DNA’NIN ŞİFRE KODLARI

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

DNA’NIN ŞİFRE KODLARI

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

DNA’NIN ŞİFRE KODLARI
SELİM GÜRBÜZER

Evrimciler DNA’da ki şifre ve kodların tesadüfen, yanılma veya kazaen meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Oysa ‘şifreler’ bir bilgiyi bir şekilden diğer şekle çevirmek için kullanılan semboller sistemidir. Mesela yazılı dil insan tarafından kullanılan bir tür şifre sistemidir. Nitekim Türk alfabesinde 29 harf sembol var olup, bu sembollerle istenildiği kadar kelime üretilebiliyor. Keza DNA molekülleri çok uzun oldukları halde sadece 4 harfli alfabetik yaratılış kod dizilimle yazgı gerçekleşmektedir. DNA’yı işte bu noktada insan vücudunda A’dan Z’ye akla gelebilecek her ne varsa tüm bilgileri kendi kodunda eksiksiz olarak barındıran iki sarmaldan oluşan bir yapı olarak görmek gerekir. Zira vücudumuza ait gerek içe dönük bilgiler, gerekse dışa dönük bilgiler dört harfli olarak tanımladığımız alfabetik şifre sistemiyle kayıt altına alınmış durumdadır. Malum o meşhur dört harfli alfabetik şifre sistemi; “adenin, timin, guanin ve sitozin” denen A, T, G, C sembolleriyle ifade edilen nükleotid bazlarından başkası değildir elbet. İşte kromozomları oluşturan DNA’da kodlu olan bu dört başlı bilgi bazlar kendine özgü dizilimleriyle çeşitli aşamalardan geçip kopyalandıktan sonra en nihayetinde protein sentezi yapımı gerçekleşmektedir
Genetik alanda bilimsel çalışmalar bize nükleik asitlerin canlı organizmaların protein sentezi oluşumundaki genetik hammaddesini teşkil eden nükleotid birim polimerleri olduğunu göstermekte. Hakeza genlerin ise DNA’nın belirli bir kısmını oluşturan nükleotid dizisinin ta kendisi bir kalıtım birimi olduğunu gösteriyor. Hele bu noktada kalıtım birimlerinin yarı anneden yarı babadan çocuklara kuşaklar boyu dölden döle kendi karakteristik özelliklerini geçiriyor olması başlı başına genetik mucizevi bir hadisedir. Gerek nükleik asitlerin gerekse genlerin en belirgin ortak özelliği nükleotid yapıtaşlarından meydana geliyor olmalarıdır. Derken her iki birim sayesinde proteinlerin yapıtaşını oluşturan aminoasit oluşumu vuku bulup böylece hücre içerisinde 10 ila 100 arasında amino asit içeren polipeptit zincirinin biyolojik fenotip ve genotipi ortaya çıkmış olur. Şayet zincir üzerinde 10 ila 100 arası sayıdan daha fazla amino asit sıralanırsa bu kez polipeptit oluşumundan bahsetmek yerine protein zincir oluşumundan bahsetmiş oluruz ki yukarıda sözünü ettiğimiz dört nükleotid bazın dizilişinden maksat hâsıl olur da. Yok, eğer diziliş maksadının dışında ortaya anlamsız bir durum çıkarsa biliniz ki bunun arka planında yol kazası diyebileceğimiz türden bir şeylerin ters gittiği anlamı çıkar ki, bu durumda herhangi bir geni oluşturan nükleotidler üzerinde oluşabilecek bir sıralama hatası o geni ister istemez iş göremez hale getirebiliyor. Dolayısıyla istisnai yol kazaları hariç, insan vücudunda 200 bin genin olduğunu yakından takip edenler bu sıralamadaki tertip ve düzenin hedefinden sapmadan daha kompleks yapılı işlere yönlendirildiğini gördüklerinde hayretler içerisinde şaşa kaldıkları herkesin malumu. Her ne kadar moleküler biyolog Francis Crick, DNA zincirlerin düz olması nedeniyle genlerdeki nükleotidlerin sırasıyla proteinlerin yapıtaşı aminoasitlere uydurulabilir demiş olsa bile sonrasında gerçek anlamda DNA’yı keşfettikten sonra biyolojik nizamın bir mucizevî bir hadise olduğunu dile getirmekten kendini alamamıştır dersek yeridir. Derken bizde bu arada Francis Crick’in keşfettiği DNA molekülünün mucizevi sarmal yapısına vurgu yaparaktan dile getirdiği gen birimlerinin üstlendiği fonksiyonlarını günümüz genetik mühendisliğinin daha da gelişmiş ortaya koyduğu bilgilerle de pekiştirdiğimizde herhangi bir canlı veya insan genomunun asla ve kat’a tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkamayacağının idrakine varmış oluruz. Tabii bizler bir takım mucizevi oluşumları idrak etmiş olsak da bizim dışımızdakiler için bu mucizevi oluşumlar maalesef tesadüfi oluşumlar olarak karşılık bulmakta. Yine de aralarında bir kısım evrimciler köşeye sıkıştıklarında insafa gelip en azından tesadüf kelimesini ağızlarına almayıp bir takım gerçekleri itiraf etmek durumunda kalabiliyorlar. Nitekim “Yaşamın Temel Kuralları” eseriyle dikkat çeken evrimci Prof. Dr. Ali Demirsoy; “Bir proteinin ve çekirdek asidin (DNA ve RNA’nın) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılık olduğunu, hatta belirli bir protein zincirinin meydana gelme şansı astronomik denecek kadar azdır” diyerekten bir takım gerçekleri itiraf etmek zorunda kalmıştır. Hatta Amerika’da “Biyolojide Olasılık Araştırma Merkezi” adlı bir akademik kuruluşu Amerikan alfabesinin 26 harfli olmasından hareketle alfabetik deney yapmayı tasarlayıp bunun için ilk etapta 30.000 çekiliş öngörmüşlerdir. Çekiliş sonrasında harf dizilimlerinin dokümanı ortaya çıkarıldığında; anlamca ilk iki harfli olanının 4890 adet sözcük, üç harfli olanının 113 adet sözcük, dört harfli olanının 139 adet sözcük, beş harfli olanının 17 adet sözcük, altı harfli olanının 3 adet sözcük, yedi harfli olanının ise 1 adet anlam içeren sözcük tablosu ortaya çıkmıştır. Bir başka ifadeyle öngörülen 30 bin çekilişli harf sıralaması arasından en nihayetinde 7 harflik olanından kala kala 1 adet sözcüğün anlam içerdiği tespit edilebilmiştir. Birde öngörülen ihtimal hesaplarını protein sentezine uyarladıklarını düşündüğümüzde bu iş için değim yerindeyse 20 amino asitlik alfabetik harfin oluşturacağı sözcük tablosuyla yüzleşeceğiz demektir. Öyle ya, mademki proteinler 20 amino asitlik dizilimden oluşmakta, o halde en basit bir canlının protein yapısını oluşturabilecek anlam yüklü sözcüklerin ortaya çıkması için her harf için 1/4 ila 1/5 harf arasında seyreden oranlarda bir harf dizilimlerinin olması icap etmektedir. Dolayısıyla bu söz konusu orantısal harf parametrelerden hareketle öngörülen 400 çekiliş için gereken alfabetik harf sayısı 20 olduğuna göre çekiliş sonrasında ortaya çıkacak olan sonuç itibariyle 4’ün 400’üncü kuvvetine tekabül eden 10240 (10 üzeri 240)’lı gibi telaffuzunda zorlanacağımız zor rakamlar elde ederiz. Dahası bunun net anlamı trilyon sözcüğünün 20 kez tekrarlanması demektir. İşte böylesi bir tabloda 400 amino asit zincirinden bir tane işe yarar proteinin 20 kez tekrarlanmasıyla ancak trilyon rakamlarla ifade edebilecek bir ihtimal hesabıyla karşı karşıya kalınır ki, bu durumda bile birileri çıkıp hücre içerisinde cereyan eden her bir oluşum için halen tesadüf diyorsa pes doğrusu. Hele ki ortada bir de insan genomunu oluşturan, yani milyonlarca nükleotidlerden oluşmuş polimer dizisinin Başbuğ başkanı DNA’nın varlığını düşündüğümüzde hücre içinde cereyan eden tüm mucizevi oluşumlara tesadüf denilecekse, bu tür söylemlerin atalarımızın “Zırva tevil götürmez” dedikleri dedikodu kazanı kaynamaktan öte bir anlam ifade etmeyeceği çok açıktır.
TRİPLET KOD SÖZCÜKLERİ
Onca yıllardır genetik kodlar ve genetik kartlar üzerinde çalışmalar yapılmasına rağmen DNA’nın şifreleri üzerindeki sır perdeleri çözülememiştir. Öyle ki dışardan müdahalelerle genetik kartlarla oynanmasına rağmen ancak ve ancak bir takım istisnai türden arızi değişiklikler gözlenebilmiştir. Her ne kadar genele şamil nitelikte olmayan bir takım istisnai türden değişiklikler kimi aklı evvel çevreleri harekete geçirip sanki bir şeyleri keşfetmesine sevindirmiş olsa da, şu bir gerçek ortada değişen genetik kartlar değil, ortada değişen hücrelerin savunma reflekslerinden doğan mutasyon kaynaklı arızi değişikliklerden başkası değildir. Üstelik herhangi bir canlı genomunda olası görülebilecek bu tür mutasyon kaynaklı değişiklikler o söz konusu canlının dışında başka bir canlını türemesine yol açan bir değişiklik olarak karşımıza çıkmaz, sadece ve sadece o canlının orijinal genetik kartlarına zarar vermekle sınırlı kalan bir değişiklik olarak karşımıza çıkar. Kelimenin tam anlamıyla ateş olsa ancak cürmü kadar yer yakan cinsten bir değişikliktir bu. Hem kaldı ki hücre içi genetik kartlarda belli bir matematik programla kodlanmış konumda emir almış emrin gereğini yapmakla memur kartlardır. Ki, emre amade bu kartlar dört başı mamur nükleotid asitlerin kendi kendilerine buyruk kesilip de oluşturacağı genetik kartlar da değil, tamamen ilahi kaynaklı “Ol” emri ile oluşturulmuş yaratılış mucizesi şifre kartlardır. Dolayısıyla bir canlının genetik kartlarına dışardan herhangi fiziksel ve kimyasal kaynaklı müdahalelerle oluşabilecek değişikliklerin “Ol” emri orijinal programı büsbütün ortadan kaldıracağına inanmak safdillik olacaktır. Öyle ya, mademki “Ol” emri programı gereği proteinler aminoasitlerden oluşmuş bir yapı, o halde böyle bir yapının DNA başkanlığında gönderilen “Özel bir protein yapmak için belirli bir aminoasidi, bir başka zincirde uygun yere koy” şifre kodu mesajıyla hücre içerisinde anlam kazanması son derece gayet tabiidir. Üstelik DNA başkanlığınca gönderilen komutlar sırf aminoasit oluşumuna yönelik komutlarla sınırlı kalmayıp daha başka oluşumlarında devrede olduğunu düşündüğümüzde aralarında herhangi bir mesaj karışıklığına yol açmayacak bir şekilde yerini bulup öyle hücre içerisine servis edilmekte. Mesajların birbirine karıştırılmadığı şundan besbellidir ki bir bakıyorsun 46 kromozomlu insan genomu 20 çeşit amino asit olacak şekilde genetik kodlanması yapılmakta. Öyle ki servis edilecek şifre kodları 4 harflik kodonlu bir şifreyle 20 aminoasidi oluşumuna kâfide gelmeyebilir, keza dördün karesi, yani 16 harflik kodonlu bir şifreyle de 20 çeşit amino asid oluşumunu karşılanmayabiliyor. O halde bu iş için nükleotidlerin en az 3 harflik kodonlarla şifrelenmesi gerekir ki nükleotidler 3’erli grupla halde, dördün küpü 64 çeşit kombinasyonlu bir amino asit oluşuma gerçekleşebilsin. Yani bu demek oluyor ki; 64 kodonun herhangi bir üçlü grubu DNA’da kodlanmış enformasyonun bir kelimesine denk düşen program ayarlamasıdır bu. Hatta bu program ayarlamasıyla oluşan her bir sözcük üçlü nükleotidden meydana geldiği içindir adına triplet yapıda kod sözcükleri denmektedir. Ayrıca her bir şifre sözcük aynı zamanda kodon veya kod olarak tanımlanır.
Şurası muhakkak kod sözcüklerinin triplet yapıda olduğunu doğrulayan deneyler Crick ve arkadaşları tarafından yapılmıştır. Crick ve arkadaşları yaptığı deneylerde gen haritasının rIIB mutantları diye bilinen bölümünde bozuk olan T fajını kullanmışlardır. Elbette bu tip özürlü mutantın DNA sarmalının herhangi bir dizisinde noksanlık veya bir miktar arızaların doğmasına yol açması muhtemeldir. Nitekim bu ve buna benzer tütün mozaik virüsü (TMV) ile yapılan çalışmalar sonucunda nükleik asit zincirinde herhangi bir noktaya müdahaleyle birlikte polipeptid zincirinde birtakım kısmi değişmelere neden olduğu gözlemlenmiştir.
Kodon triplet olduğunda veya genetik komutun 1, 2, 3, 1, 2, 3... şeklinde sıralandığını varsaydığımızda “....bir mol ad üre yap ver” şeklinde bir mesajın ortaya çıkması ihtimal dahilindedir. İşte böylesine harf sırasıyla nükleotidlerin 3’lü gruplar halde dizilmesiyle birlikte sözcükler hedeflenen bir oluşum için anlam kazanabiliyor. Şayet yukarıda zikrettiğimiz cümleden “mol” kelimesinden ‘m’ harfi çıkarılacak olursa cümle “...bir ola dizi rey apv er...” şeklinde bir yapıya dönüşecektir. Keza bunun gibi cümleye fazladan girecek bir harfin ilk emrin orijinal niteliğini bozma ihtimalide öyledir. Mesela “bir” kelimesinin ‘i’ harfi ile ‘r’ harfi sırasına bir “I” harfi girdiğini düşünürsek cümle bir anda “...bir rmo Iad lür eya pve r...” şeklinde bir cümleyle iş bir anda çığırından çıkabiliyor. Anlaşılan uzun bir cümle yapısında 2 noksan ya da 2 fazlası harf değişiklikle orijinal komut dizisi arasında kısmen de olsa uyumluk görebiliyoruz, ama işin içine 2 den fazlası kısa cümlelik değişiklikler girdiğinde kısmide olsa uyumluluk göremiyoruz. Çünkü dar kodonlu kısa bir aralık alanda iki harfin üzerine aşan bir değişiklik dizinim söz konusudur. Peki bu kısa aralıklı üç kodonlu triplet dünyasında durum vaziyet bu iken, kim bilir daha kompleks yapılarda durum vaziyet nasıldır, bunu da bir siz düşünün. Gerçekten de bir organizmanın bütününe tüm bu uyarlamaları uyguladığımızda işin içinde çıkılamayacağı çok açık. Düşünsenize en basit protein molekül olarak bildiğimiz insülin prohormon öncüsü proinsülin molekülü bile 84 amino asit rezidü içeren bir zincire ihtiyaç duymaktadır. Ki, insanlarda proinsülin molekülü INS geni tarafından kodlanır. Bu durumda öyle anlaşılıyor ki, böylesi bir molekülün kodlanması için 84 amino asitlik donanıma ihtiyaç vardır. O halde bir proinsülin içeren protein molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimalinin 20 rakamın 84’üncü kuvvetine denk düşen 109 sıfırlı bir rakama tekabül eder ki, işte telaffuzunda zorlandığımız bu dudak uçurtucu söz konusu rakam kendi hal lisanıyla dile gelmiş olsa hiç kuşkunuz olmasın bize olan biten her şeyin tesadüfî değil, yaratılış mucizesi olduğunu haykıracaktı. Öyle ki, bu haykırışa kulak kabartıp organlarımızın her birini tek tek ele aldığımızda ise işin daha da bir rengi değişip neredeyse kâinat kadar büyüklükte rakamların hesap makinelerinin belleğine sığmayacak türden rakamlarla karşılaşacağımız çok açıktır. Şimdi tamda bu noktada evrimcilere sormak gerekir tesadüf dediğiniz ucube oluşum acaba rakamların bile aciz kaldığı tüm bu kod açılımların neresindedir? Aslında sormaya da gerek yoktur, neresinde yer aldığını gösteremeyecekleri çok açık ortada zaten, onlar tesadüfler zincirine tüm ümitlerin bağlaya dursunlar, oysa biz biliyoruz ki kâinatta olan biten tüm mucizevi oluşumlar tesadüf olarak haykırmıyor tam aksine kendi hal lisanıyla tevafuk mucizesi diye haykırmaktadır.
Kâinatta hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmediği o kadar net ortada ki, tombala oynayanlarda çok iyi bilirler ki; 1’den 10’a kadar sıralanmış madeni paralardan istediğimiz rakamı torbadan çekme şansımız çok zayıf ihtimal bir rakamdır. Şöyle ki; basit bir matematik ihtimal hesaplarında öğrendiğimiz kadarıyla cebimizden 1 rakamlı madeni parayı çekme ihtimali 1/10’dur. 1 ve 2 rakamlı paraları arka arkaya çekme ihtimali 1/100’dür. 1, 2 ve 3 sıralı rakamları çekme ihtimali 1/1000’dir. En nihayet 1, 2, 3, 4 ve 10’a kadar karışık sıralı halde bulunan tüm paraları çekme ihtimali ise 10 milyarda bir orana tekabül eder ki, işte sizde görüyorsunuz ya git gide rakamsal olarak açılan makas aralığı bize gösteriyor ki cebimizden kendi isteğimize karşılık gelebilecek madeni para birimini bir çırpıda çekmenin hiçte öyle kolay bir iş olmadığı anlaşılmaktadır. Anlaşılan işi şansa bırakmak her zaman yanılgıları da beraberinde getirmekte. Bu yüzden bilardo oyununda bile topların yuvaya girmesinde işi şansa bırakmayacak bir şekilde usta olmak gerekir ki oynanan oyunda tesadüften medet umulmasın. İşte tüm bu rakamsal örnekler bize en iyimser tahminle bir proteininin tesadüfen meydana gelme ihtimalinin on üssü seksenli (1080) dudak uçurtucu telaffuzu zor bir rakamla karşı karşıya kaldığımız gösterir ki, şimdi bu noktada da evrimcilere sormak gerekir böylesi telaffuzu zor bir rakam karşısında tesadüf bunun neresindedir? Yine gösteremeyecekleri malum, onların işleri güçleri insanların kafalarını durduk yere içi boş laflarla meşgul edip zihin dünyalarını alt üst etmektir, bunu meslek edinmişler de.
KOD SÖZCÜKLERİNİN YAPISI
İyi ki de şifrelerin ne şekilde kodlandığı veya kod sözcüğünün nasıl fonksiyonel hale geldiğini gösterecek bir takım deneyler yapılmış. Aksi halde deney ve gözlemden yoksun içi boş lafları ve hayal mahsulü masalları tek kriter veri olarak kabul ediyor olacaktık. Bakınız Severo Ochoa, en azından boş masallarla oyalanmak yerine RNA nükleotidlerini birbiriyle birleştiren bir enzimi keşfetmekle adından söz ettirebilmiştir. Bu buluşun ardından Nırenberg ise mevcut enzimi kullanarak nükleotidlerden suni RNA üretebilmiştir. Hatta bunla da kalmamış yapay RNA’nın hangi tip protein ürettiğini gösterecek şifre kodlarının ipuçlarını da ortaya koyabilmiştir. Derken ileriki yıllarda genetik alanda hızlı ilerlemeler kaydedildikçe bugünkü anlamda elektronik cihazların, internet sitelerin ve ATM cihazlarının üzerinde “şifre kırma” denemelerine benzer çabalar genetik kodlar üzerinde de denenmeye varacak kadar iş bu noktalara gelebilmiştir. Tabii elektronik işlerde kafa yorup denemek iyi hoşta, biyolojik şifreleri kırma hadisesi sıradan bir internet sitesinin ya da her hangi bir ATM cihazının şifresini kırmaya benzemez. Belki ucundan kıyısından bir kısım hücre yapılarının şifrelerini kısmen kırmak ihtimal dâhilinde olsa da ama bu topyekûn biyolojik bir yapının tamamının şifre kodlarını kırmak anlamını taşımayacaktır. Bırakın insan genomunun tamamının şifresini kırmak, en basitinden zararlı böcek ve mikroplara karşı antibiyotik ve böcek öldürücü ilaçlarla verilen mücadelede topyekûn bir başarı hikâyesi yazılamadığı gibi herhangi bir bakterinin, herhangi bir virüsün ve herhangi bir böceğin genetik kodlarında topyekûn bir biyolojik değişikliğe yol açacak bir durum görülmemiştir. Üstüne üstük mücadele edilen mikroorganizma ve haşerelerin daha da güçlü bir şekilde genetik yapılarını koruyarak dölden döle hayatiyetlerini sürdürdükleri gözlemlenmiştir. Her ne kadar zaman zaman oğul döller arasında istisnai türden bir takım değişiklikler nüksettiği gözlemlenmiş olsa da bu tür değişiklikler mutajen kaynaklı bir değişiklik olup hiçbir zaman genetik kodlarının tamamını ortadan kaldıracak değişiklikler olarak bir anlam ifade etmeyecektir. Örnek mi? İşte radyoaktif azot ihtiva eden proteinleri koli basili olarak bilinen Escherichia coli bakterisine transfer edildiğinde zarar verse de genetik kodlarını ortadan kaldıran herhangi bir etkisinin olmadığı gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bu gerçeklerden hareketle herhangi bir karıncanın bütün vücut yapısının veya duyu organlarına ait çift antenleriyle ilgili genetik kodlarının tesadüfen oluştuğunu söylemek abesle iştigal bir tutum olur. Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde malum biyokimyacılar, S. Ochoa’nın kullandığı enzimi urasil nükleotidden meydana gelmiş proteinlere uyarlayınca ortada sadece fenil alanin amino asidinin varlığı gözlemlenmiştir. İşte bu tip çalışmalarla üçlü urasil nükleotit kodondan “Fenilalanini aminoasitlere bağla” şeklinde amino asitler arasındaki ilişkiyi tanımlayan bir genetik kod dizilimi ortaya çıkabileceği gibi, yine birbirini takip eden üçlü urasil nükleotitlik grup kodonlarından “amino asitten bir tane daha ekle” şeklinde RNA ile doğrudan ilişkisinin olduğunu tanımlayan genetik kod dizilimleri de ortaya çıkabiliyor. Dahası bu sonuçlar bizim açımızdan Genetik kod dünyasının Başkanı DNA’nın talimat olarak gönderdiği şifre kodları hakkında bilgilenmemize de ufuk açmaktadır. Bu noktada hiç kuşkunuz olmasın, evrimciler gibi bizim ufuk dünyamızda bir canlıdan başka tür canlının türemesi şeklinde bir şifre kodu yaratma veya türeme anlamına gelebilecek bir bilgi kirlenmesine asla yer verilmeyecektir. Kaldı ki yaratmak fili sadece Yüce Allah’a has sıfattır. Öyle ya, madem ki, Yüce Allah’ın kainatta her şeyi yoktan yaratıp var etmekte, o halde bilim adamlarının yaratılmış olanlar üzerinden yaptığı denemelerden mesela yapay RNA’larla yapılan çalışmalara bir göz attığımızda bunlar içinde Poly-A (A-A-A........) dizilimine uyan polipeptidin polylysine olduğu, Poly-S (S-S-S...........) dizilimine uyan polipeptidin ise poliproplen olduğu belirlenmiştir. Ne diyelim sizlerde görüyorsunuz ya, tüm bu deneysel yapay çabalara rağmen günün sonunda Poly-G (G-G-G....) dizilimine uyan tam manasıyla dört dörtlük ortaya bir polipeptit zinciri konulamamıştır.
Anlaşılan o ki, dünyanın yaşı 5 milyar olduğunu varsaydığımızda bugüne kadar protein elde etmek için harcanan onca çabalardan ortaya çıkan ihtimal hesaplarının her bir aşamalarına bir bakıyorsun 1/100 değil, 1/1000 değil, 1/1000 değil, 1/1000000 şeklinde bir sürü değilli ihtimal rakamların hepsi fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Belli ki nice ardı ardına sıralanan değiller zincirinin trilyon rakamlarının kat be kat üstüne çıkacak ve ucu bucağı görülmeyecek türden rakamlarla işin kotarılamayacağı anlaşılıp ortada yaratılan her mahlûkatın yaratılış kodlarına meydan okuma girişimlerine geçit verilmeyen bir yaratılış mucizesi bir durum söz konusudur. Üstelik yapılan bu olası hesaplamalar sadece tek bir protein için yapılan öngörmelerdir, birde bunun üçüncü, dördüncü, beşinci vs. ayaklarını düşündüğümüzde işler daha da öngörülemez bir hale gelebiliyor. Nitekim protein sentez olayında üçüncü bir protein elde ihtimali on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 237, dördüncüsü için on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 236, beşincisi için ise on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 235……vs. gibi oranlarda sıralanır olması bunun bariz bir çıkmaz yol olduğunun göstergesi zaten. Hatta bu sayılara birbirine çarptığımızda ise en basit canlının oluşmasında 239 cins proteinin teşekkülü için gereken ihtimal sayı rakamının dudak uçuklatan öngörülemez boyutlara uzandığı görülecektir. Hele hele birde bu ihtimal hesabını tüm canlılar için yapılmaya kalkışıldığında işler daha da işler sarpa sarıp çıkmaz yollara girip çıkma gibi bir hal alacağı muhakkak. Elbette bu dudak uçuklatan sayılar kimimiz için Yaratıcı güç karşısında boyun büküp kulluk teslimiyet bilinciyle hareket etmemiz gerektiği anlamına gelirken, kimimiz içinse tesadüfün karşısında boyun eğmek anlamına gelecektir. Tabii hiç kuşkusuz bizim tercihimiz birincisinden yanadır. Zira genetik kod dünyası, yaratılış genetik soy ağacında kodlanmış bilginin canlı hücreler tarafından proteinlere tercüme edilmesini sağlayan kurallar manzumesi bir dizilimin ta kendisi bir dünyadır. Dikkat edin kural dedik, yani başıboşluk ya da tesadüf demedik, anlayana yaratılış mucizesinde asla ve asla tesadüfe ve nizamsızlığa yer yoktur, elbette ki böyle demek durumundayız.
TRİPLET YAPIDAKİ NÜKLEOTİDLERİN SIRALANIŞI
Nasıl ki bir sanat sanatkâr sahibini gösteriyorsa bir harfte elbette ki kâtibine işaret eder. Dolayısıyla amino asitlerin sırasını belirleyen dizilim şekli DNA’da ki genetik bilgi şifre birimleri denen kodonların varlığını da ortaya koymaktadır. Keza her bir genetik bilgi birimlerinin üçlü nükleotid dizilimlerinin protein olarak anlam kazanabilmesi için DNA başkanlığında gönderilen bilgi kodu direktiflerinin hücre içi hiyerarşik kademelerinin her biriminde harfi harfine uyulup eksiksiz yerine getirilmesi gerekir. Nitekim Ttriplet kod (Üçlü şifre) yapıda nükleotidlerin dizilimi hakkında Robert W. Holley, Marshall Nirenberg ve Gobind Khorona yaptıkları çalışmalarla birbirlerini destekleyen sonuçlar elde etmişler de.
Nirenberg, Triplet kod yapıdaki nükleotidlerin ribozom içerisinde geçişindeki dizilimi bir liste halinde ortaya koymuş da. Bilindiği üzere amino asit molekülleri birbirleriyle peptit bağlarıyla bağlanarak protein yapılı polipeptit zincirlerini oluşturmak için vardır. İyi ki de varlar, amino asitlerin değişik sayıda, değişik türden farklı şekillerde dizilim göstermeleri sayesinde hücre içerisinde her organel birimin kendi yapısal fonksiyonlarına göre birbirinden farklı türden protein molekülleri meydana gelebiliyor. İşte, Khorona bu en temel bilgilerden hareketle yapay RNA’lar elde edip, bunların şifrelendiği amino asitleri yerinde gözlemlemiştir. Derken elde ettiği verilere dayanaraktan DNA’nın şifre kodlarına karşılık gelen aminoasit dizilimlerinin adeta listesini çıkarmıştır. Amino asit listesinde dizilimler incelendiğinde, tüm amino asitlerin birden fazla kodon içerdikleri görülmüştür. Yani bir kısım amino asitlerin 4 kodonlu, bir kısım aminoasitlerinin de 6 kodonlu olarak dizilim gösterdiği belirlenmiştir. Örnek mi? İşte DNA tarafından kodlanan 20 amino asitten C-U-G triplet nükleotidinin Lösin olarak şifrelenmesi, U-C-G triplet nükleotidinin ise Serin olarak şifrelenmesi bunun en bariz örneklerini teşkil eder. Tabii bitmedi, dahası var; bunlardan mesela Valin, Treonin, Alanin, Anjin ve Glisin’in de 4 değişik tipte nükleotid dizilimi şeklinde şifrelenip sıralandıkları gözlemlenmiştir. Üstelik bu tip sıralanmalar sırf aminoasit oluşumuna yönelik olmayıp hücre içinde daha başkaca fonksiyonlara da kapı aralayan şifre sıralanmalarının varlığı da söz konusudur.
Şurası muhakkak 20 çeşit amino asidi bağrında taşıyan 100 amino asitlik bir nükleotid dizilimden protein oluşumunun tesadüfen meydana gelme ihtimalinin 1 rakamının yanına 100 tane sıfırlı bir rakamlı sayı ilave etmek olur ki, gerçekten de bu sayı bizim ufkumuzun alamayacağı dudak uçuklatan bir sayı olacaktır. Hele birde bu hesabı atom sayısı ölçeğinde düşündüğümüzde işin içinden çıkılamayacak bir sayısal hesapla karşı karşıya kalacağız demektir. Ne diyelim, rakamlar tablosunu sizde görüyorsunuz ya, rakamların bile dilini yuttuğu bir şifre dünyasıyla karşı karşıya kaldığımızın sonucu bir tablodur bu. Şimdi bu noktada evrimcilere sormak gerek rakamlar dilini yutmasında ya kim yutsun. Allah aşkına böylesi bir tablo karşısında rakamlar ne yapsın, şifre dünyasından hangi birine yetişebilsinler ki, baksanıza şifrenin biri bitmeden bir diğer şifre kodonu amino asit dizilimine birbiri ardı sıra girmekte. Nitekim bir kısım araştırmacılar genetik kodların şiflerini çözmek adına üzerine üzerine gittikçe bitip tükenmek bilmeyen şifre seliyle karşı karşıya kalmışlardır adeta. Bu yüzden bizim açımızdan DNA’da 64 adet üçlü kodonluk nükleotit diziliminin de bir anlamda kader yazısı bir şifredir dersek yeridir. Nitekim bu söz konusu şifre kodonun açılımından öyle anlaşılıyor ki, gelmiş geçmiş tüm insanlığın genetik şifreleri de kodludur. Öyle ki sırrına vakıf olamadığımız bu söz konusu tüm insanlık kodu, DNA enformasyonun tek bir sözcüğüne denk gelen genom kodlamasıdır bu. Ki, bu tek kelimelik diyebileceğimiz insan genom kodu, Yüce Allah’ın “ Ol” emriyle kıyamete dek gelecek tüm insanlığı da kapsayacak bir şekilde kodlanmış olup dirlik içinde her şey mecrasında ilerlemekte de. Ama gel gör ki evrimcilere, İnsan DNA’sının kodlarının topraktan gelip yine toprağa gideceği DNA mayasıyla buluşacağı günde tekrardan dirileceğimizi anlatmaya kalkıştığımızda deveye hendek atlatmaktan daha zor bir işin içinde olacağımız muhakkak. Adamlar baksanıza Nuh diyorlar ama bir türlü dilleri Peygamber demeye varmıyor, habire farklı canlı türlere ait DNA şifrelerin veya protein yapıların birbirine benzer olduğundan dem vuraraktan kendilerince kod dünyasını evrime uyarlayacaklarının hayaliyle hep avunup tez üstüne tez yazmaktalar da habire. Derken adamlar en nihayetinde geldikleri noktada maymun DNA’sıyla insan DNA’sını özdeşleştirme yolunu tercih edip insanın atasını maymun ilan etmişler bile. Oysaki bu nasıl ataysa, 46 kromozom, şempanze ve gorilde ise 48 kromozom vardır. Şayet DNA bazında uyumluluğu evrime delil olarak gösterilecekse maymundan ziyade kendilerine delil teşkil edecek patates çok daha uygun bir örnekleme olabilirdi pekâlâ. Malum patatesin kromozom sayısı insan kromozom sayısına eşit olup, yani 46 kromozomdur. İşte bu örnekten de anlaşıldığı üzere bu tip benzetmeleri evrime delil olarak sunmaları geri dönülmez çıkmaz yollara sürüklendiklerini ve büyük bir hata içerisine girdiklerini gösteriyor.
Hakeza Adli Tıp ve Polis kriminal laboratuarlarında gerek olay yeri incelemeleri gerekse nesep davalarıyla ilgili davalarda STR gen bölgelerinin tespitine yönelik çalışmalar sonucunda; tek tipte erkek ve kadın karakterli DNA tiplemelerin yanı sıra cinayet ve tecavüz gibi konularla alakalı karışım halde (mix) DNA profilleri (genomları) elde edilmektedir. Elde edilen STR gen dizilimi sayesinde kişilerin profilleri ortaya çıkabiliyor. İşte bu gen dizilimleri sayesinde nesep davalarında çocuğun ebeveynleri belirlenebilmekte, ayrıca cinayet ve tecavüz gibi olaylarda ise şüpheli şahıslara ait DNA profillerinin karşılaştırılmasıyla da karanlıkta kalan pek çok olay aydınlanabiliyor. Hem nasıl aydınlanmasın k, malum dünyada ne kadar insan varsa bir o kadar da her bir insana özgü DNA tiplemeleri vardır. Üstüne üstük tek yumurta ikizleri haricinde hiç kimsenin DNA tiplemesi bir başkasının DNA tiplemesi ile tıpa tıp aynı olmaz. Dolayısıyla Kriminal laboratuvarlarında DNA tiplemelerine yönelik kaç gen bölgesiyle çalışılırsa çalışılsın mutlaka her bir kişinin kendine özgü bir DNA tiplemesi mevcuttur. Bu tipleme kişinin aynı zamanda aidiyet kimliğidir. Nitekim her bir kişiye has DNA diziliminin bir başka kişiyle aynı olma ihtimali asla söz konusu değildir. Madem her bir fert için belli bir aidiyet kimliğini belirleyecek nükleotid dizilim gerektiriyor o halde Kâlû Belâ’dan beri bugüne ve kıyamete dek gelecek olan her bir ferdin kendine özgü DNA kimlik yazılmış olduğunu gösterir. Bu nedenle bir ferde ait DNA tipleme rakamlarını tesadüfen dizilimini oluşturma ihtimali, bir maymunun bilgisayar klavye tuşlarına bastığında hiç hata payına meydan vermeden iki satır cümle yazma ihtimali kadar zayıftır diyebiliriz.
DNA CÜMLELERİ (Genler) VE CİLTLER (Kromozomlar)
Canlı sistem son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla herhangi bir sistemin tesadüfen kendi kendine tesadüfen oluştuğunu söylemek akla ziyan bir tavırdır. Öyle ya, mademki harflerin dizilişinden kelimeler, kelimelerden cümleler meydana geliyor, o halde bu misalden hareketle hücre içerisinde birtakım biyokimyasal faaliyetler DNA’daki bilgi birimleri olarak atfettiğimiz kodonların sıralanışına göre işlerlik kazanacaktır. Bu yüzden DNA’ya hücrenin bilgisayar işlemcisi başmühendis yazılımcısı gözüyle bakabiliriz pekâlâ. Hem nasıl öyle bakmayalım ki, Sibernetik çağda artık cümleler ikili sistemle çalışıp, 0 ve I sembollerle(evet-hayır) karşılık bulmakta. Böylece bu ikili sistem sayesinde ciltler dolusu eser bir anda bilgisayar ekranına yansıyabiliyor. Hatta yabancı dilin tercümesi de bu ikili sistem kodlamasıyla sayesinde anında çevrilebiliyor. İşte bilgisayar işletim sisteminden hareketle anlaşılan o ki, hiçbir biyolojik sistem kendi kendine çarkını döndürememekte, sistemin işlemesi için mutlaka yönetici bir gene ihtiyaç vardır. Nitekim canlı hücreler Bilgi İşlemcisi Başbuğ Başkan DNA molekülünce yönetilip, başsız değildir. Hatta biyolojik hiyerarşik düzen içerisinde DNA bünyesinde kodlanmış bilgi kodonlarının daha büyük çapta enformasyon (bilgi) birimine dönüşüp bir başka geni meydana getirebiliyor. Diğer taraftan insan DNA’sında bir milyondan fazla gen var olup, mevcut genlerin çoğu uzun veya kısa bir protein moleküller olarak temsil edilirler. Bir kısım genler ise daha başka görevler için kullanılmış olurlar. Bu yüzden her bir ayrı protein şifresi taşıyan genlere strüktürel gen denmektedir. Dolayısıyla mRNA bu şekilde strüktürel genlerin birer komplamenter kopyası olarak iş görür. Ayrıca DNA’nın kontrolünde belli bir vazifeye yönelik iş gören binlerce enzim adeta seferber olup her biri DNA zincirinde bir gene karşılık kodlanmaktadır. Şimdi tam da bu noktada böylesi mükemmel biyolojik hiyerarşik yapı içerisinde nasıl olurda DNA’nın yönetici konumu tesadüfen olduğu söylenebilir pes doğrusu. Başka ne diyelim bu denli komplike işleyen mekanizmaya halen tesadüfi oluşum deniyorsa, Allah akıl fikir versin demekten başka elimizden bir şey gelmez de.
Evrimciler yukarıda bahsi geçen hususlarda iddialarını ispatlayamayacaklarını fark etmiş olsalar gerek ki, bu sefer kompleks yapıların ansızın değil, aşama aşama zaman içerisinde ortaya çıkabileceklerini ileri sürmeye başlamışlardır. Yani sıkıştıklarında işi zamana havale etmeyi yeğliyorlar. Daha da işi ileri götürerek güya biyolojik sistemin birinci basamaktan ikinci basamağa, daha sonra üçüncü basamağa doğru ilerlediğini söylemekteler. Daha da hızlarını alamayıp her basamakta çevresine uyum sağlayanların ayakta kalıp yoluna devam edebileceklerini, her hangi bir basamakta takılanların ise zararlı kabul edilip bir üst basamağa terfi edemeyeceklerini, böylece basit konumda kala kalacaklarını dillendirmekteler habire. Bu arada ön kabullerine dayanak teşkil etsin diye mutasyon ve tabii seleksiyonu tezlerini güçlendirmek adına kurtarıcı temel esas alırlar. Oysa kendi ön yargılarını doğru kabul etsek bile seleksiyonla iki faydalı mutasyon taşıyan kuşağı oluşturmak hiçte kolay bir iş değil. Üstelik bu iş için takriben bir milyon yeni kuşak geçmesi gerektiğini de söylemekteler ki, bu tamamen havanda su dövmek gibi tezlerinin hiçbir tutarlılığının olmadığının itirafı ve insanlığın hiçbir şekilde göremeyeceği uzun bir zaman diliminin arkasına sığınma gerekçesidir bu. Anlaşılan evrimciler hayal âleminde kendilerince mutasyon ve doğal seleksiyona olduğundan fazla görev yüklemiş gözüküyorlar.
Evrimciler işi zamana havale eder dursunlar, bakın Yale üniversitesinden Dr. Harold J. Morowitz en basitinden bir canlının hayatını idame ettirebilmesi için minimum 239 çeşit proteine gerek olduğunu ortaya koymuştur. Hatta bugün itibariyle bilinen mikoplazma cinsinin üyesi ve en küçük bakteri cinsi olan Mycoplasma hominis (H 39’un) için 60 çeşit amino aside ihtiyaç olduğu artık bir sır değil. Üstelik DNA’nın toplam uzunluğu canlıdan canlıya değişebiliyor da. Örneğin bir bakteriofaj DNA’sı 10 mikro litre uzunluğunda olup, bakterilerde 1 mm, memelileri de ise 10 cm olarak hesaplanmıştır. Keza bazı araştırmacılara göre insan DNA’sı 100 cm uzunluğunda olduğu belirlenmiştir. İşte bu sıraladığımız rakamlardan hareketle 10 mikro litre uzunluğunda bir bakteriofaj DNA’sında 3x104 (üç çarpı on üzeri dört) nükleotid’in (harfin) var olacağı hesaplanmaktadır. Ortaya çıkan bu veri normal bir kitap için ise 3x103 (üç çarpı on üzeri üç) harfli bir sayfaya tekabül eden bir rakamdır. Yani bir bakteriofaj DNA’sı 1000 sayfalık 1 cilt demektir. Bir başka ifadeyle canlıların büyüyüp çoğalmaları için gereken bilgi yığını veri tabanı görevi yüklenmiş nükleik asit moleküllerinde muhafaza edilmektedir. Dolayısıyla bu bilgi yığını sayesinde nükleik asitler kromozomları oluşturmak üzere bir çift heliks şeklinde birbirlerine kenetlenip bağlanırlar.
Memeli hücrelerinde durum daha farklıdır. Nitekim 100 ciltlik insanda yaklaşık her biri 1000 sayfa olmak üzere hücrelerinde 1000 ciltlik enformasyon taşırlar. Gerçekten de insan DNA’sı 1000 ayrı ciltlik 46 ayrı kromozoma pay edilmiştir.
Anlaşılan tüm organizmaya ait hayatsal faaliyetler belli bir plan çerçevesinde kimyasal, fiziksel, psikolojik yönden işlerlik kazanması genetik enformasyon liderliğinde ve denetimi altında vuku bulmaktadır. Hatta bu muazzam enformasyon deposu bilim adamlarınca bir canlının alın yazısı olarak kabul görür.
Ayrıca genetik enformasyon;
-Bireysel enformasyon,
-Toplumsal enformasyon” diye de kategorize edilmektedir.
Canlılarda şifrenin universal olması meselesi
Malum yaratılan her tip çok sayıda çeşitli gen kombinasyonlarını bağrında taşıyacak tarzda yaratılmıştır. İşte bu nedenledir ki çok sayıda çeşitli gen ve genetik şifrelerin bilhassa eşeyli üreme esnasında çok değişik kombinasyonlarda ve farklı şekillerde nasıl açınıma uğramaları karşısında evrimcileri bayağı iyiden iyiye düşündürüp çareyi kaçamak cevaplarla geçiştirerekten sırra kadem basmakta bulmuşlardır. Zaten onlar kod sözcüğünden pek haz etmezler, çünkü işin içinde hesap kitap işi var. Öyle ki şifrelerle, hesap kitapla pek barışık olmadıklarından daha şifre sözcüğünün baştaki “Ş” harfini duyar duymaz renkten renge girerler de. Tabii işin içinde hesap kitap olunca adamlar ne yapsın, bu durumda kâinatta olup biteni bir program veya şifre dâhilinde açıklamak onlara rüyalarında kâbus görmüşçesine zül gelmekte. Onlar için en iyisi mi kâinatta olan bitene tesadüf demek işin içinden sıyrılmak adına daha çok kolay gelmekte. Üstüne üstük tesadüf demek içinde özel bir analitik çabada gerektirmiyor.
Bilindiği üzere her canlı türü için genetik kodlar birbirinin aynısı olmamakla birlikte, her canlının kendi içinde genetik kodları aynı olup nesilden nesile değişmeksizin sabit kalabiliyor. Nitekim bu hususta bir kısım araştırmacılar birbiriyle yakınlığı olmayan canlılara ait şifreleri karşılaştırmak amacıyla birtakım deneyler yapmışlarda. Şöyle ki;
-Hayvansal virüslerin nükleik asitlerden hazırlanan örneklerle bakterileri enfekte ettiklerinde bakteri hücresi tıpkı bir bakteri virüsünün tesiri altına girmişçesine virüse ait polipeptit zincirini sentezlediği gözlemlenir gözlemlenmesine ama bu sentezlenme hadisesiyle birlikte ortaya yeni bir tür ortaya çıkmayacaktır.
-Bitkilerde hastalık yapan virüslere ait nükleik asitleri bakteri virüslerin özütlerinden hazırlanan yapay unsurlarla karıştırıldığında normal biyolojik fonksiyonlarına devam etmekle beraber biyolojik donanım aynı kalıp evrimleşme söz konusu değildir. Belli ki suni de olsa biyolojik hayatta kendi keyfince üreme denilen bir hadiseye yer yoktur. Var olan bir gerçek var, o da tüm canlı hücrelerde biyolojik nizamı âlem orijinal halde yoluna devam ediyor olmasıdır.
-Kökenleri farklı elemanların bir araya getirilmesiyle hazırlanmış yapay ortamlar sanki tek bir türe ait hücre yapısı gibi davranmakla birlikte, şu da bir gerçek Yüce Yaratıcı benzer fonksiyonlar için hayat kimyasını ve benzer yapıları kullanıp yaratmışta olabiliyor. Ancak yaratılan her tür canlının kendi içinde genleri değişmeyeceğine göre bu demektir ki her canlı tipindeki genetik yapı sabit kalıp asla aynı tip canlıdan farklı canlı tip türemeyecektir. Zira genetik yapı, tüm canlıların genetik karakteristik özellikleri kontrol eden Yüce Yaratıcının varlığına işaret etmektedir.
-Değişik organizmaların hücrelerinden hazırlanan örneklemelerin yapay bir ortamda mRNA aktarılınca birbirlerine uyan sonuçlar alınsa da yine asla yeni bir tür canlının meydana gelmesi söz konusu değildir. Kaldı ki deney metodunu evrime uygulamak hiçte öyle kolay gözükmemektedir. Nitekim Evrimci Theodosius Dobzhansky; deney metoduyla milyonlarca sürebilecek bir olayın açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Heinrich J. Matthaei ve Schoek iki bilim adamı insan plasentasından hazırladıkları hücresiz yapay ortamda 64 kod sözcüğün en az 27’sinin hem insan, hem de E. Coli için müşterek (ortak) kod sözcüğü gibi gözükse de elde edilen bu tür bulgularla tüm canlıları kapsayan ortak gen havuzuna mensub oldukları anlamı çıkmaz. Kaldı ki embriyolojik süreç her canlıda farklı seyretmektedir. Dolayısıyla embriyonun gelişmesi esnasında ne ceninin (fetus) geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni) ne de bir başka canlıya ait embriyolojik benzerlikler evrime delil olamaz. Üstelik ortada homolog canlılara ait ortak ata fosilleri yok ki, böyle bir iddia da bulunulabilsin. Çünkü birçok müşterek kombinezonlardan hareketle aynı atadan geldiğimiz varsayımına delil teşkil etmediği gibi bütüncül durum ortaya koyamamaktadır. Zira ne kurbağa, insan DNA’sıdır ne de insan, kurbağa DNA’sıdır. Dolayısıyla evrim masalları hep varsayım görüş olarak kala kalacaktır. Onlar varsayımlarıyla kala kalsınlar, şu bir gerçek canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana geldikleri anlamına gelmez. Maalesef onlar oldubitti varsayımcı kafada olduklarından dış görünüşteki benzerliklere bakaraktan hemen mal bulmuşçasına üzerine balıklamasına dalmaktalar. Ancak sonradan canlıların dış görünüşüne göre değil de derinlemesine analize tabii tutulup canlı türleri arasında bariz farklılıkların olduğu gerçeği ile yüzleştiklerinde işi hafife alıp teğet geçmektedirler. Öyle ya, şayet ortada birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşümünü gösteren ara formaların ve aynı zamanda birbirleri arasında geçişlerin nerede başladığı ve nerede noktalandığı kademeleri gösteren delilerin de ortaya konmaları gerekir. Mademki canlıların başlangıçta güya ortak bir gen havuzundan dağılaraktan birbirinden türediklerinden dem vuruyorlar, yani aralarında ki evrensellikten söz ediyorlar, o halde iki arada bir derede kalmamak için bu işin taşıyıcılığını üstlenen tRNA’daki aminoasitlerin seçme (kodon tanıma) sınır alanlarının uzaysal boyutlarını da ortaya koymaları gerekir. Hatta bu da yetmez, icabında uzaydakilerle yerdekilerin ortak gen havuzunda nasıl buluşup birbirleri arasında nasıl evrim geçirdiklerini de gösteren delillerde ortaya koymaları gerekir. Tabii kararsız kasım oldukları için ortaya kendi varsayımlardan başka hiçbir delil ortaya koyamayacaklardır. Derken mutasyon kaynaklı değişikliklerin arkasına sığınıp onlardan medet umacaklardır. Oysaki mutasyon kaynaklı değişiklikler hemen hepsi kendi alanlarında sınırlı ve zararlı arızalar kümeler olarak kala kaldıkları bilinen bir gerçekliliğe rağmen yine de evrimleşme sürecinde her bir mutasyon geninin oğul döllere eklendikleri varsaysak bile bu söz konusu defolu genlerin baskın halde nesilden nesile kuşaklar boyu sürdürülebilir bir şekilde asla gün yüzüne çıkamayacaktır.
Velhasıl-ı kelam; yukarıda ki satırlarda dilimizin döndüğü kadarıyla izah etmeye çalıştığımız canlı türlerinin genel itibariyle şifre kodonları hakkında kabul görüp ortaya konan biyolojik verileri şöyle özetleyebiliriz:
-Her bir şifre kodonu üçlü nükleotid dizinim grubundan meydana gelmiştir.
-Her üçlü kodon müstakil (özeldir) olup, nükleotidlerin üst üste birikmesi söz konusu değildir.
- Birçok aminoasitler birden fazla üçlü kodonlar halde yönetilir.
-Herhangi bir üçlü kodon birden fazla amino asidi yönetemez. Üçlü kodonların sadece bir amino asidi yönettiği belirlenmiştir. İstisna olarak U-U-U üçlüsünün fenil alaninden başka mesela lösini de kısmen yönettiği olmuştur denilebilir.
-Birtakım şifre kodonları aminoasitleri kodlayamadığı durumlarda bu kez protein sentezinin başlatılması ve sonlanması gibi diğer işlerde kullanıldığı belirlenmiştir.
-Her canlı organizmada aynı aminoasitler aynı üçlü kodonlar tarafından yönetilir. Mesela E. Colinin diğer canlıların aminoasitleri gibi kendine özgü üçlü kodonunun olduğu belirlenmesi bunun tipik örneğini teşkil eder.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön