ANADOLU MELÂMEtinin MENŞE'i AHMED YESEVî ks....
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 13000
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
ANADOLU MELÂMEtinin MENŞE'i AHMED YESEVî ks....
Ahmed Yesevî Külliyesi – Türkistan (Yesi)/Kazakistan (Sönmez Kutlu fotoğraf arşivi)
MuhaMMedî ER BAŞımız,
MELÂMEt TeMeL TAŞımız,
AHMEDî YESEVî>PÎRimm,
HATEM-i HABîB KAŞımız!.
ZEVK 10.633
====>ANADOLU ERENLeRin=====>MiM-i MEŞE’-i MENBAĞı,
HÂLiS=>MUHLiS MuhaMMedî===>HAYyDÂR AHMEDî YESEVî!.
EL->EL’e->ELLeR=>ALLAH’a=->BİZ BİR-İZ’Lik NAHNU-BAĞı,
KÜLLî ŞEYy=>ALLAHın NÛRu=>YESEVî’m->CÜMLe CEM’ EVi!.
06.05.2023.. 15:01..
brsbrsm...tktktrstkkmizdcevlânımızzz…
KuL İHVÂNİm==>İNŞâeALLAH,
HİZMEtinde==>Lî-VECHİLLAH,
EBDÂL-EBRÂR-AHYÂR>AHRÂR,
BİZ BİR-İZ-NAHNU-BİSMİLLAH!.
===>EL’i=>EHL-i BEYtte=>PÎRdir,
“O’nda BİR”dir->DALLar-KOLLar!.
===>MAZi<=>ATi==>Şu ÂN BİRdir,
==>O’na ÇIKaR=>CÜMLe YOLLar!.
YÂ HAYyu’L- HUuu!. ALLAH celle celâlihu!.
ALLAHumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebîyyike ve
RasûLike ve
Nebîyyi'L- ÜMMiyi ve alâ âlihi, EHL-i BeYtihi ve's- Sahbihi ve ÜMMetihi...
ALLAHımız celle celâluhu!
BİZe MuhaMMedî Gayret,
PÎRimizden Hâl-i HiMMet,
RASÛLünden ŞiFâ-yı ŞeFâat,
ZÂTından İnâyet-Hidâyet-SeLâMet
İZZet-i İhsÂNınLa LûTFet-CEM’ et MUHAMMEDî MELÂMEtimİZ'e İnşâe ALLAH!..
M.M.M. MuhaBBetLerimLe...
KUL İHVÂNİm..
- nur-ye
- Özel Üye
- Mesajlar: 9105
- Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00
Re: ANADOLU MELÂMEtinin MENŞE'i AHMED YESEVî ks....
Ahmed Yesevî’nin yeşim taşından yapılmış sandukası (Ahmed Yesevî Külliyesi, Yesi/Türkistan)
AHMED YESEVÎ
أحمد يسوي
(ö. 562/1166)
Orta Asya Türkleri’nin Dinî-Tasavvufî Hayatında geniş tesirler icrâ eden ve “Pîr-i Türkistan” diye anılan Mutasavvıf-Şâir, Yesevîyye Tarikatının KURucusu kaddesallahu sırrahu..
Müellif.: KEMAL ERÂSLAN..
Ahmed Yesevî’nin tarihî şahsiyetine dâir vesikalar azdır, mevcut olanlar da menkıbelerle karışmış haldedir. Bunlardan sağlam bir neticeye varmak oldukça güç, hatta bazı hususlarda imkânsızdır. Buna rağmen “Hikmet”lerinden, onunla ilgili tarihî kaynaklardan, menâkıbnâmelerden elde edilecek bilgiler ve çıkarılacak sonuçlar, menkıbevî de olsa, hayatı, şahsiyeti, eseri ve tesiri hakkında bir fikir vermektedir..
Batı Türkistan’daki Çimkent Şehri’nin doğusunda bulunan ve Tarım Irmağına dökülen Şâhyâr Nehrinin küçük bir kolu olan Karasu üzerindeki Sayram Kasabasında doğdu. İspîcâb (İsfîcâb) veyâ Akşehir adıyla da anılan Sayram Kasabası eskiden beri önemli bir yerleşme merkeziydi. Bazı kaynaklarda onun günümüzde Kazakistan Sınırları içinde bulunan Yesi (bugünkü adıyla Türkistan) şehrinde doğduğu kaydedilmektedir. Ahmed Yesevî’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Yûsuf el-Hemedânî’ye (ö. 535/1140) intisabı ve o’nun Halifelerinden oluşu dikkate alınırsa XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini söylemek mümkündür. Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden olan Babası, kerâmetleri ve menkıbeleri ile tanınan ve Hz. Ali kerremallahu vechehu soyundan geldiği kabul edilen Şeyh İbrâhim adlı bir zâttır. Annesi ise Şeyh İbrâhim’in Halifelerinden Mûsâ Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. Şeyh İbrâhim’in Gevher Şehnâz adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmed Yesevî önce Annesini, ardından da Babasını kaybetti. Kısa bir müddet sonra Gevher Şehnâz, kardeşini de yanına alarak Yesi Şehri’ne gitti ve oraya yerleşti.
Tahsiline Yesi’de başlayan Ahmed Yesevî, küçük yaşına rağmen birtakım tecellîlere mazhar olması, beklenmeyen fevkalâdelikler göstermesi ile çevresinin dikkatini çekmiştir. Menkıbelere göre, yedi yaşında Hızır’ın delâletine nâil olan Ahmed Yesevî Yesi’de Arslan Baba’ya intisab ederek ondan feyiz almaya başlar. Yine menkıbeye göre, ashabtan olan Arslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmed Yesevî’yi bulması ve Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın kendisine teslim ettiği emâneti vermesi, terbiyesi ile meşgul olup onu irşad etmesi, Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın mânevî bir işâretine dayanmaktadır. Arslan Baba’nın terbiye ve irşadı ile Ahmed Yesevî kısa zamanda mertebeler aşar, şöhreti etrafa yayılmaya başlar. Fakat aynı yıl veyâ ertesi yıl içinde Arslan Baba vefât eder. Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın vefâtından bir müddet sonra zamanın önemli İslâm merkezlerinden biri olan Buhara’ya gider. Bu şehirde devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’ye intisab ederek onun irşad ve terbiyesi altına girer. Yûsuf el-Hemedânî’nin vefâtı üzerine irşad mevkiine önce Hâce Abdullah-ı Berâkî, onun vefâtıyla Şeyh Hasan-ı Endakî geçer. 1160 yılında Hasan-ı Endakî’nin de vefâtı üzerine Ahmed Yesevî irşad postuna oturur. Bir müddet sonra, vaktiyle şeyhi Yûsuf el-Hemedânî’nin vermiş olduğu bir işâret üzerine irşad makamını Şeyh Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî’ye bırakarak Yesi’ye döner ve vefâtına (562/1166) kadar burada irşada devâm eder.
Ahmed Yesevî altmış üç yaşına geldiğinde geleneğe uyarak Tekkesinin Avlusu’nda müridlerine bir çilehâne hazırlatır, vefâtına kadar burada ibâdet ve riyâzetle meşgul olur. Çilehânede ne kadar kaldığı belli değildir, fakat ölünceye kadar buradan çıkmadığı ve hücrede vefât ettiği muhakkaktır. Doğum tarihi bilinmediğinden kaç yıl yaşadığı hususunda da kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Sayram’da İmam Muhammed b. Ali neslinden gelenlere “hâce” denildiği gibi onlara bağlı olanlara da aynı isim veriliyordu. Ahmed Yesevî de bu silsileye bağlı olduğu için Hâce Ahmed, Hâce Ahmed Yesevî, Kul Hâce Ahmed şekillerinde de anılmaktadır (bk. HÂCEGÂN).
Kerâmetlerinin vefâtından sonra da devâm ettiği ileri sürülen Ahmed Yesevî, rivâyete göre, kendisinden çok sonra yaşayan Timur’un rüyâsına girer ve ona zafer müjdesini verir. Timur zafere erişince, Türkistan ve Kırgız Bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış olan Ahmed Yesevî’nin kabrini ziyâret için Yesi’ye gelir. Kabrin üstüne, devrin mimârî şaheserlerinden olan bir türbe yapılmasını emreder. Birkaç yıl içinde inşaat tamamlanır ve Türbe, Câmii ve Dergâhı ile bir Külliye halini alır. Ahmed Yesevî’nin Türbesi civârına gömülmek bozkır göçebeleri için ayrı bir değer taşır. Bu sebeple birçok kişi daha hayattayken türbe civârında toprak satın alarak kabirlerini hazırlarlar. Hatta kışın ölen bir kimse keçeye sarılarak ağaca asılır ve bahara kadar bekletilir; bahar gelince götürülüp Ahmed Yesevî’nin türbesi civârına defnedilir. Bu gelenek Ahmed Yesevî’nin Orta Asya Türklüğü üzerinde ne derece tesirli olduğunu açıkça göstermektedir.
Rivâyete göre Ahmed Yesevî’nin İbrâhim adında bir oğlu olmuşsa da kendisi hayatta iken vefât etmiştir. Ayrıca Gevher Şehnâz ve Gevher Hoşnâz adlarında iki kızı dünyaya gelmiş, soyu Gevher Şehnâz vasıtasıyla devâm etmiştir. Türkistan, Mâverâünnehir ve diğer Orta Asya bölgelerinde olduğu gibi Anadolu’da da kendilerini Ahmed Yesevî’nin neslinden sayan pek çok ünlü şahsiyet çıkmıştır. Bunlar arasında Semerkantlı Şeyh Zekeriyyâ, Üsküplü Şâir Ata ve Evliyâ Çelebi zikredilebilir..
Ahmed Yesevî’nin Yesi’de irşada başladığı sıralarda Türkistan’da, Yedisu Havalisinde kuvvetli bir İslâmlaşma yanında İslâm ülkelerinin her tarafına yayılan tasavvuf hareketleri de vardır. Medreselerin yanında kurulan tekkeler tasavvuf cereyânının merkezleri durumundaydı. Yine bu yıllarda Mâverâünnehir’i kendi idâresi altında birleştiren Sultan Sencer vefât etmiş (1157), Hârizmşahlar kuvvetli bir İslâm devleti haline gelmeye başlamışlardı. Bu uygun şartlar altında Ahmed Yesevî Taşkent ve Siriderya yöresinde, Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında kuvvetli nüfuz sahibi olmuştu. Etrafında İslâmiyet’e bütün samimîyetiyle bağlı olan yerli halk zümresi ile yarı göçebe köylüler toplanıyordu. İslâmî ilimlere vâkıf olan, Arapça ve Farsça bilen Ahmed Yesevî, çevresinde toplananlara İslâm’ın Esaslarını, Şeriat Hükümlerini, Tarikatının Âdâb ve Erkânını öğretmek gâyesiyle sâde bir dille ve Halk Edebiyâtından alınma şekillerle hece vezninde manzumeler söylüyor, “Hikmet” adı verilen bu manzumeler, ayrıca Dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk Topluluklarına kadar ulaştırılıyordu. Hikmetlerin muhtevâsı, Ahmed Yesevî’nin hayatı hakkında bazı bilgiler vermektedir. Ancak bunların tarihî hakikatlere ne derece uygun olduğunu tesbit etmek güçtür. Buna rağmen Yesevî’nin şiirlerinde yer alan bu bilgiler hayatına, tahsiline, sülûküne, ulaştığı makam ve mertebelere dâir bazı açıklamalar getirmesi bakımından oldukça değerlidir..
Rivâyete göre, Ahmed Yesevî’nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan Müridleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tâyin ettiği pek çok Halifesi bulunmaktaydı. İlk Halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Ata idi. Mansûr Ata 1197 yılında vefât edince yerine oğlu Abdülmelik Ata, Abdülmelik Ata’nın vefâtından sonra yerine oğlu Tâc Hâce, daha sonra da onun oğlu Zengi Ata irşad mevkiine geçtiler. İkinci halifesi Hârizmli Saîd Ata, üçüncü halifesi, Yesevî tarzındaki Hikmetleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan Süleyman Hakîm Ata’dır. Hakîm Ata Hârizm’de yerleşip irşada başladı, 1186 yılında vefât edince Akkurgan’a defnedildi. Hakîm Ata’nın en meşhur müridi Zengi Ata idi. Zengi Ata’nın başlıca müridleri ise Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Yesevîyye Silsilesi bilhassa Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelmektedir..
Mürşidi Şeyh Yûsuf el-Hemedânî gibi Ahmed Yesevî de Hanefî bir Âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Bununla berâber devrinin birçok din âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dil ve alıştıkları şekillerle aktarmaya çalışmıştır. Bir mürşid ve Ahlâkçı Hüviyetiyle Onlara Şeriat Hükümlerini, Tasavvuf Esaslarını, Tarikatının Âdâb ve Erkânını öğretmeye çalışmak, İslâmiyet’i Türkler’e sevdirmek, Ehl-i Sünnet Akîdesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gâyesi olmuştur. Bu öğreticilik vasıfları sebebiyle Hikmetleri, bazılarınca lirizmden uzak ve sanat endişesi taşımadan söylenmiş şiirler olarak kabul edilmiştir. İslâm Şeriatına ve Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın Sünnetine sıkı sıkıya bağlı olan Ahmed Yesevî’nin şeriat ile tarikatı kolayca telif etmesi, Yesevîliğin Sünnî Türkler arasında süratle yayılıp yerleşmesinin ve daha sonra ortaya çıkan birçok tarikatlara tesir etmesinin başlıca sebebi olmuştur..
Ahmed Yesevî, Edebî Şahsiyetinden ziyâde Fikrî Şahsiyetiyle, tarihî hayatından ziyâde Menkıbevî Hayatıyla Orta Asya Türk Dünyasının en büyük ismidir. Onun gibi geniş bir sahada ve asırlarca tesirini devâm ettirebilmiş bir başka şahsiyet gösterebilmek mümkün değildir..
ESERLERİ.:
DÎVÂN-ı HİKMEt.:
Ahmed Yesevî’nin “Hikmet”lerini içine alan mecmuanın adıdır. Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhtevâ bakımından olduğu kadar dil bakımından da önemli farklılıklar arzetmesi, bunların farklı şahıslar tarafından değişik yerlerde meydana getirildiğini açıkça göstermektedir. Bir kısmı kaybolan veyâ zamanla değişikliğe uğrayan Hikmetler derlenirken araya aynı rûh ve ifâdedeki yeni Hikmetler de ilâve edilmiş, böylece gittikçe aslından uzaklaşılmıştır. Kime ait olursa olsun bütün Hikmetlerin temelinde Ahmed Yesevî’nin İnanç Ve Düşünceleri, Tarikatının Esasları bulunmaktadır. Hikmetler Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından çok önemlidir..
Ahmed Yesevî’ye izâfe edilen Fakrnâme ise Dîvân-ı Hikmet’in Taşkent (Hikmet-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed b. İbrâhim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî, 1312, s. 2-15) ve bazı Kazan baskılarında (meselâ, Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed b. İbrâhim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî, 1311, s. 3-17) yer almaktadır. Müstakil bir risâleden çok Dîvân-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi durumunda olan Fakrnâme’nin Dîvân-ı Hikmet yazmalarının hiçbirinde bulunmaması, Ahmed Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, daha sonra Dîvân-ı Hikmet’i tertip edenler tarafından yazılıp esere dahil edildiğini göstermektedir. Fakrnâme, metnin dil hususiyetlerinin ele alındığı geniş bir incelemeyle birlikte Kemal Erâslan tarafından yayımlanmıştır (TDED, XXII, s. 45-120).
nOt.:
Yesevî =>Yesi’li..
Bursevî =>Bursa’lı..
BİBLİYOGRAFYA
Ahmed-i Yesevî.: Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler (haz. Kemal Erâslan), Ankara 1983.
Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve (haz. Kemal Erâslan), İstanbul 1979.
Köprülü, Türk Edebiyâtı Tarihi.
a.mlf., Araştırmalar.
a.mlf., İlk Mutasavvıflar.
a.mlf., “Ahmed Yesevî”, İA, I, 210-215.
a.mlf., “Ahmed Yesevî”, UDMİ, II, 157-166.
Kemal Erâslan, “Yesevî’nin Fakr-nâme’si”, TDED, XXII (1977), s. 45-120.
a.mlf., “Çagatay Edebiyâtı”, İA, III, 270-323.
Banarlı, RTET, I, 276-281.
M. Kemal Özergin, “Dînî-Tasavvufî Edebiyâtımızdan Dîvân-ı Hikmet”, Nesil, sy. 45-46, İstanbul 1980, s. 8-12.
F. İz, “Aḥmad Yasawî”, EI2 (İng.), I, 298-299.
- nur-ye
- Özel Üye
- Mesajlar: 9105
- Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00
Re: ANADOLU MELÂMEtinin MENŞE'i AHMED YESEVî ks....
YESEVİYYE
اليسويّة
Ahmed Yesevî’ye (ö. 562/1166) nisbet edilen ve Orta Asya’da etkin olan tarikat.
Müellif.: NECDET TOSUN
Ahmed Yesevî’nin ardından onun tasavvuf yolu ve düşünceleri müridleri vasıtasıyla Orta Asya’nın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Bu yolun takipçilerinin mensub olduğu tarikata Yesevîyye denildiği gibi Ahmed Yesevî’nin “Sultan” lakabına nisbetle Sultâniyye, cehrî zikir yapmaları sebebiyle Cehriyye ve mensublarından çoğunun Türk olması sebebiyle Silsile-i Meşâyih-i Türk de denilmiştir. Hoca Ahmed Yesevî’nin kimden hilâfet aldığı konusunda kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır. İlk hocası ve Şeyhi, aynı zamanda akrabası olduğu anlaşılan Arslan (Baba) Bâb’dır. Onun vefâtından sonra kaynaklarda Yûsuf el-Hemedânî, Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî veyâ Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî’ye intisab ederek hilâfet aldığı söylenir. Bu rivâyetlerden en çok kabul göreni Yûsuf el-Hemedânî’den hilâfet aldığı yolundadır. Yûsuf el-Hemedânî’nin halifelerinden Abdülhâlik-ı Gucdüvânî, Hâcegân tarikatının kurucusu kabul edilir. Hemedânî’nin bir diğer halifesi sayılan Ahmed Yesevî ise Yesevîyye’nin kurucusudur. Dolayısıyla Hâcegân ile Yesevîyye birbirinden farklı iki tarikattır. Öte yandan Ahmed Yesevî’nin babası İbrâhim Ata’nın da bir şeyh olduğu ve onun Yesi’deki halifesi Mûsâ Hoca’nın Âişe Hoştâc adlı kızını Ahmed Yesevî ile evlendirdiği rivâyet edilir. Bu rivâyet dikkate alınarak Yesevî’nin bu akraba çevresinden de önemli derecede tasavvufî eğitim aldığı söylenebilir. Ahmed Yesevî’nin atalarından İshak Bâb’ın İshak Türk ile aynı kişi olduğu ve bu ailenin Mübeyyiza Mezhebine mensub bulunduğu iddiası ise henüz kanıtlanabilmiş değildir.
Ahmed Yesevî’nin en meşhur halifeleri Mansûr Ata, Said Ata, Sûfî Muhammed Dânişmend ve Hakîm Ata’dır. Bunlardan Mansûr Ata, Arslan Bâb’ın oğludur. Mansûr Ata’nın oğlu Abdülmelik Ata, torunu Tâc Hoca ve torununun oğlu Zengi Ata da Yesevî Şeyhidir. Yesevî’nin ikinci halifesi Said Ata hakkında yeterli bilgi yoktur. Üçüncü halifesi Sûfî Muhammed Dânişmend, Otrar şehri civârında irşad faaliyetinde bulunmuş, Şeyhi Ahmed Yesevî’nin ve diğer bazı sûfîlerin tasavvufî görüşlerini Mir’âtü’l-kulûb adlı Türkçe eserinde toplamıştır. Sûfî Muhammed Dânişmend’in halifesi Süzük Ata (Süksük Ata) diye anılan Şeyh Mustafa’dır. Şeyh Mustafa’nın halifesi İbrâhim Ata, İbrâhim Ata’nın oğlu İsmâil Ata’dır. Babası öldürüldüğünde on yaşında olan İsmâil Ata zâhir ilimleri tahsile ve tasavvufî eğitimine Hârizm, Buhara ve Semerkant’ta devâm etmiş, ardından Hucend’de Şeyh Maslahat Hucendî’den hilâfet alıp kendi memleketi Kazıgurt’ta irşada başlamıştır. Oğlu ve halifesi Hoca İshak, XIV. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı Hadîkatü’l-ârifîn isimli Türkçe eserinde İsmâil Ata’nın ve diğer bazı sûfîlerin görüşlerine yer vermiştir. Yesevîyye’nin bu kolunda adı geçen Süksük Ata’nın Tarâz’da yöneticilik yapan “Melikü’z-zühhâd” lakâblı bir kişiye hilâfet verdiği, bu silsilenin Ebü’n-Nûr Süleyman Âşık b. Dâvûd, Cemâleddin Muhammed Kâşgarî ve İbrâhim b. Ömer el-Alevî ez-Zebîdî yoluyla devâm ederek önce Yemen’de, daha sonra Kuzey Afrika’da başka tarikatlarla birleştiği ve nihâyet XIX. yüzyılda Senûsiyye’nin içinde eridiği anlaşılmaktadır.
Ahmed Yesevî’nin dördüncü ve en meşhur halifesi Hakîm Ata’dır (ö. 582/1186). Asıl adı Süleyman Bâkırgânî olup tasavvuf eğitimini tamamladıktan sonra Yesi’den ayrılarak Hârizm bölgesine gitmiş ve orada halkı irşadla meşgul olmuştur. Ahmed Yesevî gibi Hikmet tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hakîm Ata’nın bazı şiirleri Bakırgan Kitabı adlı bir mecmua içinde günümüze ulaşmıştır. Âhir Zaman Kitabı, Hazret-i Meryem Kitabı ve Mi‘râcnâme gibi başka manzum eserleri de bulunan Hakîm Ata’nın hayatı ve menkıbeleri yazarı belli olmayan Türkçe mensur Hakîm Ata Kitabı’nda toplanmıştır (nşr. Münevver Tekcan, İstanbul 2007). Hakîm Ata’nın en önemli halifesi Zengi Ata’dır (ö. 656/1258). Taşkent’te yaşayan Zengi Ata’nın çobanlık yaparak geçimini sağladığı ve Şeyhi Hakîm Ata’nın vefâtından sonra dul kalan hanımı Anber Ana ile evlendiği nakledilir. Zengi Ata’nın meşhur dört halifesi Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Mâverâünnehir’de ilim tahsil eden bu dört genç tasavvuf yoluna yönelmeyi arzu edip Zengi Ata’nın yanına gelmiş ve kendisine intisab ederek hilâfet almıştır. Bunlardan Seyyid Ata, Hârizm Bölgesinde yaşamış ve Hâcegân Şeyhlerinden Ali Râmîtenî ile görüşmüştür. ReşeHât müellifi Fahreddin Safî’ye göre yukarıda adı geçen İsmâil Ata hilâfetini Seyyid Ata’dan almıştır. Zengi Ata’nın tavsiyesiyle Seyyid Ata ve Sadr Ata’nın Deştikıpçak’taki Sarayçık’a gittiği, orada bulunan Altın Orda Hükümdarı Özbek Han’ı İslâmiyet’e davet ettiği ve Sadr Ata’nın gösterdiği kerâmet neticesinde Özbek Han ile birlikte 70.000 kişinin müslüman olduğu nakledilir. Sadr Ata’nın ardından Elemîn Baba (bazı kaynaklarda Eymen veyâ Almîn), Şeyh Ali Şeyh ve Mevdûd Şeyh halkı irşada devâm etmiştir.
Mevdûd Şeyh’ten sonra Yesevîyye silsilesi iki kola ayrılmıştır. Bunlardan biri Kemal Şeyh Îkânî, diğeri Hâdim Şeyh ile başlamaktadır. Kemal Şeyh’in ardından silsilenin bu kolu şöyle devâm etmektedir: Şeyh Aliâbâdî (Seyyid Ahmed), Şemseddin Özgendî, Abdal Şeyh (Şeyh Üveys), Şeyh Abdülvâsi ve Şeyh Abdülmüheymin. Son Şeyhin XVI. yüzyılda Taşkent’te yaşadığı bilinmektedir. Bu silsiledeki Şemseddin Özgendî “Şems-i Âsî” mahlasıyla Hikmet tarzında şiirler söylemiştir. Hâdim Şeyh ile başlayan diğer Yesevî kolu da kendi içinde ikiye ayrılmıştır. Birinci kol Hâdim Şeyh’in halifelerinden Şeyh Cemâleddin Kâşgarî Buhârî, Süleyman Gaznevî, Seyyid Mansûr Belhî ile devâm ederek II. Selim ve III. Murad döneminde iki defâ İstanbul’u ziyâret eden Nakşibendî ve Yesevî Şeyhi Ahmed b. Mahmûd Hazînî’ye ulaşır (ö. 1002/1593’ten sonra). Hazînî’nin “Cevâhirü’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr, Menba‘u’l-ebhâr fî riyâzi’l-ebrâr, Hüccetü’l-ebrâr, Teselliyyü’l-kulûb, Câmiʿu’l-mürşidîn” adlı eserleriyle bir divânı bulunmaktadır. Bu koldaki Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’den sonra başka bir alt kol Şeyh Hudâydâd Buhârî Gazîregî (ö. 939/1532), Mevlânâ Velî Kûh-i Zerî, Kasım Şeyh Azîzân Kermînegî ve Pîrim Şeyh yoluyla devâm ederek Âlim Şeyh lakâblı Muhammed Âlim Sıddîkî’ye (ö. 1043/1633) ulaşır. Âlim Şeyh 1033’te (1624) tamamladığı “LemeHât min nefeHâti’l-kuds” adlı Farsça eserinde Ahmed Yesevî’den başlayıp kendi dönemine kadar yaşamış olan birçok Yesevî Şeyhi hakkında önemli bilgiler vermiştir. Âlim Şeyh’in halifesi Mevlânâ Osman’a intisab ederek hilâfet alan Buharalı Mevlânâ Muhammedî İmlâ (ö. 1162/1749) Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendiyye’den de icâzetli idi.
Âlim Şeyh’in halifelerinden M. Şerif Hüseynî (ö. 1109/1697) Farsça kaleme aldığı “Hüccetü’z-zâkirîn li-reddi’l-münkirîn” adlı eserinde cehrî zikrin meşruluğunu isbatlamak için deliller getirmiş ve önceki Yesevî Şeyhleri hakkında bilgi aktarmıştır. Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendîlik’ten de icâzet alan Muhammed Şerîf’in Hikmet tarzında Türkçe şiirler yazan Kul Şerîf ile aynı kişi olduğu tahmin edilmektedir. Kendisinden sonra silsile Fethullah Azîzân ve Lutfullah Azîzân ile devâm edip Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî’ye (ö. 1216/1801) ulaşır. Tasavvufa dâir birçok eser kaleme alan Şeyh Hudâydâd, “Bustânü’l-muhibbîn” adlı Türkçe eserinde Yesevîyye Tarikatının Âdâbı hakkında önemli bilgiler nakleder ve cehrî zikri savunur. Onun halifesi Ömer Îşân, Yesevîliğin yanında Nakşibendîliğin Müceddidiyye koluna da bağlıydı. XIX. yüzyılın başlarına kadar izi sürülebilen ve zayıflamış ya da Nakşibendîliğin içinde erimeye başlamış olsa da silsilesi takip edilebilen Yesevîlik bu tarihten sonra yazılı kaynaklarda izlenemez olmuş ve XIX. yüzyılın sonlarında Ruslar’ın Orta Asya’da hâkimiyet kurmasının ardından gözden kaybolmuştur..
Yukarıda adı geçen Yesevî Şeyhlerinin dışında kaynaklarda hayatı veyâ silsilesi hakkında yeterli bilgi bulunmayan Yesevîyye mensubları da mevcuttur. Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Baba Maçin ve Yaşlıg Yûnus Ata, İsmâil Ata’nın müridi Otluğ Yûnus Ata, Bahâeddin Nakşibend’in kendileriyle görüştüğü Kusem Şeyh, Halil Ata ve Pehlivân Ata, Emîr Külâl’in oğlu ile görüşen Kök Ata, Türkistanlı Tonguz Şeyh, yalnız Türkçe konuştuğu için Türkçü Ata diye anılan Taşkentli bir Yesevî Şeyhi bunlardan bazılarıdır. Yaşayan bir şeyhten tasavvufî eğitim almayıp rüyâsında Ahmed Yesevî’den ya da sonraki Yesevî Şeyhlerinden Üveysî Yolla hilâfet aldığını söyleyen kişiler de olmuştur. XV. yüzyılda Şehrisebz yakınlarında yaşayan ve Hazret Beşîr diye anılan Seyyid Ahmed Beşîrî ile XVI. yüzyılda Doğu Türkistan’da yaşayan ve Yârkend’de vefât eden Muhammed Şerîf Büzürgvâr bunlardandır. Seyyid Ahmed Beşîrî’nin hayatı ve menkıbeleri Nâsır b. Kâsım Türkistânî Fergânî’nin “Hadâʾiku’l-cinân (Heşt Hadîka)” adıyla anılan Farsça eserinde toplanmıştır. Muhammed Şerîf Büzürgvâr’ın menkıbeleri ise Muhammed Sıddîk Zelîlî’nin Türkçe manzum “Tezkire-i Hoca Muhammed Şerîf Büzürgvâr”ı ile aynı adı taşıyan, ancak yazarı bilinmeyen Türkçe mensur bir eserde bir araya getirilmiştir.
Bazı kaynaklarda Tatar ve Bulgar Bölgelerinde yaşayan Biraş b. Abraş Sûfî, Ufa yakınlarında kabri olan Hüseyin Beg, Azerbaycan’ın Niyâzâbâd Şehrinde türbesi bulunan Avşar Baba ve Türkmenistan’da yaşamış olan Gözlü Ata gibi şahısların Yesevî Şeyhi ya da Dervişi olduğu ileri sürülmüştür. XV. yüzyılın sonlarında kaleme alındığı tahmin edilen “Vilâyetnâme”de Hacı Bektâş-ı Velî doğrudan veyâ dolaylı biçimde Ahmed Yesevî’nin Halifesi diye gösterilmişse de bu eserden daha önce XIV. yüzyılda yazılan Eflâkî’nin “Menâkıbü’l-ʿârifîn”inde ve XV. yüzyılda kaleme alınan Âşıkpaşazâde’nin Târih’inde Hacı Bektâş-ı Velî’nin Vefâiyye Tarikatı Şeyhi Baba İlyâs-ı Horasânî’nin Halifesi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ayrıca XVII. yüzyılda kaleme alınan “Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi”nde Yesevî Dervişi olarak tanıtılan Geyikli Baba ve Emirci Sultan (Emîr-i Çîn Osman) daha eski ve güvenilir kaynaklar olan Elvan Çelebi’nin “Menâkıbü’l-kudsiyye”si ile “Âşıkpaşazâde’nin Târih”inde Vefâiyye Şeyhi Baba İlyâs’ın önde gelen halifeleri arasında gösterilmiştir. Güvenilirliği tartışmalı olan geç döneme ait Vilâyetnâme ve Seyâhatnâme gibi kaynaklarda Anadolu’daki bir kısım Vefâiyye Mensublarının Yesevîyye Tarikatı mensubu gibi gösterilmesi, XIII. yüzyılda Vefâiyye Şeyhlerinden Baba İlyâs-ı Horasânî’nin Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı başlattığı isyanın doğurduğu toplumsal psikoloji ile doğrudan ilişkili olmalıdır. Babaîler İsyanı adı verilen bu hareket devlet tarafından kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra Vefâiyye Tarikatına mensub, özellikle Babaîler’le ilişkisi bulunan birçok sûfî muhtemelen isyan suçlamasından kurtulmak için tarikatının adını gizlemiş ya da Ahmed Yesevî Yolundan geldiğini öne sürmüş olmalıdır. Sonraki asırlarda bu söylentiler Vilâyetnâme ve Seyâhatnâme gibi kitaplara da geçmiştir. Bu sebeple güvenilir kaynaklarda ve orijinal silsilenâmelerde yer almadığı sürece Anadolu ve Balkanlar’da Yesevîyye Tarikatının varlığından söz etmek oldukça zordur. XIX. yüzyılın sonlarında Orta Asya’nın Fergana Vâdisinde ve Kırgız Bölgelerinde görülen Laçiler ile Saçlı Îşânlar’ın da Yesevîlik’le bağlantısı isbat edilememiştir. Bunlar Orta Asya’daki Kalenderîler’in son kalıntıları olmalıdır.
Yesevîler, Orta Asya’da faaliyet gösteren diğer tarikatlarla bazan dostane ilişkiler kurmuş, bazan da karşılıklı rekabet ve muhalefete girişmişlerdir. Orta Asya’da yaygın ve etkin olan Nakşibendîler’den bazıları Yesevîler’i cehrî zikir, şeyhliğin babadan oğula geçmesi, tekke ve merâsimlere fazla önem vermeleri gibi konularda eleştirmişler, Yesevîler de cehrî zikrin câiz olduğunu isbatlamak amacıyla birçok eser kaleme almışlardır. Ancak Nakşibendiyye’nin Kâsâniyye Kolunda cehrî zikir, semâ ve hâlvet gibi uygulamalara hoşgörü ile bakıldığı için bu kola mensub bulunanlar Yesevîler’le genelde iyi ilişkiler kurmuşlardır. XVI. yüzyıldan itibâren bazı Yesevîyye Mensublarının Nakşibendîliğe de intisab etmeye başladıkları görülmektedir. Yesevî Şeyhi Hazînî, Nakşibendiyye’nin Kâsâniyye Kolundan Hâce Sa‘d Cûybârî’nin halifesi Molla Emîn’den Nakşibendî icâzeti almıştır. XVII. yüzyılın başlarında yaşayan Yesevî Şeyhi Tokum Şeyh Hîvekî, 400 müridiyle birlikte bir Nakşibendî Şeyhine intisab etmiştir. Orta Asya’dan Hindistan’a göç eden Cemâleddin Hâce Dîvâne Seyyid Atâî de (ö. 1016/1607) Yesevîlik’le birlikte Nakşibendiyye, Kübreviyye ve Aşkıyye Tarikatlarına mensubtu. Rıdvân lakâblı oğlu Muhammed Kâsım babasının menkıbelerini “Menâkıbü’l-aḫyâr (Makâmât-ı Seyyid ʿAtâʾî)” adlı Farsça Eserinde bir araya getirmiştir.
Devlet yöneticileriyle münasebetler konusunda Yesevîler, Mâverâünnehir’de her zaman Nakşibendîler’in gerisinde kalmıştır. Şeybânîler’in ilk döneminde bu durum Yesevîler lehine değişecek gibi olmuşsa da Şeybânî Han’ın önceleri intisab ettiği Yesevî Şeyhi Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’yi Buhara’dan Herât’a sürgün etmesi durumu yine Nakşibendîler’in lehine çevirmiştir. XVIII. yüzyılda bazı Mangıt Hanlarının Nakşibendîliğin Müceddidiyye Koluna bağlı olması ve cehrî zikri yasaklamaları zâten gücünü yitirmiş olan Yesevîler’i daha da sönük hale getirmiştir..
ÂDÂB ve ERKÂN.
Yesevî Şeyhlerinden Hoca İshak’ın XIV. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı “Hadîkatü’l-ʿârifîn’de (vr. 91b)” anlattığına göre intisab merâsimi şöyle yapılırdı.: Şeyh mürid olmak niyetiyle gelen kişinin elini tutar, tövbe etmesini ve ALLAH’a yönelmesini tavsiye ederek tövbe virdini.: “Estağfirullahe’llezî lâ ilâhe illâ hû el-hayye’l-kayyûm ve es’elühü’t-tevbe” Üç defâ tekrarladıktan sonra eline bir makas alır ve.: “Yâ eyyühe’llezîne âmenû tûbû ilallâhi tevbeten nasûhan” âyetini okur (et-Tahrîm 66/8). Ardından müridin saçından önce sağ, sonra sol, sonra da orta taraftan ikişer üçer adet kıl keser ve müride nâfile namaz kılmayı, sürekli zikretmeyi, Şeyhinden izinsiz iş yapmamayı tavsiye eder..
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللَّهِ تَوْبَةً نَّصُوحًا عَسَى رَبُّكُمْ أَن يُكَفِّرَ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيُدْخِلَكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ يَوْمَ لَا يُخْزِي اللَّهُ النَّبِيَّ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعَى بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ (nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihe’l- enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meah (meahu), nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr (kadîrun).: “Ey iman edenler! ALLAH'a NASUH TÖVBESİ ile tövbe edin! Umulur ki RABBiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün ALLAH, NEBÎLERi ve O'nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nûrları, önlerinde ve sağlarında koşar. “RABBimiz, bizim nûrumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevÂba çevir). Muhakkak ki SEN, herşeye KADÎRsin.” derler.” (Tahrîm 66/8)
Yesevîlik’te toplu ve sesli olarak icrâ edilen zikre “Zikr-i Erre” adı verilir. Zikr-i Erre Farsça’da “Testere Zikri” demektir. Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler kaybolup sâdece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltı çıktığı için zikre bu ad verilmiştir. XVI. yüzyılda Semerkant Civârında yaşayan Ahmed Kâsânî’ye göre Hoca Ahmed Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikir yapardı. Ancak Türkistan Bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zikirle yola getiremeyeceğini anlamış ve Zikr-i Erre adındaki sesli ve tesirli zikri başlatmıştır. XVII. yüzyıl Yesevî Şeyhlerinden Buharalı Muhammed Şerîf Hüseynî, Yesevî Dervişlerinin bazan “ALLAH”, bazan “HAY”, bazan da “HAY, ALLAH” diye zikrettiklerini, zikir esnâsında şevkin artması üzerine nefes alıp verirken zikir yapan kişilerin gırtlağından testere sesine benzer bir sesin çıktığını, sanki Nefs-i Emmârenin başına testere koyup onun arzularını kesiyormuş gibi bir duygu oluştuğunu, dervişlerin bazan da “HÛ” zikriyle meşgul olduklarını ifâde etmiştir.
“Risâle-i Zikr-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn” adıyla bilinen, Çağatay Türkçesi’yle yazılmış, müellifi meçhul bir eserde Yesevî zikrinin altı türünden bahsedilir.:
1-) İsm-i ZÂT Zikri.: “ALLAH”. Bu zikir “ALLAH HÛ, ALLAH HÛ, Yâ HÛ, ALLAH HÛ” şeklinde de icrâ edilir.
2-) İsm-i SİFÂt Zikri.: “HAY âh, HAY âh”. Bu zikir öğle namazından sonra ayakta (kıyâmî) icrâ edilir, “HAY” ve “âh” derken beş parmak yumulur.
3-) Dûsere Zikri: “HAy, Âh, ALLAH, Hay, Hû; Hay, Hayyen, Hû ALLAH Hay, Hayyen, Hû ALLAH”.
4-) Zikr-i Hû: “Hû hû hû ALLAH, hû hû hû ALLAH”.
5-) Zikr-i ÇAYKUN. Zikir sırasında ritim, âhenk ve mûsikinin bir arada uyum içinde devâm etmesi için zâkirin, elinde çıngırak gibi bir aleti hareket ettirmesi, “çak çak!” diye ses çıkartmasıdır (Hû [çak], Hû [çak])”.
6-) ÇEHÂR DARB.: “HAy, âh âh âh, HAy, hû; HAy, âh âh, âh, HAy, hû”.
Bu altı zikir usulünün yanında bir de “Zikr-i Kebûter” (Güvercin Zikri) vardır ki “Hû!. Hû!.” diye icrâ edilir.
1873’te Orta Asya’da seyâhat ederek bölgenin kültür hayatına dâir önemli bilgiler derleyen Eugene Schuyler, Taşkent’te Îşân Sâhib Hoca Mescidi’nde izlediği bir Yesevî Zikrini anlatırken perşembe akşamı bu mescide gittiğini, genç yaşlı otuz kadar erkeğin kıbleye doğru diz üstü oturmuş, yüksek sesle ve vücudlarını hızlıca hareket ettirerek.: “Hasbî rabbî cellallah, mâ fî kalbî gayrullah, nûr Muhammed sallallah, lâ ilâhe illallah” cümlelerini okuduklarını, bu esnâda başın sol omuza ve kalbe, ardından sağ omuza ve oradan tekrar kalbe doğru hareket ettirildiğini, bu hareketlerin yüzlerce defâ tekrarlandığını, sesleri kısılıncaya kadar farklı zikirleri okuyan Dervişlerin daha sonra.: “Hay!. Hay!. ALLAH Hay!.” zikrine başladıklarını, ritim hızlanınca ayağa kalkılıp aynı merkez etrafında birkaç halka oluşturdukları, “Hay!. ALLAH Hay!.” zikrinin “Hû ALLAH!.” şekline dönüştüğünü, fizik güçleri tükenince halkanın içine oturup şeyh (îşân) DUÂ okurken murakabe ve tefekküre daldıklarını, Hâfız’ın Dîvân’ından bazı beyitler okunduktan sonra sesli ve hareketli zikrin tekrar başladığını, bu şekilde sabaha kadar devâm ettiğini söyler..
Yesevîlik’te Tasavvufî Eğitimin önemli unsurlarından biri de hâlvettir. Hazînî’nin “Cevâhirü’l-ebrâr”da verdiği bilgiye göre diğer tarikatlardaki uygulamalardan farklı olarak Yesevîyye’de hâlvet gruplar halinde yapılır. Hâlvete girecek müridler mürşidin muvafakatiyle bir gün önceden oruç tutmaya başlar, hâlvetten bir gün önce sabah namazından sonra zikir ve tekbirlerini çoğaltırlar. Aynı gün ikindi namazının ardından hâlvethânenin kapı ve pencereleri kapatılır, müridler güneş batıncaya kadar tövbe ve zikirle meşgul olurlar. Akşam namazı kılınınca iftar için sıcak su getirilir, müridler bununla oruçlarını açar ve bundan sonra su verilmez. Daha sonra kara darıdan Hâlvet Çorbası getirilir. Bütün Hâlvet Ehli bu çorbadan içtikten sonra harareti teskin için küçük bir karpuz kesilir ya da ayran verilebilir. Yemeğin ardından Kur’ÂN-ı Kerîm’den bir sûre yahut birkaç âyet okunur. Ayakta saf tutup üç kere tekbir getirilir, sonra oturulup gece yarısına kadar zikirle meşgul olunur. Bu esnâda “Hikmet” adı verilen ilâhîler okunur. Ardından başlar tıraş edilir ve hâlvethânenin dört yönüne doğru tekbir getirilir. Daha sonra mum sönünceye kadar zikre devâm edilir, ardından birkaç saat istirahat edilir ve görülen rüyâlar Şeyhe tabir ettirilir. Hâlvet gece gündüz kırk gün devâm eder. Kırk günün sonunda mutfak görevlileri diğerlerinden daha önce hâlvethâneden çıkar ve kurban keserler. Kurbanların kanlarını ve kemiklerini gömerek saklamak âdettir. Kesilen kurbanların boğazları kebâb yapılarak soğuk SU veyâ ayranla Hâlvet Ehline dağıtılır. O gece Sûfîler evlerinde dinlenir ve ertesi gün sabah namazında DUÂ ve zikirlerle hâlvetin tamamen bittiği ilân edilir..
“Bustânü’l-muhibbîn”de hâlvet konusunda şu bilgiler verilir: Hâlvete giren sûfîlerin dört önemli vazifesi ve virdi vardır.:
Birincisi.: Kuşluk Namazından sonra kefâret niyetiyle iki rek‘at namaz kılmak ve her rek‘atta Fâtiha’dan sonra Kevser sûresini okumak,
İkincisi.: Dört rek‘at Tesbih Namazı kılmak ve ardından ne dileği varsa onu ALLAH’tan isteyip DUÂ etmektir.
Üçüncüsü.: Her gün Kur’ÂN’dan 100 âyet okumak,
Dördüncüsü.: Zikirle meşgul olmaktır. Bu zikri icrâ edecek kişi eğer gönlü canlanmışsa hafî, gönlü canlanmamışsa cehrî zikre devâm eder (Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî, s. 222-224).
Yesevîlik’te Tasavvufî Eğitimi tamamlayıp Hilâfet alan müride hırkanın yanı sıra bir asâ verilmesi de gelenekti. Ahmed Yesevî’nin müridi Sûfî Muhammed Dânişmend’in “Mir’âtü’l-kulûb adlı” eserinde Yesevî’den naklettiği, âhir zamanda sahte Şeyhlerin ortaya çıkacağı ve bunların Ehl-i sünnet’i sevmeyeceği şeklindeki rivâyetlerle Hoca İshak’ın “Hadîkatü’l-ʿârifîn”inde İmam Mâtürîdî’ye atıf yapılması ve Yesevî Kaynaklarında cehrî zikri müdafaa için sürekli Hanefî Fıkıh Kitaplarına referânsta bulunulması, Yesevîyye Mensublarının diğer Orta Asya Türkleri gibi Mâtürîdî ve Hanefî olduğunu göstermektedir..
BİBLİYOGRAFYA.:
Sûfî Muhammed Dânişmend, Mirʾâtü’l-kulûb, Uppsala Universitetsbibliotek, nr. 472, vr. 158b-177a.
Hoca İshak b. İsmâil Atâ, Hadîkatü’l-ʿârifîn, Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyât Enstitüsü Ktp., nr. 11838, vr. 1b-131a.
Elvan Çelebi, Menâkıbü’l-kudsiyye, s. 153, 169-170.
Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l-ʿârifîn (nşr. Tahsin Yazıcı), Ankara 1976, I, 381.
Âşıkpaşazâde, Târih, s. 1, 46, 204-205.
Manakıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî: Vilâyet-nâme (haz. Abdülbaki Gölpınarlı), İstanbul 1958, s. 14-20, 100-103.
Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve (haz. Kemal Erâslan), Ankara 1996, s. 383-390.
Fahreddin Safî, ReşeHât-ı ʿAynü’l-Hayât (nşr. Ali Asgar Muîniyân), Tahran 2536 şş./1977, I, 17-34, 97; II, 370-372.
Nâsır b. Kâsım Türkistânî, Heşt Hadîka, Kitâbhâne-i Gencbahş (İslâmâbâd), nr. 4031.
Ahmed el-Kâsânî, Risâle-i Bâbüriyye, İÜ Ktp., FY, nr. 649, vr. 239b.
Hazînî, Cevâhirü’l-ebrâr, İÜ Ktp., TY, nr. 3893, vr. 15a-17b, 25b-28b.
M. Âlim Sıddîkî, LemeHât min NefeHâti’l-kuds (nşr. M. Nezîr Rânchâ), Lahor 1406/1986.
M. Şerîf Hüseynî, Hüccetü’z-zâkirîn li-reddi’l-münkirîn, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 372, vr. 1b-203b.
Seyyid Zinde Ali, S̱emerâtü’l-meşâyiḫ, Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyât Enstitüsü Ktp., nr. 1336, vr. 1a-291b.
Evliyâ Çelebi, Seyâhatnâme, II, 18, 46; III, 237.
M. Sıddîk Zelîlî, Dîvân (nşr. İmin Tursun), Beijing 1985, s. 478-555.
Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî, Bustânü’l-muhibbîn (nşr. B. M. Babacanov – M. T. Kadırova), Türkistan 2006, s. 222-224.
Muhammed b. Ali es-Senûsî, es-Selsebîlü’l-maʿîn fi’t-tarâʾiki’l-erbaʿîn, Bingazi 1968, s. 140-142.
Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 108b; III, vr. 264b-266b.
E. Schuyler, Turkistan, London 1876, I, 158-161.
Gulâm Server Lâhûrî, Ḫazînetü’l-aṣfiyâʾ, Kanpûr 1312/1894, I, 531-539, 657.
Nâsırüddin Buhârî, TuHfetü’z-zâʾirîn, Buhara 1910, s. 52-54, 85-94, 97, 133-138.
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar (haz. Orhan F. Köprülü), Ankara 1981, s. 44-48, 87-118.
D. DeWeese, Islamizâtion and Native Religion in the Golden Horde: Baba Tükles and Conversion to Islam in Historical and Epic Tradition, Pennsylvania 1994, s. 567-573.
a.mlf., “Yasaviyâ”, İslam na Territorii bıvşey Rossiyskoy imperii, Moskva 2003, IV, 35-38.
a.mlf., “The Yasavî Order and the Uzbeks in the Early 16th Century: The Story of Shaykh Jamâl ad-Dîn and Muhammad Shibânî Khân”, Tsentralnaya Aziyâ: İstoçniki İstoriyâ Kultura (ed. E. V. Antonova v.dğr.), Moskva 2005, s. 297-310.
a.mlf., “The Mashâ’ikh-i Turk and the Khojagân: Rethinking the Links between the Yasavî and Naqshbandî Sufi Traditions”, Journal of Islamic Studies, VII/2, Oxford 1996, s. 180-207.
a.mlf., “Atâʾîya Order”, EIr., II, 904-905.
Hakîm Ata Kitabı (haz. Münevver Tekcan), İstanbul 2007.
Ashirbek Muminov v.dğr., İslamizâtsiyâ i Sakralnıe Rodoslovnıe v Sentralnoy Azii, Almatı 2008, II, 188-189.
Necdet Tosun, “Yesevîliğin İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, İLAM Araştırma Dergisi, II/2, İstanbul 1997, s. 41-85.
a.mlf., “Ahmed Yesevî’nin Menâkıbı”, a.e., III/1 (1998), s. 73-81.
a.mlf., “The Basic Views of Khoja Ahmad Yasavî and His Followers”, EKEV Akademi Dergisi, sy. 38, Erzurum 2009, s. 29-38.
Mertol Tulum, “Hikmetlere Göre Yesevîlik ve Orta Asya Kültür Tarihi Bakımından Önemi”, İlmî Araştırmalar, sy. 7, İstanbul 1999, s. 207-215.
Yusuf Akgül, “Hoca Ahmet Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler”, Bilig, sy. 8, Ankara 1999, s. 47-63.
Bakhtiyâr Babadjanov, “Une nouvelle source sur les rituels de la tarîqa yasawiyya: Le risâla-yi Dhikr-i Sultân al-‘Ârifîn”, Journal of the History of Sufism, III, İstanbul 2001, s. 223-228.
Seyfuddin Refiuddin – Nadirhan Hasan, “Hazînî’nin Câmiu’l-Mürşidîn Adlı Eseri Hakkında”, Tasavvuf, sy. 12, Ankara 2004, s. 159-166.
Thierry Zarcone, “Yasawiyya”, EI2 (İng.), XI, 294-296.
اليسويّة
Ahmed Yesevî’ye (ö. 562/1166) nisbet edilen ve Orta Asya’da etkin olan tarikat.
Müellif.: NECDET TOSUN
Ahmed Yesevî’nin ardından onun tasavvuf yolu ve düşünceleri müridleri vasıtasıyla Orta Asya’nın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Bu yolun takipçilerinin mensub olduğu tarikata Yesevîyye denildiği gibi Ahmed Yesevî’nin “Sultan” lakabına nisbetle Sultâniyye, cehrî zikir yapmaları sebebiyle Cehriyye ve mensublarından çoğunun Türk olması sebebiyle Silsile-i Meşâyih-i Türk de denilmiştir. Hoca Ahmed Yesevî’nin kimden hilâfet aldığı konusunda kaynaklarda farklı bilgiler yer almaktadır. İlk hocası ve Şeyhi, aynı zamanda akrabası olduğu anlaşılan Arslan (Baba) Bâb’dır. Onun vefâtından sonra kaynaklarda Yûsuf el-Hemedânî, Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî veyâ Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî’ye intisab ederek hilâfet aldığı söylenir. Bu rivâyetlerden en çok kabul göreni Yûsuf el-Hemedânî’den hilâfet aldığı yolundadır. Yûsuf el-Hemedânî’nin halifelerinden Abdülhâlik-ı Gucdüvânî, Hâcegân tarikatının kurucusu kabul edilir. Hemedânî’nin bir diğer halifesi sayılan Ahmed Yesevî ise Yesevîyye’nin kurucusudur. Dolayısıyla Hâcegân ile Yesevîyye birbirinden farklı iki tarikattır. Öte yandan Ahmed Yesevî’nin babası İbrâhim Ata’nın da bir şeyh olduğu ve onun Yesi’deki halifesi Mûsâ Hoca’nın Âişe Hoştâc adlı kızını Ahmed Yesevî ile evlendirdiği rivâyet edilir. Bu rivâyet dikkate alınarak Yesevî’nin bu akraba çevresinden de önemli derecede tasavvufî eğitim aldığı söylenebilir. Ahmed Yesevî’nin atalarından İshak Bâb’ın İshak Türk ile aynı kişi olduğu ve bu ailenin Mübeyyiza Mezhebine mensub bulunduğu iddiası ise henüz kanıtlanabilmiş değildir.
Ahmed Yesevî’nin en meşhur halifeleri Mansûr Ata, Said Ata, Sûfî Muhammed Dânişmend ve Hakîm Ata’dır. Bunlardan Mansûr Ata, Arslan Bâb’ın oğludur. Mansûr Ata’nın oğlu Abdülmelik Ata, torunu Tâc Hoca ve torununun oğlu Zengi Ata da Yesevî Şeyhidir. Yesevî’nin ikinci halifesi Said Ata hakkında yeterli bilgi yoktur. Üçüncü halifesi Sûfî Muhammed Dânişmend, Otrar şehri civârında irşad faaliyetinde bulunmuş, Şeyhi Ahmed Yesevî’nin ve diğer bazı sûfîlerin tasavvufî görüşlerini Mir’âtü’l-kulûb adlı Türkçe eserinde toplamıştır. Sûfî Muhammed Dânişmend’in halifesi Süzük Ata (Süksük Ata) diye anılan Şeyh Mustafa’dır. Şeyh Mustafa’nın halifesi İbrâhim Ata, İbrâhim Ata’nın oğlu İsmâil Ata’dır. Babası öldürüldüğünde on yaşında olan İsmâil Ata zâhir ilimleri tahsile ve tasavvufî eğitimine Hârizm, Buhara ve Semerkant’ta devâm etmiş, ardından Hucend’de Şeyh Maslahat Hucendî’den hilâfet alıp kendi memleketi Kazıgurt’ta irşada başlamıştır. Oğlu ve halifesi Hoca İshak, XIV. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı Hadîkatü’l-ârifîn isimli Türkçe eserinde İsmâil Ata’nın ve diğer bazı sûfîlerin görüşlerine yer vermiştir. Yesevîyye’nin bu kolunda adı geçen Süksük Ata’nın Tarâz’da yöneticilik yapan “Melikü’z-zühhâd” lakâblı bir kişiye hilâfet verdiği, bu silsilenin Ebü’n-Nûr Süleyman Âşık b. Dâvûd, Cemâleddin Muhammed Kâşgarî ve İbrâhim b. Ömer el-Alevî ez-Zebîdî yoluyla devâm ederek önce Yemen’de, daha sonra Kuzey Afrika’da başka tarikatlarla birleştiği ve nihâyet XIX. yüzyılda Senûsiyye’nin içinde eridiği anlaşılmaktadır.
Ahmed Yesevî’nin dördüncü ve en meşhur halifesi Hakîm Ata’dır (ö. 582/1186). Asıl adı Süleyman Bâkırgânî olup tasavvuf eğitimini tamamladıktan sonra Yesi’den ayrılarak Hârizm bölgesine gitmiş ve orada halkı irşadla meşgul olmuştur. Ahmed Yesevî gibi Hikmet tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hakîm Ata’nın bazı şiirleri Bakırgan Kitabı adlı bir mecmua içinde günümüze ulaşmıştır. Âhir Zaman Kitabı, Hazret-i Meryem Kitabı ve Mi‘râcnâme gibi başka manzum eserleri de bulunan Hakîm Ata’nın hayatı ve menkıbeleri yazarı belli olmayan Türkçe mensur Hakîm Ata Kitabı’nda toplanmıştır (nşr. Münevver Tekcan, İstanbul 2007). Hakîm Ata’nın en önemli halifesi Zengi Ata’dır (ö. 656/1258). Taşkent’te yaşayan Zengi Ata’nın çobanlık yaparak geçimini sağladığı ve Şeyhi Hakîm Ata’nın vefâtından sonra dul kalan hanımı Anber Ana ile evlendiği nakledilir. Zengi Ata’nın meşhur dört halifesi Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Mâverâünnehir’de ilim tahsil eden bu dört genç tasavvuf yoluna yönelmeyi arzu edip Zengi Ata’nın yanına gelmiş ve kendisine intisab ederek hilâfet almıştır. Bunlardan Seyyid Ata, Hârizm Bölgesinde yaşamış ve Hâcegân Şeyhlerinden Ali Râmîtenî ile görüşmüştür. ReşeHât müellifi Fahreddin Safî’ye göre yukarıda adı geçen İsmâil Ata hilâfetini Seyyid Ata’dan almıştır. Zengi Ata’nın tavsiyesiyle Seyyid Ata ve Sadr Ata’nın Deştikıpçak’taki Sarayçık’a gittiği, orada bulunan Altın Orda Hükümdarı Özbek Han’ı İslâmiyet’e davet ettiği ve Sadr Ata’nın gösterdiği kerâmet neticesinde Özbek Han ile birlikte 70.000 kişinin müslüman olduğu nakledilir. Sadr Ata’nın ardından Elemîn Baba (bazı kaynaklarda Eymen veyâ Almîn), Şeyh Ali Şeyh ve Mevdûd Şeyh halkı irşada devâm etmiştir.
Mevdûd Şeyh’ten sonra Yesevîyye silsilesi iki kola ayrılmıştır. Bunlardan biri Kemal Şeyh Îkânî, diğeri Hâdim Şeyh ile başlamaktadır. Kemal Şeyh’in ardından silsilenin bu kolu şöyle devâm etmektedir: Şeyh Aliâbâdî (Seyyid Ahmed), Şemseddin Özgendî, Abdal Şeyh (Şeyh Üveys), Şeyh Abdülvâsi ve Şeyh Abdülmüheymin. Son Şeyhin XVI. yüzyılda Taşkent’te yaşadığı bilinmektedir. Bu silsiledeki Şemseddin Özgendî “Şems-i Âsî” mahlasıyla Hikmet tarzında şiirler söylemiştir. Hâdim Şeyh ile başlayan diğer Yesevî kolu da kendi içinde ikiye ayrılmıştır. Birinci kol Hâdim Şeyh’in halifelerinden Şeyh Cemâleddin Kâşgarî Buhârî, Süleyman Gaznevî, Seyyid Mansûr Belhî ile devâm ederek II. Selim ve III. Murad döneminde iki defâ İstanbul’u ziyâret eden Nakşibendî ve Yesevî Şeyhi Ahmed b. Mahmûd Hazînî’ye ulaşır (ö. 1002/1593’ten sonra). Hazînî’nin “Cevâhirü’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr, Menba‘u’l-ebhâr fî riyâzi’l-ebrâr, Hüccetü’l-ebrâr, Teselliyyü’l-kulûb, Câmiʿu’l-mürşidîn” adlı eserleriyle bir divânı bulunmaktadır. Bu koldaki Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’den sonra başka bir alt kol Şeyh Hudâydâd Buhârî Gazîregî (ö. 939/1532), Mevlânâ Velî Kûh-i Zerî, Kasım Şeyh Azîzân Kermînegî ve Pîrim Şeyh yoluyla devâm ederek Âlim Şeyh lakâblı Muhammed Âlim Sıddîkî’ye (ö. 1043/1633) ulaşır. Âlim Şeyh 1033’te (1624) tamamladığı “LemeHât min nefeHâti’l-kuds” adlı Farsça eserinde Ahmed Yesevî’den başlayıp kendi dönemine kadar yaşamış olan birçok Yesevî Şeyhi hakkında önemli bilgiler vermiştir. Âlim Şeyh’in halifesi Mevlânâ Osman’a intisab ederek hilâfet alan Buharalı Mevlânâ Muhammedî İmlâ (ö. 1162/1749) Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendiyye’den de icâzetli idi.
Âlim Şeyh’in halifelerinden M. Şerif Hüseynî (ö. 1109/1697) Farsça kaleme aldığı “Hüccetü’z-zâkirîn li-reddi’l-münkirîn” adlı eserinde cehrî zikrin meşruluğunu isbatlamak için deliller getirmiş ve önceki Yesevî Şeyhleri hakkında bilgi aktarmıştır. Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendîlik’ten de icâzet alan Muhammed Şerîf’in Hikmet tarzında Türkçe şiirler yazan Kul Şerîf ile aynı kişi olduğu tahmin edilmektedir. Kendisinden sonra silsile Fethullah Azîzân ve Lutfullah Azîzân ile devâm edip Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî’ye (ö. 1216/1801) ulaşır. Tasavvufa dâir birçok eser kaleme alan Şeyh Hudâydâd, “Bustânü’l-muhibbîn” adlı Türkçe eserinde Yesevîyye Tarikatının Âdâbı hakkında önemli bilgiler nakleder ve cehrî zikri savunur. Onun halifesi Ömer Îşân, Yesevîliğin yanında Nakşibendîliğin Müceddidiyye koluna da bağlıydı. XIX. yüzyılın başlarına kadar izi sürülebilen ve zayıflamış ya da Nakşibendîliğin içinde erimeye başlamış olsa da silsilesi takip edilebilen Yesevîlik bu tarihten sonra yazılı kaynaklarda izlenemez olmuş ve XIX. yüzyılın sonlarında Ruslar’ın Orta Asya’da hâkimiyet kurmasının ardından gözden kaybolmuştur..
Yukarıda adı geçen Yesevî Şeyhlerinin dışında kaynaklarda hayatı veyâ silsilesi hakkında yeterli bilgi bulunmayan Yesevîyye mensubları da mevcuttur. Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Baba Maçin ve Yaşlıg Yûnus Ata, İsmâil Ata’nın müridi Otluğ Yûnus Ata, Bahâeddin Nakşibend’in kendileriyle görüştüğü Kusem Şeyh, Halil Ata ve Pehlivân Ata, Emîr Külâl’in oğlu ile görüşen Kök Ata, Türkistanlı Tonguz Şeyh, yalnız Türkçe konuştuğu için Türkçü Ata diye anılan Taşkentli bir Yesevî Şeyhi bunlardan bazılarıdır. Yaşayan bir şeyhten tasavvufî eğitim almayıp rüyâsında Ahmed Yesevî’den ya da sonraki Yesevî Şeyhlerinden Üveysî Yolla hilâfet aldığını söyleyen kişiler de olmuştur. XV. yüzyılda Şehrisebz yakınlarında yaşayan ve Hazret Beşîr diye anılan Seyyid Ahmed Beşîrî ile XVI. yüzyılda Doğu Türkistan’da yaşayan ve Yârkend’de vefât eden Muhammed Şerîf Büzürgvâr bunlardandır. Seyyid Ahmed Beşîrî’nin hayatı ve menkıbeleri Nâsır b. Kâsım Türkistânî Fergânî’nin “Hadâʾiku’l-cinân (Heşt Hadîka)” adıyla anılan Farsça eserinde toplanmıştır. Muhammed Şerîf Büzürgvâr’ın menkıbeleri ise Muhammed Sıddîk Zelîlî’nin Türkçe manzum “Tezkire-i Hoca Muhammed Şerîf Büzürgvâr”ı ile aynı adı taşıyan, ancak yazarı bilinmeyen Türkçe mensur bir eserde bir araya getirilmiştir.
Bazı kaynaklarda Tatar ve Bulgar Bölgelerinde yaşayan Biraş b. Abraş Sûfî, Ufa yakınlarında kabri olan Hüseyin Beg, Azerbaycan’ın Niyâzâbâd Şehrinde türbesi bulunan Avşar Baba ve Türkmenistan’da yaşamış olan Gözlü Ata gibi şahısların Yesevî Şeyhi ya da Dervişi olduğu ileri sürülmüştür. XV. yüzyılın sonlarında kaleme alındığı tahmin edilen “Vilâyetnâme”de Hacı Bektâş-ı Velî doğrudan veyâ dolaylı biçimde Ahmed Yesevî’nin Halifesi diye gösterilmişse de bu eserden daha önce XIV. yüzyılda yazılan Eflâkî’nin “Menâkıbü’l-ʿârifîn”inde ve XV. yüzyılda kaleme alınan Âşıkpaşazâde’nin Târih’inde Hacı Bektâş-ı Velî’nin Vefâiyye Tarikatı Şeyhi Baba İlyâs-ı Horasânî’nin Halifesi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ayrıca XVII. yüzyılda kaleme alınan “Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi”nde Yesevî Dervişi olarak tanıtılan Geyikli Baba ve Emirci Sultan (Emîr-i Çîn Osman) daha eski ve güvenilir kaynaklar olan Elvan Çelebi’nin “Menâkıbü’l-kudsiyye”si ile “Âşıkpaşazâde’nin Târih”inde Vefâiyye Şeyhi Baba İlyâs’ın önde gelen halifeleri arasında gösterilmiştir. Güvenilirliği tartışmalı olan geç döneme ait Vilâyetnâme ve Seyâhatnâme gibi kaynaklarda Anadolu’daki bir kısım Vefâiyye Mensublarının Yesevîyye Tarikatı mensubu gibi gösterilmesi, XIII. yüzyılda Vefâiyye Şeyhlerinden Baba İlyâs-ı Horasânî’nin Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı başlattığı isyanın doğurduğu toplumsal psikoloji ile doğrudan ilişkili olmalıdır. Babaîler İsyanı adı verilen bu hareket devlet tarafından kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra Vefâiyye Tarikatına mensub, özellikle Babaîler’le ilişkisi bulunan birçok sûfî muhtemelen isyan suçlamasından kurtulmak için tarikatının adını gizlemiş ya da Ahmed Yesevî Yolundan geldiğini öne sürmüş olmalıdır. Sonraki asırlarda bu söylentiler Vilâyetnâme ve Seyâhatnâme gibi kitaplara da geçmiştir. Bu sebeple güvenilir kaynaklarda ve orijinal silsilenâmelerde yer almadığı sürece Anadolu ve Balkanlar’da Yesevîyye Tarikatının varlığından söz etmek oldukça zordur. XIX. yüzyılın sonlarında Orta Asya’nın Fergana Vâdisinde ve Kırgız Bölgelerinde görülen Laçiler ile Saçlı Îşânlar’ın da Yesevîlik’le bağlantısı isbat edilememiştir. Bunlar Orta Asya’daki Kalenderîler’in son kalıntıları olmalıdır.
Yesevîler, Orta Asya’da faaliyet gösteren diğer tarikatlarla bazan dostane ilişkiler kurmuş, bazan da karşılıklı rekabet ve muhalefete girişmişlerdir. Orta Asya’da yaygın ve etkin olan Nakşibendîler’den bazıları Yesevîler’i cehrî zikir, şeyhliğin babadan oğula geçmesi, tekke ve merâsimlere fazla önem vermeleri gibi konularda eleştirmişler, Yesevîler de cehrî zikrin câiz olduğunu isbatlamak amacıyla birçok eser kaleme almışlardır. Ancak Nakşibendiyye’nin Kâsâniyye Kolunda cehrî zikir, semâ ve hâlvet gibi uygulamalara hoşgörü ile bakıldığı için bu kola mensub bulunanlar Yesevîler’le genelde iyi ilişkiler kurmuşlardır. XVI. yüzyıldan itibâren bazı Yesevîyye Mensublarının Nakşibendîliğe de intisab etmeye başladıkları görülmektedir. Yesevî Şeyhi Hazînî, Nakşibendiyye’nin Kâsâniyye Kolundan Hâce Sa‘d Cûybârî’nin halifesi Molla Emîn’den Nakşibendî icâzeti almıştır. XVII. yüzyılın başlarında yaşayan Yesevî Şeyhi Tokum Şeyh Hîvekî, 400 müridiyle birlikte bir Nakşibendî Şeyhine intisab etmiştir. Orta Asya’dan Hindistan’a göç eden Cemâleddin Hâce Dîvâne Seyyid Atâî de (ö. 1016/1607) Yesevîlik’le birlikte Nakşibendiyye, Kübreviyye ve Aşkıyye Tarikatlarına mensubtu. Rıdvân lakâblı oğlu Muhammed Kâsım babasının menkıbelerini “Menâkıbü’l-aḫyâr (Makâmât-ı Seyyid ʿAtâʾî)” adlı Farsça Eserinde bir araya getirmiştir.
Devlet yöneticileriyle münasebetler konusunda Yesevîler, Mâverâünnehir’de her zaman Nakşibendîler’in gerisinde kalmıştır. Şeybânîler’in ilk döneminde bu durum Yesevîler lehine değişecek gibi olmuşsa da Şeybânî Han’ın önceleri intisab ettiği Yesevî Şeyhi Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’yi Buhara’dan Herât’a sürgün etmesi durumu yine Nakşibendîler’in lehine çevirmiştir. XVIII. yüzyılda bazı Mangıt Hanlarının Nakşibendîliğin Müceddidiyye Koluna bağlı olması ve cehrî zikri yasaklamaları zâten gücünü yitirmiş olan Yesevîler’i daha da sönük hale getirmiştir..
ÂDÂB ve ERKÂN.
Yesevî Şeyhlerinden Hoca İshak’ın XIV. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı “Hadîkatü’l-ʿârifîn’de (vr. 91b)” anlattığına göre intisab merâsimi şöyle yapılırdı.: Şeyh mürid olmak niyetiyle gelen kişinin elini tutar, tövbe etmesini ve ALLAH’a yönelmesini tavsiye ederek tövbe virdini.: “Estağfirullahe’llezî lâ ilâhe illâ hû el-hayye’l-kayyûm ve es’elühü’t-tevbe” Üç defâ tekrarladıktan sonra eline bir makas alır ve.: “Yâ eyyühe’llezîne âmenû tûbû ilallâhi tevbeten nasûhan” âyetini okur (et-Tahrîm 66/8). Ardından müridin saçından önce sağ, sonra sol, sonra da orta taraftan ikişer üçer adet kıl keser ve müride nâfile namaz kılmayı, sürekli zikretmeyi, Şeyhinden izinsiz iş yapmamayı tavsiye eder..
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللَّهِ تَوْبَةً نَّصُوحًا عَسَى رَبُّكُمْ أَن يُكَفِّرَ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيُدْخِلَكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ يَوْمَ لَا يُخْزِي اللَّهُ النَّبِيَّ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعَى بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ (nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihe’l- enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meah (meahu), nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr (kadîrun).: “Ey iman edenler! ALLAH'a NASUH TÖVBESİ ile tövbe edin! Umulur ki RABBiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün ALLAH, NEBÎLERi ve O'nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nûrları, önlerinde ve sağlarında koşar. “RABBimiz, bizim nûrumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevÂba çevir). Muhakkak ki SEN, herşeye KADÎRsin.” derler.” (Tahrîm 66/8)
Yesevîlik’te toplu ve sesli olarak icrâ edilen zikre “Zikr-i Erre” adı verilir. Zikr-i Erre Farsça’da “Testere Zikri” demektir. Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler kaybolup sâdece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltı çıktığı için zikre bu ad verilmiştir. XVI. yüzyılda Semerkant Civârında yaşayan Ahmed Kâsânî’ye göre Hoca Ahmed Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikir yapardı. Ancak Türkistan Bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zikirle yola getiremeyeceğini anlamış ve Zikr-i Erre adındaki sesli ve tesirli zikri başlatmıştır. XVII. yüzyıl Yesevî Şeyhlerinden Buharalı Muhammed Şerîf Hüseynî, Yesevî Dervişlerinin bazan “ALLAH”, bazan “HAY”, bazan da “HAY, ALLAH” diye zikrettiklerini, zikir esnâsında şevkin artması üzerine nefes alıp verirken zikir yapan kişilerin gırtlağından testere sesine benzer bir sesin çıktığını, sanki Nefs-i Emmârenin başına testere koyup onun arzularını kesiyormuş gibi bir duygu oluştuğunu, dervişlerin bazan da “HÛ” zikriyle meşgul olduklarını ifâde etmiştir.
“Risâle-i Zikr-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn” adıyla bilinen, Çağatay Türkçesi’yle yazılmış, müellifi meçhul bir eserde Yesevî zikrinin altı türünden bahsedilir.:
1-) İsm-i ZÂT Zikri.: “ALLAH”. Bu zikir “ALLAH HÛ, ALLAH HÛ, Yâ HÛ, ALLAH HÛ” şeklinde de icrâ edilir.
2-) İsm-i SİFÂt Zikri.: “HAY âh, HAY âh”. Bu zikir öğle namazından sonra ayakta (kıyâmî) icrâ edilir, “HAY” ve “âh” derken beş parmak yumulur.
3-) Dûsere Zikri: “HAy, Âh, ALLAH, Hay, Hû; Hay, Hayyen, Hû ALLAH Hay, Hayyen, Hû ALLAH”.
4-) Zikr-i Hû: “Hû hû hû ALLAH, hû hû hû ALLAH”.
5-) Zikr-i ÇAYKUN. Zikir sırasında ritim, âhenk ve mûsikinin bir arada uyum içinde devâm etmesi için zâkirin, elinde çıngırak gibi bir aleti hareket ettirmesi, “çak çak!” diye ses çıkartmasıdır (Hû [çak], Hû [çak])”.
6-) ÇEHÂR DARB.: “HAy, âh âh âh, HAy, hû; HAy, âh âh, âh, HAy, hû”.
Bu altı zikir usulünün yanında bir de “Zikr-i Kebûter” (Güvercin Zikri) vardır ki “Hû!. Hû!.” diye icrâ edilir.
1873’te Orta Asya’da seyâhat ederek bölgenin kültür hayatına dâir önemli bilgiler derleyen Eugene Schuyler, Taşkent’te Îşân Sâhib Hoca Mescidi’nde izlediği bir Yesevî Zikrini anlatırken perşembe akşamı bu mescide gittiğini, genç yaşlı otuz kadar erkeğin kıbleye doğru diz üstü oturmuş, yüksek sesle ve vücudlarını hızlıca hareket ettirerek.: “Hasbî rabbî cellallah, mâ fî kalbî gayrullah, nûr Muhammed sallallah, lâ ilâhe illallah” cümlelerini okuduklarını, bu esnâda başın sol omuza ve kalbe, ardından sağ omuza ve oradan tekrar kalbe doğru hareket ettirildiğini, bu hareketlerin yüzlerce defâ tekrarlandığını, sesleri kısılıncaya kadar farklı zikirleri okuyan Dervişlerin daha sonra.: “Hay!. Hay!. ALLAH Hay!.” zikrine başladıklarını, ritim hızlanınca ayağa kalkılıp aynı merkez etrafında birkaç halka oluşturdukları, “Hay!. ALLAH Hay!.” zikrinin “Hû ALLAH!.” şekline dönüştüğünü, fizik güçleri tükenince halkanın içine oturup şeyh (îşân) DUÂ okurken murakabe ve tefekküre daldıklarını, Hâfız’ın Dîvân’ından bazı beyitler okunduktan sonra sesli ve hareketli zikrin tekrar başladığını, bu şekilde sabaha kadar devâm ettiğini söyler..
Yesevîlik’te Tasavvufî Eğitimin önemli unsurlarından biri de hâlvettir. Hazînî’nin “Cevâhirü’l-ebrâr”da verdiği bilgiye göre diğer tarikatlardaki uygulamalardan farklı olarak Yesevîyye’de hâlvet gruplar halinde yapılır. Hâlvete girecek müridler mürşidin muvafakatiyle bir gün önceden oruç tutmaya başlar, hâlvetten bir gün önce sabah namazından sonra zikir ve tekbirlerini çoğaltırlar. Aynı gün ikindi namazının ardından hâlvethânenin kapı ve pencereleri kapatılır, müridler güneş batıncaya kadar tövbe ve zikirle meşgul olurlar. Akşam namazı kılınınca iftar için sıcak su getirilir, müridler bununla oruçlarını açar ve bundan sonra su verilmez. Daha sonra kara darıdan Hâlvet Çorbası getirilir. Bütün Hâlvet Ehli bu çorbadan içtikten sonra harareti teskin için küçük bir karpuz kesilir ya da ayran verilebilir. Yemeğin ardından Kur’ÂN-ı Kerîm’den bir sûre yahut birkaç âyet okunur. Ayakta saf tutup üç kere tekbir getirilir, sonra oturulup gece yarısına kadar zikirle meşgul olunur. Bu esnâda “Hikmet” adı verilen ilâhîler okunur. Ardından başlar tıraş edilir ve hâlvethânenin dört yönüne doğru tekbir getirilir. Daha sonra mum sönünceye kadar zikre devâm edilir, ardından birkaç saat istirahat edilir ve görülen rüyâlar Şeyhe tabir ettirilir. Hâlvet gece gündüz kırk gün devâm eder. Kırk günün sonunda mutfak görevlileri diğerlerinden daha önce hâlvethâneden çıkar ve kurban keserler. Kurbanların kanlarını ve kemiklerini gömerek saklamak âdettir. Kesilen kurbanların boğazları kebâb yapılarak soğuk SU veyâ ayranla Hâlvet Ehline dağıtılır. O gece Sûfîler evlerinde dinlenir ve ertesi gün sabah namazında DUÂ ve zikirlerle hâlvetin tamamen bittiği ilân edilir..
“Bustânü’l-muhibbîn”de hâlvet konusunda şu bilgiler verilir: Hâlvete giren sûfîlerin dört önemli vazifesi ve virdi vardır.:
Birincisi.: Kuşluk Namazından sonra kefâret niyetiyle iki rek‘at namaz kılmak ve her rek‘atta Fâtiha’dan sonra Kevser sûresini okumak,
İkincisi.: Dört rek‘at Tesbih Namazı kılmak ve ardından ne dileği varsa onu ALLAH’tan isteyip DUÂ etmektir.
Üçüncüsü.: Her gün Kur’ÂN’dan 100 âyet okumak,
Dördüncüsü.: Zikirle meşgul olmaktır. Bu zikri icrâ edecek kişi eğer gönlü canlanmışsa hafî, gönlü canlanmamışsa cehrî zikre devâm eder (Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî, s. 222-224).
Yesevîlik’te Tasavvufî Eğitimi tamamlayıp Hilâfet alan müride hırkanın yanı sıra bir asâ verilmesi de gelenekti. Ahmed Yesevî’nin müridi Sûfî Muhammed Dânişmend’in “Mir’âtü’l-kulûb adlı” eserinde Yesevî’den naklettiği, âhir zamanda sahte Şeyhlerin ortaya çıkacağı ve bunların Ehl-i sünnet’i sevmeyeceği şeklindeki rivâyetlerle Hoca İshak’ın “Hadîkatü’l-ʿârifîn”inde İmam Mâtürîdî’ye atıf yapılması ve Yesevî Kaynaklarında cehrî zikri müdafaa için sürekli Hanefî Fıkıh Kitaplarına referânsta bulunulması, Yesevîyye Mensublarının diğer Orta Asya Türkleri gibi Mâtürîdî ve Hanefî olduğunu göstermektedir..
BİBLİYOGRAFYA.:
Sûfî Muhammed Dânişmend, Mirʾâtü’l-kulûb, Uppsala Universitetsbibliotek, nr. 472, vr. 158b-177a.
Hoca İshak b. İsmâil Atâ, Hadîkatü’l-ʿârifîn, Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyât Enstitüsü Ktp., nr. 11838, vr. 1b-131a.
Elvan Çelebi, Menâkıbü’l-kudsiyye, s. 153, 169-170.
Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l-ʿârifîn (nşr. Tahsin Yazıcı), Ankara 1976, I, 381.
Âşıkpaşazâde, Târih, s. 1, 46, 204-205.
Manakıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî: Vilâyet-nâme (haz. Abdülbaki Gölpınarlı), İstanbul 1958, s. 14-20, 100-103.
Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve (haz. Kemal Erâslan), Ankara 1996, s. 383-390.
Fahreddin Safî, ReşeHât-ı ʿAynü’l-Hayât (nşr. Ali Asgar Muîniyân), Tahran 2536 şş./1977, I, 17-34, 97; II, 370-372.
Nâsır b. Kâsım Türkistânî, Heşt Hadîka, Kitâbhâne-i Gencbahş (İslâmâbâd), nr. 4031.
Ahmed el-Kâsânî, Risâle-i Bâbüriyye, İÜ Ktp., FY, nr. 649, vr. 239b.
Hazînî, Cevâhirü’l-ebrâr, İÜ Ktp., TY, nr. 3893, vr. 15a-17b, 25b-28b.
M. Âlim Sıddîkî, LemeHât min NefeHâti’l-kuds (nşr. M. Nezîr Rânchâ), Lahor 1406/1986.
M. Şerîf Hüseynî, Hüccetü’z-zâkirîn li-reddi’l-münkirîn, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 372, vr. 1b-203b.
Seyyid Zinde Ali, S̱emerâtü’l-meşâyiḫ, Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyât Enstitüsü Ktp., nr. 1336, vr. 1a-291b.
Evliyâ Çelebi, Seyâhatnâme, II, 18, 46; III, 237.
M. Sıddîk Zelîlî, Dîvân (nşr. İmin Tursun), Beijing 1985, s. 478-555.
Şeyh Hudâydâd b. Taş Muhammed Buhârî, Bustânü’l-muhibbîn (nşr. B. M. Babacanov – M. T. Kadırova), Türkistan 2006, s. 222-224.
Muhammed b. Ali es-Senûsî, es-Selsebîlü’l-maʿîn fi’t-tarâʾiki’l-erbaʿîn, Bingazi 1968, s. 140-142.
Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 108b; III, vr. 264b-266b.
E. Schuyler, Turkistan, London 1876, I, 158-161.
Gulâm Server Lâhûrî, Ḫazînetü’l-aṣfiyâʾ, Kanpûr 1312/1894, I, 531-539, 657.
Nâsırüddin Buhârî, TuHfetü’z-zâʾirîn, Buhara 1910, s. 52-54, 85-94, 97, 133-138.
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar (haz. Orhan F. Köprülü), Ankara 1981, s. 44-48, 87-118.
D. DeWeese, Islamizâtion and Native Religion in the Golden Horde: Baba Tükles and Conversion to Islam in Historical and Epic Tradition, Pennsylvania 1994, s. 567-573.
a.mlf., “Yasaviyâ”, İslam na Territorii bıvşey Rossiyskoy imperii, Moskva 2003, IV, 35-38.
a.mlf., “The Yasavî Order and the Uzbeks in the Early 16th Century: The Story of Shaykh Jamâl ad-Dîn and Muhammad Shibânî Khân”, Tsentralnaya Aziyâ: İstoçniki İstoriyâ Kultura (ed. E. V. Antonova v.dğr.), Moskva 2005, s. 297-310.
a.mlf., “The Mashâ’ikh-i Turk and the Khojagân: Rethinking the Links between the Yasavî and Naqshbandî Sufi Traditions”, Journal of Islamic Studies, VII/2, Oxford 1996, s. 180-207.
a.mlf., “Atâʾîya Order”, EIr., II, 904-905.
Hakîm Ata Kitabı (haz. Münevver Tekcan), İstanbul 2007.
Ashirbek Muminov v.dğr., İslamizâtsiyâ i Sakralnıe Rodoslovnıe v Sentralnoy Azii, Almatı 2008, II, 188-189.
Necdet Tosun, “Yesevîliğin İlk Dönemine Âid Bir Risâle: Mir’âtü’l-kulûb”, İLAM Araştırma Dergisi, II/2, İstanbul 1997, s. 41-85.
a.mlf., “Ahmed Yesevî’nin Menâkıbı”, a.e., III/1 (1998), s. 73-81.
a.mlf., “The Basic Views of Khoja Ahmad Yasavî and His Followers”, EKEV Akademi Dergisi, sy. 38, Erzurum 2009, s. 29-38.
Mertol Tulum, “Hikmetlere Göre Yesevîlik ve Orta Asya Kültür Tarihi Bakımından Önemi”, İlmî Araştırmalar, sy. 7, İstanbul 1999, s. 207-215.
Yusuf Akgül, “Hoca Ahmet Yesevî’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tesbitler”, Bilig, sy. 8, Ankara 1999, s. 47-63.
Bakhtiyâr Babadjanov, “Une nouvelle source sur les rituels de la tarîqa yasawiyya: Le risâla-yi Dhikr-i Sultân al-‘Ârifîn”, Journal of the History of Sufism, III, İstanbul 2001, s. 223-228.
Seyfuddin Refiuddin – Nadirhan Hasan, “Hazînî’nin Câmiu’l-Mürşidîn Adlı Eseri Hakkında”, Tasavvuf, sy. 12, Ankara 2004, s. 159-166.
Thierry Zarcone, “Yasawiyya”, EI2 (İng.), XI, 294-296.
- nur-ye
- Özel Üye
- Mesajlar: 9105
- Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00
Re: ANADOLU MELÂMEtinin MENŞE'i AHMED YESEVî ks....
DÎVÂN-ı HİKMEt.:
ديوان حكمت
Ahmed Yesevî’nin Hikmet adı verilen dinî-tasavvufî manzumelerini içine alan şiir mecmuası.
Müellif.: KEMÂL ERÂSLAN
Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet adlı eserinin dış kapağı (Taşkent 1312)
Fazlullah b. Rûzbihân’ın 915’te (1509-10) telif ettiği “Mihmânnâme-i Buhârâ” adlı eserinde, Ahmed Yesevî Türbesi’nde okuduğu Yesevî Kitabının başında “Dîvân-ı Hikmet” kaydı bulunmadığını ve eserin sülûk âdâbına ait manzum Türkçe sûfiyâne bir mecmua olduğunu bildirmesinden bu adın XVI. yüzyıldan sonra kullanıldığı anlaşılmaktadır. Rûzbihân’ın gördüğü eser muhtemelen, adı bilinmeyen bir Yesevî Dervişinin tertib ettiği “Dîvân-ı Hikmet nüshaları”nın ilk örneklerinden biridir.
Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhtevâ bakımından olduğu kadar dil bakımından da bazı farklılıklara sahip olması bunların değişik şahıslar tarafından farklı dil sahalarında tertib edildiğini göstermektedir. Ayrıca Dîvân-ı Hikmet Mecmuaları içine zamanla Yesevî Dervişlerinin Hikmetleri de karışmış, böylece kitap sâdece Ahmed Yesevî’ye ait bir eser olmaktan uzaklaşıp Hikmet geleneğini yansıtan bir manzumeler mecmuası haline gelmiştir.
Hikmetlerde geçen “Defter-i Sânî” tâbirinden ilk akla gelen şey, Ahmed Yesevî Hikmetlerinin birkaç defter halinde tertib edildiği, eldeki nüshaların ikinci defteri teşkil ettiğidir. Ayrıca Yesevî’nin, “Ben defter-i sânî sözünü açtım” demesi, daha önce Hikmetlerin bizzât Yesevî tarafından bir defter halinde toplandığını da düşündürmektedir.
Dîvân-ı Hikmet’in yazma ve basma nüshalarında bulunan Hikmetlerde Kul Hâce Ahmed, Hâce Ahmed, Miskin Ahmed, Yesevî gibi mahlaslar kullanılmıştır. Eserde ayrıca Azîm Hâce, Hâlis, Fakîrî, Garîbî, Hâce Sâlih, Kul Şerîfî, Hüveydâ, Îkânî, Meşreb, Ubeydî, Kul Süleyman ve Zelîlî adlarıyla Yesevî Geleneğine bağlı çeşitli şahısların Hikmetleri yer aldığı gibi Dîvân-ı Hikmet adını taşımayan bazı Hikmet mecmularında da Yesevî’nin şiirlerine rastlanmaktadır.
Dîvân-ı Hikmet’in yazma ve basma nüshalarında bulunan Hikmet sayısı bazı farklılıklar göstermektedir. Bugüne kadar derlenebilen Yesevî’ye ait Hikmetler 250’yi bulmaktadır. Bu sebeple Hikmetlerin birinde yer alan, “Dört bin dört yüz Hikmet söyledim” ifâdesi bir rivâyetten öteye gitmemektedir.
Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerinin başlıca gâyesi, İslâm Dinine yeni girmiş veyâ bu dini henüz kabul etmemiş Türkler’e İslâmiyet’in esaslarını, Şeriat Ahkâmını ve Ehl-i Sünnet Akîdesini öğretmek, Yesevîyye Tarikatı müridlerine tasavvufun inceliklerini, tarikatın âdâb ve erkânını telkin etmektir. Bu sebeple Hikmetler sanat endişesinden uzak, sâde ve kuru bir ifâde yanında didaktik bir özellik taşımaktadır. Ancak bazı Hikmetlerde ifâdenin sûfiyâne ve coşkulu oluşu onları basit manzumeler olmaktan kurtarmıştır.
Hikmetlerin muhtevâsı ile şekil ve dil yapısı, Ahmed Yesevî’nin yetiştiği çevre, hayatı, şahsiyeti, gâyesi ve hitab ettiği zümrenin sosyal ve kültürel yapısı ile ilgilidir. Ahmed Yesevî’nin İslâmiyet’in Esaslarını, tasavvufun inceliklerini bir Türk mutasavvıfı olarak yorumlayışı, bunları halk edebiyâtının bilinen şekilleri içinde hece vezniyle ve sâde bir dille herkesin anlayacağı tarzda ifâde etmesi Hikmet tarzını doğurmuş ve bu tarz zamanla Yesevî Dervişleri vasıtasıyla gelenek halini almıştır. Yesevîyye Tarikatında Şeyhin söylediklerini öğrenmek için Hikmetlerini belli bir makamla okuyup yaymak önemli bir husustur. Bundan dolayı zamanla daha geniş bir çevreye yayılan, huşû içinde okunup ezberlenen ve yazıya geçirilen Hikmetler, muhtevâ bakımından olduğu kadar dil bakımından da değişikliğe uğramış, çeşitli ilâvelerle zenginleşmiştir.
M. Fuad Köprülü’nün de belirttiği gibi Hikmetlerin fikrî yönünü dinî-tasavvufî unsurlar, şekil yönünü de millî unsurlar teşkil eder. Bu sebeple Hikmetlerin muhtevâsını İslâmiyet, Türkistan’daki tasavvuf, Yesevîliğe ait âdetler ve erkân oluşturmaktadır. Bunun yanında bazı Hikmetlerde amelî ahlâk ve sosyal aksaklıklar üzerinde de durulmuştur.
Eldeki Dîvân-ı Hikmet nüshalarında bulunan Hikmetlerin dilinin Ahmed Yesevî’nin dilini aksettirmediği kesindir. Dîvân-ı Hikmet Nüshalarının Kazak, Türkmen, Tatar dil özellikleri yanında büyük ölçüde Özbek Türkçesi özellikleri taşıdığı görülmektedir. Ahmed Yesevî’nin esas lehçesinin ne olduğu bilinmediği gibi Argu Türkleri’nden olduğunu kabul ederek kullandığı lehçeyi Arguca saymak veyâ Hokandlı olduğunu kabul ederek bunu halis Hokand Lehçesi saymak tahminden öte bir değer taşımaz. Bununla berâber Ahmed Yesevî’nin, Hikmetlerini Karahanlı Edebî Diliyle kaleme aldığını söylemek yanlış olmasa gerektir. Ancak bu hususta kesin bir hükme varabilmek için eski bir Dîvân-ı Hikmet Nüshasının ele geçmesine ihtiyâç vardır.
Hikmetlerin büyük bir kısmı beş-yirmi beş arasında değişen dörtlüklerden ibâret olup kafiye düzeni koşmaya benzemektedir. Hikmetlerin bir kısmında da gazel tarzı kullanılmıştır. Dörtlüklerde hecenin on ikili (4 + 4 + 4) ölçüsü, gazel tarzındaki manzumelerde ise on dörtlü (7 + 7) ölçüsü kullanılmıştır.
Dîvân-ı Hikmet’in Yesevî’nin bütün Hikmetlerini içine alan tam ve güvenilir bir nüshası mevcut değildir. Eldeki nüshaların en eskisi tahminen XVI veyâ XVII. yüzyıla aittir. Nüshalar değişik kişiler tarafından değişik sahalarda tertib edildiği için Hikmet sayısı bakımından da farklılıklar gösterir. Aynı durum basma nüshalar için de söz konusudur. Dünya kütüphanelerinde mevcut yüzlerce Dîvân-ı Hikmet Nüshasından faydalanarak sağlam bir metin hazırlamak hemen hemen imkânsızdır. Dîvân-ı Hikmet’in bazı nüshaları arasında İstanbul Üniversitesi Türkiyât Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesi (nr. 2497), Ahmet Caferoğlu (şahsî kitapları arasında), Emel Esin nüshaları (Esin-Tek Vakfı Ktp.); Manchester, The John Rylands University Library (nr. 67), İstanbul Üniversitesi (TY, nr. 3898), Millet (Ali Emîrî, Manzum, nr. 16), Konya Mevlânâ Müzesi (nr. 2583) kütüphaneleri ile Leningrad (St. Petersburg) Asya Halkları Müzesi’ndeki (nr. D. 41) yazmaları bulunmaktadır. Ayrıca eserin çeşitli baskıları da vardır (Kazan 1295; İstanbul 1299; Taşkent 1314).
Dîvân-ı Hikmet’ten seçilen yetmiş Hikmet, Ahmed Yesevî’nin hayatı, şahsiyeti, Yesevîyye Tarikatı hakkında bir giriş, Hikmetlerin açıklaması ve notlarla birlikte Ahmed-i Yesevî: Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler adıyla Kemal Erâslan tarafından yayımlanmıştır (Ankara 1983).
BİBLİYOGRAFYA
Dîvân-ı Hikmet, İstanbul 1299.
Ahmed-i Yesevî: Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler (haz. Kemal Erâslan), Ankara 1983.
Fazlullah b. Rûzbihân, Mihmânnâme-i Buhârâ (nşr. M. Stûde), Tahran 1341 hş./1962.
Ali Şîr Nevâî, Nesâyim, s. 383-384.
Á. Vámbéry, Čagataische Sprachstudien, Leipzig 1867, s. 36-37.
Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi, İstanbul 1964, II, 96.
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar (haz. Orhan F. Köprülü), Ankara 1966, s. 101-121.
a.mlf., “Ahmed Yesevî”, İA, I, 214.
M. Kemal Özergin, “Dinî Tasavvufî Edebiyâtımızda Dîvân-ı Hikmet”, Nesil, sy. 45-46, İstanbul 1980, s. 8-12.
Kemal Erâslan, “Ahmed Yesevî”, DİA, II, 159-161.
ديوان حكمت
Ahmed Yesevî’nin Hikmet adı verilen dinî-tasavvufî manzumelerini içine alan şiir mecmuası.
Müellif.: KEMÂL ERÂSLAN
Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet adlı eserinin dış kapağı (Taşkent 1312)
Fazlullah b. Rûzbihân’ın 915’te (1509-10) telif ettiği “Mihmânnâme-i Buhârâ” adlı eserinde, Ahmed Yesevî Türbesi’nde okuduğu Yesevî Kitabının başında “Dîvân-ı Hikmet” kaydı bulunmadığını ve eserin sülûk âdâbına ait manzum Türkçe sûfiyâne bir mecmua olduğunu bildirmesinden bu adın XVI. yüzyıldan sonra kullanıldığı anlaşılmaktadır. Rûzbihân’ın gördüğü eser muhtemelen, adı bilinmeyen bir Yesevî Dervişinin tertib ettiği “Dîvân-ı Hikmet nüshaları”nın ilk örneklerinden biridir.
Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhtevâ bakımından olduğu kadar dil bakımından da bazı farklılıklara sahip olması bunların değişik şahıslar tarafından farklı dil sahalarında tertib edildiğini göstermektedir. Ayrıca Dîvân-ı Hikmet Mecmuaları içine zamanla Yesevî Dervişlerinin Hikmetleri de karışmış, böylece kitap sâdece Ahmed Yesevî’ye ait bir eser olmaktan uzaklaşıp Hikmet geleneğini yansıtan bir manzumeler mecmuası haline gelmiştir.
Hikmetlerde geçen “Defter-i Sânî” tâbirinden ilk akla gelen şey, Ahmed Yesevî Hikmetlerinin birkaç defter halinde tertib edildiği, eldeki nüshaların ikinci defteri teşkil ettiğidir. Ayrıca Yesevî’nin, “Ben defter-i sânî sözünü açtım” demesi, daha önce Hikmetlerin bizzât Yesevî tarafından bir defter halinde toplandığını da düşündürmektedir.
Dîvân-ı Hikmet’in yazma ve basma nüshalarında bulunan Hikmetlerde Kul Hâce Ahmed, Hâce Ahmed, Miskin Ahmed, Yesevî gibi mahlaslar kullanılmıştır. Eserde ayrıca Azîm Hâce, Hâlis, Fakîrî, Garîbî, Hâce Sâlih, Kul Şerîfî, Hüveydâ, Îkânî, Meşreb, Ubeydî, Kul Süleyman ve Zelîlî adlarıyla Yesevî Geleneğine bağlı çeşitli şahısların Hikmetleri yer aldığı gibi Dîvân-ı Hikmet adını taşımayan bazı Hikmet mecmularında da Yesevî’nin şiirlerine rastlanmaktadır.
Dîvân-ı Hikmet’in yazma ve basma nüshalarında bulunan Hikmet sayısı bazı farklılıklar göstermektedir. Bugüne kadar derlenebilen Yesevî’ye ait Hikmetler 250’yi bulmaktadır. Bu sebeple Hikmetlerin birinde yer alan, “Dört bin dört yüz Hikmet söyledim” ifâdesi bir rivâyetten öteye gitmemektedir.
Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerinin başlıca gâyesi, İslâm Dinine yeni girmiş veyâ bu dini henüz kabul etmemiş Türkler’e İslâmiyet’in esaslarını, Şeriat Ahkâmını ve Ehl-i Sünnet Akîdesini öğretmek, Yesevîyye Tarikatı müridlerine tasavvufun inceliklerini, tarikatın âdâb ve erkânını telkin etmektir. Bu sebeple Hikmetler sanat endişesinden uzak, sâde ve kuru bir ifâde yanında didaktik bir özellik taşımaktadır. Ancak bazı Hikmetlerde ifâdenin sûfiyâne ve coşkulu oluşu onları basit manzumeler olmaktan kurtarmıştır.
Hikmetlerin muhtevâsı ile şekil ve dil yapısı, Ahmed Yesevî’nin yetiştiği çevre, hayatı, şahsiyeti, gâyesi ve hitab ettiği zümrenin sosyal ve kültürel yapısı ile ilgilidir. Ahmed Yesevî’nin İslâmiyet’in Esaslarını, tasavvufun inceliklerini bir Türk mutasavvıfı olarak yorumlayışı, bunları halk edebiyâtının bilinen şekilleri içinde hece vezniyle ve sâde bir dille herkesin anlayacağı tarzda ifâde etmesi Hikmet tarzını doğurmuş ve bu tarz zamanla Yesevî Dervişleri vasıtasıyla gelenek halini almıştır. Yesevîyye Tarikatında Şeyhin söylediklerini öğrenmek için Hikmetlerini belli bir makamla okuyup yaymak önemli bir husustur. Bundan dolayı zamanla daha geniş bir çevreye yayılan, huşû içinde okunup ezberlenen ve yazıya geçirilen Hikmetler, muhtevâ bakımından olduğu kadar dil bakımından da değişikliğe uğramış, çeşitli ilâvelerle zenginleşmiştir.
M. Fuad Köprülü’nün de belirttiği gibi Hikmetlerin fikrî yönünü dinî-tasavvufî unsurlar, şekil yönünü de millî unsurlar teşkil eder. Bu sebeple Hikmetlerin muhtevâsını İslâmiyet, Türkistan’daki tasavvuf, Yesevîliğe ait âdetler ve erkân oluşturmaktadır. Bunun yanında bazı Hikmetlerde amelî ahlâk ve sosyal aksaklıklar üzerinde de durulmuştur.
Eldeki Dîvân-ı Hikmet nüshalarında bulunan Hikmetlerin dilinin Ahmed Yesevî’nin dilini aksettirmediği kesindir. Dîvân-ı Hikmet Nüshalarının Kazak, Türkmen, Tatar dil özellikleri yanında büyük ölçüde Özbek Türkçesi özellikleri taşıdığı görülmektedir. Ahmed Yesevî’nin esas lehçesinin ne olduğu bilinmediği gibi Argu Türkleri’nden olduğunu kabul ederek kullandığı lehçeyi Arguca saymak veyâ Hokandlı olduğunu kabul ederek bunu halis Hokand Lehçesi saymak tahminden öte bir değer taşımaz. Bununla berâber Ahmed Yesevî’nin, Hikmetlerini Karahanlı Edebî Diliyle kaleme aldığını söylemek yanlış olmasa gerektir. Ancak bu hususta kesin bir hükme varabilmek için eski bir Dîvân-ı Hikmet Nüshasının ele geçmesine ihtiyâç vardır.
Hikmetlerin büyük bir kısmı beş-yirmi beş arasında değişen dörtlüklerden ibâret olup kafiye düzeni koşmaya benzemektedir. Hikmetlerin bir kısmında da gazel tarzı kullanılmıştır. Dörtlüklerde hecenin on ikili (4 + 4 + 4) ölçüsü, gazel tarzındaki manzumelerde ise on dörtlü (7 + 7) ölçüsü kullanılmıştır.
Dîvân-ı Hikmet’in Yesevî’nin bütün Hikmetlerini içine alan tam ve güvenilir bir nüshası mevcut değildir. Eldeki nüshaların en eskisi tahminen XVI veyâ XVII. yüzyıla aittir. Nüshalar değişik kişiler tarafından değişik sahalarda tertib edildiği için Hikmet sayısı bakımından da farklılıklar gösterir. Aynı durum basma nüshalar için de söz konusudur. Dünya kütüphanelerinde mevcut yüzlerce Dîvân-ı Hikmet Nüshasından faydalanarak sağlam bir metin hazırlamak hemen hemen imkânsızdır. Dîvân-ı Hikmet’in bazı nüshaları arasında İstanbul Üniversitesi Türkiyât Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesi (nr. 2497), Ahmet Caferoğlu (şahsî kitapları arasında), Emel Esin nüshaları (Esin-Tek Vakfı Ktp.); Manchester, The John Rylands University Library (nr. 67), İstanbul Üniversitesi (TY, nr. 3898), Millet (Ali Emîrî, Manzum, nr. 16), Konya Mevlânâ Müzesi (nr. 2583) kütüphaneleri ile Leningrad (St. Petersburg) Asya Halkları Müzesi’ndeki (nr. D. 41) yazmaları bulunmaktadır. Ayrıca eserin çeşitli baskıları da vardır (Kazan 1295; İstanbul 1299; Taşkent 1314).
Dîvân-ı Hikmet’ten seçilen yetmiş Hikmet, Ahmed Yesevî’nin hayatı, şahsiyeti, Yesevîyye Tarikatı hakkında bir giriş, Hikmetlerin açıklaması ve notlarla birlikte Ahmed-i Yesevî: Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler adıyla Kemal Erâslan tarafından yayımlanmıştır (Ankara 1983).
BİBLİYOGRAFYA
Dîvân-ı Hikmet, İstanbul 1299.
Ahmed-i Yesevî: Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler (haz. Kemal Erâslan), Ankara 1983.
Fazlullah b. Rûzbihân, Mihmânnâme-i Buhârâ (nşr. M. Stûde), Tahran 1341 hş./1962.
Ali Şîr Nevâî, Nesâyim, s. 383-384.
Á. Vámbéry, Čagataische Sprachstudien, Leipzig 1867, s. 36-37.
Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi, İstanbul 1964, II, 96.
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar (haz. Orhan F. Köprülü), Ankara 1966, s. 101-121.
a.mlf., “Ahmed Yesevî”, İA, I, 214.
M. Kemal Özergin, “Dinî Tasavvufî Edebiyâtımızda Dîvân-ı Hikmet”, Nesil, sy. 45-46, İstanbul 1980, s. 8-12.
Kemal Erâslan, “Ahmed Yesevî”, DİA, II, 159-161.
- nur-ye
- Özel Üye
- Mesajlar: 9105
- Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00
Re: ANADOLU MELÂMEtinin MENŞE'i AHMED YESEVî ks....
ARSLAN BABA
Yesevîyye tarikatının kurucusu Ahmed Yesevî’nin (ö. 562/1166) ilk mürşidi olduğu söylenen kişi.
Müellif: HAMİD ALGAR
Doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. Bazı kaynaklar ismini Baba Arslan, Arslan Baba veyâ Arap Arslan Baba şeklinde kaydetmektedir. Yesevî Menkıbelerine göre siyâh ırktan olan Arslan Baba ashabın büyüklerinden olup dört yüz veyâ yedi yüz yıl yaşamıştır. İki ayrı rivâyete göre, sahâbîler bir gazâ sırasında veyâ Arslan Baba’nın evindeki bir toplantıda acıkırlar. Bu arada Peygamber aleyhisselâm’ın DUÂsıyla Cibrîl, CeNNetten bir tabak hurma getirir. Hurmalardan biri yere düşünce Cibrîl o hurmanın ileride doğacak Ahmed Yesevî’nin kısmeti olduğunu söyler. O zaman Hz. Peygamber aleyhisselâm ashabına.: “Bu hurmayı Yesevî’ye kim ulaştıracak?” diye sorar. Göreve Arslan Baba tâlib olur ve Peygamber aleyhisselâm hurmayı onun ağzına koyar. Arslan Baba nice yüzyıl sonra Türkistan’ın Sayram Şehrinde henüz yetim kalan yedi yaşındaki Ahmed Yesevî’yi bulup emâneti ona teslim eder. Bazı rivâyetlere göre Peygamber aleyhisselâm’ın verdiği bir hırkayı da ona giydirir. Ayrıca Yesevî’ye “Binbir Zikir” telkin eder ve biraz sonra öleceğini bildirerek cenaze namazını kıldırmasını emreder. Hûriler, Yesevî’ye yardımcı olmak için gelip Arslan Baba’ya ipekten kefen biçerler ve o’nu CeNNete götürürler. Ahmed Yesevî de Arslan Baba’nın son işâretine uyarak Buhara’ya gidip Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’nin yanında sülûküne devâm eder.
Bu bilgiler tamamen efsanevî olmakla birlikte Arslan Baba’nın gerçekten yaşamış tarihî bir şahsiyet olması da mümkündür. Fuad Köprülü, Arslan Baba’nın Ahmed Yesevî’nin babası Şeyh İbrâhim’in kardeşi olabileceğini söyler. Ahmed Yesevî’nin Başhalifesi Mansûr Ata’nın Arslan Baba’nın oğlu olduğu konusunda ise bütün kaynaklar birleşmektedir. Onun Yesevî’den başka bir de Sûfî Muhammed Dânişmend adlı birini yetiştirdiği kaydedilmektedir. “Müzekkir-i AHbâb” Müellifi Hasan-ı Nisârî ile Nakşibendiyye ve Yesevîyye Tarikatları hakkında birkaç değerli eser yazan Hâzinî de kendilerinin Arslan Baba’nın soyundan olduklarını ileri sürmüşlerdir..
Arslan Baba’nın nerede gömülü olduğu kesin olarak belli değildir. Bazı kaynaklarda Otrar’da, bazılarında ise Ahmed Yesevî’nin Yesi’deki (Türkistan) türbesinde medfun olduğu söylenmektedir. Başka bir rivâyete göre Kırgızistan’ın Oş Şehrine yakın Bazar Kurgan bölgesindeki Arslan Baba Türbesi onundur. 1964’te Kazak Komünist Partisi’nin emriyle yıktırılan bu türbenin yeri bugün de halk tarafından ziyâret edilmektedir.
BİBLİYOGRAFYA
Câmî, NefeHât, s. 377.
Reşehât Tercümesi, s. 17.
Hasan-ı Nisârî, Müzekkir-i AHbâb (nşr. Seyyid Fazlullah), Delhi 1969, s. 494-497.
Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 14, 21-24, 67, 73.
Wl. Gordlevsky, “Choğa AHmed Jasevi”, Festschrift Georg Jacob (ed. Th. Menzel), Leipzig 1932, s. 58.
Zeki Velidî Togan, “Yesevîliğe Dâir Bazı Yeni Malumat”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı, İstanbul 1953, s. 256.
Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1961, s. 108-111.
W. Barthold, Socineniyâ, Moskva 1968, V, 118.
J. S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 54.
Ahmed-i Yesevî: Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler (haz. Kemal Erâslan), Ankara 1983, s. 60-61, 68-71, 123-131, 364.
A. Bennigsen – Ch. Lemercier-Quelquejay, Le Soufi et le commissâire: Les Confreries musulmanes en URSS, Paris 1986, s. 95, 153, 206, 208.
Yûsuf el-Hemedânî’nin Merv yakınlarında, Bayramali denilen yerdeki mezarı – Türkmenistan
YÛSUF el-HEMEDÂNÎ
يوسف الهمداني
Ebû Ya‘kûb Yûsuf b. Eyyûb el-Hemedânî (ö. 535/1140)
Horasanlı sûfî müellif.
Müellif.: NECDET TOSUN
440 veyâ 441 (1048 veyâ 1049) yılında Hemedan’ın Bûzenecird Köyünde doğdu. On sekiz yaşında iken ilim tahsili için gittiği Bağdat’ta Şâfiî Fâkihi ve Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin Müderrisi Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin ders halkasına katıldı. Şîrâzî’nin yanı sıra Ebû Ca‘fer Müslime, Abdüssamed b. Me’mûn, İbnü’l-Mühtedî-Billâh, Hatîb el-Bağdâdî, İbn Hezârmerd ve Ebü’l-Hüseyin Ahmed b. Muhammed İbnü’n-Nakkûr gibi Âlimlerden ders aldı. Bağdat’ta kaç sene kaldığı ve buradan ne zaman ayrıldığı bilinmemektedir. Daha sonra İsfahan’da Hamd b. Velkîz’den, Buhara’da Ebü’l-Hattâb Muhammed b. İbrâhim et-Taberî’den ve Semerkant’ta Ahmed b. Muhammed b. Fazl el-Fârsî’den ders alıp hadis dinledi. Fıkıh ve Kelâm tartışmalarından sıkılıp tasavvufa yöneldi. Bu yönelişte muhtemelen sûfîmeşrep olduğu bilinen Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin de etkisi olmuştur. Hemedânî’nin tasavvuf yolunda Abdullah-ı Cüveynî ve Hasan-ı Simnânî’den faydalandığı nakledilmektedir..
Yûsuf el-Hemedânî tasavvuf eğitimini tamamladıktan sonra Merv’de bir tekke açarak irşad faaliyetine başladı. “Horasan Kâbesi” denilen bu tekkeye sûfîlerin yanı sıra âlimler de devâm ediyordu. Sürekli bu tekkede kalmayıp irşad için birçok şehre seyâhat eden Hemedânî 506 (1112) yılında Büyük Vâiz ve Sûfî unvanıyla tekrar Bağdat’a döndü. Daha önce ders okuduğu Nizâmiye Medresesi’ndeki vaazları halktan büyük bir ilgi gördü. Hayatının son yıllarını Merv ve Herât’ta geçiren Yûsuf el-Hemedânî, Herât’tan Merv’e dönerken Bağşûr yakınlarındaki Bâmeîn’de vefât etti (22 Rebîülevvel 535 / 5 Kasım 1140) ve buraya defnedildi. Ardından İbnü’n-Neccâr adlı bir müridi kabrini Merv’e nakletti. Mezarı bugün Türkmenistan sınırları içinde Merv yakınlarındaki Bayramali denilen yerde olup Hâce Yûsuf adıyla bir “ziyâretgâh”tır. Yûsuf el-Hemedânî birçok mürid yetiştirmiştir. Meşhur şâir Senâî, Radıyyüddin Ali Lala’nın babası Şeyh Saîd Lala ve Ebû Sâlih Abdullah et-Tabakî er-Rûmî onun önde gelen müridleri arasında zikredilir. Hâce Abdullah-ı Berâkî, Hasan-ı Endakî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlik-ı Gucdüvânî en meşhur halifeleridir..
Dinî Emirlere son derece bağlı olan Yûsuf el-Hemedânî sahv ve temkini esas alan bir tasavvuf anlayışına sahibdi. Kerâmete ve kerâmet göstermeye iltifât etmez, sekr ve vecdin tesiriyle zuhur eden ölçüsüz söz ve davranışları doğru bulmazdı. Nitekim “SevâniHu’l-ʿuşşâk” Müellifi Ahmed el-Gazzâlî’nin bazı söz ve davranışlarını beğenmediği, “Eğer Hallâc =>mârifeti hakkıyla bilseydi =>“enelhak” yerine =>“ene’t-türâb” derdi!.” dediği bilinmektedir.
“Bu devir geçer ve gerçek şeyhler âhirete göçerse selâmete ulaşmak için ne yapalım?” diye sorulduğunda.: “Onların eserlerinden her gün sekiz varak okuyun!” diye cevâb vermiş, bu söz Ferîdüddin Attâr’ın “Tezkiretü’l-evliyâ”ı kaleme almasına vesile olmuştur. Bâtınîler’le mücadele eden Selçuklu Hükümdarı Sultan Sencer’in Yûsuf el-Hemedânî’nin tekkesine 50.000 dinar göndermesi, bu dönemde diğer Sünnî Âlim ve Mutasavvıflar gibi o’nun da devlet tarafından desteklendiğini göstermektedir.
ESERLERİ.:
1-) Rütbetü’l-Hayât.: Bir sûfî gözüyle hayatın yorumunun yapıldığı, hayatın iman, İslâm ve ihsanla yaşamak şeklinde üç dereceye ayrıldığı bu Farsça eserin Süleymaniye Kütüphanesi’nde mevcut tek nüshası (Ayasofya, nr. 2910, vr. 257a-289b) Muhammed Emîn Riyâhî tarafından neşredilmiştir (Tahran 1362 hş./1983). Eser, Hayat Nedir adıyla Türkçe’ye çevrilip müellifin iki risâlesiyle birlikte yayımlanmıştır (trc. Necdet Tosun, İstanbul 1998).
2-) Risâle.: Kâinatın insanın emrine ve hizmetine verildiğini anlatan Arapça Risâlenin bilinen tek nüshasının (Köprülü Ktp., Fâzıl Ahmed Paşa, nr. 853, vr. 209a-212b) tercümesi Hayat Nedir içinde (s. 99-101) basılmıştır.
3-) Risâle.: Tarikat Âdâbına dâir bu Farsça risâlenin (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Farsça, nr. 1028, vr. 13a-14b) tercümesi de Hayat Nedir içinde (s. 91-95) yer almaktadır.
4-) Risâle.: Tahran Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nde bulunan (nr. 2114/18) tevhide dâir Farsça risâle Celîl-i Misgernejâd tarafından neşredilmiştir (bk. bibl.).
5-) Ṣafâvetü’t-tevHîd li-taṣfiyeti’l-mürîd. “Sûfî mahlûk değildir” sözünün açıklamasını, sabır, sâlikin kalp temizliğine ulaşmasının yolları ve fenâ ba‘de’l-fenâ gibi konuları içerir. Bu eseri de Celîl-i Misgernejâd yayımlamıştır (bk. bibl.).
6-) Kitâb-ı Keşf.: Câmî’nin “NefeHâtü’l-üns”ünde anılan bu eserde müellifin günah ve tövbe konusundaki görüşleri Şemseddin Muhammed-i Deylemî tarafından “Risâle-i İṣfahân”da eleştirilmiş, Sümeyremî de ona karşı “Redd-i Risâle-i İṣfahân”ı kaleme almıştır. Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Nâfiz Paşa, nr. 438) Kitâbü’l-Keşf ʿan menâzili’s-sâʾirîn adıyla kayıtlı olup baş tarafındaki eksiklik sebebiyle müellifi bilinmeyen yazmanın Kitâb-ı Keşf’in II. cildi olması muhtemeldir.
Müellifin kaynaklarda adı geçen “Menâzilü’s-sâʾirîn, Menâzilü’s-sâlikîn, Vâridât” adlı Risâleleri günümüze ulaşmamıştır. Yûsuf el-Hemedânî’nin ahlâkını ve sözlerini ihtivâ eden “Makâmât-ı Yûsuf-i Hemedânî (Risâle-i ṢâHibiyye)” adlı bir risâle (nşr. Saîd-i Nefîsî, Ferheng-i Îrân-zemîn, I/1, 1332 hş./1953, s. 70-101) Hemedânî’nin halifelerinden Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye nisbet edilmektedir. Türkçe tercümesi Hayat Nedir içinde yayımlanmıştır (s. 37-50).
BİBLİYOGRAFYA
Sem‘ânî, el-Ensâb (Bârûdî), I, 412.
Abdülhâlik-i Gucdüvânî, Risâle-i ṢâHibiyye (nşr. Saîd-i Nefîsî, Ferheng-i Îrân-zemîn, I/1 içinde), Tahran 1332 hş./1953, s. 70-101.
İbnü’l-Cevzî, Ṣıfatü’ṣ-ṣafve (nşr. Abdurrahman el-Lâdikî – Hayât Şîhâ el-Lâdikî), Beyrut 1996, IV, 331.
Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâʾ (nşr. Muhammed İsti‘lâmî), Tahran 1374 hş., s. 8.
Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XX, 66-68, 446.
Abdurrahman-ı Câmî, NefeHâtü’l-üns (nşr. Mahmûd Âbidî), Tahran 1375 hş./1996, s. 380-382, 417, 487, 510-511, 874.
Devletşâh, Tezkiretü’ş-şuʿarâʾ (nşr. Muhammed Abbâsî), Tahran 1337 hş., s. 107.
Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve (haz. Kemal Erâslan), İstanbul 1979, s. 230-232.
Fahreddin Safî, ReşeHât-ı ʿAynü’l-Hayât (nşr. Ali Asgar Muîniyân), Tahran 2536 şş./1977, I, 13-14.
Zeynelâbidîn-i Şirvânî, Riyâżü’s-siyâHa (nşr. Asgar Hâmidî), Tahran 1341, s. 506-507.
Nefîsî, Târîh-i Naẓm u Nes̱r, s. 718.
Ma‘sûm Ali Şah, Tarâʾik, II, 553.
Münzevî, Fihrist, II, 1169.
Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı, İstanbul 2002, s. 38-51.
Ahmed Ateş, “Kastamonu Genel Kitaplığında Bulunan Bazı Mühim Arapça ve Farsça Yazmalar”, Oriens, V (1952), s. 39-42.
Ebû Ca‘fer M. Kâtib Sümeyremî, “Şerâyit-i Mürîdî”, Ferheng-i Îrân-zemîn, XIV/1-4 (1345-46/1966-67), s. 321-328.
W. Madelung, “Yûsuf al-Hamadânî and the Naqšbandiyya”, Quaderni di Studi Arâbi, sy. 5-6, Venezia 1988, s. 499-509.
P. Ballanfat, “Théorie des organes spirituels chez Yûsuf Hamadânî”, St.I, LXXXVII/2 (1998), s. 35-66.
Celîl-i Misgernejâd, “Hâce Ebû Yaʿkûb-i Hemedânî ve Risâle-i der Beyân-ı TevHîd”, Maʿârif, XVII/2, Tahran 1379 hş./2000, s. 90-96.
a.mlf., “Ṣafâvetü’t-tevHîd li-taṣfiyeti’l-mürîd der Beyân-ı eṣ-ṣûfî ġayrü mahlûk”, a.e., XVIII/2 (1380 hş./2001), s. 153-168.
Hamid Algar, “Abû Yaʿkûb Hamadânî”, EIr., I, 395-396.
Nâsır Güzeşte, “Ebû Yaʿkûb-i Hemedânî”, DMBİ, VI, 430-432.
Ahmed Yesevî Külliyesi – Türkistan (Yesi)/Kazakistan (Sönmez Kutlu fotoğraf arşivi)
AHMED YESEVÎ KÜLLİYESİ
Yesi’de Ahmed Yesevî’nin türbesi etrafında câmi, tekke ve kütüphaneden teşekkül eden külliye.
Müellif:. EMEL ESİN
Külliye Siriderya Nehrinin doğusunda, günümüzde Kazakistan sınırları içinde yer alan Türkistan Şehrinin kurulduğu ovada bulunmaktadır. Bu çevrenin, Göktürk Hakanlığı devrinde (550-745), kalıntıları 8 km. güneyde bulunan Şâvegar (شاوغر) adlı Şehre bağlı olduğu ve burada Yassı (Yası, daha sonraki söyleyişiyle Yesi) adlı bir Kale bulunduğu bilinmektedir. Göktürk Hakanlığı zamanından kalma serâmik örneklerine Ahmed Yesevî Külliyesi etrafında yapılan kazılarda da rastlanmıştır. İslâm orduları 752’de Şâvegar’a vararak şehrin beyi ile sulh akdetmişler, daha sonraları ise şehir halkı kendiliğinden müslüman olmuş ve Şâvegar, müslüman-Türk illeri ile Gayri Müslim Türkler arasındaki kuzeybatı sınır şehirlerinden biri haline gelmiştir. Surlarla çevrili olan, mescidi, iç kalesi ve çarşısı bulunan Şâvegar, Ahmed Yesevî’nin yaşadığı çağda, etrafındaki dış mahalleler ve bağlar ile birlikte büyük bir merkez görünümündeydi ve din ulemâsı yetiştirmekle şöhret bulmuştu. Yâkût, XIII. yüzyıl başlarında Moğol istilâsı devrinde bu bölge için “Şâvegar, Îlak (ايلاق) ilindeki (Taşkent çevresi) Türk Beldelerinden biridir” demektedir (Muʿcemü’l-büldân, III, 315, 316).
Şâvegar’ın az güneyinde, ilk İslâmî Türk Merkezlerinden İspîcâb’da (Sayram) doğan Ahmed Yesevî, “Hikmet”lerinde, çocukken Siriderya boyunca daha kuzeydeki Şâvegar Çevresine geldiğini şu mısra ile anlatmaktadır.:
“Yeti yaşda Arslan Bâbga kıldım selâm.”
Arslan Bâb veyâ Arslan Baba’ya atfedilen külliye, Şâvegar ve Fârâbî’nin doğum yeri olan Kengü-Tarban (Otrâr/Turâr) ile Karacuk arasındadır. Buhara’da iken “karındaşlık vilâyeti Türkistan”ı ve “Uluğ Baba ravzaları Ak Türbet”i özleyen Ahmed Yesevî’nin, nisbesinin de gösterdiği gibi, vatanına dönünce o “Ak Türbe”nin biraz güneyinde, Yassı Kalesi’nde makam tuttuğu anlaşılmaktadır. Külliyenin bir bölümünün Ahmed Yesevî hayatta iken mevcud olduğu, yapılan kazılardan belli olmuştur. İlk Külliye, şimdiki binanın kuzey kısmında mescid ve türbenin bulunduğu yerdedir. Burada, Hâkânî Türk mimârîsi üslûbunda, kelebek biçiminde kesilmiş tuğla süslemeleri bulunan bir duvar ortaya çıkarılmış, ayrıca İlk Külliyenin içinin süslenmesinde kaymak taşından oymalı kaplamalar kullanıldığı da tesbit edilmiştir. Bu kazılarda, türbenin yerinin değişmediği ve çevrede bulunan kemiklerden Ahmed Yesevî’nin ölümünden sonra külliyenin etrafında büyük bir mezarlığın teşekkül ettiği anlaşılmıştır. Arkeoloji Çalışmaları ile Velî Şâirin.: “Altmış üçte kirdim yirge sünnet diyü / Mustafaga mâtem tutup kirdim muna” beytinin mânası da aydınlanabilmiştir. Külliyenin yakınında yer altında bulunan dehliz, kubbeli mescid ve yine kubbeli daha küçük çilehâne, Ahmed Yesevî’nin, Peygamber aleyhisselâm’ın öldüğü yaşta onun için mâtem tutmak gâyesiyle nasıl yer altına girdiği sorusunu cevâblandırmıştır. Yer altındaki bu mescid ve çilehânenin yapısı da Ahmed Yesevî’nin yaşadığı devre uyan özellikler göstermektedir..
Ahmed Yesevî’nin ölümünden sonra, Yassı’nın (Yası) Ziyâretgâh ve Dinî Merkez olarak gelişmeye devâm ettiği vakfiyelerden anlaşılmaktadır. Bağlar, bahçeler içinde başka türbeler ve bu arada Ahmed Yesevî’nin kızı Gevher Hatun’un mezarı da bulunmaktadır. Türk velîleri silsilesinin “Ser-Halkası” sayılan Ahmed Yesevî’ye “Hazret-i Türkistan” denmesi sebebiyle, mezarının bulunduğu Yassı ve onun bulunduğu vilâyet de aynı adı almıştır. Yassı’nın merkez olduğu Türkistan Şehri ve Vilâyeti XIV. yüzyılda, birbiri ile rekabet halinde bulunan Cengiz Ahfadından doğuda Çağatay, batıda Cucioğulları ile Timur arasında el değiştirmekte idi. Rakiblerini yenip Cengiz Soyundan bir hatun ile evlenerek Küregen (hakan damadı) unvanını alan Timur, hamd nişânesi olarak Ahmed Yesevî Külliyesi’ni yeniden inşa ettirmiştir. Timur’un Emriyle, eski külliyenin yıkılarak âbidevî şekilde yeniden inşa edilmesi için tâyin edilen Mevlânâ Ubeydullah (bazı kaynaklarda ise Abdullah) Sadr tarafından 1396 yılında çalışmalara başlanmış ve inşaat birkaç yıl içinde tamamlanmıştır. Dört yöne göre mihverli olan âbide 46,5 × 65 m. ebadında bir yer kaplamaktadır. Güneyde 18 metreye yükselen giriş takının iki yanında çifte minâreler bulunmaktadır. Buradan, kazanlık denen tekke meydanına girilir. Kazanlığın kubbesi 37,5 m. yüksekliktedir. Ortada duran, sanat eseri kazan ve ejder ağızlı kandiller Leningrad’da Ermitaj Müzesi’ne götürülmüştür. Adak sâhibi askerî ricâlin bıraktıkları tuğlar da artık kazanlıkta bulunmamaktadır. Külliyenin kuzeybatı köşesinde mescid, batısında kütübhâne, kuzeydoğu köşesinde ve doğuda “Aksaray” denilen hükümdar ve şeyh maksûreleri yer almaktadır. Türbe mihver üstünde, kuzeyde bulunmaktadır. Ahmed Yesevî’nin sandukası yeşim taşındandır. Külliye cephelerinin büyük kısmı çini ile kaplıdır ve çini tuğlalar üzerinde büyük boy kûfî harflerle yazılmış “ALLAH”, “MuhaMMed” gibi yazılar ve binanın üst kısmını çevreleyen Bakara Sûresinin elli sekizinci âyeti okunmaktadır. Çok ince oymacılık sanatı gösteren ahşap kapılar ve altın yaldızlı tunç tokmaklar da nâdir güzelliktedir..
وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُواْ هَذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُواْ مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً وَادْخُلُواْ الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُواْ حِطَّةٌ نَّغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ
“Ve iz kulnâdhulû hâzihi’l- karyete fe kulû minhâ haysu şi’tum ragaden vedhulû’l- bâbe succeden ve kûlû hıttatun nagfir lekum hatâyâkum ve senezîdu’l- muhsinîn (muhsinîne).: Ve o zaman demiştik ki.: “Bu kasabaya girin, böylece onun (ni'metlerinden) dilediğiniz yerden bol bol yeyin. Kapıdan secde ederek girin ve “hıtta” (günahlarımızın bağışlanmasını diliyoruz) deyin. BİZ de sizin hatalarınızı mağfiret edelim (günahlarnızı sevaba çevirelim). Ve muhsinlere (ni'metlerimizi) artıracağız.” (Bakara 2/58)
XVI-XVIII. yüzyıllarda, Cengiz’in oğlu Cuci ahfadından Özbek ve Kazan Hanları denilen sülâlelerin idâresine geçen Yassı, Abdullah Kazan Han zamanında (1557-1583) yeniden imar gördü. İran Hükümdarı Şah İsmâil 1510’da Batı Türkistan’ın güney illerini istilâ edip Alevî Mezhebini kabul ettirmek isteyince, çoğu Hanefî olan Türkistanlılar, Ahmed Yesevî Külliyesi’ni bu mezhebin timsâli olarak gördüler ve onun mânevî himâyesine sığındılar. Devlet Merkezi bir müddet orada bulundu. Daha sonraki devirlerde ise Yassı’da sikke basıldığı ve Işım (Esim) Han (ö. 1628) zamanında da bu şehrin ortalık (başşehir) olduğu görülmektedir. Külliye içinde bulunan han ve hatun mezarları bu döneme aittir..
Türkistan’ın 1864’te Rusya’ya ilhak edilmesinden sonra da önemini kaybetmeyen Ahmed Yesevî Külliyesi, bugüne kadar İç Asya’da müslüman Türklüğün en büyük “ZİYÂRETGÂH”ı olmaya devâm etmiştir. Bugün de Bayram Namazları için Ahmed Yesevî Câmii’nin dışında toplanan cemaatin bütün ovayı doldurduğu görülmektedir..
BİBLİYOGRAFYA
Taberî, Târîh (de Goeje), II, 83.
Makdisî, AHsenü’t-tekâsîm, s. 274.
Sem‘ânî, el-Ensâb, VIII, 43.
Yâkût, Muʿcemü’l-büldân, II, 315, 316.
Hândmîr, Habîbü’s-siyer (nşr. M. Debîrsiyâkî), Tahran 1333 hş., III, 468.
M. E. Masson, Mavzoley Hoci Ahmeda Yasevi, Taşkent 1930.
W. Barthold, Histoire des Turcs d’Asie Centrale, Paris 1945, s. 186.
G. le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Cambridge 1966, s. 485, 486.
Kazak SSR Tarihi, Alma-Ata 1979, II, 72, 110.
H. Nurmuhammedov, Mavzoley Hoci Ahmeda Yase, Alma-Ata 1980, s. 29, 32, 226.
A. Mankovskaya, “Nekotorie arhitekturo-arheologiçeskie nabludenniye po restavratsii kompleksa Hoca Ahmeda Yasavi v g. Turkestana”, İzvestiyâ An Kazak SSR, XXVII, Alma-Ata 1958, s. 66-67.
T. N. Senigova, “Unikal’noe kul’tovo sorujenie v rayone g. Turkestana”, Prosloe Kazaxstana po arheologiçeskimi istoçnikov, Alma-Ata 1976, s. 112-113.
Kazak Soviet Entsiklopediyâsı, Alma-Ata 1977, XI, 215-216.
Yesevîyye tarikatının kurucusu Ahmed Yesevî’nin (ö. 562/1166) ilk mürşidi olduğu söylenen kişi.
Müellif: HAMİD ALGAR
Doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. Bazı kaynaklar ismini Baba Arslan, Arslan Baba veyâ Arap Arslan Baba şeklinde kaydetmektedir. Yesevî Menkıbelerine göre siyâh ırktan olan Arslan Baba ashabın büyüklerinden olup dört yüz veyâ yedi yüz yıl yaşamıştır. İki ayrı rivâyete göre, sahâbîler bir gazâ sırasında veyâ Arslan Baba’nın evindeki bir toplantıda acıkırlar. Bu arada Peygamber aleyhisselâm’ın DUÂsıyla Cibrîl, CeNNetten bir tabak hurma getirir. Hurmalardan biri yere düşünce Cibrîl o hurmanın ileride doğacak Ahmed Yesevî’nin kısmeti olduğunu söyler. O zaman Hz. Peygamber aleyhisselâm ashabına.: “Bu hurmayı Yesevî’ye kim ulaştıracak?” diye sorar. Göreve Arslan Baba tâlib olur ve Peygamber aleyhisselâm hurmayı onun ağzına koyar. Arslan Baba nice yüzyıl sonra Türkistan’ın Sayram Şehrinde henüz yetim kalan yedi yaşındaki Ahmed Yesevî’yi bulup emâneti ona teslim eder. Bazı rivâyetlere göre Peygamber aleyhisselâm’ın verdiği bir hırkayı da ona giydirir. Ayrıca Yesevî’ye “Binbir Zikir” telkin eder ve biraz sonra öleceğini bildirerek cenaze namazını kıldırmasını emreder. Hûriler, Yesevî’ye yardımcı olmak için gelip Arslan Baba’ya ipekten kefen biçerler ve o’nu CeNNete götürürler. Ahmed Yesevî de Arslan Baba’nın son işâretine uyarak Buhara’ya gidip Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’nin yanında sülûküne devâm eder.
Bu bilgiler tamamen efsanevî olmakla birlikte Arslan Baba’nın gerçekten yaşamış tarihî bir şahsiyet olması da mümkündür. Fuad Köprülü, Arslan Baba’nın Ahmed Yesevî’nin babası Şeyh İbrâhim’in kardeşi olabileceğini söyler. Ahmed Yesevî’nin Başhalifesi Mansûr Ata’nın Arslan Baba’nın oğlu olduğu konusunda ise bütün kaynaklar birleşmektedir. Onun Yesevî’den başka bir de Sûfî Muhammed Dânişmend adlı birini yetiştirdiği kaydedilmektedir. “Müzekkir-i AHbâb” Müellifi Hasan-ı Nisârî ile Nakşibendiyye ve Yesevîyye Tarikatları hakkında birkaç değerli eser yazan Hâzinî de kendilerinin Arslan Baba’nın soyundan olduklarını ileri sürmüşlerdir..
Arslan Baba’nın nerede gömülü olduğu kesin olarak belli değildir. Bazı kaynaklarda Otrar’da, bazılarında ise Ahmed Yesevî’nin Yesi’deki (Türkistan) türbesinde medfun olduğu söylenmektedir. Başka bir rivâyete göre Kırgızistan’ın Oş Şehrine yakın Bazar Kurgan bölgesindeki Arslan Baba Türbesi onundur. 1964’te Kazak Komünist Partisi’nin emriyle yıktırılan bu türbenin yeri bugün de halk tarafından ziyâret edilmektedir.
BİBLİYOGRAFYA
Câmî, NefeHât, s. 377.
Reşehât Tercümesi, s. 17.
Hasan-ı Nisârî, Müzekkir-i AHbâb (nşr. Seyyid Fazlullah), Delhi 1969, s. 494-497.
Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 14, 21-24, 67, 73.
Wl. Gordlevsky, “Choğa AHmed Jasevi”, Festschrift Georg Jacob (ed. Th. Menzel), Leipzig 1932, s. 58.
Zeki Velidî Togan, “Yesevîliğe Dâir Bazı Yeni Malumat”, 60. Doğum Yılı Münasebetiyle Fuad Köprülü Armağanı, İstanbul 1953, s. 256.
Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1961, s. 108-111.
W. Barthold, Socineniyâ, Moskva 1968, V, 118.
J. S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 54.
Ahmed-i Yesevî: Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler (haz. Kemal Erâslan), Ankara 1983, s. 60-61, 68-71, 123-131, 364.
A. Bennigsen – Ch. Lemercier-Quelquejay, Le Soufi et le commissâire: Les Confreries musulmanes en URSS, Paris 1986, s. 95, 153, 206, 208.
Yûsuf el-Hemedânî’nin Merv yakınlarında, Bayramali denilen yerdeki mezarı – Türkmenistan
YÛSUF el-HEMEDÂNÎ
يوسف الهمداني
Ebû Ya‘kûb Yûsuf b. Eyyûb el-Hemedânî (ö. 535/1140)
Horasanlı sûfî müellif.
Müellif.: NECDET TOSUN
440 veyâ 441 (1048 veyâ 1049) yılında Hemedan’ın Bûzenecird Köyünde doğdu. On sekiz yaşında iken ilim tahsili için gittiği Bağdat’ta Şâfiî Fâkihi ve Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin Müderrisi Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin ders halkasına katıldı. Şîrâzî’nin yanı sıra Ebû Ca‘fer Müslime, Abdüssamed b. Me’mûn, İbnü’l-Mühtedî-Billâh, Hatîb el-Bağdâdî, İbn Hezârmerd ve Ebü’l-Hüseyin Ahmed b. Muhammed İbnü’n-Nakkûr gibi Âlimlerden ders aldı. Bağdat’ta kaç sene kaldığı ve buradan ne zaman ayrıldığı bilinmemektedir. Daha sonra İsfahan’da Hamd b. Velkîz’den, Buhara’da Ebü’l-Hattâb Muhammed b. İbrâhim et-Taberî’den ve Semerkant’ta Ahmed b. Muhammed b. Fazl el-Fârsî’den ders alıp hadis dinledi. Fıkıh ve Kelâm tartışmalarından sıkılıp tasavvufa yöneldi. Bu yönelişte muhtemelen sûfîmeşrep olduğu bilinen Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin de etkisi olmuştur. Hemedânî’nin tasavvuf yolunda Abdullah-ı Cüveynî ve Hasan-ı Simnânî’den faydalandığı nakledilmektedir..
Yûsuf el-Hemedânî tasavvuf eğitimini tamamladıktan sonra Merv’de bir tekke açarak irşad faaliyetine başladı. “Horasan Kâbesi” denilen bu tekkeye sûfîlerin yanı sıra âlimler de devâm ediyordu. Sürekli bu tekkede kalmayıp irşad için birçok şehre seyâhat eden Hemedânî 506 (1112) yılında Büyük Vâiz ve Sûfî unvanıyla tekrar Bağdat’a döndü. Daha önce ders okuduğu Nizâmiye Medresesi’ndeki vaazları halktan büyük bir ilgi gördü. Hayatının son yıllarını Merv ve Herât’ta geçiren Yûsuf el-Hemedânî, Herât’tan Merv’e dönerken Bağşûr yakınlarındaki Bâmeîn’de vefât etti (22 Rebîülevvel 535 / 5 Kasım 1140) ve buraya defnedildi. Ardından İbnü’n-Neccâr adlı bir müridi kabrini Merv’e nakletti. Mezarı bugün Türkmenistan sınırları içinde Merv yakınlarındaki Bayramali denilen yerde olup Hâce Yûsuf adıyla bir “ziyâretgâh”tır. Yûsuf el-Hemedânî birçok mürid yetiştirmiştir. Meşhur şâir Senâî, Radıyyüddin Ali Lala’nın babası Şeyh Saîd Lala ve Ebû Sâlih Abdullah et-Tabakî er-Rûmî onun önde gelen müridleri arasında zikredilir. Hâce Abdullah-ı Berâkî, Hasan-ı Endakî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlik-ı Gucdüvânî en meşhur halifeleridir..
Dinî Emirlere son derece bağlı olan Yûsuf el-Hemedânî sahv ve temkini esas alan bir tasavvuf anlayışına sahibdi. Kerâmete ve kerâmet göstermeye iltifât etmez, sekr ve vecdin tesiriyle zuhur eden ölçüsüz söz ve davranışları doğru bulmazdı. Nitekim “SevâniHu’l-ʿuşşâk” Müellifi Ahmed el-Gazzâlî’nin bazı söz ve davranışlarını beğenmediği, “Eğer Hallâc =>mârifeti hakkıyla bilseydi =>“enelhak” yerine =>“ene’t-türâb” derdi!.” dediği bilinmektedir.
“Bu devir geçer ve gerçek şeyhler âhirete göçerse selâmete ulaşmak için ne yapalım?” diye sorulduğunda.: “Onların eserlerinden her gün sekiz varak okuyun!” diye cevâb vermiş, bu söz Ferîdüddin Attâr’ın “Tezkiretü’l-evliyâ”ı kaleme almasına vesile olmuştur. Bâtınîler’le mücadele eden Selçuklu Hükümdarı Sultan Sencer’in Yûsuf el-Hemedânî’nin tekkesine 50.000 dinar göndermesi, bu dönemde diğer Sünnî Âlim ve Mutasavvıflar gibi o’nun da devlet tarafından desteklendiğini göstermektedir.
ESERLERİ.:
1-) Rütbetü’l-Hayât.: Bir sûfî gözüyle hayatın yorumunun yapıldığı, hayatın iman, İslâm ve ihsanla yaşamak şeklinde üç dereceye ayrıldığı bu Farsça eserin Süleymaniye Kütüphanesi’nde mevcut tek nüshası (Ayasofya, nr. 2910, vr. 257a-289b) Muhammed Emîn Riyâhî tarafından neşredilmiştir (Tahran 1362 hş./1983). Eser, Hayat Nedir adıyla Türkçe’ye çevrilip müellifin iki risâlesiyle birlikte yayımlanmıştır (trc. Necdet Tosun, İstanbul 1998).
2-) Risâle.: Kâinatın insanın emrine ve hizmetine verildiğini anlatan Arapça Risâlenin bilinen tek nüshasının (Köprülü Ktp., Fâzıl Ahmed Paşa, nr. 853, vr. 209a-212b) tercümesi Hayat Nedir içinde (s. 99-101) basılmıştır.
3-) Risâle.: Tarikat Âdâbına dâir bu Farsça risâlenin (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Farsça, nr. 1028, vr. 13a-14b) tercümesi de Hayat Nedir içinde (s. 91-95) yer almaktadır.
4-) Risâle.: Tahran Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nde bulunan (nr. 2114/18) tevhide dâir Farsça risâle Celîl-i Misgernejâd tarafından neşredilmiştir (bk. bibl.).
5-) Ṣafâvetü’t-tevHîd li-taṣfiyeti’l-mürîd. “Sûfî mahlûk değildir” sözünün açıklamasını, sabır, sâlikin kalp temizliğine ulaşmasının yolları ve fenâ ba‘de’l-fenâ gibi konuları içerir. Bu eseri de Celîl-i Misgernejâd yayımlamıştır (bk. bibl.).
6-) Kitâb-ı Keşf.: Câmî’nin “NefeHâtü’l-üns”ünde anılan bu eserde müellifin günah ve tövbe konusundaki görüşleri Şemseddin Muhammed-i Deylemî tarafından “Risâle-i İṣfahân”da eleştirilmiş, Sümeyremî de ona karşı “Redd-i Risâle-i İṣfahân”ı kaleme almıştır. Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Nâfiz Paşa, nr. 438) Kitâbü’l-Keşf ʿan menâzili’s-sâʾirîn adıyla kayıtlı olup baş tarafındaki eksiklik sebebiyle müellifi bilinmeyen yazmanın Kitâb-ı Keşf’in II. cildi olması muhtemeldir.
Müellifin kaynaklarda adı geçen “Menâzilü’s-sâʾirîn, Menâzilü’s-sâlikîn, Vâridât” adlı Risâleleri günümüze ulaşmamıştır. Yûsuf el-Hemedânî’nin ahlâkını ve sözlerini ihtivâ eden “Makâmât-ı Yûsuf-i Hemedânî (Risâle-i ṢâHibiyye)” adlı bir risâle (nşr. Saîd-i Nefîsî, Ferheng-i Îrân-zemîn, I/1, 1332 hş./1953, s. 70-101) Hemedânî’nin halifelerinden Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye nisbet edilmektedir. Türkçe tercümesi Hayat Nedir içinde yayımlanmıştır (s. 37-50).
BİBLİYOGRAFYA
Sem‘ânî, el-Ensâb (Bârûdî), I, 412.
Abdülhâlik-i Gucdüvânî, Risâle-i ṢâHibiyye (nşr. Saîd-i Nefîsî, Ferheng-i Îrân-zemîn, I/1 içinde), Tahran 1332 hş./1953, s. 70-101.
İbnü’l-Cevzî, Ṣıfatü’ṣ-ṣafve (nşr. Abdurrahman el-Lâdikî – Hayât Şîhâ el-Lâdikî), Beyrut 1996, IV, 331.
Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâʾ (nşr. Muhammed İsti‘lâmî), Tahran 1374 hş., s. 8.
Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XX, 66-68, 446.
Abdurrahman-ı Câmî, NefeHâtü’l-üns (nşr. Mahmûd Âbidî), Tahran 1375 hş./1996, s. 380-382, 417, 487, 510-511, 874.
Devletşâh, Tezkiretü’ş-şuʿarâʾ (nşr. Muhammed Abbâsî), Tahran 1337 hş., s. 107.
Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve (haz. Kemal Erâslan), İstanbul 1979, s. 230-232.
Fahreddin Safî, ReşeHât-ı ʿAynü’l-Hayât (nşr. Ali Asgar Muîniyân), Tahran 2536 şş./1977, I, 13-14.
Zeynelâbidîn-i Şirvânî, Riyâżü’s-siyâHa (nşr. Asgar Hâmidî), Tahran 1341, s. 506-507.
Nefîsî, Târîh-i Naẓm u Nes̱r, s. 718.
Ma‘sûm Ali Şah, Tarâʾik, II, 553.
Münzevî, Fihrist, II, 1169.
Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı, İstanbul 2002, s. 38-51.
Ahmed Ateş, “Kastamonu Genel Kitaplığında Bulunan Bazı Mühim Arapça ve Farsça Yazmalar”, Oriens, V (1952), s. 39-42.
Ebû Ca‘fer M. Kâtib Sümeyremî, “Şerâyit-i Mürîdî”, Ferheng-i Îrân-zemîn, XIV/1-4 (1345-46/1966-67), s. 321-328.
W. Madelung, “Yûsuf al-Hamadânî and the Naqšbandiyya”, Quaderni di Studi Arâbi, sy. 5-6, Venezia 1988, s. 499-509.
P. Ballanfat, “Théorie des organes spirituels chez Yûsuf Hamadânî”, St.I, LXXXVII/2 (1998), s. 35-66.
Celîl-i Misgernejâd, “Hâce Ebû Yaʿkûb-i Hemedânî ve Risâle-i der Beyân-ı TevHîd”, Maʿârif, XVII/2, Tahran 1379 hş./2000, s. 90-96.
a.mlf., “Ṣafâvetü’t-tevHîd li-taṣfiyeti’l-mürîd der Beyân-ı eṣ-ṣûfî ġayrü mahlûk”, a.e., XVIII/2 (1380 hş./2001), s. 153-168.
Hamid Algar, “Abû Yaʿkûb Hamadânî”, EIr., I, 395-396.
Nâsır Güzeşte, “Ebû Yaʿkûb-i Hemedânî”, DMBİ, VI, 430-432.
Ahmed Yesevî Külliyesi – Türkistan (Yesi)/Kazakistan (Sönmez Kutlu fotoğraf arşivi)
AHMED YESEVÎ KÜLLİYESİ
Yesi’de Ahmed Yesevî’nin türbesi etrafında câmi, tekke ve kütüphaneden teşekkül eden külliye.
Müellif:. EMEL ESİN
Külliye Siriderya Nehrinin doğusunda, günümüzde Kazakistan sınırları içinde yer alan Türkistan Şehrinin kurulduğu ovada bulunmaktadır. Bu çevrenin, Göktürk Hakanlığı devrinde (550-745), kalıntıları 8 km. güneyde bulunan Şâvegar (شاوغر) adlı Şehre bağlı olduğu ve burada Yassı (Yası, daha sonraki söyleyişiyle Yesi) adlı bir Kale bulunduğu bilinmektedir. Göktürk Hakanlığı zamanından kalma serâmik örneklerine Ahmed Yesevî Külliyesi etrafında yapılan kazılarda da rastlanmıştır. İslâm orduları 752’de Şâvegar’a vararak şehrin beyi ile sulh akdetmişler, daha sonraları ise şehir halkı kendiliğinden müslüman olmuş ve Şâvegar, müslüman-Türk illeri ile Gayri Müslim Türkler arasındaki kuzeybatı sınır şehirlerinden biri haline gelmiştir. Surlarla çevrili olan, mescidi, iç kalesi ve çarşısı bulunan Şâvegar, Ahmed Yesevî’nin yaşadığı çağda, etrafındaki dış mahalleler ve bağlar ile birlikte büyük bir merkez görünümündeydi ve din ulemâsı yetiştirmekle şöhret bulmuştu. Yâkût, XIII. yüzyıl başlarında Moğol istilâsı devrinde bu bölge için “Şâvegar, Îlak (ايلاق) ilindeki (Taşkent çevresi) Türk Beldelerinden biridir” demektedir (Muʿcemü’l-büldân, III, 315, 316).
Şâvegar’ın az güneyinde, ilk İslâmî Türk Merkezlerinden İspîcâb’da (Sayram) doğan Ahmed Yesevî, “Hikmet”lerinde, çocukken Siriderya boyunca daha kuzeydeki Şâvegar Çevresine geldiğini şu mısra ile anlatmaktadır.:
“Yeti yaşda Arslan Bâbga kıldım selâm.”
Arslan Bâb veyâ Arslan Baba’ya atfedilen külliye, Şâvegar ve Fârâbî’nin doğum yeri olan Kengü-Tarban (Otrâr/Turâr) ile Karacuk arasındadır. Buhara’da iken “karındaşlık vilâyeti Türkistan”ı ve “Uluğ Baba ravzaları Ak Türbet”i özleyen Ahmed Yesevî’nin, nisbesinin de gösterdiği gibi, vatanına dönünce o “Ak Türbe”nin biraz güneyinde, Yassı Kalesi’nde makam tuttuğu anlaşılmaktadır. Külliyenin bir bölümünün Ahmed Yesevî hayatta iken mevcud olduğu, yapılan kazılardan belli olmuştur. İlk Külliye, şimdiki binanın kuzey kısmında mescid ve türbenin bulunduğu yerdedir. Burada, Hâkânî Türk mimârîsi üslûbunda, kelebek biçiminde kesilmiş tuğla süslemeleri bulunan bir duvar ortaya çıkarılmış, ayrıca İlk Külliyenin içinin süslenmesinde kaymak taşından oymalı kaplamalar kullanıldığı da tesbit edilmiştir. Bu kazılarda, türbenin yerinin değişmediği ve çevrede bulunan kemiklerden Ahmed Yesevî’nin ölümünden sonra külliyenin etrafında büyük bir mezarlığın teşekkül ettiği anlaşılmıştır. Arkeoloji Çalışmaları ile Velî Şâirin.: “Altmış üçte kirdim yirge sünnet diyü / Mustafaga mâtem tutup kirdim muna” beytinin mânası da aydınlanabilmiştir. Külliyenin yakınında yer altında bulunan dehliz, kubbeli mescid ve yine kubbeli daha küçük çilehâne, Ahmed Yesevî’nin, Peygamber aleyhisselâm’ın öldüğü yaşta onun için mâtem tutmak gâyesiyle nasıl yer altına girdiği sorusunu cevâblandırmıştır. Yer altındaki bu mescid ve çilehânenin yapısı da Ahmed Yesevî’nin yaşadığı devre uyan özellikler göstermektedir..
Ahmed Yesevî’nin ölümünden sonra, Yassı’nın (Yası) Ziyâretgâh ve Dinî Merkez olarak gelişmeye devâm ettiği vakfiyelerden anlaşılmaktadır. Bağlar, bahçeler içinde başka türbeler ve bu arada Ahmed Yesevî’nin kızı Gevher Hatun’un mezarı da bulunmaktadır. Türk velîleri silsilesinin “Ser-Halkası” sayılan Ahmed Yesevî’ye “Hazret-i Türkistan” denmesi sebebiyle, mezarının bulunduğu Yassı ve onun bulunduğu vilâyet de aynı adı almıştır. Yassı’nın merkez olduğu Türkistan Şehri ve Vilâyeti XIV. yüzyılda, birbiri ile rekabet halinde bulunan Cengiz Ahfadından doğuda Çağatay, batıda Cucioğulları ile Timur arasında el değiştirmekte idi. Rakiblerini yenip Cengiz Soyundan bir hatun ile evlenerek Küregen (hakan damadı) unvanını alan Timur, hamd nişânesi olarak Ahmed Yesevî Külliyesi’ni yeniden inşa ettirmiştir. Timur’un Emriyle, eski külliyenin yıkılarak âbidevî şekilde yeniden inşa edilmesi için tâyin edilen Mevlânâ Ubeydullah (bazı kaynaklarda ise Abdullah) Sadr tarafından 1396 yılında çalışmalara başlanmış ve inşaat birkaç yıl içinde tamamlanmıştır. Dört yöne göre mihverli olan âbide 46,5 × 65 m. ebadında bir yer kaplamaktadır. Güneyde 18 metreye yükselen giriş takının iki yanında çifte minâreler bulunmaktadır. Buradan, kazanlık denen tekke meydanına girilir. Kazanlığın kubbesi 37,5 m. yüksekliktedir. Ortada duran, sanat eseri kazan ve ejder ağızlı kandiller Leningrad’da Ermitaj Müzesi’ne götürülmüştür. Adak sâhibi askerî ricâlin bıraktıkları tuğlar da artık kazanlıkta bulunmamaktadır. Külliyenin kuzeybatı köşesinde mescid, batısında kütübhâne, kuzeydoğu köşesinde ve doğuda “Aksaray” denilen hükümdar ve şeyh maksûreleri yer almaktadır. Türbe mihver üstünde, kuzeyde bulunmaktadır. Ahmed Yesevî’nin sandukası yeşim taşındandır. Külliye cephelerinin büyük kısmı çini ile kaplıdır ve çini tuğlalar üzerinde büyük boy kûfî harflerle yazılmış “ALLAH”, “MuhaMMed” gibi yazılar ve binanın üst kısmını çevreleyen Bakara Sûresinin elli sekizinci âyeti okunmaktadır. Çok ince oymacılık sanatı gösteren ahşap kapılar ve altın yaldızlı tunç tokmaklar da nâdir güzelliktedir..
وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُواْ هَذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُواْ مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً وَادْخُلُواْ الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُواْ حِطَّةٌ نَّغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ
“Ve iz kulnâdhulû hâzihi’l- karyete fe kulû minhâ haysu şi’tum ragaden vedhulû’l- bâbe succeden ve kûlû hıttatun nagfir lekum hatâyâkum ve senezîdu’l- muhsinîn (muhsinîne).: Ve o zaman demiştik ki.: “Bu kasabaya girin, böylece onun (ni'metlerinden) dilediğiniz yerden bol bol yeyin. Kapıdan secde ederek girin ve “hıtta” (günahlarımızın bağışlanmasını diliyoruz) deyin. BİZ de sizin hatalarınızı mağfiret edelim (günahlarnızı sevaba çevirelim). Ve muhsinlere (ni'metlerimizi) artıracağız.” (Bakara 2/58)
XVI-XVIII. yüzyıllarda, Cengiz’in oğlu Cuci ahfadından Özbek ve Kazan Hanları denilen sülâlelerin idâresine geçen Yassı, Abdullah Kazan Han zamanında (1557-1583) yeniden imar gördü. İran Hükümdarı Şah İsmâil 1510’da Batı Türkistan’ın güney illerini istilâ edip Alevî Mezhebini kabul ettirmek isteyince, çoğu Hanefî olan Türkistanlılar, Ahmed Yesevî Külliyesi’ni bu mezhebin timsâli olarak gördüler ve onun mânevî himâyesine sığındılar. Devlet Merkezi bir müddet orada bulundu. Daha sonraki devirlerde ise Yassı’da sikke basıldığı ve Işım (Esim) Han (ö. 1628) zamanında da bu şehrin ortalık (başşehir) olduğu görülmektedir. Külliye içinde bulunan han ve hatun mezarları bu döneme aittir..
Türkistan’ın 1864’te Rusya’ya ilhak edilmesinden sonra da önemini kaybetmeyen Ahmed Yesevî Külliyesi, bugüne kadar İç Asya’da müslüman Türklüğün en büyük “ZİYÂRETGÂH”ı olmaya devâm etmiştir. Bugün de Bayram Namazları için Ahmed Yesevî Câmii’nin dışında toplanan cemaatin bütün ovayı doldurduğu görülmektedir..
BİBLİYOGRAFYA
Taberî, Târîh (de Goeje), II, 83.
Makdisî, AHsenü’t-tekâsîm, s. 274.
Sem‘ânî, el-Ensâb, VIII, 43.
Yâkût, Muʿcemü’l-büldân, II, 315, 316.
Hândmîr, Habîbü’s-siyer (nşr. M. Debîrsiyâkî), Tahran 1333 hş., III, 468.
M. E. Masson, Mavzoley Hoci Ahmeda Yasevi, Taşkent 1930.
W. Barthold, Histoire des Turcs d’Asie Centrale, Paris 1945, s. 186.
G. le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Cambridge 1966, s. 485, 486.
Kazak SSR Tarihi, Alma-Ata 1979, II, 72, 110.
H. Nurmuhammedov, Mavzoley Hoci Ahmeda Yase, Alma-Ata 1980, s. 29, 32, 226.
A. Mankovskaya, “Nekotorie arhitekturo-arheologiçeskie nabludenniye po restavratsii kompleksa Hoca Ahmeda Yasavi v g. Turkestana”, İzvestiyâ An Kazak SSR, XXVII, Alma-Ata 1958, s. 66-67.
T. N. Senigova, “Unikal’noe kul’tovo sorujenie v rayone g. Turkestana”, Prosloe Kazaxstana po arheologiçeskimi istoçnikov, Alma-Ata 1976, s. 112-113.
Kazak Soviet Entsiklopediyâsı, Alma-Ata 1977, XI, 215-216.
- nur-ye
- Özel Üye
- Mesajlar: 9105
- Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00
Re: ANADOLU MELÂMEtinin MENŞE'i AHMED YESEVî ks....
Hoca Ahmet Yesevi'nin Divân-ı Hikmet'i
HİKMET-1
Bismillâh dep beyân eyley hikmet aytıp,
Tâliblerge dürr ü gevher saçtım menâ..
Riyâzetni kattığ tartıp kanlar yutup,
Men defter-i sâni sözin açtım menâ..
Bismillah deyip beyân ederek hikmet söyleyip,
Taleb edenlere inci, cevher saçtım ben işte..
Riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutup,
"İkinci defter" sözlerini açtım ben işte..
------
Sözni aydım her kim bolsa didâr-taleb,
Cânnı cânğa peyvend kılıp regni avlap,
Garîb yetîm fakîrlerni köngli sıylap,
Köngfi bütün halayıkdın kaçtım menâ..
Sözü söyledim, her kim olsa cemâle tâlip,
Cânı câna bağlayıp, damarı ekleyip,
Garîb, yetîm, fâkirlerin gönlünû okşayıp,
Gönlü kırık olmayan kişilerden kaçtım ben işte..
------
Kayda körseng köngli sınuk merhem bolğıl,
Andağ mazlum yolda kalsa hemdem bolğıl,
Ruz-ı mahşer dergâhığa mahrem bolğıl,
Mâ u menlik halayıkdın kaçtım menâ..
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,
Mahşer günü dergâhına yakın ol,
Ben-benlik güden kişilerden kaçtım ben işte..
------
Garîb, fâkir, yetîmlerni Resûl sordı,
Uşal tüni mi'râc çıkıp dîdâr kördi,
Kaytıp tüşüp fâkir hâlin sordı,
Garîblerni izin izlep tüştüm menâ..
Garîb, fâkir, yetîmleri Rasûl sordu,
O gece Mi’rac'a çıkıp HAKk Cemâlini gördü,
Geri gelip indiğinde fâkirlerin hâlini sordu,
Garîblerin izini arayıp indim ben işte..
------
Ümmet bolsang garîblerge tâbi bolğıl,
Âyet hadis her kim aytsa sâmi bolğıl,
Rızk u ruzi her ne berse kâni bolğıl,
Kâni bolup şevk şarabın içtim menâ..
Ümmet olsan, garîblere uyar ol,
Âyet ve Hadisi her kim dese, duyar ol,
Rızk, nâsib her ne verse, tok gözlü ol,
Tok gözlü olup şevk şarabını içtim ben işte..
------
Medinege Resul barıp boldı garîb,
Garîblikde mihnet tartıp boldı habîb,
Cefâ tartıp Yaratkanğa boldı karib,
Garîb bolup ukbalardın aştım menâ..
Medine’ye Rasűl varıp oldu garîb,
Garîblikte sıkıntı çekip oldu sevgili,
Cefâ çekip Yaradan'a oldu yakın,
Garîb olup menzillerden geçtim ben işte..
------
Âkil erseng garîblerni köngli avla,
Mustafâ dek elni kezip yetîm kavla,
Dünya-perest nâ-cinslerdin boyun tavla,
Boyun tavlap deryâ bolup taştım menâ..
Akıllı isen, garîblerin gönlünü avla,
Mustafâ gibi ili gezip yetîm ara,
Dünyaya tapan soysuzlardan yüzünü çevir,
Yüz çevirerek deryâ olup taştım ben işte..
------
Işk bâbını Mevlâm açkaç menge tekdi,
Tufrak kılıp hâzır bol dep boynum egdi,
Bârân-sıfat melâmetni okı tegdi,
Peykân alıp yürek bağrım teştim menâ..
Aşk kapısını Mevlâm açınca bana değdi,
Toprak eyleyip "Hazır ol!" deyip boynumu eğdi,
Yağmur gibi melâmetin oku değdi,
Ok saplanıp yürek, bağrımı deştim ben işte..
------
Könglüm kattığ tilim aççığ özüm zâlim,
Kur’ÂN okup amel kılmay yalğan âlim,
Garîb cânım sarf eyleyim yoktur mâlım;
Hakdın korkup otka tüşmey piştim menâ..
Gönlûm katı, dilim acı, özüm zâlim,
Kur’ÂN okuyup amel kılmıyor sahte âlim,
Garîb cânımı harcayayım, yoktur malım;
HAKk’tan korkup ateşe düşmeden piştim ben işte..
------
Altmış üçke yaşım yetti öttüm ğafil;
Hak emrini mehkem tutmay özüm câhil;
Rûze namâz kazâ kılıp boldum kâhil;
Yaman izlep yahşılardın keçtim menâ..
Altmış üçe yaşım ulaştı, geçtim gâfil;
HAKk Emrini sıkı tutmadım, kendim câhil;
Oruç, namaz kazaya bırakıp oldum ergin;
Kötüyû izleyip iyilerden geçtim ben işte..
------
Vâ-deriğa muhabbetni câmın içmey,
Ehl u ayâl hânumândın tükel keçmey,
Cürm ü isyan girihlerin munda çeçmey,
Şeytân ğâlib cân bererde şaştım menâ..
Vah ne yazık, sevgi kadehini içmeden,
Çoluk-çocuk, ev-barktan tam geçmeden,
Suç ve isyan düğümünü burada çözmeden,
Şeytan gâlib, cân verirkende şaştım ben işte..
------
İmânıma çengel urup kıldı gamnâk,
Pir-i muğân hâzır bol-dep saçtı teryâk,
Şeytân-lain mendin kaçıp ketti bi-pâk,
Bihamdillâh nur-ı imân açtım menâ..
İmanıma çengel vurup kıldı gamlı,
Mürşid-i Kâmil Hazır ol!" deyip saçtı koku,
Lânetli Şeytan benden kaçıp korkusuz gitti kirli,
ALLAH'a hamd olsun, imân nûru açtım ben işte..
------
Pir-i muğan hizmetide yügrüp yürdüm;
Hizmet kılıp közüm yummay hâzır turdum;
Meded kıldı azâzilni kavlap sürdüm;
Andın songra kanat kakıp uçtım menâ..
Mürşid-i Kâmil hizmetinde gidip yürüdüm;
Hizmet kılıp göz yummadan hazır durdum;
Yardım etti, Şeytanı kovalayıp sürdüm;
Ondan sonra kanat çırpıp uçtum ben işte..
------
Garîb fâkir yetîmlerni kılğın şâdman;
Halkalar kılıp azîz cânıng eyle kurbân;
Taâm tapsang cânıng birle kılğıl mihman;
Hakdın eştip bu sözlerni aydım menâ..
Garîb, fâkir, yetîmleri sevindiresin;
Parçalayıp azîz cânını eyle kurbân;
Yiyecek bulsan, cânın ile misâfir;
HAKk’tan işitip bu sözleri dedim ben işte..
------
Garîb fakîr yetîmlerni her kim sorar;
Râzi bolur ol bendedin Perverdigâr.
Ey bi-haber sen bir sebeb özi asrar;
Hak Mustafâ pendin eştip aydım menâ..
Garîb, fâkir, yetîmleri her kim sorar,
Râzı olur o kulundan ALLAH.
Ey habersiz, sen bir sebeb, kendisi saklar;
Hak Mustafâ öğüdünü işitip dedim ben işte..
------
Yetti yaşda Arslan Bâbğa kıldım selâm:
"Hak Mustafâ emânetin kılıng inâm".
Uşal vaktda ming bir zikrin kıldım tamâm,
Nefsim ölüp lâ-mekânğa aştım menâ..
Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selâm:
"Hak Mustafâ emânetini eyleyin armağan".
İşte o zamanda binbir zikrini eyledim tamam,
Nefsim ölüp lâ-mekâna yükseldim ben işte..
------
Hurmâ berip başım silep nazar kıldı,
Bir fursatta ukbâ sarı sefer kıldı,
El-vedâ dep bu âlemdin güzar kıldı,
Mekteb barıp kaynap coşup taştım menâ..
Hurma verip, başımı okşayıp nazar eyledi
Bir fırsatta âhirete doğru sefer eyledi,
"Elvedâ" deyip bu âlemden göç eyledi,
Medreseye varıp, kaynayıp coşup taştım ben işte..
------
Sünnet ermiş kâfir bolsa berme âzâr,
Köngli kattığ dil-âzârdın Hüdâ bizâr;
ALLAH hakkı andağ kulğa seccin tayyâr,
Dânâlardın eşitip bu söz aydım menâ..
Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar,
Gönlü katı, gönül inciticiden ALLAH şikâyetçi;
ALLAH şâhid, öyle kula "Siccin" hazır,
Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte..
------
Sünnetlerin mehkem tutup ümmet boldum:
Yer astığa yalğuz kirip nurğa toldum;
Hak-perestler makâmığa mahrem boldum,
Bâtın tığı birle nefsni yançtım menâ..
Sünnetlerini sıkı tutup ümmet oldum:
Yer altına yalnız girip nûra doldum;
HAKk’a tapanlar makamına mahrem oldum,
Bâtın mızrağı ile nefsi deştim ben işte..
------
Nefsim meni yoldın urup hâr eyledi,
Telmürtürüb halayıkka zâr eyledi,
Zikr aytturmay şeytân birle yâr eyledi;
Hâzırsın dep nefs başını sançtım menâ..
Nefsim beni yoldan çıkarıp hâkir eyledi,
Çırpındırıp halka ağlamaklı eyledi,
Zikr söyletmeyip Şeytan ile dost eyledi;
Hazırsın deyip nefs başını deldim ben işte..
------
Kul Hâce Ahmed gaflet birle ömrüng ötti;
Vâ-hasretâ közdin tizdin kuvvet ketti;
Vâ-veyletâ nedâmetni vaktı yetti;
Amel kılmay kervân bolup köçtim menâ..
Kul Hoca Ahmed, gaflet ile ömrün geçti;
Vah ne hasret, gözden, dizden kuvvet gitti;
Vah ne yazık, pişmanlığın vakti yetişti;
Amel kılmadan kervân olup göçtüm ben işte..
HİKMET-1
Bismillâh dep beyân eyley hikmet aytıp,
Tâliblerge dürr ü gevher saçtım menâ..
Riyâzetni kattığ tartıp kanlar yutup,
Men defter-i sâni sözin açtım menâ..
Bismillah deyip beyân ederek hikmet söyleyip,
Taleb edenlere inci, cevher saçtım ben işte..
Riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutup,
"İkinci defter" sözlerini açtım ben işte..
------
Sözni aydım her kim bolsa didâr-taleb,
Cânnı cânğa peyvend kılıp regni avlap,
Garîb yetîm fakîrlerni köngli sıylap,
Köngfi bütün halayıkdın kaçtım menâ..
Sözü söyledim, her kim olsa cemâle tâlip,
Cânı câna bağlayıp, damarı ekleyip,
Garîb, yetîm, fâkirlerin gönlünû okşayıp,
Gönlü kırık olmayan kişilerden kaçtım ben işte..
------
Kayda körseng köngli sınuk merhem bolğıl,
Andağ mazlum yolda kalsa hemdem bolğıl,
Ruz-ı mahşer dergâhığa mahrem bolğıl,
Mâ u menlik halayıkdın kaçtım menâ..
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,
Mahşer günü dergâhına yakın ol,
Ben-benlik güden kişilerden kaçtım ben işte..
------
Garîb, fâkir, yetîmlerni Resûl sordı,
Uşal tüni mi'râc çıkıp dîdâr kördi,
Kaytıp tüşüp fâkir hâlin sordı,
Garîblerni izin izlep tüştüm menâ..
Garîb, fâkir, yetîmleri Rasûl sordu,
O gece Mi’rac'a çıkıp HAKk Cemâlini gördü,
Geri gelip indiğinde fâkirlerin hâlini sordu,
Garîblerin izini arayıp indim ben işte..
------
Ümmet bolsang garîblerge tâbi bolğıl,
Âyet hadis her kim aytsa sâmi bolğıl,
Rızk u ruzi her ne berse kâni bolğıl,
Kâni bolup şevk şarabın içtim menâ..
Ümmet olsan, garîblere uyar ol,
Âyet ve Hadisi her kim dese, duyar ol,
Rızk, nâsib her ne verse, tok gözlü ol,
Tok gözlü olup şevk şarabını içtim ben işte..
------
Medinege Resul barıp boldı garîb,
Garîblikde mihnet tartıp boldı habîb,
Cefâ tartıp Yaratkanğa boldı karib,
Garîb bolup ukbalardın aştım menâ..
Medine’ye Rasűl varıp oldu garîb,
Garîblikte sıkıntı çekip oldu sevgili,
Cefâ çekip Yaradan'a oldu yakın,
Garîb olup menzillerden geçtim ben işte..
------
Âkil erseng garîblerni köngli avla,
Mustafâ dek elni kezip yetîm kavla,
Dünya-perest nâ-cinslerdin boyun tavla,
Boyun tavlap deryâ bolup taştım menâ..
Akıllı isen, garîblerin gönlünü avla,
Mustafâ gibi ili gezip yetîm ara,
Dünyaya tapan soysuzlardan yüzünü çevir,
Yüz çevirerek deryâ olup taştım ben işte..
------
Işk bâbını Mevlâm açkaç menge tekdi,
Tufrak kılıp hâzır bol dep boynum egdi,
Bârân-sıfat melâmetni okı tegdi,
Peykân alıp yürek bağrım teştim menâ..
Aşk kapısını Mevlâm açınca bana değdi,
Toprak eyleyip "Hazır ol!" deyip boynumu eğdi,
Yağmur gibi melâmetin oku değdi,
Ok saplanıp yürek, bağrımı deştim ben işte..
------
Könglüm kattığ tilim aççığ özüm zâlim,
Kur’ÂN okup amel kılmay yalğan âlim,
Garîb cânım sarf eyleyim yoktur mâlım;
Hakdın korkup otka tüşmey piştim menâ..
Gönlûm katı, dilim acı, özüm zâlim,
Kur’ÂN okuyup amel kılmıyor sahte âlim,
Garîb cânımı harcayayım, yoktur malım;
HAKk’tan korkup ateşe düşmeden piştim ben işte..
------
Altmış üçke yaşım yetti öttüm ğafil;
Hak emrini mehkem tutmay özüm câhil;
Rûze namâz kazâ kılıp boldum kâhil;
Yaman izlep yahşılardın keçtim menâ..
Altmış üçe yaşım ulaştı, geçtim gâfil;
HAKk Emrini sıkı tutmadım, kendim câhil;
Oruç, namaz kazaya bırakıp oldum ergin;
Kötüyû izleyip iyilerden geçtim ben işte..
------
Vâ-deriğa muhabbetni câmın içmey,
Ehl u ayâl hânumândın tükel keçmey,
Cürm ü isyan girihlerin munda çeçmey,
Şeytân ğâlib cân bererde şaştım menâ..
Vah ne yazık, sevgi kadehini içmeden,
Çoluk-çocuk, ev-barktan tam geçmeden,
Suç ve isyan düğümünü burada çözmeden,
Şeytan gâlib, cân verirkende şaştım ben işte..
------
İmânıma çengel urup kıldı gamnâk,
Pir-i muğân hâzır bol-dep saçtı teryâk,
Şeytân-lain mendin kaçıp ketti bi-pâk,
Bihamdillâh nur-ı imân açtım menâ..
İmanıma çengel vurup kıldı gamlı,
Mürşid-i Kâmil Hazır ol!" deyip saçtı koku,
Lânetli Şeytan benden kaçıp korkusuz gitti kirli,
ALLAH'a hamd olsun, imân nûru açtım ben işte..
------
Pir-i muğan hizmetide yügrüp yürdüm;
Hizmet kılıp közüm yummay hâzır turdum;
Meded kıldı azâzilni kavlap sürdüm;
Andın songra kanat kakıp uçtım menâ..
Mürşid-i Kâmil hizmetinde gidip yürüdüm;
Hizmet kılıp göz yummadan hazır durdum;
Yardım etti, Şeytanı kovalayıp sürdüm;
Ondan sonra kanat çırpıp uçtum ben işte..
------
Garîb fâkir yetîmlerni kılğın şâdman;
Halkalar kılıp azîz cânıng eyle kurbân;
Taâm tapsang cânıng birle kılğıl mihman;
Hakdın eştip bu sözlerni aydım menâ..
Garîb, fâkir, yetîmleri sevindiresin;
Parçalayıp azîz cânını eyle kurbân;
Yiyecek bulsan, cânın ile misâfir;
HAKk’tan işitip bu sözleri dedim ben işte..
------
Garîb fakîr yetîmlerni her kim sorar;
Râzi bolur ol bendedin Perverdigâr.
Ey bi-haber sen bir sebeb özi asrar;
Hak Mustafâ pendin eştip aydım menâ..
Garîb, fâkir, yetîmleri her kim sorar,
Râzı olur o kulundan ALLAH.
Ey habersiz, sen bir sebeb, kendisi saklar;
Hak Mustafâ öğüdünü işitip dedim ben işte..
------
Yetti yaşda Arslan Bâbğa kıldım selâm:
"Hak Mustafâ emânetin kılıng inâm".
Uşal vaktda ming bir zikrin kıldım tamâm,
Nefsim ölüp lâ-mekânğa aştım menâ..
Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selâm:
"Hak Mustafâ emânetini eyleyin armağan".
İşte o zamanda binbir zikrini eyledim tamam,
Nefsim ölüp lâ-mekâna yükseldim ben işte..
------
Hurmâ berip başım silep nazar kıldı,
Bir fursatta ukbâ sarı sefer kıldı,
El-vedâ dep bu âlemdin güzar kıldı,
Mekteb barıp kaynap coşup taştım menâ..
Hurma verip, başımı okşayıp nazar eyledi
Bir fırsatta âhirete doğru sefer eyledi,
"Elvedâ" deyip bu âlemden göç eyledi,
Medreseye varıp, kaynayıp coşup taştım ben işte..
------
Sünnet ermiş kâfir bolsa berme âzâr,
Köngli kattığ dil-âzârdın Hüdâ bizâr;
ALLAH hakkı andağ kulğa seccin tayyâr,
Dânâlardın eşitip bu söz aydım menâ..
Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar,
Gönlü katı, gönül inciticiden ALLAH şikâyetçi;
ALLAH şâhid, öyle kula "Siccin" hazır,
Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte..
------
Sünnetlerin mehkem tutup ümmet boldum:
Yer astığa yalğuz kirip nurğa toldum;
Hak-perestler makâmığa mahrem boldum,
Bâtın tığı birle nefsni yançtım menâ..
Sünnetlerini sıkı tutup ümmet oldum:
Yer altına yalnız girip nûra doldum;
HAKk’a tapanlar makamına mahrem oldum,
Bâtın mızrağı ile nefsi deştim ben işte..
------
Nefsim meni yoldın urup hâr eyledi,
Telmürtürüb halayıkka zâr eyledi,
Zikr aytturmay şeytân birle yâr eyledi;
Hâzırsın dep nefs başını sançtım menâ..
Nefsim beni yoldan çıkarıp hâkir eyledi,
Çırpındırıp halka ağlamaklı eyledi,
Zikr söyletmeyip Şeytan ile dost eyledi;
Hazırsın deyip nefs başını deldim ben işte..
------
Kul Hâce Ahmed gaflet birle ömrüng ötti;
Vâ-hasretâ közdin tizdin kuvvet ketti;
Vâ-veyletâ nedâmetni vaktı yetti;
Amel kılmay kervân bolup köçtim menâ..
Kul Hoca Ahmed, gaflet ile ömrün geçti;
Vah ne hasret, gözden, dizden kuvvet gitti;
Vah ne yazık, pişmanlığın vakti yetişti;
Amel kılmadan kervân olup göçtüm ben işte..
- nur-ye
- Özel Üye
- Mesajlar: 9105
- Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00
Re: ANADOLU MELÂMEtinin MENŞE'i AHMED YESEVî ks....
HİKMET-2
Eyâ dostlar kulak salıng ayduğumğa,
Ne sebebdin altmış üçde kirdim yerge?
Mirâc üzre Hak Mustafâ ruhum kördi,
OI sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Ey dostlar, kulak verin söylediğime,
Ne sebepten altmış üçte girdim yere?
Mirâc sırasında Hakk Mustafa ruhumu gördü,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Hak Mustafa Cebrâil’din kıldı sevâl.:
"Bu neçük rûh tenge kirmey taptı kemâl?"
Közi yaşlığ halka başlığ kaddı hilâl;
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Hakk Mustafa Cebrâil'den eyledi sual.:
"Bu nasıl rûh, bedene girmeden buldu kemâl?"
Gözü yaşlı, halkın başçısı, bedeni hilâl;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Cibril aydı "ümmet işi sizge ber-Hak,
Kökke çıkıp melâyikdin alur sebâk,
Nâlişige nâle kılur heftüm tabak…"
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yirge..
Cebrâil dedi: "Ümmet işi size tam Hak,
Göğe çıkıp meleklerden alır ders,
Feryâdına feryâd eder yedi kat gök... "
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Evvel elest birabbikum dedi bil Hak,
Kâlu belâ dedi ruhum aldı sebâk,
Hak Mustafa ferzend dedi biling mutlak,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Önce "Elestû birabbikum?" dedi bil Hakk,
"Kalû belâ" dedi ruhum, aldı ders,
Hak Mustafa oğul" dedi bilin mutlak,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
--- "Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).: Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: "Evet (Rabbimizsin), şahid olduk" demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir." (A’râf 7/172)
------
Ferzendim dep Hak Mustafa kıldı kelâm,
Andın songra barça ervâh kıldı selâm,
Rahmet-deryâ tolup taş, dep yetti peyâm,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
"Evladım" deyip Hakk Mustafa eyledi kelâm,
Ondan sonra bütün ruhlar eyledi selâm,
Rahmet denizi dolup taş, diye yetişti haber,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Rahîm içre peydâ boldum nidâ keldi,
Zikr ayt dedi azâlarım titrey berdi,
Ruhum kirdi süngeklerim Allah dedi,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Rahîm içinde belirdim, ses geldi;
"Zikir söyle!" dedi, organlarım titreyiverdi,
Ruhum girdi, kemiklerim "Allah" dedi;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Tört yüz yıldın keyin çıkıp ümmet bolğay,
Nice yıllar yürüp halkka yol körgüzgey,
On dört ming müctehidler hizmet kılğay,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Dörtyüz yıldan sonra çıkıp ümmet olacak,
Nice yıllar dolaşıp halka yol gösterecek,
On dört bin âlimler hizmet eyleyecek,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Tokkuz ay u tokkuz künde yerge tüştüm,
Tokkuz sâat turalmadım kökke uçtum,
Arş u kürsî pâyesini barıp kuçtum,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Dokuz ay ve dokuz günde yere düştüm;
Dokuz saat duramadım, göğe uçtum;
Arş ve Kürsü derecesini varıp kucakladım;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
"İnnâ fetehnâ"nı okup mânâ sordum,
Pertev saldı bî-hud bolup didâr kördüm,
Mullam urup usküt dedi bakıp turdum,
Yaşım saçıp muztar bolup turdım menâ..
"İnnâ fetehnâ... "yı okuyup anlam sordum;
Işık saldı, kendimden geçip cemâl gördüm;
Hocam vurup "Sus'" dedi, bakıp durdum;
Yaşımı saçıp, çâresiz olup durdum ben işte..
إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا
---''İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ(mubînen).: Şüphesiz, Biz sana apaçık bir fetih verdik."(Fetih 48/1)
------
Eyâ nâdân mânâ bul dep aydı bildim,
Andın songra çöller kezip Haknı sordım,
Ruzi kıldı azâzilni tutup mindim,
Lenger tugup belin basıp yançtım menâ..
"Ey câhil, gerçek bu!" diye söyledi, bildim;
Ondan sonra çöller gezip Hakk'ı sordum;
Nâsip etti, şeytanı tutup bindim;
Kararlı olup, belini basıp ezdim ben işte..
------
Zikrin tamâm kılıp öttüm divâneğe,
Hakdın özge heç sözlemey bigâneğe,
Şemin izlep şâgird kirdim pervâneğe,
Ahker bolup küyüp yanıp öçtim menâ..
Zikrini tamam eyleyip döndüm divâneye;
Hakk'tan başka birşey demeyip bilmeyene,
Mumunu arayıp çırak girdim pervâneye;
Kor ateş olup, kavrulup yanıp söndüm ben işte..
------
Nâm u nişân heç kalmadı lâ lâ boldum,
Allah yâdın ayta-ayta illâ boldum,
Hâlis bolup muhlis bolup lillah boldum,
Fenâ fillâh makamığa aştım menâ..
Nam ve nişân hiç kalmadı, "Lâ... -La..." oldum;
Allah zikrini diye diye "...illâ..." oldum;
Hâlis olup, muhlis olup "...lillah" oldum;
"Fenâ fillah" makamına geçtim ben işte..
MuhaMMedî MeLâMet’in ÂNlaşılaBİLmesi ve ÂNlatılaBİLmesi için Kul İhvÂNi tarafından KELİMElerin açıLımLarı!.: https://muhammedinur.com/forum/viewforum.php?f=128
FeNâFiLLAH.: Tefâni/Birbirinde fâni olmak sırrı da denilen, MuhaMMedî “Mute kable en temute” SIRRına ER!.mek.. Her Nefeste, “ÖLmeden önce ÖLüp DİRİLmek..” VÂCİBu’l- VüCÛD ALLAHu zü’L- CeLÂL’in MutLak VARLığında, KüLLî ŞEYyi/MevCÛDu VAR/YOK BİL!.mektir..
FENÂFİLLAH.: Fenâ fillâh.. Tas: Abdin zât ve sıfatının, HAKk'ın Zât ve Sıfatında fâni olması. Başka bir ifâde ile.: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve Ehadiyet Dergâhı’na tam bir teveccühle istiğrak hâletidir. Sufî, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder..
------
Arş üstide namâz okup tizim büktüm,
Razı aytıp Hakk'a bakıp yaşım töktüm,
Yalğan âşık yalğan sûfi kördüm sögtüm,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Arş üstünde namaz kılıp dizimi büktüm;
Dileğimi deyip, Hakka bakıp yaşımı döktüm;
Yalancı âşık, sahte sûfi gördüm, kötüledim,
O sebepten altmış ûçte girdim yere..
------
Cândın keçmey "Hû-Hû" degen barı yalğan,
Bu kıltakdın sormang sevâl yolda kalğan,
Haknı tapkan özi pinhân sözi pinhân,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Candan geçmeden "Hû Hû" demenin hepsi yalan;
Bu arsızdan sormayın sual, yolda kalan;
Hakk'ı bulanın özü gizli, sözü gizli,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Bir yaşımda ervâh menge uluş berdi,
İki yaşta peygamberler kelip kördi,
Üç yaşımda çil-ten kelip hâlim sordı,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Bir yaşımda ruhlar bana pay verdi;
İki yaşta peygamberler gelip gördü;
Üç yaşımda Kırklar gelip hâlimi sordu;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Tört yaşımda Hak Mustafa berdi hurmâ,
Yol körsettim yolğa kirdi neçe gümrâh,
Kayda barsam Hızr babam menge hemrâh,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Dört yaşımda Hakk Mustafa verdi hurma,
Yol gösterdim, yola girdi, nice günahkâr,
Nereye varsam Hızır Baba'm bana yoldaş,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Beş yaşımda belim bağlap ta'at kaldım
Tatavvu ruze tutup âdet kıldım,
Keçe kündüz zikrin aytıp râhat kıldım,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Beş yaşımda belimi bağlayıp ibâdet eyledim,
Nâfile oruç tutup âdet eyledim,
Gece gűndüz zikrini deyip rahat eyledim,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Alta yaşda turmay kaçtım halâyıkdın,
Kökke çıkıp ders örgendim melâyikdin,
Dâmen kesip hemme ehl-i alâyıkdın,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Altı yaşta durmadan kaçtım insanlardan,
Göğe çıkıp ders öğrendim meleklerden;
İlgimi kesip bütün tanıdık bağlardan;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Yetti yaşda Arslan Babam izlep taptı,
Her sır körüp perde birle büküp yaptı,
Bihamdillâh kördüm dedi izim öpti,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Yedi yaşta Arslan Baba'm arayıp buldu;
Her sırrı görüp perde ile sarıp kapadı,
Allah'a hamd olsun, gördüm" dedi, izimi öptü;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Kâbız kelip Arslan Babam cânın aldı,
Hurlar kelip harır tondın kefen kıldı,
Yetmiş ming ferişteler yığlıp keldi,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Azrâil gelip Arslan Baba'mın canını aldı;
Hurîler gelip ipek kumaştan kefen eyledi,
Yetmişbin melekler toplanıp geldi;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Cenâzesin okup yerdin köterdiler,
Bir fursatda uçmak içre yetkürdiler,
Rûhın alup illiyyînge kirgizdiler,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Namazını kılıp yerden kaldırdılar,
Bir anda cennet içine ulaştırdılar,
Ruhunu alıp "İlliyyîn" cennetine girdirdiler,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
MuhaMMedî MeLâMet’in ÂNlaşılaBİLmesi ve ÂNlatılaBİLmesi için Kul İhvÂNitarafından KELİMElerin açıLımLarı!.: https://muhammedinur.com/forum/viewforum.php?f=128
İLLiYYin.: ASLın en üst RUH iklimi yüceliği NûR İklimi..
İLLiyyin: (İlliyyîn) (Aliyyu. ç.) Cennetin en yüksek tabakası. Her YERde, her ZAMAN, her HÂLde, her NEFes’te, TaMm Kâmil Mü'minlerin Makamı. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. En yüksek dereceye, Dergâh-ı Rızâya en yakın olan KULLuk derecesi ki, “ben SENde SEN bende” gibi.. (İlliyyun) (Aliyyu. c.) Cennetin en yüksek tabakası. Âhirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.
------
Allah Allah yer astıda vatan kıldı,
Münker Nekir "Men rabbük" dep soruğ sordı,
Arslan Babam İslâmıdan beyân kıldı,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Allah, Allah yer altında vatan eyledi,
Münker-Nekir "Men rabbük?" deyip soru sordu;
Arslan Baba'm İslâm'ından beyân eyledi,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
---Bazı rivâyetlere göre de meleklerin soruları.: “Neye tapıyordun, rabbin ve peygamberin kimdir, dinin ve amelin nedir?” şeklinde olacaktır. (Müsned, IV, 287-288, 295-296; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27)
Ölen insanları sorgulayacak meleklerden birine Münker, diğerine Nekir denildiği Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme atfedilen bazı rivayetlerde belirtilir.:
Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyete göre, şöyle demiştir.: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.:
“Sizden biriniz veya ölü kabre konulunca simsiyah mavi gözlü iki melek ona gelir onlardan birine Münker diğerineNekir denilir. O iki melek şöyle derler.: "Bu MuhaMMed denilen adam hakkında ne dersin?" O kimse ise ölmeden önce söylediğini aynen tekrar ederek: "O ALLAH’ın KuLu ve RASÛLÜdür. Ben şehâdet ederim ki ALLAH’tan başka gerçek İLÂH yoktur. MuhaMMed de O'nun KuLu ve ELÇİSİdir." O İki MeLeK derler ki.: "Senin böyle söyleyeceğini biliyorduk." Sonra o kabir yetmiş arşın kadar genişletilir ve aydınlık hale getirilir ve.: "Rahatça yat uyu burada.'"denilir. O kimse.: "Bu durumu benim aileme dönüp haber verebilir miyim?" deyince O İki MeLeK.: "Gelin güvey gibi rahatça uyu, gelin güveyi olan kimseyi ailesinden en çok sevdiği kimse uyandırır." derler. O kişi o kabirde mahşer için diriltilinceye kadar rahat rahat uyur.
O kabre konulan kimse münafık ise MuhaMMed aleyhisselâm hakkında sorulan soruya.: "İnsanların peygamber dediklerini duydum bende aynen öyle söyledim, gerçek midir, değil midir bilemiyorum." diyecek. Bunun üzerine O İki MeLeK.: "Senin böyle söyleyeceğini biliyorduk." derler. O kabre.: "Sıkıştır onu!.." denilir, kabirde onu sıkıştırır da kaburga kemikleri yerlerinden oynar. ALLAH onu böylece mahşer günü uyandırıncaya kadar azâb etmeye devam eder.” (Tirmizi, Cenaiz, 70)
------
Akil erseng erenlerge hizmet kılğıl,
"Emr-i ma’ruf "kılğanlarnı izzet kılğıl,
"Nehy-i münker" kılğanlarnı hürmet kılğıl,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Akıllı isen, erenlere hizmet eyle,
Emr-i ma’ruf kılanları azîz eyle,
Nehy-i münker kılanları hürmetli eyle,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
--- ''Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).: Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır."(Âl-i İmrân 3/104)
------
Sekkizimde sekkiz yandın yol açıldı,
Hikmet ayt dep başlarımğa nur saçıldı,
Bihamdillâh Pir-i Muğan mey içürdi,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Sekizimde sekiz yandan yol açıldı;
"Hikmet söyle!" diye, başlarıma nur saçıldı;
Allah'a hamd olsun, Pir-i Kâmil mey içirdi;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Pir-i Muğan Hak Mustafa bi-şek biling,
Kayda barsang vasfın aytıp ta’zim kılıng,
Dürüd aytıp Mustafağa ümmet bolıng,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Pir-i Kâmil Hakk Mustafa, şüphesiz bilin;
Nereye varsan, vasfını söyleyip saygı gösterin,
Salât-selâm deyip Mustafa ya ümmet olun;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Tokkuzunda tolğanmadım toğrı yolğa,
"Teberrük" dep alıp yördi koldın kolğa,
Kuvanmadım bu sözlerge kaçtım çölge,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Dokuzumda dolanmadım doğru yola;
Teberrük deyip alıp yürüdü elden ele;
Sevinmedim bu sözlere kaçtım çöle;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
On yaşıngda oğlan boldung Kul Hâce Ahmed,
Hâcelikke binâ koyup kılmay tâat,
Hâcemen dep yolda kalsang vây ne hasret,
OI sebebdin altmış üçde kerdim yerge..
On yaşında delikanlı oldun Kul Hoca Ahmed;
Hocalığa binâ koyup, eylemeden ibâdet;
Hocayım, deyip yolda kalsan, vay ne hasret,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
Eyâ dostlar kulak salıng ayduğumğa,
Ne sebebdin altmış üçde kirdim yerge?
Mirâc üzre Hak Mustafâ ruhum kördi,
OI sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Ey dostlar, kulak verin söylediğime,
Ne sebepten altmış üçte girdim yere?
Mirâc sırasında Hakk Mustafa ruhumu gördü,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Hak Mustafa Cebrâil’din kıldı sevâl.:
"Bu neçük rûh tenge kirmey taptı kemâl?"
Közi yaşlığ halka başlığ kaddı hilâl;
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Hakk Mustafa Cebrâil'den eyledi sual.:
"Bu nasıl rûh, bedene girmeden buldu kemâl?"
Gözü yaşlı, halkın başçısı, bedeni hilâl;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Cibril aydı "ümmet işi sizge ber-Hak,
Kökke çıkıp melâyikdin alur sebâk,
Nâlişige nâle kılur heftüm tabak…"
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yirge..
Cebrâil dedi: "Ümmet işi size tam Hak,
Göğe çıkıp meleklerden alır ders,
Feryâdına feryâd eder yedi kat gök... "
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Evvel elest birabbikum dedi bil Hak,
Kâlu belâ dedi ruhum aldı sebâk,
Hak Mustafa ferzend dedi biling mutlak,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Önce "Elestû birabbikum?" dedi bil Hakk,
"Kalû belâ" dedi ruhum, aldı ders,
Hak Mustafa oğul" dedi bilin mutlak,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
--- "Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).: Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: "Evet (Rabbimizsin), şahid olduk" demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir." (A’râf 7/172)
------
Ferzendim dep Hak Mustafa kıldı kelâm,
Andın songra barça ervâh kıldı selâm,
Rahmet-deryâ tolup taş, dep yetti peyâm,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
"Evladım" deyip Hakk Mustafa eyledi kelâm,
Ondan sonra bütün ruhlar eyledi selâm,
Rahmet denizi dolup taş, diye yetişti haber,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Rahîm içre peydâ boldum nidâ keldi,
Zikr ayt dedi azâlarım titrey berdi,
Ruhum kirdi süngeklerim Allah dedi,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Rahîm içinde belirdim, ses geldi;
"Zikir söyle!" dedi, organlarım titreyiverdi,
Ruhum girdi, kemiklerim "Allah" dedi;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Tört yüz yıldın keyin çıkıp ümmet bolğay,
Nice yıllar yürüp halkka yol körgüzgey,
On dört ming müctehidler hizmet kılğay,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Dörtyüz yıldan sonra çıkıp ümmet olacak,
Nice yıllar dolaşıp halka yol gösterecek,
On dört bin âlimler hizmet eyleyecek,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Tokkuz ay u tokkuz künde yerge tüştüm,
Tokkuz sâat turalmadım kökke uçtum,
Arş u kürsî pâyesini barıp kuçtum,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Dokuz ay ve dokuz günde yere düştüm;
Dokuz saat duramadım, göğe uçtum;
Arş ve Kürsü derecesini varıp kucakladım;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
"İnnâ fetehnâ"nı okup mânâ sordum,
Pertev saldı bî-hud bolup didâr kördüm,
Mullam urup usküt dedi bakıp turdum,
Yaşım saçıp muztar bolup turdım menâ..
"İnnâ fetehnâ... "yı okuyup anlam sordum;
Işık saldı, kendimden geçip cemâl gördüm;
Hocam vurup "Sus'" dedi, bakıp durdum;
Yaşımı saçıp, çâresiz olup durdum ben işte..
إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا
---''İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ(mubînen).: Şüphesiz, Biz sana apaçık bir fetih verdik."(Fetih 48/1)
------
Eyâ nâdân mânâ bul dep aydı bildim,
Andın songra çöller kezip Haknı sordım,
Ruzi kıldı azâzilni tutup mindim,
Lenger tugup belin basıp yançtım menâ..
"Ey câhil, gerçek bu!" diye söyledi, bildim;
Ondan sonra çöller gezip Hakk'ı sordum;
Nâsip etti, şeytanı tutup bindim;
Kararlı olup, belini basıp ezdim ben işte..
------
Zikrin tamâm kılıp öttüm divâneğe,
Hakdın özge heç sözlemey bigâneğe,
Şemin izlep şâgird kirdim pervâneğe,
Ahker bolup küyüp yanıp öçtim menâ..
Zikrini tamam eyleyip döndüm divâneye;
Hakk'tan başka birşey demeyip bilmeyene,
Mumunu arayıp çırak girdim pervâneye;
Kor ateş olup, kavrulup yanıp söndüm ben işte..
------
Nâm u nişân heç kalmadı lâ lâ boldum,
Allah yâdın ayta-ayta illâ boldum,
Hâlis bolup muhlis bolup lillah boldum,
Fenâ fillâh makamığa aştım menâ..
Nam ve nişân hiç kalmadı, "Lâ... -La..." oldum;
Allah zikrini diye diye "...illâ..." oldum;
Hâlis olup, muhlis olup "...lillah" oldum;
"Fenâ fillah" makamına geçtim ben işte..
MuhaMMedî MeLâMet’in ÂNlaşılaBİLmesi ve ÂNlatılaBİLmesi için Kul İhvÂNi tarafından KELİMElerin açıLımLarı!.: https://muhammedinur.com/forum/viewforum.php?f=128
FeNâFiLLAH.: Tefâni/Birbirinde fâni olmak sırrı da denilen, MuhaMMedî “Mute kable en temute” SIRRına ER!.mek.. Her Nefeste, “ÖLmeden önce ÖLüp DİRİLmek..” VÂCİBu’l- VüCÛD ALLAHu zü’L- CeLÂL’in MutLak VARLığında, KüLLî ŞEYyi/MevCÛDu VAR/YOK BİL!.mektir..
FENÂFİLLAH.: Fenâ fillâh.. Tas: Abdin zât ve sıfatının, HAKk'ın Zât ve Sıfatında fâni olması. Başka bir ifâde ile.: Dünya alâkalarını külliyen kat' ve Ehadiyet Dergâhı’na tam bir teveccühle istiğrak hâletidir. Sufî, bu maksada erebilmek için her şeyi terk eder..
------
Arş üstide namâz okup tizim büktüm,
Razı aytıp Hakk'a bakıp yaşım töktüm,
Yalğan âşık yalğan sûfi kördüm sögtüm,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Arş üstünde namaz kılıp dizimi büktüm;
Dileğimi deyip, Hakka bakıp yaşımı döktüm;
Yalancı âşık, sahte sûfi gördüm, kötüledim,
O sebepten altmış ûçte girdim yere..
------
Cândın keçmey "Hû-Hû" degen barı yalğan,
Bu kıltakdın sormang sevâl yolda kalğan,
Haknı tapkan özi pinhân sözi pinhân,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Candan geçmeden "Hû Hû" demenin hepsi yalan;
Bu arsızdan sormayın sual, yolda kalan;
Hakk'ı bulanın özü gizli, sözü gizli,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Bir yaşımda ervâh menge uluş berdi,
İki yaşta peygamberler kelip kördi,
Üç yaşımda çil-ten kelip hâlim sordı,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Bir yaşımda ruhlar bana pay verdi;
İki yaşta peygamberler gelip gördü;
Üç yaşımda Kırklar gelip hâlimi sordu;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Tört yaşımda Hak Mustafa berdi hurmâ,
Yol körsettim yolğa kirdi neçe gümrâh,
Kayda barsam Hızr babam menge hemrâh,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Dört yaşımda Hakk Mustafa verdi hurma,
Yol gösterdim, yola girdi, nice günahkâr,
Nereye varsam Hızır Baba'm bana yoldaş,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Beş yaşımda belim bağlap ta'at kaldım
Tatavvu ruze tutup âdet kıldım,
Keçe kündüz zikrin aytıp râhat kıldım,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Beş yaşımda belimi bağlayıp ibâdet eyledim,
Nâfile oruç tutup âdet eyledim,
Gece gűndüz zikrini deyip rahat eyledim,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Alta yaşda turmay kaçtım halâyıkdın,
Kökke çıkıp ders örgendim melâyikdin,
Dâmen kesip hemme ehl-i alâyıkdın,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Altı yaşta durmadan kaçtım insanlardan,
Göğe çıkıp ders öğrendim meleklerden;
İlgimi kesip bütün tanıdık bağlardan;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Yetti yaşda Arslan Babam izlep taptı,
Her sır körüp perde birle büküp yaptı,
Bihamdillâh kördüm dedi izim öpti,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Yedi yaşta Arslan Baba'm arayıp buldu;
Her sırrı görüp perde ile sarıp kapadı,
Allah'a hamd olsun, gördüm" dedi, izimi öptü;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Kâbız kelip Arslan Babam cânın aldı,
Hurlar kelip harır tondın kefen kıldı,
Yetmiş ming ferişteler yığlıp keldi,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Azrâil gelip Arslan Baba'mın canını aldı;
Hurîler gelip ipek kumaştan kefen eyledi,
Yetmişbin melekler toplanıp geldi;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Cenâzesin okup yerdin köterdiler,
Bir fursatda uçmak içre yetkürdiler,
Rûhın alup illiyyînge kirgizdiler,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Namazını kılıp yerden kaldırdılar,
Bir anda cennet içine ulaştırdılar,
Ruhunu alıp "İlliyyîn" cennetine girdirdiler,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
MuhaMMedî MeLâMet’in ÂNlaşılaBİLmesi ve ÂNlatılaBİLmesi için Kul İhvÂNitarafından KELİMElerin açıLımLarı!.: https://muhammedinur.com/forum/viewforum.php?f=128
İLLiYYin.: ASLın en üst RUH iklimi yüceliği NûR İklimi..
İLLiyyin: (İlliyyîn) (Aliyyu. ç.) Cennetin en yüksek tabakası. Her YERde, her ZAMAN, her HÂLde, her NEFes’te, TaMm Kâmil Mü'minlerin Makamı. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. En yüksek dereceye, Dergâh-ı Rızâya en yakın olan KULLuk derecesi ki, “ben SENde SEN bende” gibi.. (İlliyyun) (Aliyyu. c.) Cennetin en yüksek tabakası. Âhirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.
------
Allah Allah yer astıda vatan kıldı,
Münker Nekir "Men rabbük" dep soruğ sordı,
Arslan Babam İslâmıdan beyân kıldı,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Allah, Allah yer altında vatan eyledi,
Münker-Nekir "Men rabbük?" deyip soru sordu;
Arslan Baba'm İslâm'ından beyân eyledi,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
---Bazı rivâyetlere göre de meleklerin soruları.: “Neye tapıyordun, rabbin ve peygamberin kimdir, dinin ve amelin nedir?” şeklinde olacaktır. (Müsned, IV, 287-288, 295-296; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27)
Ölen insanları sorgulayacak meleklerden birine Münker, diğerine Nekir denildiği Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme atfedilen bazı rivayetlerde belirtilir.:
Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyete göre, şöyle demiştir.: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.:
“Sizden biriniz veya ölü kabre konulunca simsiyah mavi gözlü iki melek ona gelir onlardan birine Münker diğerineNekir denilir. O iki melek şöyle derler.: "Bu MuhaMMed denilen adam hakkında ne dersin?" O kimse ise ölmeden önce söylediğini aynen tekrar ederek: "O ALLAH’ın KuLu ve RASÛLÜdür. Ben şehâdet ederim ki ALLAH’tan başka gerçek İLÂH yoktur. MuhaMMed de O'nun KuLu ve ELÇİSİdir." O İki MeLeK derler ki.: "Senin böyle söyleyeceğini biliyorduk." Sonra o kabir yetmiş arşın kadar genişletilir ve aydınlık hale getirilir ve.: "Rahatça yat uyu burada.'"denilir. O kimse.: "Bu durumu benim aileme dönüp haber verebilir miyim?" deyince O İki MeLeK.: "Gelin güvey gibi rahatça uyu, gelin güveyi olan kimseyi ailesinden en çok sevdiği kimse uyandırır." derler. O kişi o kabirde mahşer için diriltilinceye kadar rahat rahat uyur.
O kabre konulan kimse münafık ise MuhaMMed aleyhisselâm hakkında sorulan soruya.: "İnsanların peygamber dediklerini duydum bende aynen öyle söyledim, gerçek midir, değil midir bilemiyorum." diyecek. Bunun üzerine O İki MeLeK.: "Senin böyle söyleyeceğini biliyorduk." derler. O kabre.: "Sıkıştır onu!.." denilir, kabirde onu sıkıştırır da kaburga kemikleri yerlerinden oynar. ALLAH onu böylece mahşer günü uyandırıncaya kadar azâb etmeye devam eder.” (Tirmizi, Cenaiz, 70)
------
Akil erseng erenlerge hizmet kılğıl,
"Emr-i ma’ruf "kılğanlarnı izzet kılğıl,
"Nehy-i münker" kılğanlarnı hürmet kılğıl,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Akıllı isen, erenlere hizmet eyle,
Emr-i ma’ruf kılanları azîz eyle,
Nehy-i münker kılanları hürmetli eyle,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
--- ''Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).: Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır."(Âl-i İmrân 3/104)
------
Sekkizimde sekkiz yandın yol açıldı,
Hikmet ayt dep başlarımğa nur saçıldı,
Bihamdillâh Pir-i Muğan mey içürdi,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Sekizimde sekiz yandan yol açıldı;
"Hikmet söyle!" diye, başlarıma nur saçıldı;
Allah'a hamd olsun, Pir-i Kâmil mey içirdi;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Pir-i Muğan Hak Mustafa bi-şek biling,
Kayda barsang vasfın aytıp ta’zim kılıng,
Dürüd aytıp Mustafağa ümmet bolıng,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Pir-i Kâmil Hakk Mustafa, şüphesiz bilin;
Nereye varsan, vasfını söyleyip saygı gösterin,
Salât-selâm deyip Mustafa ya ümmet olun;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
Tokkuzunda tolğanmadım toğrı yolğa,
"Teberrük" dep alıp yördi koldın kolğa,
Kuvanmadım bu sözlerge kaçtım çölge,
Ol sebebdin altmış üçde kirdim yerge..
Dokuzumda dolanmadım doğru yola;
Teberrük deyip alıp yürüdü elden ele;
Sevinmedim bu sözlere kaçtım çöle;
O sebepten altmış üçte girdim yere..
------
On yaşıngda oğlan boldung Kul Hâce Ahmed,
Hâcelikke binâ koyup kılmay tâat,
Hâcemen dep yolda kalsang vây ne hasret,
OI sebebdin altmış üçde kerdim yerge..
On yaşında delikanlı oldun Kul Hoca Ahmed;
Hocalığa binâ koyup, eylemeden ibâdet;
Hocayım, deyip yolda kalsan, vay ne hasret,
O sebepten altmış üçte girdim yere..
- nur-ye
- Özel Üye
- Mesajlar: 9105
- Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00
Re: ANADOLU MELÂMEtinin MENŞE'i AHMED YESEVî ks....
HİKMET-3
Her subhidem nidâ keldi kulağımda,
Zikr ayt dedi zikrin aytıp yürdüm menâ..
Işksızlarnı kördüm erse yolda kaldı,
OI sebebdin ışk dükânın kurdım menâ..
Her sabah vakti ses geldi kulağıma,
Zikr söyle!" dedi, zikrini söyleyip yürüdüm ben işte..
Aşıksızları gördüm ise, yolda kaldı;
O sebepten aşk dükkanını kurdum ben işte.
------
On birimde rahmet-deryâ tolup taştı.
"Allah" dedim şeytân mendin yırak kaçtı,
Hây u heves mâ u menlik turmay köçti,
On ikkimde bu sırlarnı kördüm menâ..
Onbirimde rahmet deryası dolup taştı;
"Allah!" dedim, şeytan benden uzak kaçtı;
Hay u heves, ben-bencillik durmayıp göçtü;
On ikide bu sırları gördüm ben işte..
------
On üçümde nefs hevânı kolğa aldım,
Nefs başığa yüz ming belâ karmap saldım,
Tekebbürni ayak astıda basıp aldım,
On törtümde tufrak-sıfat boldum menâ..
Onüçümde nefsanî arzuları ele aldım,
Nefs başına yüz bin belâ sarıp saldım;
Kibirlenmeyi ayak altında basıp aldım;
Ondördümde toprak gibi oldum ben işte..
------
On beşimde hur u ğılmân karşu keldi,
Başın urup kol kavşurup ta’zim kıldı,
Firdevs atlığ cennetidin mazhar keldi,
Dîdar üçün barçasını koydum menâ..
On beşimde hurî ve gılman karşı geldi,
Başını eğip, el bağlayıp saygı gösterdi,
Firdevs adlı Cennetinden haberci geldi,
Cemâli için hepsini terkettim ben işte..
------
On altımda barça ervâh uluş berdi,
Hay hay sizge mübârek dep Âdem keldi,
Ferzendim dep boynum kuçup könglüm aldı,
Onyettimde Türkistânda turdum menâ..
Onaltımda bütün rûhlar pay verdi,
"Hay hay size mübârek olsun"deyip Âdem geldi,
"Evladım!" deyip, boynuma sarılıp gönlümü aldı,
On yedimde Türkistan da durdum ben işte..
------
Onsekkizde çil-ten birle şarab içtim,
Zikrin aytıp hâzır turup kögsüm teştim,
Ruzî kıldı cennet kezip hurlar kuçtım,
Hak Mustafâ cemâllerin kördim menâ..
Onsekizde Kırklar ile şarab içtim;
Zikrini söyleyip, hazır durup göğsümü deştim,
Nasip kıldı, cennet gezip hurîler kucakladım,
Hakk Mustafâ Cemâllerini gördüm ben işte..
------
On tokkuzda yetmiş makâm zâhir boldı,
Zikrin aytıp iç ü taşım tâhir boldı,
Kayda barsam Hızr Babam hâzır boldı,
Ğavsu'I-ğıyâs mey içürdi toydum menâ..
Ondokuzda yetmiş makam açığa çıkarıldı,
Zikrini söyleyip, iç ve dışım temizlendi,
Nereye varsam, Hızır Baba'm hazır oldu,
Gavslargavsı mey içirdi, doydum ben işte..
------
Yaşım yetti yigirmege ötdim makâm,
Bihamdillâh pîr hizmetin kıldım tamâm,
Dünyâdaki kurt u kuşlar kıldı selâm,
Ol sebebdin Hakka yavuk boldum menâ..
Yaşım yetti yirmiye, geçtim makam,
Allah'a hamd olsun, Pîr hizmetini eyledim tamam,
Dünyadaki kurt ve kuşlar eyledi selâm,
O sebepten Hakk'a yakın oldum ben işte..
------
Mü'min ermes hikmet eştip yığlamaydur,
Erenlerni aytkan sözin tınglamaydur,
Ayet hadis, güya Kuran anglamaydur,
Bul rivâyet arş üstide kördüm menâ..
Mümin değil, hikmet işitip ağlamıyor;
Erenlerin söylediği sözü dinlemiyor,
Ayet hâdis, Kur'ân'ı anlamıyor,
Bu rivâyeti Arş üstünde gördüm ben işte..
------
Rivâyetni körüp Hakla sözleştim men,
Yüz ming türlüg melâyikke yüzleştim men,
Ol sebebdin Hak'nı sözlep izleştim men,
Cân u dilim anga fedâ kıldım menâ..
Rivâyeti görüp Hakk'la söyleştim ben,
Yüz bin türlü meleklere yüzleştim ben,
O sebepten Hakk'ı söyleyip izleştim ben,
Can ve gönlümü O'na fedâ kıldım ben işte..
------
Kul Hâce Ahmed yaşıng yetti yigirmi bir,
Ne kılğaysın günâhlarıng tağdın ağır,
Kıyâmet kün ğazab kılsa Rabbim Kâdir,
Eyâ dostlar neçük cevâb aytğum menâ..
Kul Hoca Ahmed yaşın ulaştı yirmi bire,
Neyleyeceksin, günahların dağdan ağır,
Kıyamet günü gazap eylese, Rabbim Kâdir;
Ey dostlar, nasıl cevâp söyleyim ben işte..
Her subhidem nidâ keldi kulağımda,
Zikr ayt dedi zikrin aytıp yürdüm menâ..
Işksızlarnı kördüm erse yolda kaldı,
OI sebebdin ışk dükânın kurdım menâ..
Her sabah vakti ses geldi kulağıma,
Zikr söyle!" dedi, zikrini söyleyip yürüdüm ben işte..
Aşıksızları gördüm ise, yolda kaldı;
O sebepten aşk dükkanını kurdum ben işte.
------
On birimde rahmet-deryâ tolup taştı.
"Allah" dedim şeytân mendin yırak kaçtı,
Hây u heves mâ u menlik turmay köçti,
On ikkimde bu sırlarnı kördüm menâ..
Onbirimde rahmet deryası dolup taştı;
"Allah!" dedim, şeytan benden uzak kaçtı;
Hay u heves, ben-bencillik durmayıp göçtü;
On ikide bu sırları gördüm ben işte..
------
On üçümde nefs hevânı kolğa aldım,
Nefs başığa yüz ming belâ karmap saldım,
Tekebbürni ayak astıda basıp aldım,
On törtümde tufrak-sıfat boldum menâ..
Onüçümde nefsanî arzuları ele aldım,
Nefs başına yüz bin belâ sarıp saldım;
Kibirlenmeyi ayak altında basıp aldım;
Ondördümde toprak gibi oldum ben işte..
------
On beşimde hur u ğılmân karşu keldi,
Başın urup kol kavşurup ta’zim kıldı,
Firdevs atlığ cennetidin mazhar keldi,
Dîdar üçün barçasını koydum menâ..
On beşimde hurî ve gılman karşı geldi,
Başını eğip, el bağlayıp saygı gösterdi,
Firdevs adlı Cennetinden haberci geldi,
Cemâli için hepsini terkettim ben işte..
------
On altımda barça ervâh uluş berdi,
Hay hay sizge mübârek dep Âdem keldi,
Ferzendim dep boynum kuçup könglüm aldı,
Onyettimde Türkistânda turdum menâ..
Onaltımda bütün rûhlar pay verdi,
"Hay hay size mübârek olsun"deyip Âdem geldi,
"Evladım!" deyip, boynuma sarılıp gönlümü aldı,
On yedimde Türkistan da durdum ben işte..
------
Onsekkizde çil-ten birle şarab içtim,
Zikrin aytıp hâzır turup kögsüm teştim,
Ruzî kıldı cennet kezip hurlar kuçtım,
Hak Mustafâ cemâllerin kördim menâ..
Onsekizde Kırklar ile şarab içtim;
Zikrini söyleyip, hazır durup göğsümü deştim,
Nasip kıldı, cennet gezip hurîler kucakladım,
Hakk Mustafâ Cemâllerini gördüm ben işte..
------
On tokkuzda yetmiş makâm zâhir boldı,
Zikrin aytıp iç ü taşım tâhir boldı,
Kayda barsam Hızr Babam hâzır boldı,
Ğavsu'I-ğıyâs mey içürdi toydum menâ..
Ondokuzda yetmiş makam açığa çıkarıldı,
Zikrini söyleyip, iç ve dışım temizlendi,
Nereye varsam, Hızır Baba'm hazır oldu,
Gavslargavsı mey içirdi, doydum ben işte..
------
Yaşım yetti yigirmege ötdim makâm,
Bihamdillâh pîr hizmetin kıldım tamâm,
Dünyâdaki kurt u kuşlar kıldı selâm,
Ol sebebdin Hakka yavuk boldum menâ..
Yaşım yetti yirmiye, geçtim makam,
Allah'a hamd olsun, Pîr hizmetini eyledim tamam,
Dünyadaki kurt ve kuşlar eyledi selâm,
O sebepten Hakk'a yakın oldum ben işte..
------
Mü'min ermes hikmet eştip yığlamaydur,
Erenlerni aytkan sözin tınglamaydur,
Ayet hadis, güya Kuran anglamaydur,
Bul rivâyet arş üstide kördüm menâ..
Mümin değil, hikmet işitip ağlamıyor;
Erenlerin söylediği sözü dinlemiyor,
Ayet hâdis, Kur'ân'ı anlamıyor,
Bu rivâyeti Arş üstünde gördüm ben işte..
------
Rivâyetni körüp Hakla sözleştim men,
Yüz ming türlüg melâyikke yüzleştim men,
Ol sebebdin Hak'nı sözlep izleştim men,
Cân u dilim anga fedâ kıldım menâ..
Rivâyeti görüp Hakk'la söyleştim ben,
Yüz bin türlü meleklere yüzleştim ben,
O sebepten Hakk'ı söyleyip izleştim ben,
Can ve gönlümü O'na fedâ kıldım ben işte..
------
Kul Hâce Ahmed yaşıng yetti yigirmi bir,
Ne kılğaysın günâhlarıng tağdın ağır,
Kıyâmet kün ğazab kılsa Rabbim Kâdir,
Eyâ dostlar neçük cevâb aytğum menâ..
Kul Hoca Ahmed yaşın ulaştı yirmi bire,
Neyleyeceksin, günahların dağdan ağır,
Kıyamet günü gazap eylese, Rabbim Kâdir;
Ey dostlar, nasıl cevâp söyleyim ben işte..
- nur-ye
- Özel Üye
- Mesajlar: 9105
- Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00
Re: ANADOLU MELÂMEtinin MENŞE'i AHMED YESEVî ks....
HİKMET-4
Huş gayibdin kulagımğa ilhâm keldi,
Ol sebebdin Hakka sığnıp keldim menâ....
Barça buzrug yığlıp kelip inâm berdi,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ....
Hoş gâipten kulağıma ilham geldi,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
Bütün ulular toplanıp gelip armağan verdi,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
------
Men yigirme ikki yaşda fenâ boldum,
Merhem bolup çın derdlikke devâ boldum,
Yalğan âşık çın âşıkka güvâh boldum.
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ....
Ben yirmiiki yaşta fâni oldum,
Merhem olup gerçek dertliye devâ oldum,
Sahte âşık-gerçek âşığa tanık oldum,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
------
Eyâ dostlar yaşım yetti yigirmeüç
Yalğan da'vâ taatlarım barçası pûç
Kıyâmet kün ne kılğaymın berehne lüç
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Ey dostlar, yaşım yetti yirmiüçe
Yalan dava, ibâdetlerim tamamı boş
Kıyamet günü neyleyim çıplak, şaşı
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.
------
Men yigirmetörtke kirdim Hak'dın yırak,
Âhiretka barur bolsam kani yarak,
Ölgenimde yığlıp urung yüz ming tayak,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Ben yirmidörde girdim, Hakk'tan uzak,
Âhirete varır olsam, hani hazırlık,
Öldüğümde toplanıp vurun yüz bin sopa.
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
------
Cenâzemni arkasıdın taşlar atıng,
Ayakımdın tutup südrep gorğa elting,
Hakka kulluk kılmadıng dep yançıb teping,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Cenâzemin arkasından taşlar atın,
Ayağımdan tufup sürüyerek kabre götürün,
"Hakk'a kulluk kılmadın"deyip çekiştirip tepin,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
------
Yazuk birle yaşım yetti yigirme beş,
Sübhân Igem zikr örgetip kögsümni teş,
Kögsümdeki girihlerim sen özüng yeş,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Günah ile yaşım yetti yirmi beşe,
Sübhân Rabbim, zikr öğretip göğsümü deş,
Göğsümdeki düğümleri sen kendin çöz,
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
------
Men yigirmealtı yaşda sevdâ kıldım,
Mansur-sıfat didâr üçün gavğa kıldım,
Pirsiz yörüp derd ü hâlet peydâ kıldım,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Ben yirmialtı yaşta sevdâ eyledim,
Mansur gibi cemâl için kavga eyledim,
Pirsiz yürüyüp dert ve sıkıntı peydâ eyledim,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
------
Men yigirmeyetti yaşda pirni taptım,
Her ne kördüm perde birle sırnı yaptım,
Astânesin yastanibân izin öptim,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Ben yirmiyedi yaşta Pîr'i buldum,
Her ne gördüm perde ile sırrı örttüm,
Eşiğine yaslanarak izini öptüm,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
------
Men yigirme sekkiz yaşda âşık boldum,
Keçe yatmay mihnet tartıp sâdık boldum,
Andın songra dergâhığa lâyık boldum,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Ben yirmisekiz yaşta âşık oldum,
Gece yatmayıp, mihnet çekip sâdık oldum,
Ondan sonra dergâhına lâyık oldum,
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
------
Bir kem ottuz yaşka kirdim hâlim harâb,
Işk yolıda bolalmadım misl-i türâb,
Hâlim harâb bağrım kebâb közüm pür-âb,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Yirmidokuz yaşa girdim, hâlim harâb,
Aşk yolunda olamadım misâli toprak,
Hâlim harâb bağrım kebâb, gözüm dolu yaş,
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
------
Ottuz yaşda otun kılıp küydürdiler,
Cümle buzrug yığlıp dünyâ koydurdılar,
Urup sögüp dünya ukbın koydurdılar,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Otuz yaşta odun eyleyip yandırdılar,
Bütün ulular toplanıp dünyayı bıraktırdılar,
Vurup, çekiştirip dünya derdini bıraktırdılar,
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
------
Kul Hâce Ahmed dünyâ koysang işing biter,
Köksüngdeki çıkkan âhıng arşka yeter,
Cân bererde Hak Mustafâ kolung tutar,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Kul Hoca Ahmed dünyayı bıraksan, işin biter,
Göğsündeki çıkan âhın Arş'a yeter,
Can verirken Hakk Mustafâ elini tutar,
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
Huş gayibdin kulagımğa ilhâm keldi,
Ol sebebdin Hakka sığnıp keldim menâ....
Barça buzrug yığlıp kelip inâm berdi,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ....
Hoş gâipten kulağıma ilham geldi,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
Bütün ulular toplanıp gelip armağan verdi,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
------
Men yigirme ikki yaşda fenâ boldum,
Merhem bolup çın derdlikke devâ boldum,
Yalğan âşık çın âşıkka güvâh boldum.
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ....
Ben yirmiiki yaşta fâni oldum,
Merhem olup gerçek dertliye devâ oldum,
Sahte âşık-gerçek âşığa tanık oldum,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
------
Eyâ dostlar yaşım yetti yigirmeüç
Yalğan da'vâ taatlarım barçası pûç
Kıyâmet kün ne kılğaymın berehne lüç
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Ey dostlar, yaşım yetti yirmiüçe
Yalan dava, ibâdetlerim tamamı boş
Kıyamet günü neyleyim çıplak, şaşı
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.
------
Men yigirmetörtke kirdim Hak'dın yırak,
Âhiretka barur bolsam kani yarak,
Ölgenimde yığlıp urung yüz ming tayak,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Ben yirmidörde girdim, Hakk'tan uzak,
Âhirete varır olsam, hani hazırlık,
Öldüğümde toplanıp vurun yüz bin sopa.
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
------
Cenâzemni arkasıdın taşlar atıng,
Ayakımdın tutup südrep gorğa elting,
Hakka kulluk kılmadıng dep yançıb teping,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Cenâzemin arkasından taşlar atın,
Ayağımdan tufup sürüyerek kabre götürün,
"Hakk'a kulluk kılmadın"deyip çekiştirip tepin,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
------
Yazuk birle yaşım yetti yigirme beş,
Sübhân Igem zikr örgetip kögsümni teş,
Kögsümdeki girihlerim sen özüng yeş,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Günah ile yaşım yetti yirmi beşe,
Sübhân Rabbim, zikr öğretip göğsümü deş,
Göğsümdeki düğümleri sen kendin çöz,
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
------
Men yigirmealtı yaşda sevdâ kıldım,
Mansur-sıfat didâr üçün gavğa kıldım,
Pirsiz yörüp derd ü hâlet peydâ kıldım,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Ben yirmialtı yaşta sevdâ eyledim,
Mansur gibi cemâl için kavga eyledim,
Pirsiz yürüyüp dert ve sıkıntı peydâ eyledim,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
------
Men yigirmeyetti yaşda pirni taptım,
Her ne kördüm perde birle sırnı yaptım,
Astânesin yastanibân izin öptim,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Ben yirmiyedi yaşta Pîr'i buldum,
Her ne gördüm perde ile sırrı örttüm,
Eşiğine yaslanarak izini öptüm,
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte..
------
Men yigirme sekkiz yaşda âşık boldum,
Keçe yatmay mihnet tartıp sâdık boldum,
Andın songra dergâhığa lâyık boldum,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Ben yirmisekiz yaşta âşık oldum,
Gece yatmayıp, mihnet çekip sâdık oldum,
Ondan sonra dergâhına lâyık oldum,
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
------
Bir kem ottuz yaşka kirdim hâlim harâb,
Işk yolıda bolalmadım misl-i türâb,
Hâlim harâb bağrım kebâb közüm pür-âb,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Yirmidokuz yaşa girdim, hâlim harâb,
Aşk yolunda olamadım misâli toprak,
Hâlim harâb bağrım kebâb, gözüm dolu yaş,
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
------
Ottuz yaşda otun kılıp küydürdiler,
Cümle buzrug yığlıp dünyâ koydurdılar,
Urup sögüp dünya ukbın koydurdılar,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Otuz yaşta odun eyleyip yandırdılar,
Bütün ulular toplanıp dünyayı bıraktırdılar,
Vurup, çekiştirip dünya derdini bıraktırdılar,
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..
------
Kul Hâce Ahmed dünyâ koysang işing biter,
Köksüngdeki çıkkan âhıng arşka yeter,
Cân bererde Hak Mustafâ kolung tutar,
Ol sebebdin Hakk'a sığnıp keldim menâ..
Kul Hoca Ahmed dünyayı bıraksan, işin biter,
Göğsündeki çıkan âhın Arş'a yeter,
Can verirken Hakk Mustafâ elini tutar,
O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte..