GENETİK MUCİZE

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

GENETİK MUCİZE

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

GENETİK MUCİZE
SELİM GÜRBÜZER
DNA başkanlığında hücre içi yürütülen faaliyetlerde canlıların dirlik kazanmasında en önemli hayati öneme haiz, aynı zamanda pürin ve pirimidin halkalarının en önemli aktörleri diyebileceğimiz dört dişli bazlar, şeker-fosfat ikilisine bağlanaraktan bir nükleotit oluşturup böylece genetik mucize tecelli etmiş olur. Öyle ki “Adenin, guanin, sitozin ve timin” olarak adlandırılan tek halkalı ve çift halkalı bazlar sınıfına ait bu söz konusu dört harfli şifreyle etiketlenmiş nükleotidlerin kendi aralarında eşleşmeleri neticesinde canlının biyolojik fotoğrafı ortaya konulmuş olur. Hem nasıl ki telgrafın mors alfabesinin nokta ve çizgilerden oluşan şifreli kodlama sistemiyle ortaya çıkan yazılım ne anlam ifade ediyorsa, canlı nükleotidlerini oluşturan dörtlü genetik alfabe kodlama sistemiyle ortaya çıkan çift ve tek halkalı bazlardan oluşmuş bilgi ağı kod formatı yazılımda o anlamı ifade eder. Hakeza Türk alfabesini oluşturan 29 harflik kod sistemini kullanaraktan ortaya konan hece, kelime ve cümlelerden oluşmuş bir metin, bir hikâye, bir roman ne anlam ifade ediyorsa, bir canlı hücrenin 4 harflik alfabetik nükleotid kod sistemini kullanılaraktan ortaya konan “ bir genom hece, bir genom metin, bir genom hikâye, bir genom ansiklopedi” külliyatları da o anlamı ifade eder. Hatta böylesi devasa büyüklükte 4 harflik nükleotid kod sistemini canlının bir “alın yazı külliyatı” kodu olarak anlamlandırabileceğimiz gibi DNA’nın bileşenlerini oluşturan bir “bilgi külliyatı” kodu olarak da anlamlandırabiliriz. Hem niye öyle anlamlandırmış olmayalım ki, baksanıza hücre içerisinde DNA başkanlığında yürütülen tüm bilgi işlem faaliyetleri vücudumuzu oluşturan organlarca bir program dâhilinde harfi harfine uygulanmak üzere ya hormon denen salgılar kanalıyla ya da sinir sistemi ağı yoluyla ilgili organlara iletilmiş olur da. Derken üst perdeden gelen talimatlar en küçük birimden en büyük birime kadar uzanan her bir halkada, gerek hücre birimleri nezdinde, gerek doku birimleri nezdinde gerekse organ birimleri nezdinde karşılık bulur da.
Bilindiği üzere DNA, çift sarmallı merdiven bir yapı üzerine kurulu olup, her bir merdiven basamaklarının karşılıklı uçlarında yer alan nükleotidlerin eşleşmesiyle birlikte DNA’nın kopyalanması sağlanmaktadır. Hiç kuşkusuz DNA çift sarmal halkasında yer alan moleküllerin içeriğini analiz ettiğimizde içtiğimiz suyu oluşturan moleküllerle doğrudan ilişkisinin olduğunu görürüz. Öyle ki nötralleşmeyle asit maddeler, suya (+) yüklü Hidrojen iyonu verirken, bazlar ise (-) yüklü hidroksil iyonu verir. Bu demektir ki suyun yapısında artı (+) yüklü hidrojen iyonu içeren asitli bir madde ile eksi (-) yüklü hidroksil iyonu içeren bazlı bir maddenin varlığı söz konusudur. Böylece asit ve baz içeren maddelerin tepkimeye girmesiyle birlikte artı ve eksi iyonlar birbirlerinin etkisini yok eder ki, işte böylesi nötralleşme reaksiyonları neticesinde 2 hidrojen ve 1 oksijen bileşiğinden su molekülü meydana gelmiş olur. Şu da bir gerçek, su molekülü içerisinde konumlanmış bu söz konusu iyon içeren maddeler aynı zamanda DNA’nın yapısında yer alan riboz şekeri ve amino asidi oluşturan nükleotidler arasında biyomoleküllerin ayrışmasını ve nötralleşmesini de sağlayacak maddelerdir. Nitekim ayrıştırmayı ve nötralleşmeyi gösterecek bulguları DNA analiz ve izolasyon çalışmalarının yanı sıra PCR işlemlerinin ardından denatürasyonu takiben elektroforez yöntem ve uygulamalarıyla gösterilip tespiti yapılabiliyor. Derken iyonların birbirleri arasında cereyan eden karşılıklı tepkimeler bir noktadan sonra meyvelerini verip canlılık daha da bir fonksiyonel hale gelebiliyor. Hele bilhassa (+) yüklü hidrojen iyonlarının geçişi sırasında oluşan “Adenin-riboz-fosfat ~ fosfat ~ fosfat” bileşiği denen ATP enziminin, amino asit ve riboz şekeri üzerinde doğrudan oluşturduğu tepkime hızı etkisi, DNA’ya dirlik kazandırdığı gibi canlı hücrelere de dinamizm kazandırmakta. Ve ortaya çıkan bu dinamizmden öyle anlaşılıyor ki, hidrojen ve hidroksil iyonlarının (yüklü parçacıkların) sadece su molekülünün dirliğine değil, DNA molekülüne de dirlik kazandırmakta. Derken bu noktada dirlik hadisesi bize ister istemez Kur’an’da geçen şu ayet-i kerimeyi de hatırlatmaktadır:
-“O inkâr edenler bilmediler mi ki, muhakkak gökler ve yer bitişik halde iken Biz onları birbirinden yarıp ayırdık ve her diri şeyi sudan yarattık, hala iman etmezler mi?” (Enbiya, 30).
İşte Yüce Allah’ın yukarıda kelamında beyan buyurduğu ‘Her diriyi (hay) sudan çıkarttık’ şeklinde bizlere hatırlattığı bu ilahi mesaj, üstelik günümüzden ta 14 asır öncesinden tüm insanlığa duyurulmuş bir ilandır. Bu ilan aynı zamanda mukaddes kitabımızın “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan” olduğuna delil teşkil eder zaten. Gerçekten de tüm insanlığa duyurulan adeta cana can katan bu mucizevi dirlik ilanı denen hadisenin şifre kodlarını irdelediğimizde yaratılış ve diriliş kodlarımızın ipuçlarını bir nebzede olsun yakalayabiliyoruz. Madem yaratılış ve diriliş kodlarımızın şifrelerinden bir şeyler sezinleyebiliyoruz, o halde içtiğimiz suyu sadece susuzluğumuzu giderecek bir memba kaynak olarak değil, aynı zamanda DNA’mızı iri ve diri kılan ab-ı hayat can suyu kaynağımız olarak da bakmak gerekir. Nitekim bulut tohumlama geliştirmekle ünlü Amerikalı kimyager Vincent Joseph. Schaefer tarafından General Electric Araştırma Laboratuvarlarında yaptığı çalışmalarla su zerrelerinin molekül düzeyde ne kadar çok küçük, ne kadar saf ve temiz olursa o ölçüde eksi (-) 40 santigrat derecede bile donmadığı gözlemlemiştir. Bu demektir ki, Yüce Allah’ın “Gökten ölçülü olarak su indiren de O’dur. Bununla ölü bir beldeye yeniden hayat verdik, işte sizde böyle diriltilip çıkarılacaksınız” (Zuhruf, 110) diye beyan buyurduğu ilahi mesaj gereği su zerrelerini sıfır santigrat derecede donmasını etkileyen esrarengiz sırrın arka planında hava kirliliği ve su zerrelerin büyük olmasıyla alakalı bir ölçü tayini bir durum söz konusudur. Ne diyelim, işte görüyorsunuz ya, bu ölçü tayini yağmur damlasına kodlandığı gibi DNA moleküllerinin içerisine de kodlanmış bir ölçü tayinidir bu. Zira yağmur damlaları içerisindeki zerreler önce donma çekirdeği etrafında oluşmaya başlayıp, ardından büyüyen zerreler halinde yeryüzüne yaklaştıkça havanın kaldırma kuvvetiyle birlikte denge kazanıp yumuşak bir iniş yapabiliyor. Belli ki yeryüzüne yağmurun inmesinde ince bir matematiksel hesabın varlığı söz konusu olup, Fizikçiler bu mucizevi ölçüm hadisesini denge hız formülüyle izah ederekten açıklığa kavuşturmuşlardır. Öyle ya, ortada bir ölçü tayini olmasa yağmur damlacıkları ne mümkün ki ölü beldeye dirlik verip toprak bereketlilik kazanabilsin. O halde bu noktada bize düşen ölçü ise ahir ömrümüzde bir gün toprağa düştüğümüzde kıyamet günü ‘Haydi olun (kün)’ emri ile bir su misali ölü toprağımızdan yeniden dirileceğimize olan inancımızdan zerre miskal taviz vermemek olmalıdır. Aksi halde maazallah bizimde ölçü mölçü de nedir deyip her şeyi tesadüfe bağlayan ateistlerden hiçbir farkımız kalmaz. Dedik ya bizim yapacağımız tek ölçümüz; Rabbü’l âleminin kıyamet günü ‘Haydi kalkın ve dirilin’ emriyle vereceği fermanı her daim ruhumuzda hissedip gereğini yapmak olmalıdır.
YARATILIŞ
Anne rahminde ki cenin başlangıçta toplu iğne ucundan bile küçük mikro düzeyde döllenmiş bir zigotken sonra ki aşamalarda bir bakıyorsun insan vücudunu oluşturacak tüm azaları kendinde toplayacak bir şekilde ete kemiğe bürünmüş halde doğuma hazır nur topu bebeğe dönüşebiliyor. Ve bu hususta Yüce Allah Teâlâ bakın ne buyuruyor: “Onu (yaratan) hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu. Sonra (anne rahminden çıkmak için) onun yolunu kolaylaştırdı” (Abese,80/18-20).
Evet, ayet-i kerimenin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere bir damla sudan yaratılan insanın nükleotid kodlarının biçimlenmesiyle birlikte yaklaşık 26 binlik sayfayı kapsayacak devasa büyüklükte adına genetik külliyat diyebileceğimiz şahika eser ortaya çıkabiliyor. Hiç kuşkusuz şahika eserin ortaya çıkmasında yüz binlerle ifade edilebilecek sayıda gen dizilimlerinin kayda değer katkı sağladığı muhakkak. Zaten protein sentezi dediğimiz olay DNA üzerinde yer alan genetik bilgi aracılığıyla, yani nükleotidlerden meydana gelen bir dizi kısa tekrar gen kombinasyonu dizilimleriyle gerçekleşen bir hadisedir. Ki, bu dizilere gen denmektedir. Bilindiği üzere, insan genomu yarı anne, yarı babadan gelen gametlerin kendi cinsiyetine ait üreme kanallarından mayoz bölünmeye uğrayaraktan döllenmeye hazır hale gelmiş haploid kromozomlardır. Ta ki erkek ve dişi eşey hücreleri bir araya gelip döllenme hadisesi vuku bulur, işte o zaman Yüce Allah’ın şah eserim dediği diploit canlı oluşumunun temeli atılmış olur. Hiç kuşkusuz temeli atılan bu canlı nüvesi zigot oluşumundan başkası değildir. Tabii şu da bir gerçek zigot oluşumu hiçte öyle bir çırpı da gerçekleşen bir süreç değildir. Bikere bu sürecin başlangıcında bir yumurta hücresinin döllenebilmesi için kendi genetik kart şifrelerinin kilidini açacak olan ya da kendi genetik kartında eksik kalan kısımları tamamlayacak olan 200-300 milyon sayıda sperm hücre arasından yalnızca bir tanesini seçmesi gerekir ki, zigot oluşumu gerçekleşebilsin. Aslında bu olaya ilk etapta düz bir mantıkla baktığımızda çok sayıda onca sperm arasında sadece bir tanesinin kilidi açması bize imkânsız gibi gelse de biiznillah Yüce Allah’ın ‘ol’ deyince “olduran” fermanı devreye girdiğinde bir anda iradi güçle kilit açılıvermiş olur. İşte, ‘ol’ deyince oluveren ferman bu ya, Yüce Allah (c.c) bakın bu hususta “(Kıyamet ve öncesi Mehdiyet, yani İslami adalet ve hâkimiyet vakti) Saatinin ilmi O’na döndürülür (Allah’a havale edilir), O’nun ilmi (izni ve iradesi) olmaksızın, hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. (Bu nedenle Allah’ın inkârcılara) Onlara: “Hani benim ortaklarım nerede?” diye sesleneceği gün, (kâfirler, daha yeni aklımız erdi ve) “Sana arz ederiz ki, bizden (Senin şerikin olduğuna dair) hiçbir şahit yok” diyeceklerdir” (Fussilet, 47) diye beyan buyurduğu vuslat fermandan maksat hâsıl olur da.
Evet, yumurta hücresinin kendi eksik kartlarını 250 milyon sperm arasından yalnızca bir tanesine tamamlattıracak Yaratılış mucizesinden öyle anlaşılıyor ki, ovaryum hücresi insan genomunda bulunması gereken 60.000 civarında genetik karakterin yarısını taşıyan amolegen yapıda bir karttır. Öyle ki ovaryum hücresi mayoz bölünmeyle ortaya çıkan bir ünite olup, kendi 46 kromozomlu vücut yapısı içerisinde 23 kromozoma indirgenmiş bir eşey hücresi olarak kendi üreme koridorunda karşı cinsten baba adayının vücut hücrelerinin üreme koridorlarından süzülerek gelen 23 kromozomlu eşey hücresini ağırlayaraktan kodlayan bir karttır. Böylece kendi genetik kartıyla babadan gelen 250 milyon sperm hücresini karşılayıp kendi genetik kartının kilidini açacak olan onca sperm hücresi arasından tek bir tanesinin seçimini belirleyebiliyor. Seçilen sperminde giriş yapabilmesi için illa ki yumurta hücresinin genetik kartıyla uyumlu şifre koduna da sahip olması gerekir ki, döllenme hadisesi vuku bulmuş olsun. Gerçekten de bir yumurta hücresi düşününüz ki onca sperm hücreleri arasından kendi kartını çözecek bir adet spermatozoidin seçimini nasıl belirleyebiliyor doğrusu şaşmamak elde değil. Belli ki ferman yücelerden gelince “Ol” emrin gereği yerine getirilip bir anda yumurta hücresi kendi zekâ algoritmasını kullanaraktan kara kutunun kilit şifresi açılmış olunmakta. Hani zaman zaman haber bültenlerinde “düşen uçağın kara kutusunun şifresi çözüldü” şeklinde haberlere şahit oluruz ya, aynen öyle de bir çocuğun anne rahmine düştüğünün haberi de tamamen hamile kalan anne adayının kara kutu şifresinin çözülmesiyle alakalı bir durumdur. Hiç kuşkusuz Allah dilerse ancak hamile kalınır, dilemezse ne kara kutunun şifreleri çözülür ne de hamile kalınır. Nitekim Yüce Allah bu hususta şöyle açıklık getirir: “Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi O’na aittir O’nun bilgisi dışında hiçbir şey kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Onlara: Bana koştuğunuz ortaklar nere de? Diye seslendiği gün: sana buna dair bizden hiçbir şahit olmadığını arz ederiz derler” (Fussilet, 47). Aslında Yüce Allah (c.c) beyan buyurduğu bu ayet-i kerimeyle şu çağrıda bulunup anlamak isteyene demek istiyor ki "Ey kulum! Sakın ola ki bu akıl almaz kara kutunun şifrelerini kendi marifetinmiş gibi çözdüğünü sanma, şunu iyi bil ki, dişinin yumurta hücresinin şifre çözümlenmesi ancak benim irademle olmakta,”
Öyle ya, madem her şey “Ol” emri şifre koduyla vücut buluyor, o halde bu noktada bize “Amenna ve Saddakna” demek düşer. Gerçekten de ayet-i kerimeyle verilmek istenen mesajdan da anlaşıldığı üzere döllenme hadisesi öyle sıradan basit bir hamile kalma olmayıp bilakis üzerinde inceden inceye düşünülüp tefekkür edilmesi gereken mucizevi hamile kalma hadisesidir. Sadece hamilelik mi? Hiç kuşkusuz hamilelik sürecinin akabinde gelen kutlu doğum sancısı da akıllara durgunluk veren mucizevi bir hadisedir. Hani her bir sıkıntının ardından pembe şafaklar doğar denir ya hep, aynen öyle de beynin arka hipofizden salınan oksitosin hormonu da (adına aşk hormonu da denen) bu noktada doğum sancısının muştucusu pembe şafaktır. Hem nasıl pembe şafak olmasın ki, düşünsenize hamilelik süresince rahim ağzı kapalı haldedir hep. Ne zaman ki oksitosin hormonu yana yana tutuşup aşk ile vecd ile doğum sancısının muştusunu verir, işte verilen bu müjdeli haberle birlikte kapalı haldeki rahim ağzı, amnion ve karyon sıvı akışkanlığının tesir gücüyle rahim ağzı açılıverip böylece kuvvetli kasılma ve gevşemeler eşliğinde bir anda pembe şafak ferahlık doğuvermiş olur.
İSA (A.S)’IN BABASIZ DÜNYAYA GELİŞ MUCİZESİ
Rabbül âlemin dileseydi arada baba olmaksızın da annenin üreme hücrelerinin şifre kilidini “Ol” fermanıyla açıp nur topu bebeğin dünyaya gelmesini halk ederdi. Zira O her şeye kadirdir. Hem bilimsel çalışmalar bize gösteriyor ki; insan genomu şifre kodlar üzerine kuruludur, şifre kodunu açacak şifre kodu da cinsiyet hücrelerinin anahtarında gizlidir. Nitekim Hz. İsa (a.s)’ın arada baba olmaksızın dünyaya gelmesi tamamen Yaratıcı gücün Meryem annemizin cinsiyet kilit kodunu açacak anahtar şifreyi halk eylemesiyle alakalı bir durumdur. Öyle ki Yüce Rabbimiz bu hususta “Muhakkak ki Allah yanında İsa’nın babasız dünyaya geliş hali de, Allah katında Âdem’in hali gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı, sonra durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona “ insan ol” dedi, o da, hemen insan oluverdi” (Ali-İmrân, 59) diye beyan buyurmak suretiyle Cebrail aracılığıyla Meryem anamızı ışınlayıp (nefh), böylece halk eylediği genetik anahtar şifre kodunun açılış mucizesi vuku bulmuştur. Kaldı ki Kur’an’da beyan edilen her bir mucize aynı zamanda insanoğlunun gelecekte keşfedeceği buluşlar için de bir işaret taşı hükmündedir. Ki; günümüzde genetik alanda yapılan bir takım çalışmalar sayesinde gerek klonlama, gerekse yumurta hücrelerini çözecek laboratuar ışınlama yöntemlerinin kullanıldığı bir vaka. Öyle ya, mademki Allah-u Teâlâ “Ona ruhumdan nefh ettim” beyan buyuruyor, hem madem yine ‘hiçbir canlı kendi kendine üreyemez’ diye beyan buyuruyor, o halde günümüz laboratuar teknik ve ışınlama yöntemleriyle bir canlıdan yeni bir canlı kopya edilebilir mi sorusunun cevabı klonlamanın keşfiyle birlikte cevabı verilmiş olur da. İşte bu tür sorulan sorular eşliğinde cevabını bulmak adına genetik çalışmalar daha da hız kazanıp, gelinen nokta itibariyle canlılar genetik programı üzerinde yapılan çalışmalarla birçok sonuçlara varılabiliyor. Yeter ki genetik alanda uygun şartlar oluşturulsun genetik kartların veya şifrelerin dili çok rahatlıkla çözülebiliyor. Nitekim bazı virüs ve bazı bakteriler, mesela toprakta ki bakteriler anormal şartlarda faaliyet gösteremezlerken, fakat uygun şartlar bulunca da bir bakıyorsun fonksiyonel hale gelebiliyorlar. Keza bir virüsün canlının dışında inaktif halden canlı üzerinde konuk olduğunda bir bakıyorsun aktif hale gelip çoğalaraktan hastalık oluşturabiliyor. Tüm bu örnekler insanoğlunun zihninde hayvanlar üzerinde yapılacak klonlamayla arada döllenme olmaksızın herhangi bir canlıya ait genetik kartın aynısının kopyalanabileceğinin ufkunu açtı. Her ne kadar ilk başlangıçta genetik kartların açılamayacağı yönünde bir umutsuzluk havası ağır bassa da gelinen noktada bioteknolojik gelişmelerin hız kazanmasıyla birlikte bir anda umutlar yeşerip tek bir bireyden eşeysiz üreme yoluyla üretilmiş, genetik yapısı birbirine tıpa tıp aynı olan canlı topluluğun klonlanmasına yönelik genetik şifrelerin bir kısmının ipuçlarına ulaşılabilmiştir. Yine de her şeyde olduğu gibi klonlama işinde de ihtiyatlı olmakta fayda var, aksi halde klonlama işinde de kaş yapıyım derken göz çıkarılmış olacaktır. Hem kaldı ki yaratılış kodlarıyla pek oynanmaya gelinmez, gelişigüzel oynandığında malum, biyolojik hayatın tehlikeye girmesi an meselesidir diyebiliriz. Tabii tüp bebek hadisesi bundan istisnadır. Zira tüp bebek olayı denilen hadise tamamen evli çiftlerin çocuk sahibi olmalarının şartlarını oluşturmakla alakalı bir yöntemdir. Öyle ki, bu yöntemde babadan alınan meniyle döllenilmiş yumurtayı anne rahmine yerleştirilip sonrasında dışarıdan bağlanan mekanik cihazlar ve uyarılmalar eşliğinde tıpkı anne karnında geçirilen embriyonik safhalarının laboratuvar şartlarında gerçekleştirilmesine dayalı bir yöntem olarak karşımıza çıkar. Tüp bebek yöntemine ışık tutan hadise ise malum İngiliz Bayan Lesley Brown’un fallop tüplerinin (yumurta kanallarının) tıkalı olması nedeniyle yapılan başarısız ameliyatın nedenleri üzerinde durulmasıyla başlayan bir kafa yorma girişimi hadisedir bu. Derken Jinekolog Dr. Steptoe bu işe el attığında önce tüp kalıntıları temizleyiverir, sonrasında Bayan Brown’ın yumurtalıklarından alınan olgunlaşmış bir yumurta hücresinin tüp içerisine aktarılma işlemlerine start verir. Akabinde baba John Brown’un sperm hücresini tüp içerisine bırakılıp beklemeye koyulur. Böylece çocuk sahibi olmanın heyecanıyla 3 gün beklemenin ardından birde ne görsünler tüp içerisinde yer alan yumurta hücresi dölleni vermiş. İşte bu noktada ümitler büsbütün yeşermeye başlamış, derhal oluşan zigot anne rahmine yerleştirilerek embriyolojik gelişim izlenmeye alınmıştır. Derken tarihler 25 Temmuz 1978’i gösterdiğinde tüp bebek çocuğun dünyaya gelişiyle birlikte o gün bugündür tüp bebek yöntemi evlat sahibi olmak isteyen ailelerin tutunacak dalı olmuştur. Anlaşılan o ki; tüp bebek olayı aslında anne karnında gerçekleşen Yüce Allah’ın ferman buyurduğu “Ol” emir programının sadece bir bölümünün laboratuvar şartlarında gerçekleştirilmesi yönteminden başka bir şey değildir. Diğer geri kalan kısım bölümler zaten insanoğlunun ufkunu aşan bir boyut olduğundan her halükarda embriyolojik gelişim evreleri anne rahmine muhtaç durumda. Hadi diyelim ki embriyolojik safhaların tamamının anne rahmi ve karnı dışında laboratuvar şartlarında gerçekleştirecek buluş bulunsa bile bu hiçbir zaman asla yaratılış mucizesinin inkârı anlamına gelmeyecektir. Zira yaratılış mucizesi döllenme hadisesinin ötesinde zerre miskal hata kabul etmeyecek derecede mükemmel matematik programlamanın neticesi bir yaratılış kanunudur. Ki, ilk insan Âdem (a.s)’ın yaratılmasıyla birlikte bu kanun sayesinde şu anda yeryüzünde yaşayan 6 milyarı aşkın insan nüfusu bu kanuna tabii olarak dünyaya gelmişlerdir. Dolayısıyla yaratılış kanununun yanında insan eliyle ortaya konmak istenen tüm suni tasarımlar sadece kıyas kabul etmeyecek derecede girişimlerden öte bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü biri kanun, diğeri ise kanundan esinlenmiş tasarım boyutunda bir buluştur. Asla kanun yaratmak değildir.
ÂDEM VE HAVVA
Topraktan geldik toprağa gideceğiz söyler dururuz hep. Hatta bazen cansız sandığımız toprak nasıl oluyor da cana can olmaya vesile olur diye kendi kendimize düşünmekten de geri kalmayız elbet. Oysaki bunda düşünecek var, bikere toprakta eksi (-) değerde karbon ve azot molekülleri varlığı bize bir şeyleri hatırlatmaya yetiyor zaten. En başta hatırladığımız şey DNA’mızın içeri yapısıdır. Zira DNA’nın yapısında eksi (-) azot ve karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden müteşekkil bir kurulu düzen vardır. Şimdi diyebilirsiniz ki DNA molekülünün toprakla ne ilgisi var diye. Basbayağı ilgisi var. Şöyle ki; toprağı incelediğimizde oksijen, fosfor ve hidrojen, eksi (-) yüklü karbon ve azotla birleşerek pekâlâ insan bedenini oluşturabiliyor. Yeter ki toprakla özdeş diyebileceğimiz DNA kod şifrelerine ‘Ol’ emri verecek olan Yüce Rabbimiz ferman buyursun diriliş mucizesinin olmaması için hiçbir sebep yoktur diyebiliriz. Bakınız Yüce Allah (c.c) bu hususta ne buyuruyor; “Allah nezdinde İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona ol dedi ve o da oluverdi” (Müminun; 23–12). Hakeza Yüce Allah bir başka ayeti celile de ise; “..Biz kendilerini yapışkan cıvık bir çamurdan yarattık” (Saffat suresi 37, ayet-11) diye buyurmakla bu yaratılış mucizesine işaret etmiştir.
İşte ayet-i kerimelerden de işaret edildiği üzere Rabbü’l Âlemin Hz. Âdem (a.s)’ın yaratılışında eksi (-) değerli azot ve karbonu taşıyan toprakla DNA arasında ki bağı bu şekilde gözler önüne seriyor, tabii anlaya bilene. Dahası toprağın doğurgan bağrında saklı olan yaratılış sırrına işaret buyrulan bu ayet-i kerimeler aynı zamanda ateistlerin ikide bir dillendirdikleri ‘canlı canlıdan çıkar’ hevesliğini de kursaklarında bırakıp iddialarını çürüten sır dolu mucizevi ayetlerdir. Onalar iddiaların sürdüre dursunlar, yaratılış mucizesinden anlaşılan o ki, toprağın bağrında kodlanmış bileşenlerin her biri bir anda ‘Ol’ emri doğrultusunda diriliş moduna geçebiliyor. Hakeza Havva annemizin Âdem’in eğe kemiğinden yaratılış mucizede toprağın bağrındaki bileşenlerin dirilişinin aynısı mucizevi bir hadisedir. Hele moleküler biyolojinin ortaya koyduğu verilere baktığımızda genetik şifreleri adeta barkod okuyucudan geçirerek yazgıya çeviren tek hücrenin kemik iliği hücresi olduğu gerçeğinin ortaya konması bu mucizevi hadiseyi teyit eden bir durumdur. Nitekim genetik laboratuvarlarda bir takım yöntemlerle kemik iliği hücreleri alınarak başka ortamlarda da tekrardan üretebiliyor zaten kodonlarına girilip şifrelerin dili çözülebilse bir insan yazgısının nasıl kayda geçirildiğini de pekâlâ görmek mümkün. Bilindiği üzere eğe kemiği insan kaburga kemiklerini ihtiva eder. Nasıl ki; karbon ve azot artı (+) değerli iken toprak ölü (cansız) olup, eksi (-) değerdeyken bir anda toprak canlılık kazanabiliyorsa, aynen genetik şifreleri yazgıya geçirebilen kemik hücreleri de ‘ol’ emri olmaksızın cansız halde nötr kalabiliyor. Yani bu demektir ki kemik hücreleri Allah’ın ‘Ol’ emri talimatıyla yazgıya geçmesi sonucu Âdemin kaburgasından Havva anamız hayat bulmakta. Dolayısıyla buna şaşmamak gerekir. Allah her şeye kadirdir çünkü. İşte bu yüzden Havva anamızın yaratılış sırrı bu derin moleküler biyolojinin ince şifrelerinde gizlidir diyebiliriz.
BİOTEKNOLOJİ
Bioteknoloji kesinlikle kanun yaratma değil, bilakis buluştur. Çünkü kanun başka bir şeydir buluş başka bir şeydir, bu yüzde buluş yaratma gücü fiilinin karşısında her daim aciz kalışın ifadesi olarak tanımlarız. Düşünsenize insanoğlu birçok buluşlar keşfetmesine keşfetti ama her hangi bir canlıya ait hücreyi yaratmaya güç yetiremeyeceği malum. Çünkü yoktan var etme Allah’a mahsus yaratılış mucizesidir, bu durumda insanoğlu bir canlıyı yoktan nasıl yaratabilsin ki? Her ne kadar embriyona ya da üreme hücrelerine müdahale fikri bazı çevreleri apar topar heyecanlandırsa da bu konu daha çok su götürecek gibi, çünkü daha henüz ortada netlik bir durum yoktur. Ancak şu da var ki; evlenecek çiftler önceden irsi (genetik) hastalık geni taşıyıp taşımadıklarını DNA analiz çalışmalarıyla öğrenebiliyorlar artık. Şimdilik insanın kopyalanması başarılamadı, ama varsayalım ki bu kopyalama işi de gerçekleşiverdi, peki bunun tüm beşer boyutunda meydana getireceği travma nasıl önlenebilecek? Malum olduğu üzere atom kötü ellerde Hiroşima ve Nagazika, iyi ellerde ise enerji santrali, gerektiğinde tedavi aracı. Aynen öyle de biyolojik materyallerde art niyetli ellerde AIDS gibi başa bela musibet, ya da genetik şifresi değiştirilmiş bir bakteri veya virüsün her an patlamaya hazır bomba veya en iyimser tahminle kanser gibi amansız hastalığa belki de çaredir. Belli ki bu durum kullananın insafına ve niyetine kalmış bir şeydir dersek yeridir.
Genetik kopyalama özetle; önce yumurta hücresinden çıkarılmış çekirdeğin aynı canlının meme bezi üzerindeki hücrelerle birlikte doku kültüründe çoğaltılması, sonra bu doku besi yerinden bilgi taşıyan çekirdekleri izole edilip yumurta hücresine yerleştirilmesi, en nihayet yerleştirilen yumurta hücresinin dışarıdan elektroforez uyarması yardımıyla yeni bir canlının kopyalanma hadisesidir. Kelimenin tam anlamıyla sperm hücrelerinin yerine meme hücrelerinin fonksiyon üstlenmesi sonucu kilidi (genetik kodları) açabilmenin adıdır klonlama. Dolayısıyla Meryem’den babasız Hz. İsa’nın dünyaya gelmesi; klonlama olayının, ya da koyunun kopyalanmasının değişik bir örneği dersek yeridir. Üstelik biyoteknolojik çalışmalarda uygulanan programın tamamı dişi hayvanın hücresinden alındığı için yavruda ister istemez dişi olacaktır. Hz. Meryem olayında ise erkek olup, bu olay Allah’ın yaratılış bir mucizesidir.
Evet, Hz. İsa (a.s) babasız dünyaya gelmiştir. Bundan hareketle materyalistler ön yargıları gereği; kendi kendine üreme olmaz itirazında bulunurlar. Oysa anne ve baba çocuk için vasıtadır sadece. Nasıl ki; arada iletken madde olmadan manyetik dalgalarla televizyon, radyo veya telefondan yararlanabiliyorsak, vasıta olmaksızın yaratıcı tarafından yeni bir canlı yaratılabilir pekâlâ. Çünkü her şey zıddıyla bilinir. Aynı zamanda yaratılan her şey çift yaratılmış da. Belli ki kainatta yaratılan daha nice bilmediğimiz çiftler vardır, sonuçta hangi çift olursa olsun ilahi programın gereği ne ise o doğrultuda misyon üslenmiş durumdalardır. Nitekim Kur’an’ı Mucizü’l Beyan; ‘O Allah ki, her şeyden münezzehtir. Arzın bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha nice bilmediklerinizden bütün çiftleri yaratmıştır’ (Yasin suresi, ayet–36) diye beyan buyurarak bütün pozitif bilimlere ta yıllar öncesinde ışık vermiştir. Malum olduğu üzere maddeler iletkenlik yönden metal ve ametal diye ikiye ayrılır. Biyoloji bilim dalında gerek bitki, gerek hayvan, gerekse insan üreme yönünden incelerken karşımıza dişi ve erkek türleri çıkar. Yine fizik bilimi atomu incelerken, ya da elektriği analiz ederken artı (+) ve eksi (-) iyon denen çiftleri görmezden gelmez, gelemez de.
Her neyse, asıl konumuza gelirsek malumunuz c anlılar âleminde kopyalanma hadisesinin destekleyen daha birçok benzer örnekler var elbet. Bazı canlılar âleminde sıkça rastladığımız; ortada hiç erkek kalmasa da dişi canlılar döllenmeden üreyebiliyorlar. Mesela kertenkelenin kuyruğunun kopmasıyla veya bir başka ifadeyle; regenerasyon dediğimiz hadise sonucu kopan parçadan yeniden bir kertenkele meydana gelebiliyor. Hakeza termitler, karıncalar, arılar da partenogenetik (eşeyli çoğalmanın değişikliğe uğrayarak meydana getirdiği bir eşeysiz üreme şekli) yoluyla üreyebiliyorlar.
Peki, insan kopyalanır mı? Henüz bu konuda bir şey söylemek erken, bir kere ruh bakımdan insan diğer canlılardan farklı, bitki ve hayvani ruh gibi değil. Bu yüzden bitkilerde ışığa yönelmeyi tropizmle, hayvanlardaki birtakım envai çeşit hareketleri ancak içgüdüyle açıklanmaya çalışılabiliyor. Ya insanı neyle açıklayacağız? Bu konuda bildiklerimiz cüzi de olsa nefislerimizin sadece iki zıt karakterlerde yaratıldığını biliyoruz. Çünkü Mevlana ‘İnsan ruhunu emdiren iki kuvvet olduğunu, birinci kuvvetin şeytani ve nefsi telkinlerden ibaret olduğu, ikincisinin ise melek-i kuvvetler olduğunu’ buyuruyor. Dolayısıyla melek-i ilhamlara kulak veren insanoğlu iyiye yönelir, şeytani telkinlere eğilim gösterenler ise kötülük karakterler sergiler. Allah-ü Teâlâ insanı en mükemmel bir şekilde yaratmış, yani insan maddi ve manevi donatılarla donatılmış mükemmel bir varlık. Bu yüzden bunun böyle bilinmesinde fayda var diye düşünüyorum.
DOLLY
İskoçya’da Dolly denilen koyunla başladı bu tartışma, oradan hareketle pekâlâ insanda kopyalanabilir denildi. Tabii bu durumda bu olayın Allah’a karşı bilimin meydan okuması addedenler oldu. Oysa insan küçük bir âlem, yani kâinatın özü mesabesinde bir varlık, hatta insana büyük âlem diyen bilge âlimlerde var. İşte bu nedenledir ki eşrefi mahlûkat olan insanı değerlendirirken sıradan bir canlı veya sadece biyolojik varlık gözüyle bakamayız. Zira biyolojik gerçekler farklı bir şey, değerler manzumesi farklı bir şeydir. Kaldı ki hayvanda bile 277 adet genom fizyolojisi elde edilmiş, üstelik yumurtadan sadece bir tane koyun dünyaya getirilebildi. Hayvana papağan varı ruh verilebilir, ama bu mantıkla insan ruhu aynı kategori kapsamına almaya kalkışırsanız çıkmaza girersiniz. Ruh âlemi insan bilgisinin çok ötesinde, eşya gibi değil. Ne kadar hücre varsa her birinde ayrı genetik bilgi mevcut. Allah-ü Teâlâ her canlı için başka bir nakış işlemiş, dolayısıyla her hücrede bu programın belli bir kısmını ancak okuyabilme imkanı vardır, daha nice bilmediğimiz kısımlar içinde çok daha efor sarf etmek gerektir ki okunabilsin. Malum döllenmiş yumurta zigot olarak addedilir. Ki addedilen bu durum daha başlangıç safhasıdır, devamında zigotun ikiye bölünme aşamasıyla birlikte okunabilen bir kaç sayfa daha vardır. Diğer geriye kalan okunamayan sayfalar da yeni bölünmeler eşliğinde aşamalar kat ederek yeni sayfalara evrilmiş halde karşımıza çıkar. Yani bu demektir ki bölünme safhaları arttıkça yeni hücreler oluşmakta.. Dolayısıyla her bir yeni hücre aynı zamanda yeni bir bilgi veya eklenen sahifeler demektir. Böylece sahifeler ilerledikçe canlının sureti ortaya çıkıyor. Zaten Allah-ü Teâla; “O, sizi bir nefisten yarattı. Hem sonra onun eşini de ondan var etti. Sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte Rabbiniz Allah Allah O’dur. Mülk O’nundur, O’ndan başka ilah yoktur. O halde nasıl haktan çevrilirsiniz?” beyanıyla insan embriyonunun geçirdiği safhalarının varlığına işaret etmiş bile. (Zümer suresi, 6)
Bilindiği üzere hücrelerin birleşmesinden dokular, dokuların birleşmesinden organlar oluşmakta. İşte bu değişime benzer evreler ayette geçen üç karanlık safhanın birincisi hücre aşamasıdır. İkinci karanlık evre doku aşamasıdır. Üçüncü karanlık safha ise organlaşma safhasını oluşturur. Bu safhaların arasında cereyan eden evreler embriyonun geçirdiği ayrıntıları teşkil eder. Genel itibariyle bu olayda ilk evvela sperm ve yumurta hücresinin birleşmesiyle zigot oluşmakta. Tabii zigot, zigot haliyle kalmayıp, o da kendi içinde bölünerek morula, blastula, gastrula, embriyon ve fetus gibi bir dizi hücre safhası dönüşümlere kapı aralar. Yani Kur’an’ın işaret ettiği üç karanlık safhası ana başlıklarının detayları bilimsel çalışmalarla tespit edilerek değişik isimler altında sınıflandırıldığına şahit oluruz. Belli ki; embriyolojik gelişimde planlı ve programlı bir ölçünün olduğu gün gibi aşikâr.
Özetle canlılık en küçük temel birim olan hücreyle start alıp, akabinde hücrelerin birleşmesiyle dokular, dokuların bir araya gelmesiyle organlar, organların birleşmesiyle canlı denen varlık ortaya çıkıyor. Nasıl ki; tarihin sayfalar arttıkça tarihi külliyat meydana geliyorsa, aynen öylede canlının her sahifesinin bilgi kompartımanlarının birikimiyle oluşan varlık ansiklopedisi ortaya çıkmaktadır.
Biyoteknoloji aynı zamanda bazı bakterilerde olmayan bazı özellikleri bir başka canlının genetik programından bakteriye transfer edip yeni bir karakteristik özellik kazandırma işleminin adıdır. Belli ki insanlar yıllarca bilmeden de olsa yoğurdu, turşuyu, peyniri bakterilere yaptırdıklarına benzer bir durum var ortada. Şimdi aynı yöntemle insandaki insülini sentezleyecek genetik bilgiyi bakteriye aktarılarak insülin elde edilebiliyor. Böylece ucuz bir şekilde şeker hastalarının kan şekeri ayarlanması sağlanmış olunuyor. Demek oluyor ki; gerçek anlamda biyoteknoloji rast gele gelişi güzel genlerle oynamak değilmiş, tam aksine Rabbü’l âleminin Sani sıfatının tezahürü olan programı beşeri planda uygulama çabasıdır. Gen dizilimlerine ilaveler yapmak ya da program şifrelerini çözme çabalarıyla bir takım neticeler elde etmek asla yaratmak fiili değildir, yapılan iş aslında elde edilmeye çalışılan proteini sentezlemeye uygun olan canlı üzerine eklemenin ta kendisi hadisedir bu. Yani cümle içindeki bazı kelimelerin (genlerin) yerlerini değiştirmek gibi bir şeydir bu. Mesela insan sütünde var olan proteinler koyunda yok. Şayet insan sütünde yer alan proteinleri sentezleyen şifreyi çözmek mümkün olsaydı belki koyuna da aynısından enjekte edip, koyun sütünden pekâlâ insan sütü kalitesinde süt elde edilebilirdi.
AHİRET PROĞRAMI
Dünyadaki genetik programımızı dilimizin döndüğü kadarıyla aktarmaya çalıştık, peki ahiret programımız nasıldır acaba?
Bilim adamları dünya kabuğunun başlangıçta yekpare bir halde bitişik olduğunu, zaman içerisinde bir takım sıcaklık farklarından doğan konveksiyon akımlarıyla birlikte arz kabuğunda kırılmalar ve çatlamalar oluşmasının neticesinde ayrılan parçaların kıtaları oluşturduğu yönünde görüş belirtmişlerdir. Böylece dünya haritamız üç kıtayla son şeklini almış oldu. Gerçekten de tüm yeryüzü sathı iyi incelendiğinde bütüncül yapıdan ayrılan parçalardan oluşan üç kıtanın çatlak izlerini görmek pekâlâ mümkün. Bakın Kur’an-ı Kerim’de “O çatlayışlarla/ yarılışlarla dolu arza kasem olsun ki, o keskin bir hükümdür” (Tarık,12) diye beyan buyurulan ayetle de bu hususa işaret bir hüküm söz konusudur. Ama galaksiler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Çünkü galaksilerin oluşumu dünyamızın oluşumu kadar uzun bir zaman diliminde vuku bulmadı. Nitekim uzmanların belirttiklerine göre kıtaların oluşumu milyonlarca yılda tamamlanmasına rağmen, galaksilerin oluşumu altı saniye gibi kısa bir zaman diliminde tamamlanmıştır. Bir kısım Fizik bilginleri de hemen hemen tüm oluşumların arka planında Bing-bang hadisesinin olduğunu, yani büyük bir patlama ile gerçekleştiğini hatta zaman boyutunun da patlamayla oluştuğunu belirtmekteler. Kâinatın oluşumuyla ilgili hangi görüş ileri sürülürse sürülsün, sonuçta bizim açımızdan hiç şüphe yoktur ki vücut bulan her var oluş, Kün (ol) emriyle gün yüzüne çıkmakta. Nitekim Yüce Allah (c.c) Kur’an’da “O’nun işi bir şeyi istedi mi ona sadece ol demektir, hemen oluverir” (Yasin, 82) diye beyan buyurmakla buna işaret etmekte zaten. Hakeza zikrolunan ayet-i kerime kıyamet gününde ‘kün’ emriyle dirilişe geçeceğimizi de muştulamakta. Hem nasıl muştulamasın ki, nasıl ki Bing-bang denen patlamayla galaksi ve zaman boyutu biranda oluverdiği söyleniyorsa aynen öyle de kıyametin kopması denen büyük patlamayla da yeniden dirilişe geçeceğimiz haydi haydi söylenmesi gereken mucizevi bir hadisedir.
Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön