geçmektedir.
İHSÂN=>Kur'ÂN-ı Kerîmde ->İsim, Fiil, Sıfat ve Masdar şeklinde türevleriyle sıkça kullanılmıştır..
Kur'ÂN-ı Kerîm’de “İHSÂN” Kavramı.:
“حسن.: hüsün” ve türevleri Kur'ÂN-ı Kerîm’de 29’u Mekkî, 28’i Medenî olmak üzere 51 Sûrede 176 âyette 194 kez, İsim, Fiil, İsm-i Tafdil ya da İsm-i Fâil Kalıplarında geçmektedir.
37 âyette İHSÂN kelimesi =>sülâsî olan “حسن.: hasene” kalıbıyla ->2 âyette geçer.: Nisâ 4/69. ve Furkân 25/76..
“حسن.: hasen” kalıbında ise =>12 âyette geçmektedir.. Bu âyetler.: Âl-i İmrân 3/37; Enfâl 7/17; Hûd 11/3,88; Nahl 16/67,75; Kehf 18/2; Tahâa 20/86; Hac 22/58; Kasas 28/61; Fâtır 35/8; Feth 48/16..
Özellikle bu âyetlerde “حسن.: hasen” ifâdesinin Sıfat konumunda olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır..
El MUHSİN celle celâlihu =>İLMULLAH’a işâret eden =>Âlim-Alîm-Allâm-Habîr-Şehîd-Muhsî-Hakîm-MUHSİN-Hafîz-Hasîb İsimlerindendir..
MUHSİN =>İHSÂNda bulunan, iyilik yapan, iyilik sâhibi, bağışta bulunan ve minnet etmeden veren, İHSÂNda bulunan anlamındadır..
MUHSİN =>Bağışta bulunan ve minnet etmeden İHSÂN eden, iyilik yapan, bağışta bulunan, kerim, cömert. ALLAH'ı görür gibi O'na ibâdet eden anlamlarına gelir..
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in =>Kullarına ve bütün varlıklara İHSÂNı pek açıktır. Öyle ki, onları âdeta İHSÂNına, fazlına, cömertlik ve ni’metlere boğmuştur..
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in =>Kerem ve cömertlik sıfatları gereği insanı yoktan var ederek ona büyük İHSÂNda bulunmuştur.
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in =>İnsanı yarattıktan sonra ona, diğer varlıklardan daha güzel bir biçim, şekil ve uyumlu bir beden, açık ve etkileyici bir dil, her türlü çirkinlikten, organ eksikliğinden veya bir hastalığın etkisiyle oluşmuş kalıcı izlerden uzak sağlam bir bünye vermesi de birer İHSÂNıdır..
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in =>KuLunu, verdiği sonsuz Ni’met ve İHSÂNlarla mükemmelleştirmiş Küllî Şeyy’i emrine Mûsâhhar kılmış MevCÛDat arasında onu yüceltip onurlandırmıştır.
ALLAHu zü’L- CeLÂL =>bu İHSÂNını =>Kur'ÂN-ı Kerîm’de şöyle haber verir.:
الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
---“Ellezîne yunfikûne fî’s- serrâi ve’d- darrâi ve’l- kâzımîne’l- gayza ve’l- âfîne ani’n- nâs (nâsi), vALLÂHu yuhibbu’l- MUHSİNîn (MUHSİNîne).: Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (ALLAH için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve ALLAH, MUHSİNleri sever.// İlâhî Emirlere yapışanlar, bollukta da, darlıkta da, sevinçli zamanlarında ve kederli anlarda da, refah günlerinde ve ekonomik darboğazlardan geçerken de, ALLAH için, karşılık gözetmeden, gönüllü harcayanlardır, öfkelerini yutanlardır, insanları affedenlerdir. ALLAH iyiliği, iyi niyetleri, dinin, ahlâkın ve kamu vicdanının emirlerini, devamlı davranışlarına, ilişkilerine, görevlerine, hayatlarına yansıtan, samimiyetle ibâdet eden, aktif olarak iyiliğe, iyi uygulamaya, iyileştirmeye örnek olan, işlerinde mükemmellik, dürüstlük ve başarı için dikkat harcayan, hayırlı icraatlar, kalıcı hizmetler yapan müslüman idârecileri ve müslümanları sever.” (Âl-i İmrân 3/134)
خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ وَصَوَّرَكُمْ فَأَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ
---“Halaka’s- semâvâti ve’l- arda bi’l- hakkı ve savverekum fe AHSENe suverekum ve ileyhi’l- masîr (masîru).: Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Ve size sûret (şekil) verdi. Sonra sizin sûretlerinizi AHSEN yaptı. Ve varış (ulaşma), O'nadır (ulaşılacak makam, O'dur, O'nun ZÂT'ıdır).” (Tegâbün 64/3)
إِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا
---“İnnâ hedeynâhu’s- sebîle immâ şâkiren ve immâ kefûrâ (kefûren).: Muhakkak ki BİZ, onu (ALLAH'a ulaştıran) yola hidâyet ettik. Fakat o, ya (ALLAH'a ulaşmayı diler) şükreden olur, ya da (ALLAH'a ulaşmayı dilemez) küfreden olur./ Biz ona yolu, yöntemi gösterdik, doğru yolu aydınlatıcı bilgiler verdik. Ya şükreden mü’min bir kul olacak, ya nankör bir kul, azılı bir kâfir olacak.” (İnsân 76/3)
وَاللّهُ أَخْرَجَكُم مِّن بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ لاَ تَعْلَمُونَ شَيْئًا وَجَعَلَ لَكُمُ الْسَّمْعَ وَالأَبْصَارَ وَالأَفْئِدَةَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
---“Vallâhu ahrecekum min butûni ummehâtikum lâ ta’lemune şey’en ve ceale lekumu’s- sem’a ve’l- ebsâre ve’l- ef’idete leallekum teşkurûn (teşkurûne).: Ve ALLAH, sizi bir şey bilmiyor halde annelerinizin karnından çıkardı. Ve sizi, işitme hassası, görme hassası ve idrak etme hassası (gönül sâhibi) kıldı. Umulur ki; böylece şükredersiniz.” (Nahl 16/78)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Her ne kadar sen ALLAH'ı görmüyorsan da muhakkak ki ALLAH seni görüyor (olduğunu bildiğin halde) O‘na kulluk etmendir.” buyurdu.
(Sahihi müslim, iman, 1.)
Ey Oğul!. Sana nasîhatım şudur ki,
=> 4 Huy ile Huylan böylece MUHSİNler Zümresinden/kısmından OLursun.:
1-) Genişlikte/zenginlikte zekât, darlıkta sadaka ver.
2-) Gazâb/öfke zamânında gazâbını ve hırsını yen.
3-) Başkasının aybını görünce, onu açmayıp, kapatmaya çalış.
4-) Hizmetçiye, ehline/hanımına evlâd ve akrabâya İHSÂN ederek onları hoş tut!.
(İmâm-ı Gazâlî, Ey Oğul Risâlesi)
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
“ﻣﺤﺴﻦ.: MUHSİN” sıfat ve İsim.. Arapça..
İHSÂN/güzel yapmak, iyilik etmek’ten=>MUHSİN.: İyilik eden, iyi ve güzel işler yapan, iyilikte bulunan, Lütuf ve İHSÂN eden..
İHSÂN.. Sözlükte “güzel olmak” mânâsına gelen “HüSN” kökünden türetilmiş bir masdar olup genel olarak “başkasına iyilik etmek” ve “yaptığı işi güzel yapmak” şeklinde kısmen farklı iki anlamda kullanılmaktadır. İHSÂNda bulunan kişiye “MUHSİN” denir. Bir İnsÂNın gerçekleştirdiği işin İHSÂN seviyesine ulaşabilmesi için hem neyi nasıl yapması icâb ettiğini iyi bilmesi hem de bu bilgisini en güzel biçimde eyleme dönüştürmesi gerekir..
İmam Ali kerremâllahu vechehu.: “İnsanlar işlerini İHSÂNla yapmalarına göre değer kazanır” buyururken bunu kasdedmiştir..
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in yarattığı her şeyi İHSÂNla yarattığını bildiren şu âyette de İHSÂN kavramı bu anlamdadır.:
الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنسَانِ مِن طِينٍ
---“Ellezî AHSENe kulle şey’in halakahu ve bedee halka’l- insâni min tîn (tînin).: Ki O, herşeyin yaratılışını EN GÜZEL yapan ve İnsÂNı yaratmaya, ilk defa tînden (nemli topraktan) başlayandır.” (Secde 32/7)
Ahlâk Literatüründe İHSÂN genellikle =>“İyiliklerde farz olan asgari ölçünün ötesine geçip isteyerek ve severek daha fazlasını yapmak.” mânâsında kullanılır..
Râgıb el-İsfahânî’nin diğer İslâm Âlimlerince de paylaşılan düşüncesine göre İHSÂN ->ADALETin üstünde bir derecedir.:
ADALET =>Borcunu VERmek, ALacağını ALmaktır..
İHSÂN ise =>Üstüne düşenden daha fazlasını VERmek, ALması gerekenden daha azını ALmaktır.
Bundan dolayı;
ADALETi gözetmek =>Vâcib,
İHSÂNı gözetmek =>Mendûb ve Müstehâbdır..
(el-Müfredât, “hsn”, “ʿadl” md.leri; krş. Gazzâlî, II, 79).
Kur'ÂN-ı Kerîm’de İHSÂN kavramı hem ALLAHu zü’L-CeLÂL’e, hem de İnsÂNlara nisbet edilerek yetmişi aşkın âyette Masdar, Fiil ve İsim şeklinde geçmekte, bu âyetlerin bir kısmında.: “Başkasına iyilik etmek”, bir kısmında.: “Yaptığı işi güzel yapmak” mânâsında, çoğunda ise herhangi bir belirlemeye gidilmeden mutlak anlamda kullanılmıştır.. (bk. M. F. Abdülbâkî, el-Muʿcem, “hsn” md.).
Hadislerde de aynı kullanımlara geniş olarak rastlanmaktadır. (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “hsn” md.).
Her iki kaynakta İİHSÂN/AHSEN, ALLAHu zü’L-CeLÂL’e nisbet edildiğinde.:
الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنسَانِ مِن طِينٍ
---“Ellezî AHSENe kulle şey’in halakahu ve bedee halka’l- insâni min tîn (tînin).: Ki O, herşeyin yaratılışını en güzel yapan ve İnsÂNı yaratmaya, ilk defa tînden (nemli topraktan) başlayandır.” (Secde 32/7)
خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ وَصَوَّرَكُمْ فَأَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ
---“Halaka’s- semâvâti ve’l- arda bi’l- hakkı ve savverekum fe AHSENe suverekum ve ileyhi’l- masîr (masîru).: Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Ve size sûret (şekil) verdi. Sonra sizin sûretlerinizi AHSEN yaptı. Ve varış (ulaşma), O'nadır (ulaşılacak makam, O'dur, O'nun ZÂT'ıdır).” (Tegâbün 64/3)
EMRuLLAH =>ALLAHu zü’L-CeLÂL’in sana İHSÂN ettiği gibi sen de İHSÂNda bulun!.:
وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللَّهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ وَلَا تَنسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْأَرْضِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ
---“Vebtegı fîmâ âtâkellâhud dârel âhırete ve lâ tense nasîbekemine’d- dunyâ ve AHSİN kemâ AHSENALLÂHu ileyke ve lâ tebgı’l- fesâde fî’l- ard (ardı), innALLÂHe lâ yuhıbbu’l- mufsidîn (mufsidîne).: Ve ALLAH'ın sana verdiği şeylerin içinde bulunan Âhiret Yurdu’nu iste. Ve dünyâdan nâsibini (de) unutma. ALLAHû TeALÂ'nın sana İHSÂN ettiği gibi sen de İHSÂN et! (karşılıksız ver!). Ve yeryüzünde fesad isteme/çıkartma!. Muhakkak ki ALLAH, müfsidleri/fesad çıkaranları sevmez!.” (Kasas 28/77)
رَّسُولًا يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِ اللَّهِ مُبَيِّنَاتٍ لِّيُخْرِجَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَمَن يُؤْمِن بِاللَّهِ وَيَعْمَلْ صَالِحًا يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا قَدْ أَحْسَنَ اللَّهُ لَهُ رِزْقًا
---“Resûlen yetlû aleykum âyâtillâhi mubeyyinâtin li yuhricellezîne âmenû ve amilû’s- sâlihâti mine’z- zulumâti ile’n- nûr (nûri), ve men yû'min billâhi ve ya'me’l- sâlihan yudhilhu cennâtin tecrî min tahtihe’l- enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ (ebeden), kad AHSENALLÂHu lehu rızkâ (rızkan).: İman edip sâlih amellerde bulunanları karanlıklardan NûR’a çıkarması için ALLAH'ın apaçık âyetlerini size okuyan bir elçi de (gönderdik). Kim iman edip sâlih bir amelde bulunursa, (ALLAH) onu içinde süresiz kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. ALLAH, gerçekten ona ne GÜZEL bir rızk İHSÂN etmiştir.” (Talâk 65/11)
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in sonsuz İHSÂNı, LUTUFKÂRLığını, ve CÖMERTLiğini,
=>RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in RESÛLî BUYRUKLARında/Hadis-i ŞerîfLerinde çokça görürüz..
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHım! Yaratılışımı AHSEN/güzel yaptığın gibi ahlâkımı da AHSEN/güzel yap!.” buyurmuştur.
(Müsned, I, 403; VI, 68, 155)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bu DUÂsında olduğu gibi özellikle ALLAH için kullanıldığında bu iki anlam arasında kesin bir farktan söz edilemez. Çünkü ALLAHu zü’L-CeLÂL’in =>Fiillerinin Güzelliği ve Mükemmelliği aynı zamanda O’nun Lutufkârlığıdır..
“ALLAH’ın kuluna karşı cömertliği, hak ettiğinden fazlasını vermesi, işini rast getirmesi” anlamındaki İHSÂN, Kelâm Literatüründe çoğunlukla “LUTUF” kelimesiyle ifâde edilmiş ve AALLAHu zü’L-CeLÂL’in kimlere, ne şekilde lutufta bulunacağı, bu hususta İnsÂNlara farklı muamele edip etmeyeceği gibi meseleler daha çok Mu‘tezile ile Ehl-i Sünnet arasında tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmada Mu‘tezile ->ADALET ilkesini öne çıkarırken,
Ehl-i Sünnet ALLAHu zü’L-CeLÂL’in İRADEsini her türlü sınırlamaların ötesinde gören bir yol takip etmiştir.
Bu meselede Ehl-i Sünnet’in görüşlerini benimseyen Tasavvuf Ehli ise, konuyu asıl ALLAH-KUL Münasebetinin Ahlâkî Boyutu açısından ele almıştır.
Sûfîler =>Gerek evrende gerekse İnsÂNda gördükleri bütün güzellikleri, ni’metleri, hatta bütünüyle varlığı ->İLâhî VaRLığın ve GüzeLLiğin TeceLLîleri olarak kabul ettikleri için kişinin ontolojik bakımdan gerçek varlık olarak ALLAHu zü’L-CeLÂL’i tanıması gerektiği gibi Ahlâkî Yönden de yalnız O’na kul olması, her durumda Hakiki Ni’met/Nİ’Met-i UZMÂ ->İHSÂN ve Lutuf Sâhibi olarak sadece =>ALLAHu zü’L-CeLÂL’i TANIyıp/BİLip bütün RÛHuyla ->O’na yönelmesi ve O’nu sevmesi, diğer bütün şeyleri de O’ndan dolayı sevmesi gerektiğini düşünmüşlerdir..
İHSÂN Kavramı =>İNSÂNa nisbet edildiği ->Âyetler ve Hadislerde İki Bağlamda kullanılır. :
1-) İHSÂN =>“Yaptığını güzel yapmak” şeklinde özetlenen anlamına uygun olarak kulun ALLAHu zü’L-CeLÂL’e karşı hissettiği =>Derin Saygı, Bağlılık ve İtaat Ruhunu ve bu Ruh Halinin ürünü olan İyi Davranışları kapsar..:
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in “Cibrîl Hadisi” diye bilinen hadiste geçen.: “İHSÂN =>ALLAH’ı görür gibi ibâdet etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de, O seni görmektedir.” şeklindeki açıklaması.
(Buhârî, “Tefsîr”, 31/2, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1)
İHLÂS Terimiyle de ifâde edilen bu bağlamdaki İHSÂNın en güzel tanımı kabul edilmiş ve üzerinde önemle durulmuştur.
Fîrûzâbâdî =>İHSÂNı ->İmanın Özü, Rûhu ve Kemâli, dolayısıyla Kulluk Mertebelerinin en üstünü olduğunu belirtir.. (Beṣâʾiru zevi’t-temyîz, II, 465)
İHSÂNın bu kapsamı bilhassa TAKVÂ ile yakından ilgili görünmektedir.
Nitekim çeşitli âyetlerde bu iki kavram semantik bir bağlantı içinde zikredilmiştir.:
لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُواْ إِذَا مَا اتَّقَواْ وَّآمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَواْ وَّآمَنُواْ ثُمَّ اتَّقَواْ وَّأَحْسَنُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
---“Leyse alellezîne âmenû ve amilû’s- sâlihâti cunâhun fîmâ taimû izâ mettekav ve âmenû ve amilû’s- sâlihâti summettekav ve âmenû summettekav ve AHSENû vALLAHu yuhibbu’l- MUHSİNîn (muhsinîne).: İman edenler ve salih amellerde bulunanlar (ıslâh edici amel, nefs tezkiyesi yapanlar) üzerine, TAKVÂ (1. TAKVÂ) sâhibi olmadıkları zaman yediklerinden dolayı bir günah yoktur. İman edin ve sâlih ameller de bulunun! ve sonra da TAKVÂ sâhibi olun (2. TAKVÂya ulaşın)!. İman edin sonra da TAKVÂ sâhibi olun (3. TAKVÂya ulaşın) ve AHSEN olun!. ALLAH MUHSİNleri (ahsen olanları ->4. TAKVÂya ulaşanları) SEVer..” (Mâide 5/93)
Bu Âyet-i CeLîLe’de İHSÂN Erdeminin TAKVÂ Kapsamında ve onun en ileri derecesini ifâde etmek üzere kullanıldığı anlaşılmaktadır.. (krş. Şevkânî, II, 86-87).
قَالُواْ أَإِنَّكَ لَأَنتَ يُوسُفُ قَالَ أَنَاْ يُوسُفُ وَهَذَا أَخِي قَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَيْنَا إِنَّهُ مَن يَتَّقِ وَيِصْبِرْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
---“Kâlû e inneke le ente yûsuf (yûsufu), kâle ene yûsufu ve hâzâ ahî kad MENNALLÂHu aleynâ, innehu men yettekı ve yasbir fe innALLÂHe lâ yudî’u ecre’l- MUHSİNîn (muhsinîne).: “Gerçekten sen misin? Mutlaka sen Yûsuf'sun!” dediler. “Ben Yûsuf'um ve bu benim kardeşim. ALLAH bizi ni'metlendirdi (bize lütfetti). Çünkü kim TAKVÂ Sâhibi olur ve Sabrederse, o taktirde, muhakkak ki; ALLAH MUHSİNlerin ecrini zâyi etmez.” (Yûsuf 12/90)
Kur'ÂN-ı Kerîm'imizde İHSÂN-TAKVÂ İLİŞKİsi çoktur.:
وَإِنِ امْرَأَةٌ خَافَتْ مِن بَعْلِهَا نُشُوزًا أَوْ إِعْرَاضًا فَلاَ جُنَاْحَ عَلَيْهِمَا أَن يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًا وَالصُّلْحُ خَيْرٌ وَأُحْضِرَتِ الأَنفُسُ الشُّحَّ وَإِن تُحْسِنُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
---“Ve in imraetun hâfet min ba’lihâ nuşûzen ev ı’râdan fe lâ cunâha aleyhimâ en yuslıhâ beynehumâ sulhâ (sulhan). Ves sulhu hayr (hayrun). Ve uhdırati’-l enfusu’ş- şuhh (şuhha). Ve in tuhsinû ve tettekû fe innALLAHe kâne bi mâ ta’melûne HABÎRâ (habîran).: Ve şâyet bir kadın kocasının ilgisizliğinden veya ondan yüz çevirmesinden korkarsa, artık ikisinin arasında sulh (anlaşma) yapılarak ıslah edilmesinde (uzlaşmasında) onların ikisine de bir günah yoktur ve sulh (anlaşma) daha hayırlıdır. Nefsler cimriliğe (kıskançlığa ve hırsa) hazır kılınmıştır (meyilli yaratılmıştır). Ve eğer İHSÂNla davranır ve TAKVÂ Sâhibi olursanız, o taktirde, muhakkak ki ALLAH, yaptıklarınızdan HABERDÂR olandır.” (Nisâ 4/128)
إِنَّ اللّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَواْ وَّالَّذِينَ هُم مُّحْسِنُونَ
---“İnnALLAHe meallezînettekav vellezîne hum MUHSİNûn (muhsinûne).: Muhakkak ki ALLAH, TAKVÂ Sâhibleri ile beraberdir. Ve onlar, MUHSİNlerdir.// ALLAH Kendisine sığınıp, Emirlerine yapişârak, günahlardan arınıp, azâbtan korunanlarla, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgürlüklerine sâhib çıkarak şahsiyetli davrananlarla, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olanlarla, iyiliği, iyi niyetleri, dinin, ahlâkın ve kamu vicdanının emirlerini, devamlı davranışlarına, ilişkilerine, görevlerine, hayatlarına yansıtan, samimîyetle ibâdet eden, aktif olarak iyiliğe, iyi uygulamaya, iyileştirmeye örnek olan, işlerinde mükemmellik, dürüstlük ve başarı için dikkat harcayan, hayırlı icraatlar, kalıcı hizmetler yapan müslüman idârecilerle, askerî erkânla ve müslümanlarla beraberdir.” (Nahl 16/128)
لَن يَنَالَ اللَّهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَاؤُهَا وَلَكِن يَنَالُهُ التَّقْوَى مِنكُمْ كَذَلِكَ سَخَّرَهَا لَكُمْ لِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَبَشِّرِ الْمُحْسِنِينَ
---“Len yenÂLELLÂHe luhûmuhâ ve lâ dimâuhâ ve lâkin yenâluhu’t- TAKVÂ minkum, kezâlike sahharahâ lekum li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum, ve beşşiri’-l MUHSİNîn(muhsinîne).: Onun (kurbanların), etleri ve kanları asla ALLAH'a ulaşmaz. Fakat sizden O'na, TAKVÂ (ALLAH'a teslim olup sözünde durma) ulaşır. İşte böylece size, onu Mûsâhhar kıldı. Sizi hidâyete erdirdiği şey üzerine (hidâyete erdirmesi sebebiyle) ALLAH'ı tekbir etmeniz için. Ve MUHSİNleri müjdele!.” (Hac 22/37)
إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ
---“İnne’l- muttekîne fî cennâtin ve uyûnin.: Muhakkak ki TAKVÂ Sâhibleri, cennetlerde ve pınarlardadır.” (Zâriyât 51/15)
آخِذِينَ مَا آتَاهُمْ رَبُّهُمْ إِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذَلِكَ مُحْسِنِينَ
---“Âhizîne mâ âtâhum RABBuhum, innehum kânû kable zâlike MUHSİNîn (muhsinîne).: RABB'lerinin onlara verdiği şeyi alanlar; muhakkak ki onlar, bundan önce MUHSİN olanlardır.” (Zâriyât 51/16)
Ayrıca şu 2 Sûre-yi CeLîLe’de.:
وَتِلْكَ حُجَّتُنَا آتَيْنَاهَا إِبْرَاهِيمَ عَلَى قَوْمِهِ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَّن نَّشَاء إِنَّ رَبَّكَ حَكِيمٌ عَلِيمٌ
---“Ve tilke huccetunâ âteynâhâ ibrâhîme alâ kavmih (kavmihî), nerfeu derecâtin men neşâ’ (neşâu), inne RABbeke HAKÎMun ALÎM (alîmun).: Ve işte bunlar, İbrâhîm'e, kavmine karşı verdiğimiz delillerimizdir. Dilediğimiz kimselerin derecelerini artırırız. Muhakkak ki; senin RABB’in HAKÎM (hükmün ve hikmetin sâhibi)dir, ALÎMdir (en iyi bilendir).” (En‘âm 6/83)
وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ كُلاًّ هَدَيْنَا وَنُوحًا هَدَيْنَا مِن قَبْلُ وَمِن ذُرِّيَّتِهِ دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ وَأَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسَى وَهَارُونَ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
---“Ve vehebnâ lehû ishâka ve ya’kûb (ya’kûbe), kullen hedeynâ ve nûhâ (nûhan) hedeynâ min kablu ve min zurriyyetihî dâvude ve suleymâne ve eyyûbe ve yûsufe ve mûsâ ve hârûn (hârûne) ve kezâlike neczî’l- MUHSİNîn (muhsinîne).: Ve ona İshâk (aleyhisselâm) ve Ya’kûb (aleyhisselâm)'ı bağışladık. Hepsini hidâyete erdirdik. Ve daha önce Nûh (aleyhisselâm)'ı hidâyete erdirdik ve onun zürriyetinden Dâvud (aleyhisselâm), Süleymân (aleyhisselâm), Eyyûb (aleyhisselâm), Yûsuf (aleyhisselâm), Mûsâ(aleyhisselâm) ve Hârûn (aleyhisselâm)'ı da hidâyete erdirdik. Ve işte böylece, MUHSİNleri mükâfatlandırırız.” (En‘âm 6/84)
(Sâffât 37/80-131).. Âyet-i CeLîLeleri’nde, bazı peygamberlerin isimleri zikredilerek kendilerinden “MUHSİNLER” diye söz edilmesi -> İHSÂNın Peygamberlerde gözlenen kusursuz dindârlığı ve bunun sonucu olan Güzel Davranışları ifâde ettiğini gösterir.
Bilhassa mutasavvıflar Cibrîl Hadisine ve bu hadiste geçen.: “İHSÂN =>ALLAH’ı görür gibi ibâdet etmendir ...” ifâdesine özel bir ilgi göstermişlerdir.
Din İlimlerini; Kur'ÂN-ı Kerîm İlmi, Sünnet İlmi, İmanın Hakikatleri İlmi şeklinde üç kısma ayıran Ebû Nasr es-Serrâc, bütün bu bilgilerin aslının söz konusu hadis olduğunu söyleyerek hadisteki;
İslâm’ı ->Zâhir.. İman’ı ->Bâtın.. İHSÂNı da =>Zâhir ve Bâtının Hakikati..
Diye nitelerken Herevî, aynı hadisi Tasavvuf Ehli’nin izlediği seyr-ü-sülûkün bir ÖZeti sayar. Tasavvufta önemli bir yeri olan murakabe de bu hadise dayandırılır. Çünkü murakabe kulun her an ALLAH tarafından denetlenmekte olduğu bilincini gösterir..
2-) İHSÂN =>“Hilim Erdeminden kaynaklanan bir anlayışla kişinin başta annesi ve babası olmak üzere diğer İnsÂNlar karşısındaki sevgiye dayalı özverili tutumu”nu ifâde eder. Nitekim çeşitli âyetlerde “MUHSİNLER” olarak anılan mü’minlerin Hilim Rûhunu yansıtan bazı seçkin özellikleri üzerinde durulmuş ve bu sûretle İHSÂN kavramının içeriğine giren erdemlere de işâret edilmiştir..
Bunlardan bazıları şunlardır.:
Öfkeye Hâkim OLma, Affetme, Hoş-görü, Sabır.:
الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
---“Ellezîne yunfikûne fî’s- serrâi ve’d- darrâi ve’l- kâzımîne’l- gayza ve’l- âfîne ani’n- nâs (nâsi), vALLAHu yuhibbul MUHSİNîn (muhsinîne).: Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (ALLAH için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve İnsÂNları affedenlerdir. Ve ALLAH, MUHSİNleri sever.” (Âl-i İmrân 3/134)
وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُواْ أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُواْ اللّهَ فَاسْتَغْفَرُواْ لِذُنُوبِهِمْ وَمَن يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللّهُ وَلَمْ يُصِرُّواْ عَلَى مَا فَعَلُواْ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
---“Vellezîne izâ fealû fâhişeten ev zalemû enfusehum zekerûllâhe festagferû li zunûbihim, ve men yagfiru’z- zunûbe illALLAHu ve lem yusırrû alâ mâ fealû ve hum ya’lemûn (ya’lemûne).: Ve onlar (TAKVÂ Sâhibleri), bir kötülük yaptıkları veya nefslerine zulmettikleri zaman ALLAH'ı zikrederler, hemen günahları için mağfiret dilerler. Ve ALLAH'tan başka kim günahları mağfiret eder. Ve onlar, yaptıkları şeylerde (hatalarda), bilerek ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân 3/135)
فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ لَعنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ وَنَسُواْ حَظًّا مِّمَّا ذُكِّرُواْ بِهِ وَلاَ تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىَ خَآئِنَةٍ مِّنْهُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمُ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
---“Fe bimâ nakdihim mîsâkahum leannâhum ve cealnâ kulûbehum kâsiyet (kâsiyeten), yuharrifûne’l- kelime an mevâdııhî ve nesû hazzan mimmâ zukkirû bih (bihî), ve lâ tezâlu tettaliu alâ hâınetin minhum illâ kalîlen minhum fa’fu anhum vasfah innALLAHe yuhıbbu’l- MUHSİNîn (muhsinîne).: Misaklarını bozmaları sebebiyle biz de onları lânetledik, kalplerini de (kapkaranlık) yaptık. Onlar, kelimeleri yerlerinden tahrif ederler (değiştirirler). Nasihat olundukları şeylerden nâsiblerini almayı unuttular. Onlardan pek azı hariç, devamlı onların hâinliklerine ma’ruz kalırsın.Yine de onları affet ve hoşgör. Muhakkak ki ALLAH MUHSİNleri sever.” (Mâide 5/13)
وَاصْبِرْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
---“Vasbir fe innALLAHe lâ yudîu ecre’l- MUHSİNîn (muhsinîne).: Ve sabret, muhakkak ki ALLAH, MUHSİNlerin ecrini zâyi etmez.: Ve sabret, muhakkak ki ALLAH, MUHSİNlerin ecrini zâyi etmez.// Sabrederek mücâdeleye devam et. ALLAH, iyiliği, iyi niyetleri, dinin, ahlâkın ve kamu vicdanının emirlerini, devamlı davranışlarına, ilişkilerine, görevlerine, hayatlarına yansıtan, samimîyyetle ibâdet eden, aktif olarak iyiliğe, iyi uygulamaya, iyileştirmeye örnek olan, işlerinde mükemmellik, dürüstlük ve başarı için dikkat harcayan, hayırlı icraatlar, kalıcı hizmetler yapan müslüman önderlerin, idarecilerin, müslümanların mükâfatını zâyi etmez.” (Hûd 11/115)
قَالُواْ أَإِنَّكَ لَأَنتَ يُوسُفُ قَالَ أَنَاْ يُوسُفُ وَهَذَا أَخِي قَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَيْنَا إِنَّهُ مَن يَتَّقِ وَيِصْبِرْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
---“Kâlû e inneke le ente yûsuf (yûsufu), kâle ene yûsufu ve hâzâ ahî kad MENNALLAHu aleynâ, innehu men yettekı ve yasbir fe innALLAHe lâ yudî’u ecrel MUHSİNîn (muhsinîne).: “Gerçekten sen misin? Mutlaka sen Yûsuf'sun!” dediler. “Ben Yûsuf'um ve bu benim kardeşim. ALLAH bizi ni'metlendirdi. Çünkü kim TAKVÂ Sâhibi olur ve sabrederse, o taktirde, muhakkak ki; ALLAH MUHSİNlerin ecrini zâyi etmez.” (Yûsuf 12/90)
İŞLerde =>AşırıLıktan Sakınma, KararLıLık Ve Cesâret.:
وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ إِلاَّ أَن قَالُواْ ربَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
---“Ve mâ kâne kavlehum illâ en kâlû rabbenagfir lenâ zunûbenâ ve isrâfenâ fî emrinâ ve sebbit akdâmenâ vensurnâ ale’l- kavmi’l- kâfirîn (kâfirîne).: Ve onların sözleri: "RABBimiz, bizim günahlarımızı mağfiret et ve İŞimizdeki israfımızı (aşırılığımızı) bağışla. Ve ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler kavmine karşı bize yardım et." demekten başka birşey olmadı.” (Âl-i İmrân 3/147)
فَآتَاهُمُ اللّهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الآخِرَةِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
---“Fe âtâhumullâhu sevâbe’d- dunyâ ve husne sevâbi’l- âhireh (âhireti), vALLAHu yuhibbu’l- MUHSİNîn(muhsinîne).: Böylece ALLAH, onlara Dünyâ Sevâbını ve Âhiret Sevâbınının EN GÜZELİNİ verdi. Ve ALLAH, MUHSİNleri sever.” (Âl-i İmrân 3/148)
ToKGöZLüLük ve CöMeRtLik.:
لاَّ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِن طَلَّقْتُمُ النِّسَاء مَا لَمْ تَمَسُّوهُنُّ أَوْ تَفْرِضُواْ لَهُنَّ فَرِيضَةً وَمَتِّعُوهُنَّ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدْرُهُ مَتَاعًا بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُحْسِنِينَ
---“Lâ cunâha aleykum in tallaktumu’n- nisâe mâ lem temessûhunne ev tefridû lehunne farîdâh (farîdâten) ve mettiûhunne ale’l- mûsiı kaderuhu ve ale’l- muktiri kaderuh (kaderuhu) metâan bi’l- ma’rûf (ma’rûfi), hakkan ale’l- MUHSİNîn (muhsinîne).: Eğer henüz kendilerine dokunmadığınız veya kendileri için (farz olarak) bir mehir takdir etmediğiniz kadınları boşarsanız, sizin üzerinize günah yoktur. Eli geniş (zengin) olanın kendi takdirine (kudretine), eli dar (fâkir) olanın da kendi takdirine (kudretine) göre ma’rufla (örf ve âdete uygun) bir metâ’ verererek faydalandırmaları, MUHSİNlerin üzerine bir haktır.” (Bakara 2/236)
الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
---“Ellezîne yunfikûne fî’s- serrâi ve’d- darrâi ve’l- kâzımînel gayza ve’l- âfîne ani’n- nâs (nâsi), vALLAHu yuhibbu’l- MUHSİNîn (muhsinîne).: Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (ALLAH için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve İnsÂNları affedenlerdir. Ve ALLAH, MUHSİNleri sever.” (Âl-i İmrân 3/134)
إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
---“İnnALLAHe ye’muru bi’l- ADLi ve’l- İHSÂNi ve îtâi zî’l- kurbâ ve yenhâ ani’l- fahşâi ve’l- munkeri ve’l- bagy (bagyi), yeizukum leallekum tezekkerûn (tezekkerûne).: Muhakkak ki ALLAH, ADALET-li olmayı ve İHSÂN’ı ve akrabalara vermeyi emreder. Ve fuhuştan, münkerden (ALLAH'ın yasakladığı şeylerden) ve azgınlıktan (hakka tecavüzden) sizi nehyeder. Böylece umulur ki siz, tezekkür edersiniz diye size öğüt veriyor.”
(Nahl 16/90)
İnnALLAHe ye’muru bi’l- ADLi ve’l- İHSÂNi.: Muhakkak ki ALLAH ->ADALETi ve İHSÂNı EMReder!.
Tefsir Kitaplarının yanında Ahlâk ve Tasavvuf Kitaplarında da İHSÂN kavramı üzerinde durulmuştur.
Taberî bu âyetteki;
ADALETi =>Kelime-i Tevhid..
İHSÂNı ise =>“ALLAH’ın Emir ve Yasaklarına uyma, zorluklara katlanma hususunda gösterilen sabır.” şeklinde sınırlayan görüşü tercih eder görünmekle birlikte, (Câmiʿu’l-beyân, XIV, 162) onun da kaydettiği gibi bu âyetin iyilik ve kötülük konusunda Kur'ÂN-ı Kerîm’in en kapsamlı âyeti olduğu yönündeki görüş, ilk dönemlerden i’tibaren birçok âlim tarafından benimsenmiştir.
Bu yönden âyetteki ADALET Kavramıyla İHSÂN kavramının anlamları hakkında açıklamalar yapılmış ve sonuçta;
İHSÂN.: “İnsanın hem ALLAH’a hem de yakın ve uzak çevresine, bütün İnsÂNlara, hatta tabiata karşı yaklaşımında, tutum ve davranışlarında ADALET ölçüsünün, farz ve vâcib sınırlarının ötesine geçerek imkân ve kabiliyetine göre kulluğun, özverinin ve erdemin en yüksek seviyesine ulaşması.” anlamlarına gelecek şekilde yorumlanmıştır..
(bk. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, II, 1172-1173; Fahreddin er-Râzî, XX, 100-104; Kurtubî, X, 172-176).
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem Hadis-i ŞerîfLerinde İHSÂN.:
لِّلَّذِينَ أَحْسَنُواْ الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ وَلاَ يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ وَلاَ ذِلَّةٌ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
---“Lillezîne AHSENû’l- HUSNÂ ve zîyâdeh (zîyâdetun), ve lâ yerheku vucûhehum katerun ve lâ zilleh (zilletun), ulâike ashâbu’l- cenneh (cenneti), hum fîhâ hâlidûn (hâlidûne).: İyi İŞ, GÜZEL AMEL yapanlara daha GÜZELİ ve daha fazlasıyla karşılık vardır. Yüzlerine ne kara bulaşır, ne de aşağılanırlar. Cennet Ehli işte bunlardır. Orada ebedî kalacaklardır.//İHSÂN EhLine =>İyiliği, iyi niyetleri, dinin, ahlâkın ve kamu vicdânının emirlerini, devamlı davranışlarına, ilişkilerine, görevlerine, hayatlarına yansıtan, samimîyyetle ibâdet eden, aktif olarak iyiliğe, iyi uygulamaya, iyileştirmeye örnek olan, işlerinde mükemmellik, dürüstlük ve başarı için dikkat harcayan, hayırlı icraatlar, kalıcı hizmetler yapan müslüman önderlere, idârecilere, askerî erkâna ve müslümanlara, devlet ni’meti, daha güzel mükâfat var. Fazlası da, CeMâL-i İLÂHî’yi görme de var. Yüzlerine ne siyah toz lekeleri (bencillik) bulaşır, ne de onlarda, zillet emâresi görürsün. Onlar sonsuza dek CeNNet EhLidirler. Orada ebedî yaşarlar.” (Yûnus 10/26)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “İHSÂN =>ALLAH’ı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O’nu görmüyor olsan da O seni görmektedir...” buyurmuştur.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Buhârî, Tefsîr, (Lokman) 2.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH =>Her işte İHSÂNı (güzel davranmayı) emretmiştir...” buyurmuştur.
(Şeddâd b. Evsradiyallahu anhu’dan; Tirmizî, Diyât, 14; Müslim, Sayd ve Zebaih, 57.)
---Cibril Hadisi diye meşhur olan rivâyette İnsÂN sûretine bürünerek kendisine gelen Cebrâil aleyhisselâm’in.: “İman nedir?”, “İslam nedir?” sorularının ardından.: “İHSÂN nedir?” sorusuna,
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem şöyle cevâb vermiştir.: “İHSÂN =>ALLAH’ı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O’nu görmüyor olsan da O seni görmektedir…” buyurmuştur.
(Buharî, Tefsir, (Lokmân) 2.)
Buna göre İHSÂN, İHLÂS ve Murakabe yani her an ALLAH’ın gözetiminde OLduğunun BİLincinde OLma anlamlarını da içermektedir. Hadisin sonunda RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Bu Cibril’dir, İnsÂNlara dinlerini öğretmek için geldi.” buyurmuştur.
Dolayısıyla İHSÂN =>İMÂN ve AMELi tamamlayan Dinin Temel bir Unsurudur..
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsanlar iyilik yaparlarsa biz de iyilik yaparız, zulmederlerse biz de zulmederiz!.” diyen zayıf karakterli kimseler olmayın!. Bilâkis iyilik yaptıklarında İnsÂNlara iyilikle karşılık vermeyi, kötülük yaptıklarında ise onlara zulmetmemeyi alışkanlık hâline getirin!.” buyurmuştur.
(Huzeyfe b. Yemân radiyallahu anhu’dan; Tirmizî, Birr ve Sıla, 63.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH Her İŞte =>İHSÂNı (güzel davranmayı) emretmiştir...” buyurmuştur.
(Müslim, Sayd ve Zebâih, 57.)
Hadis-i ŞerîfLerde de “احسان.: İHSÂN” Kavramı/Kelimesi, Kur'ÂN-ı Kerîm’de olduğu gibi İsim, Fiil, Sıfat ve Mastar şeklinde türevleriyle sıkça kullanılmıştır..
Meselâ bu türevlerden birisi olan “حسن.: HÜSÜN” kavramı hadis kaynaklarında çeşitli anlamlarda olmak üzere 100’ü aşkın yerde geçmektedir..
İHSÂN KAVRAMInın Nebevî Sünnetteki/Hadislerdeki kullanımını genel itibariyle 3 kategoride değerlendirmek mümkündür.:
1-) İHSÂN =>GüzeLLik =>Yapılan işi en güzel şekilde yapmaktır..
2-) İHSÂN =>İyiLik =>Başta İnsÂNlar olmak üzere bütün canlılara iyilik yapmaktır..
3-) İHSÂN =>KuLLuk =>ALLAH’ı görüyormuşçasına kulluk vazifesini ifâ etmektir..
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Muhakkak ki ALLAH GÜZELdir =>GÜZELi SEVer!.” buyurmuştur.
(Ebu Abdillah, Hâkim en-Nişabûrî, el-Müstedrek alâ sahîhayn, (Beyrut: ts.) 1: 26.)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in Güzel isim koymakta İHSÂN ÂDÂBı.:
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: "Siz kıyamet gününde hem kendi adınızla, hem de babalarınızın adıyla çağırılacaksınız; bu sebeple kendinize GÜZEL adlar koyunuz." buyurmuştur.
(Ebû Davûd, Edeb 69.) 2.)
İsimlerin İnsÂN üzerinde te’sir ve telkin gücüne sâhib olduğunu bilen RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem, isim seçimi üzerinde ısrarla durmuştur. Sadece İnsÂNlardaki Câhiliye Devrinden kalma kötü isimleri değil, hayvan, eşyâ ve mekânlarla ilgili kötü isimleri de yeri geldiğinde değiştirmiştir.:
---Buna işâret eden bir rivâyette Aişe radiyallahu anha Annemiz.: “RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem çirkin (sevimli ve iç açıcı olmayan) isimleri güzelleriyle değiştirirdi.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Edeb, 66.)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem mânâ i’tibarı ile çirkin olan isimleri değiştirirdi.:
Meselâ çocuklarına “Harb.: Savaş” adını vermek isteyen İmam Ali kerremallahu vechehu’ye bizzât engel olmuş ve torunlarına =>“iyilik ve güzellik” mânâsındaki “Hasan” ve “Hüseyin” adlarını vermiştir..
---Ebu’d-Derdâ radiyallahu anhu’dan gelen bir rivâyette RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızı isimleriyle çağırılacaksınız öyleyse isimlerinizi güzel yapın.” buyurmuştur.
(Ebu Dâvûd, Edeb, 69.)
---Mesela Ensar'dan Usey'in, oğluna verdiği ismi, RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem beğenmemiş.: "O’na Münzir adını koy!." buyurarak önceki ismi değiştirmiştir. .
(Buharî, Edeb 108; Müslim, Adab 29.)
Hadis İmâmLarımızdan Ebû Davûd (ö.275/888), RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem'in => Âsî, Azîz, Atele, ŞeytÂN, Hakem, Gurab, Hubab, Şihâb isimlerini değiştirdiğini.. Şihab'ı->Hişam, Harb'i->Silm, Muzdacî'ı->Münbâis yaptığını.. Afire adını taşıyan bir araziyi de Hadire.. Şi'bu'd-Dalâlet geçidi'ni =>Şi'bu'l-Hüdâ; Benü'z-Zinye'yi ->Benü'r-Rişde; Benû Muğviye'yi de ->Benû Rişde olarak değiştirdiğini nakletmektedir..(Ebû Davud, Edeb 70.)
Asî ->itaatsiz, isyankâr; Gurab->karga; Muzdacî->yatan; Afire->çorak; Asram->kesik; Atele ->şiddet, sertlik; Şihâb->alev, ateş; Harb->şavaş; Şi´bu´d-Dalâle->Sapıklık Geçidi; Benü´z-Zinye ve Benû Muğviye ->Gayr-i meşru yoldan kazanılmış çocuk, zinâ çocuğu, sapık; Hişam->Cömert; Silm->barış; Münbâis->kalkan; Hadîre->yeşillik; Şi´bu´l-Hüdâ->Hidâyet Yolu, yol gösterici geçit; Benû Rişde->Helâlın oğlu, meşru çocuk manalarına gelmektedir..
(Azîmâbâdî, Avnü´l-Ma´bud , XIII, 298).
Bunlar RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem´in değiştirdiği yukarıdaki isimlerin mânâlarıdır.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem, bu isimleri, şüphesiz mânâlarındaki çirkinlik ve sevimsizlikten;
Hakem ismini ->ALLAH'ın bir ismi olduğundan;
Hubâb ismini ->ŞeytÂN veya bir Yılan cinsinin adı olduğundan;
Şihâb ismini ->ALev gibi yanmayı ifâde ettiğinden beğenmemiş, onları bu sebeple değiştirmiştir.
(Azîmâbâdî, Avnü´l-Ma´bud , XIII, 298..)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem TEVHÎDe Aykırı Olan İSİMLeri Değiştirmiştir.:
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem, yeni doğan çocuklara TEVHÎDi ve ALLAH'a kulluğu ifâde eden Abdullah ve Abdurrahman gibi isimler vererek, bunların ALLAH'a en sevimli adlar olduğunu ifâde buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Edeb 69.)
---Bunun tam tersini ifâde eden "Melikü'l-Emlâk.: Mülklerin Mâliki" gibi isimleri de ALLAH'ın en sevmediği isimler olarak bildirmiştir..
(Buhârî, Edeb 114; Müslim, Âdâb 21; Ebû Dâvûd, Edeb 70.)
---Bunun sebebini de.: "[color=#0000BF]ALLAH'tan başka MÂLİK yoktur" şeklinde açıklamıştır.
(Müslim, Âdâb 21.)
Görüldüğü gibi bu tür isimler, TEVHîDe aykırı olarak ŞİRK anlamı ifâde etmektedirler.
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem Güzel Mânâlı OLup da =>Daha GüzeLi iLe de İSİMLer Değiştirmiştir.:
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem;
"İyi İnsÂN, kusursuz kimse, günahsız" anlamına gelen =>Berre ismini ->Zeyneb'e çevirmiştir.
Bu ismi taşıyanın zihninde, kendini beğenme gibi bir mânâ teşekkül edebilir. Bu da isimlenenin karakterini olumsuz yönde etkilemesi demektir. Zirâ bu isim hakkında;
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: "ALLAH sizin iyi olanlarınızı en iyi bilendir." buyurarak bu adı değiştirirken.: "Kendinizi temize çekmeyin!." buyurmuştur.
(Müslim, Âdâb 19.)
Bu sözüyle de, güzel bir ismi başka güzel bir isimle değiştirmenin gerekçesini belirtmiştir.
Bunun anlamı.: "Berre adını takıp da bununla iyi olduk sanmayın!. ALLAH kimin iyi olduğunu herkesten daha iyi bilir!" demektir.
(Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Ter. ve Şer., VI, 535.).
Rivâyetlere göre Zeynep bnt. Ebî Seleme'nin adı “Berre” idi. “Nefsini tezkiye ediyor!.” denildi.
---Bunun üzerine RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem onu “Zeyneb” diye isimlendirdi.
(Buhârî, Edeb 108; Müslim, Edeb 17.).
Demek ki buradaki çirkinlik, mânânın çirkinliğinden değil de.:
الَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ إِلَّا اللَّمَمَ إِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ هُوَ أَعْلَمُ بِكُمْ إِذْ أَنشَأَكُم مِّنَ الْأَرْضِ وَإِذْ أَنتُمْ أَجِنَّةٌ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ فَلَا تُزَكُّوا أَنفُسَكُمْ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقَى
---“Ellezîne yectenibûne kebâire’l- ismi ve’l- fevâhışe illâ’l- lemem (lememe), inne RABBeke VÂSİu’l- magfireh (magfireti), huve a'lemu bikum iz enşeekum mine’l- ardı ve iz entum e cinnetun fî butûni ummehâtikum, fe lâ tuzekkû enfusekum, huve a'lemu bi menittekâ.: Onlar ki, küçük günahlar hariç, büyük günahlardan ve fuhuştan ictinâb ederler (sakınırlar). Muhakkak ki RABBin, mağfireti geniş olandır. O, sizi daha iyi bilendir. O, sizi topraktan yaratmıştı. Ve siz, annelerinizin karnında cenin idiniz. Öyleyse nefslerinizi temize çıkarmayın (nefslerinizi tezkiye ettiğinizi iddia etmeyin!). O (ALLAH), kimin TAKVÂ sâhibi olduğunu daha iyi bilendir.” (Necm 53/32)
Bu Âyet-i CeLîLe’ye muhalefetten ileri geldiği söylenebilir.
Şu halde İslam Âdâbına uymayan, kişiye gurur, kibir, aldanma telkîn eden İSİMLer uygun değildir..
Gerek Kur'ÂN-ı Kerîm’in gerekse RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in İnsÂN eğitimine verdiği önem tartışılmaz bir hakikattir..
Bunun en güzel şekilde yapılması ısrarla telkin edilmiştir.
Bu konuda;
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Hiçbir baba, evlâdına güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermemiştir.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Birr, 33.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim üç kız çocuğunun geçimini üstlenir, onları güzelce terbiye edip evlendirir ve onlara güzel davranırsa ona cennet vardır.” buyurmuştur.
(Ebû Saîd el-Hudrî radiyallahu anhu’dan; Ebu Dâvûd, Edeb, 120, 121; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, (İstanbu: Çağrı yayınları, 1992) 3: 96.)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in İnsanlığa MutLak ve TEKk Örnek olan ÖMRÜnde İHSÂN âdeta hayatı kuşatan bir cevherdir..
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH İnsÂNa her işinde =>İHSÂNı emredip yazmıştır.” buyurmuştur.
(Müslim, Sayd, 57; Ebu Dâvûd, Dahaya, 10-11; İbn, Mâce, Zebâih,3.)
Bu rivâyetin devamında uç bir örnek olarak RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: (Savaşta bile) öldüreceğiniz zaman öldürmeyi “İHSÂN” ile (acı çektirmeden ve hunharca görüntülere meydan vermeden) yapın. Hayvan keseceğiniz zaman da kesme işini;
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.:“İHSÂN” ile /en güzel şekilde yapın. Hayvanı kesecek olan kimse, bıçağını bilesin ve hayvanı sâkinleştirsin.” buyurmuştur.
(Müslim, Sayd, 57; Ebu Dâvûd, Dahaya, 10-11; İbn, Mâce, Zebâih,3.)
SÂLİH ve MUHSİN bir İNSÂN OLma konusunda elbette Her Kişinin Kendi Niyeti, Gayreti, Tercihi asla yadsınamaz, ancak bu konuda İLaHî LÜTUF ve İHSÂN da görmezlikten gelinemez.. RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem bir DUÂsında.:
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “…..[color=#0000BF]ALLAH’ım!. Beni Amellerin EN GÜZELİne ve Ahlâkın EN GÜZELİne kavuştur!. Onların EN GÜZELİne ancak SEN ULAŞtırırsın. Beni kötü işlerden ve kötü ahlâktan muhafaza et!. Bunlardan ancak SEN KORUyaBİLirsin.” buyurmuştur.
(Nesaî, İftitah, 16.)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem de =>GÜZEL AHLÂKta İHSÂN.:
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “[color=#00BF80]BEN =>GÜZEL AHLÂKı tamamlamak üzere gönderildim!.” buyurmuştur.
(İbn Hanbel, 2: 381.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem bir hadiste İMÂN-İHSÂN birlikteliğine işâret ederek şöyle buyurmuştur: “Mü’minlerin iman bakımından enmükemmeli, ahlâk bakımından EN GÜZEL olanıdır.” buyurmuştur.
(Ebu Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî, Rada’, 11.)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem, her fırsatta ümmetini GÜZEL AHLÂKLI OLmaya ve bunun için çabalamaya teşvik etmiştir.:
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Nerede olursan ol, ALLAH’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol!. Kötülüğün peşinden iyi bir şey yap ki onu yok etsin. İnsanlara da GÜZEL AHLÂKLA uygun biçimde davran!.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Birr, 55.)
GÜZEL AHLÂKın dünyevî kazanımları yanında Uhrevî Meyvelerine de dikkat çeken RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem, bu konuda.:
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Kıyamet Günü mü’minin mizÂNı’nda GÜZEL AHLÂKtan daha ağır bir şey yoktur. Muhakkak ki ALLAH söz ve fiilleri çirkin olan kimselere son derece öfkelenir!.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Birr, 62.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: Ben, haklıyken bile çekişmeye girmekten kaçınan kimse için cennetin kenarından, şakadan da olsa yalan söylemeye yanaşmayan kimse için cennetin ortasından, HUYUNU GÜZELLEŞTİREN kimse için de cennetin en yükseğinden bir köşk (verilmesin)e kefilim." buyurmuştur.
(Ebu Davûd, Edeb 7; Tirmizî, Birr 158; Nesâî, Cihâd 19; İbn Mâce, Mukaddime 7.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Şu altı hususta kendinize kefil olun ki, BEN de sizin için cennete kefil olayım.:
1-) Konuştuğunuzda doğru konuşun (yalan söylemeyin).
2-) Söz verince yerine getirin.
3-) Size bir şey emânet edilince cenneti de gözetin (ihânet etmeyin).
4-) Irzınızı/namusunuzu koruyun.
5-) Gözlerinizi harama kapayın.
6-) Ellerinize hâkim olun (kötülükten çekin)!." buyurmuştur.
(İ. Ahmed, Müsned, 5/323.)
وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
---“Ve etîullâhe ve resûlehu ve lâ tenâzeû fe tefşelû ve tezhebe rîhukum vasbirû, innallâhe meas sâbirîn (sâbirîne).: ALLAH'a ve O'nun RESÛLÜ’ne itaat edin, nizâ’ etmeyin (anlaşmazlığa düşmeyin), yoksa zayıf düşersiniz ve kuvvetiniz (elinizden) gider. Sabredin. Muhakkak ki ALLAH, sabredenlerle beraberdir.// ALLAH’a ve RASULÜ’ne itaat ediniz, Kur'ÂN’ı ve SÜNNEti UYguLayınız, tebliğine, teşri’ine riâyet ediniz. Birbirinizle didişmeyiniz, çekişmeyiniz. Çekingen, korkak ve yılgın hale gelirsiniz. Manevî gücünüz, kamuoyundaki etkiniz ve i’tibârınız kaybolur. Maddî gücünüz, kuvvetiniz, devletiniz, liderliğiniz elden gider. Sabırla mücâdeleye devam edin. ALLAH sabrederek mücâdeleye devam edenlerle beraberdir.” (Enfâl 8/46)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Doğruluk, gönül rahatlığı ve iç huzurudur; yalan ise kararsızlıktır.” buyurmuştur.
(İ. Ahmed, Müsned, 1/200.)
---Kendisini Yakînen TANIyan =>İLk ve CÂN-EŞi HaTiCetü’l- KüBRÂ ANNEmiz aleyhasselâm =>RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e ilk vahiy geldiğinde, O’nu teselli etmek için.: “ALLAH’a yemin ederim ki ALLAH SENİ hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü SEN, akrabanı ziyâret edersin. Sözü doğru söylersin, hiç yalanın yoktur. İşini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin. Fâkire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırır, misâfiri ağırlarsın. HAKk YOLU’nda ortaya çıkan hâdiseler karşısında halka yardım edersin.” buyurmuştur.
(Buhârî, Bed’u'l-Vahy, 3; Müslim, Îman, 253.)
Her SÖZü Vahiy OLan GÜZEL SÖZde SIDk ve ADLin İHSÂN KAYNAğı RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.:
أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاء
---“E lem tere keyfe daraballâhu meselen kelimeten tayyibeten ke şeceretin tayyibetin asluhâ sâbitun ve fer’uhâ fi’s- semâ (semâi).: ALLAH nasıl örnek verdi, görmedin mi? GÜZEL BİR SÖZ, güzel bir ağaç gibidir. Onun aslı sabittir (kökü topraktadır). Ve onun dalları semâdadır.//Görmüyor musun? ALLAH nasıl bir misâl verdi. GÜZEL BİR SÖZ =>Helâllerin hâkim olduğu, faziletin tercih edildiği, vicdânlarda mâkes bulan güzel, doğru, sağlıklı, hayırlı, meşrû bir düzen, kökü, saçakları yerde tutunmuş, gıdasını alan, dalları göğe dogru uzanan, canlılığını koruyan bir ağaca benzer.” (İbrahîm 14/24)
تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللّهُ الأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
---“Tu’tî ukulehâ kulle hînin bi izni RABBihâ, ve yadrıbullâhu’l- emsâle li’n- nâsi leallehum yetezekkerûn (yetezekkerûne).: O her zaman RABBi’nin izni ile meyvesini verir. Ve ALLAH, İnsÂNlara örnek (darb-ı misâl) verir. Böylece (umulur ki;) onlar tezekkür ederler.// Yaratıp yetiştiren RABBlerinin koyduğu yasalara uygun olarak o ağaç, her mevsim ürününü, meyvasını verir, o düzen her an sağlıklı yürür. Öğüt alıp düşünsünler diye, ALLAH İnsÂNların iyiliği, kurtuluşu için, Dini Hakikatlerin Delillerini gerekçelerini, İnsÂNî ve ahlakî değerlerin zarûretini, böyle benzetmeler yaparak anlatıyor.” (İbrahîm 14/25)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “RÛHum’u elinde bulunduran ALLAH’a yemin ederim ki, buradan Hak SÖZden başkası çıkmaz.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvud, İlim, 3.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e ashâbı.: “SEN ara sıra bizimle şaka yapıyorsun!.” deyince,
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Ben şaka da olsa sadece Hak olanı söylerim.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Birr, 57.)
---Safvan bin Süleym’den gelen bir rivâyette RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e.: “Yâ Resûlullah! Mü’min korkak olur mu?” denildi.
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Evet, olabilir!.” buyurdu.
“Peki mümin cimri olur mu?” denildi.
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Evet, olabilir!.” buyurdu. “Mü’min yalancı olabilir mi?” sorusuna ise,
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Hayır, asla!.” cevâbını verdi.
(Mâlik b. Enes, Muvatta’, Kelam, 7, 19.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Yarım hurma bile olsa, cehennem ateşinden korunun. Eğer bunu da bulamazsanız, o vakit, GÜZEL BİR SÖZe sarılın!” buyurmuştur.
(Müslim, Zekât, 68.)
وَقُل لِّعِبَادِي يَقُولُواْ الَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ الشَّيْطَانَ يَنزَغُ بَيْنَهُمْ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلإِنْسَانِ عَدُوًّا مُّبِينًا
---“Ve kul li ibâdî yekûlûlletî hiye AHSEN (ahsenu), inne’ş- şeytâne yenzegu beynehum, inne’ş- şeytâne kâne li’l- insâni aduvven mubînâ (mubînen).: Ve kullarıma de ki.: “EN GÜZELİ (sözü) söylesinler!” Muhakkak ki ŞeytÂN, onların aralarını bozar (fesad çıkarır). Muhakkak ki o, İnsÂNa apaçık düşmandır.// Kullarıma söyle.: “SÖZÜN EN GÜZELİni, yoruma müsâid olmayanını söylesinler. Sonra ŞeytÂN, ŞeytÂN tıynetli ahlâksız azgınlar, ŞeytÂNî güçler aralarını bozar. ŞeytÂN, İnsÂNın apaçık bir düşmanıdır.” (İsrâ 17/53)
HüLâsâ;
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.:“BANA SÖZün ÖZü VERİLdi!” buyurmuştur.
(Buhârî, İ’tisam, 1, Cihâd,122; Müslim, Mesâcid, 5.)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellemde İyİLik YAPmak MÂNÂSInda İHSÂN.:
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “…İyİLik->İÇinin huzurlu, kalbinin rahat olduğu şeydir. Kötülük ise->İÇine huzursuzluk, gönlüne de tereddüd ve rahatsızlık veren şeydir...” buyurmuştur.
(Darımî, Buyu’, 2.)
---Nevvâs b. Sem’ân radiyallahu anhu.: "RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte Medine'de bir sene kaldım... Ona iyiliğin ve kötülüğün ne anlama geldiğini sordum.. RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: "İyilik GÜZEL AHLÂKtır. Kötülük ise, vicdânını rahatsız eden ve İnsÂNların bilmesini istemediğin şeydir." diye cevab verdi..
(Müslim, Birr, 15.)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellemde KOMŞuya İyİLik YAPmak MÂNÂSInda İHSÂN.:
---Bir adam RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in yanına gelerek.: “Yâ Resûlallah! İyilik ettiğim zaman iyilik ettiğimi, fenâlık ettiğim zaman da fenalık ettiğimi nasıl bilebilirim?” diye sordu.
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Senin (ne ettiğini bilen) komşuların.: “İyilik ettin!.” dedikleri zaman hakikaten iyilik etmişsin ve onlar.: “Fenâlık ettin!.” dedikleri zaman da hakikaten fenâlık etmişsindir” buyurmuştur.
(İbn Mâce, Zühd, 25.)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellemde KötüLüğe karşı İYİLik iLe MuameLe MÂNÂSInda İHSÂN.:
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsanlar iyilik yaparlarsa biz de iyilik yaparız; zulmederlerse biz de zulmederiz!.” diyen zayıf karakterli kimseler olmayın!. Bilâkis iyilik yaptıklarında İnsÂNlara iyilik yapmayı, kötülük yaptıklarında ise onlara zulmetmemeyi içinizde (bir ilke olarak) yerleştirin!.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Birr, 63.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem, Ukbe b. Amir’e bazı Ahlâkî Prensipleri tavsiye ederken.: “Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni sen bağışla!.” buyurmuştur.
(İ. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4: 148, 158.)
---Bir adam.: “Yâ Resûlullah! Benim akrabalarım var. Onlarla ben irtibat kuruyorum, fakat onlar benimle ilişkiyi kesiyorlar. Onlara iyilik yapıyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Onlara yumuşak davranıyorum, onlar bana kaba davranıyorlar!.” dedi.
Bunun üzerine RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Eğer dediğin gibi yapıyorsan, senin bu tutumun onlara giran/ağır-sert-katı geliyor. Böyle ilişkiyi ve iyiliği sürdürerek davranmaya devam edersen, onlara karşı [color=#0000BF]ALLAH’ın desteği seninle olur!.” buyurmuştur.
(Müslim, Birr, 22.)
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Âdemoğlunun her ameli katlanır. Bir iyilik on mislinden yedi yüz misline kadar katlanır.” buyurmuştur.
(Müslim, Sıyam, 30.)
---İbn Abbas radiyallahu anhu’n naklettiği kudsî bir hadiste bu durum şöyle tasvir edilmiştir.: “Muhakkak ALLAH, İYİLİKLERİ ve kötülükleri yazmış ve sonra bunları açıklamıştır. Kim İYİ BİR İŞ yapmaya niyet eder de yapmazsa ALLAH kendi katında ona bir tam İYİLik (sevâbı) yazar. Eğer kişi iyi bir iş yapmaya niyet eder ve onu yaparsa on kattan yedi yüz kata kadar hatta bundan daha fazla İYİLik (sevâbı) yazar. Eğer kul bir kötülük yapmaya niyet eder de yapmazsa ALLAH kendi katında ona bir tam İYİLik (sevâbı) yazar. Ancak kul bir kötülük yapmaya niyet eder ve onu yaparsa ALLAH ona bir kötülük (günahı) yazar.” buyurmuştur.
(Buhârî, Rikâk, 31, 7, 187.)
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem =>İYİLiğin Kaynağının->SIDk, Neticesinin de ->CeNNet OLduğunu, şöyle ifâde buyurur.:
---RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. İnsan doğru söyleye söyleye [color=#0000BF]ALLAH Katı’nda “SIDDÎK” olarak yazılır. Yalan söylemek kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye ALLAH Katı’nda “KEZZÂB” olarak yazılır.” buyurmuştur.
(Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103.)
İHSÂN ANLAyışı, RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in HAYATı’nın her safhasında kavramsallaşma sürecini devam ettirmekle birlikte en güzel ve en Kâmil İfâdesini Cibrîl Hadisi’nde bulmakta ve sürecini tamamlamaktadır.:
Cibrîl Hadisi; Cebrâil aleyhisselâm’ın RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’e bir İnsÂN sûretinde gelerek İsLâm, İmÂN, İHSÂN ve Kıyametin Zamanı gibi konularda sorular sorması, RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in de bu sorulara cevâblar vermesi olayından bahseden rivâyettir..
--- Ömer b. el-Hattab radiyallahu anhu.: “Bir gün RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delalet eder hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu da. Gelip RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in önüne oturup, dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini bacaklarının üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı.: “Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver?.”
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem açıkladı.: “İslâm, ALLAH’tan başka İLÂH olmadığına, MuhaMMed’in O’nun KuLu ve ELçisi OLduğuna ->Şehâdet etmen, Namaz kılman, Zekât vermen, Ramazan orucu tutman, Gücün yettiği takdirde Beytullah’a haccetmendir.”
Yabancı.: “Doğru söyledin.” diye tasdik etti.
Biz hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik.
Sonra tekrar sordu.: “Bana İmÂN hakkında bilgi ver?”
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem açıkladı.: “ALLAH’a, Meleklerine, Kitablarına, Peygamberlerine ve Âhiret Gününe İNANmandır. Kadere, yâni Hayır ve Şerrin ALLAH’tan OLduğuna da İNANmandır.”
Yabancı yine.: “Doğru söyledin.” diye tasdik etti.
Sonra tekrar sordu.: “Bana İHSÂN hakkında bilgi ver?”
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem açıkladı.: “İHSÂN ->ALLAH’ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi O’na ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görüyor.”
Adam tekrar sordu.: “Bana kıyamet(in ne zaman kopacağı) hakkında bilgi ver?”
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem bu sefer.: “Kıyamet hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor!” karşılığını verdi.
Yabancı.: “Öyleyse kıyametin alâmetlerinden haber ver!” dedi.
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem şu açıklamayı yaptı.: “Köle kadınların efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, fâkir (Müslim’in rivâyetinde fâkir kelimesi yoktur.) davar çobanlarının yüksek binâlar yapmada yarıştıklarını görmendir!.”
Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey Ömer, sual soran bu zâtın kim olduğunu biliyor musun?” dedi.
Ben.: “ALLAH ve RESÛLÜ daha iyi bilir.” deyince,
Şu açıklamayı yaptı.: “Bu, Cebrâil aleyhi selamdı. Size Dininiz’i öğretmeye geldi.” buyurdu.
(Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1,8; Nesaî, Îmân, 6, 8, 101; Ebu Dâvûd, Sünnet, 17; Tirmizî, Îmân, 4.)
ALLAHumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebîyyike ve
RasûLike ve
Nebîyyi'L- ÜMMiyi ve alâ âlihi, EHL-i BeYtihi ve's- Sahbihi ve ÜMMetihi...
aleyhumu's- SELÂMm..
الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
---“El hamdu lillâhi RABBi’l- ÂLEMîn (âlemîne).: Hamd, âlemlerin RABBi olan ALLAH'adır.” (Fâtiha ½)
...M.M.M. MuhaBBetLerimLe...
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
160- El FERDu celle celâluhu.:
EL FERDu .: ZÂTI’nda, SıfatLarı’nda, İsimLeri’nda ve EşYâsında/ŞEYyLerinde =>TEKk, BİR, BENZERSİZ, YALNIZ, yEKTÂ, YeGÂNe OLan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
Ferede.: Tek ve yalnız olmak.
Ferd.: Tek, yalnız, yegâne, şahıs.
Ferid.: Tek, eşi olmayan.
Ferden.: Eşsiz.
Arapça bir kelime olan ferd (çoğulu efrâd) sözlükte “tek, yegâne, eşi olmayan” anlamına gelir.
Buna göre, Ferd ismine, “ZÂTI’nda ve Sıfatlarında şerikten, eşi ve benzeri olmaktan münezzeh olan YEGÂNE ZÂT” şeklinde mânâ verilebilir..
Ferdânîyyet’in Türkçe Anlamı.: BİRLik ve TEKLik, BİRLik, BENZERSİZLik, YALNIZLık, FERDLik, yEKTÂLık..
Esmâ-i Hüsnânın muhtevâsıyla ilgili olarak yapılan en önemli tasnif bunların ZÂT’a; Sübûtî, Selbî ve Haberî olanlarıyla birlikte Sıfatlara ve bir de İlâhî Fiillere taksim edilmesidir. Zât-ı İlâhîyye'ye delâlet eden kavramların başında ALLAH celle celâlihu İsmi gelir. Bundan başka =>Mevcûd, Şey, Zât, Vâhid, Ahad, Ferd celle celâlihu gibi İsimler de bu grupta mütalâa edilmiştir..
Ferdu celle celâlihu.: Yartmakta OLduğu mahlukâtı olmaksızın ULuHîYyetinde=>TEKk, BİR, BENZERSİZ, YALNIZ, yEKTÂ, YeGÂNe OLan ALLAHu zü’L- CeLÂL..
FeRDu celle celâlihu.: ZÂTı'yLa =>
ALLAHu zü’L- CeLÂL’in FERDÂNÎYyeti =>"VüCÛD, Kıdem, Bekâ, Vahdânîyyet, Muhalefetün li’l-Havâdis ve Kıyam bî-Nefsihi” gibi ZATî Sıfatları ve =>“Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi’, Kelâm, Basar” gibi SUBUTî Sıfatları iLe =>TEKk, BİR, BENZERSİZ, YALNIZ, yEKTÂ, YeGÂNe OLan El FeRDu celle celâlihu’dur..
Ferd celle celâlihu İsmi, İmâm ALi kerremallahu vechehu’nin İsm-i Azam olarak kabul ettiği Cenâb-ı ALLAHu TeALÂ'nın İsimlerinden birisidir.. İmâm ALi kerremallahu vechehu’nin İsm-i Azam' olarak kabul ettiği Cenâb-ı ALLAHu TeALÂ'nın İsimleri.: El Ferdu, El Hayyu, El Kayyûmu, El Hâkemu, El Adlu, El Kuddûsu celle celâlihu..
İmam-ı Âzamın kaddesallahu sırrahu’nun İsm-i Azam olarak kabul ettiği Cenâb-ı ALLAHu TeALÂ'nın İsimleri.: El Hâkemu, El Adlu celle celâlihu iki İsmidir.
Gavs-ı Âzam Abdulkadîr GeyLâni kaddesallahu sırrahu’nun İsm-i Azam olarak kabul ettiği Cenâb-ı ALLAHu TeALÂ'nın İsmi.: Yâ HAYy celle celâlihudur.
İmam-ı Rabbânî kaddesallahu sırrahu’nun İsm-i Azam olarak kabul ettiği Cenâb-ı ALLAHu TeALÂ'nın İsmi.: El Kayyûm celle celâlihudur..
Vâhid celle celâlihu, Ahad celle celâlihu İsimleri de =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in BİRLİĞİni ifâde ederler. Fakat Ferd celle celâlihu İsmi, Vâhid celle celâlihu ve Ahad celle celâlihu İsimlerinden daha kapsamlıdır..
Ahad celle celâlihu İsmi =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in ZÂTI’nın Kudretinde, İnsÂN AKLınca Bilinemezliğinin-Görülemezliğinin BİRLiğini beliritir. Bâtın Mânâ Âlemi’nin KUDRETuLLAH’ta CEMÂLuLLAH CENNeti TeceLLîsi gibidir.
Vâhid celle celâlihu İsmi =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in SıfatLarı’nın, İsimLerinin ve Eşyâsının Azametindetinde İnsÂN AKLınca Eşi ve Benzeri olmadığında BİRLiğini beliritir. Zâhir Mânâ Âlemi’nin AZAMETuLLAH’ta CELÂLuLLAH’ta KULLUk KEMÂLi CEHENNEMinde CENNeti BİLiş-BULuş-OLuş ve YAŞAyış TeceLlîsi gibidir.
Ferd celle celâlihu İsmi ise =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in => ZÂTI’nda, SıfatLarı’nda, İsimLeri’nda ve EşYâsında/ŞEYyLerinde =>TEKk, BİR, BENZERSİZ, YALNIZ, yEKTÂ, YeGÂNe OLduğunu BİLdirir ve =>Ahad celle celâlihu ve Vâhid celle celâlihu İsimLerinin mânâLarını da Kapsar!.
Ferd ALLAH celle celâlihu;
Ferd’dir. Tek, Biricik, İzzet ve Azamette Eşsiz, Üstünlük ve Yücelikte Misilsizdir. Şan, Şeref Ve Ulviyette Benzersiz, Bütün Kemal Sıfatlarda TEKktir. İstikLÂL ve Ferdîyyet Sâhibidir. Varlığında ve Tecellîlerinde BİRLik esastır.
ALLAHu zü’L- CeLÂL =>Ferd celle celâlihu İsmiyle Ferdânîyyet ve Ferdîyyet Sâhibidir. KÂİNÂTta KÜLLî ŞEYy/Her ŞEYy =>BİR BİRİyLe BAĞLıdır. Bir ŞEYy’i, YARATANın Her ŞEYy’i YARATANdan başkası OLamaz.
الفرد EL FERD ALLAH celle celâlihu..
TÜMM EsmâLar CEM’i OLan İnsÂN AKLı için =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in;
EL VÂHiD=>EVVeLden=>ZÂHiRe BİR-TEKLik Subutî/ZÂTI’na Mahsus Sıfatı.=>VÂHDÂNîYyeti..
EL AHAD=>BÂTıNdan=>ZÂHiRe TEK-BİRLik Subutî/ZÂTI’na Mahsus Sıfatı.=>AHADîYyeti..
EL FERD=>EL VÂHiD ve EL AHAD Subutî/ZÂTI’na Mahsus SıfatLarını tazammun eden/ihtiva eden-içine alân-kapsayan ALLAHu zü’L- CeLÂL’in ŞEYyLikten-NİCELikten-NİTELikten Münezzeh, Hem Zâtında Hem de Sıfatlarında Eşi ve Benzeri OLmayan =>TEK-BİR-KaDîM-EZeLî-EBEDî-BÂKî Subutî/ZÂTI’na Mahsus Sıfatı =>FeRDâNîyyeti..
EL FERD ALLAH celle celâlihu Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Hadis-i Şerifinde de geçmektedir.. (Beyhakî, Şuabûl- İmân I, 161)
EL VÂHiD ve EL AHAD İsimleri =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in BİR-TEKLiğini ifâde ederler.
EL FERD İsmi =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in SıfatLarının Eşsiz, Benzersiz, BİR-TEK OLuşu El VÂHİD İLe =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Eşsiz, Benzersiz, TEK-BİR OLuşu ZÂTının El AHAD İsimlerini CEM’ eden/KAPsayan=>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in ZÂTI’nda ve SIFATLARI’nda Şerikten, Eşi ve Benzeri OLmaktan Münezzeh OLAN YEGÂNE ZÂT OLuş =>Ferdânîyyet/FERDîYyet Yalnızlığı, Tekliği, Ferdliği ve Yektâlığıdır..
İNSÂN AKLı, Somut-Soyut her hususda İçide YAŞAmakta OLduğu Mahlukat ÂLEMİ KÂİNÂtı DEVRÂNını->SEYRÂNda Seyreder ve Düşünürse=>SONsuzu->SıfırLar ve SIRR-ı SIRfta EL FERD ALLAH celle celâlihu TECELlîsi'nde CEVLÂNda dehsşet ve HAYRÂNda DONar KALır!.
Maddî-Manevî her şey, doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i zü’L- CELÂL’in SUBHÂNî San'atı olduğunu isbat ediyor..
Mahlukat Âleminde, Ferd İsminin sonsuz delilleri, cilveleri mevcuddur.
KÂİNÂT sonsuz denecek kadar çok yıldızlardan, sistemlerden meydana gelmekle birlikte, tümü BİR-TEK ŞEYy’dir. Bu BİR-TEK ŞEYy’in adına “KÂİNÂT” diyoruz ve bunda El Ferd celle celâlihu İsminin bir Tecellî Cilvesini görüyoruz..
KÂİNÂTın bütün neticelerinde, semerelerinde/meyvelerinde de FERDîYyeti görmek mümkündür..
AKL-ı Silm Sâhibleri için;
BEDENde vazife gören bütün hücreler ve RÛHta cevelân eden bütün latîfeler, duygular bir vahdet teşkil etmekte ve BİR-TEK-FERD olarak ortaya çıkmaktadır.. Böylece BİZ, KİMLik ve KİŞİLiğiyle tek bir varlık olan bir İnsÂN’ın AKLıyla =>El Ferd celle celâlihu İsminin Tecellî CilveLerini SeBBEHa Cümbüşü'nde SEYRedeBİLiyoruz..
Kezâ =>Galâksiler ve Güneş Sistemi bütün gezegenleriyle bir VAHDEt teşkil etmişler ve BİR-TEK SİSTEMi OLarak ortaya çıkmışlardır..
Her Ağaç =>TEK-BiR Kök, bütün dal, yaprak, çiçek ve meyveleriyle bir VAHDEt teşkil ederler ve bir ağaç olarak boy gösterirler.. Nice Nice Misâller çoğaltılabilir..
Kısacası, kendisine müstakil bir NİCELik-Nitelik-KİMLik-KİŞİLik-Şahsîyyet verilen KüLLî ŞEYy/Her ŞEYy =>El Ferd celle celâlihu İsmi'nin bir cilvesini taşır ve kendisinin “BİR TEK ŞEYy” olduğunu, o’na ait sıfatların yahut onun hizmetine verilen varlıkların başka zâtlara isnad edilemeyeceğini haykırırlar ve ALLAHu zü’L- CeLÂL’in FERDîYyetini sonsuz dillerle ilân ederler..
İsm-i Azam'ın 6 NÛRU’ndan BİR NÛRu olan El Ferd celle celâlihu İsmi Tahkîk/Hakiki TEVHİDi gösterir..
Ferdîyyet TeCELLîsi öyle bir NAHNU NÛR-u MuhaMMed MÜHRüdür ki;
=>Her ÂNdaki KÛN=>fyeKÛN KÂİNÂTı’ın Bölünmez/Bölünemez bir TÜMMLük-TAMMLık BÜTÜNLügünü,
=>İlâhi Tasarrufu SÂhibLiğini =>AKL-ı SİLM SÂhibLerine=>HeR YeR, HeR ÂN, HeR HâL ve HeR NEFEste SEYRÂN SUNar durur!.
MuhaMMedî Mü’minLer=>İÇinde YAŞAmakta OLduğumuz DEVRÂN ÂLEMinde =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in İnsÂN AKLının ALğılayaBİLdiği =>VAHDEt-i MEVCÛDat NEŞEsi'nin de YARATANı’nın =>VAHDEt-i VÜCÛD Sâhibi=>VÂCiBü’L-VÜCÛD ALLAH celle celâlihu OLduğu CEVLÂNını HER ÂN ÂLEMinde HAYyRetLe YAŞAR Hamd Olsun RABBımız TeÂLÂ’mıza!.
El Ferd celle celâlihu =>KÜLLî ŞEYy’in/HeRKEsin NAHNU BİZLiğini =>FERDÂNîYyet BİRLiğnde Et TAMM ALLAH celle celâlihu İsmiyle CEM’ eden ESMÂULLAHtır..
El Ferd celle celâlihu =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in =>KÜLLî ŞEYy’in/HeRKEs'in ÖZÜne ve YÜZÜne Hiçbir Şeye ve Kimseye BENZEMEZLik TEKLiğini NAKŞeden Sıfat-İSİMidir.. ve Her NAKıŞ=>ELbette NAKKÂŞI’nındır!.
Bu AŞKuLLAH ÂLEMİ’nde =>ANcak MuhaMMedî GARiBLer =>FERDÂNÎYyet Makamı Sâhibidirler.. MevCÛDiYyet GÖLgeLerini yitidikLeri için İÇin BİLye gibi TÜM DOĞRuLarı TAHkîK TEVHiD TEGEt NOKTAsı OLup Şu Koskoca DÜNyâda Kendilerine benzeyen kişi kalmamıştır…
---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: " ............... عن أبي هريرة ؛ قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم:
بدأ الإسلام غريبا وسيعود كما بدأ غريبا. فطوبى للغرباء "
İsLâm garib olarak başladı ve yine başladığı gibi garibliğe dönecektir.: Fe tûBâ li’l- GureBâ.: Ne mutlu o gariblere!.” buyurdu.
(Ebu Hureyre radiyallahu anhu’dan; Müslim, 1. Cilt 145. No ; İbni Mâce. 10.3987.No)
YÂ HAYyu’L- HUuu!. ALLAH celle celâlihu!.
ALLAHumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebîyyike ve
RasûLike ve
Nebîyyi'L- ÜMMiyi ve alâ âlihi, EHL-i BeYtihi ve's- Sahbihi ve ÜMMetihi...
ALLAHımız celle celâluhu!
BİZe MuhaMMedî Gayret,
PÎRimizden Hâl-i HiMMet,
RASÛLünden ŞiFâ-yı ŞeFâat,
ZÂTından İnâyet-Hidâyet-SeLâMet
İZZet-i İhsÂNınLa LûTFet-CEM’ et CUMÂmıza İnşâe ALLAH!..
M.M.M. MuhaBBetLerimLe...
KUL İHVÂNİm..
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
161- El EKBER celle celâluhu.:
EL EKBER .: ZÂTI’nda, SıfatLarı’nda, İsimLeri’nde ve EşYâsında/ŞEYyLerinde => EN BÜYÜK OLan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
اكبر .: EKBER.: Daha büyük, en büyük..
التكبير .: TEKBÎR..
الله أكبر .: ALLAHu EKBER.: ALLAH en büyüktür..
تكبير .: ALLAHu EKBER demek..
حج أكبر .: Haccı EKBER..
الحج الأكبر، حجة الوداع .: Hacc-ı EKBER, Vedâ Haccı..
اِمَامُ أَكْبَرُ .: İmâm -ı EKBER..
KEBİR.: Büyük, âli, yüce..
EKBER.: Daha büyük, en büyük..
اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
---“Utlu mâ ûhıye ileyke mine’l- kitâbi ve ekımı’s- salât (salâte), inne’s- salâte tenhâ anil fahşâi ve’l- munker (munkeri), ve le ZİKRULLÂHİ EKBER (ekberu), vALLAHu ya’lemu mâ tasneûn (tasneûne).:: Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve ALLAH'ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve ALLAH, yaptığınız şeyleri bilir.// Sana vahyedilen kitaptan bölüm bölüm oku, ilgili âyetlerini uygula. Namazı adâbına riâyet ederek aksatmadan âşikâre kıl. Namaz, meşru olmayan şehevî fiilerden, gayri meşru ilişkilerden, zinâdan, haddi aşmaktan, cimrilikten, ahlâksızlıktan ve şeriatın suç saydığı, haram kıldığı, kamu vicdanının tasvib etmediği, mü’minlerin icrâsında hayır görmediği şeylerden, bunların savunuculuğunu, sözcülüğünü yapmaktan insanı alıkoyar. ALLAH’ı zikir, namaz, ALLAH’ın övünç kaynağı kelâmını okumak, ALLAH’ın Dinini tebliğ elbette en büyük ibâdettir. ALLAH’ın Kullarına lütfuyla ilgisi ise en büyük mazhariyettir. ALLAH hile ile kurduğunuz düzenleri, tuzakları ve ilişkileri biliyor.”(Ankebût 29/45)
Sözlükte.: “Yüceltmek, büyük olduğunu kabul etmek” anlamındaki “TEKBÎR” dinî terim olarak “ALLAH’ın Zâtı, Sıfatları ve Fiilleri itibariyle her şeyden yüce ve üstün olduğu” mânasına gelen “ALLAHu EKBER” cümlesini yahut bunu söylemeyi ifâde eder. TEKBÎR başta namaz olmak üzere birçok ibâdetin rüknü veya tamamlayıcı öğesidir. ALLAH’ın Adını yüceltme emri peygamberliğin ilk günlerinde nâzil olan.:
يَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ
---“Yâ eyyuhel muddessir(muddessiru).:: Ey (esvabına) bürünmüş olan! Veya (Ey disarını giymiş olan!)// Ey peygamberlik hil’ati giyen inzivaya çekilen Muhammed!” (Müddessir 74/1)
قُمْ فَأَنذِرْ
---“Kum fe enzir.:: Kalk, artık inzar et (uyar).// Kalk, meydanlara çık, İslamı öğret, insanların ihtiyaçlarıyla sorumluluklarıyla ilgilen, Müslümanları denetle, artık insanları ve cinleri uyar.”(Müddessir 74/2)
وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ
---“Ve RABBeke fe KEBBİR.:: Ve (O) senin RABBin, öyleyse (O'nu) TEKBÎR ET (yücelt).// Yalnız RABBini yücelt, O’nun büyüklüğünden bahset.”(Müddessir 74/3)
Tevhid İnancının bir parçası olarak diğer birçok âyette de geçer.:
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
---“Şehru ramadânellezî unzile fîhi’l- Kur'ÂNu huden li’n- nâsi ve beyyinâtin mine’l- hudâ ve’l- furkân (furkâni), fe men şehide minkumuş şehra fe’l- yesumh (yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar (uhara) yurîdullâhu bikumu’l- yusra ve lâ yurîdu bikumu’l- usra, ve li tukmilû’l- iddete ve li tuKEBBİRÛLLÂHe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn (teşkurûne).:: Ramazan Ayı ki, insanlar için hidâyete erdirici (hidâyete erme, ALLAH'a ulaşma vesilesi) ve beyyineler (açık deliller ve isbat vasıtaları) ve Furkân (hakkı bâtıldan ayırıcı) olarak Kur'ÂN, Hüdâ tarafından onda (o ayın içinde) indirildi. Artık içinizden kim bu Aya (yetişir de Ramazan Ayını görüp) şâhid olursa o zaman onu, oruç tutarak geçirsin. Ve kim, hasta veya yolculukta olursa, o takdirde (tutamadığı günlerin sayısı) diğer günlerde (oruç tutarak) tamamlanır. ALLAH sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidâyet erdirdiği şeye karşılık (sizin de) ALLAH'ı TEKBÎR ETmeniz (yüceltmeniz) içindir. Umulur ki böylece siz (bütün bu kolaylıklara) şükredersiniz.”(Bakara 2/185)
وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَم يَكُن لَّهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُن لَّهُ وَلِيٌّ مِّنَ الذُّلَّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا
---“Ve kuli’l- hamdu lillâhillezî lem yettehız veleden ve lem yekun lehu şerîkun fî’l- mulki ve lem yekun lehu veliyyun mine’z- zulli ve KEBBİRhu TEKBÎRâ(tekbîren).:: Ve de ki.: “Hamd, çocuk edinmeyen ALLAH'a mahsustur ve O'nun mülkte ortağı olmamıştır (yoktur). Ve (O, zillete düşmez) O'nun, Kendisini zilletten (kurtaracak) bir dosta (ihtiyacı) yoktur.” O'nu TEKBÎR ile (üstün kılarak) yücelt (büyüklüğünü ifâde et).”(İsrâ 17/111)
لَن يَنَالَ اللَّهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَاؤُهَا وَلَكِن يَنَالُهُ التَّقْوَى مِنكُمْ كَذَلِكَ سَخَّرَهَا لَكُمْ لِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَبَشِّرِ الْمُحْسِنِينَ
---“Len yenâlellâhe luhûmuhâ ve lâ dimâuhâ ve lâkin yenâluhut takvâ minkum, kezâlike sahharahâ lekum li tuKEBBİRÛLLÂHe alâ mâ hedâkum, ve beşşiri’l- muhsinîn (muhsinîne).:: Onun (kurbanların), etleri ve kanları asla ALLAH'a ulaşmaz. Fakat sizden O'na, takvâ (ALLAH'a teslim olma) ulaşır. İşte böylece size, onu musahhar kıldı. Sizi hidâyete erdirdiği şey üzerine (hidâyete erdirmesi sebebiyle)ALLAH'ı TEKBÎR ETmeniz için. Ve muhsinleri müjdele!”(Hac 22/37)
İslâm Dînimizde;
Her gün beş vakit namazdan önce okunan Ezân ve farz Namazlara durulurken okunan Kâmet TEKBÎR lafızlarını içerir. Ayrıca namaza başlama ve bir rükünden diğerine geçiş TEKBÎRle olur. İlkine ->“İftitah Tekbiri”, diğerlerine ->“İntikal Tekbirleri” denir. Başlangıç TEKBÎRi iftitah/ açılış kelimesiyle nitelendiği gibi, kendisiyle namaz dışında yapılması helâl olan eylemler haram hale geldiği ve dış âlemle bağlantıyı kestiği için ->“Tahrîme/İhrâm Tekbiri” diye de anılır.
İkinci adlandırma için;
---Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Namazın anahtarı ->temizlik, haram kılanı ->TEKBÎR, helâl kılanı ->selâmdır” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 31, “Salât”, 73; Tirmizî, “Tahâret”, 3, “Salât”, 63)
Namazlarda rükûya eğilirken ve secdelere eğilip kalkarken veya oturuştan sonra ayağa kalkarken.: “ALLAHu EKBER” denilmesi sünnettir.
---Abdullah Bin Mesud radiyallahu anhu şöyle dediği nakledilmiştir: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in her kalkış ve eğilişlerinde, kıyam ve oturuşlarında TEKBÎR getirdiğini gördüm.” buyurmuştur.
(Buhârî, Ezân, 116; Tirmizî, Salât, 74; Nesâî, Tatbik, 34, 90, 94, Sehv, 70; Dârimî, Salât, 40)
TEKBÎR =>“Ellahu Ekber” değil “ALLAHu EKBER”dir.
Delil: =>“Hz.Osman radiyallahu anhu Kur'ÂN-ı Kerîm’i Kureyş Lehçesi ile yazdırdı.”(Tc. diyânet islam ansiklopedisi) Kureyş Lehçesinde “Ellahu ekber” yoktur..
ALLAHu EKBER =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’in eşsiz ve en YüCe OLduğunu belirten bir zikirdir. ALLAH celle celâlihu kendisini zikreden kullarınısever. ALLAH celle celâlihu’ı zikretmenin yollarından biri ALLAHu EKBER Zikridir. Ezân okunurken ve kâmet bölümünde “ALLAHu EKBER” söylenir/kullanılır
ALLAHu EKBER => “ALLAH celle celâlihu en büyüktür, ALLAH celle celâlihu tek büyüktür.” demektir.
KuLLarı =>ALLAHu EKBER demek ileALLAHu zü’L- CeLÂL’in Yüceliğine ve Azametine övgüde bulunmuş olunur..
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ e ilk vahiy geldiğinde Cebrâil aleyhisselâm =>ALLAHu zü’L- CeLÂL’i yüceltme, her türlü varlığın üzerinde tutma ve Allah’ı en yüce olan olarak kabul etmesi konusunda senâda bulunmak ile emr olunmuştur.:
اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
---“Ikra’bismi RABBikellezî halak (halaka).:: Yaratan RABBin’in İsmi ile oku!.”(Alak 96/1)
خَلَقَ الْإِنسَانَ مِنْ عَلَقٍ
---“Halaka’l- insâne min alak (alakın).:: İnsanı bir alaktan (embriyodan) yarattı.”(Alak 96/2)
اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ
---“Ikra’ ve RABBuke’l- Ekrem (ekremu).:: Oku ve senin RABBin, sonsuz Kerem Sâhibidir.”(Alak 96/3)
الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
---“Ellezî alleme bi’l- KALEM (kalemi).: : Ki O, KALEM ile öğretti.”(Alak 96/4)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e bu âyetlerden sonra bir süreliğine âyet inmemiştir.
Bunun ardından yeryüzü ve gökyüzü arasında Cebrâil aleyhisselâm’ı gerçek sûretinde görüp büyüklüğü karşısında evine çekilip heyecan içerisinde Eşsiz Eşi Haticetü’l- Kübrâ aleyhasselâm Annemize.: “Beni örtünüz!.” diyerek üstünü örttürmüştür.
Bu yaşanılanların ardından ALLAH celle celâlihu;
إِنَّ رَبَّكَ يَعْلَمُ أَنَّكَ تَقُومُ أَدْنَى مِن ثُلُثَيِ اللَّيْلِ وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَائِفَةٌ مِّنَ الَّذِينَ مَعَكَ وَاللَّهُ يُقَدِّرُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ عَلِمَ أَن لَّن تُحْصُوهُ فَتَابَ عَلَيْكُمْ فَاقْرَؤُوا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْآنِ عَلِمَ أَن سَيَكُونُ مِنكُم مَّرْضَى وَآخَرُونَ يَضْرِبُونَ فِي الْأَرْضِ يَبْتَغُونَ مِن فَضْلِ اللَّهِ وَآخَرُونَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَاقْرَؤُوا مَا تَيَسَّرَ مِنْهُ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَقْرِضُوا اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا وَمَا تُقَدِّمُوا لِأَنفُسِكُم مِّنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِندَ اللَّهِ هُوَ خَيْرًا وَأَعْظَمَ أَجْرًا وَاسْتَغْفِرُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
---“İnne RABBeke ya'lemu enneke tekûmu ednâ min suluseyi’l- leyli ve nısfehu ve sulusehu ve tâifetun minellezîne meak (meake), vallâhu yukaddiru’l- leyle ve’n- nehâr (nehâre), alime en len tuhsûhu fe tâbe aleykum, fakreû mâ teyessere mine’l- Kur'ÂN(kur’ânî), alime en seyekûnu minkum merdâ ve âharûne yadribûne fî’l- ardı yebtegûne min fadlillâhi ve âharûne yukâtilûne fî sebîlillâhi fakreû mâ teyessere minhu ve ekîmu’s- salâte ve âtû’z- zekâte ve akridullâhe kardan hasenâ (hasenen), ve mâ tukaddimû li enfusikum min hayrin tecidûhu indallâhi huve hayren ve a'zame ecrâ (ecren), vestagfirûllâh (vestağfirûllâhe), İNNELLÂHe GAFÛRun RAHÎM(rahîmun).:: Muhakkak ki RABBin, senin ve seninle beraber olanlardan bir topluluğun, gecenin üçte ikisinden daha azında, (bazan) onun yarısında ve (bazan da) onun üçte birinde (Kur'ÂN okumak, zikir yapmak, kanitin olmak, teheccüd namazı kılmak için) kalktığını biliyor. Ve geceyi ve gündüzü ALLAH takdir eder, onu sizin asla hesaplayamayacağınızı (gecenin zaman dilimlerini doğru tâyin edemeyeceğinizi) bildi. Bu sebeble sizin tövbenizi kabul etti. O halde Kur'ÂN'dan size kolay geleni okuyun! Sizden bir kısmınızın hasta olacağını, diğerlerinin yeryüzünde, ALLAH'ın fazlından (rızık) isteyerek dolaşacaklarını ve diğer bir kısmının da ALLAH'ın YoLunda savaşacaklarını bildi. Artık O'ndan (Kur'ÂN'dan) size kolay geleni okuyun, namazı ikâme edin, zekâtı verin veALLAHiçin güzel bir şekilde borç verin! Ve nefsiniz için hayır olarak ne takdim ederseniz, onu ALLAH'ın indinde daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak bulursunuz. Ve ALLAH'a istiğfar edin (tövbe edip ALLAH'tan mağfiret dileyin)! Muhakkak ki ALLAH; GAFÛR'dur, RAHÎM'dir.”(Müzzemmil 73/74)
Âyeti indirmiş Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i örtüsünden kalkıp RABBini YÜCELTmesini istemiştir..
ALLAHu zü’L- CeLÂL =>Kullarından kendisini YÜCELtmelerini ister ve ALLAHu EKBER Zikri bunun içindir..
الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
---“Ellezî alleme bi’l- KALEM (kalemi).:: Ki O, KALEM ile öğretti.”(Alak 96/4)
KALEM =>AKıL..
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH VARdı ve O’nunla birlikte başka hiçbir ŞEYy yoktu. ARŞ’ı da SU üzerindeydi” buyurmuştur." buyurmuştur.
(Buharî, Bedul-ahlâk,1)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH, göklerle yeri yaratmadan elli bin sene önce, mahlûkatın KADERini (KALEM-le) yazdı. ARŞ’ı da SU üzerindeydi.”buyurmuştur.
(Müslim, Kader, 2/16)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den AKıL Hadislerinin başlıca üç şekilde nakledildiğini görmekteyiz.:
1-) ---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH’ın ilk yarattığı şey, AKıLdır" buyurmuştur.
(Ebu'l-Hasen Ali b. Sultan Muhammed el-Karî, el-Mevzuatü'l-kübrâ, thk. Ebu Hacer Muhammed es-Said b. Besyunî Zağlul, Karaçi, ts., s. 82; İsmâil b. Muhammed el-Aclunî, Keşfü'l-hafâ.)
2-) ---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "ALLAH celle celâlihu, AKıLı yarattığı zaman ona.: “Öne dön!.” dedi, o da döndü. Sonra ona.: “Arkaya dön!.” dedi, o da döndü. Sonra.: “BEN kimim?” diye sordu. AKıL dedi ki.: “SEN AZÎZsin!.” Bunun üzerine ALLAH TeÂLÂ.: “İzzetim hakkı için, seni ancak izzetli varlıklar içinde yaşatacağım!.” buyurdu.
Başka bir rivâyette.: “İzzetim ve Celâlim hakkı için senden daha şerefli bir şey yaratmadım. Seninle ALır, seninle VERirim" buyurdu.
(Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebi'd-Dünyâ, Kitâbü'l-akl ve faâlih, thk. hammed b. Ali el-Hâkim et-Tirmizî, Nevâdiru'l-usul fi ma'rifeti ehâdîsi'r-rasûl, thk. Mustafa Abdülkadir Ata, Beyrut, 1992, II, 60; et-Taberanî, el-Mu'cemu'l-kebîr, thk. Ebu Bekr Ahmed b. el-Hüseyn el-Beyhakî, Şuabü'l-İman.)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH'ın ilk yarattıgı şey, AKıLdır. Ona (yarattıgı zaman).: “Öne dön!.” dedi, o da döndü. Sonra.: “Arkaya dön!.” dedi, o da döndü. Sonra ALLAH celle celâlihu.:”'İzzetim ve Celâlim hakkı için, kendime senden daha kıymetli bir şey yaratmadım. Seninle alır, seninle veririm. Seninle mükafatlandırır, seninle cezalandırırım!”buyurdu.
(Ebu Nuaym Ahmed b. Abdiilah el-ISFEHANÎ, Hilyetü'l-evliya ve tabakatü'l-asfiya, Kahire, 1932, VII, 318; Ebu Şüd Şirılye b. Şehrdar ed-DEYLEMÎ, el-Firdevs bi me'suri'l-hitab, thk. es-Said b. Besyılni Zağlıll, Beyrut, 1986, I, 13; Ebıl Hamid Muhammed b. Muhammed el-GAZZALî, lhyauulümi'd-din, Beyrut, 1986, I, 99; Ebu'l-Fadail ei-Hasen b. Muhammed es-SAĞANÎ, Mevzüatü's-Sağani, thk. Necm Abdurrahman Halef, Beyrut, 1985, s. 35; el ACLUNÎ, Keif, I, 309; ayr. bk. Muhammed Abdülmüteal el-Cebrî, el-Müftehir mine'l-hadis, Kahire, 1987, s. 45 -47.)
İbn Mes'ud radiyallahu anhu'dan gelen diger bir rivâyette ise;
---ALLAH celle celâlihu.: "ALLAH’ın ilk yarattıgı şey AKıLdır. Ona.: “ÖNe dön!.” dedi, döndü . “Arkaya dön!.” dedi, döndü. Bunun üzerine ALLAH celle celâlihu.: “Kendime senden daha sevimli bir şey yaratmadım. Seni ancak mahlukatın bana en sevimiisi içinde terkib edeceğim/bulunduracağım.”buyurdu.
(Merfu olan bu rivâyet Rezin b. Muaviye tarafından nakledilmiştir.4 4 Muhammed b. Muhammed el Mağribî, Cem'u'l-fevaid min Camii'l-usul ve Mecmai'z-zevaid, Lahor, ts., II, 429; ayrıca bk. Ebu's-Seadar el-Mübarek b. Muhammed Ibnü'l-Esir el-Cezerî, Camiu'l-usul fi ehadisi'r-rasûl)
---Aclûnî, Câbir radiyallahu anhu'dan şöyle bir hadis nakletmektedir.: "Babam anam sana fedâ olsun yâ Resûlullah, ALLAH'ın eşyadan önce yarattığı ilk şeyin ne olduğunu bana haber ver" dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey Câbir! ALLAH TeÂLÂ, eşyayı yaratmadan evvel Kendi NÛRu’ndan senin Nebîyin NÛRu’nu yarattı. Bu NÛR, ALLAHın dilediği şekilde onun Kudretiyle deverÂN ediyordu. Bu vakitte, Levh, KALEM, Cennet, Cehennem, Mülk, Semâ, Yer, Güneş, Ay, Cin ve İnsÂN ortalarda yoktu. Ne zaman ki ALLAH, mahlûkatı yaratmayı diledi; bu NÛR’u dört parçaya böldü. Birinci bölümden KALEMi, ikincisinden LEVH'i, üçüncüsünden de ARŞ'ı yarattı. Sonra da dördüncü bölümü tekrar dört parçaya ayırdı. Bunun ilk parçasından HAMELEtü’l- ARŞ'ı, ikincisinden KÜRSî'yi, üçüncüsünden de kalan MELEKLeri yarattı. Sonra da dördüncü parçayı tekrar dört kısma ayırdı. Bunların ilkinden GÖKLeri, ikincisinden YERLeri; üçüncüsünden de CeNNet'i ve CeheNNeM'i yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dörde böldü. Birinci bölümle Mü’minlerin Gözlerinin NÛRu’nu, ikincisiyle Mârifetullah (ALLAH BİLgisi) olan KALBLerin NÛRu’nu, üçüncüsüyle de KeLiMe-i TeVHiDi yarattı!" buyurmuştur.
(Aclûnî'nin naklettiği bu hadisi Abdurrezzâk, İbn Câbir'den rivâyet etmiştir. Aclûnî, Mevahib'de de hadisin aynı şekilde rivâyet edildiğini kaydetmektedir. (el-Aclûnî, Keşfu’l- Hafâ)
TEKBÎR =>Hayatımızın ve İbâdetlerimizin/Namazımızın Mihveridir.:
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:”İftitah Tekbirine yetişmek şartıyla kırk gün cemaate gelen kişiye ALLAH’ın biri cehennemden, ikincisi münâfıklıktan kurtuluş olmak üzere iki berat vereceğini.”bildirmiştir. .
(Tirmizî, Salât, 64)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ve Namazın ÖZÜ’nün İftitah Tekbiri OLduğunu” buyurmuştur.
(Aclûnî'nin naklettiği bu hadisi Abdurrezzâk, İbn Câbir'den rivâyet etmiştir. Aclûnî, Mevahib'de de hadisin aynı şekilde rivâyet edildiğini kaydetmektedir. (Heysemî, II, 273)
TEKBÎR =>Bir Müslümanın hayatında yaygın biçimde yer tutması gereken faziletli bir ZİKİRdir. Yukarıda verdiğimiz açıklamalar dışında;
-> Kurban amaçlı olsun veya olmasın hayvan keserken.. (Buhârî, Eđâhi, 14),
-> Avlanma esnasında ava ateş ederken yahut avcı hayvanı ava salarken besmeleden sonra..
-> Gece Namazı için uyanan kişinin namaza TEKBÎR, Hamd, Tesbih, Tehlîl, İstiğfâr ve DUÂ ile başlaması..
-> Savaşta..
-> Bineğe binerken..
-> Hilâl ilk görüldüğünde..
-> Dağ ve tepe gibi yüksek bir yere çıkarken..
-> Sevindirici bir olayla karşılaşıldığında =>TEKBÎR getirilmesi müstehâb sayılmıştır..
(Dârimî, İstizân, 43; Buhârî, Cihâd, 132-133; Ebû Dâvûd, Cihâd, 158; bk. DİA, TEKBÎR md.)
---Ali radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre .:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ali kerremallahu vechehu ve Fâtıma aleyhasselâm’a.: “Yatağınıza girdiğiniz zaman -veya istirahate çekildiğiniz zaman- 33 defa ALLAHu EKBER, 33 defa SUBHÂNALLAH, 33 defa da ELHAMDULİLLÂH deyiniz!.” buyurmuştur.
(Buhârî, Farzu’l-humüs 6, Fezâilü ashâbi’n-nebî 9, Nefekât 6, 7, Daavât 11; Müslim, Zikr 80. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 100)
---Diğer bir rivâyete göre “34 defa SUBHÂNALLAH deyiniz!” buyurmuştur.
(Buhârî, Ezân, 116; Tirmizî, Salât, 74; Nesâî, Tatbik, 34, 90, 94, Sehv, 70; Dârimî, Salât, 40)
buyurmuştur. (Buhârî, Daavât 11).
---Başka bir rivâyete göre ise.: “34 defa ALLAHu EKBER deyiniz!.” buyurmuştur.
(Buhârî, Farzu’l-humüs 6, Fezâilü ashâbi’n-nebî 9; Müslim, Zikir 80)
---Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre, bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e: “Yâ Resûlullah! Sefere çıkmak istiyorum, bana öğüt ver!.” dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ona.: “ALLAH’a karşı saygılı ol ve her tepeye çıktığında “ALLAHu EKBER!.” de!” buyurdu.
Adam gittikten sonra arkasından.: “ALLAH’ım, o’na uzakları yakın et ve bu seferi ona kolay kıl!.”diye DUÂ etti.
(Tirmizî, Daavât 45; İbni Mâce, Cihâd 8.)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Gerçek şu ki, her insanın vücudunda 360 eklem (ve kemik) bulunmaktadır. Kim bu eklem sayısı kadar “ALLAHu EKBER, ELHAMDÜLİLLAH, LÂ İLÂHE İLLALLAH!.” der, ALLAH’dan bağışlanma diler, insanların yolu üzerinden taş, diken veya kemik gibi şeyleri kaldırır, iyiliği emreder veya kötülükten nehyeder ise, o günü kendisini cehennemden uzaklaştırmış olarak geçirir.” buyurmuştur.
(Âişe radıyallahu anhâ’dan; Müslim, Zekât 54.; Riyazu’s- Salihin, 124 Nolu Hadis.)
---Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “İsrâ Gecesinde İbrâhim aleyhisselâm’a rastladım. Bana şunu söyledi.: “Yâ MuhaMMed! ÜMMetine benden selâm söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun tatlı, arazisinin son derece geniş ve dümdüz, ağaçlarının da.: “SUBHÂNALLAHi ve’l-HAMDü LİLLÂHi veLâ İLâHe İLLâ ALLAHu VALLAHu EKBER!.”den ibâret olduğunu haber ver.”buyurmuştur.
(İbni Mes’ûd radıyallahu anh’dan; Tirmizî, Daavât 59; Riyazu’s- Sâlihin, 1443 Nolu Hadis)
---Ebû Hüreyre radıyallahu anhu.: “Mekke’den Medine’ye hicret eden müslümanların fâkirleri Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek.:“Varlıklı müslümanlar cennetin yüksek derecelerini ve ebedî nimetleri alıp götürdüler!.” dediler.
O zaman Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem.: “Hayrola! Onlar ne yaptılar ki?.” diye sordu.
Fâkir Muhâcirler.: “Bizim kıldığımız namazı onlar da kılıyorlar. Tuttuğumuz oruçları onlar da tutuyorlar. Üstelik onlar sadaka veriyorlar, biz veremiyoruz. Köle âzâd ediyorlar, biz edemiyoruz!.” dediler.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara.: “Sizden önde gidenlere yetişebileceğiniz, sizden sonra gelenleri geçebileceğiniz, sizin yaptığınızı yapanlar dışında herkesten üstün olacağınız bir şeyi haber vereyim mi?” diye sordu.
“Evet, söyle yâ Resûlallah!.” dediler.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.: “Her farz namazın peşinden otuz üçer defa “SÜBHÂNALLAH, ALLAHu EKBER, ELHAMDÜLİLLAH!” dersiniz.”
Birkaç gün sonra fâkir Muhâcirler Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e tekrar gelerek.: “Zengin Kardeşlerimiz bizim yaptığımız tesbihleri duymuşlar. Aynını onlar da yapıyorlar!.” dediler.
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “Ne yapalım! Artık bu ALLAH’ın bir Lutfudur; ALLAH Lutfunu dilediğine verir!.” buyurdu.
(Buhârî, Ezân 155; Daavât 18; Müslim, Mesâcid 142. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 24.)
---Abudllah b. Ömer radiyallahu anhum.: “Nebî (aleyhisselâm) ile askerleri tepelere çıktıklarında: “ALLAHu EKBER!” derler, düzlüklere indiklerinde de.: “SUBHÂNELLAH!” diye tesbih ederlerdi.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Cihâd 72)
---Câbir radiyallahu anhu.: “Biz yolculuklarımızda yukarı çıktığımızda TEKBÎR getirir.: “ALLAHu EKBER!” derdik, aşağı indiğimizde tesbihte bulunur.: “SUBHÂNELLAH!” derdik.” buyurmuştur.
(Buharî, Cihad, 132; Müsned, 3/333; Darimî, Adab, 43)
---Ebû Musâ el-Eş’arî radiyallahu anhu.: “Biz bir yolculukta Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte idik. Tepelere çıktıkça.: “ALLAHu EKBER!. Lâ İâhe İLLALLAH!.” diye yüksek sesle TEKBÎR ve tehlil getirdik.
Bunun üzerine Nebî aleyhisselâm.: “Ey Müslümanlar! Kendinizi zorlamayınız. Zira siz sağıra veya burada olmayan birine seslenmiyorsunuz. ALLAH daimâ sizinle beraberdir, işitir ve size sizden daha yakındır.” buyurdu.
(Buhârî, Cihâd 131; Müslim, Zikr 44)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Hilali gördüklerinde.: " ALLAHu EKBER!. ALLAHu EKBER!. ELHAMDÜLİLLAH, Lâ Havle veLâ Kuvvete İLLâ BİLLAH. ALLAHümme innî es'elüke min hayri hâza'ş- şehri ve eûzubike min şerri’l- kaderi ve min şerri yevmi’l- mahşeri!." diye DUÂ ederlerdi..
(Ubâde radiyallahu anhu’dan; Ramuz el e-hadis, 533. sayfa, 16. Hadis)
---Namazlardan sonra yapılan tesbîhat ve DUÂlar, namaza dâhil olmasa da Makbul İbâdetler arasında yer aldığından müstehabdır. Tesbîhat konusunda müslümanlara özel tavsiyelerde bulunan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bizzat kendisi de, namazlardan sonra 3 kere ALLAH’a İstiğfâr eder ve şöyle buyururdu.:
اللَّهُمَّ أَنْتَ السَّلاَمُ وَمِنْكَ السَّلاَمُ تَبَارَكْتَ يا ذَا الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ
ALLAHumme ente’s-SELÂMu ve minke’s-SELÂMu Tebârekte Yâ ze’L CELÂLi ve’L- İKRÂM.: ALLAH’ım, SELÂM SENsin; SELÂMet de ancak SENdendir. Mübâreksin. Ey CeLâL ve İkrâm Sâhibi!.”buyurmuştur.
(Müslim, Mesâcid, 135)
Namazlardan sonra otuz üçer kere “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “ALLAHu EKBER” diyerek ALLAH’ı anmak da Sahih Hadislerle tavsiye edilmiştir.
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim, her namazdan sonra 33 defa “SÜBHÂNALLAH!”, otuz üç defa “ELHAMDÜLİLLAH!”, otuz üç defa da “ALLAHu EKBER!.” der, sonra da 100’e tamamlamak için.:
لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Lâ İlâhe İllallahu vahdehu lâ şerie lehu, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdü ve hüve alâ küllî şey’in KADÎR.: ALLAH’tan başka İLÂH yoktur; yalnız ALLAH vardır. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. O’nun gücü her şeye yeter!.” derse, günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affedilir.”buyurmuştur.
(Müslim, Mesâcid, 146)
---Bir başka hadiste de namazlardan sonra 33 kez bu tesbîhatı yapanın derecesine kimsenin ulaşamayacağı belirtilmiştir..buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Vitir, 24)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Şeytan, namazda iken her birinize gelir.: “Şunu şunu hatırla!.” der ve namazdan çıkıncaya kadar devam eder. (Bu hatırlatmaların neticesi olarak) kişi bu tesbihatı terk bile eder.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Daavât, 25)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e.: “En ziyâde dinlenmeye (ve kabule) mazhar olan DUÂ hangisidir?" diye soruldu.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Gecenin sonunda yapılan DUÂ ile Farz Namazların ardından yapılan DUÂlardır!"diye cevap verdi.
(Tirmizî, Daavât 80.)
---İbni ömer radıyallahu anhu.:“Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve askerleri (sefer sırasında) tepeleri tırmandıkça TEKBÎR getirirler, inişe geçince de tesbihte bulunurlardı. Namaz dahi buna göre vaz’edildi." buyurmuştur.
(Ebu Davûd, Cihad 78, (2595))
---Ebû Mahzüre radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, beni yanına oturtup ezânı bir bir öğretti.” İbrahim der ki.: “Bu bizim okuduğumuz ezân gibiydi. Ona.: “Bir de bana tekrar et!.” dedim şöyle dedi.: “ALLAHu EKBER ALLAHu EKBEREşhedü en lâ ilâhe illallah (iki defa) Eşhedü enne MuhaMMeden Rasûlullah (iki defa) Hayyealessalah (iki defa ) Hayyealelfelah (iki defa ) ALLAHu EKBER ALLAHu EKBER Lâ ilâhe illallah!”buyurmuştur.
(Nesaî, Ezân, 3, Hn: 625 ; İbn Mâce, Ezân: 1; Ebû Davûd, Salât: 28)
---Süleymoğullarından bir kişiden şöyle rivâyet edildi.:
“Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, şunları benim elimde veya kendi elinde saydı.: “Subhanallah” demek Mizanın yarısıdır. “Elhamdülillah” ise o’nu doldurmuş olur. “ALLAHu EKBER” demek gök ile yeryüzü arasını doldurur. Oruç, sabrın yarısı, temizlik de imanın yarısıdır.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Deavat 87 Hn: 3519; Ahmed, Müsned Hn: 17571 ve diğerleri. Tirmizî: Bu hadis hasendir. Şu’be ve Sûfyân es Sevrî bu hadisi Ebû İshâk’tan rivâyet etmişlerdir.))
---İbn Mesud radiyallahu anhu dedi ki: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mir’ac’a çıkarıldığım gece İbrahîm ile karşılaştım.: "Ya Muhammed! Ümmetine benden selam söyle ve onlara bildir ki: Cennetin toprağı güzel suyu tatlıdır. Cennet’te ovalar vardır. Buraların dikili ağacı, “Sübhanallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahu VALLAHu EKBER’dir.: ALLAH’ı tenzih ederim, hamdolsun ALLAH’a, ALLAH’tan başka gerçekİLÂH yoktur ve ALLAH en büyüktür.” buyurmuştur.
(İbn Mesud radiyallahu anhu’dan; Tirmizî, Deavat 59 Hn: 3462 ve diğerleri. Tirmizî: Bu konuda Ebu Eyyub’tan da hadis rivâyet edilmiştir. Tirmizî: Bu hadis bu şekliyle İbn Mesud rivâyeti olarak hasen garibdir.)
---Adiy b. Hatim radiyallahu anhu.: dedi ki: “Mescidde oturmakta olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına geldim insanlar bu Adiyy b. Hatim’dir. Hiçbir kimsenin korumasına tabi olmadan gelmiştim. Kendisine takdim edildiğim zaman elimden tuttu ve bundan önce de ALLAH’tan onun elini elime tutuşturmasını istiyordum buyurdu. Benimle birlikte kalktı, tam o sırada yanında bir çocuğu bulunan bir kadın O’nu karşıladı ve.: “Sana arz edeceğimiz bir ihtiyacımız var.” dedi. Onların ihtiyacını görünceye kadar onlarla beraber ayakta kaldı, sonra elimden tuttu ve beni evine götürdü. Bir kız çocuğu bir minder attı, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem onun üzerine oturdu. Ben de onun önüne oturdum. ALLAH’a hamd-ü senâ ettikten sonra şöyle buyurdu.: “Lâ ilâhe illallah” demekten seni alıkoyan nedir? Yoksa ALLAH’ın dışında bildiğin bir ilâh mı var?” Ben.: “Hayır!.” diye cevab verdim sonra Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir süre konuştu ve şöyle buyurdu.: “ALLAHu EKBER” “ALLAH en büyüktür.” demekten mi kaçıyor ve ALLAH’tan daha büyük bir varlık mı tanıyorsun?” Ben de.: “Hayır!.” dedim ve şöyle devam etti.: “Yahudiler, ALLAH’ın gazablandığı kimselerdir. Hıristiyanlar ise sapıktır.” Ben de.: “Müslüman oldum ve geldim!.” dedim. Bunun üzerine yüzünün sevinçten değiştiğini gördüm, sonra benim için emir verdi, Ensar’dan bir kimsenin evine yerleştirildim ve sabah akşam Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına gidip gelmeye başladım. Bir akşam vakti Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanındayken yünden çizgili elbiseler giymiş fâkir bir gurup geldi namazı kıldırıp kalktı ve cemaati bu kimselere yardım etmeye teşvik etti ve şöyle buyurdu.: “Bir ölçek olsun, yarım ölçek olsun, bir avuç parçası olsun bu insanlara vermek sûretiyle sizler kendinizi Cehennem ateşinden koruyabilirsiniz. Bir hurma ile de yarım hurma ile de olsa veriniz... Hepiniz bir gün ALLAH’la karşı karşıya geleceksiniz ve ALLAH size şöyle buyuracaktır.: “Sizlere göz, kulak vermedim mi?” O kimse de.: “Evet verdin.” diyecektir. ALLAH.: “Sana çoluk çocuk vermedim mi?” buyuracak. O kimse de.: “Evet!” diyecek. ALLAH.: “Kendin için gönderdiklerin nerede?” buyuracak o kimse önüne arkasına sağına soluna bakınacak Cehennem ateşinden kendisini koruyacak bir şey bulamayacak. “Her biriniz yarım hurma ile olsa bile kendinizi ateşten koruyunuz. Şâyet bulamaz ise güzel sözle yapsın.” buyurdu. “Ben sizin için yoksulluktan endişe etmiyorum. ALLAH size her şeyi veren ve yardım edendir. Hatta bir kadın Hire ile Medine arasında kendi başına gidecek bineğin çalınmasından korkulmayacaktır.” Ben de bu söz üzerine içimden.: “Tayy Kabilesinin meşhur hırsızları nerede olacak!” dedim. Adiyy b. Hatim.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur.: الْيَهُودُ مَغْضُوبٌ عَلَيْهِمْ، وَالنَّصَارَى ضُلَّالٌ “Yahudiler, ALLAH’ın gazablandığı kimselerdir, Hıristiyanlar da sapık kimselerdir.” Sonra hadisi uzunca zikretti.
(Tirmizî, Tefsiri’l-Kur'ÂN: 2 Hn: 2954; Müslim, Salât: 27; Ebu Davûd, Salât: 17 ve diğerleri. Tirmizî: Bu hadis hasen garib olup sadece Simak b. Harb’ın rivâyetiyle bilmekteyiz. Şu’be Simak b. Harb’den, Abbâd b. Hubeyş’den Adiyy b. Hatim’den bu hadisi uzunca tam metniyle rivâyet etmiştir.)
---Enes radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Hayber’e savaş için çıktı ve geceleyin oraya vardı. Bir topluma geceleyin varırsa oraya baskın yapmaz sabah olmasını beklerdi. Sabah olunca Yahudiler ellerinde sepetleri ve tarım âletleriyle kalelerinden çıktılar. Karşılarında İslam ordusunu görünce.: “Vallahi güçlü ve yeterli ordusuyla MuhaMMed! Ordusu beş bölümden oluşan MuhaMMed!.” dediler.
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: şöyle buyurdu.:
“ALLAHu EKBER Hayber mutlaka yıkılıp elimize geçecektir. Biz İslâm askerleri bir toplumun memleketine girersek uyarılan o kâfirlerin sabahı çok kötü olur!.” buyurdu.
(Tirmizî, Siyer: 3 Hn: 1550; Müslim, Cihâd ve Siyer: 1; Buhârî, Cihâd ve Siyer: 129 ve diğerleri.)
---Enes radiyallahu anhu.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ancak sabah namazı vaktinde baskın yapardı. Ezânı işitirse baskından vazgeçer değilse hücum ederdi. Bir seferinde kulak verdi ve bir adamın.: “ALLAHu EKBER ALLAHu EKBER!.” dediğini işitti ve şöyle buyurdu.: “Fıtrat Dini üzere…” sonra adam.: “Eşhedu enlâ ilâhe illallah” deyince.:“Cehennem’den çıktın…” buyurmuştur.
(Tirmizî, Siyer: 48 Hn:1618; Ebû Dâvûd, Cihâd: 82-91-122 Hasan diyor ki: Ebûl Velîd, Hammad b. Seleme vasıtasıyla aynı senedle bu hadisin banzerinibize rivâyet etmiştir. Tirmizî: Bu hadis hasen sahihtir.)
---Enes radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Hayberin fethedildiği günün sabahı sabah namazını düşmana yakın bir yerde ortalık karanlık iken kıldırdı ve Hayber üzerine hücum etti ve.:“ALLAHu EKBER!. Hayber harabolsun!.” diye iki defa bedduâ etti ve Saffat sûresi 177. âyetine benzer şekilde şöyle dedi.: “Bir kavmin toprağına savaş için indiğimizde uyarılanların sabahı ne kötü olacaktır.”buyurmuştur.
(Nesaî, Mevakit: 26 Hn: 544; Buhârî, Megazî: 40; İbn Mâce, Zebaih: 13 ve diğerleri.)
---Abdullah b. Ömer radiyallahu anhu.: “Bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in arkasında namaza durdu ve şöyle dedi : “ALLAHu EKBER kebirân, velhamdü lillahi kesirân ve sübhanellahi bükraten ve asıyla.” Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bunları söyleyen kimdir?” diye sordu. O adam.: “Benim Yâ Resûlullah!” dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “On iki melek bu söylediklerini yazıp [color=#0000BF]ALLAH’a ulaştırmakla yarış ettiler” buyurdu.
(Nesaî, İftitah: 8 Hn: 875; Dârimî, Salât: 34; İbn Mâce, Salât: 2)
---Ebû Mahzûre radiyallahu anhu.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Müezzinliğini yapıyordum. Sabah namazında okuduğum ezânda.: “Hayye ale’l-felah” sözcüklerinden sonra, “Essalâtü hayrun mine’n- nevm” “Essalâtü hayrün mine’n- nevm” “ALLAHu EKBER ALLAHu EKBER” “La ilahe illallah”diye okuyordum.
(Nesaî, Ezân, 15, Hn: 643 : Ebû Davûd, Salât: 31; İbn Mâce, Ezân: 3)
---Bilal radiyallahu anhu’den rivâyete göre.: Ezânın son cümlesi: “[color=#008000]Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Müezzinliğini yapıyordum. Sabah namazında okuduğum ezânda.: “Hayye ale’l-felah” sözcüklerinden sonra, “Essalâtü hayrun mine’n- nevm” “Essalâtü hayrün mine’n- nevm” “ALLAHu EKBER! ALLAHu EKBER!” “Lâ ilâhe illallah” tır."buyurmuştur.
(Nesaî, Ezân, 16, Hn : 644 : Sadece Nesaî rivâyet etmiştir.)
---Esved radiyallahu anhu’den rivâyete göre, şöyle demiştir.: "Bilâl’in okuduğu ezânın son cümleleri “ALLAHu EKBER ALLAHu EKBER!. Lâ ilâhe illallah” tır."buyurmuştur.
(Nesai, Ezân, 16, Hn : 645 : (Sadece Nesâî rivâyet etmiştir.)
---Enes radiyallahu anhu.: "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Beni Süleym'den bir grubu Beni Âmir'e gönderdi. -Bir rivâyette: (annem) Ümmü Süleym'in kardeşi dayım Haram'ı yetmiş süvari içerisinde gönderdi.- (Bi'r-i Mauna'ya) vardıkları zaman dayım onlara.:"Ben sizden önce gideyim. Eğer bana Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'den tebliğde bulunmam için emân verilirse (tebliğde bulunurum). Emân vermezlerse, sizler bana yakın bir yerde bulunmuş olursunuz" dedi. Ve ilerledi. Gerçekten dayıma önce emân verdiler. O, kendilerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'dan bahsederken, kendilerinden bir adama imâ ile işâret ettiler. O da Dayıma ansızın mızrak sapladı. Dayım: "ALLAHu EKBER, Ka'benin RABBına yemin olsun, (şehidlik) kazandım!" dedi. Sonra Dayımın diğer arkadaşlarına yönelip (dağa kaçan iki kişi hariç) hepsini öldürdüler. Cibril aleyhisselâm, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e.: “Onların RABBlerine kavuştuğunu, ALLAH'ın onlardan razı olup onları da razı ettiğini” haber verdi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir ay boyu, Arap Kabilelerinden Ril, Zekvan, Usayye ve Beni Lihyan'a sabah namazında bedduâ etti." buyurmuştur.
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/143.; Buhârî, Megazî 38, Vitr 7, Cihâd 9; Müslim, Mesâcid 297, (677))
---Ebu Hüreyre radiyallahu anhu anlatıyor.: "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte Hayber Gazvesi'nde hazır bulunduk. Müslüman olduğunu söyleyen bir adam için de, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Bu, ateş ehlindendir!" buyurdu. Savaş başlayınca çok şiddetli şekilde savaştı ve yara aldı. Ashabtan bazısı.: "Yâ Resûlullah! Az önce “ateş ehlinden” dediğiniz kimse, çok şiddetli şekilde kahramanca savaştı ve de öldü!." dediler. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yine.: "Cehenneme (gitmiştir)" buyurdular. Bu cevab üzerine Müslümanlardan bazıları nerdeyse şüpheye düşecekti. Askerler bu halde iken, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e:. "O asker henüz ölmemiş, ancak ağır şekilde yaralanmış!" dediler. Gece olunca, adam yaraya dayanamadı. Kılıncının keskin tarafını alıp üzerine yüklendi ve intihar etti. Durum Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e haber verildi. Bunun üzerine.: "ALLAHu EKBER!" buyurdu ve devam etti.: "Şehâdet ederim ki, ben ALLAH'ın KULu ve RESÛLÜyüm!." Sonra Hz. Bilal radıyallahu anh'e halk içinde şöyle ilân etmesini emretti.: "Cennete sadece Müslüman nefisler girecek. Şurası muhakak ki, (İslâm'ın lehine olan ameller kişinin imanına delil değildir), ALLAH bu dini, fâcir bir kimse ile de güçlendirir." buyurmuştur.
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/147.; Buhârî, Cihad 182, Megâzî 38, Kader 5; Müslim, İman 173, (111))
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
162- El FÂTIN celle celâluhu.:
EL FÂTIN .: Yarattığı KuLLarını =>KuLLuk İmtihÂNı’nda FİTNE-lerle =>Deneyen, İmtihÂN eden ALLAHu zü’L-CeLÂL..
الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ
---“Ellezî halaka’l- mevte ve’l- hayâte li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ (amelen), ve huve’l- AZÎZu’l- GAFÛR (gafûru).: “Sizin hanginizin en güzel ameli yapacağını” imtihÂN etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur. Ve O; Aziz'dir, Gafûr'dur.”(Mülk 67/2)
Fâtın الفاتن.: Deneyen, imtihan eden..
Fitne.: İnsanın akıl ve FİTNEini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey. * Muhârebe. * Azdırma. * Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu. * Küfr. Fikir ihtilâfı. * Şikak. Kavga. * Delilik. * Mihnet ve beliye. * Mal ve evlâd. * Potada altın ve gümüşü eritmek. * İmtihan ve tecrübe etmek..
FİTNE-yi Âhirzaman.: Âhirzamandaki FİTNE. Deccal FİTNEsi.
FİTNEkâr.: f. Ortalığı bozmağa çalışan. FİTNEci. Fesâd verici. FİTNE çıkarmak isteyen..
Fettetn.: FİTNEci. Kurnaz. FİTNE çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. * Şeytân..
FİTNEci.: Kurnaz. FİTNE çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. * Şeytân.
FÂTIN celle celâlihu İsmi, Kur’ÂN-ı Kerîm’de geçmemekte ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in buyurduğu bir Hadis-i Şerifte geçmektedir..
el-Fâtın الفاتن ->deneyen, imtihan eden.. (Mâlik, Kader, 5)
Amr b. Dinar radiyallahu anhu'dan.: “Abdullah b. Zübeyr radiyallahu anhu'n hutbesinde şöyle dediğini işittim.: “İnnallahe Huve’l- Hâdî ve’l- Fâtin.: Şüphesiz, hidâyete erdiren ve dalâlete düşüren/FİTNE ile deneyen ALAH'tır.”
(İmam Mâlik, Muvatta, Kader, 5)
FİTNE kelimesi, sözlükte “altın ve gümüş gibi değerli madenleri saflığını anlamak için ateşte eritmek.” mânâsına gelen fetn (fütûn) kökünden türemiştir. Kelimenin en eski kullanımlarında “derisini daha kolay yüzebilmek için kurbanı sıcak kuma gömmek; kandırmak, gönlünü çelmek” ve “pusu kurarak yol kesmek” anlamları da vardır. Kuyumcu için aynı kökten gelen =>“fettân” kullanılır. (Lisânü’l-ʿArab, “ftn” md.).
FİTNE Kelimesi, Kur’ÂN-ı Kerîm’de “ateşe atma, ateşle azâb etme” anlamında geçmektedir.:
يَوْمَ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ
---“Yevme hum alen nâri yuFTENûne.: O gün onlar, ateşe atılarak (FİTNElerinin karşılığı olarak) azâba ma’ruz bırakılırlar.”(Zâriyât 51/13)
FİTNEnin zamanla kazandığı, insanın zarara uğraması veya uğratılması şeklindeki anlamında ateşte yanmayla ilgili eski mânânın da etkisi olmuştur. Klasik sözlüklerde bu anlamların başlıcaları şu şekilde sıralanmıştır.:
“Sınama, maddî ve mânevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme.” İnsanın içine aşk ateşi düşürdüğü veya gönlünü çelip mantıklı düşünmesini engellediği için kadına =>“Fettân” denilmiştir.
Aynı kelime, kişinin aklını karıştırıp ahlâkını bozan ve cezâya çarptırılmasına sebeb olan “Şeytân” için, ayrıca zarar verme mânâsından dolayı “Hırsız” için de kullanılmıştır.
İnsanların hırsını kamçılayıp günah işlemelerine sebeb olan altın ve gümüşe =>“İki Fettân”denilmiştir.
İnsanları zor bir imtihandan geçirecek olan Münker ve Nekir’e de =>“Kabrin İki Fettânı” adı verilmiştir..
(Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ftn” md.; Lisânü’l-ʿArab, “ftn” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “ftn” md.; Müsned, II, 173; III, 346).
FİTNEnin =>“inanç uğruna ma’ruz kalınan ağır işkence” anlamında kullanımı da oldukça yaygındır.. (meselâ bk. Câhiz, s. 29, 30, 32, 40).
“Mallarınız ve evlâdlarınız sizin için birer FİTNEdir” meâlindeki âyeti.:
وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلاَدُكُمْ فِتْنَةٌ وَأَنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ
---“Va'lemû ennemâ emvâlukum ve evlâdukum FİTNEtun ve ennALLÂHe indehû ecrun azîm (azîmun).: Ve biliniz ki; çocuklarınız ve mallarınız, sizin için sadece bir FİTNE FİTNEdir (imtihandır). Ve ALLAH ki; O'nun Katı’nda, (muhakkak) azîm bir ecir (bedel, ücret) vardır.”(Enfâl 8/28)
Kur’ÂN-ı Kerîm’de 34 âyette FİTNE kelimesi, 26 âyette de türevleri geçmektedir..
Kur’ÂN-ı Kerîm’de “FİTNE”nin başlıca şu mânâlara geldiği görülür.:
=>Sınama (ibtilâ), deneme (ihtibâr) ve imtihan etme.: Bakara 2/102; Tâhâ 20/40, 85, 90, 131..
=>Şirk, küfür, müşriklerin müslümanlara uyguladıkları ve şirke döndürmeyi amaçlayan baskılar.: Bakara 2/191, 193, 217; Nisâ 4/91..
=>Sapıklık, sapma, saptırma.: Mâide 5/41, 49; Sâffât 37/162..
=>Azâb, işkence, ateşe atma.: Ankebût 29/10; Zâriyât 51/13, 14; Burûc 85/10..
=>Düşman saldırısı.: Nisâ 4/101..
=>Günah.: Tevbe 9/49..
=>Şeytânın hile ve tuzağı.: A‘râf 7/27..
=>Şeytânın zayıf ruhlu kişilere aşıladığı bâtıl inanç ve kuruntu.: Hac 22/53..
=>Nifâk.: Hadîd 57/14; bk. Taberî, XXVII, 226..
=>Delilik.: Kalem 68/6..
=>ALLAH’ın kullarına farklı imkânlar vererek birbirlerine karşı niyet ve tutumlarını ortaya çıkarması.: En‘âm 6/53; Furkân 25/20; bk. Taberî, VII, 206-207; XVIII, 193-194..
وَكَذَلِكَ فَتَنَّا بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لِّيَقُولواْ أَهَؤُلاء مَنَّ اللّهُ عَلَيْهِم مِّن بَيْنِنَا أَلَيْسَ اللّهُ بِأَعْلَمَ بِالشَّاكِرِينَ
---“Ve kezâlike fetennâ ba’dahum bi ba’din li yekûlû e hâulâi mennALLÂHu aleyhim min beyninâ, e leysallâhu bi a’leme bi’ş- şâkirîn (şâkirîne).: Ve “Aramızdan, ALLAH'ın ni'metlendirdikleri bunlar mı?” derler diye, onları birbirleri ile işte böyle imtihan ettik. ALLAH, şâkirleri (şükredenleri) en iyi bilir, öyle değil mi?”(En‘âm 6/53)
وَما أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا إِنَّهُمْ لَيَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَيَمْشُونَ فِي الْأَسْوَاقِ وَجَعَلْنَا بَعْضَكُمْ لِبَعْضٍ فِتْنَةً أَتَصْبِرُونَ وَكَانَ رَبُّكَ بَصِيرًا
---“Ve mâ erselnâ kableke mine’l- murselîne illâ innehum le ye’kulûnet taâme ve yemşûne fî’l- esvâkı ve cealnâ ba’dakum li ba’dın FİTNEten (FİTNEten), e tasbirûn (tasbirûne), ve kâne RABBuke basîrâ (basîren).: Ve senden önce (de), gerçekten yemek yiyen ve çarşılarda dolaşan resûllerden başka (farklı bir) resûl göndermedik. Ve sizin bir kısmınızı bir kısmınıza “sabrediyor musunuz” diye FİTNE (imtihan) kıldık. Ve RABBin, en iyi görendir.” (Furkân 25/20)
Taberî, Arap Dili’nde FİTNEnin asıl anlamının “deneme ve sınama”, özellikle de “ateşe atarak deneme” olduğunu hatırlatır ve öteki kullanımların temelde bu mânâ ile ilişkili bulunduğuna işâret eder. Deneme bazan, insanlar için daima bir risk taşıyan mal mülk, evlâd, sağlık gibi ni’met sayılan şeylerle olduğu gibi yokluk, hastalık, musibet, Şeytân veya düşman tasallutu gibi sıkıntılarla da olmaktadır..
(Câmiʿu’l-beyân, I, 461-462; XVI, 162, 196-197, 200, 235).
Bu husus özellikle.: “Sizi bir FİTNE olmak üzere şerle de hayırla da deneyip sınarız” meâlindeki âyette açıkça belirtilmiştir.:
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
---“Kullu nefsin zâikatu’l- mevt (mevti), ve neblûkum bi’ş- şerri ve’l- hayri FİTNEh (FİTNEten), ve ileynâ turceûn (turceûne).: Bütün nefsler, ölümü tadıcıdır. Sizi, hayır ve şerr FİTNEleri ile imtihan ederiz. Ve BİZ’e döndürüleceksiniz.”(Enbiyâ 21/35)
“İnsana bir hayır dokunursa pek memnun olur; bir de FİTNEye mâruz kalırsa çehresi değişir -dinden yüz çevirir-”
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَعْبُدُ اللَّهَ عَلَى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انقَلَبَ عَلَى وَجْهِهِ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةَ ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ
---“Ve mine’n- nâsi men ya’budullâhe alâ harf (harfın), fe in asâbehu hayrunıtmeenne bih (bihî), ve in asâbethu FİTNEtuninkalebe alâ vechihî, hasire’d- dunyâ ve’l- âhıreh (âhırete), zâlike huve’l- husrânu’l- mubîn (mubînu).: İnsanlardan (öyle) kimseler vardır ki, ALLAH'a az (gönülsüz) ibâdet eder. Ona bir hayır isâbet etse onunla tatmin olur. Ve bir FİTNE isâbet etse yüz geri döner. (Onlar), dünyâda ve âhirette hüsrândadır. İşte o, apaçık hüsrândır.”(Hac 22/11)
Bu âyette ise FİTNEnin hayrın zıddı olarak kullanıldığı görülür. Taberî’ye göre bu âyetteki FİTNE geçim sıkıntısı, musibet, işkence gibi zorlukları ifâde eder (Câmiʿu’l-beyân, XVII, 122).
FİTNE kavramının ifâde ettiği deneme ve sınamanın çeşitli şekillerine Kur’ÂN’da işâret edilmiştir. FİTNE ALLAH tarafından kullarına yöneltilen bir imtihan olabilir. ALLAH celle celâlihu, insanların iman ve ahlâktaki samimîyetlerini kanıtlamaları için bir imtihan olmak üzere onları hayırla da şerle de deneyip sınar.:
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
---“Kullu nefsin zâikatu’l- mevt (mevti), ve neblûkum bi’ş- şerri ve’l- hayri FİTNEh (FİTNEten), ve ileynâ turceûn (turceûne).: Bütün nefsler, ölümü tadıcıdır. Sizi, hayır ve şerr FİTNEleri ile imtihan ederiz. Ve BİZ’e döndürüleceksiniz.”(Enbiyâ 21/35)
İnsanlar dünya hayatının geçici güzellikleriyle imtihan edilirler.:
وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيَاةِ الدُّنيَا لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَأَبْقَى
---“Ve lâ temuddenne ayneyke ilâ mâ mettâ’nâ bihî ezvâcen minhum zehrete’l- hayâti’d- dunyâ li neftinehum fîh (fîhi), ve rızku RABBike hayrun ve ebkâ.: Ve onlardan bazılarına, onları imtihan etmemiz için, (onlarla) meta’landırdığımız (faydalandırdığımız) dünyâ hayatının zîynetlerine gözlerini dikme (imrenme). Ve RABBinin rızkı daha hayırlıdır ve bâkidir (devamlıdır).”(Tâ-Hâ 20/131)
Mal ve Evlâd birer imtihan vasıtasıdır.:
وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلاَدُكُمْ فِتْنَةٌ وَأَنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ
---“Va'lemû ennemâ emvâlukum ve evlâdukum FİTNEtun ve ennALLÂHe indehû ecrun azîm (azîmun).: Ve biliniz ki; çocuklarınız ve mallarınız, sizin için sadece bir FİTNE FİTNEdir (imtihandır). Ve ALLAH ki; O'nun Katı’nda, (muhakkak) azîm bir ecir (bedel, ücret) vardır.”(Enfâl 8/28)
إِنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌ وَاللَّهُ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ
---“İnnemâ emvalukum ve evlâdukum FİTNEh (FİTNEtun), vallâhu indehû ecrun azîm (azîmun).: Oysa sizin mallarınız ve evlâtlarınız FİTNEdir (imtihandır). Ve ALLAH ki, ecrun azîm (en büyük mükâfat) O'nun İndindedir (katındadır).”(Tegâbün 64/15)
Bol Rızık veya genel olarak bir Ni’met de FİTNEdir.:
فَإِذَا مَسَّ الْإِنسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِّنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
---“Fe izâ messe’l- insâne durrun deânâ, summe izâ havvelnâhu ni’meten minnâ kâle innemâ ûtîtuhu alâ ilm (ilmin), bel hiye FİTNEtun ve lâkinne ekserehum lâ ya’lemûn (ya’lemûne).: İnsana bir zarar dokunduğu zaman Bize DUÂ eder. Sonra ona tarafımızdan bir ni'met gönderdiğimizde: "Bu ancak bana bir ilim üzerine verildi." der. Hayır, o bir imtihandır. Ve lâkin onların çoğu bilmezler.”(Zümer 39/49)
لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَمَن يُعْرِضْ عَن ذِكْرِ رَبِّهِ يَسْلُكْهُ عَذَابًا صَعَدًا
---“Li neFTİNehum fîh(fîhi), ve men yu’rıd an zikri RABBihî yeslukhu azâben saadâ (saaden).: Onları bu konuda imtihan edelim diye. Ve kim RABBinin zikrinden yüz çevirirse, onu çok şiddetli azâba uğratır.”(Cin 72/17)
Buna karşılık insanlar Kederle.:
إِذْ تَمْشِي أُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى مَن يَكْفُلُهُ فَرَجَعْنَاكَ إِلَى أُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ وَقَتَلْتَ نَفْسًا فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُونًا فَلَبِثْتَ سِنِينَ فِي أَهْلِ مَدْيَنَ ثُمَّ جِئْتَ عَلَى قَدَرٍ يَا مُوسَى
---“İz temşî uhtuke fe tekûlu hel edullukum alâ men yekfuluh (yekfuluhu), fe reca’nâke ilâ ummike key takarre aynuhâ ve lâ tahzen (tahzene), ve katelte nefsen fe necceynâke mine’l- gammi vefetennâke futûnâ (futûnen), fe lebiste sinîne fî ehli medyene summe ci’te alâ kaderin yâ mûsâ.: Kızkardeşin (seni izleyerek) yürüyordu. (Seni saraya aldıkları zaman onlara şöyle) diyordu.: “Size, ona kefil olacak (emzirip, bakacak) birisine delil olayım mı (bulmanızda yardım edeyim mi)? Böylece seni, annene döndürdük. Onun, gözü aydın olsun ve mahzun olmasın diye. Ve birisini öldürmüştün. O zaman (da) seni, gamdan (üzüntüden) kurtarmıştık. Ve seni, sınavlarla imtihan ettik. Böylece Medyen halkı içinde senelerce kaldın. Sonra kaderin gereği (takdir edilen zamanda buraya) geldin yâ Musâ!”(Tâhâ 20/40)
Çeşitli Belâlarla da imtihan edilirler.:
أَوَلاَ يَرَوْنَ أَنَّهُمْ يُفْتَنُونَ فِي كُلِّ عَامٍ مَّرَّةً أَوْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ لاَ يَتُوبُونَ وَلاَ هُمْ يَذَّكَّرُونَ
---“E ve lâ yerevne ennehum yuFTENûne fî kulli âmin merraten ev merrateyni summe lâ yetûbûne ve lâ hum yezzekkerûn (yezzekkerûne).: Ve onlar, senede bir veya iki kere imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra tövbe etmiyorlar (ALLAH'a yönelmiyorlar) ve onlar zikir yapmıyorlar (ALLAH'ın ismini ardarda tekrar etmiyorlar).”(Tevbe 9/126)
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَعْبُدُ اللَّهَ عَلَى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انقَلَبَ عَلَى وَجْهِهِ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةَ ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ
---“Ve mine’n- nâsi men ya’budullâhe alâ harf (harfın), fe in asâbehu hayrunıtmeenne bih (bihî), ve in asâbethu FİTNEtuninkalebe alâ vechihî, hasire’d- dunyâ ve’l- âhıreh (âhırete), zâlike huve’l- husrânu’l- mubîn (mubînu).: İnsanlardan (öyle) kimseler vardır ki, ALLAH'a az (gönülsüz) ibâdet eder. Ona bir hayır isâbet etse onunla tatmin olur. Ve bir FİTNE isâbet etse yüz geri döner. (Onlar), dünyâda ve âhirette hüsrandadır. İşte o, apaçık hüsrândır.”(Hac 22/11)
FİTNE insanların karşılıklı münasebetleri için de söz konusu olabilir. İnkârcıların müslümanlara karşı olumsuz tavırları müslümanlar için bir FİTNEdir; zira böylece onların sabırları ve İslâm’a bağlılıkları denemeden geçirilmiş olur.:
وَما أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا إِنَّهُمْ لَيَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَيَمْشُونَ فِي الْأَسْوَاقِ وَجَعَلْنَا بَعْضَكُمْ لِبَعْضٍ فِتْنَةً أَتَصْبِرُونَ وَكَانَ رَبُّكَ بَصِيرًا
---“Ve mâ erselnâ kableke mine’l- murselîne illâ innehum le ye’kulûnet taâme ve yemşûne fî’l- esvâkı ve cealnâ ba’dakum li ba’dın FİTNEten (FİTNEten), e tasbirûn (tasbirûne), ve kâne RABBuke basîrâ (basîren).: Ve senden önce (de), gerçekten yemek yiyen ve çarşılarda dolaşan resûllerden başka (farklı bir) resûl göndermedik. Ve sizin bir kısmınızı bir kısmınıza “sabrediyor musunuz” diye FİTNE (imtihan) kıldık. Ve RABBin, en iyi görendir.”(Furkân 25/20)
Öte yandan müslümanların mâruz kalacakları herhangi bir sıkıntı da kâfirlerin bundan yanlış sonuçlar çıkarmasına yol açan bir FİTNE olabilir. Nitekim müfessirler.: “Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir FİTNE konusu yapma”
رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِّلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
---“RABBenâ lâ tec’alnâ FİTNEten lillezîne keferû, vagfir lenâ RABBenâ, inneke ente’l- azîzu’l- hakîm (hakîmu).: RABBimiz, bizi kâfirlere FİTNE kılma! Ve bizi mağfiret et RABBimiz. Muhakkak ki SEN, SEN; AZÎZ'sin, HAKÎM'sin.”(Mümtehine 60/5)
Meâlindeki âyeti.: “Bizi onların eliyle veya başka bir şekilde ezâ ve cefaya uğratma; aksi halde inkârcılar bizim hakkımızda.: “Eğer bunlar doğru yolda olsalardı böyle sıkıntılara mâruz kalmazlardı.” diyerek yanlış düşüncelere kapılırlar.” tarzında açıklamışlardır.. (Şevkânî, V, 246).
Kur’ÂN’a göre insan inkârcılık, münafıklık gibi yanlış inançları veya kötü davranışları sebebiyle kendi kendisinin de FİTNEsi olabilir.:
(Hadîd 57/14; bk. Şevkânî, V, 198).
يُنَادُونَهُمْ أَلَمْ نَكُن مَّعَكُمْ قَالُوا بَلَى وَلَكِنَّكُمْ فَتَنتُمْ أَنفُسَكُمْ وَتَرَبَّصْتُمْ وَارْتَبْتُمْ وَغَرَّتْكُمُ الْأَمَانِيُّ حَتَّى جَاء أَمْرُ اللَّهِ وَغَرَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ
---“Yunâdûnehum e lem nekun meakum, kâlû belâ ve lâkinnekum fetentum enfusekum ve terebbastum vertebtum ve garret kumu’l- emâniyyu hattâ câe emrullâhi ve garrekum billâhi’l- garûr(garûmu).: Onlara seslenirler: “Biz, sizinle beraber olmadık mı?” (Onlar): “Evet, fakat siz kendinizi FİTNEye düşürdünüz, beklediniz ve şüphe ettiniz. ALLAH'ın Emri (ölüm emri) gelinceye kadar emaniyye sizi aldattı. Ve garur (aldatanlar, şeytan ve avaneleri), sizi ALLAH ile (ALLAH “Gafûr'dur, Rahîm'dir, sizi affeder.” diyerek) aldattı.” dediler.”(Hadîd 57/14)
Ayrıca Kur’ÂN-ı Kerîm’de;
Şeytânın Hile ve Tuzağı olarak.:
يَا بَنِي آدَمَ لاَ يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَا أَخْرَجَ أَبَوَيْكُم مِّنَ الْجَنَّةِ يَنزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَا لِيُرِيَهُمَا سَوْءَاتِهِمَا إِنَّهُ يَرَاكُمْ هُوَ وَقَبِيلُهُ مِنْ حَيْثُ لاَ تَرَوْنَهُمْ إِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاء لِلَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ
---“Yâ benî âdeme lâ yeftinennekumu’ş- şeytânu kemâ ahrece ebeveykum mine’l- cenneti yenziu anhumâ libâsehumâ li yuriyehumâ sev’âtihimâ innehu yerâkum huve ve kabîluhu min haysu lâ terevnehum innâ cealne’ş- şeyâtîne evliyâe lillezîne lâ yu’minûn (yu’minûne).: Ey Âdemoğulları! Şeytan, sizin ebeveyninizi (anne ve babanızı), onların ayıp yerlerinin görünmesi için elbiselerini soyarak, cennetten çıkardığı gibi sakın sizleri de FİTNEye düşürmesin. Muhakkak ki; o ve onun kabilesi (topluluğu), sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Muhakkak ki; BİZ şeytanları mü'min olmayanlara dost kıldık.”(A‘râf 7/27)
Şeytândan gelen Bâtıl İnanç ve Kuruntu olarak.:
لِيَجْعَلَ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ فِتْنَةً لِّلَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ وَالْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ
---“Li yec’ale mâ yulkı’ş- şeytânu FİTNEten lillezîne fî kulûbihim maradun ve’l- kâsiyeti kulûbuhum, ve inne’z- zâlimîne le fî şikâkın baîd (baîdin).: Kalblerinde maraz (hastalık) olan ve FİTNEleri kasiyet bağlamış (kararmış ve sertleşmiş) olanlara, şeytanın ilka ettiği (ulaştırdığı) şeyi FİTNE (imtihan) kılmak içindir. Ve muhakkak ki zâlimler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler (Sırat-ı Mustakîm'den uzaklaşmışlardır, ayrılmışlardır).”(Hac 22/53)
Firavun’un Mûsâ aleyhisselâm’ın Dinine girmelerini önlemek için kavmine işkence etmesi olarak.:
فَمَا آمَنَ لِمُوسَى إِلاَّ ذُرِّيَّةٌ مِّن قَوْمِهِ عَلَى خَوْفٍ مِّن فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ أَن يَفْتِنَهُمْ وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الأَرْضِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ
---“Fe mâ âmene li mûsâ illâ zurriyyetun min kavmihî alâ havfin min fir’avne ve melâihim en yeftinehum, ve inne fir’avne leâlin fî’l- ard (ardı) ve innehu le mine’l- musrifîn (musrifîne).: Bundan sonra, Firavunun ve onun ileri gelenlerinin onları FİTNElemesi (belâya uğratması) korkusuyla, Musa (aleyhisselâm)'a, (kendi) kavminden, zürriyetinden (gençlerinden) başkası îmân etmedi. Ve muhakkak ki Firavun, yeryüzünde üstündü (zorbaydı). Ve gerçekten o müsriflerdendi (haddi aşan azgınlardandı).”(Yûnus 10/83)
Düşmanın müslümanlara saldırarak onları öldürmesi veya esir alması olarak.: (Nisâ 4/101; bk. Taberî, V, 243)
وَإِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الأَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَقْصُرُواْ مِنَ الصَّلاَةِ إِنْ خِفْتُمْ أَن يَفْتِنَكُمُ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنَّ الْكَافِرِينَ كَانُواْ لَكُمْ عَدُوًّا مُّبِينًا
---“Ve izâ darabtum fî’l- ardı fe leyse aleykum cunâhun en taksurû mine’s- salâti, in hıftum en yeftinekumullezîne keferû. İnne’l- kâfirîne kânû lekum aduvven mubînâ (mubînen).: Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size kötülük edeceklerinden korkarsanız, o taktirde namazdan kısaltmanızda, size bir günah yoktur. Muhakkak ki kâfirler, sizin için apaçık düşmandır.”(Nisâ 4/101)
Yahudilerin, Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i ALLAH celle celâlihu’ya kulluktan uzaklaştırıp kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmaları olarak.: (Mâide 5/49; bk. Taberî, VI, 274)
وَأَنِ احْكُم بَيْنَهُم بِمَآ أَنزَلَ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ وَاحْذَرْهُمْ أَن يَفْتِنُوكَ عَن بَعْضِ مَا أَنزَلَ اللّهُ إِلَيْكَ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَاعْلَمْ أَنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ أَن يُصِيبَهُم بِبَعْضِ ذُنُوبِهِمْ وَإِنَّ كَثِيرًا مِّنَ النَّاسِ لَفَاسِقُونَ
---“Ve enıhkum beynehum bimâ enzelallâhu ve lâ tettebi’ ehvâehum vahzerhum en yeftinûke an ba’dı mâ enzelallâhu ileyk (ileyke) fe in tevellev fa’lem ennemâ yurîdullâhu en yusîbehum bi ba’dı zunûbihim ve inne kesîran mine’n- nâsi le fâsıkûn (fâsıkûne).: Ve onların aralarında ALLAH'ın indirdiğiyle hükmet, onların hevâlarına uyma. ALLAH'ın sana indirdiği şeylerin bir kısmından seni FİTNEye düşürmelerinden sakın. Bundan sonra eğer (HAKk'tan) yüz çevirirlerse, o taktirde bil ki artık ALLAH, bazı günahları sebebiyle, onları bir musibete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu gerçekten fâsıklardır.”(Mâide 5/49)
Gibi olaylar FİTNE kelimesiyle ifâde edilmiştir…
Kalblerinde eğrilik bulunanların Kur’ÂN’daki müteşâbih âyetleri dillerine dolamalarının hedefi FİTNE çıkarmak.:
هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ
---“Huvellezî enzele aleyke’l- kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummu’l- kitâbi ve uharu muteşâbihât (muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâe’l- FİTNEti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh (illâllâhu), ve’r- râsihûne fî’l- ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi RABBinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulû’l- elbâb (elbâbi).: Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat FİTNElerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan FİTNE çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini ALLAH'dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sâhibleri ise.: "Biz O'na îmân ettik, hepsi RABBimizin Katındandır" derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulû’l-elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).”(Âl-i İmrân 3/7)
Yani inananların zihninde şüphe ve tereddütler meydana getirmektir (Taberî, III, 180).
Kur’ÂN’da “Ashâbü’l- Uhdûd” diye anılan mü’minler de inkârcılar tarafından ateşe atılmak sûretiyle işkenceye tâbi tutulmuş ve FİTNEye mâruz bırakılmıştır.:
إِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ
---“İnnellezîne fetenu’l- mu’minîne ve’l- mu’minâti summe lem yetûbû fe lehum azâbu cehenneme ve lehum azâbu’l- harîk (harîkı).: Muhakkak ki onlar, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara işkence edip, sonra da tövbe etmemişlerdir. Artık onlar için cehennem azâbı ve yakıcı azâb vardır.”(Burûc 85/10)
Bazı âyetlerde, müşriklerin müslümanları dinlerinden vazgeçirmek ve onları tekrar putperestliğe döndürmek maksadıyla giriştikleri yıkıcı faaliyetler, münafıkların farklı metotlarla da olsa aynı yöndeki girişimleri FİTNE kavramıyla ifâde edilmiştir.: (Tevbe 9/47-48; bk. Taberî, X, 145-147)
لَوْ خَرَجُواْ فِيكُم مَّا زَادُوكُمْ إِلاَّ خَبَالاً ولأَوْضَعُواْ خِلاَلَكُمْ يَبْغُونَكُمُ الْفِتْنَةَ وَفِيكُمْ سَمَّاعُونَ لَهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
---“Lev haracû fîkum mâ zâdûkum illâ habâlen ve le evdaû hılâlekum yebgûnekumu’l- FİTNEh (FİTNEte), ve fîkum semmâûne lehum, vallâhu alîmun bi’z- zâlimîn (zâlimîne).: Eğer sizin aranızda (savaşa) çıksalardı, size kötülüğü arttırmalarından başka bir şey yapmazlardı. Sizin içinizde FİTNE çıkmasını isterler ve mutlaka sizin aranızda gayret gösterirler. Sizin aranızda onları dinleyecek olanlar var ve ALLAH zâlimleri bilendir.”(Tevbe 9/47)
لَقَدِ ابْتَغَوُاْ الْفِتْنَةَ مِن قَبْلُ وَقَلَّبُواْ لَكَ الأُمُورَ حَتَّى جَاء الْحَقُّ وَظَهَرَ أَمْرُ اللّهِ وَهُمْ كَارِهُونَ
---“Lekadibtegûl fîtnete min kablu ve kallebû leke’l- umûre hattâ câe’l- hakku ve zahere emrullâhi ve hum kârihûn (kârihûne).: Andolsun ki; daha önce de FİTNE çıkarmak istediler ve hak gelinceye kadar sana (birtakım) işler çevirdiler. Ve onlar, kârihûn (kerih görenler) olmalarına rağmen (istememelerine rağmen) ALLAH'ın emri zâhir oldu (açığa çıktı, belli oldu).”(Tevbe 9/48)
Bizzat Resûl-i Ekrem aleyhisselâm bile Mekke’de iken bu amacı taşıyan bir FİTNEye mâruz bırakılmak istenmiştir.: (İsrâ 17/73; bk. Taberî, XV, 129-130).
وَإِن كَادُواْ لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ لِتفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ وَإِذًا لاَّتَّخَذُوكَ خَلِيلاً
---“Ve in kâdû le yeftinûneke anillezî evhaynâ ileyke li tefteriye aleynâ gayreh (gayrehu) ve izen lettehazûke halîlâ (halîlen).: Ve neredeyse sana vahyettiğimiz şeyden başkası ile Bize iftira etmen için gerçekten seni FİTNEye düşürüyorlardı. Ve o taktirde seni mutlaka dost edinirlerdi.”(İsrâ 17/73)
Mekke Dönemi’nde yoğun baskılarla uygulanan bu FİTNE faaliyetleri hicretten sonra da bilhassa Medine dışındaki müslüman kabilelere yönelik olarak sürdürülmüş, bunlardan bir kısmının putperestliğe dönmesine sebeb olunmuştur.: (Nisâ 4/91; Taberî, V, 201-202)
سَتَجِدُونَ آخَرِينَ يُرِيدُونَ أَن يَأْمَنُوكُمْ وَيَأْمَنُواْ قَوْمَهُمْ كُلَّ مَا رُدُّوَاْ إِلَى الْفِتْنِةِ أُرْكِسُواْ فِيِهَا فَإِن لَّمْ يَعْتَزِلُوكُمْ وَيُلْقُواْ إِلَيْكُمُ السَّلَمَ وَيَكُفُّوَاْ أَيْدِيَهُمْ فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثِقِفْتُمُوهُمْ وَأُوْلَئِكُمْ جَعَلْنَا لَكُمْ عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا مُّبِينًا
---“Se tecidûne âharîne yurîdûne en ye’menûkum ve ye’menû kavmehum. Kullemâ ruddû ilâ’l- FİTNEti urkisû fîhâ, fe in lem ya’tezilûkum ve yulkû ileykumu’s- seleme ve yekuffû eydiyehum fe huzûhum vaktulûhum haysu sekıftumûhum. Ve ulâikum cealnâ lekum aleyhim sultânen mubînâ (mubînen).: Sizden ve kendi kavimlerinden em^şn olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız.( Fakat) FİTNEye her çağırılışlarında, ona geri döndüler. Şâyet bundan sonra sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler, ellerini sizden çekmezlerse, o taktirde onları nerede bulursanız yakalayın ve öldürün. Ve işte size, onların üzerine (saldırmanız için) apaçık yetki verdik.”(Nisâ 4/91)
RASÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem BUYRukLarında FİTNE.:
FİTNE Kavramı Kur’ÂN’daki anlamlarıyla hadislerde de geniş ölçüde geçmektedir.. (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ftn” md.; a.mlf., Miftâḥu künûzi’s-sünne, “fiten” md.)
Hadislerde ayrıca “Deccâl FİTNEsi”, “Mesîh FİTNEsi” şeklindeki tâbirlerle kıyamet alâmetleri diye bilinen gelişmelere de FİTNE denildiği görülür.
Bazı hadislerde FİTNE, İslâm’ın ilk asırlarından itibaren vuku’ bulan dinî ve siyasî çalkantıları, içtimaî huzursuzlukları haber veren ifâdeler içinde yer almıştır. Bu hadislerde FİTNE genellikle, İslâm ümmetinin birlik ve bütünlüğünü bozan bir komployu veya her türlü yıkıcı faaliyeti ifâde eder. Bunların birinde;
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Birtakım FİTNElerin yağmur selleri gibi evlerinizin arasında aktığını görüyorum!” buyurmuştur.
(Buhârî, Fiten, 4)
Hadis âlimleri bununla, bilhassa Osman radiyallahu anhu’n şehîd edilmesiyle başlayıp sonraki dönemlerde devam eden kargaşa ve iç savaşlara işâret edildiğini belirtirler.. (Aynî, XX, 64).
İbn Hacer, söz konusu hadisin burada kaydedilmeyen ilk cümlesinde “Medine” isminin özellikle zikredilmiş olduğuna dikkat çekerek Osman radiyallahu anhu’n Medine’de öldürüleceği ve bunun daha sonraki FİTNElerin de sebebi olacağı hususunun dolaylı olarak anlatılmak istendiğini ileri sürer (Fetḥu’l-bârî, XXVII, 15).
Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği bir hadiste:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Zaman yaklaşacak (zamanın bereketi kalmayacak), ameller azalacak, aç gözlülük yayılacak, FİTNEler açığa çıkacak ve adam öldürme olayları artacak!” buyurmuştur.
(Buhârî, “ʿİlim”, 24, “Fiten”, 5; İbn Mâce, “Fiten”, 25).
Bu hadisin başka bir rivâyetinde FİTNEyle ilgili kısım bulunmamaktadır (Buhârî, “Fiten”, 5).
Ayrıca Buhârî, zamanla insanlar arasında bilgi ve dindarlık farklarının kalkıp herkesin cehâlette ve dinî konulardaki gevşeklikte birbirine benzemesi, amellerin azalması, FİTNEnin çoğalması, öldürme olaylarının artması, can güvenliğinin ortadan kalkması gibi olumsuz gelişmelerin vuku bulacağını haber veren hadisleri “FİTNElerin Zuhuru” adını taşıyan bâbda toplamak sûretiyle FİTNE kavramının kapsamını Dinî, Ahlâkî, İlmî ve İçtimaî ÇÖKÜŞü içine alacak şekilde geniş tutmuştur.. (Buhârî, “Fiten”, 5).
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yakında FİTNEler meydana gelecektir. O zaman oturan ayakta durandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan hayırlıdır” buyurmuştur.
(Müsned, V, 39, 48, 110; Buhârî, “Fiten”, 9, “Menâḳıb” 25; Müslim, “Fiten”, 10)
Meâlindeki cümlelerle başlayan hadisten, kişinin böyle olaylara ne ölçüde bulaşırsa o nisbette sorumlu ve günahkâr olacağı anlaşılmaktadır. Önemle vurgulamak gerekir ki bu hadis, Selef Âlimlerinin ve daha sonra Ehl-i Sünnet’in Siyasî ve Dinî mahiyetteki çalkantılar karşısında pasif bir tavır almalarının başlıca âmillerinden biri olmuştur.
Yine Buhârî’nin kaydettiği bir rivâyete göre Saîd b. Müseyyeb şöyle demiştir.: “İlk FİTNE (Osman radiyallahu anhu’n öldürülmesi) vuku’ buldu ve bu FİTNE, Bedir Ashabından kimseyi bırakmadı. Daha sonra ikinci FİTNE (Harre Vak‘ası) meydana geldi; bu da Hudeybiye Ashabından kimseyi bırakmadı. Nihayet üçüncü FİTNE (râvi bunun hangi olay olduğunu belirtmiyor) ortaya çıktı, artık bu da insanlarda kuvvet ve akıl bırakmadı” (Buhârî, Megâzî, 12).
Osman radiyallahu anhu’n şehîd edilmesinden sonra da, Ali, Talha, Zübeyr radiyallahu anhum ve Bedir Gazvesi’ne katılmış daha başka Sahâbîlerin henüz hayatta olduğu göz önüne alınarak bu rivâyetin râviye ait açıklamalarında hatalar olduğu ileri sürülmüştür.
Ancak İbn Hacer bu ifâdelerin.: “İki FİTNE arasında hayatta kimse kalmadı” şeklinde anlaşılması gerektiğini belirtir.
Nitekim Bedir Ashabından en son kişi olan Sa‘d b. Ebû Vakkâs Harre Vak‘ası’ndan birkaç yıl önce vefât etmiştir (Fetḥu’l-bârî, XV, 195).
Üçüncü FİTNE ise genellikle Hâricî İsyanlarıyla ilgili görülmüştür (Fethu’l-bârî, XV, 196; Aynî, XIV, 113).
İslâm Âlimleri genellikle, Osman radiyallahu anhu’n öldürülmesiyle (35/656) doruk noktasına ulaşan kanlı siyasî buhranı ilk FİTNE sayar (Müsned, III, 422; Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-ebsat, s. 41, 44; Câhiz, s. 173; Tâhâ Hüseyin, s. 417, 677)
Ve bu olayı “büyük FİTNE” diye adlandırırlar. Her ne kadar hadis âlimlerinden Abdurrahman b. Muhammed ed-Dâvûdî ilk FİTNE olarak Hüseyin aleyhisselâm’ın şehîd edilmesini göstermişse de onun şehîd edildiği sırada artık Bedir Ashabından hayatta kimsenin kalmadığı, ayrıca Saîd b. Müseyyeb’in yukarıdaki rivâyetinde büyük ihtimalle sadece Medine’de vuku bulan FİTNElerin söz konusu edildiği gerekçesiyle bu görüş ilgi görmemiştir.. (İbn Hacer, XV, 195-196; Aynî, XIV, 113).
FİTNE kavramının tarih boyunca müslümanların ruhunda ürkütücü tesirler uyandırmasında ilk dönem müslümanlarının, özellikle ilk iki asırda yaşayanların müşâhede ettikleri siyasî çalkantıların bıraktığı derin izlerin payı büyüktür. Onlar, FİTNEnin Kur’ÂN’daki ağırlıklı mânâsını da dikkate alarak bu çalkantıların vuku’ bulduğu zamanları dine, İslâm Cemaatine ve meşrû idareye bağlılıkları konusunda denendikleri dönemler olarak düşünmüşlerdir. Osman radiyallahu anhu’n öldürülmesiyle başlayıp Cemel Vak‘ası ve Sıffîn Savaşı ile devam eden hadiseler, Hâricî İsyanları, Emevî İktidarına karşı ayaklanan Abdullah b. Zübeyr’in Hicaz’daki hâkimiyetine son vermek üzere Yezîd b. Muâviye’nin yolladığı ordunun Medine yakınında Harre’de Medineliler’le savaşarak şehri yağmalaması, aynı maksadla Abdülmelik b. Mervân tarafından gönderilen Haccâc b. Yûsuf kumandasındaki ordunun altı ay kadar süren muhasarası sonunda Mekke’yi işgali ve Abdullah b. Zübeyr’in öldürülmesi gibi kanlı olaylar, İslâm toplumunun karşılaştığı ilk FİTNE hareketleri olarak tarihe geçmiştir.
Özellikle Osman radiyallahu anhu’n şehîd edilmesi olayı müslümanların dinî ve siyasî kamplara bölünmesine yol açan, daha sonra Sünnî-Şiî İhtilâfının kökleşmesiyle gelecek kuşakları derinden etkileyecek olan FİTNElerin başlangıcı sayılır. Batılı araştırmacıların çoğu da bu görüşe katılmaktadır.:
Ancak Schacht, ilk FİTNEnin, Osman radiyallahu anhu’n şehîd edilmesinden 89 yıl sonra Emevî Halifesi Velîd b. Yezîd’in (II. Velîd) öldürülmesiyle (126/744) zuhur ettiğini, bu olay üzerine müslümanların zihninde artık Peygamber’in Yaşayan Sünnetinin ortadan kalktığı, eski iyi günlerin son bulduğu kanaatinin uyandığını belirtir.
Schacht’a göre bu kanaat aynı zamanda, İbn Sîrîn’e isnad edilen ve hadis rivâyetinde sened arama ihtiyacının FİTNE olayının zuhuru üzerine başladığını bildiren haberle de uyuşur.
İbn Sîrîn’in bu açıklaması şöyledir.: “Müslümanlar hadis dinlerken isnad sormuyorlardı. Ancak FİTNE zuhur edince.: “Bize râvilerin isimlerini söyleyin!.” demeye başladılar. Böylece râvilerin Sünnet Ehli olduğu anlaşılınca bunların hadisi alınıyor, Bid‘at Ehli olduğu görülünce de hadisleri terkediliyordu.. (Müslim, “Mukaddime”, 7).
Fakat Schacht’a göre bu haberi 110’da (728) vefât etmiş olan İbn Sîrîn’e isnad etmek yanlıştır (The Origins, s. 36).
Schacht, Evzâî’ye nisbet edilen ve Velîd b. Yezîd’in öldürülmesinden sonra çıkan iç savaşları FİTNE olarak değerlendiren iki rivâyeti kendi görüşüne delil gösterir (The Origins s. 71).
Juynboll ise “The Date of the Great Fitna” başlıklı makalesinde (Arabica, XX/2, s. 142-159), Evzâî’ye nisbet edilen bu sözlerin uydurma olduğunun daha sonraki otoriteler tarafından ortaya çıkarıldığını kaynak zikretmeden belirtir. (Arabica XX/2, s. 143-144).
Aynı yazar, hadis râvilerinde adâlet şartı aranmasının FİTNEnin çıkması üzerine başladığını, ashabın tamamı şüpheden uzak olduğu için onlar hakkında böyle bir şarta gerek duyulmadığını, Osman radiyallahu anhu’n şehîd edilmesiyle artık isnadda adâlet şartı aramanın zarurî görüldüğünü düşünen İslâm Âlimlerinin bu görüşünü isâbetsiz bulur. Zirâ ona göre öncelikle ashabın toptan âdil ve güvenilir olduğu şeklindeki bir genellemeyi İbn Kuteybe bile isâbetsiz bulmuştur; Müslim b. Haccâc’ın el-Câmiʿu’s-sahîh’inin Mukaddimesinde de böyle bir hükme yer verilmemiştir.
Juynboll, İbn Sa‘d’ın et-Tabakât’ından başlamak üzere Osman radiyallahu anhu’n öldürülmesi olayını FİTNE olarak nitelendiren en eski kaynaklardan iktibaslar yapmış, bunlarda geçen FİTNE kelimesinin hangi anlamlarda kullanıldığını ve hangi olaya tekabül ettiğini belirlemeye çalışmıştır (Arabica., XX/2, s. 145-159).
Nihayet kendisi, Kur’ÂN’daki anlamlarının dışında FİTNEye “baş kaldırma” mânâsının Abdullah b. Zübeyr’in Emevî İktidarına karşı isyan etmesi üzerine verildiğini (Arabica, XX/2, s. 152, 158),
Hadiste isnad aramanın FİTNEden sonra başladığına ilişkin olarak İbn Sîrîn’den nakledilen açıklamadaki FİTNE kelimesiyle de İbnü’z-Zübeyr isyanının kastedildiğini ileri sürmüştür (Arabica, XX/2, s. 158-159).
FİTNE kelimesinin, Kur’ÂN’daki anlamları yanında giderek, dinî bakımdan birbirine zıt olan iki durumdan hangisinin tercih edilmesi gerektiği hususunda baş gösteren sıkıntı ve karışıklık, birbiriyle çekişen iki zümreden birinin tercih edilmesinde hissedilen zorluk ve bunun doğurduğu kargaşa, bir dinî-siyasî otoriteye karşı direnme, isyan, anarşi ve iç savaşa kadar varan bir anlam çeşitliliğine sâhib olduğu görülür. Bilhassa “ilk FİTNE” tâbirinin Osman radiyallahu anhu’n şehîd edilmesine delâlet etmesi yanında daha ziyâde çoğulu olan “fiten” kelimesi, genel olarak müslümanlar arasında çıkan kargaşa, anarşi ve iç savaş gibi olumsuz gelişmeleri de ifâde eder.
Nitekim Câhiz el-ʿOsmâniyye adlı eserinde (s. 175) İbn Sîrîn ve Âmir eş-Şa‘bî’nin, “FİTNE (Hz. Osman’ın öldürülmesi) vuku bulduğu zaman Medine’de Resûlullah’ın ashabından 10.000 (başka bir yerde 20.000 [s. 10]) kişi vardı” şeklindeki bir açıklamasını naklettikten sonra bu iki zatın Cemel ve Sıffîn savaşlarını da FİTNE diye adlandırdıklarını kaydeder; ayrıca Şîa’nın Ali kerremallahu vechehu’yi Ebû Bekir radiyallahu anhu’den daha faziletli görmesini eleştirirken kullandığı.: “FİTNEler onun (Hz. Ali) başında döndü; Hâricîler ona isyan etti” şeklindeki cümlelerinde de (el-ʿOsmâniyye, s. 185) fiten genel olarak siyasî karışıklık ve iç huzursuzlukları ifâde eder.
Gerek bu eserde gerekse konuyla ilgili diğer klasik kaynaklarda FİTNEnin, açıklamaya ihtiyaç duyulmadan herkes tarafından bilindiği intiba’ını veren bir şekilde zikredilmesi bu anlamdaki kullanımının uzun geçmişe sâhib olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Çağdaş hadis âlimi M. Mustafa el-A‘zamî’ye göre isnadın nasıl başladığını anlatırken İbn Sîrîn’in.: “Ben veya biz şöyle şöyle yapıyoruz” yerine üçüncü şahıs kipiyle geçmişten söz etmesi, hadiste isnad geleneğinin 110’da (728) vefât eden bu kişinin doğumundan önce başlamış olduğuna işâret eder.
Bu sebeble bazı şarkiyatçıların esasen ilk FİTNEyi Osman radiyallahu anhu’n şehîd edilmesinden sonraki tarihlere götürmeleri, dolayısıyla hadis rivâyetinde ilmî ölçülerin İslâm Âlimlerince benimsenen dönemden daha geç bir zamanda başladığı yönünde şüphe uyandırmayı amaçlayan çabaları ilmî bir temele dayanmamaktadır. Zira gerek Harre Olaylarına, gerekse Velîd b. Yezîd’in öldürülmesi üzerine baş gösteren karışıklıklara FİTNE adının verilmesi, bunlardan önce cereyan eden karışıklıklara FİTNE denilmediği anlamına gelmez..
Hâricîler, Şîa ve Mu‘tezile, özellikle “emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker” ilkesinin uygulanmasıyla ilgili olarak dinî ve siyasî ihtilâfları duruma göre silâhlı mücâdeleye kadar götürmeyi gerekli görürken Ehl-i Sünnet’in bu husustaki tutumu oldukça farklılık gösterir. Ebû Hanîfe’ye isnat edilen el-Fıkhü’l-ebsat’a göre toplumun bir kesiminin bozulmuş olduğuna bakarak onlardan ayrılmak doğru değildir. Bununla birlikte Ebû Hanîfe.: “Fitneye düşmekten korktuğu için FİTNEnin bulunmadığı başka bir yere göç eden kimseye ALLAH yetmiş sıddîkın ecrini verir” meâlinde bir hadis nakleder ve toplumun bütünüyle isyana kalkışması halinde onlardan uzaklaşmayı öğütler (s. 44). Yine Ebû Hanîfe’ye nisbet edilen el-Fıkhü’l-ekber’deki.: “Ashabı yalnızca hayırla anarız” cümlesi (s. 61) bütün Ehl-i Sünnet’in sadakatle yaşattığı bir ilke olmuştur.
Eş‘arî, hilâfetin 30 yıl süreceğini, ardından saltanat döneminin başlayacağını bildiren, ancak sıhhati konusunda itirazlar bulunan (meselâ bk. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, II, 437) bir hadisi (Tirmizî, “Fiten”, 48) zikrederek ilk siyasî çalkantılara kaderci bir anlayışla yaklaşmış, ayrıca bu olayların ictihad ve yorum farkından doğduğunu belirterek taraflardan her birinin kendi ictihadında haklı olduğunu savunmuştur (el-İbâne, s. 191-192).
Aynı Müellif, Mu‘tezile, Zeydiyye ve Hâricîler’le Mürcie çoğunluğunun isyanı bastırmak için silâha başvurmayı gerekli gördüğünü ifâde ettikten sonra, “Ehl-i Hadîs” dediği Selefiyye’nin hangi şartlar altında olursa olsun silâhlı mücadeleyi bâtıl saydıklarını belirtir (Makâlât, s. 451-452).
İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî de, hata etmiş olsalar bile ashab hakkında hüsnüzân beslemek gerektiğini söyleyerek bilhassa Âişe radiyallahu anha’nin Cemel Vak’ası’ndan önce intikam duygularını yatıştırmak ve FİTNE ateşini söndürmek için teşebbüste bulunduğunu belirtir. Ancak.: “Ali b. Ebû Tâlib yönetimi üstlenmiş gerçek devlet başkanı, onunla savaşanlar ise âsi idi.” diyerek sert bir üslûp kullanır (el-İrşâd, s. 433).
Abdülkâhir el-Bağdâdî ve Şehristânî gibi Sünnî Müelliflerin kaydettiklerine göre Ehl-i Sünnet, Osman radiyallahu anhu öldürenleri de, Ali kerremallahu vechehu’ye karşı savaşanları da âsi saymış, ancak Ali kerremallahu vechehu’ye karşı çıkanlardan ->Âişe, Talha ve Zübeyr’i radiyallahu anhum sadece hatalı göstermekle yetinmiş, bununla birlikte genel olarak taraflardan hiçbirinin küfürle itham edilemeyeceğini düşünmüştür (el-Fark, s. 119, 289-290, 350-351; el-Milel, I, 103).
Ehl-i Sünnet Âlimleri, Halifenin dokunulmazlığı ve cemaatin birliği fikrinden yana olmayı prensip edindikleri için konuyla ilgili hadisleri ve ilk FİTNEleri yaşayan ashabın tecrübelerini dikkate alarak FİTNEyi körüklemekten kaçınmayı, ihtilâfları barışçı yollarla yatıştırmayı, bu mümkün olmazsa siyasî otoritenin varlığı ve ümmetin birliği için pasif kalmayı tercih etmişlerdir.
Müsteşrik J. C. Vadet Ehl-i Sünnet’in bu tavrını.: “Bâbil’den günümüze kadar sürüp gelen Şark Ruhunun modeli olan kadercilik”le izah eder (REI, XXXVII/1, s. 86).
Çağdaş bir Müslüman Yazar da FİTNE endişesinden kaynaklanan bu “siyasî ihtiyatsızlığın” İslâm Siyasetçilerini her türlü inkılâpçı reformu şer‘an yasaklamaya sevkettiğini ileri sürer.. (Abdulkader Tayob, s. 138).
Ancak İslâm Dünyasında daima çoğunluğu oluşturan ve toplumun selâmetinden kendini sorumlu tutan Ehl-i Sünnet’in, FİTNEye karşı sert hareketlere girişerek onun boyutunu daha da genişletmekten ve böylece ümmetin birliğini büsbütün tehlikeye sokmaktan çekindiği için böyle bir tavır takındığında şüphe yoktur. Nitekim Gazzâlî, Siyasî Otoriteye karşı zor kullanmanın FİTNEyi harekete geçireceği, şerri arttıracağı ve zararının yarardan fazla olacağı görüşündedir.. (İhyâʾ, II, 437).
İbn Teymiyye de Hâricîler’in yaptığı gibi FİTNEyi ortadan kaldırmak için silâhlı mücadeleye kalkışmanın daha büyük bir FİTNE olduğunu belirtir (el-İstikâme, II, 290).
Bu şekilde Ehl-i Sünnet mensubları, FİTNEye sebebiyet vermemek için fâsık imama itaatin câiz olduğu fikrinde birleşmişlerdir..
KELÂMULLAH-ta ve RESÛLULLAH-ta FİTNE-FÜCUR
=>viewtopic.php?t=10742&sid=d1816ef7e1d61 ... f2404ee854
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
163- Eş ŞÂFİ celle celâluhu.:
Eş ŞÂFİ.: Hasta Kullarına şifâ veren, yarattığı mahlukatının maddî ve manevî her türlü hastalığına/derdine şifâ/ devâ veren ALLAHu zü’L-CeLÂL..
Şifâ.: Hastalıktan iyi olma, iyileşme. Hastalıktan kurtulma.(...Hastalık seni uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra HÂLİK-ı RAHÎM İnşâe ALLAH sana şifâ verir. L.)
Şifâ-bahş.: f. Şifâ veren, iyilik veren, iyileştiren..
Şifâhâne.: Hastahâne..
Şâfî.: Hastaya şifâ veren ALLAH celle celâlihu.. Yeter görünen, kifâyet eden.
Eş-ŞÂFİ celle celâlihu İsmi her ne kadar Tirmizî ve İbn Mâce Hâdislerindeki Esmâü’l- Hüsnâ Listesinde geçmiyorsa da, RABBimiz TeâLâ’nın Kur’ÂN-ı Kerîmi’nde ve Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin DUÂ Hadislerinde bildirilen Esmâlardandır. Maddî ve Manevî, fiziksel her türlü hastalıklara şifâ veren, sıkıntıları gideren bir İsmi-i Şerîftir.
Eş Şâfi Esmâsı Kur’ÂN-ı Kerimde ve Hadis-i Şerîflerde işâret olmakla beraber doğrudan isim olarak Cevşen’de de geçmektedir..
eş- Şâfi’ الشافع .: Maddî ve Manevî hastalıklara şifâ veren, sıkıntıları gideren ALLAH celle celâlihu..
(Buhârî, Merda, 20, Tıb, 40; Müslim, Selâm, 46-48)
Eş-ŞÂFİ celle celâlihu İsmi =>Kur’ÂN-ı Kerîm’de =>Fiil Sîgası hâlinde gelmiştir.:
İbrâhim aleyhisselâm, kavmine şöyle demişti.:
وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ
---“Ve izâ maridtu fe huve yeşfîn (yeşfîni).: Ve hastalandığım zaman bana şifâ veren, O'dur.”(Şu’arâ 26/80)
ALLAHu zü’L-CeLÂL, arıların şifâ kaynağı olarak yaratıldığını şöyle beyan buyurur.:
ثُمَّ كُلِي مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكِي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاً يَخْرُجُ مِن بُطُونِهَا شَرَابٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ فِيهِ شِفَاء لِلنَّاسِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
---“Summe kulî min kulli’s- semerâti feslukî subule RABBiki zululâ (zululen), yahrucu min butûnihâ şarâbun muhtelifun elvânuhu fîhi şifâun li’n- nâs (nâsi), inne fî zâlike le âyeten li kavmin yetefekkerûn (yetefekkerûne).: Sonra meyvelerin (çiçeklerin) hepsinden yeyin! RABBinin emre amâde kılınmış yollarında sülûk edin (uçun, dolaşın). Onun karnından muhtelif (çeşitli) renklerde içecek (bal) çıkar. Onda insanlar için şifâ vardır. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için elbette bir âyet (delil) vardır.”(Nahl 16/69)
ALLAHu zü’L-CeLÂL =>Kur’ÂN-ı Kerîm’in da Şifâ Kaynağı olduğunu haber verir.:
قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ
---“Kâtilûhum yuazzibhumullâhu bi eydîkum ve yuhzihim ve yansurkum aleyhim ve yeşfi sudûre kavmin mu'minîn (mu'minîne).: Onlarla savaşın. ALLAH sizin ellerinizle onları azâblandırır ve onları alçaltır. Ve onlara karşı size yardım eder (zafere ulaştırır). Ve mü'minler kavminin göğüslerine şifâ verir (iyileştirir, ferahlatır).”(Tevbe 9/14)
قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُهُ بَيَاتًا أَوْ نَهَارًا مَّاذَا يَسْتَعْجِلُ مِنْهُ الْمُجْرِمُونَ
---“Kul ereeytum in etâkum azâbuhu beyâten ev nehâren mâzâ yesta'cilu minhu’l- mucrimûn (mucrimûne).: De ki: “O'nun azâbı şâyet gece veya gündüz size gelse (ne olur) düşündünüz mü (gördünüz mü)? Mücrimlerin (suçluların) O'ndan acele istediği nedir?”(Yûnus 10/50)
يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
---“Yâ eyyuhe’n- nâsu kad câetkum mev'ızatun min RABBikum ve şifâun limâ fî’s- sudûri ve huden ve rahmetun li’l- mu'minîn (mu'minîne).: Ey insanlar! Size, RABBinizden öğüt (vaaz) ve göğsünüzde olana (nefsinizin kalbindeki hastalıklara) şifâ ve mü'minlere hidâyet ve rahmet gelmiştir.”(Yûnus 10/57)
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا
---“Ve nunezzilu mine’l- Kur’ÂNi mâ huve şifâun ve rahmetun li’l- mu’minîne ve lâ yezîdu’z- zâlimîne illâ hasârâ (hasâran).: Kur’ÂN'dan indirdiğimiz şeyler, mü'minler için şifâdır ve rahmettir. Ve zâlimlerin sadece hüsrânını (kaybettiği dereceleri) arttırır.”(İsrâ 17/82)
وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِيًّا لَّقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ آيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاء وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًى أُوْلَئِكَ يُنَادَوْنَ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ
---“Ve lev cealnâhu Kur’ÂNen a’cemiyyen le kâlû lev lâ fussilet âyâtuh (âyâtuhu), e a’cemiyyun ve arabîy (arabîyyun), kul huve lillezîne âmenû huden ve şifâun, vellezîne lâ yû’minûne fî âzânihim vakrun ve hûve aleyhim amâ (amen), ulâike yunâdevne min mekânin baîd (baîdin).: Ve eğer O'nu (Kitab'ı), yabancı dil bir Kur’ÂN kılsaydık, mutlaka.: “O'nun âyetleri açıklanmalı değil miydi?” derlerdi. Araba yabancı dil mi? De ki.: “O, imân edenler için hidâyet ve şifâdır. Ve mü'min olmayanların kulaklarında vakra vardır. O (Kur’ÂN), onlara karşı körlüktür (şifâ ve hidâyet değildir). İşte onlara uzak bir yerden seslenilir.”(Fussilet 41/44)
ALLAHu zü’L-CeLÂL =>Âdem aleyhisselâm’a İLk ÖNce AKIL OLarak YÜKLediği TüMM İSMuLLAH’ın ÖĞRETİLmesi ve TÂLİM edilmesi Hakîkati =>Yeryüzünün Halîfesi KILdığı KULLarının =>İlim, Teknik, Tıb, Fen ve Sanat gibi Lâzım ve Lâyık her İŞine ÇÖZüme-ÇÂReye Kabiliyetli OLarak =>ALLAH celle celâlihu’nun Bir İsmini YAŞAmakta/KULLanmaktadır..
Hasta OLUnca da =>RABBımız TeÂLÂ’ya ARZ/DUÂ edip Eş-ŞÂFİ celle celâlihu İsminin TeceLlîsini İsteriz..
وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
---“Ve alleme âdeme’l- esmâe kullehâ summe aradahum ale’l- melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn (sadikîne).: Ve (ALLAH), Âdem'e, (ALLAH'ın) İsimlerinin hepsini (bu isimlerdeki hikmetleri) öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek dedi ki.: “Haydi sadıklardan iseniz bunları isimleri ile bana haber verin (söyleyin).”(Bakara 2/31)
İNSÂNLarın CÂN BÂZÂRı Tıp İlmi de Eş-ŞÂFİ celle celâlihu İsminie dayanmaktadır. Cenâb-ı HAKkın =>Yeryüzü Eczahânesinde koyduğu Rahîmâne Cilveleri ve Devâları ARAştıran Tıp İlmi’nin Hakîkati Eş-ŞÂFİ celle celâlihu İSMİ TeCELLî TEZGâhıdır..
ÂdemoğLuna AKıL Olarak Yüklenen TÜMM İSMuLLALAH’tan Birisi OLan Eş Şâfî-i Hakîki ALLAH celle celâlihu, İçinde YAŞAmakta Olduğumuz HeR ÂN’da KULLuk DENEmesi İÇinde Olduğumuzu hatırlatan HASTALıklar ve sonUÇunda Şifâ ŞÜKRümüzün TECELlî TEZGÂhı Eş-ŞÂFİ celle celâlihu..
KÛN feye KÛN KÂiNÂtında, her CÂNLı =>
=>Vücûda geldiğinde El-BÂRi celle celâlihu,
=>Teşekkülünde El-MUSÂVVİr celle celâlihu,
=>Gıdalandığı zaman Er-REZZÂk celle celâlihu,
=>Hastalıktan şifâ bulduğunda, Eş-ŞÂFİ celle celâlihu Tecellîsine Mazhardır..
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in bütün Fiilî İsimlerin Temelinde El FÂiL celle celâlihu KuDRetULLAH Sıfatı vardır..
El FÂiL celle celâlihu KuDRetULLAH Sıfatı =>Bir Çekirdeğe Tecellîsine El FETTÂh celle celâlihu İsmini alır..
El FÂiL celle celâlihu KuDRetULLAH Sıfatı =>Bir HAYyat bahşederken El MUHyî celle celâlihu İsmini alır..
El FÂiL celle celâlihu KuDRetULLAH Sıfatı =>Canlılara rızık verirken Er REZZÂK celle celâlihu İsmini alır..
El FÂiL celle celâlihu KuDRetULLAH Sıfatı =>Bir canlının ÖLümünde El Mûmit celle celâlihu İsmini alır..
El FÂiL celle celâlihu KuDRetULLAH Sıfatı =>Bir CÂNLıya Şifâ verdiği zaman da Eş-ŞÂFİ celle celâlihu İsmini alır..
İnsanın âcizliğini kavradığı ve ne kadar muhtaç konumda olduğunu en çok fark ettiği anlardan biri, şüphesiz hasta olduğu andır. Her hastalığın kişi üzerinde meydana getirdiği bedensel ve ruhsal etkiler birbirinden çok farklıdır. Ancak hepsi hikmetli bir yaratılışın delîlidir. Gözle bile görülemeyen bir virüsün insanı tanınmayacak hâle sokması, vücûda giren bir mikrobun kimi zaman teşhis dahi edilememesi, ALLAH celle celâlihu'nun gücünün en açık delîllerindendir. Bilim Adamlarının tek bir virüsü ortadan kaldırmak için yaptıkları deneyler, araştırmalar Es SÂNi’ ALLAHu zü’L-CeLÂL’in yaratmadaki üstünlüğünü gözler önüne serer.
Hastalığı veren ALLAH celle celâlihu olduğu için, bu hastalığın geçmesi de ancak ALLAHu zü’L-CeLÂL’in dilemesi ile olur. ALLAHu zü’L-CeLÂL, dilediği takdirde Eş Şâfi Sıfatı ile verdiği hastalığı ortadan kaldırır.
Nitekim ALLAHu zü’L-CeLÂL dilemedikçe tüm dünyanın doktorları, en gelişmiş teknolojik aygıtlar, keşfedilen en son ilâçlar biraraya gelse, yine de o kişinin hastalığının iyileşmesi imkansızdır. Kullanılan ilâçların hepsi, hastalığın iyileşmesi için birer vesîledir. Eğer ALLAH celle celâlihu dilerse uygulanan tedâviyi vesîle kılarak kişinin iyileşmesine izin verir. Ne var ki ALLAH celle celâlihu dilemedikçe çok basit gibi görünen bir hastalık dahi kişinin ölümüne sebebiyet verebilir.
Bu durumda insanın yapması gereken, kendi âczinin yanında RABBimizin sonsuz gücünü görebilmek ve sıkıntı içinde olduğu her an O'ndan yardım dilemektir. Eyyûb aleyhisselâm'ın Şeytân tarafından kendisine dokundurulan sıkıntı karşısında gösterdiği Sabr-ı CeMîL.. Güzel ahlâk, sabır ve tevekkül tüm mü’minlere örnek olmuştur.. ALLAH celle celâlihu O’nun DUÂsına icâbet etmiş ve onu bu sıkıntıdan kurtarmıştır. Eyyûb aleyhisselâm'ın ise sabretmenin ve yalnızca ALLAHu zü’L-CeLÂL’e yönelip dönmenin büyük ecrini almıştır!.
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin Şifâ DUÂLarında Eş-ŞÂFİ celle celâlihu İsmini buyurmuştur..
eş- Şâfi’ الشافع .: maddî ve manevî hastalıklara şifâ veren, sıkıntıları gideren.. (Buhârî, Merda, 20, Tıb, 40; Müslim, Selâm, 46-48)
Her hangi bir hastalığın olduğu yere sağ el konulup RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin yaptığı şu Şifâ DUÂ’sınıı okumalıyız.:
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.:
ARAPÇASI.:
TÜRKÇESİ.:
ALLAHümme RABBe’n-nâsi! Ezhibi’l-be'se, veşfihi, ve ente’ş-ŞÂFi. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamâ..
MÂNÂSI.:
ALLAH'ım, ey insanların RABBi! Sıkıntıyı gider, şifâ ver. Şifâyı veren ancak SENsin. SENin vereceğin şifâdan başka şifâ yoktur. Öyle bir şifâ ver ki, hastalık nedir bırakmasın!." buyurmuştur..
(Buhârî - Tıb 37)
ElhamdüLiLLahi RABBi’l-ÂLEMîn..
Hamd ÂLEMLerin RABB’ı ALLAH’a Mahsustur!.
MuhaMMedî MuhaBBetLerimLe...
KuL İHVÂNi..
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
164- EL VİTRu celle celâluhu.:
EL VİTRu .: Zâtında, Sıfatlarında, İsimlerinde ve Fiillerinde Mutlak Bir, Tek ve Benzersiz OLan, Zât, Sıfat ve Fiillerinde çifti olmayan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
EL VİTRu celle celâlihu..
Zâtında, Sıfatlarında, İsimlerinde ve Fiillerinde Mutlak Bir, Tek ve Benzersiz OLan, Zât, Sıfat ve Fiillerinde çifti olmayan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
ALLAHu zü’L-CeLÂL =>VİTR’dir.. Çünkü O’ndan başka -İlâh olsun olmasın- Kadîm yoktur. Mevcudattan hiçbir şeyin ona eklenmesi böylece ibadete layık olup onunla şef' (çift, eş) olması söz konusu değildir. Bilakis O, "Vitr"dir.
Yâni bir olan, tek olan, yegane olan, eşi ve benzeri olmayan, dengi, nâziri, ortağı ve yardımcısı asla bulunmayandır. ALLAH celle celâlihu, hem Zâtı itibariyle birdir, hem İsim ve Sıfatları itibâriyle TEKtir, EŞsizdir, BENZERsizdir, Misli ve Misâli yoktur.
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in Mahlukâtı hep çifttir =>Gece-gündüz, erkek -dişi, kara-deniz gibi..
Mücahid rahimehullah'ın İbn Abbas radiyallahu anhu'dan rivâyet ettiğine göre.: “Vitr =>Âdem'dir, Eşiyle =>Şef'/çift/zevc yapılmıştır.” buyrmuştur..
Arap Kelâmında VİTR =>Çifti olmayan her adetten ibârettir..
VİTR.: Tek olan şey. Çift olmayan. Tenha. * Yatsı namazından sonra kılınan üç rekât namaz. * Kurban Bayramından bir önceki gün.
VETR.: Tek, yalnız. Bir. * Arefe günü..
ŞEF'.: Zevçler/eşlerdir..
KUR'ÂN-ı KERÎMde EL VİTRu celle celâlihu.:
وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ
---“Ve’ş- şef’ı ve’l- vetr (vetri).: Ve çift olana ve TEK OLANa.//Andolsun eşli yaratılan, birlikte yaşama ihtiyacı duyan mahlûkata, andolsun EŞSİZ, TEK YARATICIya, ALLAH’a!”(Fecr 89/3)
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in=>EL EHAD, EL VÂHİD, EL FERD ve ELVİTRu celle celâlihu İSİMLeri arasında ANLAM Yakınlığı vardır..
RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’de EL VİTRu celle celâlihu.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnnALLAHe VİTRun yuhibbu’l-VİTRa.: ALLAH VİTR dir VİTRi sever.” buyurmuştur.
(Buhârî, Deavât, 69; Müslim, Zikir, 5-6; Nesâî, Kıyâmü'l-Leyl, 27; Tirmizî, Vitir, 2)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH’ım! SEN DUÂyı/DUÂ etmemizi emrettin ve icâbet etmeyi de söz verdin. Buyur ALLAH'ım buyur! Emrindeyim buyur! SENin hiçbir ortağın yoktur. Emrindeyim buyur! Şüphesiz hamd SANA mahsustur. Nimet de SENin, mülk de SENindir. SENin hiçbir ortağın yoktur. Şahâdet ederim ki SEN muhakkak ki FERD'sin, EHAD'sin, SAMED'sin. Doğurmamışsın, doğmamışsın ve SENin hiçbir dengin de yoktur!.” buyurmuştur.
(Beyhakî, es-Semâ ve’s-sıfat, h.no: 160)
Bu hadiste FERD, bir vasıf olarak kullanılmıştır.
Bununla beraber, zayıf da olsa isim olarak “Yâ FERD!. Yâ VİTR!.” şeklinde kullanıldığını gösteren bir rivâyet de söz konusudur.
(Beyhakî, es-Semâ ve’s-sıfat, h.no:, 161.)
VİTR kelimesi de ALLAHu zü’l- CELÂL’in bir İsmi veya Sıfatı olduğunu gösteren Sahih Rivâyetler vardır.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH VİTR dir VİTRi sever.” buyurmuştur.
(Buhârî, Deavât, 69; Müslim, Zikir, 5-6; Nesâî, Kıyâmü'l-Leyl, 27; Tirmizî, Vitir, 2)
Lügat bakımından “VİTR” kelimesi “FERD” kelimesi ile aynı anlama gelir. Ancak FERD genellikle çifti olmayan bir sayıdır. VİTR ise, çifti olan bir sayıdır.
Bir şeye FERD denildiği zaman, yanında ikinci bir şey olmayan demektir.
VİTİR ise, ikincisi olabilen bir tek sayıdır..
FERD =>Yalnız bire=1’e tekâbul eder.
VİTR ise, çifti olabilen TEK sayıdır.
“FERD-i FERİD” ikincisi olmayan, çağında eşi benzeri olmayan mümtaz bir kimsedir.
VİTR =>İkincisi ve daha fazlası olabilen bir tektir. 1, 3, 5, 7, 9 sayıları VİTRdir. Fakat çiftleri de vardır. Bu bilgiye genel bir çerçeve olarak bakılabilir..
ALLAHu zü’l- CELÂL’in İsim ve Sıfatları olarak da, bu ikisi aynı mânâya gelebilir.:
Beyhakî’ye göre =>ALLAHu zü’l- CELÂL’in İsmi olarak VİTR =>Şeriki ve naziri olmayan FERD demektir.
(Beyhakî, el-İtikad, 368)
İbnu’l-Esir’e göre =>ALLAHu zü’l- CELÂL’in VAHİD ismi FERD mânâsına gelir.
(İbnu’l-Esîr, Camiu’l-Usul, 4/180)
İbn Hacer’e göre de =>VİTR, FERD demektir. ALLAHu zü’l- CELÂL için kullanıldığı zaman =>“Ne Zâtı’nda ne Sıfatında nâziri olmayan VÂHİD” demektir.
(İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, 11/227)
Bu açıklamalara dayanarak diyebiliriz ki;
FERD celle celâlihu İsmi =>ALLAH’ın sayıca ikincisi/eşi benzeri olmadığına delâlet eder.
VİTR celle celâlihu İsmi ise =>ALLAH’ın TEK olduğuna, yani iki şeyden mürekkeb olmadığına delâlet eder.
ALLAHu zü’l- CELÂL =>İkincisi olmayan FERD/BİR, çifti olmayan VİTR/TEKtir.
İmam Ali kerremlallahu vechehu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem VİTRi kıldı, sonra.: “Ey Kur’ÂN EhLi! Vitir Namazını kılın! Çünkü ALLAH TEKktir, TEk’i SEVer!.” buyurdu.” buyurdu.
(Nesaî, Kıyâmül-leyl 27; Enes bin Mâlik, Muvatta, leyl 17; İ. Ahmed, Müsned, 2/29.)
Vitir =>“Tek” anlamına geldiği için Mâlikî, Şâfi ve Hanbelî Mezhebi âlimleri Vitir Namazının bir rekat olduğunu söylemişlerdir.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Vitir, gecenin sonunda bir rekattır” buyurmuştur.
(Müslim, Müsâfirîn 154-156)
Âişe radıyallahu anhâ.: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gecenin her vaktinde Vitir Namazı kıldı. Bazan gecenin ilk saatlerinde, bazan gece yarısı, bazan da gecenin sonuna doğru kıldı. Sonraları Vitir Namazını hep seher vaktinde kıldı.” buyurmuştur.
(Buhârî, Vitir 2; Müslim, Müsâfirîn 136. Ayrıca bk. Tirmizî, Vitir 4; İbni Mâce, İkâmet 121)
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “ALLAH TEKtir; TEK olanı sever. Ey Kur’ÂN Ehli! Siz de Vitir Namazını kılınız!” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Vitir 1; Tirmizî, Vitir 2. Ayrıca bk. Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 27; İbni Mâce, İkâmet 114)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Gece kıldığınız namazınızın sonuncusunu vitir yapınız.” buyurdu.
(İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan; Buhârî, Salât 84, Vitir 4; Müslim, Müsâfirîn 151)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sabah namazı vakti girmeden vitri kılınız.”
(Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den; Müslim, Müsâfirîn 160, 161. Ayrıca bk. Tirmizî, Vitir 12; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 31; İbni Mâce, İkâmet 122)
Âişe radiyallahu anha, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e.: “Yâ Rasûlullah! Vitir kılmazdan önce uyur musun?.” diye sordum.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yâ Âişe! Benim iki gözüm uyur, halbuki kalbim uyumaz!.” buyurdu.” buyurdu.
(Müslim, Müsâfirîn 125; Buhârî, Teheccüd 16; Tirmizî, Salât 208.)
Âişe radiyallahu anha.: “Ben yatağında tam karşısına gelecek şekilde uyurken Peygamber (aleyhisselâm) namaz kılardı. Vitir Namazını kılmak istediği zaman ise beni uyandırırdı. Sonra ben de VİTRimi kılardım.” buyurmuştur.
(Buhârî, Salât 103.)
Âişe radıyallahu anhâ’dan rivâyet edildiğine göre, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, Âişe radıyallahu anhâ önünde uzanıp yatmış olduğu halde gece namazını kılardı. Son olarak vitri kılacağı zaman Âişe’yi uyandırır, o da Vitir Namazını kılardı..
(Müslim, Müsâfirîn 135. Ayrıca bk. Buhârî, Salât 103, Vitir 3; Müslim, Salât 267-269; Ebû Dâvûd, Salât 111; Nesâî, Kıble 10)
Müslim’in bir başka rivâyeti ise şöyledir.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Geriye sadece vitir kalınca.: “Âişe kalk! Vitir Namazını kıl!” buyururdu. (Müslim, Müsâfirîn 134)
Âişe radıyallahu anhâ.: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gecenin her vaktinde Vitir Namazı kıldı. Bazan gecenin ilk saatlerinde, bazan gece yarısı, bazan da gecenin sonuna doğru kıldı. Sonraları Vitir Namazını hep seher vaktinde kıldı.” buyurmuştur.
(Buhârî, Vitir 2; Müslim, Müsâfirîn 136. Ayrıca bk. Tirmizî, Vitir 4; İbni Mâce, İkâmet 121)
Resûl-i Ekrem Efendimiz geceleyin Vitir Namazını kılınca.: “Kalk, vitri kıl, Âişe!” diyerek Âişe annemizi uyandırırdı.
(Müslim, Müsâfirîn 134)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sabah vakti girmeden çabucak VİTİR kılmaya bakın!” buyurdu.
(İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan;Ebû Dâvûd, Vitir 8; Tirmizî, Vitir 12. Ayrıca bk. Müslim, Müsâfirîn 149)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Gecenin sonuna doğru namaza kalkamayacağından endişe eden kimse, Vitir Namazını gecenin baş tarafında kılsın. Gecenin sonunda kalkacağına güvenen kimse de, Vitir Namazını gecenin sonunda kılsın. Çünkü gecenin sonunda kılınan namazda melekler de bulunduğundan vitri bu saatte kılmak daha sevbdır.” buyurdu.
(Câbir radıyallahu anh’den; Müslim, Müsâfirîn 162, 163. Ayrıca bk. Tirmizî, Vitir 3; İbni Mâce, İkâmet 121)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Her kim VİTRi unutur, yahut kılmadan uyuyakalırsa, onu hatırladığında veya sabahleyin hemen kılsın!.” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 44)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH TEaLÂ, dünya varlığından daha hayırlı bir namazla sizin imdâdınıza yetişmiştir. Bu, Vitir Namazıdır. ALLAH TEALÂ bu namazı yatsı ile tanyerinin ağarması arasında kılmanızı uygun görmüştür.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Vitir 1; Tirmizî, Vitir 1)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH size kırmızı koyunlardan daha hayırlı olan bir namazla yardım etmiştir: Vitir Namazı… ALLAH, onun vaktini yatsı namazından itibâren fecir doğuncaya kadar ki zaman arasına yerleştirmiştir.” buyurmuştur.
(İbni Mâce, İkâme 114; Ebû Dâvûd, Vitir 1; Tirmizî, Vitir1.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH TEKtir; tek olanı sever. Ey Kur’ÂN Ehli! Siz de Vitir Namazını kılınız!” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Vitir 1; Tirmizî, Vitir 2. Ayrıca bk. Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 27; İbni Mâce, İkâmet 114)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Vitir her müslümanın üzerinde bir ALLAH hakkıdır. Artık onu beş rek’at kılmak isteyen beş kılsın, üç rek’at kılmak isteyen üç kılsın, bir rek’at kılmak isteyen de öyle yapsın!.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Vitir 3; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 40; İbni Mâce, İkâmet 123)
Ebûbekir radiyallahu anhu’n Torunu olup devrinde Medine’nin en büyük âlimlerinden biri sayılan Hadis Hâfızı Kâsım b. Muhammed’in Medine’deki uygulamayı ortaya koyan sözü.: “Bülûğa erdiğimiz günden beri hep üç rekat vitir kılındığını gördük. Bununla beraber hepsi, yani bir de, üç de, beş de, yedi de câizdir. Umarım ki, hiçbirinde sakınca yoktur.” demiştir.
(Buhârî, Vitir 1)
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
165- Er REFÎKu celle celâluhu.:
Er REFÎKu .: Kullarına karşı işlerinde =>Acele etmeyen, yavaş davranan ve çok yumuşak, merhametli ve yardımcı olan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
Er REFÎKu celle celâlihu.: MutLak Yardımcı. Gerçek Dost. Kolaylaştıran. Yumuşaklığı çok olan. Hayrı bol olan. Hayrı ve iyiliği sürekli dağıtan. Karşılıksız bağışta bulunan. Acelesi olmayan. Kötü davranışlar sebebiyle hemen cezâlandırmayan. Merhametli ve Lütufkâr. İyilik ve bağışı hemen ve sürekli olduğu halde cezâsını hep erteleyen, af için fırsat tanıyan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
Rıfk.: Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezâket anlamında bir ahlâk terimi.. (ızddı: unf)
Unf.: Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor..
REFÎK.: Arkadaş, yoldaş, yardımcı. Gerçek Dost. Kolaylaştıran. Yumuşaklığı çok olan. Hayrı bol olan. Hayrı ve iyiliği sürekli dağıtan. Karşılıksız bağışta bulunan. Acelesi olmayan. Kötü davranışlar sebebiyle hemen cezâlandırmayan. Merhametli ve Lütufkâr. İyilik ve bağışı hemen ve sürekli olduğu halde cezâsını hep erteleyen, af için fırsat tanıyan..
Er-Refîk.: Kullarına karşı işlerinde =>Acele etmeyen, yavaş davranan ve çok yumuşak, merhametli ve yardımcı olan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
Refîk-i A’LÂ.: En iyi, en yüksek Refîk=>Cenâb-ı HAKk celle celâlihu..
Refîk-i Râh.: Yol arkadaşı.
Refîka.: Eş, hanım..
Sözlükte “yumuşak ve yararlı olmak, yardım etmek” anlamlarındaki “Rıfk” kelimesi terim olarak =>“İyi huyluluk, uyumlu, geçimli ve nazik olma, yumuşak davranma” mânâlarına gelir. “Rıfk” kelimesi =>Lutf, leyn (yumuşaklık), hilm, teysîr (kolaylık gösterme) kavramları rıfk ile yakın anlamdadır.
“Rıfk” kelimesi =>“Sertlik, kaba ve kırıcı davranış” mânâsındaki unf, gılzat, hiddet, huşûnet, hurk ve şiddet karşıt anlamda kullanılmaktadır.. (Lisânü’l-ʿArab, “rfk” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “rfk” md.; İbn Hazm, s. 48, 62, 75; Gazzâlî, III, 184-185).
“Rıfk” kökünden türeyen REFÎK =>“Yumuşak ve nazik davranan kişi, arkadaş, dost.” demektir.
Er-Refîk İsmi => ALLAHu zü’L-CeLÂL’e izâfeten İsim ve Fiil olarak Kur'ÂN-ı Kerîm'de ve ALLAHu zü’L-CeLÂL'in 99 İsmi ile ilgili Hadislerin içerisinde de geçmemektedir..
Hadis ve Siyer Kaynaklarında yer alan bilgilere göre;
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Âişe radiyallahu anha’nin Kucağında son nefesini verirken.: “Er-Refîku’l-A‘lâ.: Yüce DOSt!.” diyerek ALLAHu zü’L-CeLÂL’e gitmekte olduğunu ifâde etmiş ve son sözü.: “ALLAHım!. Yüce DOSt!.” olmuştur. (Buhârî, Fezâʾilü’s-sahâbe, 5, Megâzî, 83, 84; Müslim, Fezâʾilü’s-sahâbe, 87).
Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyette “refik” kelimesi geçmektedir.:
وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا
---“Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike refîkâ(refîkan).: Ve kim, ALLAH'a ve RESÛL'e itaat ederse, o takdirde işte onlar, ALLAH'ın kendilerine ni'met verdiği nebîlerle (peygamberlerle) ve sıddîklerle ve şehîdlerle ve sâlihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne güzel arkadaştır.”(Nisâ 4/69)
Bazı âyetlerde “rıfk” ile yakın anlamlı kelimelerle insanlara karşı yumuşak davranmanın önemine dikkat çekilmiştir.:
فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَّيِّنًا لَّعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى
---“Fe kûlâ lehu kavlen leyyinen leallehu yetezekkeru ev yahşâ.: O zaman ona, yumuşak söz söyleyin. Böylece o, tezekkür eder (öğüt alıp düşünür, anlar) veya huşû’ duyar.// O’na yumuşak söz söyleyin, olur ki öğüt dinler, yahut ALLAH’ın azâbından korkarak azgınlığından vazgeçer, saygı duyar!.” (Tâhâ 20/44)
Yumuşak davranmanın etkili bir eğitim ve irşad yöntemi olduğuna işâret edilmiştir.:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
---“Fe bimâ rahmetin minallâhi linte lehum, ve lev kunte fazzan galîzal kalbi lenfaddû min havli k(havlike), fa’fu anhum vestagfir lehum ve şâvirhum fî’l- emr (emri), fe izâ azamte fe tevekke’l- alâllâh (alâllâhi), innallâhe yuhibbu’l- mutevekkilîn (mutevekkilîne).: O zaman, ALLAH'tan bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Ve eğer sen, kaba, katı yürekli olsaydın, mutlaka senin etrafından dağılırlardı. Artık onları affet ve onlar için mağfiret dile ve işler konusunda onlarla muşavere et (danış). Azmettiğin zaman, artık ALLAH'a tevekkül et. Muhakkak ki ALLAH, tevekkül edenleri (ALLAH'a güvenenleri) SEVer.” (Âl-i İmrân 3/159)
Er-Refîk İsmi =>İsim ve Fiil olarak Kur'ÂN-ı Kerîm'de ve ALLAHu zü’L-CeLÂL'in 99 İsmi ile ilgili Hadislerin içerisinde de geçmemektedir..
“Rıfk” kelimesi ve türevleri =>Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in buyurduğu Hadis-i Şerîflerde geçmektedir.:
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Şüphesiz ki ALLAH, (kullarına karşı son derece) Refîk'tir. Rıfk Ehlini sever. Sertlik karşılığında vermediğini rıfk karşılığında verir.” buyurmuştur.
(Buhârî, Edebü'l-Müfred (472); Ebû Dâvud, Edeb 10 (4807); Ahmed b. Hanbel, 4/87'de Abdullah b. Muğaffel'den; Buhârî, İstitabe 4; Müslim, Birr 77 (2593)'de Hz. Aişe'den; İbn Mâce, Edeb 9 (3688); İbn Hibbân, Sahîh, (555)'de Ebû Hureyre'den; Beyhakî, Şuabu'l-İmân (8415)'de Hz. Ali'den; Bezzâr, Keşfu'l-Estâr (1961); Beyhakî, Şuabu'l-İmân (11065)'de Enes'ten.)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Âişe radiyallahu anha’nin Kucağında son nefesini verirken.: “Er-Refîku’l-A‘lâ.: Yüce DOSt!.” diyerek ALLAHu zü’L-CeLÂL’e gitmekte olduğunu ifâde etmiş ve son sözü.: “ALLAHım!. Yüce DOSt!.” olmuştur. (Buhârî, Fezâʾilü’s-sahâbe, 5, Megâzî, 83, 84; Müslim, Fezâʾilü’s-sahâbe, 87).
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHım! Ümmetime rıfk ile muamele edene SEN de rıfk ile muamele et” diye DUÂ etmiştir.
(İ. Ahmed, Müsned, VI, 62, 93, 257, 258, 260.)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH rıfk sâhibidir ve her işi rıfk ile yapmayı sever!.” buyurmuştur.
(Buhârî, İstitâbe, 4, Edeb, 35; Müslim, Selâm, 10)
“Rıfk” kelimesinin =>ALLAH’ın Sıfatları arasında yer aldığını ve insanlardaki Rıfk Erdemi’nin bu Sıfatın bir yansıması olduğunu gösterir..
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Rıfktan mahrum kalan kimse hayırdan da mahrum kalır” buyurmuştur.
(İ. Ahmed, Müsned, IV, 362, 366; Müslim, Birr, 74-76; İbn Mâce, Edeb, 9)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir iş rıfk ile yapılırsa rıfk mutlâka o işi güzelleştirir!.” buyurmuştur.
(İ. Ahmed, Müsned, VI, 58, 112; Müslim, Birr, 78; Ebû Dâvûd, Cihâd, 1)
---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bizzât kendisi de sahâbîleri tarafından.: “Çok merhametli, çok yumuşak” diye nitelendirilmiştir.
(Buhârî, Ezân, 17, 18; Müslim, Mesâcid, 292, Nezir, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21).
---Bir rivayete göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve Ashabın yanına gelen bir grup yahudinin.: “es selâmü aleyküm.: ALLAH’ın selâmı sizin üzerinize olsun” yerine.: “es sâmü aleyküm.: ÖLüm sizin üzerinize olsun!.” demelerine öfkelenen Âişe radiyallahu anha’nin.: “O dediğiniz sizin başınıza gelsin, ALLAH sizin belânızı versin!.” şeklinde tepki göstermesi üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yâ Âişe, sâkin ol, rıfk göster, sertlikten ve hakaretten sakın!.” buyurmuştur.
(İ. Ahmed, Müsned, III, 199; Buhârî, Edeb, 38; Daʿavât, 63; Müslim, Selâm, 10-11).
ALLAHu zü’L-CeLÂL =>Fiillerinde Refîk'tir. Çünkü O, mahlukatını, bir defada yada bir ÂNda yaratmaya güç yetirdiği halde, hikmetinin ve rıfkının gereği tamamen tedrici olarak yavaş yavaş yaratmıştır.
ALLAHu zü’L-CeLÂL =>Emretme ve Yasaklama hususunda da Refîk'tir. Bundan dolayı da kullarını, bir defada yapılabilecek zor tekliflere muhatab etmemiştir. Aksine bu teklifleri, onların nefislerine ve tabiatlarına uygun hale getirinceye kadar evre evre tedrici bir hareket uygulamıştır.
Nitekim ALLAHu zü’L-CeLÂL, bu TEDRİCİLiği bir çok konuda uygulamıştır.:
ORUCun FARZ OLUŞUnda.:
Medine'de Müslümanlar ilk önce Aşure Orucunu tutmuşlardır..
(Buhârî, Savm 1, Hac 47; Müslim, Siyam 133; Nesâî, Savm 64; Ebû Dâvud, Salat 28, Savm 60; İ. Ahmed b. Hanbel, 4/5,6,6/244, 467),
Daha sonra Bakara: 2/183. âyetin inmesiyle oruç Müslümanlara farz kılınmıştır..
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumu’s- sıyâmu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn (tettekûne).: Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki böylece siz takvâ sâhibi olursunuz.” (Bakara 2/183)
İÇKİnin HARAM EDİLİŞİnde.:
İlk önce.: “Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden de içki ve güzel rızık edinirsiniz?”
وَمِن ثَمَرَاتِ النَّخِيلِ وَالأَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
---“Ve min semerâtin nahîli ve’l- a’nâbi tettehîzûne minhu sekeren ve rızkan hasenâ (hasenen), inne fî zâlike le âyeten li kavmin ya’kılûn (ya’kılûne).: Hurma ve üzümden, şeker (hurma şerbeti, üzüm suyu, şıra) ve güzel bir rızık edinirsiniz. Muhakkak ki bunda, akıl eden bir kavim için elbette bir âyet vardır.” (Nahl 16/67)
Daha sonra.: “Ey iman edenler! Sarhoş iken namaza yaklaşmayın!”
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَقْرَبُواْ الصَّلاَةَ وَأَنتُمْ سُكَارَى حَتَّىَ تَعْلَمُواْ مَا تَقُولُونَ وَلاَ جُنُبًا إِلاَّ عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّىَ تَغْتَسِلُواْ وَإِن كُنتُم مَّرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاء أَحَدٌ مِّنكُم مِّن الْغَآئِطِ أَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاء فَلَمْ تَجِدُواْ مَاء فَتَيَمَّمُواْ صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُواْ بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا
---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ takrabû’s- salâte ve entum sukârâ hattâ ta’lemû mâ tekûlûne ve lâ cunuben illâ âbirî sebîlin hattâ tagtesilû. Ve in kuntum mardâ ev alâ seferin ev câe ehadun minkum mine’l- gâiti ev lâmestumu’n- nisâe fe lem tecidû mâen fe teyemmemû saîden tayyiben femsehû bi vucûhikum ve eydîkum. İnnallâhe kâne AFUVVen GAFÛRâ(gafûran).: Ey iman edenler! Sarhoş iken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken, yolcu olmanız hariç, gusül abdesti alıncaya kadar, namaza yaklaşmayın! Eğer hasta iseniz veya yolculukta iseniz veya sizden biriniz tuvâletten gelmişse veya kadınlara dokunmuş fakat su bulamamışsanız, o takdirde temiz toprağa teyemmüm edin, sonra onu yüzlerinize ve ellerinize mesh edin (sürün). Muhakkak ki ALLAH, günahları affeden, mağfiret edendir.” (Nisâ 4/43)
Daha sonra, içkinin zararının faydasından daha çok olduğu ile ilgili (Bakara 2/219) âyeti inmiş..
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
---“Yes’elûneke ani’l- hamri ve’l- meysir (meysiri), kul fîhimâ ismun kebîrun ve menâfiu li’n- nâsi, ve ismuhumâ ekberu min nef’ihimâ ve yes’elûneke mâzâ yunfikûn (yunfikûne) kulil afve, kezâlike yubeyyinullâhu lekumu’l- âyâti leallekum tetefekkerûn (tetefekkerûne).: Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki.: “O ikisinde de hem büyük günah hem de insanlar için (bazı) faydalar vardır. (Fakat) onların günahları, faydalarından daha büyüktür.” Ve sana (ALLAH için) neyi infâk edeceklerini (vereceklerini) soruyorlar. De ki.: “Afv ettiklerinizi (vazgeçtiklerinizi, ihtiyaç fazlasını) (infâk edin).” ALLAH, âyetleri size işte böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz tefekkür edersiniz (bunlardaki hikmetleri düşünürsünüz).” (Bakara 2/219)
Ve sonun da.: “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır...” (Mâide 5/90) âyeti inmiştir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالأَنصَابُ وَالأَزْلاَمُ رِجْسٌ مِّنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû inneme’l- hamru ve’l- meysiru ve’l- ensâbu ve’l- ezlâmu ricsun min ameli’ş- şeytâni fectenibûhu leallekum tuflihûn (tuflihûne).: Ey iman edenler, Ancak şarap, kumar, (tapınmak için konulan) dikili taşlar (putlar) ve fal okları, şeytanın işlerinden pis şeylerdir. Artık bunlardan kaçının. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.” (Mâide 5/90)
FÂİZde/RİBÂda.:
RİBÂ/FÂİZ =>Dört Merhalede Haram Kılınmıştır.:
1. Merhale de.: "İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, ALLAH Katında artmaz. ALLAH'ın Rızası’nı isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekât veren o kimseler, evet onlar (sevâblarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır?.”(Rûm 30/39) âyeti Mekke'de inmiştir.
وَمَا آتَيْتُم مِّن رِّبًا لِّيَرْبُوَ فِي أَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُو عِندَ اللَّهِ وَمَا آتَيْتُم مِّن زَكَاةٍ تُرِيدُونَ وَجْهَ اللَّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ
---“Ve mâ âteytum min riben li yerbuve fî emvâli’n- nâsi fe lâ yerbû indallâh (indallâhi), ve mâ âteytum min zekâtin turîdûne vechallâhi fe ulâike humu’l- mud’ıfûn (mud’ıfûne).: Ve insanların mallarında artış olsun diye fâizden (fâiz olarak) verdiğiniz şey (ALLAH'a ulaşmayı dilemeden yaptığınız zikir), o taktirde ALLAH'ın katında artmaz (nefsinizin kalbindeki nurları oluşturmaz ve arttırmaz). ALLAH'ın vechini (ALLAH'a ulaşmayı) dileyerek verdiğiniz zekât (yaptığınız (zikir)ler); işte böylece kat kat (nefsinizin kalbindeki nurları) artıranlar onlardır.” (Rûm 30/39)
2. Merhalede.: "Yahudilerin zulmetmeleri ve birçok kimseleri ALLAH yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları halde fâiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri haram kıldık. Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık” (Nisâ 4/160-161) âyeti Medine'de inmiştir.
فَبِظُلْمٍ مِّنَ الَّذِينَ هَادُواْ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ أُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَن سَبِيلِ اللّهِ كَثِيرًا
---“Fe bi zulmin minellezîne hâdû harramnâ aleyhim tayyibâtin uhıllet lehum ve bi saddihim an sebîlillâhi kesîrâ(kesîran).: Artık Yahudilerin yaptıkları zulümlerden ve birçok kişiyi ALLAH'ın yolundan men etmeleri (alıkoymaları) sebebiyle, kendileri için helâl kılınmış olan temiz ve güzel şeyleri onlara haram kıldık.” (Nisâ 4/160)
وَأَخْذِهِمُ الرِّبَا وَقَدْ نُهُواْ عَنْهُ وَأَكْلِهِمْ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ مِنْهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
---“Ve ahzihimu'r- ribâ ve kad nuhû anhu ve eklihim emvâle'n- nâsi bi'l- bâtıl (bâtılı). Ve a’tednâ li'l- kâfirîne minhum azâben elîmâ (elîmen).: Ve (bu) ondan (ribâdan) nehyedilmiş oldukları halde ribâ (fâiz) almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemeleri sebebiyledir. Ve onlardan kâfir olanlar için “elîm azâb” hazırladık.” (Nisâ 4/161)
3. Merhalede.: “Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak fâiz yemeyin. ALLAH'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmrân 3/130) âyeti Medine'de inmiştir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَأْكُلُواْ الرِّبَا أَضْعَافًا مُّضَاعَفَةً وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ te’kulur ribâ ad’âfen mudâafeh(mudâafeten), vettekûllâhe leallekum tuflihûn(tuflihûne).: Ey iman edenler! Fâizi, kat kat artırarak yemeyin. Ve ALLAH'a karşı takva sahibi olun. Umulur ki böylece siz, felâha erersiniz.” (Âl-i İmrân 3/130
4. Merhalede.: Medine'de inen ribânın haram olduğu (Bakara 2/275-279) âyetleriyle belirtilmiştir.
Bu ÂLEMdeki İŞLerinde acele etmeyen KİŞİ =>Kâinât ile ilgili İŞLerde =>ALLAHu zü’L-CeLÂL’in SüNNetuLLAHı’na ve =>İŞLeri kolaylaştırma ile zorlukların üstesinden gelme hususunda ise Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in =>MuhMMedî Metodu’na uyarak RIFKLa ve SÜKÛNETLe işleri yerine getirmelidir.
Özellikle de insanlara iyiliği emredip kötülükten sakındırırken ve onlara HASBî HİZMEt ederken yumuşak davranmak ve ağır başlı olmak son derece önemlidir..
Çünkü insanları HAKk’a dâvet eden kişinin, insanlara karşı yumuşak ve ağırbaşlıdavranması
zorunludur..
Nitekim ALLAHu zü’L-CeLÂL, bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır.:
وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
---“Ve lâ testevîl hasenetu ve les seyyieh(seyyietu), idfa’ billetî hiye ahsenu fe izellezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm(hamîmun).: Hasene (iyilik) ve seyyie (kötülük), müsavi (eşit) değildir. (Kötülüğü) en güzel şekilde karşıla. O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişi, samimi bir dost gibi olur.” (Fussilet: 41/34)
SüNNetuLLAH.: İlâhî Kanunlar..Kanun, âdet. Biyolojik, fizikî ve toplumsal olaylarda canlıların bağlı olduğu ilahî yasalardır. Bu yasalar, tamamen ALLAH'ın emri altındadır. ALLAH dilerse bunları değiştirir ve yerine yenilerini koyabilir..
ÂDetuLLAH.:(Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen ALLAH'ın Emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden SU meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer Âdetullahdır. "Âdetullah" yerine "Tabiat Kanunu" demek yanlıştır..
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
166- EL FÂLİKu celle celâluhu.:
EL FÂLİKu .: Küllî Şeyi, ilk çekirdeğinden beri çatlatan/yaran, açan. Her CÂN’ı önceki CÂNı çatlatarak/yararak çıkaran ve Tohumun ÖZünü yarıp yeni Tohum/Hayy zinciri yaratan kısacası VARLık Tohumunun Kabuğunu çatlatıp yararak =>ŞECEREtü’l- KEVN/VARLık AĞACInı ortaya çıkaran ALLAHu zü’L-CeLÂL..
Felâk.: Tan zamanı, subh, fecir.
İnfilâk.: Açılma. Yarılma. Patlama. İnşikak etme.
Şakk.: Yarık, çatlak. Yarılma, çatlama. * Yırtma. Kırma.
İnşikak.: İkiye ayrılma. Çatlama. Yarılma.
Şakku’l-Kamer.: Ay'ın parçalanması. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü vesselâmın mu'cizesi eseri olarak gökte ay'ın en parlak olduğu bir zamanda ikiye ayrılması..
El-Fâlik.: Çatlatan, yaran, açan. Büyümesi için tohumu açan, yaratan ALLAH celle celâlihu..
Fâliku’l-Habbi ve’n-Nevâ.: Tohum ve çekirdekleri açarak büyüten ALLAH celle celâlihu..
El-Fâlik, İsm-i Fâildir, yani; bu fiili sürekli yapan anlamına gelir. ALLAH celle celâlihu tohumu yarıp içindeki potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye çevirendir. Bir kuvve olanı bir fiile çıkaran demektir. Yarıp parçalayarak ortaya yeni bir şey çıkaran, tohum ve danelerin içinden yeni ürün çıkaran, tohum ve çekirdekleri yarıp sümbüllendiren Bu işi hep yapan, mutlak yapan, mükemmel yapan, taklid edilemeyecek şekilde eşsiz ve benzersiz yapan demektir.
El-Fâlik, karanlığı yarar aydınlığı çıkarır, yokluğu yarar varlığı çıkarır, enerjiden maddeyi, maddeden enerjiyi çıkarır. Fâlik Esmâsının tecellîsi sayılamayacak kadar çoktur. Eğer tohumu yaratıp ağzını açmasa, yeryüzünde yaşam için olmazsa olmaz ve CÂNlılar için tek gıda deposu olan bitki örtüsü oluşmazdı..
إِنَّ اللّهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَيِّ ذَلِكُمُ اللّهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ
---“İnnallâhe FÂLİKu’l- habbi ve’n- nevâ, yuhrıcu’l- hayye mine’l- meyyiti ve muhricu’l- meyyiti mine’l- hayy (hayyi), zâlikumullâhu fe ennâ tu’fekun (tu’fekune).: Muhakkak ki ALLAH, (daneyi) tohumu ve çekirdeği yarıp çıkarandır. Ölüden canlıyı çıkarır ve canlıdan ölüyü çıkarandır. İşte bu, ALLAH'tır. Öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz?.”(En’âm 6/95)
فَالِقُ الإِصْبَاحِ وَجَعَلَ اللَّيْلَ سَكَنًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ حُسْبَانًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
---“FÂLİKu’l- ısbâh (ısbâhı), ve ceale’l- leyle sekenen ve’ş- şemse ve’-l kamere husbânâ (husbânen), zâlike takdîru’l- AZÎZi’l- ALÎM (alîmi).: Sabahı (fecr vaktini) YARIP ÇIKARANdır. Ve geceyi dinlenme (sukûn) vakti ve güneşi ve ayı (hareketlerini çok ince hesaplarla dizayn ederek) zamanı hesaplama ünitesi (hesap vasıtası) kıldı. İşte bu, AZÎZ ve ALÎM olanın (ALLAH'ın) takdiridir.”(En’âm 6/96)
Evet, bu muhteşem âyetin ihtişamı ile bir tohuma bakan ondaki mu’cizeyi görür. RABBimiz kocaman bir ağacı dürmüş bükmüş küçücük bir TOHUMun içine koymuştur. Fâlik İsmi’ne imanın en büyük sonucu varlıktaki o potansiyeli keşfetmektir. İnsân bakışını keşfe yönlendirmezse merak etmez, merak etmeyen keşfetmez, keşfetmeyen inkişaf ettiremez..
---Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): "Ben =>İlmin Şehriyim!. Ali =>Kapısıdır.. Şehre girmek isteyen =>Kapıdan dahil olmalıdır"buyurdu.
(Hz. İbn-i Abbas'dan; Hâkim-i Nişaburi Müstedrek C. 3 S. 126)
Azîz Efendim İmâmı Alî keremullahi veche.: "Eyâ insân cirmike cirmi’s- sâgirun, ve fike intavâ âlemü'l- ekber.: Ey insânoğlu! Cirmin (cisim, hacim) çok küçüktür, fakat Âlemü'l-Ekber sende intevâdır, mündemictir. Dürülmüş, bükülmüş, İçine sokulmuştur (o kadar da değerin var)!." buyurmuştur.
Bu hârika sözle bakınca, İNSÂNa da =>bir TOHUMdur diyebiliriz. Filizlenene kadar, tohumun tohumunu besleyen bir bölüm vardır. İnsân RûHunu da Âhiret Sabahına varıncaya kadar besleyen gıda İBÂDEtlerdir. Her ibâdette el-Fâlik olan ALLAHu zü’L- CELÂL’in bir Tecellîsi vardır. Tohumu besleyen ibâdetler, köklerini sağlamlaştırarak MEYVEsini tatlandıran ise musibetler, imtihanlar ve kısacası ÇİLLELerdir.
Şu Şehâdet Âleminde eğer insânın gönlüne atılan İlahî/Fıtrî El HAYy TOHUMu =>UYgun bir ortam bulur da üzerine RAHMET YAĞmaya başlarsa =>TOHUM filiz verir ve ortaya bir =>Kur'ÂN-ı Kerîm Bahçesi ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem GÜLBAĞı çıkar!. Bu BAHÇEdeki ağacın bir KUŞa YUVA olmasını da, TOHUMu/Tahkîk İMÂNı serpenin zamanla oluşan Meyve Salkımı/Sâlih Ameli olarak ANLATMAk ve UYGULamak MuhaMMedî KULLuktur.
Ey İNCiR TOHUMunun içine İNCiR AĞAÇLarını sığdıran ALLAH’ım!.
Bizim içimize de MuhaMMedî MuHABBEtini Lütfen İhsânen sığdır.
Yâ Fâlik celâlihu!. Yâ ALLAH celle celâlihu!. İlahî Kelâmın âyetleri bire bin veren birer tohumdur, o tohumları yüreklerimizde filizlendir ey Yüce ALLAH’ım celle celâlihu!.
Kur’ÂN-ı Kerîm’de “f-l-k /فلق” ibâresi.:
Biri mastar, diğeri infiâl bâbından fiil, kalan ikisi de ism-i fâil olmak üzere 3 formda ve 4 âyette, toplam 4 defa kullanılmıştır. Tabii olarak bunların en bilineni, Felâk Sûresi’nin ilk âyetinde bulunan ve sûreye adını veren “el-Felâk/الفلق" şeklindeki ifâdedir.:
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ
---“Kul eûzu bi RABBi’l- felâk (felâkı).: De ki: “Ben, Felâk'ın RABBine sığınırım.” (Felâk 113/1)
“f-l-k/فلق" “fecr, sabah, ortaya çıkarmak, tohumu yarmak/patlatmak, kırmak, bölmek, çekip çıkarmak, şaşırtmak.. “sabahın yarılması” gibi anlamlara gelir
Herevî (401/1011), “RABBi’l- felâk” Terkîbindeki felâk kelimesine “sabah” mânâsının verildiğini ve bu anlamın kelimenin açıklaması olduğunu, aslında kelimenin “sabahın yarılması ve (karanlıktan) ayrılması” anlamına geldiğini söyler. Ayrıca kelimenin “yaratmak” mânâsından da söz eder..
En‘âm Sûresi 95-96. Âyetlerde.:
İnnallâhe FÂLİKu’l- habbi ve’n- nevâ.: Muhakkak ki ALLAH, (daneyi) tohumu ve çekirdeği yarıp çıkarandır..
FÂLİKu’l- ısbâh.: Sabahı (fecr vaktini) YARIP ÇIKARANdır.
Fâlik =>yaran=>patlatan=>neticede Yaratan خالق /Hâlik anlamına geldiğini belirtir..
(Ahmed b. Muhammed el-Herevî, el-Garibeyn fî’l-Kur’ân ve’l-Hadîs, thk. Ahmed Ferîd el-Mezîdî (Riyad: Mektebetu Nizâr Mustafa el-Bâz, 1999), 1473-1474.)
“F-l-k/فلق” İbâresi Kur'ÂN-ı Kerîm’de Kullanımı;
Mastar/Felâk->Felak 113/1,
İnfiâl Bâbından Fiil/İNFİLÂK->Şuarâ 26/63,
İsm-i Fâil ->FÂLİKu->En’âm 6/95-96..
3 üç ayrı formda, 3 sûre ve 4 âyette, toplam 4 defa kullanılmıştır..
Bu kelime, genellikle kabul edilen nüzûl sırasına göre ilk olarak Felâk Sûresi 113/1. âyette mastar olarak geçer ve Sûrede Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e ve O’nun şahsında İslâm Ümmeti’ne şer(li şeyler)den “Felâkın RABBi’ne sığınılması” emredilir..
“f-l-k /فلق" kelimesinin türevi olan ve Türkçemizde de “yarma” ve daha çok “patlama” anlamında kullandığımız “İNFİLÂK” kelimesi ise, infiâl bâbından fiil olarak.:
فَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنِ اضْرِب بِّعَصَاكَ الْبَحْرَ فَانفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ
---“Fe evhaynâ ilâ mûsâ enıdrib bi asâkel bahr (bahra), fenFELEKa fe kâne kullu firkın ket tavdil azîm(azîmi).: O zaman Mûsâ (A.S)'a: “Asanı denize vur.” diye vahyettik. Hemen deniz İNFİLÂK etti (patlayarak yarıldı ve ikiye ayrıldı). Böylece her parça büyük ve yüksek dağ gibi oldu.”(Yûnus 10/3) (Şuarâ 26/63)
Şuarâ Sûresi 26/63. âyette Mûsâ aleyhisselâm’a asâsını denize vurması emredilip de Mûsâ aleyhisselâm’ın bu emri yerine getirmesi sonucu “denizin yarılıp her biri âdeta dağı andıran iki parçaya ayrılması”, “infelâka /نفلق” ibâresi ile anlatılır..
En‘âm Sûresi 6/95-96. âyetlerde ise İsm-i Fâil olarak kullanılır ve “ALLAH’ın bitki danesi ve çekirdeği ile sabahı yarıp ortaya çıkarması”, “والنوى الحب فالق" ve “اإلصباح فالق" terkîbleri ile anlatılır.
En‘âm Sûresi 95. âyette yer alan “والنوى الحب فالق" ibâresinin, aynıyla;
---Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bir DUÂsında.:
"ALLAHümme RABBü’s-Semâvâti ve RABBü’l-Arzi ve RABBü’l-ARŞi’l-Azîm!.
RABBenâ ve RABBe Küllî Şey’in!. FÂLika’l-habbe ve’n-nevâ ve münzileti’l-Tevrati ve’l-İncili ve’l-FurkÂNi!. Eûzu bike min şerri Küllî Şey’in. Ente ahizun bi nâsiyetihi!. ALLAHümme Ente’l- EVVELu feleyse kablike Şey’un! Ente’l-ÂHİRu feleyse ba’dike Şey’un! Ve Ente’z-ZÂHİRu feleyse fevkake Şey’un! Ve Ente’l-BÂTINu feleyse dûnike Şey’un!. Akzi annâ’d-deyne ve a’gninâ mine’l-fakri!.” buyurmuştur.
(Müslim, Zikir ve DUÂ, 17.)
---Âişe radiyallahu anha Vâlidemizin İfk Hâdisesi sebebiyle yaşadığı zor günleri anlatırken, duygularını şu ifâdeyle aktarmıştır.:…İNNî le ezunnu enne’l- bukâe FÂLikun kebidî…: … Ağlamaktan ciğerimin yarılacağını zannediyordum..” buyurmuştur.
(Buhârî, Megâzî, 35.)
İmam Mâtürîdî (333/944), felâkın “sabah” anlamına geldiği gibi içindeki tane, çekirdek ve baklalar ortaya çıksın diye bütün yaratılanlardan “yarılan her şey” anlamına da geleceğine dikkat çeker. Ona göre kelimeyi “sabah” anlamıyla tahsîs edenlerin, sabahın gecenin sonu ile günün başlangıcı olup ALLAH’ın, Hükmünden hiç kimsenin kaçınamayacağı şeklinde, âlemde olan her şeyi bu iki vakit arasında çekip çevirdiğini göz önünde bulundurmuşlardır.
Son(raki) Sûredeki “İnsânların RABBi / ب ّر الناس” ifâdesine atıfla, burada insânlar zikredilmiş olsa da maksadın bütün mahlûkât olduğunu söyler.
(Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, thk. Ahmet Vanlıoğlu, (İstanbul: Mizan Yayınevi, 2005-2010), 14/118- 119.)
Mâtürîdî, En‘âm Sûresi 95-96. âyetlerdeki her iki “فالق" kelimesine de “yaran”, “yaratan’ ve “fâtır” anlamları vermekte, hatta “اإلصباح فالق” ibâresinin sabahın ilk defa yaratılması ile sabahın her gün (tekrar tekrar) yar/at/ılması şeklinde iki ihtimali de barındırdığına dikkat çeker.
(Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, 5/150-152.)
Fahreddin Râzî de (606/1209) üç vecih halinde özetlediği görüşleri aktarırken, Zemahşerî’nin verdiği bilgileri hemen aynıyla tekrar eder. Kelimenin “sabah” ve “Cehennem’de içine düşülen bir vâdi” olduğu görüşlerine atıf yapar. Ancak Râzî’nin ikinci görüş olarak verdiği bilgiler dikkate değerdir. Buna göre En‘âm 6/96 ile Bakara 2/74. âyetlere de atıfla, FELÂK, ALLAH’ın bitkilerle yeryüzünü yardığı gibi, yararak yarattığı her şeydir. Fahreddin Râzî’ye göre bu görüş çeşitli bakımlardan doğruya daha yakındır..
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
---“Summe kaset kulûbukum min ba’di zâlike fe hiye ke’l- hıcâreti ev eşeddu kasveh (kasveten), ve inne mine’l- hıcâreti lemâ yetefecceru minhu’l- enhâr (enhâru), ve inne minhâ lemâ yeşŞAKKaku fe yahrucu minhu’l- mâu, ve inne minhâ lemâyehbitu min haşyetillâh (haşyetillâhi), ve mâllâhu bi gâfilin ammâ ta’melûn (ta’melûne).: Sonra, bunun (bu mu’cizenin) arkasından kalbleriniz (gene) kasiyet bağladı (katılaştı ve karardı), öyle ki taş gibi hatta daha da katı oldu. Ve gerçekten, taşlardan öyleleri vardır ki, ondan nehirler fışkırır. Ve gerçekten, onlardan (taşlardan) öyleleri vardır ki, YARILIR, böylece içinden SU çıkar. Ve mutlaka onlardan (taşlardan) öyleleri vardır ki, ALLAH'a karşı duyduğu huşûdan yuvarlanıp aşağı düşer. Ve ALLAH yaptıklarınızdan gâfil değildir.”(Bakara 2/74)
Fahreddin Râzî.: “Bütün mümkinâtın RABBi, bütün mahlûkatın var edicisi olan ALLAH’a sığınırım!.” demektir ve sabah da bu mânâya (mahlûkata) dâhildir.
(Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1981), 32/190-192.)
Râzî, En‘âm Sûresi 95-96. âyetlerdeki “فالق” kelimesine “yaratmak ve yarmak” anlamları verildiğini nakleder.
(Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 13/94-95 vd.)
Elmalılı (1361/1942); felâkın “fıtrat” anlamına da geldiğini, müfessirlerin çoğunun kelimeyi en yaygın olan “sabah” mânâsıyla tefsîr etseler de, bu lafızdan ismi “felâk” olan her şeyin murâd olunması gerektiğini söyler. Ardından şu değerlendirmeyi yapar.: “Meâlde “sığınırım RABBine o fıtratın” diye tercüme etmek fikri, âcizâneme lafzen ve mânen münâsib gelmişti; fakat İbn Cerîr’in dediği gibi lügaten ve şer’ân halk [felk] ıtlak olunan hepsi “الفلق عليه يطلق ما” mânâsıyla sarâhate dâhil olmak ve aynı lafız mahfûz tutulmakta zikrolunan fâidelerle beraber, daha ziyâde ince ve daha fazla şümûl bulunmak hasebiyle, şöyle demek daha müreccah göründü.: ‘Sığınırım RABBına o felâkın’…”
(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (İstanbul: Eser Neşriyat ve Dağıtım, t.y.), 9/6367-6373.)
Elmalılı, En‘âm Sûresi 95-96. âyetleri tefsîr ederken “فالق" kelimesinin yarmak ve yaratmak anlamlarını hatırlatır ve ALLAH’ın “Kudret-i Fâtıra” Sâhibi olarak tohum ve çekirdekleri hem yarattığını hem de toprağa ekildiğinde onları yararak tekrar tekrar yarattığını söyler.
(Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, III/1986-1987.)
Seyyid Kutub (1386/1966), felâk’ın “sabah” ve En‘âm 6/95-96. âyetlere de atıfla- “yarılarak varlık ve hayat sahasına çıkan bütün mahlûkât” anlamına geldiğine değinir. İlk tercihte “sabahın RABBi”, ikinci tercihte ise “yaratılmışların RABBi” mânâsının bulunduğuna ve bu ikinci anlamın sonraki “yarattıklarının şerrinden/خلق ما ر ّش من” âyetine daha münâsib olacağını söyler.
(Seyyid Kutub, fî Zılâli’l-Kur’ân, 32. Baskı (Kâhire: Dâru’ş-Şürûk, 1423/2003), 6/4007.)
Süleyman Ateş Meâli.: “De ki: ‘Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran RABBe.”
Ömer Nasuhi Bilmen Meâli.: “De ki: ‘Felâkın (yaratılıp vücuda getirilmiş olan şeylerin) RABBine sığınırım.”
Yaşar Nuri Öztürk Meâli.: “De ki: ‘Yarılan, karanlıktan çıkan sabahın RABBine/yarılışlardan fışkıran oluşun RABBine sığınırım!.”
Bahaeddin Sağlam Meâli.: “De ki: ‘Yaratıkları yokluk karanlığından varlık sabahına çıkaran, sahip leri olan Allah’a sığınırım.”
“F-l-k /فلق" afzı; Kur’ân-ı Kerîm’de 3 sûre ve 4 âyette; biri mastar, diğeri infiâl bâbından fiil, öbür ikisi de ism-i fâil olmak üzere üç ayrı formda, toplam 4 defa geçer.
“Felâk” kelimesinin anlam haritası içinde bulunan fecr/sabah/şafak, ortaya çıkarmak, yarmak, patlatmak, infilâk, yaratmak, kırmak, bölmek, çekip çıkamak, ayırmak, şaşırtmak, vâdi gibi anlamların merkezinde; ‘tabîî/lügat mânâ” olarak =>“yarmak”, “terim” olarak da =>“yaratmak” anlamının bulunduğu kabul edilecektir..
Dilcilerimizin ve bazı müfessirlerimizin aktardığımız değerlendirmelerinde de görüleceği üzere, bütün bu anlamların hepsi “YAR/at/MAK” anlamıyla ilgilidir. Zira Zemahşerî’nin de dikkat çektiği gibi, özetle ifâde etmek gerekirse; sabah ->karanlığı, embriyo ->tohumu, tohum >toprağı =>patlatır, yarar!. Pınarlar ->dağları yarar vâdi oluşturur!. Yağmurlar ->bulutları yarar!.. Böylece bütün bu Kevnî Âyetler, “YAR/at/MAK” ile gerçekleşir..
---Ebu hüreyre radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yatağa girdiğimizde şöyle DUÂ etmemizi emrederdi.: “Ey göklerin, yerin ve büyük Arşın RABBi OLan ALLAHım! Ey RABBimiz!. Ey her şeyin RABBi olan daneyi ve çekirdeği yaran…” (Müslim 2713)
SufyÂni SERVi kaddesallahu sırrahu Kâbeyi tavaf ederken.: “Ey sabahı yarıp çıkaran!. RABBim SENsin!. Bana SEN yetersin!.” burururdu..
يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَيُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذَلِكَ تُخْرَجُونَ
---“Yuhricu’l- hayye mine’l- meyyiti ve yuhricu’l- meyyite mine’l- hayyi ve yuhyi’l- arda ba’de mevtihâ, ve kezâlike tuhrecûn (tuhrecûne).: O, ölüden diriyi çıkarır ve diriden ölüyü çıkarır. Ve arzı (toprağı), ölümünden sonra diriltir. Ve işte (tıpkı) bunun gibi (topraktan) çıkarılacaksınız.”(Rûm 30/19) [/b]
وَكَأَيِّن مِّن آيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ
---“Ve keeyyin min âyetin fî’s- semâvâti ve’l- ardı yemurrûne aleyhâ ve hum anhâ mu’ridûn (mu’ridûne).: Semâlarda ve yeryüzünde nice âyet (delil) vardır. Ve onlar, ondan (o delilden) yüz çevirerek yanından geçerler (sırtlarını dönüp giderler.)" (Yûsuf 12/105)
İmam ALi kerremallahu vechehu çoğu kez.: "dâneleri yarana, canlıları yaratana yemin olsun!.” Şeklinde yemin ederdi..
(Kurtubî, el-Câmiʿ li-ahkâmi’l-Kurʾân, 1/345-347)
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
167- Es SUBBUHu celle celâluhu.:
Es SUBBUH.: Zâtına ve Sıfatına =>Fenâ, noksan ve kusur asla yanaşamayan, Subbuh İsmiyle tecellî ettiğinde bütün İsimleri kapsayan, tüm yaratıklarınca her yerde, her ÂNda, her hâlde ve her nefeste tesbih ve takdis edilen ALLAHu zü’L-CeLÂL..
168- Es SUBHÂNu celle celâluhu.:
Es SUBHÂNu .: Ulûhîyyetiyle bağdaşmayan, şânına yakışmayan ve yarattıklarına ait her türlü, şerikten, eksiklikten, noksanlıktan, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan, aldatılmak ve aldatmaktan ve Kemâl ve Cemâl ve Celâline muhalif olan bütün kusurlardan berî, münezzeh ve mukaddes olan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
Sebh.: SUda yüzme.
Sebbah.: (Sibahat. dan) SUda yüzen, yüzücü. * Yüzgeç.
Sibahat.: SUda yüzmek..
Subh.: Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı..
Tesbih.: Sübhânallah demek. Cenâb-ı HAKk'ı şânına lâyık ifadelerle yâdetmek..
Tesbihat.: (Tesbih. c.) Cenâb-ı HAKk'ı Sıfalarına lâyık ifadelerle yâdetmeler..
Es SUBBUH.: Zâtına ve Sıfatına =>Fenâ, noksan ve kusur asla yanaşamayan ve beri olan, Subbuh İsmiyle tecellî ettiğinde bütün İsimleri kapsayan, tüm yaratıklarınca her yerde, her ÂNda, her hâlde ve her nefeste tesbih ve takdis edilen ALLAHu zü’L- CeLÂL..
SUBHÂNALLAH.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifâde etmek için söylenir. Cenâb-ı HAKk’ın =>Zâtında, Sıfâtında ve Ef'alinde bütün kusurlardan münezzehîyetini ifâde eder..
SUBHÂNALLAH.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’i Ulûhîyyetiyle bağdaşmayan, yarattıklarına ait her türlü eksiklik ve noksanlıktan beridir deyip tenzih etmek..
SUBHÂNALLAH.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’i şerikten, kusurdan, noksanîyetten, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve Kemâl ve Cemâl ve Celâline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek..
Kur'ÂN-ı Kerîm’de;
Subhân.: Tûr 52/43; Haşr 59/23; Kalem 68/29..
Sebbeha.: Hâdîd 57/1; Haşr 59/1; Sâff /1; Cum’a 62/1..
Sebbih.: Âl-i İmrân 3/41; Tâ-Hâ 20/130; Furkân 25/58; Mü’min 40/55; Kâf 50/39,40; A’lâ 87/1..
Sebbihu.: Meryem 19/11; Secde 32/15; Ahzâb 33/42; Sâd 38/18; İnsân 76/26
Fesebbih.: Hicr 15/98; Tûr 52/49; Vâkı’a 56/96..
Nusebbihu.: Bakara 2/30..
Tusebbihu.: Kalem 68/28..
yusebbihu.: A’râf 7/206; Ra’d 13/13; İsrâ 17/44; Enbiyâ 21/20,79; Zümer 39/75; Mü’min 40/7; Fussilet 41/38; Şûrâ 42/5; Nûr 24/36,41; Sâffât 37/143,166; Haşr 59/24; Hâkka 69/52; Nasr 110/3…
فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
“Fe SUBHÂNellezî bi yedihî melekûtu kulli şey’in ve ileyhi turceûn (turceûne).: İşte O, SUBHÂN'dır. Herşeyin melekûtu (mülkü ve hükümdârlığı) O'nun elindedir. Ve O'na döndürüleceksiniz.” (Yâ-Sîn 36/83)
أَمْ لَهُمْ إِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Em lehum ilâhun gayrullâh (gayrullâhi), SUBHÂNallâhi ammâ yuşrikûn (yuşrikûne).: Yoksa onların ALLAH'tan başka ilâhları mı var? ALLAH, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.” (Tûr 52/43)
هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Huvallâhullezî lâ ilâhe illâ huve, elmeliku’l- kuddûsu’s- selâmu’l- mû’minu’l- muheyminu’l- azîzu’l- cebbâru’l- mütekebbir (mutekebbiru), SUBHÂNallâhi ammâ yuşrikûn (yuşrikûne).: O ALLAH ki; O'ndan başka İLÂH yoktur, MELİK'tir (hükümrandır), KUDDÜS'tür (mukaddestir), Selâm'dır (selâmete erdirendir), Mü'mindir (emniyet verendir), Müheymin'dir (koruyup gözetendir), Azîz'dir (yücedir), Cabbâr'dır (cebredendir), Mütekebbir'dir (pek büyük olandır). ALLAH, şirk koşulan şeylerden münezzehtir (uzaktır).” (Haşr 59/23)
قَالَ أَوْسَطُهُمْ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ لَوْلَا تُسَبِّحُونَ
“Kâle evsatuhum e lem ekul lekum levlâ tusebbihûn (tusebbihûne).: Onların en makul düşüneni.: “Ben, size eğer (ALLAH'ı) tesbih etmiyorsanız, olmaz (tesbih etmeniz gerekir) demedim mi?” dedi.” (Kalem 68/28)
قَالُوا سُبْحَانَ رَبِّنَا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ
“Kâlû SUBHÂNe RABBinâ innâ kunnâ zâlimîn (zâlimîne).: “Bizim RABBimiz SUBHÂN'dır (yücedir, herşeyden münezzehtir). Muhakkak ki biz, zalim kimseler olduk.” dediler.” (Kalem 68/29)
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
التسبيح
TESBÎH.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce olduğuna inanıp bunu sözleri ve davranışlarıyla belirtme anlamında terim..
TESBÎH =>Sözlükte =>“SUda hızla yüzüp mesafe almak” mânâsındaki “sebh”/(sibâha) kökünden türeyen tesbîh, terim olarak Cenâb-ı HAKk’ı Ulûhîyyetle bağdaşmayan her türlü eksiklik ve noksanlıktan tenzih etmeyi ifâde eder.
Aynı kökten SÜBHÂNe kelimesine ALLAH Lafza-i Celâlin eklenmesiyle oluşturulan SÜBHÂNALLAH terkibi tesbîhle aynı anlama gelir.
Her iki terim de ALLAH celle celâlihu’dan başkasına nisbet edilemez. Kur’ân-ı Kerîm’de 89 âyette geçen “sebh” kavramı ikisi Mekkî, beşi Medenî Yedi Sûrenin =>İsrâ, Hadîd, Haşr, Saf, Cum‘a, Tegābün, A‘lâ Sûrelerinin başında farklı şekillerde yer alır. Bu sûrelerden Mekke’de nâzil olan İsrâ ve A‘lâ dışındakiler “Müsebbihât” diye anılır. Söz konusu sûrelerde ilk âyetlerin muhtevâsı tesbîh ve tenzih kavramlarının âdeta birer gerekçesi niteliğindedir.:
İsrâ =>Subhânellezî esrâ bi abdihî..
Hadîd =>Sebbeha lillâhi mâ fî’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), ve huve’l- azîzu’l- hakîm..
Haşr =>Sebbeha lillâhi mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ard..
Saff =>Sebbeha lillâhi mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ard..
Cum‘a =>Yusebbihu lillâhi mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ardı’l- meliki’l- kuddûsi’l- azîzi’l- hakîm.
Tegābün =>Yusebbihu lillâhi mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ard..
A‘lâ =>Sebbihısme rabbike’l- a’lâ..
Râgıb el-İsfahânî, tesbîhin terim anlamının kelimenin kökündeki “hızlı biçimde yüzme” mânâsıyla alâkalı olduğuna dikkat çekerek bu kavrama.: “Kulun ALLAH’a ibâdet etme niyetiyle her türlü kötülükten hızla uzaklaşması” anlamı verir. (el-Müfredât, “sbḥ” md.).
Buradan hareketle tesbîhe =>“İnsanın sürekli biçimde İlâhî Kontrol altında bulunduğunu bilmesi, daima iyi ve yararlı işler yapmaya çalışması” şeklinde daha kapsamlı bir içerik belirlemek mümkündür..
Birçok âyette evrenin ve ondaki her şeyin, meleklerin, dağların, taşların, kuşların, yıldızların, hayvanların, gök gürültüsünün... ALLAHu zü’L- CeLÂL’i tesbîh ettiği, ancak İnsÂNların bunu tam anlayamadıkları ifâde edilir (meselâ bk. er-Ra‘d 13/13; el-İsrâ 17/44; el-Hac 22/18; en-Nûr 24/41; er-Rahmân 55/6; el-Haşr 59/24).
وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ وَالْمَلاَئِكَةُ مِنْ خِيفَتِهِ وَيُرْسِلُ الصَّوَاعِقَ فَيُصِيبُ بِهَا مَن يَشَاء وَهُمْ يُجَادِلُونَ فِي اللّهِ وَهُوَ شَدِيدُ الْمِحَالِ
“Ve yusebbihur ra’du bi hamdihî ve’l- melâiketu min hîfetih (hîfetihî), ve yursilus savâıka fe yusîbu bihâ men yerâu ve hum yucâdilûne fillâh (fillâhi), ve huve Şedîdul mihâl (mihâli).: Gök gürültüsü ve melekler, O'nu, hamd ile ve O'nun (ALLAH'ın) korkusundan tesbîh ederler. Ve yıldırımları, O gönderir. Böylece onlar, ALLAH hakkında mücâdele ederlerken, dilediği kimseye onu isabet ettirir. Ve O, karşı koyulması mümkün olmayandır.” (Ra‘d 13/13)
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
“Tusebbihu lehu’s- semâvâtu’s- seb’u ve’l- ardu ve men fîhinn (fîhinne), ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum, innehu kâne halîmen gafûrâ (gafûren).: 7 kat gökler ve yeryüzü ve onlarda bulunanlar, O'nu (ALLAH'ı) tesbîh ederler. O'nu hamd ile tesbîh etmeyen bir şey yoktur. Ve fakat onların tesbîhlerini siz fıkıh edemezsiniz (anlayamazsınız, idrak edemezsiniz). Muhakkak ki O; HAKÎM'dir, GAFÛR'dur (mağfiret edendir).” (İsrâ 17/44)
Ya’kūb b. İshak el-Kindî =>“Âyetlerdeki tesbîhin sözü edilen varlıkların tabiatın işleyişi için kendilerine verilen görevi yerine getirmeleri” şeklinde anlamıştır..
Tesbîh =>Hadis-i Şerîflerde =>İstiğfar, Tekbir, Tehlîl ve Takdisle birlikte geçmektedir. Birçok rivayette görülen “sübha” kelimesi de tesbîhle eş anlamlıdır. “Sübbûhun kuddûs.: Her türlü ayıp ve kusurdan arınmış” kelimeleri Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in rükû esnâsındaki tesbîhatı arasında zikredilmiştir. (Müsned, VI, 35, 94; Müslim, “Ṣalât”, 223).
Hadis-i Şerîflerde namazdan sonra 33 defa tekrarlanması tavsiye edilen Tesbîh, Tahmîd ve Tekbirlere de yer verilmiş.. (Müsned, V, 196; Buhârî, “Eẕân”, 155, “Daʿavât”, 17; Müslim, “Mesâcid”, 142, 144-146, “Ẕikir”, 80).
Ayrıca söz konusu lafızlarla 10 defa, 100 defa tesbîhte bulunulması öğütlenmiştir. Namazlarda İftitah Tekbirinden sonra okunan “Sübhâneke” ile rükû ve secdedeki tesbîhler de el-Muʿcem’de yer alan çeşitli rivayetlerde görülmektedir..
Gerek namazların sonunda gerek başka münasebetlerle yapılan Tesbîh ve Zikirlerin tesbîh taneleri vb. şeylerle sayılması Asr-ı saâdet’te ve Ashab Döneminde pek hoş karşılanmamış, bunun yerine parmakla sayılması tavsiye edilmiştir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hurma çekirdeği veya çakıl taşıyla tesbîh ve zikirlerini sayan kadınlara bunu yapmaktansa =>“Yaratıkları sayısınca ALLAH’ı Yüceltir, Tenzih ederim” demelerini öğütlemiştir. (Tirmizî, “Daʿavât”, 103)
Bir defasında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey kadınlar topluluğu! Tesbîhlerinizin hesabını parmaklarınızla tutun, çünkü âhirette onlar da sorguya çekilecek ve konuşturulacaktır!.” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Daʿavât”, 71; krş. Ebû Dâvûd, “Vitir”, 24).
Abdullah b. Mes‘ûd bazı kimselerin câmide toplanıp ellerindeki çakıl taşları sayısınca Tekbir, Tehlîl ve Tesbîhte bulunduklarını haber alınca, bunların yanına gidip.: “Bu taşlarla günahlarınızı sayın, sevâblarınızın kaybolmayacağına ben kefilim!.” demiş ve onları bundan şiddetle men’etmiştir. (Dârimî, “Muḳaddime”, 23).
Ancak bu uygulama daha sonraları âdet haline geldiğinden, riyâya vesile kılınmaması ve dinî bir renge büründürülmemesi şartıyla kullanılmasında sakınca görülmemiş, bid‘attan sayılmamıştır.. (M. Revvâs Kal‘acî, II, 1787-1788).
Güneş doğmadan ve batmadan önce, gece ve gündüzün değişik saatlerinde ALLAHu zü’L- CeLÂL’i Tesbîh etmenin emredildiği âyetlerde; (Âl-i İmrân 3/41; Tâhâ 20/130; er-Rûm 30/17-18; el-Feth 48/9; Kāf 50/39-40)
لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُعَزِّرُوهُ وَتُوَقِّرُوهُ وَتُسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
“Li tu’minû billâhi ve resûlihî ve tuazzirûhu ve tuvakkırûh(tuvakkırûhu), ve tusebbihûhu bukreten ve asîlâ(asîlen).: ALLAH ve O'nun Resûl'üne îmân edin, O'nu saygıyla yüceltin ve sabah akşam O'nu tesbîh edin diye.” (Feth 48/9)
Bu âyetlerde Tesbîhin “namaz” anlamında kullanıldığı birçok âlim tarafından ifâde edilmiş ve bu yorum namaza “Sübhâneke DU”sıyla başlanması, rükû ve secdelerde yapılan Tesbîhlerin namazın bir parçası olması, namazın bir bütün halinde ALLAHu zü’L- CeLÂL’i Tenzih ve Yüceltme anlamına gelmesi gibi delillerle desteklenmeye çalışılmıştır. Yine “SÜBHÂNe” lafzının “SÜBHÂNALLAH, SÜBHÂNehû, SÜBHÂNeke, SÜBHÂNe RABBî” vb. şekillerde geçtiği âyetlerin bir kısmında Cenâb-ı HAKk Kendisini Tesbîh edip O’na nasıl Tesbîh edileceğini öğretmiş, bazılarında da Peygamberlerin, Meleklerin ve Sâlih Kullarının bu ifâdelerle O’nu zikrettiğini bildirmiştir.: (el-Bakara 2/32, 116; Yûsuf 12/108; el-İsrâ 17/1, 93, 108; er-Rûm 30/17).:
قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
“Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm(hakîmu).: (Melekler): “Seni tenzih ederiz.” dediler. “Senin bize öğrettiğinden başka (hiç) bir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, Alîm'sin (en iyi bilensin), Hakîm'sin (hikmet sahibisin).” (Bakara 2/32)
وَقَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَل لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ
“Ve kâlûttehazellâhu veleden, subhâneh(subhânehu), bel lehu mâ fîs semâvâti vel ard(ardı), kullun lehu kânitûn(kânitûne). Ve kâlûttehazellâhu veleden, subhâneh(subhânehu), bel lehu mâ fîs semâvâti vel ard(ardı), kullun lehu kânitûn(kânitûne).: Ve “ALLAH çocuk edindi.” dediler. O, (bundan) münezzehtir (berîdir). Hayır, göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğmiştir (emrine amadedir).” (Bakara 2/116)
قُلْ هَذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَاْ وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللّهِ وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
“Kul hâzihî sebîlî ed’û ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).: Rasûlüm:'İşte bu benim yolumdur, İslamî hayat tarzıdır. Ben, önümü görerek bilinçli bir şekilde ALLAH’a davet ediyorum. Ben ve bana, benim sünnetime tâbi olanlar, kesinlikle emin ve aydınlık bir yol üzerindeyiz. ALLAH’ı tesbîh ve tenzih ederim, ben ilâhlığında, otoritesinde, mülkünde, tasarruflarında ALLAH’a ortak koşanlardan, gizli şirke düşüp başka otoriteler de kabul edenlerden değilim.' de.” (Yûsuf 12/108)
لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُعَزِّرُوهُ وَتُوَقِّرُوهُ وَتُسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
“Li tu’minû billâhi ve resûlihî ve tuazzirûhu ve tuvakkırûh(tuvakkırûhu), ve tusebbihûhu bukreten ve asîlâ(asîlen).: ALLAH ve O'nun Resûl'üne îmân edin, O'nu saygıyla yüceltin ve sabah akşam O'nu tesbîh edin diye.” (İsrâ 17/93)
وَيَقُولُونَ سُبْحَانَ رَبِّنَا إِن كَانَ وَعْدُ رَبِّنَا لَمَفْعُولاً
“Ve yekûlûne subhâne rabbinâ in kâne va’du rabbinâ le mef’ûlâ(mef’ûlen).: Ve derler ki: “Rabbimiz, Sübhan'dır (herşeyden münezzehtir). Eğer Rabbimiz vaadettiyse, (o) mutlaka ifa edilmiştir.” (İsrâ 17/108)
فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ
“Fe subhânallâhi hîne tumsûne ve hîne tusbıhûn(tusbıhûne).: Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz vakit de ALLAH'ı tesbîh edip (yüceltin).” (Rûm 30/17)
TESBÎH.: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce olduğuna inanıp bunu sözleri ve davranışlarıyla belirtme anlamında terim..
TESBÎH =>Sözlükte =>“SUda hızla yüzüp mesafe almak” mânâsındaki “sebh”/(sibâha) kökünden türeyen tesbîh, terim olarak Cenâb-ı HAKk’ı Ulûhîyyetle bağdaşmayan her türlü eksiklik ve noksanlıktan tenzih etmeyi ifâde eder.
Aynı kökten SÜBHÂNe kelimesine ALLAH Lafza-i Celâlin eklenmesiyle oluşturulan SÜBHÂNALLAH terkibi tesbîhle aynı anlama gelir.
Her iki terim de ALLAH celle celâlihu’dan başkasına nisbet edilemez. Kur’ân-ı Kerîm’de 89 âyette geçen “sebh” kavramı ikisi Mekkî, beşi Medenî Yedi Sûrenin =>İsrâ, Hadîd, Haşr, Saf, Cum‘a, Tegābün, A‘lâ Sûrelerinin başında farklı şekillerde yer alır. Bu sûrelerden Mekke’de nâzil olan İsrâ ve A‘lâ dışındakiler “Müsebbihât” diye anılır. Söz konusu sûrelerde ilk âyetlerin muhtevâsı tesbîh ve tenzih kavramlarının âdeta birer gerekçesi niteliğindedir.:
İsrâ =>Subhânellezî esrâ bi abdihî..
Hadîd =>Sebbeha lillâhi mâ fî’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), ve huve’l- azîzu’l- hakîm..
Haşr =>Sebbeha lillâhi mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ard..
Saff =>Sebbeha lillâhi mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ard..
Cum‘a =>Yusebbihu lillâhi mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ardı’l- meliki’l- kuddûsi’l- azîzi’l- hakîm.
Tegābün =>Yusebbihu lillâhi mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ard..
A‘lâ =>Sebbihısme rabbike’l- a’lâ..
Râgıb el-İsfahânî, tesbîhin terim anlamının kelimenin kökündeki “hızlı biçimde yüzme” mânâsıyla alâkalı olduğuna dikkat çekerek bu kavrama.: “Kulun ALLAH’a ibâdet etme niyetiyle her türlü kötülükten hızla uzaklaşması” anlamı verir. (el-Müfredât, “sbḥ” md.).
Buradan hareketle tesbîhe =>“İnsanın sürekli biçimde İlâhî Kontrol altında bulunduğunu bilmesi, daima iyi ve yararlı işler yapmaya çalışması” şeklinde daha kapsamlı bir içerik belirlemek mümkündür..
Birçok âyette evrenin ve ondaki her şeyin, meleklerin, dağların, taşların, kuşların, yıldızların, hayvanların, gök gürültüsünün... ALLAHu zü’L- CeLÂL’i tesbîh ettiği, ancak İnsÂNların bunu tam anlayamadıkları ifâde edilir (meselâ bk. er-Ra‘d 13/13; el-İsrâ 17/44; el-Hac 22/18; en-Nûr 24/41; er-Rahmân 55/6; el-Haşr 59/24).
وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ وَالْمَلاَئِكَةُ مِنْ خِيفَتِهِ وَيُرْسِلُ الصَّوَاعِقَ فَيُصِيبُ بِهَا مَن يَشَاء وَهُمْ يُجَادِلُونَ فِي اللّهِ وَهُوَ شَدِيدُ الْمِحَالِ
“Ve yusebbihur ra’du bi hamdihî ve’l- melâiketu min hîfetih (hîfetihî), ve yursilus savâıka fe yusîbu bihâ men yerâu ve hum yucâdilûne fillâh (fillâhi), ve huve Şedîdul mihâl (mihâli).: Gök gürültüsü ve melekler, O'nu, hamd ile ve O'nun (ALLAH'ın) korkusundan tesbîh ederler. Ve yıldırımları, O gönderir. Böylece onlar, ALLAH hakkında mücâdele ederlerken, dilediği kimseye onu isabet ettirir. Ve O, karşı koyulması mümkün olmayandır.” (Ra‘d 13/13)
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
“Tusebbihu lehu’s- semâvâtu’s- seb’u ve’l- ardu ve men fîhinn (fîhinne), ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum, innehu kâne halîmen gafûrâ (gafûren).: 7 kat gökler ve yeryüzü ve onlarda bulunanlar, O'nu (ALLAH'ı) tesbîh ederler. O'nu hamd ile tesbîh etmeyen bir şey yoktur. Ve fakat onların tesbîhlerini siz fıkıh edemezsiniz (anlayamazsınız, idrak edemezsiniz). Muhakkak ki O; HAKÎM'dir, GAFÛR'dur (mağfiret edendir).” (İsrâ 17/44)
Ya’kūb b. İshak el-Kindî =>“Âyetlerdeki tesbîhin sözü edilen varlıkların tabiatın işleyişi için kendilerine verilen görevi yerine getirmeleri” şeklinde anlamıştır..
Tesbîh =>Hadis-i Şerîflerde =>İstiğfar, Tekbir, Tehlîl ve Takdisle birlikte geçmektedir. Birçok rivayette görülen “sübha” kelimesi de tesbîhle eş anlamlıdır. “Sübbûhun kuddûs.: Her türlü ayıp ve kusurdan arınmış” kelimeleri Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in rükû esnâsındaki tesbîhatı arasında zikredilmiştir. (Müsned, VI, 35, 94; Müslim, “Ṣalât”, 223).
Hadis-i Şerîflerde namazdan sonra 33 defa tekrarlanması tavsiye edilen Tesbîh, Tahmîd ve Tekbirlere de yer verilmiş.. (Müsned, V, 196; Buhârî, “Eẕân”, 155, “Daʿavât”, 17; Müslim, “Mesâcid”, 142, 144-146, “Ẕikir”, 80).
Ayrıca söz konusu lafızlarla 10 defa, 100 defa tesbîhte bulunulması öğütlenmiştir. Namazlarda İftitah Tekbirinden sonra okunan “Sübhâneke” ile rükû ve secdedeki tesbîhler de el-Muʿcem’de yer alan çeşitli rivayetlerde görülmektedir..
Gerek namazların sonunda gerek başka münasebetlerle yapılan Tesbîh ve Zikirlerin tesbîh taneleri vb. şeylerle sayılması Asr-ı saâdet’te ve Ashab Döneminde pek hoş karşılanmamış, bunun yerine parmakla sayılması tavsiye edilmiştir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hurma çekirdeği veya çakıl taşıyla tesbîh ve zikirlerini sayan kadınlara bunu yapmaktansa =>“Yaratıkları sayısınca ALLAH’ı Yüceltir, Tenzih ederim” demelerini öğütlemiştir. (Tirmizî, “Daʿavât”, 103)
Bir defasında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey kadınlar topluluğu! Tesbîhlerinizin hesabını parmaklarınızla tutun, çünkü âhirette onlar da sorguya çekilecek ve konuşturulacaktır!.” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Daʿavât”, 71; krş. Ebû Dâvûd, “Vitir”, 24).
Abdullah b. Mes‘ûd bazı kimselerin câmide toplanıp ellerindeki çakıl taşları sayısınca Tekbir, Tehlîl ve Tesbîhte bulunduklarını haber alınca, bunların yanına gidip.: “Bu taşlarla günahlarınızı sayın, sevâblarınızın kaybolmayacağına ben kefilim!.” demiş ve onları bundan şiddetle men’etmiştir. (Dârimî, “Muḳaddime”, 23).
Ancak bu uygulama daha sonraları âdet haline geldiğinden, riyâya vesile kılınmaması ve dinî bir renge büründürülmemesi şartıyla kullanılmasında sakınca görülmemiş, bid‘attan sayılmamıştır.. (M. Revvâs Kal‘acî, II, 1787-1788).
Güneş doğmadan ve batmadan önce, gece ve gündüzün değişik saatlerinde ALLAHu zü’L- CeLÂL’i Tesbîh etmenin emredildiği âyetlerde; (Âl-i İmrân 3/41; Tâhâ 20/130; er-Rûm 30/17-18; el-Feth 48/9; Kāf 50/39-40)
لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُعَزِّرُوهُ وَتُوَقِّرُوهُ وَتُسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
“Li tu’minû billâhi ve resûlihî ve tuazzirûhu ve tuvakkırûh(tuvakkırûhu), ve tusebbihûhu bukreten ve asîlâ(asîlen).: ALLAH ve O'nun Resûl'üne îmân edin, O'nu saygıyla yüceltin ve sabah akşam O'nu tesbîh edin diye.” (Feth 48/9)
Bu âyetlerde Tesbîhin “namaz” anlamında kullanıldığı birçok âlim tarafından ifâde edilmiş ve bu yorum namaza “Sübhâneke DU”sıyla başlanması, rükû ve secdelerde yapılan Tesbîhlerin namazın bir parçası olması, namazın bir bütün halinde ALLAHu zü’L- CeLÂL’i Tenzih ve Yüceltme anlamına gelmesi gibi delillerle desteklenmeye çalışılmıştır. Yine “SÜBHÂNe” lafzının “SÜBHÂNALLAH, SÜBHÂNehû, SÜBHÂNeke, SÜBHÂNe RABBî” vb. şekillerde geçtiği âyetlerin bir kısmında Cenâb-ı HAKk Kendisini Tesbîh edip O’na nasıl Tesbîh edileceğini öğretmiş, bazılarında da Peygamberlerin, Meleklerin ve Sâlih Kullarının bu ifâdelerle O’nu zikrettiğini bildirmiştir.: (el-Bakara 2/32, 116; Yûsuf 12/108; el-İsrâ 17/1, 93, 108; er-Rûm 30/17).:
قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
“Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm(hakîmu).: (Melekler): “Seni tenzih ederiz.” dediler. “Senin bize öğrettiğinden başka (hiç) bir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, Alîm'sin (en iyi bilensin), Hakîm'sin (hikmet sahibisin).” (Bakara 2/32)
وَقَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَل لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ
“Ve kâlûttehazellâhu veleden, subhâneh(subhânehu), bel lehu mâ fîs semâvâti vel ard(ardı), kullun lehu kânitûn(kânitûne). Ve kâlûttehazellâhu veleden, subhâneh(subhânehu), bel lehu mâ fîs semâvâti vel ard(ardı), kullun lehu kânitûn(kânitûne).: Ve “ALLAH çocuk edindi.” dediler. O, (bundan) münezzehtir (berîdir). Hayır, göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğmiştir (emrine amadedir).” (Bakara 2/116)
قُلْ هَذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَاْ وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللّهِ وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
“Kul hâzihî sebîlî ed’û ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).: Rasûlüm:'İşte bu benim yolumdur, İslamî hayat tarzıdır. Ben, önümü görerek bilinçli bir şekilde ALLAH’a davet ediyorum. Ben ve bana, benim sünnetime tâbi olanlar, kesinlikle emin ve aydınlık bir yol üzerindeyiz. ALLAH’ı tesbîh ve tenzih ederim, ben ilâhlığında, otoritesinde, mülkünde, tasarruflarında ALLAH’a ortak koşanlardan, gizli şirke düşüp başka otoriteler de kabul edenlerden değilim.' de.” (Yûsuf 12/108)
لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُعَزِّرُوهُ وَتُوَقِّرُوهُ وَتُسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
“Li tu’minû billâhi ve resûlihî ve tuazzirûhu ve tuvakkırûh(tuvakkırûhu), ve tusebbihûhu bukreten ve asîlâ(asîlen).: ALLAH ve O'nun Resûl'üne îmân edin, O'nu saygıyla yüceltin ve sabah akşam O'nu tesbîh edin diye.” (İsrâ 17/93)
وَيَقُولُونَ سُبْحَانَ رَبِّنَا إِن كَانَ وَعْدُ رَبِّنَا لَمَفْعُولاً
“Ve yekûlûne subhâne rabbinâ in kâne va’du rabbinâ le mef’ûlâ(mef’ûlen).: Ve derler ki: “Rabbimiz, Sübhan'dır (herşeyden münezzehtir). Eğer Rabbimiz vaadettiyse, (o) mutlaka ifa edilmiştir.” (İsrâ 17/108)
فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ
“Fe subhânallâhi hîne tumsûne ve hîne tusbıhûn(tusbıhûne).: Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz vakit de ALLAH'ı tesbîh edip (yüceltin).” (Rûm 30/17)
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
Birçok Hadis-i Şerifte ALLAHu zü’L- CeLÂL’i Tesbîh için farklı lafızlarla yapılan Zikir ve DUÂlar yer almakta, “sübha” kelimesi “nâfile namaz” anlamında kullanılmakta, bazı hadislerde teşehhüd, zikir ve tesbîh esnâsında ALLAH’ın birliğine işaret amacıyla kullanılan işaret parmağından “sebbâha” (tesbîh eden) diye söz edilmektedir..
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir kimse gün içinde yüz defa.: “Subhânallâhi ve bi-hamdihî.: ALLAH’ı hamd ile tesbîh ederim.” derse deniz köpüğü kadar da olsa günahları affolunur” buyurmuştur.
(Müslim, “Zikir”, 28).
Namaza başlarken “Sübhâneke DUÂsı”nın okunması ve Rükûda “Subhâne rabbiye’l-azîm” denilmesi konuyla ilgili hadislere dayanan Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî Mezheblerine göre sünnettir..
Zerreler zâhir mi olurdu âfitâbı olmasa,
Katreler kande yağardı hiç sehâbı olmasa..
İçinde yaşamakta OLduğumuz bu Şehâdet Âleminde KüLLî ŞEYy’den OLan Zerreler nasıl zâhir olup görüne bilirdi GÜNEŞin IŞIğı olmasaydı..
Şu yağmur damlaları ki onları doğuran RAHMEt BULutları Olmasaydı nasıl yağacaklardı..
ZÂT=>SIFAt=>ESMÂ=>EŞYâ..
ZÂTuLLAH/ULUHÎYyet=>RUBUBîYyet=>RÜSÛLÎYyet=>UBUDÎYyet..
Bahr-ı zâtın mevcinin hiç haddi vü pâyânı yok,
Zâhir olmazdı cihân a’nın hubâbı olmasa..
ZÂTuLLAH UMMANı'n Yeniden yaratış/Sebbeha dalgalarının ne hududu ne de sonUÇu yoktur.
Bunca sonsuz zerreler zâhir olup, CihÂNa çıkıp GÖRüneBiLemezdi onların gerçekten NAHNU BİZ BİRİZ Hubâbı/Mahbûbu/SEVgiyle her ÂN yENiden YARATANı OLmasaydı..
NiyâziMısrî kaddesallahu sırrahu..
”Levh u kalem” yoğ idi,
Ben anda pinhan idim,
Key onla kande idim,
Benliğimden ilerü..
Her Şeyyin ve Herkesin Kaza-Kaderinin, olmuş ve Olacaklarının yazılı olduğu İlahî Levha henüz yoktu orada.. Şe’ÂNULLAHta Şu ÂN/HeR ÂN Yeniden Yaratış SEBBEHA KeLâm KaLemi çalışmamaktaydı.. Ama ben O Kalemin NAHNU MÜREKKEBinde BiR DAMLa SU GİZindeydim..
Ancak bu dediğim Yaşamadan ANLAmak imkansızdır.. Ben nerede nasıl kimdeydim ki =>Şu şimdiki gel-geç-gölge-izafî benliğimle =>NAHNU-BİZ BİR-İZ DERYasındaki Var ama gözükmeyen bir DAMLA GÖZ YAŞI-SU Olduğumu Ancak Yaratan EL VEDÛD celle celâlihu Anlatır şu AKLımdan ileri..
EşrefoğLu Rumî Kaddesallahu Sırrahu..
===>SEBBEHâ SEYRİnde==>ATOM=>ZERRE’si.:
Şe’ÂN: her ÂN YENiden YARATış SeBBehâsı..
Şu ÂN <-> Şe’ÂN =>ŞeHÂDeti..:
SeBBeHa.. TeSBih!. feSEBBih!.:
يُسَبِّحُ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
---”YUSEBBİHU lillâhi mâ fî's- semâvâti ve mâ fî'l- ardıl meliki'l- kuddûsi'l- azîzi'l- hakîm (hakîmi) : Göklerde ne var, yerde ne varsa (HEPSİ) O mülk-ü melekûtun eşsiz hükümrânı, noksaanı mucib herşeyden pâk ve münezzeh, gaalib-i mutlak, yegâne hukûm ve hikmet saahibi ALLÂHI TESBÎH (ve TENZÎH) ETMEKDEDİR.” (Cumâ 62/1)[/b]
Yusebbihu: tesbih eder.
Sebbaha: yüzmek..
Yerdeki göklerdeki ZeRReler yani ATOMlar ve de Kürreler-Galaksiler,
NeşRlerinden HaŞRlerine kadar döndüler, dönmekteler ve dönecekler.
Bu SeBBaHa yüzüş RAKSı hep sürecek her AN yeniden Yaratılan ŞE'ENULLAHta..
Ve ne zamAN AKILLarımız DEVR-ÂNı ANLarsa ve DEVRe İştirak ederse Yusebbuhu Zikr-i Dâimindeyiz İnşâe ALLAH!.
İşte her ZeRReye bahşedilen bu Rüşd Raksı, Yeniden Yaratış Hareketi Merkezin DENGE için ÇEKimine karşı MerkezKAÇ DÜZEN Kuvvetini doğurup VARlığı oluşturmaktadır her ÂN ŞeÂNullahta..
SeBBeHa: tesbih eder. Yüzer. Döner durur. AkL-ı SiLm BİLir ki ATOM yaratıldığı günden beri durmadan DÖNmektedir ve kıyâmete kadar da dönecektir. Enerjiyi nerden almakta ve alacak sorusunun cevâbının =>“KÛN feyeKÛN” olduğunu materyalist fizik çok geç anlayacaktır sanırım!.
Sebehâ: yüzmek, SubhânALLAH demek.
Sebbaha (mübalağa ile) ALLAH’u TeÂLÂyı tenzih ve takdis etmek.
Zerrenin (atomun) ve kürrenin (kâinâtın) bir saniye durmaksızın takdir edilen yörüngede ve şartlarda kimseye dayanmadan/mesnedsiz parmak izleri gibi tek başlarına /RABB’larıyla başbaşa, sonsuz FeLeKLer içinde YÜZüp DURmaLarı...
Her hücrenin ”HAYY!” HAYy-kırışı...
Doğuştan-ölüme bir kere bile susmadan TEVHiD tıklayan KALBLer...
Her ŞEYy =>Her YERde, Her zamÂN, Her HÂLde ve Her NEFESte =>HeRKeSLe NAHNU=BİZ BİR-İZ BİLELiği İLE Beraber =>Sistemin Sahibi AZÎZÜ’r- RAHÎMÜ’s-SUBHÂN ALLAH TeÂLÂ yı Maddî/somut ve Mânevî/soyut noksanlık, benzetme ve zıddı var sanmalardan uzak kılıyorlar.. Canlı şâhidleriyiz diyorlar...
”Zâtında, Sıfatında, Esmâsında, Fiilinde ve Hükümlerinde Münezzehtir!..” MüezzinLeri!..
Yu sebbuhu: Tesbih ederler hep yüzerler..
Yüsebbuhu!: Şimdi şu ÂN da KüLLî ŞEYy =>YARATANı'nı durmadan tesbih ederken birbirine asla mesnedlenip, dayanamadan tek başına boşlukta-fezâda yüzüp-dönüp durmaktalar. Zerre-Atom ve Kürre-Kâinât =>DurmadAN Dost Raksında..
Yesebbihu: Noksansızı Et TAMM celle celâlihu'yu tesbih ve zikri ele yüzmekteler İLâHî RAKSta hamd OLsun!..
ALLAH celle celâlihu.:
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
SUBHÂNÂNALLAH..
“Tesbîh, SubhÂNALLAH, SubhÂN, SubhÂNiye” gibi Terimler =>Cenâb-ı HAKk'ın ZÂTında, Sıfatında ve Fiilerinde bütün kusurlardan Münezzehîyyeti'ni ifâde eder. Yani ALLAHu zü’L-CeLÂL =>hem ZÂT’ı hem Sıfatları hem İsimleri hem de Fiil ve İcraatları açısından her türlü kusur, eksiklik ve noksanlıklardan pâk ve temizdir..
SUBHÂNÂNALLAH Kelime-i Kudsîyesi ise, Cenâb-ı HAKkı şerikten, kusurdan, noksanîyetten, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve Kemâl ve Cemâl ve Celâline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek mânâsıyla, Saadet-i Ebedîyeyi ve Celâl ve Cemâl ve Kemâl-i Saltanatının Haşmetine medar olan Dâr-ı Âhireti ve ondaki Cenneti ihtar edip delâlet ve işâret eder.”
“SUBHÂNÂNALLAH ve Elhamdülillah cümleleri, Cenâb-ı HAKk'ı, Celâl ve Cemâl Sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. Celâl Sıfatını tazammun eden “SUBHÂNÂNALLAH”, abdin ve mahlukun ALLAH'dan baid/uzak olduklarına nazırdır. Cemâl Sıfatını içine alan Elhamdülillah, Cenâb-ı HAKk'ın Rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir.” (Şua’lar)
Sübbûh.: Her türlü olumsuzluktan münezzeh olma anlamındaki sübbûh ifâdesi Bağdâdî’ye göre ALLAH için kullanıldığı zaman iki anlamda olabilir.:
Birincisi.: “müsebbeh” yani her türlü noksanlıktan tenzih edilen anlamıdır. Bu anlama göre Bağdâdî, tenzih edenlerin fiiline bağlı olduğu için bu ismin “Fiilî bir Sıfat” olacağını söylemiştir.
İkincisi.: Teşbih ve ta‘tîlden uzak olup her türlü kusur ve ayıptan berî olma anlamıdır. Sübbûh isminin bu anlamıyla ise “Zât Sıfatı” olduğunu belirtmiştir.. (Bağdâdî, el-Esmâ, vr. 124a-125a.)
Nefsî/Zâtî Sıfatların =>ALLAH, Kadîm, Mevcûd, Şey gibi bir kısmının ZÂTı ifâde etmesi durumu;
Ğanî, Selâm, Sübbûh gibi diğer bir kısmının da Şânına yakışmayan bazı nitelikleri ZÂTtan olumsuzlaması bakımından Selbî-Tenzîhî anlamı söz konusudur..
Selbî anlamlarıyla Selâm ve Sübbûh isimlerine de =>ZÂT Sıfatı demiştir..
İkinci üslubun ilk ve önemli temsilcilerinden biri =>“el-Esmâ ve’s-Sıfat isimli eseriyle =>Ebû Mansûr Abdülkâhir el-Bağdâdî’dir (ö. 429/1037-1038)..
Es Sübbûh السبوح celle celâlihu; her türlü kötülük, eksiklik, acizlik ve
noksanlıklardan uzak olan anlamında pek çok Hadis-i Şerîfler vardır.: (Müslim, Salât, 223; Ebû Davut, Salât, 17;
Nesâî, Sünen, Tatbik, 11; Ahmed, V. 35, 99, 115,148)
Muhyiddin İbn Arabî kaddesallahu sırrahu.: "Nûh aleyhisselâm, es-Subbûh / Sübhân isminin hikmetine mazhardır.” (Fususu’l-Hikem, 3. Fasıl).
سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّ الْمَلاَئِكَةِ وَالرُّوحِ
Sübbûhun Kuddûsün RABBü’l- Melâiketü ve’r- Rûhi.: ALLAHu TeALÂ bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve mukaddestir. Meleklerin ve Rûh (Cebrâil)’in RABBidir..
Aişe radiyallahu anha.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, rükû’ ve secdesinde şöyle derdi.: "Sübbûhun Kuddûsün RABBü’l- Melâiketü ve’r- Rûhi” buyururdu..
(Müslim 487/223, Ebu Avâne 2/167, Ebu Davûd 872, Nesâî 1/234, Abdurrezzâk 2884, Beyhakî 2/87109, İbni Huzeyme 606.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH’a, kabul edileceğine gerçekten inanarak DUÂ ediniz. Biliniz ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan DUÂları kabul etmez.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Deavât, 65)
DUÂ; İnsÂNın RABBine doğrudan niyazda bulunduğu, İnsÂNı RABBine en fazla yakınlaştıran ibâdetlerin başında gelir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz;
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İbâdetin ÖZü DUÂdır” buyurmuştur.
(Tirmizî, Daavât, 1)
“Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, vitir namazından ayrılmak isteyince.: ”Sübhâne’l- Meliki’l- Kuddûsi” tesbîhini üç kere söylerdi. Sonra üçüncüde sesini yükseltirdi.”
(Ebu Davud, Salat, 1430)
رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلاَةِ وَمِن ذُرِّيَّتِي رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَاء
---“RABBic’alnî mukîma’s- salâti ve min zurriyyetî RABBenâ ve tekabbe’l- DUÂ (duâi).: RABBim, beni ve zürriyetimi namazı ikâme edenlerden kıl. RABBimiz, DUÂ mı kabul buyur.” (İbrahîm 14/40)
رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ
---“RABBenagfirlî ve li vâlideyye ve li’l- mu’minîne yevme yekûmu’l- hisâb (hisâbu).: RABBimiz, hesap yapıldığı (görüldüğü) gün beni, annemi, babamı ve mü'minleri mağfiret et (günahlarımızı affet).” (İbrahîm 14/41)
Mi’racta Esma-i Tenzihiyyenin Tecellîsi olan =>İsrâ Sûresi tesbîh ile başlıyor.. Subbuh ve Kuddus olan ALLAH celle celâlihu.. Bazı İŞLerde “Tebâreke ve Tealâ”, bazı İŞLerinde “Kabz ve Bast” Sıfatları söz konusu olduğu gibi, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in her bir İsminin kendisine mahsus TECELLî Zuhuru vardır..
Mi’rac olayında, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Subbuh ve Kuddus İsimlerinin etkili olmasından anlaşılıyor ki, Tabiat Âleminden nezahet ve soyutlanma, bu yolculuğun kılavuzu ve yol gös tericisidir. Bu yolculuğu Tesbîh ve Tenzihle kat’ etmek gerekir. Bu YOLun YOLCUSUnun Tabiat Âleminden münezzeh olması, yani Maddî Âlemden her türlü bağının kopması gerekiyor; bu yolculuğun kendisi Tabiat Âleminden münezzeh olduğu gibi. Çünkü bu YOLun YOLCUSU Tabiat Âleminden geçecektir. Öyleyse Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bu yolculuğunun Mebde-i Fâilisi =>Subbuh ve Kuddus olan ALLAH celle celâlihu’dur.
Eğer ALLAHu zü’L- CeLÂL, bir şahıs için Subbuh ve Kuddus İsmiyle tecellî ederse =>o İnsÂNın mi’racı gerçekleşir.
Aksi takdirde ALLAH’ın Teşbihî sıfatları Tabiat Âleminde de tecellî etmektedir.
تَبَارَكَ الَّذِي بِيَدِهِ الْمُلْكُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
---“Tebârekellezî bi yedihi’l- mulku ve huve alâ kulli şey’in kadîr (kadîrun).: Mülk elinde (kudretinde) olan O (ALLAH) Mübârek'tir. Ve O, herşeye kaadîrdir.” (Mülk 67/1)
Üzerinde konuşulan konu Mülk Âlemi ise, o zaman =>“Tebâreke ve Teşbihî İsimler” zikrediliyor.
Ama Melekût Âlemi söz konusu ise, o zaman =>“SubhÂN ve Tenzih Sıfatları” tecellî etmektedir.:
فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
---“Fe subhânellezî bi yedihî melekûtu kulli şey’in ve ileyhi turceûn(turceûne).: İşte O, SubhÂN'dır. Herşeyin melekûtu (mülkü ve hükümdarlığı) O'nun elindedir. Ve O'na döndürüleceksiniz.” (Yâ-Sîn 36/83)
ALLAH celle celâlihu, Es Subbuh İsmiyle tecellî etti mi =>Diğer isimleri de Subbuh İsmi Hükmü altındadır;
وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُواْ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي أَسْمَآئِهِ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
---“Ve lillâhi'l- esmâul husnâ fed’uhu bihâ ve zerûllezîne yulhıdûne fî esmâih (esmâihî), se yuczevne mâ kânû ya’melûn (ya’melûne).: İsimlerin en güzeli ALLAH'ındır. Öyleyse O'na bunlarla DUÂ edin. O'nun İsimlerinde "aykırılığa (ve inkâra) sapanları" bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla yakında cezâlandırılacaklardır.” (A’râf 7/180)
Elbette Tecellîgah ve Mazhar olan şey, bütün özellikleri yansıtmaktan âcizdir. ALLAH’ın Sıfat ve İsimleri sonsuz ve çeşitlidir, ama o Sıfat ve İsimler ZÂTı’nın Sıfatıdır, ZÂTı her yerde vardır öyleyse, bütün KeMLât her yerde vardır; eğer İsimler arasında bir farklılık görülüyorsa, bu Zuhur ve Gizli olmasındadır, o İsim ve Sıfatın varlığında ve yokluğunda değildir..
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
Hadis-i ŞerifLerde;
Es SUBHÂN ALLAH ifâdesi.: “ALLAH’ın tüm olumsuz sıfatlardan uzak bilinmesi” şeklinde açıklanmaktadır.:
سَبَّحَ الرَّجُلُ.: Sebbehe ‘r-Racul.: Adam tesbîh etti =>“SubhÂNaLLAH” dedi..
قَالُوا سُبْحَانَ رَبِّنَا.: Kâlû SubhÂNe RABBenâ.: RABBimiz Yücedir, Üstündür, Pâktır.” dediler.
SubhÂNaLLAH.. ALLAHu zü’L-CeLÂL’in =>CeLÂL Sıfatını İÇine ALır/Kapsar ve Yaratıklarının=>YARATANdan IRak OLduğunu BİLdirir..
ELHaMDüLİLLAH.. ALLAHu zü’L-CeLÂL’in =>CeMÂL Sıfatını İÇine ALır/Kapsar ve YARATANın=>Yaratıklarına RAHMEtiyLe Yakın OLduğunu BİLdirir..
SubhÂNaLLAHi ve Bî-HAMDihi.: CeLÂL ve CeMÂL SıfatLarını CEM’ eder..
NAMAZLarımızda Rüku’da.: SubhÂNe RABBiye’L-Azîm ve Bî-HAMDihi..: Azamet Sâhibi RABBimi =>Her çeşit kusurdan Hamd ile Tenzih ederim!.
NAMAZLarımızda Secde’de.: SubhÂNe RABBiye’L-ALâ ve Bî-HAMDihi..: ULULuk Sâhibi RABBimi =>Her çeşit kusurdan Hamd ile Tenzih ederim!.
Âişe radıyallahu anhâ Vâlidemiz.: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefâtından önce sık sık.: “Sübhânallahi ve bî-hamdihî, estağfirullâhe ve etûbü ileyh.: Ben ALLAH’ı Ulûhîyyet Makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na Hamdederim. ALLAH’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tövbe ederim!.” derdi. Ben kendisinden bunun sebebini sordum.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şu açıklamayı yaptı.: “RABBim bana bildirdi ki, ben ÜMMetim hakkında bir alâmet göreceğim. Ben onu görünce.: “سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللَّهَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ .: SubhÂNaLLAHi ve Bî-HAMDihi Estağfirullahe ve Etübu ileyhi” ZİKRini artırdım. Bu gördüğüm =>İzâ câe NASRULLAHi ve’l-FETHu.. Sûresidir.” buyurdu.
(Buhâri, Tefsir, Nasr, Ezân 123,139; Megâzi 50; Müslim, Salât 220, (484).)
Abdullah ibni Ömer radıyallâhu anhuma.: “Bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e gelerek.: “Yâ Rasûlallah! Dünya benden yüz çevirdi ve elimdeki mal azaldı!.” diye şikâyette bulundu.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem o’na.: “Sen Meleklerin DUÂsı ve Mahlukatın Tesbîhinden neredesin?. Bütün mahlukat onunla rızıklanıyorlar (Niçin bu tesbîhi okumuyorsun?)” buyurdu.
O zaman adam.: “Yâ Rasûlüllâh o Tesbîh nedir” dediğinde,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Fecrin doğuşunda (imsak vaktinden sonra) Sabah Namazını kılıncaya kadar yüz kere .:
سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللَّهِ العَظِيمِ اَسْتَغْفِرُ اللّهِ
SubhÂNallahi ve bî-hamdihi!. SubhÂNallahi’l Azîm Estağfirullah!.:
ALLAH’ı tesbîh ederim. O’na Hamdederim. Büyük olan ALLAH’ı tesbîh ederim. ALLAHu TeALÂ’dan mağfiret dilerim.” deki dünya boyun eğerek alçak bir şekilde sana gelsin. Böyle dersen ALLAH Azze ve Celle söylediğin her kelimeye karşılık bir MeLek yaratır. İşte o MeLek =>Kıyamet Gününe kadar ALLAHu TeALÂ’yı Tesbîh eder de onun sevâbı sana ait olur!.” buyurdu.
(Müstağfirî en-Nesefî, ed-De’avât; Gazalî, el-İhyâ – Dâru’l- Feyha / Dâru’l- Menhel:2/125; Zebidî, el-ithaf:5/13; Ahmed ibni Hanbel, El Müsned, no:6547)
إِذَا جَاء نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ
---“İzâ câe nasrullâhi ve’l- feth (fethu).: ALLAH'ın Yardımı ve fetih geldiği zaman.” (Nasr 110/1)
وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا
---“Ve reeyten nâse yedhulûne fî dînillâhi efvâcâ (efvâcen).: Ve insanların dalga dalga/grup grup ALLAH'ın Dîni’ne girdiğini gördüğün (zaman).” (Nasr 110/2)
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
---“Fe sebbih bi hamdi RABBike VESTAGFİRH (vestagfirhu), innehu kâne TEVVÂBâ (tevvâben).: O zaman RABB’ini hamd ile tesbih et. Ve O'ndan MAĞFİRET dile. Muhakkak ki O, TÖVBEleri kabul edendir.” (Nasr 110/3)
ALLAHumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebîyyike ve
RasûLike ve
Nebîyyi'L- ÜMMiyi ve alâ âlihi, EHL-i BeYtihi ve's- Sahbihi ve ÜMMetihi...
aleyhumu's- SELÂMm..
M.M.M. MuhaBBetLerimLe...
Es SUBHÂN ALLAH ifâdesi.: “ALLAH’ın tüm olumsuz sıfatlardan uzak bilinmesi” şeklinde açıklanmaktadır.:
سَبَّحَ الرَّجُلُ.: Sebbehe ‘r-Racul.: Adam tesbîh etti =>“SubhÂNaLLAH” dedi..
قَالُوا سُبْحَانَ رَبِّنَا.: Kâlû SubhÂNe RABBenâ.: RABBimiz Yücedir, Üstündür, Pâktır.” dediler.
SubhÂNaLLAH.. ALLAHu zü’L-CeLÂL’in =>CeLÂL Sıfatını İÇine ALır/Kapsar ve Yaratıklarının=>YARATANdan IRak OLduğunu BİLdirir..
ELHaMDüLİLLAH.. ALLAHu zü’L-CeLÂL’in =>CeMÂL Sıfatını İÇine ALır/Kapsar ve YARATANın=>Yaratıklarına RAHMEtiyLe Yakın OLduğunu BİLdirir..
SubhÂNaLLAHi ve Bî-HAMDihi.: CeLÂL ve CeMÂL SıfatLarını CEM’ eder..
NAMAZLarımızda Rüku’da.: SubhÂNe RABBiye’L-Azîm ve Bî-HAMDihi..: Azamet Sâhibi RABBimi =>Her çeşit kusurdan Hamd ile Tenzih ederim!.
NAMAZLarımızda Secde’de.: SubhÂNe RABBiye’L-ALâ ve Bî-HAMDihi..: ULULuk Sâhibi RABBimi =>Her çeşit kusurdan Hamd ile Tenzih ederim!.
Âişe radıyallahu anhâ Vâlidemiz.: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefâtından önce sık sık.: “Sübhânallahi ve bî-hamdihî, estağfirullâhe ve etûbü ileyh.: Ben ALLAH’ı Ulûhîyyet Makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na Hamdederim. ALLAH’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tövbe ederim!.” derdi. Ben kendisinden bunun sebebini sordum.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şu açıklamayı yaptı.: “RABBim bana bildirdi ki, ben ÜMMetim hakkında bir alâmet göreceğim. Ben onu görünce.: “سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللَّهَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ .: SubhÂNaLLAHi ve Bî-HAMDihi Estağfirullahe ve Etübu ileyhi” ZİKRini artırdım. Bu gördüğüm =>İzâ câe NASRULLAHi ve’l-FETHu.. Sûresidir.” buyurdu.
(Buhâri, Tefsir, Nasr, Ezân 123,139; Megâzi 50; Müslim, Salât 220, (484).)
Abdullah ibni Ömer radıyallâhu anhuma.: “Bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e gelerek.: “Yâ Rasûlallah! Dünya benden yüz çevirdi ve elimdeki mal azaldı!.” diye şikâyette bulundu.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem o’na.: “Sen Meleklerin DUÂsı ve Mahlukatın Tesbîhinden neredesin?. Bütün mahlukat onunla rızıklanıyorlar (Niçin bu tesbîhi okumuyorsun?)” buyurdu.
O zaman adam.: “Yâ Rasûlüllâh o Tesbîh nedir” dediğinde,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Fecrin doğuşunda (imsak vaktinden sonra) Sabah Namazını kılıncaya kadar yüz kere .:
سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللَّهِ العَظِيمِ اَسْتَغْفِرُ اللّهِ
SubhÂNallahi ve bî-hamdihi!. SubhÂNallahi’l Azîm Estağfirullah!.:
ALLAH’ı tesbîh ederim. O’na Hamdederim. Büyük olan ALLAH’ı tesbîh ederim. ALLAHu TeALÂ’dan mağfiret dilerim.” deki dünya boyun eğerek alçak bir şekilde sana gelsin. Böyle dersen ALLAH Azze ve Celle söylediğin her kelimeye karşılık bir MeLek yaratır. İşte o MeLek =>Kıyamet Gününe kadar ALLAHu TeALÂ’yı Tesbîh eder de onun sevâbı sana ait olur!.” buyurdu.
(Müstağfirî en-Nesefî, ed-De’avât; Gazalî, el-İhyâ – Dâru’l- Feyha / Dâru’l- Menhel:2/125; Zebidî, el-ithaf:5/13; Ahmed ibni Hanbel, El Müsned, no:6547)
إِذَا جَاء نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ
---“İzâ câe nasrullâhi ve’l- feth (fethu).: ALLAH'ın Yardımı ve fetih geldiği zaman.” (Nasr 110/1)
وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا
---“Ve reeyten nâse yedhulûne fî dînillâhi efvâcâ (efvâcen).: Ve insanların dalga dalga/grup grup ALLAH'ın Dîni’ne girdiğini gördüğün (zaman).” (Nasr 110/2)
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
---“Fe sebbih bi hamdi RABBike VESTAGFİRH (vestagfirhu), innehu kâne TEVVÂBâ (tevvâben).: O zaman RABB’ini hamd ile tesbih et. Ve O'ndan MAĞFİRET dile. Muhakkak ki O, TÖVBEleri kabul edendir.” (Nasr 110/3)
ALLAHumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebîyyike ve
RasûLike ve
Nebîyyi'L- ÜMMiyi ve alâ âlihi, EHL-i BeYtihi ve's- Sahbihi ve ÜMMetihi...
aleyhumu's- SELÂMm..
M.M.M. MuhaBBetLerimLe...
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
169- El HAYî celle celâluhu.:
El HAYî.: KûN feyeKûN EMRiyle KâİNâtı/Küllî ŞEyyi ve Herkesi Rahmetiyle YARATAN, Hiçbir husuta ULUHîYYEt Sıfatlarını Yarttıklarının taşımadığı, Yarattığı Kullarına ihsân ve ni’metini Lütf-ü-Kereminden yapmaması ZÂTInın Kibriyâsına Yakışmadığından El HÂYî celle celâlihu olan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
El HAYî celle celâlihu Esmâsının =>KâİNât Mazharı, Ana Menbağı, HAY Kaynağı OLan =>RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem..
Ebu Sâid el-Hudrî radiyallahu anhu.: "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, örtüsüne bürünmüş genç kızdan daha utangaçtı ve bir şeyden memnunîyetsizliğini yüzünden anlardık." buyurdu.
(Buharî, menâkib (167); Müslim, fadâil (1 809))
el-Hayî الحيي .: Edeb ve HAYÂ sâhibi, çirkinliği bulunmayan, bağış, ihsan ve ni’meti terk etmeyen..
(Ebû Dâvud, Hammam, 2; İbn Mâce, Dua, 13; Nesâî, Gusl, 7)
HAYÂ.: Hicâb, utanma, edeb, âr, namus, gülünç olacak bir duruma düşmekten korkmak, sıkılmak, mahcup olmak, çekinmek. ALLAH celle celâlihu korkusu ile günahtan kaçınmak..
HAYÂ Duygusu dilimizde daha çok utanmak, çekinmek anlamlarına gelir ve “âr” kelimesi ile ifade edilir. Genellikle yüzün kızarması, arsızlık yapmaktan utanamaktır.
HAYÂ; utanma, âr, nâmus, çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık demektir.
HAYÂ, çirkin şey yapmaktan, ayıplanmaktan çekinmektir ki, Türkçede, utanmak, sıkılmak denir..
Küllî Şeyy’i ve Herkesi yarattan ALLAHu zü’L- CeLÂL’in HAYÂ etmesiyle yarattıklarının/insanların HAYÂ etmesi farklıdır. İnsanın HAYÂ etmesi, sıkılmak, çekinmektir. Fakat ALLAHu zü’L- CeLÂL’in HAYÂ etmesi, o işi, lütf-ü-keremine, ihsanına yakıştırmamaktır.
Mesela insanların görmesiyle, işitmesiyle ve bilmesiyle; ALLAHu zü’L- CeLÂL’in görmesi, işitmesi ve bilmesi çok farklıdır. ALLAHu TeALÂ’nın görmesi, Ezelî ve Ebedîdir. Her zaman, her şeyi görür. Vasıtasız, âletsiz devâmlı görür. İnsanın görmesi böyle değildir, çok sınırlıdır. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in görmesi gözle, işitmesi de kulakla değildir. Geçmişi, geleceği, olmuşu ve olacağı, gizli açık her şeyi bilir ve görür. Görmesine hiçbir şey engel olamaz. Bunun için ALLAHu zü’L- CeLÂL’in HAYÂ etmesiyle insanların HAYÂ etmesi çok farklıdır, sadece isim benzerliği vardır. HAYÂ etmekle ilgili Kur'ÂN-ı Kerîmde;
قُل لِّلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ ذَلِكَ أَزْكَى لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ
“Kul li'l- mu’minîne yaguddû min ebsârihim ve yahfezû furûcehum, zâlike ezkâ lehum, innellâhe habîrun bimâ yasneûn (yasneûne).: Mü'min erkeklere söyle, bakışlarını indirsinler (haramdan sakınsınlar), ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Muhakkak ki ALLAH, yaptıkları şeylerden haberdardır.” (Nûr 24/30)
وَقُل لِّلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوِ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُوْلِي الْإِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ أَوِ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى عَوْرَاتِ النِّسَاء وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِن زِينَتِهِنَّ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ve kul li'l- mu’minâti yagdudne min ebsârihinne ve yahfazne furûcehunne, ve lâ yubdîne zînetehunneillâ mâ zahera minhâ, ve'l- yadribne bi humurihinne alâ cuyûbihinne, ve lâ yubdîne zînetehunne illâ li buûletihinne ev âbâihinne ev âbâi buûletihinne ev ebnâihinne ev ebnâi buûletihinne ev ıhvânihinne ev benî ıhvânihinne ev benî ehavâtihinne ev nisâihinne ev mâ meleket eymânuhunne evit tâbiîne gayri ulî'l- irbeti miner ricâli evi't- tıflillezîne lem yazharû alâ avrâti'n- nisâi, ve lâ yadribne bi erculihinne li yu’leme mâ yuhfîne min zînetihinn (zînetihinne), ve tûbû ilâllâhi cemîan eyyuhe'l- mu’minûne leallekum tuflihûn (tuflihûne).: Ve mü'min kadınlara söyle, bakışlarını indirsinler (haramdan sakınsınlar) ve ırzlarını korusunlar. Zâhir olan kısımlar (görünen el, yüz ve ayaklar) hariç, ziynetlerini açmasınlar. Ve başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (örtsünler). Ve ziynetlerini, kocaları veya babaları veya kocalarının babaları veya oğulları veya kocalarının oğulları veya erkek kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya kadınlar veya ellerinin altında sahip oldukları (câriyeler) veya erkeklerden, kadına ihtiyaç duymayan hizmetliler veya kadının avret yerlerinin farkına varmayan çocuklar hariç, açmasınlar. Ve gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar. Ey mü'minler, hepiniz ALLAH'a tövbe edin! Umulur ki, böylece felâha eresiniz.” (Nûr 24/31)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتَ النَّبِيِّ إِلَّا أَن يُؤْذَنَ لَكُمْ إِلَى طَعَامٍ غَيْرَ نَاظِرِينَ إِنَاهُ وَلَكِنْ إِذَا دُعِيتُمْ فَادْخُلُوا فَإِذَا طَعِمْتُمْ فَانتَشِرُوا وَلَا مُسْتَأْنِسِينَ لِحَدِيثٍ إِنَّ ذَلِكُمْ كَانَ يُؤْذِي النَّبِيَّ فَيَسْتَحْيِي مِنكُمْ وَاللَّهُ لَا يَسْتَحْيِي مِنَ الْحَقِّ وَإِذَا سَأَلْتُمُوهُنَّ مَتَاعًا فَاسْأَلُوهُنَّ مِن وَرَاء حِجَابٍ ذَلِكُمْ أَطْهَرُ لِقُلُوبِكُمْ وَقُلُوبِهِنَّ وَمَا كَانَ لَكُمْ أَن تُؤْذُوا رَسُولَ اللَّهِ وَلَا أَن تَنكِحُوا أَزْوَاجَهُ مِن بَعْدِهِ أَبَدًا إِنَّ ذَلِكُمْ كَانَ عِندَ اللَّهِ عَظِيمًا
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tedhulû buyûte’n- nebiyyi illâ en yu’zene lekum ilâ taâmin gayre nâzırîne inâhu ve lâkin izâ duîtum fedhulû fe izâ taimtum fenteşirû ve lâ muste’nisîne li hadîs (hadîsin), inne zâlikum kâne yu’zî’n- nebiyye fe yestahyî minkum vALLAHu lâ yestahyî mine’l- hakk (hakkı), ve izâ seeltumûhunne metâan fes’elûhunne min verâi hıcâb (hıcâbin), zâlikum atharu li kulûbikum ve kulûbihinn (kulûbihinne), ve mâ kâne lekum en tu’zû resûlALLAHi ve lâ en tenkihû ezvâcehu min ba’dihî ebedâ (ebeden), inne zâlikum kâne indallahi azîmâ (azîmen).: Ey iman edenler! Size izin verilmedikçe Nebî'nin evlerine girmeyin! (Girmişseniz oyalanıp) yemeğin pişmesini beklemeyin. Fakat dâvet edildiğiniz zaman girin. Yemeğinizi yeyince hemen dağılın ve sohbet etmek istemeyin, söze dalmayın (izinsiz konuşmayın). İşte bu durum gerçekten Nebî'ye eziyet oluyordu. Fakat sizden HAYÂ ediyordu (utanıyordu). ALLAH, haktan HAYÂ duymaz (gerçeği açıklamaktan çekinmez). Onlardan (Peygamber Hanımları'ndan) bir şey sorduğunuz zaman perde arkasından sorun. Bu, sizin ve onların kalpleri için daha temizdir. ALLAH'ın Resûlü'ne eziyet etmeniz ve bundan sonra O'nun zevcelerini nikâh etmeniz ebediyyen (helâl) olmaz. Muhakkak ki bu, ALLAH'ın katında çok büyük (günahtır).” (Ahzâb 33/53)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHu zü’L- CeLÂL, HAYÂ ve kerem sâhibidir. Kulun, kendisi için kalkan ellerini boş çevirmekten HAYÂ eder.” buyurmuştur.
(Tirmizî, 3556. Bu, sahîh bir hadistir.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH, HAYÂ sâhibidir, ayıp ve kusurları örtendir.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Hammâm, 1.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHu zü’L- CeLÂL.: “HaBîBim’in isminde olan Müslümâna azâb etmekten HAYÂ ederim.” buyurdu.” buyurmuştur.
(Taberanî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHu zü’L- CeLÂL.: “Bir kulumun bedenine, çocuklarına veya malına bir musibet verdiğimde, bunu güzel bir sabırla karşılarsa, Kıyamet günü onun için bir mizan kurmaktan veya bir hesab defteri açmaktan HAYÂ ederim. .” buyurdu.” buyurmuştur.
(Hakîm-i Tirmizî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHu zü’L- CeLÂL.: “Müslümân olarak ihtiyarlayana azâb etmekten HAYÂ ederim..” buyurdu.” buyurmuştur.
(Beyhekî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHu zü’L- CeLÂL.: “İhtiyarlık BENim NÛRumdan bir NÛRdur. NÛRuma NÂRımla (ateşle) azâb etmekten HAYÂ ederim.” buyurdu.” buyurmuştur.
(Ebu-ş-Şeyh)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHu TeALÂ, çok HAYÂ ve Kerem Sâhibidir. Kendisine açılan elleri boş çevirmekten HAYÂ eder.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Hâkim)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cennete gidecek bir mü’min ölünce, ALLAHu TeALÂ onun cenâzesini taşıyana, arkasından gidene ve onun namazını kılana azâb etmekten HAYÂ eder.” buyurmuştur.
(Deylemî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHu TeALÂ, bir kavmi, bir topluluğu mağfiret ettiği hâlde, onların içinden birini mağfiret etmemekten HAYÂ eder.” buyurmuştur.
(Ebu-ş-Şeyh)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Dostunuz çok olsun, çünkü RABBiniz kerimdir. Kıyamette dostları arasında bulunan kuluna azâb etmekten HAYÂ eder.” buyurmuştur.
(Şir’a şerhi)
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
170- El HAFî celle celâluhu.:
El HAFî.: Tüm Yarattıklarıyla/İnsÂN-CîNLerLe/KuLLarıyLa Mükemmel bir hassasiyetle ilgilenen, bu alâka ve ihtimam ile kulunu en hassas bilgilerle sonuna kadar hafiye gibi =>Her YeRde HeR ÂNda HeR HÂLde HeR Nefeste Sonuna kadar izleyen =>eşsiz ve benzersiz mutlak, sonsuz İZLEyici OLan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
HAFîyy.: Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.
HAFîyye.: Saklı ve gizli şeyleri araştıran..
HAFîyyen.: Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak..
El-Hafî İsmi, Kur'ÂN-ı Kerîmde ALLAHu zü’L- CeLÂL’e isnadla müstakil olarak ve isim formuyla Meryem Sûresi 47. âyette geçer.
قَالَ أَرَاغِبٌ أَنتَ عَنْ آلِهَتِي يَا إِبْراهِيمُ لَئِن لَّمْ تَنتَهِ لَأَرْجُمَنَّكَ وَاهْجُرْنِي مَلِيًّا
“Kâle e râgıbun ente an âlihetî yâ ibrâhîm (ibrâhîmu), lein lem tentehi le ercumenneke vehcurnî meliyyâ (meliyyen).: (İbrâhîm (aleyhisselâm)'ın babası şöyle) dedi.: “Ey İbrâhîm! Sen, benim ilâhlarıma rağbet etmiyor musun (kıymet vermiyor musun)? Eğer sen, (bundan) vazgeçmezsen mutlaka seni taşlarım ve uzun müddet benden uzaklaş.” (Meryem 19/46)
قَالَ سَلَامٌ عَلَيْكَ سَأَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبِّي إِنَّهُ كَانَ بِي حَفِيًّا
“Kâle selâmun aleyk (aleyke), se estagfiru leke RABBî, innehu kâne bî hafiyyâ (hafiyyen).: “Sana (senin üzerine) selâm olsun.” dedi. Senin için RABBimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana iyi davranır. (beni adım adım mükemmel izleyendir (El-Hafî).” (Meryem 19/47)
وَأَعْتَزِلُكُمْ وَمَا تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ وَأَدْعُو رَبِّي عَسَى أَلَّا أَكُونَ بِدُعَاء رَبِّي شَقِيًّا
“Ve a’tezilukum ve mâ ted’ûne min dûnillâhi ve ed’û RABBî, asâ ellâ ekûne bi duâi RABBî şakıyyâ (şakıyyen).: Ve ben, sizden ve ALLAH'tan başka DUÂ ettiğiniz şeylerden ayrılıyorum. Ve RABBime DUÂ ediyorum. Umulur ki (inşaallah), (bu) DUÂ larla ben, RABBime şâkî olmam.” (Meryem 19/48)
Babası İbrahîm aleyhisselâm’ı imânından dolayı sâhibsiz ve yüz üstü bırakmıştır. O’da sonunda doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalır.
HANîF DÎNin TEVHiDin TeMeL İLKesi;
İLÂHLığı =>ALLAH’a,
KULLuğu =>ALLAH’a,
HESÂBını =>ALLAH’a TAHsiS-TEVHiD DÂVÂsı uğruna hicretin tozlu yoluna koyulmuştur..
Hafî İsminin mânâsı işte tam bu noktada mânâ kazanır.
ALLAH celle celâlihu için Hicret eden İbrahîm aleyhisselâm’a.: “Baban seninle ilgilenmeyip seni yüzüstü bıraktı. Fakat bu seni üzmesin. Zirâ babanda bir kuldur ve onun kendisi de ilgiye muhtaçtır. Üzülme! Bundan böyle seninle el Hafî olan ALLAH celle celâlihu ilgilenecektir. Üstelik sonuna kadar ilgilenecektir..”
İnsân=>Toprak->Ateş->Su->Hava Unsurlarında RABBimiz TeALÂ’nı ELLeriyle YARATıLıp =>İdeal bir kıvam vermiştir. İnsan mayasına konulan bu "Ahsen-i Takvîm"Le ALLAH celle celâlihu’ya Şehâdet Şerefine MuhaMMedî Gayretiyle ERecektir.. Kendi KİMLik ve KiŞiLiğine =>Fıtraten =>Edeb ->İlim ->İrade ->İdrak ile =>Tahkik İmânın =>Sâlih Ameliyle =>Şehâdet Şerefine ERişecektir..
KeLâMuLLAh’ı DUYup=>RASûLuLLAH’a Uyması İçin=>Beden->NEFis->Kalb->RÛH Sâhibi Mükerrem KILınmış ve =>HaLifesi SEÇilmiştir...
İlk Nefesten Son Nefese Kadar Hakkı ve Hayrı TERCiH etmemizi EMRetmiş ve RAHmetiyLe İlgi ve ALâkasını esirgememiştir.. HamdoLsun!.
Resimde bebekliğimizden yaşlılığımıza kadar geçen süreci ve her yaşın kendisine uygun iklimini renkleri kullanarak vermeye çalıştık. El Hafî olan RABBimizin bizimle sürekli ilgilendiğini, doğumdan ölüme kadar hatta âhirette de sürekli bizi izlediğini ayrıca el Hafî olan ALLAH celle celâlihu’yaa imân eden kişinin hayatta hiç yalnız ve kimsesiz kalmayacağını ıssız bir orman havası içinde göğe el Hafî lafzını yazarak anlatmaya çalıştık.. Sözün özü el-Hafî olan RABBimiz bizim üzerimize titriyor ya biz ne yapıyoruz?!.
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
171- El HAFî celle celâluhu.:
El KÂDÎ.: MutLak MURADını KüLLî ŞEYy üzerinde hükmedip uygulayan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
HAFîyy.: Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.
HAFîyye.: Saklı ve gizli şeyleri araştıran..
HAFîyyen.: Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak..
ALLAHu zü’L-CeLÂL’e nisbet edilerek Kur'ÂN-ı Kerîmde, Tirmizî ve İbni Mâce Hadislerinde geçmemekle beraber Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in diğer Hadislerinde geçmektedir.:
el-Kâdî القاضي .: Hakla hükmeden.. (Beyhâkî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, s.111)
Arapça’da kazâ (kadâ) kökünden ism-i fâil olan kādî, fıkıh terimi olarak insanlar arasında meydana gelen çekişme ve davaları şer‘î hükümlere göre çözümlemek için yetkili makamca tâyin edilen kişiyi ifade eder.. (Mecelle, md. 1785).
Kur’ÂN-ı Kerîm’de kadı kelimesi bir yerde “hükmünü, sözünü geçiren” mânasında sözlük anlamıyla.:
قَالُوا لَن نُّؤْثِرَكَ عَلَى مَا جَاءنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذِي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَا أَنتَ قَاضٍ إِنَّمَا تَقْضِي هَذِهِ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
“Kâlû le’n- nu’sireke alâ mâ câenâ mine’l- beyyinâti vellezî fataranâ fakdi mâ ente kâd (kâdin), innemâ takdî hâzihil hayâte’d- dunyâ.: Dediler ki: "Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla “tercih edip seçmeyiz." Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin/geçirebilirsin." (TâHâ 20/72)
Hâkim kelimesinin çoğulu olan hükkâm da yine bir âyette “uhdesinde yargı yetkisi de bulunan yöneticiler” mânasında kullanılmıştır.:
وَلاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُم بَيْنَكُم بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُواْ بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُواْ فَرِيقًا مِّنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالإِثْمِ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
“Ve lâ te’kulû emvâlekum beynekum bi’l- bâtılı ve tudlû bihâ ile’l- hukkâmi li te’kulû ferîkan min emvâli’n- nâsi bi’l- ismi ve entum ta’lemûn (ta’lemûne).: Mallarınızı aranızda haksız sebeblerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hâkimlere (idârecilere veya mahkeme hâkimlerine) vermeyin.” (Bakara 2/188)
Fıkıh Literatüründe “hükmetmek, hüküm vermek, idâre etmek, yargılamak, iyileştirmek amacıyla engel olmak..” anlamındaki hüküm kelimesinin İsm-i Fâili olan “hâkim” tekil olarak kullanıldığında bununla Halife, Sultân, Hükümdar Ünvânlarıyla bilinen devlet başkanı, “hükkâm” şeklinde çoğul olarak kullanıldığında ise yine halife ile vâli, kumandan gibi kamu adına görev yapan ve alanlarıyla ilgili konularda hüküm verme ve uygulama gücüne sâhib bulunan üst yöneticiler kastedilir..
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
172- El VÂCİD celle celâluhu.:
El VÂCİD.: Maddî-Manevî KüLlLî ŞEYyi/Mevcûdları vücûda getiren =>Varlıklı, Fâtır, Ganî ve Zengin Olan Vâcibu’L-VüCÛD OLan ALLAHu zü’L-CeLÂL..
El VÂCİD.: Sözlükte “bulmak, bilmek; müstağni olmak” anlamlarındaki “vecd/vücûd” kökünden türeyen, dilediğini dilediği zaman bulan Mutlak Müstağni..
Râgıb el-İsfahânî’nin de belirttiği üzere;
İNSÂNLara nisbet edilen =>“Bilerek, deneyerek bulmak, vâkıf olmak” fiili iç ve dış duyularla gerçekleşir. Bunun yanında ALLAH’ın ve NÜBÜVVEtin tanınması/mârifet örneğinde görüldüğü gibi akıl yoluyla da idrak vardır.
ALLAHu zü’L-CeLÂL’e nisbet edilen =>Her şeyi Kendi Hakikati ve Mâhiyeti üzere bilmek/bulmak ->vecd/vücûd.. “Vasıtasız İlim” anlamına gelir, çünkü ALLAH celle celâlihu organlardan ve vasıtalardan münezzehtir.. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vcd” md.).
Müstağni.: (Gani. den) Kimseden bir menfaat beklemeyen, bir şey istemeyen, istiğna eden, kimseye ihtiyacı olmayan. Gönlü tok, tok gözlü. Çekingen, nazlı. Gerekli ve lüzumlu bulmayan..
Ganî.: Zengin, kimseye muhtaç olmayan, elindekinden fazla istemiyen. Varlıklı, bol..
Ganî-yyi-Mutlak.: (Gani-yi ale’l- ıtlak) Cenâb-ı HAKk. Her şeye sâhib ve hiç kimseye hiçbir cihetle ihtiyacı olmayan ganî ALLAH celle celâlihu..
Fâtır.: Benzeri bulunmayan şeyi yaratan. Hârika üstün san'atiyle yaratan. Halkedici ALLAH celle celâlihu..
Vâcid kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de geçmemekle birlikte sekiz âyette fiil kalıplarıyla Zât-ı İlâhiyyeye nisbet edilmiştir. Bunlardan üçü Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Hayatının ilk dönemlerine ait beyanlardır.. (ed-Duhâ 93/6-8; bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “vcd” md.).
أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيمًا فَآوَى
“E lem yecidke yetîmen fe âvâ.: Seni yetim bulmadı mı? Sonra (seni) (himaye edecek bir kimsenin yanında) barındırmadı mı?” (Duhâ 93/6)
وَوَجَدَكَ ضَالًّا فَهَدَى
“Ve vecedeke dâllen fe hedâ.: Ve seni dalâlette buldu sonra hidâyete erdirdi.” (Duhâ 93/7)
وَوَجَدَكَ عَائِلًا فَأَغْنَى
“Ve vecedeke âilen fe agnâ.: Ve seni yokluk içinde buldu sonra zengin kıldı.” (Duhâ 93/8)
Vâcid İsmi'nin “bulmak, sahip olmak, bilmek” şeklindeki içeriğine uygun birçok âyet vardır.:
Gaybı bilen RABBe yemin edilerek göklerde ve yerde zerre kadar, ondan daha küçük veya daha büyük hiçbir şeyin ALLAH’tan gizli kalmayacağı.:
وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُو مِنْهُ مِن قُرْآنٍ وَلاَ تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلاَّ كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ وَمَا يَعْزُبُ عَن رَّبِّكَ مِن مِّثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاء وَلاَ أَصْغَرَ مِن ذَلِكَ وَلا أَكْبَرَ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
“Ve mâ tekûnu fî şe'nin ve mâ tetlû minhu min kur'ânin ve lâ ta'melûne min amelin illâ kunnâ aleykum şuhûden iz tufîdûne, fîh(fîhi) ve mâ ya'zubu an rabbike min miskâli zerretin fî'l- ardı ve lâ fî's- semâi ve lâ asgare min zâlike ve lâ ekbere illâ fî kitâbin mubîn (mubînin).: Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şâhidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey RABBinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın.” (Yûnus 10/61)
يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنزِلُ مِنَ السَّمَاء وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ الرَّحِيمُ الْغَفُورُ
“Ya’lemu mâ yelicu fî'l- ardı ve mâ yahrucu minhâ ve mâ yenzilu mine's- semâi ve mâ yarucu fîhâ, ve huve'r- rahîmu'l- gafûr (gafûru).: (O, ALLAH) yere gireni ve ondan çıkanı, semadan ineni ve oraya yükseleni bilir. Ve O; Rahîm'dir (rahmet nuru gönderendir), Gafûr'dur (mağfiret eden, günahları sevaba çeviren).” (Sebe’ 34/2)
Vâcid İsmi Tirmizî ve İbn Mâce’nin Esmâ-i Hüsnâ rivayetlerinde bulunmaktadır.. (“Daʿavât”, 82; “Duʿâʾ”, 10).
Bir Kudsî Hadiste nakledildiğine göre ALLAH TeÂLÂ =>Hidayet, Mağfiret Ve Cömertliğinin Sınırsızlığını belirttikten sonra kendisinin Cevâd/cömert, Mâcid/şanlı, şerefli) ve Vâcid olduğunu söylemiştir.. (Müsned, V, 154, 177; a.e. (Arnaût), XXXV, 294-296, 428-429).
İslâm Âlimlerimiz, Vâcid İsminin “her şeyi bilen, hiçbir şeye muhtaç olmayan, emrini ve isteğini daima gerçekleştiren” şeklindeki mânâsına vurgu yapmışlardır..
Abdülkāhir el-Bağdâdî vâcidin sözlük anlamlarını beş grup halinde açıklamıştır.:
=>Birincisi “her şeyden müstağni, her şey kendisine muhtaç” anlamındaki ganî olup bu kelime de Esmâ-i Hüsnâdandır. =>İkincisi alîm gibi “nesne ve olayları mahiyetleriyle bilen” şeklindedir.
=>Üçüncüsü “kaybettiği şeyi bulan” demektir. Fakat âciz ve eksiklik ifâde eden bu muhtevânın Zât-ı İlâhiyye’ye nisbet edilmesi mümkün görülmediğinden buna.: “Kaçma ve kaybolma konumunda bulunan her şeyi Bilgisi ve Mülkiyeti dâiresinde tutan” diye mânâ verilmiştir.
=>Dördüncüsü “gazâb eden” anlamı olup ALLAH TeÂLÂ’ya izâfe edilmesi durumunda “düşmanlarına gazâb eden, zalimleri dünyada ve âhirette cezalandıran” (müntakım) mânâsına gelir.
=>Beşincisi “seven” (vecd) demektir, bu da ALLAH’ın Kulu'nu sevmesini belirtir..
(Abdülkāhir el-Bağdâdî, el-Esmâʾ ve’ṣ-ṣıfât, vr. 213a-b).
Vâcid İsminden kulun nâsibi bu ismin tecelliîi çerçevesinde Cenâb-ı HAKk’ın, kendisine verdiği ilim, servet ve beceriden ALLAH celle celâlihu’ın yarattıklarını faydalandırmak, daimâ O’nun Kerem, Lutuf ve Bağışlamasına sığınmaktır.
Vâcid İsmi kendine özgü içeriğiyle ilişkili bulunan birçok İlâhî İsimle anlam yakınlığı içindedir..
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
173- El CEVÂD celle celâluhu.:
El CEVÂD .: Yaratmakta OLduğu=>Kâinattaki KüLLî ŞEYye/Herkese =>Her ÂN El Cevâd celle celâlihu TeceLLîsiyle =>Sonsuz ve Sınırsız İhsân, Lutuf ve Ni’metlerini SUNan ALLAHu zü’L- CÛD..
EL CEVÂD..
Cevâd kelimesinin anlamı =>İyilik eden, n’imet veren ve fazlasıyla bolluk ve ihsânda bulunan demektir. “Cömerd kişi->çok n’imet verir!.” denir.
Cevâd/Cömerd adam ve cevâd topluluktan maksad cömerd ve bağışlayan kişi demektir. ALLAH Azze ve Celle için cömerd denmez, çünkü cömerd yumuşaklıktan kaynaklanmaktadır. Eğer toprak ve kâğıt yumuşak olursa Cömerd toprak, Cömerd kâğıt denir. İhtiyaçlar anında yumuşak olduğundan Cömerde ->Cömerd denir..
İsâr.: Kendisi muhtaç olduğu halde başkasına n’imet vermek, Cömerdlik, ikrâm. Dökmek, serpmek. Saçmak..
Cûd.: Cömerdlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsânda bulunma hâleti..
Sehâ.: Cömerdlik, el açıklığı..
Sehâvet.: Cömerdlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsân etmek..
el Cevâd =>Cömerd, n’imet ve ihsânı bol olan.. (Tirmizî, Edeb, 41)
el Vâcid =>Zengin, hiç bir şeye muhtaç olmayan, her şeyin sahibi, her şeye gücü yeten.. (TR, İC, HK, İH, BK)
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنتَ الْوَهَّابُ
“RABbenâ lâ tuziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ veheb lenâ min ledunke rahmeh (rahmeten), inneke ente’l- vehhâb (vehhâbu).: (Onlar şöyle yakarırlar:) RABBimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (Âl-i İmrân 3/8)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Şüphesiz ALLAH Kerimdir, keremi (Cömerdliği), yüce ahlâkı sever. Kötü ahlâkı ve seviyesizliği sevmez” buyurmuştur.
(Tirmizî)
Kur'ÂN-ı Kerîmde Cömerdlik =>Öncelikle ALLAHu zü’L-CeLÂL’in Sıfatları arasında gösterilmiştir. ALLAH celle celâlihu sonsuz Lütuf ve Kerem sahibidir.:
وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ
“Ve yebkâ vechu rabbike zû’l- celâli ve’l- ikrâm (ikrâmi).:Ve Celâl ve İkram Sâhibi RABBinin Vechi (Zatı) bâki kalacaktır.”(Rahmân 55/27)
مُتَّكِئِينَ عَلَى رَفْرَفٍ خُضْرٍ وَعَبْقَرِيٍّ حِسَانٍ
“Muttekiîne alâ refrefin hudrin ve abkariyyin hisân (hisânin).: Onlar (cennetlikler), yüksek yeşil refrefler (yastıklar) ve harikulâde güzel işlemeli döşekler üzerine yaslananlardır.”(Rahmân 55/76)
اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ
“Ikra’ ve rabbukel ekrem(ekremu).: Oku ve senin RABBin, sonsuz Kerem Sâhibidir.”(Alak 96/3)
Kur'ÂN-ı Kerîm’de yer alan Cevâd celle celâlihu gibi =>Rahmân, Rahîm, Vehhâb, Latîf, Tevvâb, Gaffâr, Afüv, Raûf, Hâdî celle celâlihu gibi İlâhî İsimler de ALLAHu zü’L-CeLÂL’in Cömerdliğini değişik yönleriyle ifâde etmektedirler.
وَلاَ تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلاَ تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَّحْسُورًا
“Ve lâ tec’al yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kulle’l- bastı fe tak’ude melûmen mahsûrâ (mahsûren).: Ve boynuna elini bağlama (cimrilik yapma) ve hepsini açıp saçma (israf etme)! Aksi halde kınanmış ve malı tükenmiş olarak kalırsın.”(İsrâ 17/29)
فَأَمَّا مَن أَعْطَى وَاتَّقَى
“Fe emmâ men a’tâ vettekâ.: Fakat kim verdi (infâk etti) ve takvâ sâhibi oldu ise.”(Leyl 92/5)
وَسَيُجَنَّبُهَا الْأَتْقَى
“Ve seyucennebuhel etkâ.: Çok takvâ sahibi olan ise ondan (nâr-ı telazzadan) uzaklaştırılacak.” (Leyl 92/17)
الَّذِي يُؤْتِي مَالَهُ يَتَزَكَّى
“Ellezî yu’tî mâ lehu yetezekkâ.: O ki (en üst seviyede takvâ sahibi olan), malını verir, temizlenir.” (Leyl 92/18)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH Cömerddir ve Cömerdliği SEVer.” buyururken “Cömerd” karşılığında ALLAH’ın İsimlerinden biri olarak “CEVÂD” kelimesi kullanmıştır.
(Tirmizî, Edeb, 41)
Hadis kitaplarında Peygamber Efendimiz aleyhisselâm'ın Cömerdliğine dair pek çok rivâyet yer almaktadır. Meşhur Sahabîlerden nakledilen hadislerde Peygamber Efendimiz aleyhisselâm, insanların en Cömerdi olarak tanıtılmıştır..
(Buhârî, Bedü’l-vaḥy, 5, Savm, 7, Menakıb, 23; Müslim, Fezail, 48, 50).
Yine Enes b. Mâlik, Câbir b. Abdullah radiyallahu anhum, ve Aişe radiyallahu anha gibi Sahâbîler, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in kendisine ihtiyacını bildiren hiçbir kimseyi geri çevirmediğini belirtmişlerdir.. (İ. Ahmed, Müsned, VI, 130; Müslim, Fezail, 56, 57)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ancak iki kişiye gıbta edilir,: ALLAH’ın verdiği malı hak yolunda harcamayı başaran kimse. Yine ALLAH’ın kendisine verdiği ilim ve hikmet ile yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.” buyurmuştur.
(Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3; Müslim, Müsâfirîn 268)
Resûlullah aleyhissalatü vesselâm ashabına.: “Hanginize mirasçısının malı, kendi malından daha sevimlidir?” diye sordu.
Sahabiler.: “Yâ Resûlullah! Hepimiz malımızı her şeyden fazla severiz.” dediler.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de.: “Kişinin kendi malı hayır yaparak önceden gönderdiği, mirasçısının malı ise, harcamayıp geriye bıraktığıdır!” buyurdu.
(Buhârî, Rikak 12)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH TeALÂ.: “Ey âdemoğlu! (ALLAH için) infâk et ki, sana da infâk olunsun!” buyurdu." buyurmuştur.
(Buhâri, Tefsîru sûre (11) 2; Nefekât 1; Tevhid 35; Müslim, Zekât 36, 37)
Bir kimse Resûlullah aleyhissalatü vesselâm'a.: “Müslümanın hangi ameli daha hayırlıdır?” diye sordu.
Resûlullah aleyhissalatü vesselâm' de: “Tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmen ve selâm vermendir.” buyurdu.
(Buhârî, Îmân 6, 20; İsti’zân 9, 19; Müslim, Îmân 63)
Ömer radıyallahu anhu.: “Resûlullah aleyhissalatü vesselâm mal taksim etti. Ben.: “Yâ Resûlullah! Kendilerine mal verdiğiniz şu kimselerden başkaları o mala daha layıktır!” dedim.
Peygamber aleyhissalatü vesselâm.: “Onlar beni iki durumla karşı karşıya bıraktılar: Ya çirkin sözlerle benden mal isteyecekler, vereceğim. Ya da vermeyeceğim, bu defa da beni cimrilikle suçlayacaklar. Ben cimri değilim.”buyurdu.
(Müslim, Zekât 127)
Cübeyr İbni Mut’im radıyallahu anhu.: “Huneyn Gazvesi’nden dönüşte Peygamber aleyhissalatü vesselâm ile birlikte yürürken, bedevî Araplar gan’imetin taksimini ısrarla istemeye başladılar. Neticede Peygamber aleyhisselâm’i Semüre Ağacının altında durdurdular. Cübbesi ağaca takılıp kaldı. Peygamber aleyhissalatü vesselâm devesini durdurup.: “Cübbemi verin bana! Şâyet şu gördüğünüz ağaçlar kadar hayvanım olsaydı, onların tamamını size paylaştırırdım. Siz de benim cimri, yalancı ve korkak olmadığımı görürdünüz!.” buyurdu..
(Buhârî, Cihâd 24, Humus 19)
Aişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûl-i Ekrem’in âilesi bir koyun kesmişlerdi. Peygamber aleyhissalatü vesselâm bir ara: “Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu.
Aişe radıyallahu anhâ’.: “Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevâbını verdi.
Bunun üzerine Resûlullah aleyhissalatü vesselâm.: “Desene bir kürek kemiği hariç, hepsi duruyor!” buyurdu..
(Tirmizî, Sıfatu’l-kıyâme 35)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kesenin ağzını sıkma! ALLAH da sana sıkarak verir!” buyurmuştur.
(Buhârî, Zekât 21)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnfâk et, sayıp durma, ALLAH da sana karşı n’imetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, ALLAH da senden saklar.” buyurmuştur.
(Müslim, Zekât 88)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cimri ile Cömerdin durumu, göğüsleri ile köprücük kemikleri arasına zırh giyinmiş iki kişinin durumuna benzer. Cömerd, sadaka verdikçe, üzerindeki zırh genişler, uzar, ayak parmaklarını örter ve ayak izlerini siler. Cimri ise, bir şey vermek istediğinde zırhın halkaları birbirine iyice geçer, onu sıkıştırır; genişletmek için ne kadar çalışsa da başaramaz.” buyurmuştur.
(Buhârî, Cihâd 89; Zekât 28, Talâk 24; Libâs 9; Müslim, Zekât 76-77; Nesâî, Zekât 61)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse, - ki ALLAH, helâlden başkasını kabul etmez - ALLAH o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.” buyurmuştur.
(Buhârî, Zekât 8; Tevhîd 23; Müslim, Zekât 63, 64. Ayrıca bk. Tirmizî, Zekât 28, Nesâî, Zekât 48; İbni Mâce, Zekât 28)
قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ وَمَا أَنفَقْتُم مِّن شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ
“Kul inne RABBî yebsutur rızka li men yeşâu min ibâdihî ve yakdiru leh (lehu), ve mâ enfaktum min şeyin fe huve yuhlifuh (yuhlifuhu), ve huve hayru’r- râzikîn (râzikîne).: De ki.: "Muhakkak ki benim RABBim, kullarından dilediği kimseye rızkı genişletir ve takdir eder (daraltır). Ve bir şey infâk ettiğiniz (verdiğiniz) zaman (o takdirde) O, onun karşılığını verir. Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”(Sebe’ 34/39)
Câbir radıyallahu anh’un bildirdiğinr göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kendisinden bir şey istenildiği zaman asla.: “Yok!.” demez, kimseyi reddetmezdi. Bunun anlamı da her halde, “Varsa ve vermesi mümkünse verir, verecek bir şeyi yoksa, belki bir yerden bir yardım gelir diye bekler, veyâ yardım etmeyi va’d eder ya da güzel sözler söyleyerek isteyenin gönlünü alırdı” demektir.
Hatta bir başka rivayette, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kendisinden bir şey istenildi mi, onu yerine getirmek isterse.: “Evet, olur!.” der; eğer yapmak istemezse.: “Hayır!.” demez sadece sükût ederdi” denilmektedir.. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, yiyecekler konusunda da aynı tavır içindeydi.: “Hiçbir yiyeceğe kusur bulmaz; canı isterse yer, istemezse yemezdi.”
(Buharî, Et’ime 21)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh.: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “ALLAH TeALÂ.: “Ey Âdemoğlu! (ALLAH için) infâk et ki sana da infâk olunsun!” buyurdu.” buyurmuştur.
(Buhâri, Tefsîru sûre (11) 2; Nefekât 1; Tevhid 35; Müslim, Zekât 36, 37. Ayrıca bk. İbni Mâce, Keffârât 15)
Ebû Ümâme Suday İbni Aclân radıyallahu anh.: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “Ey Âdemoğlu! İhtiyâcından fazla olan malını sadaka olarak vermen senin için iyi; vermemen kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. Veren el, alan elden üstündür (unutma).” buyurdu.
(Müslim, Zekât 97. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 32.)
Enes radıyallahu anh.: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, İslâm için kendisinden ne istenirse onu mutlaka verirdi. Hele bir keresinde yanına gelen bir adama iki dağ arasını dolduran bir koyun sürüsü verdi.
Adam kabilesine dönünce.: “Ey milletim! (Koşun) Müslüman olun. Çünkü MuhaMMed, fâkirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikrâm ve ihsânlarda bulunuyor.” dedi.
(Hadisin râvisi Enes diyor ki).: kimileri sırf dünyâlık elde etmek için Müslüman olurlardı. Fakat çok geçmeden Müslümanlık onların gözünde, Dünyâdan ve Dünyâ üzerindeki her şeyden daha değerli hale gelirdi.
(Müslim, Fezâil 57-58)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh.: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “Sadaka vermek malı eksiltmez. Kul başkalarının hatalarını bağışladıkca ALLAH da onun şerefini arttırır. Kim ALLAH için alçak gönüllü davranırsa, ALLAH da onu yükseltir.” buyurdu.
(Müslim, Birr 69. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 82)
Ebû Kebşe Amr İbni Sa’d el-Enmârî radıyallahu anhu.:
“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “Haklarında yeminle söz söyleyebileceğim üç haslet vardır; iyi belleyiniz!.:
1-) Sadaka vermekle kulun malı eksilmez.
2-) Uğradığı haksızlığa sabredenin ALLAH şerefini arttırır.
3-) Dilenme kapısını açan kimseye ALLAH, fâkirlik kapısını açar. (Veyâ buna benzer bir cümle söyledi).
Yine size bir söz daha söyleyeceğim, onu da iyi belleyiniz” dedi ve şöyle buyurdu.:
“Dünyâda dört kısım insan vardır:
=>(Birincisi).: ALLAH’ın kendisine mal ve ilim verdiği kimsedir. Bu kişi ALLAH’a karşı saygılı davranır, hısımlarını görüp gözetir, o maldaki ALLAH’ın Hakkını yerine getirir. Bu, en üst derecedir.
=>(İkincisi).: ALLAH’ın kendisine ilim verip mal vermediği iyi niyetli kimsedir. O, iyi niyetle.: “Eğer malım olsaydı ben de falan adam gibi davranırdım” der. Bu, iyi niyetinin karşılığını görür. İkisinin sevâbı eşittir.
=>(Üçüncüsü).: ALLAH’ın mal verip ilim vermediği kimsedir. O bilgisizliği yüzünden malını gelişi güzel harcar, ALLAH’a karşı sorumlu davranmaz, hısımlarını görüp gözetmez, o malda ALLAH’ın Hakkı olduğunu idrak etmez. Böylesi kişi, en kötü durumdadır.
=>Dördüncüsü).: ALLAH’ın ne mal ne de ilim verdiği kimsedir. Bu kişi der ki.: “Eğer malım olsaydı, ben de falan gibi yer-içerdim”. Bu da niyetinin karşılığını görür. Binaenaleyh bu iki kişinin vebâli eşittir.” buyurdu..
(Tirmizî, Zühd 17)
Esmâ Binti Ebûbekir radıyallahu anhumâ.: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana.: “Kesenin ağzını sıkma! ALLAH da sana sıkarak verir!” buyurdu.” demiştir.
(Müslim, Zekât 88)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnfâk et sayıp durma, ALLAH da sana karşı n’imetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, ALLAH da senden saklar.” buyurdu..
(Esmâ Binti Ebûbekir radıyallahu anhumâ’dan; Buhârî, Zekât 21; Müslim, Zekât 88. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd. Zekât 46; Tirmizî, Birr 40; Nesâî, Zekât 62)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sahrada yolculuk yapmakta olan adamın biri, yolculuk esnâsında, bulut içinden.: “Falanın bahçesini sula!” diye bir ses duydu. Bunun üzerine o bulut, kara taşlık bir yere saptı ve oraya SUyunu boşalttı. Adam derelerden birinin o SUyun tamamını topladığını hayretle gördü ve SUyu takip etti. Bir de baktı ki, adamın biri bahçesinde elindeki kürekle SUyu oraya buraya çevirip bahçesini SUluyor. Ona.: “Ey ALLAHın kulu! Adın nedir?” diye sordu.
Adam, daha önce buluttan duyduğu ismi söyledi, peşinden de.:
“Ey ALLAHın kulu! Adımı niçin soruyorsun?” dedi.
O da.: “Ben şu SUyu yağdıran buluttan.: “Senin Adını vererek falanın bahçesini SUla!.” diye bir ses duymuştum da onun için soruyorum. Sen ne yapıyorsun ki bu lutfa mazhar oluyorsun?” dedi.
Bahçe sâhibi.: “Mâdem ki merak ediyorsun söyliyeyim, Ben bu bahçenin ürününü hesap ederim; üçte birini sadaka olarak dağıtırım, üçte birini çoluk-çocuğumla birlikte yerim, üçte birini de tohumluk olarak ayırırım” dedi.
(Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den; Müslim, Zühd 45)
هَاأَنتُمْ هَؤُلَاء تُدْعَوْنَ لِتُنفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَمِنكُم مَّن يَبْخَلُ وَمَن يَبْخَلْ فَإِنَّمَا يَبْخَلُ عَن نَّفْسِهِ وَاللَّهُ الْغَنِيُّ وَأَنتُمُ الْفُقَرَاء وَإِن تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ ثُمَّ لَا يَكُونُوا أَمْثَالَكُمْ
“Hâ entum hâulâi tud’avne li tunfikû fî sebîlillâh (sebîlillâhi), fe minkum men yebhal (yebhalu), ve men yebhal fe innemâ yebhalu an nefsih (nefsihî), vallâhu’l- ganiyyu ve entumul fukarâu, ve in tetevellev yestebdi’l- kavmen gayrekum summe lâ yekûnû emsâlekum.: İşte siz böylesiniz. ALLAH YoLunda infâk etmeye davet edilirsiniz, buna rağmen sizden bir kısmınız cimrilik yapar. Ve kim cimrilik yaparsa o takdirde sadece kendi nefsi için cimrilik yapar. Ve ALLAH GANî'dir (zengindir). Ve sizler fâkirsiniz. Ve eğer siz (haktan) dönerseniz, (sizi) sizden başka bir kavimle değiştirir. Sonra onlar sizin gibi (cimri) olmazlar.”(MuhaMMed 47/38)
وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Vellezîne tebevveû’d- dâre vel îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yû’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah (hasâsatun), ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Ve onlardan önce (Medine'yi) yurt edinmiş olup kalblerinde îmân yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler. Ve onlara verilenlerden (dağıtılan ganimetlerden) dolayı, kendileri onlara muhtaç olsa bile, gönüllerinde bir hacet (kaygı, haset) bulunmaz. Ve onları kendi nefslerine tercih ederler (üstün tutarlar). Ve kim nefsini cimrilikten korursa, o takdirde işte onlar, onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.”(Haşr 59/9)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Cömerd İnsan ALLAH'a Yakın, İnsanlara Yakın, CeNNete Yakın ve Cehennem Ateşinden Uzaktır. Cimri Kimse ALLAH'tan Uzak, İnsanlardan Uzak, CeNNetten Uzak, Cehenneme Yakındır." buyurmuştur.
(Tirmizî)
Cömerdin az ibâdeti, cimrinin çok ibâdetinden üstün olduğu gibi, Cömerd câhil de, cimri âlimden üstündür…
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHü TeALÂ Cömerdi, gece gündüz ibâdet eden cimriden daha çok sever.” buyurmuştur.
(Tirmizî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH Katı'nda Cömerd bir câhil, cimri âlimden daha üstündür. Çünkü cimrilik en ağır hastalıktır.” buyurmuştur.
(Dâre Kutnî)
Cömerdin imânı kuvvetli, cimrinin imânı ise zayıftır..
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cömerdlik imân sağlamlığından ileri gelir. İmanı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik, şekten, şüpheden meydana gelir. (İmanda) şüphesi olan da CeNNete giremez!.” buyurmuştur.
(Deylemî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir kulun kalbinde cimrilikle imân bir arada bulunamaz.” buyurmuştur.
(Nesaî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cömerd, ALLAH’a, insanlara, CeNNete yakın, Cehennemden uzaktır. Cimri ise bunun aksinedir.” buyurmuştur.
(Tirmizî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cömerd olun ki, ALLAHü TeALÂ da size Cömerdlik etsin! İyi bilin ki cimrilik küfürdendir, küfrün yeri de Cehennemdir.” buyurmuştur.
(Deylemî)
Cömerd, gayrimüslim bile olsa, Cehennemdeki azâbı, diğer kâfirlerinki kadar şiddetli olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cömerd kâfir, Cehenneme girerken, ALLAHü TeALÂ, (Cehennemde vazifeli meleklerin en büyüğü olan) Mâlike.: "Bunu, Dünyâdaki Cömerdliği nisbetinde Cehennemin azâbı hafif olan tarafına koy!." buyurur.” buyurmuştur.
(Deylemî)
Cömerdin kazancı, malı bereketli olur. Cömerdliği nisbetinde malı artar. Misâfirin rızkı ile geldiği, kırk gün bereket bıraktığı, sadaka vermekle malın eksilmeyeceği hadis-i şeriflerde bildirilmiştir..
Cömerd olmaya çalışmalı, cimrilikten sakınmalıdır!.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Aman cimrilikten son derece sakının! Sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir.” buyurmuştur.
(Müslim)
Cimrilikten kurtulup Cömerd olmak için, cimriliğin Dünyâ ve Âhiretteki zararlarını Cömerdliğin de faydalarını iyi bilmek ve inanmak gerekir. Hadis-i Şeriflerde buyuruldu ki:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHü TeALÂnın evliyâsının hepsi Cömerd ve güzel ahlâklıdır.” buyurmuştur.
(Dâre Kutnî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ebdâl denilen evliyâ, çok namaz kıldığı, çok oruç tuttuğu için değil, Cömerdlik ve halka nasihat etmeleri sebebiyle CeNNete girer.” buyurmuştur.
(Ebu Nuaym)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “CeNNet, Cömerdler yurdudur.” buyurmuştur.
(Ebu’ş-Şeyh)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “CeNNette Cömerdler köşkü vardır.” buyurmuştur.
(Taberanî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “RABBim.: "İbrahîm Cömerd olduğu için, DOSt edindim!" buyurdu.” buyurmuştur.
(Taberanî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cömerd olan ve halktan az şikâyet eden =>bu Ümmetin Efendisidir.” buyurmuştur.
(Taberanî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cömerd, ALLAH’a hüsn-ü zannı olduğu için Cömerddir. Cimri de, ALLAH’a su’-i zannı olduğu için cimridir.” buyurmuştur.
(Ebu’ş-Şeyh)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cömerdlik, dalları Dünyâya sarkmış bir CeNNet Ağacıdır. Kim bu Ağacın bir dalına tutunursa, bu dal onu CeNNete götürür. Cimrilik de, dalları Dünyâya sarkan Cehennem Ağacıdır. Bu dalın birine yapışan, Cehenneme gider.” buyurmuştur.
(Beyhakî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHü TeALÂ, Cömerdlikle güzel huyu sever, cimrilikle kötü huyu sevmez.” buyurmuştur.
(Berikâ)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ben kefilim ki, Cömerd CeNNete, cimri Cehenneme girecektir.” buyurmuştur.
(İsfehanî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cömerdin yemeği ilâç, cimrininki hastalıktır.” buyurmuştur.
(Dâre Kutnî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kendi ihtiyacı varken, başkasını tercih edenin günahları affolur.” buyurmuştur.
(İ. Hibbân)
Cömerdliğin üstün derecesi olan îsâr büyük bir haslettir. Ancak bunu büyük insanlar yapar. ALLAHü TeALÂ, Ashab-ı Kiramı överken buyuruyor ki:
وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Vellezîne tebevveû’d- dâre vel îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yû’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah (hasâsatun), ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Ve onlardan önce (Medine'yi) yurt edinmiş olup kalblerinde îmân yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler. Ve onlara verilenlerden (dağıtılan ganimetlerden) dolayı, kendileri onlara muhtaç olsa bile, gönüllerinde bir hacet (kaygı, haset) bulunmaz. Ve onları kendi nefslerine tercih ederler (üstün tutarlar). Ve kim nefsini cimrilikten korursa, o takdirde işte onlar, onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.”(Haşr 59/9)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cömerd olursanız, ALLAHü TeALÂ da size, Cömerdçe ihsânda bulunur.” buyurmuştur.
(Deylemî)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yukarıdaki el, aşağıdakinden, veren el, alan elden üstündür.” buyurmuştur.
(İ. Huzeyme)buyurmuştur.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kendisine gerektiği şeyi, kendi arzu ve ihtiyacını te’hir edip başkasına verirse, ALLAHü TeALÂ onun günahlarını affeder.” buyurmuştur.
(İbni Hibbân)
İbni Mesud radiyallahu anhu.: “Bir çocuk, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize gelip, bazı lüzumlu şeyleri sayıp.: “Annem beni sana gönderip bunları istedi” dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bugün bende bunların hiç biri yok” buyurdu.
Çocuk.: “Gömleğini bana ver” dedi.
Hemen, mübarek gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve kendisi gömleksiz kaldı. Câmiye gidemedi. O zaman, bu âyet geldi. (İsrâ 29)” buyurmuştur..
وَلاَ تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلاَ تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَّحْسُورًا
“Ve lâ tec’al yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı fe tak’ude melûmen mahsûrâ (mahsûren).: Ve boynuna elini bağlama (cimrilik yapma) ve hepsini açıp saçma (israf etme)! Aksi halde kınanmış ve malı tükenmiş olarak kalırsın.”(İsrâ 17/29)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Paranız ile, önce kendi ihtiyaçlarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyaçlarına sarf edin. Bundan da artarsa, akrabanıza yardım edin!” buyurmuştur.
(Müslim)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kendisi veyâ çoluk çocuğu muhtaç iken veyâ borcu var iken verilen sadaka kabul olmaz. Borç ödemek, sadaka vermekten, köle azâd etmekten ve hediye vermekten daha önemlidir. Başkasının malını, sadaka vererek, yok olmasına sebeb olmayın!” buyurmuştur.
(Buharî)
Ebu Hüreyre radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e bir Adam gelip.: “Bir altınım var, ne yapayım?.” dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bununla kendi ihtiyaçlarını al!” buyurdu.
Adam.: “Bir altınım daha var!. dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Onunla da çocuğuna!” buyurdu.
Adam.: “Bir daha var!.” dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Onu da, âilenin ihtiyaçlarına sarf et!” buyurdu.
Adam.: “Bir altın daha var!.” dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hizmetçinin ihtiyaçlarına kullan!” buyurdu.
Adam.: “Bir daha var!.” deyince,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bu bildirdiklerimi ölçü alarak onu kullanacağın yeri sen daha iyi bilirsin!.” buyurdu..
(Begavî)
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
174- Eş ŞEKÛR celle celâluhu.:
Eş ŞEKÛR .: “ŞÜKReden kulunun iyi bir ameline fazlasıyla karşılık ve ni’met VERen, kendi rızâsı için yapılan iyi işleri daha ziyâdesiyle karşılayan ALLAHu zü’L- CELÂL..
Eş ŞEKÛR..
Şekûr.: Sözlükte "yapılan bir iyiliğin sâhibini övgü ile anmak" mânâsındaki şükr “şükrân” kökünden türeyen şekûr =>“çokça teşekkür eden" demektir.
Şekûr.: Çok şükreden. ALLAHu zü’L-CELÂL’in Lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren.
Eş ŞEKûR.: Az şükredene dahi çok ni’met veren ALLAH celle celâlihu..
Şükr.: Şükür.: ALLAHu zü’L-CELÂL’in Ni’metlerine karşı memnunluk göstermek. ALLAH celle celâlihu'ya teşekkür..
Şükrân.: İyilik bilmek. Minnettârlık. Şükretme hâli..
Az iyiliğe çok mükâfat veren, kendi rızâsı için yapılan iyi işleri daha ziyâdesiyle karşılayan.
Sözlükte “yapılan bir iyiliğin sahibini övgü ile anmak” mânasındaki şükr (şükrân) kökünden türeyen şekûr “çokça teşekkür eden” demektir.
ALLAHu zü’L-CELÂL’e nisbet edildiğinde.: “ŞÜKReden kulunun iyi bir ameline fazlasıyla karşılık ve ni’met VERen, Kendi Rızâsı için yapılan iyi işleri daha ziyâdesiyle karşılayan ” anlamına gelir.
KELÂMULLAH’ta Şükür - Şükretmek.:
Bakara 2/52,56,152,158,172,185,243; Âl-i İmrân 3/123,144,145; Nisâ 4/147; Mâide 5/6, 89; En'âm 6/63; A’râf 7/10,17,58,144,189; Enfâl 8/26; Yûnus 10/22,60; Yûsuf 12/38; İbrahîm 13/5, 7, 3737; Nahl 16/14, 78,114,121; İsrâ 17/3; Enbiyâ 21/80; Hac 22/36; Mü'minun 23/78; Furkân 25/ 62; Neml 27/19,40,73; Kasas 28/73; Kasas 28/73; Ankebût 29/17; Rûm 30/46; Lokmân 31/12,14,31; Secde 32/9; Sebe’ 34/13,15,19; Fâtır 35/12,30,34; Yâsîn 36/35,73; Zümer 39/7, 66; Mü'min 40/61; Şûrâ 42/33; Câsiye 45/12; Ahkâf 46/15; Kamer 54/35; Vakı’a 46/70; Mülk 67/23; İnsan 76/2,3..
RESÛLULLAH’ta Şükür - Şükretmek.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, ŞÜKReder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” buyurdu.
(Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radiyallahu anhu’dan; Müslim, Zühd 64)
Muâz İbni Cebel radiyallahu anhu’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Muâz İbni Cebel radiyallahu anhu’n elini tutmuş ve.: “Ey Muâz, ALLAH’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Sonra da ey Muâz sana her namazın sonunda.: “ALLAHım! SENİ anmak, SANA ŞÜKRetmek ve SANA güzelce kulluk etmekte bana yardım et!” DUÂsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Vitr 26; Nesâî, Sehv 60. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 30)
Ziyâd radiyallahu anhu, Mugîre radiyallahu anhu’n şöyle dediğini işitmiştir.: “Peygamber ayakları (ya da bacakları) şişinceye kadar (gece) namaz kılardı. Bu durum hakkında ona bir şey söylendiğin de.: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” derdi.” (Buhârî, Teheccüd, 6)
Hz. Aişe radiyallahu anhu anlatıyor.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar ibâdet ederdi.
Ben kendisine.:
"Yâ Resûlullah! Geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını ALLAH TEÂLÂ bağışladığı halde, niçin bu kadar yoruluyorsunuz?" dedim. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:
"Ya Aişe!
أَفَلا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا .: Efelâ ekûnü abden şekûrâ.: ALLAH'a çok ŞÜKReden bir kul olmayayım mı?” buyurdu.
(Buhari, Teheccüd, 6; Müslim, Kitabu Sıfati'l-Müsafirine ve Kasrihim, 18.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da ŞÜKRetmez.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî, Birr, 35)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Bir kimseye bir ni’met verilir de onu (hayırla yâd ederek) dile getirirse, onun ŞÜKRünü yerine getirmiş olur. Eğer onu (kimseye söylemeyerek) gizlerse ona nankörlük etmiş olur.” buyurdu.
(Câbir b. Abdullah radiyallahu anhu’dan; Ebû Dâvûd, Edeb, 11)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yiyip şükreden kimse sabrederek oruç tutan kimse gibidir.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî, Sıfâtü’l-kıyâme, 43; İbn Mâce, Sıyâm, 55)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” buyurdu.
(Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VII, s. 127)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “RABBimden dilekte bulundum ve ümmetim için şefâat niyâz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de RABBime ŞÜKRetmek için secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp RABBimden ümmetimi bağışlamasını diledim; O da bana ümmetimin üçte birini daha bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbime ŞÜKÜR secdesine kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi diledim; O da bana ümmetimin geri kalan üçte birini bağışladı. Ben de RABBime ŞÜKRetmek üzere tekrar secdeye kapandım.” buyurdu.
(Ebû Dâvûd, Cihâd, 162/2775)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da ŞÜKRetmez." buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî Birr, 35)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Bir kimseye bir nimet verilir de onu (hayırla yad ederek) dile getirirse, onun şükrünü yerine getirmiş olur. Eğer onu (kimseye söylemeyerek) gizlerse ona nankörlük etmiş olur." buyurdu.
(Câbir b. Abdullah radiyallahu anhu’dan; D4814 Ebu Davud, Edeb, 11)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Yiyip şükreden kimse sabrederek oruç tutan kimse gibidir." buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî Sıfatü'l-kıyame, 43; İbn Mâce, Sıyam, 55)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Allah’a hamdederek başlanmayan her önemli iş bereketsiz olur.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Ebû Dâvûd, Edeb 18. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 19)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Allah Teâlâ, kulunun bir şey yedikten sonra hamdetmesinden, bir şey içtikten sonra hamdetmesinden hoşnut olur.” buyurdu.
(Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den; Müslim, Zikir 89. Ayrıca bk. Tirmizî, Et’ime 18.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” buyurdu.
(Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VII, s. 127)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “…Dindarlıkta kendinden üstün olana bakıp tâbî olmak, dünyalıkta ise kendinden aşağıda olana bakıp, ALLAH’ın kendisine verdiği üstünlüğe HAMD etmek… Böyle yapanları ALLAH, ŞÜKRedici ve sabredici olarak yazar. Kim de dindarlıkta kendinden aşağıda olana, dünyalıkta ise kendinden üstün olana bakar da elde edemediğine üzülürse, ALLAH onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” buyurdu.
(Tirmizî, Kıyâmet, 58)
Eş- Şekûr, âyetlerde ALLAHu zü’L-CELÂL’e nisbet edilmiş, bunların üçünde el-Gafûr İsminden sonra, birinde el-Halîm İsminden önce yer almıştır.:
Eş-Şekûr’un bu kullanılışı, kelimenin içeriğinde kulun günahını bağışlaması veya cezalandırılması hususunda acele etmeyip iyilik yapması için fırsat verme unsurlarının bulunduğuna işaret etmektedir.
Bir âyette Şâkir İsmi Zât-I İlâhiyyeye izâfe edilmiştir. İki âyette, iyi amellerde bulunan müminlerin bu çabalarının şükranla karşılanacağını ifâde eden meşkûr kelimesi geçmektedir. Şükran ve mükâfatın fâili ALLAH olduğundan şükür kavramının burada meşkur ifâdesini Zât-I İlâhiyyeye nisbet edildiğini söylemek mümkündür. Şekûr İsmi İbn Mâce ve Tirmizî’nin rivâyet ettiği esmâ-i hüsnâ listesinde yer almaktadır..
Ebû Hüreyre’den nakledilen iki hadisten birinde Hz. Peygamber, yola sarkan bir dikeni arka tarafa doğru iten, diğerinde ise meskûn yerlerden uzak bir yol üzerinde gördüğü susamış köpeğe su vermek için kuyunun dibine inen, pabucunu doldurduktan sonra onu ağzıyla tutup yukarıya çıkan ve hayvanın susuzluğunu gideren kimselerin davranışlarını ALLAH’ın şükranla karşılayacağını ve günahlarını bağışlayacağını bildirmektedir. (Buhârî, “Ezân”, 10; Müslim, “Birr”, 127)
Ebû Hüreyre hadislerinde insanlara eziyet veren bir şeyi bertaraf etme, susamış bir hayvana su verme fiillerinin bile ALLAH’ın Mağfiretine vesile olduğu belirtilmektedir. Ebû Süleyman el-Hattâbî bu tür ifâdelerin basit de görünse daima elden gelen iyi şeyleri yapmaya teşvik niteliği taşıdığını söyler ve bu gibi fiillerin çoğuna gücü yetmeyenlerin azı terketmemesi gerektiğine işaret ettiğini belirtir.
Şekûr, yapılan ihsanı açığa vurma mânâsına gelir vee sadece Cenâb-ı HAKk'a mahsustur. O, çokça senâ edilmeye lâyıktır. Öyle ki SÜBHÂN TEALÂ, az bir taata pek çok dereceler lütfeder. .
Şükür kavramının temel mânasında “artmak, ortaya çıkmak, minnet ve övgü duygularını ifâde etmek” unsurları mevcuttur. Âlimler, bu anlamlardan hareketle kulun gerçekleştireceği küçük bir ameli bile Cenâb-ı HAKk’ın fazlasıyla mükâfatlandıracağı hususuna dikkat çekerler. Kulun güzel davranışları ALLAH’ın lutfettiği imkânlar sayesinde meydana geldiğinden aslında O’na yönelik hamd ve şükür niteliği taşır.
ALLAH’ın bu tür davranışları ödüllendirmesi din terminolojisinde aynı kavramla ifâde edilerek “kuluna teşekkür eden” anlamında Şekûr İsmi kullanılmıştır. Kişinin büyüklerine karşı saygılı davranması onun görevi ise de asil insanlar bu davranışa teşekkürle mukabele eder. Bu da karşılıklı sevgi ve saygıyı çoğaltır. Aynı durum kul ile ALLAH arasında düşünüldüğü takdirde kuldan itaat ve saygı (takvâ), allah’tan şefkat ve mükâfat şeklinde ortaya çıkar. Şekûr İsmi Kur'ÂN-ı Kerîm’de ve hadislerde gafûr ve halîm isimleriyle kullanıldığından âlimler bu ismin muhtevasına İlâhî Mağfireti de dahil etmiştir.
Kur’ÂN-ı Kerim'de eş-ŞEKÛR dört defa geçmektedir:
لِيُوَفِّيَهُمْ أُجُورَهُمْ وَيَزِيدَهُم مِّن فَضْلِهِ إِنَّهُ غَفُورٌ شَكُورٌ
“Li yuveffîyehum ucûrehum ve yezîdehum min fadlih (fadlihi), innehu GAFÛRun ŞEKÛR (şekûrun).: Onların ecirleri (mükâfatları) onlara vefa edilir (ödenir). Ve (ALLAH), onlara fazlından artırır. Muhakkak ki O; GAFÛR'dur (mağfiret eden), ŞEKÛR'dur (şükredilen).” (Fâtır 35/30)
وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَ إِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ
“Ve kâlû’l- hamdu lillâhillezî ezhebe anne’l- hazen (hazene), inne rabbenâ le GAFÛRun ŞEKÛR (şekûrun).: "Ve bizden hüznü gideren ALLAH'a hamdolsun, muhakkak ki RABBimiz, gerçekten GAFÛR'dur (mağfiret eden), ŞEKÛR'dur (şükredilen)." dediler (derler).” (Fâtır 35/30) (Fâtır 35/34)
ذَلِكَ الَّذِي يُبَشِّرُ اللَّهُ عِبَادَهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ قُل لَّا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى وَمَن يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَّزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ
“Zâlikellezî yubeşşirullâhu ibâdehullezîne âmenû ve amilû’s- sâlihât (sâlihâti), kul lâ es’elukum aleyhi ecren ille’l- meveddete fî’l- kurbâ ve men yakterif haseneten nezid lehu fîhâ husnâ (husnen), innellâhe GAFÛRun ŞEKÛR (şekûrun).: İşte Allah'ın, imân eden ve salih amel (nefs tezkiyesi) işleyen kullarını müjdelediği budur. De ki: “Ben, ona (tebliğe) karşı bir ücret istemiyorum, yakınlıkta sevgiden başka. Ve kim hasene işlerse onun için güzellikleri artırırız. Muhakkak ki Allah, Gafûr'dur (mağfiret eden), ŞEKÛRdur (Şükredilendir).” (Şûrâ 42/23)
إِن تُقْرِضُوا اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا يُضَاعِفْهُ لَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ شَكُورٌ حَلِيمٌ
“İn tukridûllâhe kardan hasenen yudâıfhu lekum ve yagfir lekum, vallâhu ŞEKÛRun HALÎM (halîmun).: Eğer ALLAH'a güzel bir borç verirseniz, onu size kat kat arttırarak öder ve sizi mağfiret eder. Ve ALLAH; ŞEKÛR'dur (şükredilendir, şükrün karşılığını verendir), HALÎM'dir.” (Tegâbün 64/17)
Şükür; iyiliği iyilikle karşılamak demektir. Şükür, ALLAHU TEÂLÂ'ya karşı kulun yapması gereken bir vazifedir. Çünkü ALLAH onu yaratmış ve sayısız ni'metlerine müstağrak kılmıştır ve bu ni'metlere karşı kullarını şükran veya küfran yollarından herhangi birini seçmek üzere serbest bırakmıştır.
Kul şükrederse ALLAH celle celâlihu onun şükrünü karşılıksız bırakmaz. Kul serbestliğini şükür yolunda kullanır; elindeki ni'metleri ALLAH'ın razı olacağı bir sûrette sarfederse, ALLAH onun da şükrünü karşılıksız bırakmaz, iyiliği daha geniş iyiliklerle karşılayarak ni'metini arttırır, iyiliklerin çoğalmasına meydan verir, çünkü ALLAHU TEÂLÂ ŞEKÛR'dur. Ni'met, esâsen kendisinin olduğu halde, şükreden kullarına ni'metlerini arttırarak şükür muamelesi yapar.
ŞEKÛR İsmine dâir âyet ve hadisler ALLAH’ın yaratıklara ve özellikle insana olan Lutuf, Muhabbet ve Merhametinin enginliğini göstermesi bakımından ayrıca önemlidir. ALLAH’ın insanla ilgili fiilî sıfatları içinde yer alan ŞEKÛR, GAFÛR, HALÎM ve HAMÎD İsimleriyle anlam yakınlığı içinde bulunur.
Kul, bazen gördüğü bir iyiliğe karşı sadece teşekkür etmekle yahut gördüğü iyiliğe karşı daha fazla iyilik yapmakla Şâkir (şükredici) olur.:
ذُرِّيَّةَ مَنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ إِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا
“Zurriyyete men hamelnâ mea nûh (nûhin), innehu kâne abden ŞEKÛRâ (şekûren).: (Ey) Nûh (aleyhisselâm) ile beraber taşıdıklarımızın zürriyyeti (onların soyundan olanlar)! Muhakkak ki O (Nûh aleyhisselâm), ÇOK ŞÜKREDEN bir kul idi.” (İsrâ 17/3)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da ŞÜKRetmez." buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî Birr, 35)
O'na karşı ne kadar şükretse yine de tam şükretmiş olamaz. Zira ni’met ve ihsanları sayısızdır.
ALLAH'a itaat etmek sûretiyle şükretmeye kalkışsa yine de şükretmiş sayılamaz, zirâ itaat etmesi bile, ALLAH tarafından kendisine bahşedilen başka bir ni’mettir. Hatta şükür ni’meti bile, şükrü gerektiren bir ni’mettir.
Öyleyse ALLAH'ın ni’metlerine karşı yapılacak en iyi ŞÜKÜR.: O ni’metleri mâsiyet (dünya) yollarında kullanmayıp, ta'at (ibadet) yollarında kullanmaktır..
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13040
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
Re: ESMAu'L- HÜSNÂ'nın KUR'ÂN-ı KERİM AÇILIMI
175- Es SÂNİ' celle celâluhu.:
Es SÂNİ' .: “İnsÂN AKLınca Sınrsız ve SONsuz KÂİNÂt San’atında güvenilir, emîn, itimad edilir üstün olan En Usta En San’atkâr/En San’atçı olan ALLAHu zü’L- CELÂL..
Es SÂNİ’..
Es SÂNİ' ALLAH celle celâlihu..
=>HER ÂN==>İŞİ’nin BAŞInda,
SIRR-ı SIRf SUBHÂNî->ALLAH!.
NAKKAŞı HAYy ==>NAKIŞInda,
FÂNi>BENim!. =>SÂNİ' ALLAH!.
US.: AkıL.. olaylar ya da kavramlar arasında zorunlu bağıntılar kurma, bu bağıntıları algılama ve kavrama, anlama, düşünme yetisi..
USTA.: San’atında güvenilir, emîn, itimad edilir üstün olan san’atkâr/san’atçı..
En USTA.: Es SÂNİ‘ ALLAH celle celâlihu..
Es Sâni' =>Sözlükte “yapmak, işlemek, san’atkârane ve maharetle yapıp meydana getirmek” anlamındaki “SUN'” kökünden türeyen “SÂNİ'”.: “yapan, san’at ve maharet çerçevesinde işleyip meydana getiren” demektir. “Mutlak mânada iş yapmak, eylem gerçekleştirmek” anlamına gelen “Fİ‘L” kelimesi şuursuz varlıklara da nisbet edildiği halde;
“belli bir amaca yönelik olarak düzenli bir şekilde iş yapmak” anlamını içeren “SUN'”un bu varlıklara nisbeti mümkün değildir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “snʿ” md.; Ebü’l-Bekâ, el-Külliyyât, “snʿ” md.).
Kur’ÂN-ı Kerîm’de EVRENdeki işleyişin belli bir düzen içinde seyrettiği ifâde edilirken bunun her şeyi sapasağlam kurup yürüten ALLAH’ın san’atkârane işi (SUN') olduğu belirtilmek sûretiyle kavramın kök kelimesi O’na izâfe edilir.:
وَتَرَى الْجِبَالَ تَحْسَبُهَا جَامِدَةً وَهِيَ تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ صُنْعَ اللَّهِ الَّذِي أَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ إِنَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَفْعَلُونَ
“Ve tere’l- cibâle tahsebuhâ câmideten ve hiye temurru merre’s- sehâb (sehâbi), SUN’ALLÂHillezî etkane kulle şey’ (şey’in), innehu habîrun bimâ tef’alûn (tef’alûne).: Sen (yeryüzündeki) dağları görürsün de, onları donmuş (yerinde sabit durur) sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi yürümektedir ve hareket halindedir. (Süratle geçmekte, yani Dünya sürekli dönmektedir. Bu) Her şeyi “sapasağlam ve yerli yerinde yapan” ALLAH’ın SANATı (yapısı)dır. Şüphesiz O, işlediklerinizden Haberdârdır.” (Neml 27/88)
Yine Kur’ÂN’da Firavun’un erkek çocuk katliamından Mûsâ aleyhisselâm’ın kurtarılması ve onun sarayında büyütülüp yetiştirilmesinin çetin şartları anlatılırken::
“Ben seni kendim için seçip yarattım”
وَاصْطَنَعْتُكَ لِنَفْسِي
“Vastana’tuke li nefsî.: "(Şimdi de) Seni Kendim için seçtim (yetiştirdim ve peygamberlikle şereflendirdim)." (Tâ-Hâ 20/41)
Bu âyette; “SUN‘” kökünden bir fiil “ıstana‘tü” ALLAH’a nisbet edilmiştir. Müfessirler bu âyetin tefsirinde, Mûsâ aleyhisselâm’a değer verilip yüceltilmesini onun ALLAH’ın elçisi olarak seçilmesi ve kendisine O’nun adına insanlara hitap etme görevinin verilmesiyle izâh ederler.. (Taberî, XVI, 211; Fahreddin er-Râzî, XXI, 56).
SUN‘ Kavramı çeşitli hadislerde yer almakla birlikte “SÂNİ'” şeklinde İlâhî bir Sıfata rastlanmamıştır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yeni bir elbise edindiğinde yaptığı şu DUÂda “SUN‘” fiili dolaylı şekilde ALLAH’a izâfe edilmiştir.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAHım! Övgü ve senâ ile anılmak SANA mahsustur. Bu elbiseyi bana giydiren SENsin. Yeni giysimin iyilik getirmesini ve onun için mukadder olan (SUN') hayrı taleb eder, kötülük getirmesinden ve onun için mukadder olan şerden SANA sığınırım!.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, “Libâs”, 1; Tirmizî, “Libâs”, 29).
SÂNİ' Kelimesi => III. (IX.) yüzyıldan itibaren ALLAH’ın İsim ve Sıfatları, Sıfatlarının EVRENLe ilişkisi konularına sistematik yaklaşım yapan Kelâm Âlimleri ve Müfessirler tarafından kullanılmaya başlanmış, ileriki dönemlerde bu kullanış daha yaygın hale gelmiştir.
Câhiz, Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, Mâtürîdî, Halîmî, Kâdî Abdülcebbâr ve Ebû Bekir İbnü’l-Arabî bu Âlimler arasında yer alır. Gazzâlî, Ebü’l-Muîn en-Nesefî ve Nûreddin es-Sâbûnî gibi müellifler “SÂNİ' ” kelimesini kitaplarının iç sisteminde başlık olarak da kullanmışlardır.
Haşr Sûresinin son âyetinde (59/24) Fiilî Sıfatların Evrenle ilişkisi konusunda -aralarında fark bulunmakla birlikte- genel anlamları “YARATMAK” olan HâLik, Bâri’ ve Musavvir İsimleri zikredilmiştir.:
هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Huvallâhu’l- Hâliku’l- Bâriû’l- Musavviru lehu’l- Esmâu’l- Husnâ, yusebbihu lehu mâ fî’s- semâvâti ve’l- ard (ardı) ve huve’l- Azîzu’l- Hakîm (hakîmu).: O ALLAH ki, HÂLIK’tır (her şeyi yaratıp vücuda getirendir), BÂRÎ’dir (her şeyi hiç yoktan ve en güzel bir biçimdekusursuzca var edendir), MUSAVVİR’dir (’şekil ve sûret’ verendir). En Güzel İsimler O’na aittir. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. (O’nun şanını yüceltmektedir.) O, AZÎZ’dir, HAKÎM’dir. (O mutlak Üstündür, tam Hüküm ve Hikmet Sâhibidir.)” (Haşr 59/24)
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin de belirttiği gibi (el-Emedü’l-aksâ, vr. 110) Kur’ÂN’da aynı mâhiyette olmak üzere Fâtır, Câil, Fâil gibi başka İsimler de geçer. Ancak Âlimler bu bağlamda SÂNİ‘ İsmini kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu tercihte SUN'un, ALLAH’a izâfe edilmiş olarak yer aldığı âyetin İlâhî Yaratmada hem san’at ve maharet hem de sağlamlık, düzen ve devamlılık bulunduğu şeklinde bir içerik taşımasının etkili olduğu söylenebilir..