İnsÂN, fıtratı/yaradılış gereği SEVİNCi, KEDERi, NEŞEyi, HÜZNü YAŞAyan bir VARLIktır. Hayatı boyunca SEVİNCine etki eden birçok olayla karşılaştığı gibi ÜZÜNTÜsüne yol açabilecek olaylarla da yüz yüze kalabilmektedir. ALLAH TeALÂ’nın İnsÂNlara sunduğu en güzel ve en yararlı ni’metlerden biri de MUTLU OLma, SEVme ve SEVİNç DUYma ni’metidir. Bu ni’metler DİN ve AKLIn gözetimiyle daha da değer kazanır. İnsÂNlara güncel yaşamın baskı ve streslerinden kurtulmada yardımcı olur.
Âhireti bırakıp Dünyâ Hayatının tercih edilmesinin yanlışlığı Kur'ÂN-ı Kerîm’de şöyle ifâde edilmektedir.: “Fakat siz (ey İnsÂNlar!) Dünyâ hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlıdır...”
قَالُوا لَن نُّؤْثِرَكَ عَلَى مَا جَاءنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذِي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَا أَنتَ قَاضٍ إِنَّمَا تَقْضِي هَذِهِ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
إِنَّا آمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا خَطَايَانَا وَمَا أَكْرَهْتَنَا عَلَيْهِ مِنَ السِّحْرِ وَاللَّهُ خَيْرٌ وَأَبْقَى “Kâlû le’n- nu’sireke alâ mâ câenâ mine’l- beyyinâti vellezî fataranâ fakdi mâ ente kâd (kâdin), innemâ takdî hâzihi’l- hayâte’d- dunyâ. İnnâ âmennâ bi rabbinâ li yagfire lenâ hatâyânâ ve mâ ekrehtenâ aleyhi mine’s- sihr (sihri), vallâhu hayrun ve ebkâ.: Sihirbazlar.: “Bize gelen mu’cizeler karşısında asla seni tercih etmeyiz (üstün tutmayız). Çünkü bizi, O yarattı. Bu durumda sen, yapacağını yap. Fakat sen, ancak bu Dünya Hayatında yaparsın.” dediler.
Muhakkak ki biz, hatalarımızı ve ona karşı sihirden bize zorla (istemeyerek) yaptırdığın şeylerden (dolayı) bizi, mağfiret etsin (affetsin ve günahlarımızı sevâba çevirsin) diye RABBimize îmân ettik. Ve ALLAH, daha hayırlıdır ve daha bâkidir (kalıcıdır).”(Tâ-Hâ 20/72-73)
Müslüman =>Yumuşak Huyluluğu ve Güler Yüzlülüğü kendine şiâr edinmelidir. Böyle olması ALLAH’ın SEVgisine ulaşmasına vesile olur.:
SEVinç Kelimesi; Türkçe’de =>“İstenen veya hoşa giden bir şeyin olmasıyla duyulan COŞku” anlamına gelmektedir. Arapça’da ise =>Neşe, Huzur ve MutLuluk gibi anlamlar; “el-ferah”, “es-sürûr”, “es seâde” gibi kelimelerle ifâde edilmektedir. SEVinçli, SEVinmiş, MutLu anlamlarına gelen “mesrur”, “mes’ud” ve “saadet” gibi sözcükler, Arapça’dan Türkçe’ye geçerek, SEVinç ve MutLuluğu ifâde eden kelimelerdir. Türkçe’de HUZUR, uzun vâdeli duygusal bir durumu, SEVinç ise kısa süreli heyecan hâlini ifâde etmektedir. Dolayısıyla her fert kendi zihin tasavvuruna göre SEVinç ve MutLuluğu bu duygular çerçevesinde değerlendirmektedir..
İnsÂNın SEVinç, NEŞE, HUZUR hâlini belirterek, MutLuluk ifâdesini doğrudan yansıtan kavramların başında “sürûr” kavramı gelmektedir. Sürûr kelimesi Arapça “ر -ر -س“ kökünden gelmiş olup, İnsÂNın içinde gizlediği, açığa vurulmayan SEVinç hâlidir. Âyetlerde; SEVincin Dünyâ ve âhiret boyutu ele alınarak gerçek SEVincin âhirette olacağı belirtilmiştir.:
وَيَنقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا “Ve yenkalibu ilâ ehlihî mesrûrâ(mesrûren).: Ve ehline surur içinde sevinçle dönecek.”(İnşkâk 84/9)
إِنَّهُ كَانَ فِي أَهْلِهِ مَسْرُورًا “İnnehu kâne fî ehlihî mesrûrâ(mesrûren).: Muhakkak ki o, (dünyada) ehlinin arasında iken surur içinde sevinçliydi.”(İnşkâk 84/13)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, tebessümü kendisine şiâr edinmişti. Sahâbeye =>Neşeli ve Üzüntülü olduğu her durumda mütebessim bir yüzle karşılık vermiştir.
Sahâbeden Cerîr b. Abdullah radiyallahu anhu şöyle anlatıyor.: “Müslüman olduğum günden beri Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, beni her gördüğünde yüzüme bakarak gülümserdi. Kays b. Âsım radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir defâsında buyurdu ki.: "Yemenli iyi bir adam şu kapıdan içeri girecek. Onun yüzünde bir parça melek sûreti vardır!." Bu söz üzerine Cerir kapıdan içeri girdi.” demiştir. (Buhârî, “Edeb”, 68; Müslim, “Fezâil”, 135.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“Her iyilik bir sadakadır. Din kardeşini güler yüzle karşılaman ve kendi kovandan din kardeşinin kovasına boşaltman bir iyiliktir.”buyurmuştur. (Câbir b. Abdillâh radiyallahu anhu’dan; Tirmizî, “Birr”, 45.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz; O, sizin amellerinize ve kalblerinize bakar!.”buyurmuştur. (Ebû Hüreyre radiyALLAHu anhu’den; İbn Mâce, “Zühd”, 9; Müslim, “Birr”, 33-34.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem =>Vedâ Haccında bütün Müslümanlara hitâben.: “Ey İnsÂNlar! Bu gününüz, bu ayınız, bu şehriniz nasıl korunmaya lâyıksa ->mallarınız ve kanlarınız da RABBinizle buluşacağınız güne kadar birbirinize haram kılınmıştır!.”buyurmuştur. (Buhârî, “İlim”, 37, “Hac”, 132; Müslim, “Hac”, 147.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH katında Dünyânın yok olması =>mü’min bir kimsenin öldürülmesinden daha iyidir.”buyurmuştur. (Tirmizî, “Diyât”, 7.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Âdemoğlu yaşlanır, onda iki şey baki kalır; mala olan hırs ve çok yaşamaya hırs.”buyurmuştur. (Müslim, “Zekât”, 115; Tirmizî, “Zühd”, 38.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İki haslet vardır ki bir mü’min’de asla beraber bulunmazlar: cimrilik ve kötü ahlâk.”buyurmuştur. (Tirmizî, “Birr”, 41.)
İnsÂN =>SABIRsızdır.:
إِنَّ الْإِنسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا “İnne’l- insâne hulika helûâ (helûan).: Çünkü hakikaten İnsÂN çok hırslı, SABIRsız (huysuz ve doyumsuz) bir yaratılıştadır.”(Meârîc 70/19)
إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا “İzâ messehu’ş- şerru cezûâ (cezûan).: Kendisine şer (ve keder) dokunursa, o zaman hemen feryada başlayıp sızlanır.” (Meârîc 70/20)
İnsÂN =>NANKÖRdür.:
وَهُوَ الَّذِي أَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ إِنَّ الْإِنسَانَ لَكَفُورٌ “Ve huvellezî ahyâkum summe yumîtukum summe yuhyîkum, inne’l- insâne le kefû r(kefûrun).: Size (ilk defa) hayat verip (varlığa çıkaran), sonra öldürecek olan, sonra da yeniden diriltecek olan O’dur. (Buna rağmen) İnsan gerçekten pek NANKÖRdür (kadir kıymet bilmezdir).”(Hac 22/66)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Aza şükretmeyen ->çoğa da şükretmez; İnsÂNlara teşekkür etmeyen =>ALLAH’a da şükretmez.”buyurmuştur. (Tirmizî, “Birr”, 35.)
İnsÂN =>TARTIŞMACIDIR.:
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِن كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ الْإِنسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا “Ve lekad sarrafnâ fî hâze’l- kur'âni li’n- nâsi min kulli mesel (meselin), ve kâne’l insânu eksere şey'in cedelâ (cedelen).: Andolsun, Biz bu Kur’ÂN’da İnsÂNlar için (ders alınmak üzere) her örnekten çeşitli (misâller anlatıp) açıklamalarda bulunduk. (Ama) İnsânoğlu çoğunlukla (haklı haksız) her konuda (ve boşuna) TARTIŞMAya pek meraklıdır (gerçeği ve görevini bırakıp alâkasız işlerin peşine düşmektedir).”(Kehf 18/54)
İnsÂN =>ZÂLİMDİR.:
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ “Ve men azlemu mimmenifterâ alâllâhi keziben ev kezzebe bi âyâtih (âyatihî), innehu lâ yuflihu’z- zâlimûn (zâlimûne).: ALLAH’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya O’nun âyetlerini yalanlayıp (yamultarak, haksızlık ve ahlâksızlık sistemlerine yamamaya çalışanlardan) daha ZÂLİM kim vardır? Hiç şüphesiz O, ZÂLİMleri kurtuluşa ulaştırmayacaktır.”(Enʿâm 6/21)
İnsÂN =>KISKANÇTIR ve HASEDÇİDİR.:
أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَى مَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ فَقَدْ آتَيْنَآ آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُم مُّلْكًا عَظِيمًا “Em yahsudûne’n- nâse alâ mâ âtâhumullâhu min fadlıhî, fe kad âteynâ âle ibrâhîme’l- kitâbe ve’l- hikmete ve âteynâhum mulken azîmâ (azîmen).: Yoksa onlar, ALLAH’ın Kendi Fazlından İnsÂNlara verdiklerini mi KISKANıyorlar? (Oysa ALLAH’ın her takdiri ve taksimi hikmetli ve adaletlidir.) Doğrusu Biz, İbrahîm Âilesine Kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk (servet ve devlet) de bahşettik.”(Nisâ 4/54)
وَإِنِ امْرَأَةٌ خَافَتْ مِن بَعْلِهَا نُشُوزًا أَوْ إِعْرَاضًا فَلاَ جُنَاْحَ عَلَيْهِمَا أَن يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًا وَالصُّلْحُ خَيْرٌ وَأُحْضِرَتِ الأَنفُسُ الشُّحَّ وَإِن تُحْسِنُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا “Ve in imraetun hâfet min ba’lihâ nuşûzen ev ı’râdan fe lâ cunâha aleyhimâ en yuslıhâ beynehumâ sulhâ (sulhan). Ve’s- sulhu hayr (hayrun). Ve uhdırati’l- enfusu’ş- şuhh (şuhha). Ve in tuhsinû ve tettekû fe innallâhe kâne bi mâ ta’melûne habîrâ (habîran).: Eğer bir kadın, kocasının nüşûzundan (baskı ve huysuzluğundan), veya kendisinden yüz çevirip uzaklaşmasından korkarsa, barış düşüncesiyle (ve huzursuzluğu gidermek gayretiyle onların kendi) aralarını bulup düzeltmek (girişimi) her ikisi için de (bu bir ayıp değil) sevaptır; (çünkü her halde) barış daha hayırlıdır. Nefisler ise “KISKANÇlığa ve bencil tutkulara” hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz ALLAH, yaptıklarınızdan haberdâr olandır (her ameliniz O’nun bilgisi dâhilindedir).”(Nisâ 4/128)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de hasedden sakındırarak zararını şöyle haber vermektedir.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “HASED etmekten sakının, zira HASED, odunun ateşi yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.”buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/391.)
İnsÂN =>FITRATEN ZAYIF YARATILMIŞTIR.:
يُرِيدُ اللّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُمْ وَخُلِقَ الإِنسَانُ ضَعِيفًا “Yurîdullâhu en yuhaffife ankum, ve hulika’l- insânu daîfâ (daîfen).: ALLAH (ağır yükleri ve zor hükümleri) sizden hafifletmek ister; (çünkü) İnsÂN (fıtratı ve tabiatı, dayanıklılığı az ve) ZAYIF OLARAK HALK edilmiştir. (Ve zaten İslam sıkıntı değil kolaylık dinidir.)”(Nisâ 4/28)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ->Oruçlu olan kişi için.: “Kim yalan sözü, cehâleti ve yalan sözle amel etmeyi bırakmazsa, ALLAH’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur.”buyurmuştur. (Buhârî, “Edeb” 51; Müslim, “Savm”, 8.)
2.7.İNSÂNIN =>İYİ ÖZELLİKLERİ.:
Kur’ÂN-ı Kerîm’de ALLAH’ın Has Kullarının özellikleri şöyle sıralanmaktadır. “Mütevâzi bir şekilde yürürler. Câhillerle tartışmazlar. Geceleri secde ederler. İsraf etmezler. Cimrilik yapmazlar. Şirke düşmezler. Yalana şâhidlik etmezler. Sabırlarından dolayı cennetin en yüksek mevkilerindedirler.”
*RAHMÂN’ın (akıllı, hayırlı ve has) kulları (onlardır ki;) gezip dolaştıkları (her) yerde, (münâsib ve) mütevazı yürürler. Bilgisiz (ve görgüsüz) kimseler kendilerine sataştıklarında ise onlara.: “Selâmetle (barış ve güvenlik içinde olun)!” derler (ve geçiştirirler, yersiz TARTIŞMA ve KAPIŞMAlara girişmezler. Ama kudsallarına sataşıldığında gerekli tepkiyi gösterirler). * Onlar, (RAHMÂN’ın makbul kulları) gecelerini(n bir kısmını) Rablerine secde ederek ve kıyam halinde (namaz ve niyaz üzerinde) geçirirler. (Herkesin gaflet uykusunda olduğu yarı gecelerde onlar ihlasla ibadet halindedirler.) * Onlar, “Ya Rabbi, cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Çünkü cehennem azâbı devamlıdır (ve çok şiddetli bir kahırdır;” şeklinde ALLAH’a yönelirler.) * “Gerçekten orası çok kötü bir duraktır ve çok kötü ve dayanılmaz bir mekândır” diye (yalvarıp DUÂ ederler). * Onlar infâk edip (harcadıkları) zaman, ne israf edip savururlar, ne de (cimrilik edip) kısarlar; her ikisi arasında (kıvamında) orta bir yol tutan (hayırda harcayan, israftan kaçınan kimselerdir). * Ve (RAHMÂN’ın sadık ve şuurlu kulları;) onlar ALLAH ile beraber, başka ilâha (hiçbir makama ve güç odağına asla) DUÂ edip yalvarmaya (tenezzül ve tevessül etmeyenlerdir; savaş ve meşru müdafaa gibi) haklı bir sebep olmaksızın ALLAH’ın haram kıldığı (hiçbir) canı öldürmeyen ve (asla) zinâ etmeyen (hatta gözleriyle ve gönülleriyle bile bu çirkeften sakınıveren) kimselerdir. Çünkü her kim bunları yaparsa çok “ağır bir cezâ ile” karşılaşıverecektir. * (Bunların) Kıyamet günü azâbı kat kat ziyâdeleşir. Orada zelîl ve hakir olarak ebedî (cehenneme mahkûm edilir). * Ancak, her kim (kesin ve samimi bir) tevbe (ile inkâr ve isyandan dönerse) ve (gerçekten) iman edip (Hakka ve hayra yönelirse) ve (İslam’a ve insanlığa yararlı) sâlih ameller işleyip davranışlarını düzeltirse; işte böylelerinin kötülüklerini, ALLAH iyiliklere çevirir. ALLAH çok Bağışlayandır, çok Esirgeyendir. * Kim tevbe eder ve amel-i sâlih işlerse, kesinlikle o, ALLAHu TeALÂ’ya tevbesi makbul (olmuş ve O’nun rızasına kavuşmuş) olarak dönecektir. * (Ve yine RAHMÂN’ın makbul kulları) Onlar yalan yere şâhidlik etmezler, (bildiklerini gizlemezler, ifadelerini eğip bükmezler.) Lağviyata (boş, yararsız ve hayâsız konuşmalara, tartışmalara, sataşmalara ve programlara) rastladıklarında ise vakarla (ve ağır başlılıkla) oradan uzaklaşarak geçip giderler. * Ve onlar, kendilerine RABBlerinin ayetleri hatırlatılıp anlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör (gibi ilgisiz ve isteksiz) davranmayan (hemen kendilerini toparlayıp Kur’ÂN’ı anlamaya ve uygulamaya çalışan mü’min) kimselerdir. * Ve onlar: “RABBimiz, eşlerimizden ve soyumuzdan bize, gözümüzün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takvâ sâhiblerine önder kıl” (ki; şuurlu, onurlu ve huzurlu yaşanacak bir düzene ve döneme rehberlik yapalım) diyenlerdir. (Ve bu yönde çaba gösterenlerdir.) * İşte bunlar (var ya; ibâdet, istikâmet ve dini hizmet üzerinde) sabretmelerine karşılık, (cennetin en gözde konaklarındaki) makamlarla ödüllendirilecek ve orada esenlik dileği ve selâmla karşılanıp (sevindirilecek ve şereflendirileceklerdir).. (Furkân 25/63-75)
* İnsÂN =>RAHMÂNî AŞKk ve Hüzün Tomurcuğunun nâdide şeklidir. Bu yüzden İnsÂN için.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Men arefe NEFSehu =>fekad arefe RABBehu.: NEFSini/Kendini TANıyan/BİLen =>RABB’ini TANır/BİLir.”buyurmuştur. (Aclunî, Keşfu’l-Hâfâ, II, 236; (Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed el-ʿArabî et-Tâî el-Hâtimî (İbn ʿArabî), Nefsini Bilen RABBini Bilir: Varlık, Yokluk ve Nefsin Mertebeleri, Tercüme ve şerh M. Esad Erbilî, Haz. Ercan Alkan (İstanbul: Hayy Kitap, 2012), 38, 46-49, 52.)
denilmesinin sırrı da budur. (Sadık Kılıç, Benliğin İnşası (İstanbul: İnsÂN Yayınları, 2000), 69.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Güzel Ahlâk Sâhibi Müslümanın bu ahlâkı sayesinde devamlı nafile namaz kılan ve oruç tutan Âbid Kulun makamına ulaşacağını”bildirmiştir. (Tirmizî, “Birr”, 62.)
* İnsÂN =>ALLAH’ı tanıyıp bilme kabiliyetini TEMİZ FITRATında taşır.
Bundan dolayı küfür ve inkâr İnsÂNın temiz olarak yaratılan fıtratından bir sapmadır.:
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ “Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevme’l- kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn (gâfilîne).: Hani RABBin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini (bütün insanların ruhaniyetlerini huzuruna) almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhidler kılmıştı: "Ben sizin RABBiniz değil miyim?" (Size vücutlar, çeşitli imkân ve fırsatlar verip dünyaya gönderirsem, Bana iman ve itaat eder misiniz? demişti de) onlar: "Evet (RABBimizsin), biz şâhid olduk" (ve söz veriyoruz) demişlerdi. (Bu,) Kıyamet Günü: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir.”(A‘râf 7/172)
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ الْقَيِّمِ مِن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لَّا مَرَدَّ لَهُ مِنَ اللَّهِ يَوْمَئِذٍ يَصَّدَّعُونَ “Fe ekim vecheke li’d- dînil kayyimi min kabli en ye’tiye yevmun lâ meredde lehu minallâhi yevmeizin yassaddeûn (yassaddeûne).: (Ey Resûlüm!) Öyleyse Sen (ve ümmetin), ALLAH’tan (bir takdir olarak) geri çevrilmesi mümkün olmayan gün (ölüm ve kıyamet) gelmeden önce, yüzünü dimdik ve dosdoğru ayakta duran (Hakk) DîNe çevir. (Ve İslâm’da sebat et ki, zaten) O gün (âhirette, kâfirler mü’minlerden) ayrılıp bölünecekler (ve lâyık oldukları cehenneme gireceklerdir).”(Rûm 30/43)
* İnsÂN ÖZÜnde =>Diğer canlılarda olmayan bir güç vardır.
Bu yüzden İnsÂN =>Hem Madde ->Hem Mânâ ->Hem Rûh =>Hem de Cisimdir.:
ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِن رُّوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ “Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumu’s- sem’a ve’l- ebsâre ve’l- ef’ideh (efidete), kalîlen mâ teşkurûn (teşkurûne).: Sonra onu “düzeltip bir biçime soktu” (SEViyeLedi) ve ona (insana, Kendi) RÛHundan (hayat ve şuur sırrından) üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. (Buna rağmen) Pek az şükrediyorsunuz? (Ne nankör insanlarsınız!)”(Secde 32/9)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de iki kişiye hased etmek yoktur, diyerek sadece gıbta edilmesine müsaade etmiştir.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“İslâm da hased etmek yoktur. Sadece iki kişiye gıbta edilebilir. ALLAH’ın kendisine mal verip onu uygun yerler harcayan kimseye; bir de ALLAH’ın kendisine ilim/hikmet verip onu başkalarına öğreten kimseye.”buyurmuştur. (Buhârî, “İlim”, 15.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, İnsÂNın iyi olmasını kalbinin iyi olmasına bağlamıştır.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“İnsÂNın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur o kötü olursa bütün beden kötü olur dikkat edin o kalbdir.” buyurmuştur. (Buhârî, “İman”, 39; Müslim, “Müsâkât”, 107.)
2.9. İNANÇ YÖNÜNDEN İNSÂNLAR.: ALLAH celle celâlihu, İnsÂNları inanma yönünden hür bıraktığı için inanmaya zorlamaz. Hür iradeleri ile imânı kabul etmelerini ister. Hatalı bir tercih yapmasının karşılığında ise âhirette hesâbını verir. ALLAH, dini İnsÂNlara zorla kabul ettirme noktasında peygamberlere bile bir yetki vermemiştir. ALLAH, dileseydi yeryüzünde tüm İnsÂNlar inanırdı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e İnsÂNların inanmaları için zor kullanmaması gerektiği de bildirilmiştir.:
وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لآمَنَ مَن فِي الأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا أَفَأَنتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُواْ مُؤْمِنِينَ “Ve lev şâe RABBuke le âmene men fî’l- ardı kulluhum cemîâ (cemîân), e fe ente tukrihu’n- nâse hattâ yekûnu mu’minîn (mu’minîne).: (Ey Resûlüm!) Eğer RABBin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka imân ederdi. (ALLAH imtihan gereği onları serbest bıraktığı halde,) Sen insanları imân etmeleri için zorlayacak mısın?”(Yûnus 10/99)
Kur’ÂN-ı Kerîm’deki farklı âyetlere göre herkesin din, vicdan, düşünce ve inanç özgürlüğüne sâhib olduğu belirtilmiştir. Dileyen inanır, dileyen inkâr eder.:
وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا “Ve kulil hakku min RABBikum fe men şâe fel yu'min ve men şâe fe’l- yekfur innâ a'tednâ li’z- zâlimîne nâren ehâta bihim surâdikuhâ, ve in yestegîsû yugâsû bi mâin kel muhli yeşvîl vucûh (vucûhe), bi'se’ş- şerab (şerabu) ve sâet murtefekâ (murtefekan).: De ki.: “Hakk RABBinizdendir. (ALLAH’tan başkası, sizin için haklı ve hayırlı olacak dini ve düzeni bilemez ve gösteremez...) Artık (Hakk geldikten ve Kur’ÂN’a davet edildikten sonra) isteyen imân etsin, isteyen inkâr etsin. Şüphesiz Biz zâlimlere bir ateş hazırlamışız ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar feryat edip yardım isterlerse, (erimiş maden misali) katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan (pis ve acı) bir su ile (güyâ) yardım edilirler. (Oysa) O ne kötü (ve bayağı) bir içecektir ve ne kötü (ve aşağılayıcı) bir destektir!”(Kehf 18/29)
لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ “Lekum dînukum ve liye dîn(dîni).: “(Öyleyse) Sizin (bâtıl) dininiz (ve düzeniniz) size, Benim (Hakk) dinim (ve âdil düzenim) Bana” (aittir. En azından, herkes birbirlerinin temel insan haklarına saygı göstermelidir.)”(Kâfirûn 109/6)
Bu yüzden dinde zorlama yoktur.:
لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ “Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyene’r- ruşdu mine’l- gayy (gayyi), fe men yekfur bi’t- tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bi’l- urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm (alîmun).: (İnsanları İslam’a sokmak için de, ibâdetleri yaptırmak için de) Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapkınlık ve azgınlıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu (İslam dışı sistemleri ve zâlim kişileri terk ve inkâr ederek onları) tanımayıp ALLAH’a inanırsa (İslam nizamına tâbi olursa); artık o, şüphesiz sapasağlam bir kulpa yapışmıştır ki; bunun kopması yoktur (Kur’ÂN’a tutunanların mahrum ve mahcup olma endişesi kalmamıştır). ALLAH, İşitendir, Bilendir.”(Bakara 2/256)
Kur’ÂN, İnsÂNları inanç yönünden farklı sınıflandırmaktadır. ALLAH’a inananlar ve imânlarının gereğini yerine getiren mü’minler.: * Onlar; (o müttakiler ki kesinlikle ve içtenlikle) gaybe (yani görmedikleri, ama varlıklarından asla şüphe de etmedikleri gerçeklere) imân edenlerdir, namazı dosdoğru (şuurlu ve huzurlu şekilde kılıp) ikâme edenlerdir, ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenlerdir. (Helâl ve meşru kazançlarından, ALLAH rızası için, gerekli yerlere ve ihtiyaç giderici ölçüde verenlerdir. Farklı Din ve kavimden herkesin insanca yaşayacağı Âdil bir Düzeni ve devlet disiplinli infâk sistemini kurma gayreti güdenlerdir.) [Not: Ğayb; olmayan ve aslı bulunmayan şey değildir, çünkü olmayana imân, akla muhaliftir. Oysa Ğayb; zâhiren görünmeyen, ama mevcudiyeti ve etkileri; eserleriyle, tecellî ve tezâhürleriyle kesin bilinen ve inkârı akla ve vicdana ters düşen hakikatlerdir.]
* (Ey Resûlüm!) Onlar, Sana indirilene (Kur’ÂN-ı Kerim’e), Senden önce indirilenlere (Tevrat ve İncil’in orijinaline) imân edenlerdir ve âhirete de kesin bir bilgiyle inanıp (hazırlık görenlerdir. Ki gerçek âhiret inancı, hesâbdan ve azâbdan kurtulma amacı taşımayanlar müttaki mü’minlerden değildir.)
* İşte bunlar, RABBlerinden olan (imân, ittika ve istikametle kazanılan) bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler bu kimselerdir.”(Bakara 2/3-5)
İnanmayıp inkâr edenler kâfirler.: * Şüphesiz, (ALLAH’ın varlığını ve Kur’ÂN’ın haklılığını bile bile, ama işlerine gelmediği için) inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için aynıdır; (onlar asla) imân etmeyeceklerdir. (Çünkü yaratılış ve imtihan şuuru ile kulluk sorumluluğu taşımayan kimselerdir.)
* (Bile bile inkâr, i’tiraz ve isyan ettiklerinden dolayı) ALLAH, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir; ve gözlerinin üzerine de perde (çekmiştir). Ve büyük azâb onlar içindir. (Bakara 2/6-7)
İnanmış gibi görünüp hakikatte inanmayanlar münâfıklar.: * (Dışlanmaktan ve aşağılanmaktan kurtulmak ve Müslümanların elde edeceği ni’met ve faziletlerden yararlanmak için) İnsanlardan (öyle) kimseler vardır ki.: “biz ALLAH’a ve âhiret gününe inandık" derler. (Ve öyle gözükürler.) Halbuki onlar inanmış değillerdir.
* Onlar (münâfıklar, sözde) ALLAH’ı ve imân edenleri aldattıklarını (zannetmektedirler); oysa onlar, sadece kendilerini aldatmaktadırlar ve (ama bunun) şuurunda değillerdir. (Çünkü ALLAH’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışanlar, ancak kendilerini kandıran kimselerdir.)
* Onların kalblerinde (nifak) hastalığı (yerleşmiştir). ALLAH da hastalıklarını ziyâdeleştirmiştir. (Sürekli) Yalan söylemekte (hile ve hıyanet düşünmekte) olduklarından dolayı, onlar için acı bir azâb (gelecektir).
* Kendilerine.: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde (tam bir pişkinlikle): "Biz sadece (halkın ahlâkını ve toplum nizamını düzeltip iyileştirmek isteyen) ıslah edicileriz" demekte (ve fesatlıklarına ıslah kılıfı geçirilmekte)dir.
* İyi bilin ki; gerçekten, asıl fesadçılar kendileridir, ama (bunun) şuurunda değillerdir.
* Onlara; “siz de diğer insanların imân ettiği gibi imân edin, ” denildiği zaman; “Biz hiç, o bayağı ve aşağı kimseler gibi imân eder miyiz? (Biz bu dine ve davaya öylesıradan ve aklı noksan basit insanlar gibi inanıp, onlar gibi hareket edemeyiz)” derler. Halbuki asıl ayarsız ve akılsız olanlar kendileridir, fakat (farkında değildirler, bunu) bilmezler.
* (Bu münâfıklar) İman edenlerle karşılaştıklarında (sadık din ve dava ehliyle bir arada bulunduklarında): “Biz de imân etmiş kimseleriz (ama İslam’a hizmet için kâfirlerle zâhiren işbirliği görüntüsü vermekteyiz; sakın bizden şüphelenmeyiniz!)” derler. (Ancak) Şeytanları (ve şer odaklarıyla gizlice buluşup) baş başa kaldıklarında (ise); “Şüphesiz biz (asıl) sizinle beraberiz, (sizin hedeflerinize hizmet etmekteyiz.) Biz (mü’min ve Müslüman kesimleri sadece idare ve) istihza etmekteyiz” (zira “onların desteğini almak mecburiyetindeyiz”) derler.
* (Oysa asıl) ALLAH onlarla alay etmekte (Kur’ÂN’ın bir kısmına inanıp bir kısmına itiraz eden münâfıkları,onları kendi hallerine bırakmakla ve bir müddet fırsat tanımakla oyalayıvermekte)dir. (Böylece) Kendi azgınlıkları ve sapkınlıkları içinde bocalayıp durmalarını (istemekte) ve süre vermektedir.
* İşte onlar (münâfıklar) hidâyet karşılığı dalâleti satın alıp (sapıtmış kimselerdir), fakat bu (akılsız ve ahlâksız) ticaretlerinden bir yarar sağlayamamış; artık hidâyeti de bulamamış (kesimlerdir).(Bakara 2/8-16)
Ve ALLAH’a ortak koşan müşrikler.:
لَمْ يَكُنِ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ مُنفَكِّينَ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ الْبَيِّنَةُ “Lem yekunillizîne keferû min ehli’l- kitâbi ve’l- muşrikîne munfekkîne hattâ te’tiye humu’l- beyyineh (beyyinetu).: Kitap Ehlinden ve müşriklerden (olan) kâfirler; kendilerine apaçık bir delil (Nebî, Kitap, kanıt) gelinceye kadar, (bulundukları bâtıl ve berbat durumdan) kopup-ayrılacak değillerdi. (Bu nedenle yeni bir peygambere ve İlahi vahye ihtiyaç vardı.)”(Beyyine 98/1)
İslâm Âlimleri de bu bağlamda İnsÂNları inanç yönünden bu sınıflara ayırıp incelemişlerdir. Mü’min =>“korkusuz, emîn ve güvenli olmak; inanmak, güvenmek ve güvenilir olmak anlamındaki “e-m-n” kökünden türeyen, tasdik eden, i’timat eden, inanan, boyun eğen, itaat eden; güven veren, emîn kılan demektir.” (Fikret Karaman, “Mü’min”, Dini Kavramlar Sözlüğü, ed. İsmail Karagöz, vd. (Ankara: DİB Yayınları, 2010), 357.)
Kâmil bir imâna sâhib olan mü’min sâlih ameller yaparak ALLAH’a KUL olduğunun bilincinde olan kimsedir.137137 (İbrahim Kafi Dönmez, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (İstanbul: MÜİF Yayınları, 2006), 3/1459.)
=>KÂFİR.: “Bir şeyi örtmek, perdelemek, gizlemek, uzak durmak ve ni’mete nankörlük etmek anlamlarındaki “k-f-r” kökünden türemiştir. Sözlükte; bir şeyi örten, gizleyen ve ni’mete, iyiliğe nankörlük eden anlamına gelir. Bu kelimenin asıl anlamı, bir şeyi örtmek, gizlemektir. Bu sebeple, gündüzü örtüp gizlediği için geceye, tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye ve kılıcı örttüğü için kınına “KÂFİR” denmiştir.” (Fikret Karaman, “Kâfir”, Dini Kavramlar Sözlüğü, ed. İsmail Karagöz, vd. (Ankara: DİB Yayınları, 2010), 357.)
Istılahta ise; Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i ve onun ALLAH’tan getirdiği şeyleri yalanlayan, tevâtür yoluyla bize ulaşan hükümlerden birini veya birkaçını inkâr eden kişiye “KÂFİR” denir. (Fikret Karaman, “Kafir”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 357.)
Gazzâlî küfrü, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in getirmiş olduğu şeyleri yalanlamak şeklinde târif etmiştir. (M. Sait Özervarlı, “Gazzâlî’nin Kelâm İlmindeki Yeri”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1996), 13/ 505-511.)
Kâfir kelimesi, Kur’ÂN-ı Kerîm’de ni’metin değerini bilmeyip, nankörlük yapanlar için de kullanılmıştır.: (Dönmez, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, 2/1051.)
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ “Fezkurûnî ezkurkum veşkurû lî ve lâ tekfurun (tekfurûni).: O halde (siz yalnız Bana itaat ve ibâdet ederek devamlı) Beni zikredin ki; Ben de sizi (rahmetim ve mağfiretimle) zikredeyim. (Nimetim ve faziletimle şereflendireyim.) Bana (sürekli ve samimiyetle) şükredin, sakın nankörlük etmeyin.”(Bakara 2/152)
Kur’ÂN-ı Kerîm’de birçok âyette kâfir olarak ölen kişinin cehennemde ebedî azâba uğrayacağı haber verilmiştir.: “Fakat âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte ALLAH’ın, meleklerin ve bütün İnsÂNların lâneti onların üstünedir.”
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ “İnnellezîne keferû ve mâtû ve hum kuffârun ulâike aleyhim la’netullâhi vel melâiketi ve’n- nâsi ecmaîn (ecmaîne).: (Ama ne var ki) Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler (ise, şüphesiz); ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti bunların üzerinedir.”(Bakara 2/161)
Kur’ÂN’a göre bütün iyiliklerin kaynağı olarak imân, bütün kötülüklerin kaynağının da küfür olduğu belirtilmektedir. İnsÂNdan sâdır olan kötü davranışlar küfür ehline nispet edilmektedir. Çünkü kâfir işlediği kötülükleri içine sindirmektedir. Pişmanlık duyup tövbe etmesi söz konusu değildir. (Şimşek, Kur’ÂN’ın Ana Konuları, 33.)
=>MÜNÂFIK.: kaybolmak, eksilmek, geçmek ve tükenmek anlamındaki “n-f-k” kökünden türemiştir. Istılahta, kalbi ile inanmadığı halde inkârını saklayıp, dili ile inandığını söyleyerek mü’min görünen kimseye denir. Münâfığın bu davranışına nifak denir.” (Karagöz, vd. “Mü’min”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 495.)
Diğer bir ifâdeyle münâfık, kalben inanmadığı halde ALLAH’ı, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i ve getirdiği vahyi kabul ettiğini söyleyen, Müslüman gibi görünen, özüyle sözü birbirine uymayan kimse demektir. (Dönmez, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, 3/1465.)
“İnsÂNlardan bazıları da vardır ki inanmadıkları halde “ALLAH’a ve âhiret gününe inandık derler.”
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ “Ve mine’n- nâsi men yekûlu âmennâ billâhi ve bi’l- yevmi’l- âhıri ve mâ hum bi mu’minîn (mu’minîne).: (Dışlanmaktan ve aşağılanmaktan kurtulmak ve Müslümanların elde edeceği ni’met ve faziletlerden yararlanmak için) İnsanlardan (öyle) kimseler vardır ki, “biz ALLAH’a ve âhiret gününe inandık" derler. (Ve öyle gözükürler.) Halbuki onlar inanmış değillerdir.”(Bakara 2/8)
Münâfıkların vasıfları olarak da; “mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinirler, ALLAH’ı aldatmaya çalışırlar, namaza üşenerek kalkarlar, ALLAH’ı çok az zikrederler, ne mü’minlerden yana ne de kâfirlerden yana olurlar, bu ikisi arasında bocalayıp dururlar.":
* (Münâfıklar) Ki onlar mü’minleri (İslam kardeşliği cephesini) bırakıp, kâfirlerin (ve zâlimlerin) velâyetini-himâyesini (haksızlık ve ahlâksızlık temelli Haçlı birlikteliğini) hedef ittihaz ediniyorlar. (Bu münâfıklar) İzzeti (şeref, huzur ve hürriyeti) onların (bâtıl ve barbar odakların) yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet (kuvvet ve haysiyet) kesinlikle ALLAH’ındır (ve İslam’dadır).
* O (Allah), size Kitap’ta: "ALLAH’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın (bu hain münafıklardan ayrılın), yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye (ayet) indirdi (ve uyardı). Doğrusu ALLAH, münâfıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacaktır.
* Onlar (marazlı münâfıklar) sizi (uzaktan) gözetleyip duruyorlar. Eğer size ALLAH’tan bir fetih (zafer ve ganimet) gelirse: “Biz de sizinle birlikte değil miydik?” diye (yılışıyorlar). Ama şayet kâfirlere (başarıdan) bir nasib düşecek olursa (zâlimler galip gelirse onlara yanaşıp): “Sizi üstün gelmeniz için (destekleyerek), mü’minlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?” diye (münâfıklık ediyorlar). ALLAH, kıyamet günü aranızda hükmedecektir. ALLAH, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermeyecektir. (Sonunda mü’min mücâhidleri zafere ulaştıracaktır.)
* Gerçek şu ki; münâfıklar ALLAH’ı aldatmaya (çalışmaktadırlar). Oysa asıl O (ALLAH) onları aldatıp (oyalamaktadır). Onlar ki namaza kalktıklarında, tembel ve isteksizce davranmaktadırlar, (her konuda) insanlara (yaranmaya çalışmakta ve) riyakârlık yapmaktadırlar ve ALLAH’ı çok az hatırlamakta (Kur’ÂN’ı okuyup anlamaya ve zikirle uğraşmaya yanaşmamakta)dırlar.
* (O münâfıklar; kaypak ve çıkarcı bir tavırla, kâfirlerle Müslümanlar) Arasında tereddüdle bocalayıp-yalpalayıp durmaktadırlar. Ne o tarafa (bâtıla tam bağlanıp yaranırlar), ne de bu tarafa (İslam’a tam yanaşırlar). ALLAH’ın (kötü niyetleri ve bozuk tıynetleri sebebiyle) şaşırttığı kimselere artık kesinlikle (çıkar bir) yol bulamazsın.”(Nisâ 139-143)
Kötülüğü emredip, iyiliğe engel olurlar, elleri de cimridir.:
الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُم مِّن بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُواْ اللّهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ “El munâfikûne ve’l- munâfikâtu ba’duhum min ba’din, ye’murûne bi’l- munkeri ve yenhevne ani’l- ma’rûfi ve yakbidûne eydiyehum nesûllâhe fe nesiyehum inne’l- munâfıkîne humu’l- fâsikûn (fâsikûne).: Münâfık erkeklerle münâfık kadınlar, (bozuk fıtratları ve fesatçılıkları bakımından) birbirine benzerler. Onlar (birbirine ve çevresine) kötülüğü emreder, iyilikten alıkoymaya girişirler. Ellerini sıkı tutarlar (ALLAH yolunda harcamazlar). Onlar (inkâr ve isyan etmekle) ALLAH’ı unuttular, O (ALLAH) da onları (hidâyetinden ve rahmetinden mahrum etmekle) unuttu. Doğrusu münâfıklar hep fasık olanlardır.”(Tevbe 9/67)
Yalancıdırlar, yemînlerini kalkan olarak kullanırlar, İnsÂNları ALLAH YoLundan alıkorlar, gösteriş yapmayı severler, konuşmalarında çekicidirler, her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler.” şeklinde beyan edilmektedir.
إِذَا جَاءكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ
اتَّخَذُوا أَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَن سَبِيلِ اللَّهِ إِنَّهُمْ سَاء مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا فَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَفْقَهُونَ
وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِن يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُّسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
* Münâfıklar Sana geldikleri zaman: “Şâhidlik ederiz ki Sen gerçekten ALLAH’ın Resûlüsün” derler. (Üstelik) “ALLAH da bilir ki, Sen elbette O’nun Resûlüsün” (diyerek kendi samimiyetsizliklerini örtmek için ALLAH’ı da şâhid gösterirler. Ama) ALLAH hiç şüphesiz o münâfıkların yalancı olduklarını da (bilmekte ve buna) şâhidlik yapmaktadır.
* Onlar (münâfıklar) yeminlerini kalkan yapıp (yalan yeminlerinin ve sahte samimiyetlerinin arkasına sığınıp insanları) ALLAH’ın yolundan saptırmaktadırlar. Doğrusu bu yaptıkları ne kadar kötü (bir davranıştır).
* Bu, onların (başında; akılları ve vicdanları İslami gerçekleri ve Hakk Dinin gerekliliğini anlayıp) imân etmelerine (rağmen, işlerine gelmediği ve beğenmedikleri için) sonradan (içten itiraz ve) inkâra yönelmeleri (ama zâhiren hâlâ Müslüman görünmeleri) dolayısıyla böyle olmaktadır. Bu yüzden kalblerinin üzerine mühür basılmış (hidâyetleri kararmıştır), artık onlar (gerçeği ve başlarına geleceği) kavrayamaz konumdadır.
* (Ey Nebim!) Sen onları (münâfıkları) gördüğün zaman, (düzgün ve bakımlı) endamları (zâhiri kalıpları ve tavırları) Senin hoşuna gidip beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlemeye (değer sanırsın. Oysa bunlar sözlerine, kıyafetlerine ve zâhir görünüşlerine aşırı dikkat gösterip, suni ve sahte davranışlarla takâa ve tarafsızlık numarası yapmakta ustalaşmışlardır. Aslında) Onlar sanki (sütun misali) dayandırılmış düzgün ahşap-kütükler gibi (şuursuz ve vicdansızdırlar. Bu kofluklarından ve korkularından dolayı da) Her çıkışı ve çağrıyı (her yaygarayı ve konuşulanı) kendileri aleyhlerine sanırlar. Onlar (sinsi ve tehlikeli) düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının (münâfıkları tanımaya çalışın ve onlara karşı tedbirli ve dikkatli olun). ALLAH onları kahretsin; nasıl da (Hakk’tan) çevriliyorlar ve dönekleşip duruyorlar. [Bakara: 204, 205 ve 206 bu âyetin izahıdır.]” (Münâfikûn 1-4)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de münâfıklar için konuştuklarında yalan söylediklerini, söz verdikleri zaman sözlerinde durmadıklarını, emanete hıyanet ettiklerini, düşmanlıklarında aşırı gittiklerini bildirmiştir. (Buhârî, “İman”, 24; Müslim, “İman”, 107.)
Münâfıklar, Dünyâ menfaatleri için Müslüman görünürler. Zâhiren Müslüman göründükleri için kendilerine İslâm’ın hükümleri uygulanır, Müslüman muamelesi yapılır. Fakat gerçekte kalblerinde imân olmadığı için kâfirdir ve İnsÂNların inkâr bakımından en tehlikelileridir. (Şerafettin Gölcük-Süleyman Toprak, Kelâm, 4. Baskı (Konya: Tekin Dağıtım, 1998), 105.)
Müşrik; “bir şeyde ortak olmak anlamındaki şirk kökünden türemiş, sözlükte; ortak koşan, ortak yapan" anlamına gelir. (Karaman, “Müşrik”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 506.)
Istilâhta ise; ALLAH’a, ilâh, rab, mâ’bud oluşunda sıfat ve fiillerinde eşi ve ortağı bulunduğunu kabul eden kimseye denir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Mecûsilikte olduğu gibi iki ilâhın varlığını kabul etmek hem şirk hem de küfürdür. (Karaman, “Müşrik”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 506.)
Kur’ÂN-ı Kerîm’de müşrikler için şöyle buyurulmaktadır.: “Apaçık deliller kendilerine gelinceye kadar, Ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar (küfürden) ayrılacak değillerdi.”
لَمْ يَكُنِ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ مُنفَكِّينَ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ الْبَيِّنَةُ “Lem yekunillizîne keferû min ehlil kitâbi ve’l- muşrikîne munfekkîne hattâ te’tiye humu’l- beyyineh (beyyinetu).:
Onlara (münâfıklara): “Gelin (bu nifâk ve tefrikadan vazgeçip tevbe edin) ALLAH’ın Resûlü de sizin için mağfiret dilesin. (Kendinize, çevrenize ve geleceğinize yazık etmeyin)” denildiği zaman, başlarını döndürüp (uzaklaşmaktadırlar) ve görürsün ki kibirlenerek yüz çevirip (gururlu bir tavır takınmaktadırlar).”(Beyyine 98/1)
Bu yüzden şirk, İnsÂNın yücelip ALLAH’a ulaşmasını engelleyen, şeref ve haysiyetine aykırı, İnsÂNı alçaltan bir inkâr türüdür. (Gölcük, Kelâm, 132.)
Şirk, tevhid inancının zıddıdır. ALLAH’ı ulûhiyetiyle, rubûbiyyetiyle, isim ve sıfatlarıyla birlemeyen her inanç şirktir. Şirkte inançsızlığın hem küfür yönü hem de nankörlük yönü vardır. (Şimşek, Kur’ÂN’ın Ana Konuları, 36.)
Şu âyette “Herkesin kazandığını görüp gözeten ALLAH inkâr edilir mi? Hâlbuki onlar, ALLAH’a ortak koştular. De ki: “Onların isimlerini açıklayın. Yoksa siz (bununla) O’na yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi haber vermiş olacaksınız, yoksa boş söz mü etmiş olacaksınız?” Hayır, inkâr edenlere hileleri güzel gösterildi ve onlar doğru yoldan saptırıldılar. ALLAH, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.”(Raʿd 13/33)müşriklerin durumu açıkça beyan edilmiştir.
أَفَمَنْ هُوَ قَآئِمٌ عَلَى كُلِّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَجَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء قُلْ سَمُّوهُمْ أَمْ تُنَبِّئُونَهُ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي الأَرْضِ أَم بِظَاهِرٍ مِّنَ الْقَوْلِ بَلْ زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ مَكْرُهُمْ وَصُدُّواْ عَنِ السَّبِيلِ وَمَن يُضْلِلِ اللّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ “E fe men huve kâimun alâ kulli nefsin bi mâ kesebet, ve cealû lillâhi şurekâ’ (şurekâe), kul semmûhum, em tunebbiûnehu bi mâ lâ ya’lemu fî’l- ardı em bi zâhirin mine’l- kavl (kavli), bel zuyyine lillezîne keferû mekruhum ve suddû anis sebîl (sebîli), ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd (hâdin).: Her nefsin (hayır-şer herkesin) bütün kazandıkları (ve davranışları) üzerinde gözetici olana (ALLAH’a başkaldırılır mı? Buna rağmen) Onlar ALLAH’a ortaklar koştular. De ki: “Bunları (putları ve tağutları, onlara uyduruk isim ve sıfatlar takarak) adlandırıp (durun bakâlim). Yoksa siz yeryüzünde (hâşâ ALLAH’ın) bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz? Yoksa sözün zâhirine (veya boş ve süslü olanına) mı (kanıyorsunuz)? Hayır, doğrusu inkâr edenlere kendi hileli-düzenleri süslü-çekici gösterilmiştir ve onlar (şeytanlar ve tağutlar tarafından, doğru) yoldan alıkonulmuşlardır. ALLAH (müstahak olduğu için) kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için hiçbir yol gösterici (hidâyet edici) yoktur, bulunmayacaktır."(Raʿd 13/33)
2.8.İNSÂNINDEĞERİ ve ÜSTÜNLÜĞÜ.:
İnsÂN, ALLAH’ın yeryüzünde kendi adına yetkili kıldığı bir aktördür. Kâinatın tek yaratıcısı ALLAH, İnsÂNı en güzel biçimde yaratmış, çok sayıda ni’met ve meziyetlerle donatmıştır. Bu özellikler, onu diğer varlıklardan üstün kılmaktadır. Sayısız ni’metlerden dolayı haklar, görevleri ni’metler de sorumlulukları doğurur. Bunlardan dolayı İnsÂN ALLAH karşısında sorumludur. Kur’ÂN-ı Kerîm’de bu sorumluluk şöyle ifâde edilmektedir. “ALLAH, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (ni’metler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kıldı. Şüphesiz RABBin, cezâsı çabuk olandır. Ve gerçekten çok bağışlayan çok merhamet edendir.”
وَهُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلاَئِفَ الأَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِّيَبْلُوَكُمْ فِي مَا آتَاكُمْ إِنَّ رَبَّكَ سَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ “Ve huvellezî cealekum halâifelardı ve refea ba’dakum fevka ba’dın derecâtin li yebluvekum fî mâ âtâkum, inne RABBeke serîu’l- ikâbi ve innehu le gafûrun rahîm (rahîmun).: Ey mücâhid ve müstakîm mü’minler!) O sizi yeryüzünün halifeleri kılıp (seçti) ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. (Kimilerinizi ötekilerinizden mal, mevki, marifet yönündenderece derece üstün kılarak, size verdiğinimet, fazilet ve fırsatlarlasizi imtihan etmektedir.) Şüphesiz Senin RABBin, cezâlandırıp sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, Bağışlayandır, Esirgeyendir.”(Enʿâm 6/165)
Kur’ÂN, İnsÂNa kendisini anlatmaktadır. ALLAH’a kul olmak için yaratıldığı, huzur ve MutLuluğun bu amaca ulaşmakla mümkün olacağı bildirmektedir. İnsÂNın nihâî hedefine ulaşması ve ebedî MutLuluğu elde etmesi için peygamberler gönderilmiştir. ALLAH, İnsÂNı diğer varlıklara göre en güzel şekilde yaratmış, üstün vasıflarla donatmıştır. İnsÂNın en güzel şekilde yaratılması onun şerefli kılınmasının göstergesidir. ALLAH TeALÂ, yaratmanın en güzeliniİnsÂNa hasretmiştir. (Mâtürîdî, Te’vilâtü ehl-i sünne (Beyrut: Müessesetü’r-risale, 2004), 3/178. )
Bu yüzden İnsÂN, diğer varlıklara göre O’nun katında ayrı bir yer sâhibtir. (Murtaza Mutahhari, Kur’ÂN-ı Kerîm’deİnsÂN Tanımı (Me’aric Sûresi’nin Tefsiri), çev. Hasan Kanatlı (İstanbul: Kevser Yayınları, 2008), 56.)
RABBini bilsin ve tanısın diye ona düşünme ve tefekkür kabiliyeti vermiştir. (Mehmet Sarı, Kur’ÂN Işığında İnsÂNın Yaratılış Gayesi (Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2011), 27.)
Diğer varlıkların itaati tefekkür ile değil fıtrîdir. (Akalın, Türkçe Sözlük, “Mesut”, 1663.)
İnsÂNın itaati akıl eksenlidir. Nitekim İnsÂNlardan aklı olanlar dinin emirlerinden sorumlu iken aklı olmayanlar sorumlu değildir. Bu yüzden İnsÂN diğer varlıklara göre hem değerli hem de üstündür. (Mâtürîdî, Te’vilâtü ehl-i sünne, 3/178.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem geçlerin eğitimine de önem vermiş Mescid-i Nebevî’nin yanına eğitim ve öğretim faaliyeti için Suffe mektebi yaptırmıştır. (Mustafa Baktır, “Suffe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2009), 37/469-470.)
Aynı şekilde, toplumun diğer bireyleri gibi yaşlılarla da ilgilenmiş onlara değer vermiş, bazen onlarla şakalaşarak doğruları anlatmaya çalışmıştır. Mesela yaşlı bir kadının cennete girmesi için DUÂ etmesini istemesi üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yaşlıların cennete girmeyeceğini söylemesi üzerine yaşlı kadının üzüldüğünü görmüş yaşlıların cennete genç olarak gireceklerini söylemesi üzerine yaşlı kadının SEVinmesini sağlamıştır. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili (İstanbul: Azim Neşriyat, ts.), 7/400.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, başta anne ve babalar olmak üzere yaşlılara karşı nasıl davranılması gerektiğini de bizlere göstermiştir. (Saffet Sancaklı, “Hadislerde “Yaşlılık Olgusunun” Değerlendirilişi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahîyat Fakültesi Dergisi 10/1 (2006), 57.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kimsesizlerin, yetimlerin ve kocası ölmüş kadınların ihtiyaçların karşılamak için çalışan kişi, ALLAH için cihad eden veya gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiren kimse gibidir.”buyurmuştur. (Buhârî, “Nafakat”, 1; Edeb”, 25-26.) 2.11.İNSÂNve DUYGU.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir şeyden hoşlanmadığı zaman duygusu yüzünden belli olurdu. İnsÂNlarda gördüğü olumsuz ve kötü davranışları düzeltirken onların onur ve şahsiyetlerini incitmemeye özen gösterir sözü genel ifâdelerle dile getirirdi.(Hüseyin Algül, Âlemlere Rahmet, Hz. Muhammed (Ankara: TDV Yayınları, 2013), 162.)
Onun sabır ve teenni ile hareket edip İnsÂNların şahsiyetlerini rencide etmemesini kendisine 10 yıl hizmet etmiş olan Enes radiyallahu anhu’in şu ifâdesinden anlıyoruz. “ALLAH’a yemîn ederim ki bana bir defâ dahi olsun yaptığım bir şey için bunu niçin böyle yaptın şöyle yapsaydın ya dememiştir.” (Zeynü’d-dîn Ahmed b. Ahmed b. Abdi’l-Latîfi’z-Zebîdî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, çev. ve şerh. Kâmil Miras, 9. Baskı (Ankara: DİB Yayınları, 1991), 12/136.)
fResûlullah sallallahu aleyhi vesellem, SEVginin tezâhürü ve kalb katılığının giderilmesi için yetimin başını okşamayı tavsiye etmiştir. Kalbinin katılığından şikâyet eden adama “Yetimin başını okşa, yoksulu doyur.”[/color] buyurmaktadır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/263, 387.)
İnsÂNa, duygu ve hislerini dile getirmek her türlü hayır ve güzellikleri bildirmek için konuşma yeteneği verilmiştir. (Konyalı Mehmed Vehbi Efendi, Hulâsatü’l-beyân fî Tefsîri’l-Kur’ÂN (İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1968), 8/3029.)
2.12.İNSÂNINDAVRANIŞLARI ve DAVRANIŞLARINA ETKİ ETKİ EDEN FAKTÖRLER.:
İnsÂN, davranışlarını öğrenme yoluyla kazanır. İnsÂNda var olan dinî duygu, ALLAH TeALÂ’ya yönelmesi O’na güvenmesi ve teslim olmasıyla sonuçlanır. Onda birçok içgüdünün yanında ekonomik özgürlüğe sâhib olma duygusu da vardır. Bu durum İnsÂNın mal SEVgisine düşkünlüğünden kaynaklanmaktadır.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsÂNda iki şey yaşlanmaz. Yaşamak arzusu ve mal SEVgisi.” buyurarak İnsÂNın duygu yönüne dikkat çekilmiştir. . (Tirmizî, “Zühd”, 28.)
2.13.İNSÂNINBEDENÎ İHTİYAÇLARI.:
İnsÂNın birçok ihtiyacı vardır. Bunların bir kısmı, hayatın korunması ve neslin devamı için zorunlu ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlar, fizyolojik, sosyolojik ve psikolojiktir.İnsÂN hayatını sürdürebilmesi için yeme, içme, barınma, soğuk ve sıcaktan korunma vb. ihtiyaçlarını karşılaması gerekir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsÂNoğlunun oturacağı bir evi, üzerini örtecek bir elbisesi, katıksız ekmek ve su dışında temel ihtiyacı yoktur.” buyurmaktadır. (Tirmizî, “Zühd”, 30. 208 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/364.)
Yine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Müslümanlar, su, otlak ve ateşte ortaktırlar.” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/364.)
İnsÂN bedeni, ceset ve ruhtan müteşekkildir. Cesed, et ve kandan oluşan vücudun maddî varlığıdır. Kalb ve ruhu taşıyan binektir. (Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, 39.)
2.14.İNSÂNINPSİKOLOJİK ve SOSYOLOJİK İHTİYAÇLARI.:
İnsÂN, beden ve ruhtan oluşan bir varlık olduğundan ihtiyaçları da maddî ve mânevî olmak üzere iki yönlüdür. İnsÂN, ALLAH’ın saymakla bitiremeyeceği ni’metlerle maddî ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَةَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ اللّهَ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ “Ve in teuddû ni’metallâhi lâ tuhsûhâ, innallâhe le gafûrun rahîm (rahîmun).: Eğer ALLAH’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu (bir genelleme yaparak bile kavrayıp) sayamazsınız (ama yine de nankörlüğe kalkışırsınız!); gerçekten ALLAH, (bunca günahınıza rağmen) çok Bağışlayandır, pek Esirgeyendir.”(Nahl 16/18) 2.15.İNSÂNINDÜNYEVÎ İHTİYAÇLARI.:
İnsÂN, her zaman elindeki ni’metin kıymetini bilerek ve israf ve cimrilikten uzak durarak kanaât sâhibi olmalıdır. Bu da iyi ahlâkın kaynağıdır. Kanaât eden izzetli olur, hırslı ve tamahkâr olan ise zelîl olur. (Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 3/527.) Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, İnsÂNın Dünyâ malına hırsını şöyle belirtiyor.: “İnsÂNoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz.” buyurmuştur. (Buhârî, “Rikâk”, 10; Müslim, “Zekât”, 116.)
Âyet ve hadislerde bildirildiğine göre Dünyâ hayatının geçici olduğu, Dünyâ zevklerine aldanılmaması gerektiği, gerçek ve ebedî hayatın âhiret olduğu bildirmektedir. “Dünyâ hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için âhiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?”
وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَلدَّارُ الآخِرَةُ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ “Ve mâl hayâtu’d- dunyâ illâ leibun ve lehv (lehvun), ve le’d- dâru’l- âhiretu hayrun lillezîne yettekûn (yettekûne), e fe lâ ta’kılûn (ta’kılûne).: (Oysa) Dünya hayatı sadece bir oyun ve bir oyalanmadan başka bir şey değildir. (ALLAH’tan) Korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakınmakta olanlar için âhiret yurdu ise gerçekten daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak (ve gerçeği anlamayacak) mısınız?”(Enʿâm 6/32)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Dünyânın câzibesini ve çekiciliğini şöyle ifâde etmektedir.: “Şüphesiz ki Dünyâ yeşildir, tatlıdır. ALLAH da sizi orada halifeler yapmıştır. Sizin nasıl amelde bulunacağınıza bakmaktadır.” buyurarak bu gerçeği bildirmiştir. (Müslim, “Zikr”, 99; Tirmizî, “Fiten”, 26; İbn Mâce, “Fiten”, 19.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Eğer Dünyânın ALLAH katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı ondan Dünyâda hiçbir kâfire bir damla SU vermezdi.” buyurmuştur. (Tirmizî, “Zühd”, 79.)
Buyurarak Dünyânın değersizliğine işaret etmiştir. Yukarıdaki âyet ve hadislerden anlaşıldığına göre Dünyâ hayatının geçiciliği bildirilmiş, âhireti hesap etmeksizin Dünyâya dalmanın kötülüğüne vurgu yapılmıştır 2.16.İNSÂNINUHREVÎ SORUMLULUKLARI ve MUTLULUĞU.:
İnsÂN, ALLAH’tan gelmiştir ve O’na dönecektir.
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ “Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (râciûne).: (Sabır ehli mü’minlere) Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki.: “Biz kesinlikle ALLAH içiniz (O’nun rızası ve davası peşindeyiz) ve şüphesiz (öldükten sonra da) O’na dönücüleriz.”(Bakara 2/156)
Kur’ÂN, âhiret hayatını inkâr edenleri eleştirmekte, onları, Dünyânın dış yüzünü bilenler şeklinde tanımlamaktadır. “Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise onlar tamamen gafildir.”
يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِّنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ “Ya’lemûne zâhiren mine’l- hayâtid dunyâ, ve hum ani’l- âhıreti hum gâfilûn (gâfilûne).: Onlar dünya hayatının sadece dış (görünüşü)nü bilirler (maddenin gerçeğinden ve içyüzünden habersizdirler). Âhiretten ise onlar (daha da) gafildirler.” (Rûm 30/7)
[Not:Dünya’nın, Kâinat’ın ve tüm varlıkların; ●Cenâb-ı HAKkın “Nûr”unun farklı yoğunluktaki enerji dalgaları, ●Esmâ ve sıfatlarının tezâhür ve tecellî yansımaları ●Ve her an İlahî sanat ve kudretle yaratılan görüntü boyutları olduğu gerçeğine dikkat çekilmektedir.]
Dünyâ, tüm İnsÂNlar için imtihan yeri, âhiret ise mükâfat ve cezâ yeridir. Kur’ÂN bu gerçeği “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır.”
الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ “Ellezî halaka’l- mevte ve’l- hayâte li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ (amelen), ve huve’l- azî zu’l- gafur (gafûru).: O, (İslam’a ve insanlığa uygun davranış, ahlâk ve anlayışta) amel bakımından hanginizin daha iyi (daha güzel ve daha verimli) olacağını denemek (ve hak ettiği karşılığı vermek) için, (dünyada yaşatıp) ölümü ve (âhirete kaldırıp sonsuz) hayatı yaratmıştır. O, Üstün ve Güçlü olandır, çok Bağışlayandır.”(Mülk 67/2)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH’ın yaratmasını görüp durduğu halde, ALLAH’ın varlığından şüphe eden kimseye şaşarım. İlk yaratılmayı bildiği dirilmeyi inkâr edene şaşarım. Her gün ve gece ölüyor ve diriliyor iken yani uyuyup uyanırken ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve haşri inkâr edene şaşarım. Cennete ve oradaki ni’metlere inandığı halde aldanış yurdu olan bu Dünyâ için koşturana şaşarım. Başlangıcının atılmış bir damla meni, sonunun da tiksindirici bir leş olduğunu bildiği halde kibirlenen ve övünen kimseye şaşarım.” buyurmaktadır. (Ebû Abdillâh (Ebü’l-Fazl) Fahrüddîn er-Râzî, et-Tefsîrü’l-kebîr (Mefâtihu’l-gayb) (Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-ʿArabî, 2001), 1/278.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim bir karış miktarı bir yere haksız olarak zulümle sâhib olursa o yerin yedi katı boynuna geçirilir.”buyurmuştur. (Buhârî, “Mezâlim”, 13.)
Dünyâda İnsÂNın yaptığı haksızlıkların karşılıksız kalmayacağı vurgulanmıştır.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde ALLAH TeALÂ, yedi sınıfİnsÂNı Arş’ının gölgesinde gölgelendirecektir: Adil devlet başkanı, güzel ve mevki sâhibi bir kadının beraber olma isteğine ben ALLAH ‘tan korkarım diye karşılık verip ona yaklaşmayan adam…” buyurmuştur. (Buhârî, “Ezân”, 36..)
3-)HADİSLERDE SEVİNÇ KAVRAMI VE TEZÂHÜRLERİ.: 3.1.SEVİNÇ KAVRAMININ MÂHİYETİ.: SÜRÛR.: İnsÂNın SEVinç, neşe, huzur hâlini belirterek, MutLuluk ifâdesini doğrudan yansıtan kavramların başında “sürûr” kavramı gelmektedir. SÜRÛR kelimesi Arapça (ر -ر -س (kökünden gelmiş olup, İnsÂNın içinde gizlediği, açığa vurulmayan SEVinç hâlidir. (İ sfehânî, el-Müfredât, “Sürûr”, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, 490.) Âyetlerde; SEVincin Dünyâ ve âhiret boyutu ele alınarak gerçek SEVincin âhirette olacağı belirtilmiştir.:
قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاء فَاقِعٌ لَّوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ “Kâlûd’u lenâ RABBeke yubeyyin lenâ mâ levnuhâ, kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun safrâu, fâkiun levnuhâ tesurru’n- nâzırîn (nâzirîne).: (Bu sefer) Dediler ki.: "RABBine adımıza yalvar da, bize (onun) rengini bildirsin." O (Hz. Mûsâ ise: RABBim) buyuruyor ki.: “O, bakanların içini ferahlatan sarı renkli-parlak tüylü bir inektir" demişti.”(Bakara 2/69)
وَيَنقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا “Ve yenkalibu ilâ ehlihî mesrûrâ (mesrûren).: Ve kendi ehline (ailesine ve yakın çevresine) sevinç içinde dönmüş olacaktır.”(İnşikâk 84/9)
إِنَّهُ كَانَ فِي أَهْلِهِ مَسْرُورًا “İnnehu kâne fî ehlihî mesrûrâ (mesrûren).: Çünkü o, (dünyada günahkâr ve isyankâr olmasına rağmen) kendi âile yakınları arasında neşelenip (gururlanmıştı).”(İnşikâk 84/13)
SEVİNÇ.:SEVİNÇ kelimesi; Türkçe’de “İstenen veya hoşa giden bir şeyin olmasıyla duyulan coşku” anlamına gelmektedir. Arapça’da ise; neşe, huzur ve MutLuluk gibi anlamlar; “el-FERAH”, “es-SÜRÛR”, “es SEÂDE” gibi kelimelerle ifâde edilmektedir. SEVinçli, SEVinmiş, MutLu anlamlarına gelen “MESRÛR”, “MES'UD” ve “SAADEt” gibi sözcükler, Arapça’dan Türkçe’ye geçerek, SEVinç ve MutLuluğu ifâde eden kelimelerdir. (Akalın, Türkçe Sözlük, “Saadet”, 1993)
Türkçe’de huzur, uzun vâdeli duygusal bir durumu, SEVinç ise kısa süreli heyecan hâlini ifâde etmektedir. Dolayısıyla her fert kendi zihin tasavvuruna göre SEVinç ve MutLuluğu bu duygular çerçevesinde değerlendirmektedir.
3.2. KUR’ÂN-ı KERÎM’de SEVİNÇ KAVRAMI.: ALLAH TeALÂ, çâresiz kalan kuluna bir çıkış yolu göstererek, onu ummadığı yerden rızıklandırır.:
فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ فَارِقُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَأَشْهِدُوا ذَوَيْ عَدْلٍ مِّنكُمْ وَأَقِيمُوا الشَّهَادَةَ لِلَّهِ ذَلِكُمْ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مَخْرَجًا “Fe izâ belagne ecelehunne fe emsikûhunne bi ma’rûfin evfârikûhunne bi ma’rûfin ve eşhidû zevey adlin minkum ve ekîmûş şehâdete lillâh (lillâhi), zâlikum yûazu bihî men kâne yû’minu billâhi ve’l- yevmi’l- âhir (âhiri), ve men yettekıllâhe yec’al lehu mahrecâ (mahrecen).: Sonra (üç iddet bekleme) sürelerine ulaştıkları zaman, artık onları ma’ruf (bilinen güzel bir tarz) üzere ya (yanınızda) tutun, ya da ma’ruf üzere (güzel bir şekilde) onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şâhid tutarak (mahkeme kararı ve resmiyet kanalıyla boşanın). Şâhidliği de ALLAH için dosdoğru yapın. İşte bununla, ALLAH’a ve âhiret gününe iman edenlere öğüt verilip (uyarılmaktadır). Kim ALLAH’tan korkup (haksızlık ve ahlâksızlıktan) sakınırsa (ve RABBine güvenip sığınırsa, ALLAH) ona (her türlü darlık ve zorluktan kurtulacak) bir çıkış yolu açacaktır.”(Talâk 65/2)
FELÂH.: Kur’ÂN-ı Kerîm’de el-FELÂH kelimesi, (ح-ل-ف (kökünden türemiş olup yarmak, kurtulmak, önündeki engeli kaldırıp istediğine ulaşmak, talep edilen şeyi elde etmek ve hayırların devam etmesini istemek284 umduğunu ele geçirmek, nail olmak ve kurtuluşa ermek mânâlarında kullanılmaktadır. (İbn Manzûr, “F-l-h”, Lisânü’l-ʿArab, 2/547.; Süleyman b. Mukâtil, Kurân Terimleri Sözlüğü, çev. M. Beşir Eryarsoy (İstanbul: İşaret Yayınları, 2004), 424.)
Kur’ÂN da FELÂH iki manada kullanılmıştır. Dünyevî FELÂH, Dünyâ hayatının güzel hale gelmesini sağlayan saadetleri elde etme şeklindedir.:
فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَأَطِيعُوا وَأَنفِقُوا خَيْرًا لِّأَنفُسِكُمْ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Fettekûllâhe mesteta’tum vesmeû ve etîû ve enfikû hayren li enfusikum, ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar ALLAH’tan korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakınıverin, (Kur’an’ın ve Resulüllah’ın emirlerini) dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize bir hayır yatırımı (en büyük yarar kaynağı) olmak üzere infakta bulunun (helâl kazancınızı cihad ve hayır yolunda harcayın). Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.”(Tegâbün 64/16)
وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Vellezîne tebevveûd dâre ve’l- îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yû’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah (hasâsatun), ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler (Ensar sahabiler) ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu ve kıskançlık duygusu) hissetmezler. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından sıyrılıp korunmuşsa, işte onlar felaha (kurtuluşa) erişecek kimselerdir.”(Haşr 59/9)
أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Ulâike alâ huden min RABBihim ve ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: İşte bunlar, RABBlerinden bir hidâyet üzerindedirler ve felah bulanlar da onların ta kendileridir.”(Lokmân 31/5)
أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Ulâike alâ huden min RABBihim ve ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: İşte bunlar, RABBlerinden olan (iman, ittika ve istikametle kazanılan) bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler bu kimselerdir.”(Bakara 2/5)
لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءهُمْ أَوْ أَبْنَاءهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ أُوْلَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُم بِرُوحٍ مِّنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ أُوْلَئِكَ حِزْبُ اللَّهِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Lâ tecidu kavmen yû’munûne billâhi ve’l- yevmi’l- âhîri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimu’l- îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâ’l- enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh (hizbullâhi), e lâ inne hizbullâhi humu’l- muflihûn (muflihûne).: ALLAH’a ve âhiret gününe (gerçekten) iman eden hiçbir kavmi (kesimi ve kişileri); ALLAH’a ve ReSuLü’ne başkaldıran, (Âyet ve Hadislere dayalı İslâm düzenine ve Müslüman ülkelere düşman olup savaş açan) kimselerle bir sevgi (ve işbirliği) içinde asla bulamazsın; velev ki, bu (zalim ve hain çevreler), isterse kendi babaları (olsun), ister çocukları (olsun), ister kardeşleri (veya tarikat-cemaat ihvanı olsun), isterse âşiretleri (partileri, müttefikleri) olsun, (yine de şuurlu mü’minler asla zalimlerin ve hainlerin başarısını arzulamaz, destek çıkmaz ve saygı duymazlar. Çünkü, ülkede faizi, fuhşu, içki ve uyuşturucuyu, kumarı ve şans oyunlarını yürütenlere, Siyonist Yahudi ve Hristiyan merkezlerin güdümüne girenlere “meveddet”=benimseyip desteklemek ve sevgi göstermek imana ve insanlığa aykırıdır); işte bunlar (sadık ve sağlam Müslümanlar), öyle(sine samimi ve nasipli) kimselerdir ki, (ALLAH) kalblerine imanı yazıp (yerleştirmiş) ve onları Kendinden (İlahî izzet ve inayetinden) bir ruh (ve şuur) ile desteklemiştir. (Âhirette de) Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak ve orada süresiz kalacaklardır. ALLAH onlardan razıdır, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bunlar, (Kur’ÂN Nizamına karşı çıkanlarla kalbi alâkalarını koparanlar) ALLAH’ın hizbi (partisi, takipçisi, ekibi ve taraftarları)dır. Dikkat edin (kesinlikle bilin ve bekleyin) ki; şüphesiz ALLAH’ın fırkası olanlar, felaha ulaşacak (dünyada zafer ve devlete, âhirette ise cennet ve saadete kavuşacak)lardır.”(Mücâdile 58/22)
قَدْ أَفْلَحَ مَن تَزَكَّى “Kad efleha men tezekkâ.: Doğrusu, (kötülükten) temizlenip arınan (zekât ve cihada katılan) felah bulacaktır.”(A’lâ 87/14)
قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا “Kad efleha men zekkâhâ.: Onu (nefsinin kötü arzu ve alışkanlıklarını) temizleyip terbiye eden felaha (huzura ve kurtuluşa) erişmiştir.”(Şems 91/9)
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ “Kad efleha’l- mu’minun(mu’minune).: Kesinlikle ve elbette felaha (gerçek kurtuluşa ve mutluluğa) ermiştir (ve erecektir, samimi) mü’minler (ki, onlar şu özellikleri taşıyan kimselerdir):”(Mü’minûn 23/1)
وَمَن يَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا بُرْهَانَ لَهُ بِهِ فَإِنَّمَا حِسَابُهُ عِندَ رَبِّهِ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ “Ve men yed’u maallâhi ilâhen âhare lâ burhâne lehu bihî fe innemâ hısâbuhu inde RABBih (RABBihi), innehu lâ yuflihu’l- kâfirûn (kâfirûne).: Her kim ALLAH ile birlikte başka bir ilaha DUÂ edip yalvarırsa (yani: “Biz de Müslümanız, ALLAH’a inanmışız ama, filan kişi ve kesimlerin gücünü ve kudretini de kabul etmek ve onların himâyesine girmek lazım” diyerek, bazı şahısları veya güç odaklarını tanrılaştırıp tapınırsa) ki -bunu (haklı gösterecek) hiçbir bürhânı (ve bahânesi) geçerli değildir- o kimsenin hesabı (sorgulanıp cezâlandırılması) ancak RABBinin indindedir. Şurası muhakkak ki (gizli veya açık) inkâr edenler asla iflah olup (başarıya erişemeyeceklerdir).”(Mü’minûn 23/117)
Geçim rahatlığı sağlayan MutLuluk, zenginlik ve onurla olur iken, âhiretle ilgili felâh ise; ebedî hayat, zenginlik, izzet ve ilim olarak dört şeyle gerçekleşeği belirtilmiştir. (İsfehânî, el-Müfredât, “F-l-h”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 806.)
وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ “Ve mâ hâzihi’l- hayâtud dunyâ illâ lehvun ve laib (laibun), ve inned dâre’l- âhırete le hiye’l- hayevân (hayevânu), lev kânû ya’lemûn (ya’lemûne).: (Oysa) Bu dünya hayatı, sadece bir oyun ve (eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadan ibarettir. Gerçekten âhiret yurdu ise, asıl hayat odur. Keşke (insanlar bu gerçeği) bilmiş olsalardı.”(Ankebût 29/64)
Buyurarak Dünyâya gereğinden fazla değer vermemeyi, âhirete ise önem verilmesi gerektiğini ifâde etmektedir. Hadislerde "felah" kavramı genellikle “ALLAH’ın affına mazhar olma, O’nun rızasını elde etme” olarak tanımlanmıştır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/257, 3/127.) ALLAH TeALÂ’nın birliğine inanıp şirkten uzak duran Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in YoLundan giden ve fitneden uzak duran mü’minlerin de felaha erecekleri müjdelenmiştir.(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/441.)
TEBŞÎR.: Kur’ÂN-ı Kerîm’de “BEŞÂREt” (ر-ش-ب) kökünden türetilmiş et-TEBŞÎR müjdelemek, SEVindirici bir haberin sonucunu bildirmek manasına geldiği gibi inkârcılar için alaylı bir şekilde azâbın müjdelenmesi manasında da kullanılmaktadır.:
وَأَذَانٌ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى النَّاسِ يَوْمَ الْحَجِّ الأَكْبَرِ أَنَّ اللّهَ بَرِيءٌ مِّنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ فَإِن تُبْتُمْ فَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُواْ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّهِ وَبَشِّرِ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ “Ve ezanun minallâhi ve resûlihî ilân nâsi yevmel haccıl ekberi ennallâhe berîun minel muşrikîne ve resûluhu, fe in tubtum fe huve hayrun lekum, ve in tevelleytum fa'lemû ennekum gayru mu'cizîllâh (mu'cizîllâhi), ve beşşirillezîne keferû bi azâbin elîm (elîmin).: (Hacc-ı Ekber) En büyük Hacc gününde (ve Kurban Bayramı sürecinde bu gerçek) Allah ve Resulü’nden (bütün) insanlara ilan edilip duyurulacaktır ki: Allah ve Resulü kesinlikle müşriklerden ve (bâtıl sistemlerinden) uzaktır ve (zulüm düzenleri yıkılacaktır). Eğer tevbe ederseniz (ve İslam’a dönerseniz) bu sizin için daha hayırlıdır; yok eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allah’ı elbette aciz bırakacak değilsiniz. İnkâr edenleri acı bir azapla müjdele.”(Tevbe 9/3)
إِنَّمَا تُنذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَأَجْرٍ كَرِيمٍ “İnnemâ tunziru menittebeaz zikre ve haşiyer rahmâne bil gayb (gaybi), fe beşşirhu bi magfiretin ve ecrin kerîm (kerîmin).: (Ey Nebim!) Sen ancak, Zikre (Kur’an-ı Kerim’e) uyan ve gayb ile (zahiren görmedikleri, ama harika yaratılış eserleriyle tanıyıp iman ettikleri) Rahman olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylelerini, bir bağışlanma, yüksek ve cömertçe bir mükâfatla müjdele (ki onlar dünyada izzet ve devlete, ahirette ise cennete ulaşacaklardır).”(Yâsîn 36/11)
إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَيَقْتُلُونَ الِّذِينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِ فَبَشِّرْهُم بِعَذَابٍ أَلِيمٍ “İnnellezîne yekfurûne bi âyâtillâhi ve yaktulûnen nebiyyîne bi gayri hakkın ve yaktulûnellezîne ye’murûne bil kıstı minen nâsi, fe beşşirhum bi azâbin elîm (elîmin).: Allah’ın ayetlerini (gereksiz ve geçersiz görüp bile bile) inkâr edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri (Hakk düzenigerçekleştirmek ve yürütmek isteyenleri) katledenler (var ya); işte onlara acıklı bir azabı müjdele. (Ki bunu yakında göreceklerdir.)”(Âli-İmrân 3/21)
بَشِّرِ الْمُنَافِقِينَ بِأَنَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا “Beşşiri'lü munâfikîne bi enne lehum azâben elîmâ (elîmen).: (Dindar geçinmelerine ve dini istismar etmelerine rağmen, Kur’an nizamı karşıtı ve Hakk Dava kaçkını) Münafıkları ise öylesine acıklı (ve alçaltıcı) bir azapla müjdele (ve uyarıp haber ver) ki, onlar için (gerçekten sancılı bir süreç ve akıbet vardır).”(Nisâ 4/138)
Kur’ÂN, mü’minleri yaptıkları sâlih amellerin karşılığı olarak onları müjdelemektedir. Bazı âyetlerde bu müjde, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e hitâben onları müjdele şeklinde ifâde edilmektedir.: Hicr 15/53-54-55; Âli-İmrân, 3/171; Yûnus 10/64; Furkân 25/22; Hûd 11/69; Yûsuf 12/19; Rûm 30/46..
Hadislerde beşâret kavramı genellikle başa gelen musibetlere sabretme (Buhârî, “Merdâ”, 7.) ve ibâdetlere sabır (İbn Mâce, “Fiten”, 23.) neticesinde verilecek cennet müjdesi olarak kullanılmaktadır. ALLAH’ın farz kıldığı vazifeleri eda etmeye, haram kıldığı şeylere sabır neticesinde de cennet müjdesi verilmektedir.(Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 4/91.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, beşâreti mü’minin gördüğü sâlih rüyâ olarak belirtmiş ve.: “Mü’min kul onu görür veya kendisine gösterilir.” buyurmuştur. (Tirmizî, “Rü’ya”, 3.)
Bu hadiste verilen müjde ile mü’minlerin SEVindirileceği bununda BEŞÂREtin bir yönü olduğu belirtilmiştir.
HABR.:el-HABR kelimesi.: (ر-ب-ح) kökünden türetilmiş olup beğenilen, hoş bulunan eser ve alâmet manalarına gelmektedir. (İsfehânî, Müfredât, “H-b-r”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 259.)
“HABR” kelimesi Kur’ÂN-ı Kerîm’de ni’met anlamında da kullanılmıştır. “Artık onlar bir bahçede SEVinç içinde kalırlar.”
فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَهُمْ فِي رَوْضَةٍ يُحْبَرُونَ “Fe emmellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe hum fî ravdatin yuhberun (yuhberune).: Böylece iman edip salih amellerde bulunanlar; artık onlar ’bir cennet bahçesinde’ ’sevinç içinde ağırlanıp (sonsuz mutluluğa kavuşacaklardır.)”(Rûm 30/15)
Âyet, İnsÂNlardan cennet ehlinin âhirette çok fazla SEVindirileceği bunun neticesinde bahşedilen ni’metlerden dolayı oluşan SEVincin üzerlerinde ortaya çıkacağı bildirilmektedir. Burada ifâde edilen manaya göre cennete girenlerin tam bir ni’mete erecekleri kanaâti vardır. (İbn Manzûr, “H-b-r”, Lisânü’l-ʿArab, 4/158.)
“Siz ve eşleriniz cennete girin; SEVinç içinde ağırlanacaksınız.”
ادْخُلُوا الْجَنَّةَ أَنتُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ تُحْبَرُونَ “Udhulû'l- cennete entum ve ezvâcukum tuhberûn (tuhberûne).: "(Haydi) Siz ve eşleriniz cennete girin; (orada) ’sevinç içinde ağırlanacaksınız."(Zuhrûf 43/70)
Âyette cennette ikram edilen ni’metler ve yüksek derecelere nail olma ifâde edilmektedir. Bundan dolayı İnsÂNların SEVinci ve neşesi yüz hatlarından ve davranışlarından belli olarak büyük bir MutLuluk içinde süslendirilerek cennete girecekleri belirtilmektedir. (Bursevî, Muhtasar Rûhu’l-Beyân Tefsîri, 7/569.)