İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Peygamber Efendimizin (sav) mübarek sözleri ve Kudsi Hadisler.
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI
=>40 HADiS=>40 YORuM..

KELÂMULLAH’ta HİKMET.:

Bakara 2/32, 129, 151, 209, 220, 231, 240, 251, 260, 269; Âl-i İmrân 3/6, 48, 58, 62, 81, 126, 164; Nisâ 4/11, 17, 24, 26, 54, 56, 92, 104, 111, 113, 130, 158, 165, 170; Mâide 5/ 38 110; En'âm 6/ 18, 73, 83, 89, 128; Enfâl 8/ 10, 49, 63, 67, 71; Tevbe 9/15, 40, 60, 71, 97, 106; Yûnus 10/1; Hûd 11/1; Yûsuf 12/ 6, 83, 100; İbrahîm 14/4; Hicr 15/25; Nahl 16/60, 125; İsrâ 17/39;Meryem 19/12; Hacc 22/52; Nûr 24/10, 18, 58, 59; Şu’arâ 26/21, 83; Neml 27/6, 9; Kasas 28/14, 43; Ankebût 29/26, 42; Rûm 30/27; Lokmân 31/2, 9, 12, 27; Ahzâb 33/1, 34; Sebe’ 34/1, 27; Fâtır 35/2; YâSîn 36/2; Sâd 38/20; Zümer 39/1; Mü'min 40/8; Fussilet 41/42; Şârâ 42/51: Zuhruf 43/4, 63, 84; Duhân 44/4; Câsiye 45/2,37; Ahkâf 46/ 2; Fetih 48/4,7,19; Hucurât 49/8; Kaf 50/8; Zâriyât 51/30; Kâmer 54/5;Hadîd 57/1; Haşr 59/1; Mümtehine 60/5, 10; Cum'a 62/2, 3, 5; Tegâbün 64/18; Tahrîm 66/2; İnsan 76/30..


قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Resim---“Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke ente’l- alîmu’l- hakîm (hakîmu).: (Melekler).: “SENİ tenzih ederiz.” dediler. “SENİN bize öğrettiğinden başka (hiç) bir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki SEN, ALÎM'sin (en iyi BİLENsin), HAKÎM'sin (HİKMET Sâhibisin).”//Melekler.: “YÜCEsin SEN yâ RABBi. Bizim SENin bize öğrettiklerinin dışında bir bilgimiz yok. SEN İlim Sâhibisin, HİKMET ve HükümrÂNlık Sâhibisin.” dediler.” (Bakara 2/32)

هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاء لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Resim---“Huvellezî yusavvirukum fî’l- erhâmi keyfe yeşâ’ (yeşâu), lâ ilâhe illâ huve’l- azîzu’l- hakîm (hakîmu).: O (ALLAH) ki, rahimlerde sizi dilediği gibi tasvir eder (şekil verir). O'ndan başka İLÂH yoktur. O AZÎZ'dir, HAKÎM'dir.// O, size, rahimlerde, Sünneti, Düzeninin Yasaları içinde, iradesinin tecellîsine uygun biçimde, şekil, çehre ve vücûd hatları verendir. Hak İLÂH yalnızca O’dur. Kudretli, HİKMET Sâhibi ve HükümrÂNdır.” (Âl-i İmrân 3/6)

الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْحَكِيمِ
Resim---“Elif lâm râ, tilke âyâtu’l- kitâbi’l- hakîm (hakîmi).: Elif, Lâm, Râ. İşte bunlar, HİKMETli Kitab'ın âyetleridir.// Elif. Lâm. Râ. İşte bunlar, HİKMETlerle dolu HükümrÂNlık sağlayan, Kur’ÂN’ın âyetleridir.” (Yûnus 10/1)

وَيُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Resim---“Ve yubeyyinullâhu lekumu’l- âyât (âyâti), vallâhu ALÎMun HAKÎM (hakîmun).: Ve ALLAH, size âyetlerini açıklıyor. Ve ALLAH, ALÎM'dir (en iyi bilendir) HAKÎM'dir (hüküm ve HİKMET Sâhibidir).// ALLAH âyetleri, Şer’î Hükümleri, üstün ahlâk kurallarını size açıklıyor. ALLAH işin iç yüzünü çok iyi bilir. HİKMET Sâhibi ve HükümrÂNdır.” (Nûr 24/18)

وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ
Resim---“Ve’l- Kur’ÂNi’l- hakîm (hakîmi).: Hakîm (hüküm ve HİKMET Sâhibi) Kur’ÂN'a andolsun.//HİKMETlerle dolu, HükümrÂNlık sağlayan, muhkem Kur’ÂN’a andolsun.” (YâSîn 36/2)

فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ
Resim---“Fihâ yufreku kullu emrin hakîm (hakîmin).: HİKMETli (hükmedilmiş) emirlerin (işlerin) hepsi, onda (o gecede) ayırt edilir (belirlenir).// O gece, HükümrÂNlığımız altındaki bütün planların, hükümlerin, icraatların, İlâhî Düzenin HİKMETe dayalı envanteri çıkarılır, ilgili meleklere iletilir.” (Duhân 44/4)

وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Resim---“Ve lillâhi cunûdus semâvâti ve’l- ard (ardı), ve kânALLÂHu AZÎZen HAKÎMâ (hakîmen).: Ve göklerin ve yerin orduları ALLAH'ındır. Ve ALLAH; AZÎZ'dir, HAKÎM'dir.// Göklerin ve yerin orduları, askerî erkânı, ALLAH’ın emir komutasındadır. O kudret ve HİKMET Sâhibidir, HükümrÂNdır.” (Fetih 48/7)

سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Resim---“Sebbeha lillâhi mâ fî’s semâvâti ve mâ fî’l- ard (ardı), ve huve’l- AZÎZu’l- HAKÎM (hakîmu).: Göklerde ve yerde olanlar ALLAH'ı tesbih etti (ve etmekte). Ve O; AZÎZ'dir, HAKÎM'dir.// Göklerdeki varlıkların ve imkânların, yerdeki varlıkların ve imkânların tamamı, ALLAH’ın koyduğu düzen içinde görevlerini yaparak, ALLAH’ı tesbih ve zikrederler. O kudretli, HİKMET Sâhibi ve HükümrÂNdır.” (Duhân 44/4)

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا
Resim---“Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh (yeşâallâhu), innALLÂHe kâne ALÎMen HAKÎMâ (hakîmen).: Ve ALLAH dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Muhakkak ki ALLAH; ALÎM'dir, Hakîm'dir (hüküm ve HİKMET Sâhibidir).// Ancak, ALLAH’ın Sünnetinin, Düzeninin Yasaları içinde, İradesinin Tecellîsine uygun olması halinde iradenizi ve tercihinizi kullanarak dilediğinizi yapabilirsiniz, RABB’inize giden yolu tutabilirsiniz. ALLAH her şeyi bilir, HİKMET Sâhibi ve Hükümrândır.” (İnsan 76/30)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

RESÛLULLAH’ta HİKMET.:
sallallahu aleyhi vesellem..

HİKMET'İN 40 KAPISI..
40 HADİS 40 YORUM..


ELİF ERDEM..
HALE ŞAHİN..
RUKİYE AYDOĞDU DEMİR..


ÖN SÖZ.:
Sevgili PEYGAMBERİMİZ aleyhisselâm mübârek sözleriyle, yaşayan sünnetiyle, çağları aşan örnekliğiyle her zaman mü’minlere yol gösterdi. İslâm’ın nasıl yaşanacağını; bir dinin hayatın bütününe nasıl nüfuz edebileceğini; hayata sevginin, şefkâtin, merhametin, iyiliğin, insanlığın nasıl katılacağını; adaletle merhametin, tevazu’yla asaletin, doğrulukla istikâmetin aynı bedende çelişmeden kendisine nasıl yer bulabileceğini O öğretti. Hakkı, hakikati, göremediğimiz gerçekleri, gözümüzden kaçan incelikleri, her yönüyle hayatı ve hatta daha da sonrasını anlamlandırmayı O öğretti. Bizi aydınlatan, arındıran, besleyen, tebessümle güzelleştiren, tefekkürle hafifleten, hayâyla süsleyen, namazla yücelten, imân, ve istikâmet üzere kendimize yol çizmeyi öğreten O idi. Bütün bunları ve daha nice güzellikleri O’nun mübârek ağzından dinlemek, O’nun ashabının nâsibiydi. Sonrasında izinin tozuna ulaşabilmek için nice insanlar hayatlarını O’nun yoluna vakfetti. Gecelerini, gündüzlerini, gözlerinin nurunu, ömür sermayelerini aşkla O’nun yolunda tüketti. Âlimler, durmak bilmeden kıtaları aşıp O’nun bir sözünün izini sürdü. Yüzyıllar boyu Hadis Meclislerinde hep O’nun sözleri dinlendi. Ciltler dolusu telif ve tasnif ortaya kondu. Kalemler en güzel şekilde onu yazdı, kelâmlar hep onu anlattı. “Benden bir söz işitip onu öğrenen ve başkalarına da aktaran kişinin ALLAH yüzünü ağartsın…” (Tirmizî, İlim, 7)
Kelâmını işittiğinden beri yüzler bu vesileyle aydınlanma telâşına düştü. Bu uğurda nice “40 HadisLer” derlendi, nice 40 hadis hafızalara nakşedildi.
Elinizdeki kitab, üç hadis talebesinin bu gâyeye mülhak samimî gayretlerinin bir neticesidir. 2013-2016 yılları arasında Diyânet Aylık Dergi’sinde yayınlanmış olan yazılardan derlenen bu kitabın oluşmasına ilham veren, yol gösteren, teşvik ve yardım eden herkese teşekkür eder, bu vesile ile yolların ve yüzlerin aydınlanmasını temenni ederiz.
ve mina’llâhi’t-tevfîk…



Resim BİZ

KİMİN MUHACİRİYİZ?..
Rukiye Aydoğdu DEMİR..


ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس ْ ِن ْ ال َخ َّط ِ اب َ ق َال َ ق َال ر َ ب َر ُم ْ ع َن ع َ ْت َان ْ ك َن َم َى ف َو َا ن ِر ٍئ م ْ َ ِ ا الم َّم ِإن َ ِ و ة َّ ِي ّ َ ُال بِالن ْ م َع َ ا األ َّم َ ِ إن َ َّلم َ س و َ ْت َان ْ ك َن َم ِ و ِه ُ ول َس َر ِ و ُ ِ إَل ّٰ ى الل ُه ت َ ْر َهِ ج ِ ف ِه ُ ول َس َر ِ و ُ ِ إَل ّٰ ى الل ُه ت َ ْر ِهج ِ ه ْ ِ إَلي َ َر َاج َا ه ُ ِ إَلى م ُه ت َ ْر َهِ ج َا ف ُه َّ ج َ و َز ت َ ٍ ي َة أ َ ْر َِو ام َا أ ه ُ ِصيب ُ َا ي ْي ُدن ِ ُ ل ُه ت َ ْر ِهج

Ömer b. el-Hattâb radiyallahu anhu’ın aktardığına göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ameller niyete göredir. Herkes sadece niyetinin karşılığını alır. Kim ALLAH ve Rasûlü için hicret ederse, hicreti ALLAH ve Rasûlü’ne olmuştur. Kim de erişeceği bir Dünyâlık veya evleneceği bir kadından dolayı hicret ederse, hicreti, hicretine sebeb olan şeyedir.” buyurmuştur.
(Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155.)

Her şeylerini arkalarında bırakıp yollara düştüler. Varlıklarını terk edip yokluğa tâlib oldular. Kendi memleketlerinin sakinleri iken başka bir diyarda muhacir olmayı tercih ettiler. Onlar artık, ALLAH ve RASÛLü uğruna çıkılan kutlu bir göçün kahramanlarıydılar. Ancak şüphesiz onlar için vatanlarından, âilelerinden, evlatlarından ayrılmak kolay değildi. Öyleyken vatanlarını terk edip en sevdiklerinden ayrılmayı göze almalarının sebebi neydi? Neydi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in dudaklarından çok sevdiği Mekke’si için.: “Senden (zorla) çıkarılmış olmasaydım, seni (asla) terketmezdim.” (Tirmizi, Menakıb, 68) sözlerinin dökülmesine sebeb olan?. Hz. Ebu Bekir’i mağarada Süraka ile Hz. Ali’yi ise Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yatağında en azılı düşmanları ile karşılaştıran sebeb neydi? Yiğitlerin cesâretini sınayan, en cesur olanların kalblerine korku düşüren, RahmÂN’ın muhacirlerinin ise ancak imânını artıran hicret, kimin içindi?. ALLAH ve RASÛLü uğruna yola düşenler için hicret, bir milât, zamana düşülen bir işâretti. Artık onlar için zaman, hicretten önce ve sonra olarak ikiye ayrılmıştı. Hicret ile İslâm’ın muhacirleri, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ayak izlerini tâkib ederek Yesrib’i medeniyetin merkezi Medine eylemişlerdi.. Peki, Mekke’den Medine’ye yol alan herkes, hicrete bu anlamı yüklemiş miydi?. RahmÂN’ın Muhacirlerinin gözünde bir Peygamber ibâdeti olan hicret, aralarından bir kişi için sadece bir göçten ibâretti. O, Mekke’den Medine’ye sevdiği bir kadına kavuşmak, onunla evlenebilmek için göç etmişti. İlk Müslümanlardan ve ilk muhacirlerden olan Ümmü Kays b. Mihsân (İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğabe, VII, 368.) Medine’ye hicret edince, onunla evlenmek amacını taşıyan bir sahabi de onun ardından Medine’ye gitmişti. Hicretinin gâyesi Ümmü Kays olduğundan bundan böyle ona.: “Ümmü Kays’ın Muhaciri” denilmişti. (Taberanî, el-Mu’cemü’l-Kebir, IX, 103; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, I, 10.)
Rivâyete göre, bu olay üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu.: “Ameller niyete göredir. Herkes sadece niyetinin karşılığını alır. Kim ALLAH ve RASÛLü için hicret ederse, hicreti ALLAH ve RASÛLü’nedir. Kim de erişeceği bir Dünyâlık veya evleneceği bir kadından dolayı hicret ederse, onun hicreti de hicretine sebeb olan şeyedir.” (Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1.)
Sevgili Peygamberimiz'in bu mübârek sözleri, bugün muhataplarına şu soruları hatırlatıyor.: “Kimlerin, nelerin muhaciriyiz bugün?. Hicretimiz kimin için?. Adımlarımız kimin izini tâkib ediyor?. Kimin için gece gündüz demeden yollara düşüyor, yolculuğun zahmetine katlanıyor, cefâsını çekiyoruz?. Yolculukta döktüğümüz terler kimin uğruna?. Para mı, güç mü, i’tibâr mı, aşk mı, şöhret mi yoksa RIZAULLAH mı menzilimiz?. HAKk’a mı bâtıla mı, kesrete mi vahdete mi dönük yüzümüz?. Yolculuğumuz nereye, nereye gidiyoruz?. Daha da önemlisi hicretimiz esnâsında niyetimiz ne, kalbimizde ne taşıyoruz?.”
Kalbimizde taşıdığımız niyete göre yolculuğumuz kutlu bir göç, bir destân, ihlâsın, sadakatin, kulluğun bir ifâdesi olabilir. Çünkü bütün davranışlara anlam katan, onları ALLAH Katında değerli kılan niyetlerdir. Niyetler, amellerin ruhudur. İnsanın bu ruhu hissetmesi ise ancak kendisine yaklaşmasıyla, içine, KiMiN MUHACIRiYiZ?.=>özüne, gönlüne bakmasıyla mümkündür. Eğer kişi kendisine yabancılaşmamışsa, aynadaki sûretini hâlâ tanıyabiliyorsa, gözleri kalbindekileri göremeyecek kadar körleşmemişse, kalbindeki niyetlerini idrak edebilir. Kalbin niyetlerin mahalli olmasından dolayı Rasûl-i Ekrem aleyhisselâm.: “ALLAH sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34.)
Buyurarak onun Nazargâh-ı İlahî oluşuna dikkat çekmiştir. Niyetler, amellere açılan kapılardır ve ancak niyet hayır olduğunda akıbet hayır olabilir. Niyetlerin temizliği, arınmışlığı ve Hâlis oluşu kadar amellerimiz ihlâslı sayılabilir. Bu yüzden RABBimiz, ancak samimî bir şekilde ve kendi rızası gözetilerek yapılan amelleri kabul eder. (Nesaî, Cihad, 24.)
Dini yalnız ALLAH’a has kıldığımızda,


قُلْ أَمَرَ رَبِّي بِالْقِسْطِ وَأَقِيمُواْ وُجُوهَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَادْعُوهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ كَمَا بَدَأَكُمْ تَعُودُونَ
“Kul emere RABBî bi’l- kıst (kısti) ve ekîmû vucûhekum inde kulli mescidin ved’ûhu muhlisîne lehu’d- dîn (dîne), kemâ bedeekum teûdûn (teûdûne).: De ki.: “RABBim, adaletle davranmanızı ve bütün mescidlerde kendinizi (vechlerinizi) namaza ikâme etmenizi emretti. Ve dînde ihlâsla O'na (ALLAH'a) DUÂ edin. Sizi yarattığı gibi (O'na) dönersiniz.”// “RABBim adâletli ve doğru olmayı, adâleti gerçekleştirerek, sosyal, siyasî, ekonomik ve idarî bir düzen kurmayı, sosyal adâleti, sosyal güvenliği temin etmeyi, refah payını artırarak toplumda dengeli dağıtmayı emretti. Her secde ettiğiniz, her ibâdet ettiğiniz yerde, her mescidde, yüzünüzü, varlığınızı, benliğinizi ALLAH’a teslim edip, âdâbına riâyet ederek dinin emirlerini açıkça yerine getirin, kendinizi ALLAH YOLU’na adayın, ibâdet edin. ALLAH’ın DÎNİ’ni ve düzenini içtenlikle benimseyerek samimîyetle toplumlarınızda uygulayıp, O’na kulluk, ibâdet ve DUÂ edin. ALLAH, sizi başlangıçta nasıl var edip Dünyâya getirdi ise, aynı şekilde O’na döneceksiniz, huzuruna çıkacaksınız.” de.” (A’râf 7/29)

RABBimiz’e karşı samimî bir kulluk sergilediğimizde davranışlarımız O’nun için bir değer arz eder. Niyetlerimizde Rıza-yı HAKk’ı gözetmediğimizde, niyetimizi sâlih kılamadığımızda ise sâlih amellerden de söz edilemez. Bu durumda, ruhumuzun mir’âcına sebeb olması gereken namazlarımız, bizleri kötülüklerden alıkoyamaz. Oruçlarımız, artık bizim için bir kalkan değildir, sadece açlık ve susuzluktan ibârettir. Kurbanlarımız RABBimiz’e kurbîyyete vesile olamaz, elimizde kalan sadece onların etleri ve kanlarıdır. İhlâsın yerini gösteriş, samimîyetin yerini riyâ almışsa, sağ elimizin verdiğini sol elimizin bilmemesi gereken fedakârlıklarımızı herkes biliyorsa, o vakit sadakalarımız RABBimiz’e sadakatimizi ifâde etmekten çok uzakta demektir. Gösteriş malzemesi yapılan sadakalar ömrümüze bereket getirmekten ziyâde bizi çoraklaştırır. Riyâ ile safîyetini kaybeden ameller, RABBimiz’in Katı’nda, üzerinde az bir toprak bulunan ve şiddetli yağmura ma’ruz kalınca çıplak hâle gelen kayaya benzer.


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُبْطِلُواْ صَدَقَاتِكُم بِالْمَنِّ وَالأذَى كَالَّذِي يُنفِقُ مَالَهُ رِئَاء النَّاسِ وَلاَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَأَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْدًا لاَّ يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

“Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tubtılû sadakâtikum bi’l- menni ve’l- ezâ, kellezî yunfiku mâlehu riâe’n- nâsi ve lâ yu’minu billâhi ve’l- yevmil âhır (âhıri), fe meseluhu ke meseli safvânin aleyhi turâbun fe esâbehu vâbilun fe terakehu saldâ (salden), lâ yakdirûne alâ şey’in mimmâ kesebû vallâhu lâ yehdî’l- kavme’l- kâfirîn (kâfirîne).: Ey imân edenler! ALLAH'a ve yevmi’l- âhire inanmayarak, malını insanlara riyâ (gösteriş) için infâk eden (veren) kişi gibi, sadakalarınızı minnetle (başa kakarak) ve ezâ ile bâtıl etmeyin (boşa çıkartmayın). İşte onun durumu, üzerinde toprak bulunan sert bir kayaya benzer ki, ona kuvvetli bir yağmur isâbet edince, böylece (üzerindeki toprağın gidip), onu (tekrar) sert (verimsiz) bir kaya halinde bırakması gibidir. Onlar kazandıklarından bir şey elde edemezler. ALLAH, kâfirler kavmini hidâyete erdirmez.// Ey imân edenler, başa kakarak, yüze vurarak, gönül inciterek imânda sadâkatinizin ve kemâlinizin ifâdesi olan sadakalarınızın, hayırlarınızın, boşa gitmesine sebep olmayın. ALLAH’a, ALLAH’a imânın gerektirdiği esaslara ve âhiret gününe inanmayıp da, insanlara gösteriş için malını harcayana benzemeyin. Böylelerinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz bir kayaya benzer. Sağanak halinde bir yağmur isâbet edince onu çıplak bir kaya haline getirir. Böyle kimseler yaptıkları iyiliklerden dolayı, hiçbir mükâfat elde edemezler. ALLAH kulluk sözleşmesindeki ortak taahhüdlerini ALLAH’a imân, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek örtbas edip inkârda ısrar eden münkir, kâfir bir kavmi, doğru yola sevketme lütfunda bulunmayacak.” (Bakara 2/264)

Hâlis Ameller, riyâ ile gösteriş arzusu ile “desinler" diye yapılarak kirletildiğinde anlamını kaybeder, samimîyet olmadan değerler değerini yitirir. “Cömert” desinler diye infakta bulunan, “âlim” desinler diye ilim tahsil eden, “kahraman” desinler diye savaşan kimsenin çabasının hiçbir kıymeti yoktur. Hatta bu kimseler, sahte niyetlerle yapılan sahte amellerinden ötürü âhirette hüsrâna uğrayacaklardır. (Müslim, İmare, 152.)
Çünkü ihlâsı, samimîyeti bilmeyene insanlar.: “âlim” dese de hakiki câhil odur. Gönlünü RABBi’nin Rızasıyla zenginleştirmeyenin adı “zengin” olsa da hakikatte o, insanların en yoksuludur. Samimîyetsiz secdelerle âbid, Dünyâya gönül bağlayarak zâhid, Ümmü Kays’lara hicret ederek muhacir olunmaz. Gerçek muhacir, her şeyden önce Dünyâya ve Dünyâlıklara dair her şeyi terk ederek =>“ihlâs”a hicret edendir. Uzaklarda bir yerlerde boynu bükük bir hâlde ihlâs bizi bekliyor. Riyâdan, kibirden, ikiyüzlülükten uzaklaşıp samimîyetin kapısını ne zaman çalacağız?. Kulluk gösterilerinden, gösteriş bağımlılığından, uzaklaşıp ihlâs ve takvânın gönlünü ne zaman alacağız?.
Sâhi yolculuğumuz nereye, bizler kimin muhaciriyiz?!.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

MÜKERREM VARLIK.: İNSÂN
* Rukiye Aydoğdu DEMİR

م َك َاء ِم َِإ َّن د ِ َ ... ق َال » ف َبِيه ْ أ َن َ ع ة َ َ ْكر َبِى ب ْ ِن أ َ ِن ب ْ م َّح ِد الر ْ ب َ ْ ع َن ع ِى َ َذا ، ف ْ ه ِ ُكم ْ م و َ ِ ي َة م ْ ُر َح ٌ ك َ ام َر ْ ح َ ُكم ن ْ ي َ ْ ب َ َ اض ُكم ْر َع أ َ ْ و َ َال ُكم ْ و َم أ َ و َ َذا ...« ْ ه ُم َلِدك َ ِى ب َ َذا ، ف ْ ه ُم ِرك ْ َشه
Abdurrahman b. Ebî Bekre radiyallahu anhu’nin babasından naklettiğine göre Hz. Peygamber (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur.: “(Ey insanlar!) Bu (Zilhicce) ayınızda, bu (Mekke) şehrinizde bu (Arefe) gününüz nasıl saygın ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (kişilik değerleriniz ve namuslarınız) da aynı şekilde saygındır.” (Buhârî, İlim, 9, Kasâme, 30.)

Mukaddes bir mekân, mübârek bir zaman… Nurun alâ nur… Hicretten on yıl sonra, zilhiccenin dokuzunda, arefe gününde Arafat toprakları binlerce inanmış yüreği misâfir ediyor. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, öğle sıcağının altında kızıl devesinin üzerinde, mübârek dudaklarından dökülecek her bir kelimeye dikkat kesilmiş ashabının karşısında duruyor. Hüzünlü yürekler.: “Belki de bu haccımdan sonra bir daha haccedemem.” (Müslim, Hac, 310.) buyuran Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in sözlerini hafızalarına nakşetmek için dikkatle onu izliyor. O gün, Rebia b. Ümeyye’nin yüksek sesle tekrarlayarak kalabalığa duyurduğu (İbn Hişam, Siret, II, 605.) ve ashab arasında ağızdan ağza nakledilen o sözler, yüzyıllar sonra onun ümmetinin kulaklarından gönüllerine şöyle akıyor.: “(Ey insanlar!) Bu (Zilhicce) ayınızda, bu (Mekke) Şehrinizde bu (arefe) gününüz nasıl saygın ise kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (şeref ve haysiyetiniz) da aynı şekilde saygındır (dokunulmazdır)...” (Müslim, Hac, 147)
Sevgili Peygamberimiz, bu sözleriyle câhiliye karanlığından henüz kurtulan insanlara, insanın canıyla, kanıyla, mal ve ırzıyla mukaddes bir varlık olduğunu hatırlatıyordu. İnsanların kim olduklarını unuttukları, kendilerine yabancılaştıkları ve aynadaki sûretlerini tanımakta zorlandıkları bir zamanda onları içine düştükleri girdaptan o çekip çıkarmıştı. Beşerin yırtıcılıkta sırtlanları geçtiği, insanın kanını dökmenin, malını yağmalamanın, onurunu ayaklar altına almanın fazilet olarak görüldüğü câhiliye zulmüne o son vermişti. İnsanın atalarından devraldığı soyun, gücün, zenginliğin, asabîyetin ve tüm diğer sahte övünç vesilelerinin hükümdarlığını o bitirmişti. Yirmi üç yıl süren nübüvveti boyunca insanoğluna kaybettiği değerlerini kazandırma mücâdelesi veren Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Vedâ Haccı esnâsında da onun sâhib olduğu dokunulmaz haklarına işâret etmiş ve insanın saygın bir varlık olduğunu vurgulamıştı. Muhatablarının gönüllerine iyice yerleşmesi için de kudsal sayılan diğer değerleri zikrederek sözlerine başlamıştı. Buna göre insanın kanı, malı ve ırzı tıpkı zilhicce ayı, arefe günü ve Mekke şehri gibi saygındı. Kur’ÂN’da ilk on günü üzerine yemin edilen,


وَلَيَالٍ عَشْرٍ
“Ve leyâlin aşr (aşrın).: Andolsun on geceye!” (Fecr 89/2)

HAKkında Hz. Peygamber’in.: “Sâlih amelin ALLAH Katında (zilhiccenin ilk) on gün(ün)den daha sevimli olduğu hiçbir gün yoktur.” (İbn Mace, Sıyam, 39.)
Buyurduğu zilhicce Ayı, kan dökmenin ve savaşmanın yasaklandığı “haram aylar” arasındadır ve kudsaldır. Hac ibâdetinin gerçekleştirildiği, Arafat’ta vakfeye duran hacıların günahlarından arındıkları gün olan arefe günü de Müslümanlar için özel zamanlardandır.
Sevgili Peygamberimizin.: “ALLAH’ın en hayırlı ve ALLAH’a en sevimli olan beldesi.” (Tirmizi, Menakıb, 68.) olarak nitelediği Mekke, “Harem” yani dokunulmaz bir mekândır. Mukaddes şehir Mekke’de kan dökülmez, Mekke’nin otu koparılmaz, ağacı kesilmez, hayvanı ürkütülmez, yitiğine el konulmaz. (Buhârî, Cenaiz, 76.)
Hadiste zikredilen tüm bu kudsal değerler gibi maddî ve manevî kişiliği ile insan da saygındır.
Zira o, en güzel biçimde yaratılan;


لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
“Lekad halakne’l- insâne fî ahseni takvim (takvîmin).: Andolsun ki BİZ, insanı (nefsini), ahseni takvim içinde (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparak en güzele ulaşabilecek özellikte) yarattık.// BİZ insanı en güzel bir biçimde, en güzel duygularla, İlâhî Ahlâk ile ahlâklanacak güzellikte, hayat şartlarına katlanabilecek, dünyadaki sorumluluğunu üstlenebilecek mükemmeliyette imkân ve kabiliyetlerle yarattık.” (Tîn 95/4)

Türlü nimetlerle rızıklandırılan;


وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
“Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhum fî’l- berri ve’l- bahri ve razaknâhum mine’t- tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ (tafdîlen).: Ve andolsun ki; Âdemoğlunu kerem sahibi (şerefli) kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından) üstün kıldık.//Andolsun ki, BİZ Âdemoğulları’nı asâletli, şerefli ve saygıya lâyık kıldık, ikrama lâyık gördük. Karada ve denizde onlara ulaşım imkânları sağladık. Onlara helâlinden, temizinden ve helalinden rızık ve servetler verdik. Lütufta bulunarak onları yarattığımız birçok varlıklardan gerçekten üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)

Kâinatın hizmetine sunulduğu,


أَلَمْ تَرَوْا أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَأَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةً وَمِنَ النَّاسِ مَن يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُّنِيرٍ
“E lem terev ennellâhe sehhare lekum mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ardı ve esbega aleykum niamehu zâhireten ve bâtıneh (bâtıneten), ve mine’n- nâsi men yucâdilu fîllâhi bi gayri ilmin ve lâ huden ve lâ kitâbin munîr (munîrin).: Göklerde ve yerlerdeki herşeyi, ALLAH'ın size musahhar (emrinize amade) kıldığını görmediniz mi? Ve sizin üzerinizdeki görünen ve görünmeyen (açık ve gizli) ni'metlerini tamamladı. Ve insanlardan bir kısmı (hâlâ) ilmi, bir hidâyete erdiricisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın, ALLAH hakkında mücâdele ederler.// ALLAH’ın, koyduğu kanunlar gereğince, göklerdeki varlıkları ve imkânları, yerdeki varlıkları ve imkânları faydalanmanız için emrine boyun eğdirdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmüyor musunuz? Yine de, bilgisi, ilmî delili, hakka ulaştıracak rehberi ve aydınlatıcı kitabı olmadan ALLAH hakkında tartışan insanlar var.” (Lokmân 31/20)

Yeryüzünün en değerli varlığı, RABBinin yeryüzündeki halifesidir.


وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
“Ve iz kâle RABBuke li’l- melâiketi innî câilun f’î-l ardı halîfeh (halîfeten), kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfiku’d- dimâ (dimâe), ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek (leke), kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn (tâ’lemûne).: Ve RABBin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de).: “Orada fesât çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.” dediler. (RABBin de).: “Muhakkak ki BEN, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu.// Hani RABB’in meleklere.: “BEN, yeryüzünde dünya düzeni kurmaya, ilâhi hükümleri icraya, yeryüzünü imâra yetkili halifeler hazırlayıp yerleştireceğim.” demişti. Melekler.: “Orada bozgunculuk yapacak, karışıklık çıkaracak, kan dökecek birilerini mi hazırlayıp yerleştireceksin? Oysa biz SANA hamdederek zikrediyor, SENİ tesbih ediyoruz. SENİN kudsallığını biliyor, kabul ediyor, SENİ takdis ediyoruz.” dediler. RABBin.: “Ben, sizin bilmediklerinizi biliyorum.” buyurdu.” (Bakara 2/30)

Mükerrem Varlık,


وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
“Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhum fî’l- berri ve’l- bahri ve razaknâhum mine’t- tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ (tafdîlen).: Ve andolsun ki; Âdemoğlunu kerem sâhibi (şerefli) kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından) üstün kıldık.// Andolsun ki, BİZ Âdemoğulları’nı asâletli, şerefli ve saygıya lâyık kıldık, ikrama lâyık gördük. Karada ve denizde onlara ulaşım imkânları sağladık. Onlara helâlinden, temizinden ve helalinden rızık ve servetler verdik. Lütufta bulunarak onları yarattığımız birçok varlıklardan gerçekten üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)

Bu yüzden insanın yaşama HAKkını elinden almak, haksız bir şekilde onun kanını dökmek, büyük günahlar arasında zikredilmiştir. (Nesâî, Vesâya, 12.)

Haksız yere bir insanı öldürenin, bütün insanları öldürmüş gibi olacağı bildirilmiş,


مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنَّهُ مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا وَلَقَدْ جَاء تْهُمْ رُسُلُنَا بِالبَيِّنَاتِ ثُمَّ إِنَّ كَثِيرًا مِّنْهُم بَعْدَ ذَلِكَ فِي الأَرْضِ لَمُسْرِفُونَ
“Min ecli zâlik (zâlike), ketebnâ alâ benî isrâîle ennehu men katele nefsen bi gayri nefsin ev fesâdin fî’l- ardı fe ke ennemâ katele’n- nâse cemîa (cemîan) ve men ahyâhâ fe ke ennemâ ahye’n- nâse cemîa (cemîan) ve lekad câethum rusulunâ bi’l- beyyinâti summe inne kesîran minhum ba’de zâlike fî’l- ardı le musrifûn (musrifûne).: İşte bundan dolayı (Tevrat'ta) İsrailoğullarına şöyle yazdık; Kim bir kişiyi, bir kişi karşılığında olmaksızın veya yeryüzünde bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse, muhakkak ki o bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de (bir kişinin hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa bütün insanları yaşatmış gibi olur. Ve andolsun ki Resûl'lerimiz onlara apaçık deliller ile geldi. Sonra da, şüphesiz onlardan birçoğu, bundan sonra gerçekten yeryüzünde aşırı giden müsrifler oldular.// İşte bu yüzdendir ki, İsrâiloğulları’na şu hükümleri, yazılı kural haline getirdik. Kim haksız yere, kısası gerektiren bir sebep ortada yokken veya yeryüzünde, kanının heder edilmesini gerektirecek bir bozgunculuğa, anarşiye karışmamış bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmek gibi ağır bir cinayet işlemiş olur, sorumlu tutulur.Bir kimseye hayat veren, yaşamasına sebep olan da, bütün insanlara hayat vermek gibi büyük bir hayır işlemiş olur, mükâfatlandırılır.Andolsun ki, Rasullerimiz onlara apaçık delillerle geldiler. Yine de, bundan sonra, onların birçoğu yeryüzünde ALLAH’ın emirlerine âsi oldular, kural tanımadılar, ağır-adaletsiz hükümler içeren kurallar uyguladılar, câhilce aşırı davranışlarda bulundular.” (Mâide 5/32)

Ve bu fiili işleyenler için dünyevî ve uhrevî birtakım yaptırımlar belirlenmiştir..
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Vedâ Hutbesi’nde Câhiliye Dönemi âdetlerinden olan kan davalarını ayaklarının altına alıp geçersiz kıldığını ilan etmiştir. (Müslim, Hac, 147.)
İnsanın yaşama HAKkının yanında hayatını idame ettirebilmesi için mülkiyet edinme HAKkı da bulunmaktadır ve tıpkı canı gibi malı da dokunulmazdır; her türlü haksız müdahaleye karşı koruma altına alınmıştır. Bu yüzden İslâm Hukukunda hırsızlık, gasb, fâiz, kumar gibi haksız kazanç şekilleri yasaklanmış, helâlinden kazanılan malın helâl yollarda harcanmasına dâir çeşitli hükümler konulmuştur.
Hadiste zikredilen, insanın saygı gösterilmesi gereken dokunulmaz değerlerinden biri de “ırz” kavramıyla ifâde edilen manevî kişiliği ve onurudur. İnsanoğlu, sırf insan olma vasfını taşıdığından dolayı saygındır; ırkı, rengi, dili ne olursa olsun tüm insanlar bu hususta eşittir.
Sevgili Peygamberimiz, ALLAH’ın kulu olmaları yönünden insanlar arasında bir fark bulunmadığını, üstünlüğün ancak takvâda olduğunu bildirmiştir. (İbn Hanbel V, 411.)
İnsan, bizatihi saygın bir varlık olduğundan dolayıdır ki onun kanını dökme, ona maddî, manevî şiddet uygulama, iftirada bulunma, gıybetini yapma, alay etme, küçümseme, taklidini yapma, hatta onunla ilgili eyleme dökülmemiş kötü zanlara sâhib olma dahi onun onurunu inciteceğinden yasaklanmıştır. Zira o, kâinatın gözbebeği, âlemin zübdesidir. Onun gönlünü hoş tutmak, onu incitmemek en değerli ibâdettir. Çalab’ın tahtı olan gönlü yıkma, Nazargâh-ı İlahî olan kalbi kırma Kâbe’yi yıkmak kadar büyük bir suçtur. Haksız yere bir insanın onuruyla ilgili ithamda bulunmak, büyük günahların en büyüklerindendir. (Ebu Davud, Edeb, 40.)
ALLAH, kulun (her türlü) hatasını bağışlar, ancak kul, ne zaman ki kardeşinin şeref ve şahsiyetine dokunacak bir iş yaparsa, işte asıl günah bu olur. (İbn Mace, Tıb, 1.)

Sevgili Peygamberimiz, yeryüzündeki en mükerrem varlığın kendi değerini muhafaza edip onurlu bir şekilde yaşamasına dâir hayatın en ince noktalarına varıncaya kadar tavsiyelerde bulunmuştur. İnsanın RABBi’ne nasıl kulluk edeceği, insanlarla kuracağı ilişkileri, kalbini hastalıklardan nasıl koruyacağı, konuşma, yeme-içme, giyinme âdabı ve daha pek çok hususta yol gösterici olmuştur. İnsanın onurlu bir varlık olarak hayatta duruşunun, bakış açısının nasıl olacağı ve onurunu kaybetmeden nasıl mücâdele edeceğiyle ilgili tüm ilkeleri insanlığa sunmuştur. İnsanlığın bu ilkeleri hatırlamaya en çok da mukaddes değerlerinin çiğnendiği, dokunulmaz haklarının ihlal edildiği ve çetin bir onur imtihanından geçtiği bugün ihtiyacı vardır..
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

HER DOĞAN FITRAT ÜZERE DOĞAR..

Elif ERDEM..


ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس ِ َ عنه ق َال َ : ق َال ر َ ّٰ رضى الل ة َ ر ْ ي َ ُر َا ه َب َ َّن أ أ ْ َو ِ أ ِه َان ِد ّ َو ه ُ ُ ي َ اه َو َب َأ ِ ، ف ة َ ِ ْطر َ َل ْى الف ُ َول ُد ع َّ ي ٍ ِ إال ُود ل ْ َ و ْ م ِن َا م َ : "م َ َّلم َ س و ."... ِ ِه َ ان ِ س ّ َج م ُ ْ ي َو ِ أ ِه ان َ ِ ر ّ َص ن ُ ي
Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusî yapar.” buyurmuştur.
(Buhârî, Tefsîr (Rûm), 2)

RABB’imiz’in.: “Yeryüzünde bir halife var edeceğim.” (Bakara 2/30) sözüyle başlamıştır insanın hayat serüveni.

“Ve RABB’in meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.” dediler. (RABB’in de): “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu.” (Bakara 2/30)
Ardından Yüce ALLAH, insanı “en güzel sûrette” yaratmış ve kendisini sabah akşam tesbih eden, günahtan masun/korunan meleklerine, onun önünde saygıyla eğilmelerini emretmiştir. :
“Ve RABB’in meleklere: “Muhakkak ki BEN yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz SENİ, hamd ile tesbih ve SENİ takdis ediyoruz.” dediler. (RABB’in de).: “Muhakkak ki BEN, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu.
Ve (ALLAH), Âdem'e, (ALLAH'ın) isimlerinin hepsini (bu isimlerdeki hikmetleri) öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek dedi ki.: “Haydi sadıklardan iseniz bunları isimleri ile BANA haber verin (söyleyin).
(Melekler): “SENİ tenzih ederiz.” dediler. “SENİN bize öğrettiğinden başka (hiç) bir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki SEN, ALÎM'sin (en iyi bilensin), HAKÎM'sin (hikmet sâhibisin).
(ALLAH).: “Ey Âdem! Bunları onlara, isimleriyle haber ver (bildir).” dedi. Âdem onları isimleriyle onlara bildirdiği zaman (ALLAH, meleklere).: “BEN size demedim mi, muhakkak ki BEN, göklerin ve yerin bilinmeyenlerini bilirim.Ve sizin açıkladığınız ve (içinizde) gizlemiş olduğunuz şeyleri de bilirim ?” dedi.
Ve meleklere.: “Âdem'e secde edin.” dediğimiz zaman İblis hariç, (onlar) hemen secde ettiler. (İblis) direndi ve kibirlendi. Ve kâfirlerden oldu.”
(Bakara 2/30-34)

Zirâ onu değerli kılmış ve yarattıklarının pek çoğundan üstün tutmuştur.
“Ve andolsun ki; Âdemoğlunu kerem sâhibi (şerefli) kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından) üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)

Yerde ve gökte ne varsa onun hizmetine sunmuş, ona dilediği her şeyi vermiştir. Böylesine değerli ve böylesine mükemmel yaratılmıştır insan. Ve bu yaratılışın tek bir amacı vardır: Yalnızca bir olan ALLAH’ı ilâh kabul etmek ve O’nun razı olacağı bir hayat sürmek.
“Ve BEN, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) BANA kul olsunlar diye yarattım.”
(Zâriyât 51/56)


Bunun için kendisine gereken tüm imkânlar verilmiş ve her insan kâmil sifâtlarla donatılıp yeryüzünün halifesi olmaya lâyık bir insan olma potansiyeliyle Dünyâya gönderilmiştir.

“Yaratılış, belli yeteneklere ve yatkınlığa sâhib olma” anlamına gelen fıtrat, insanın, yaratılışındaki bu özü ifâde eder.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar.” buyurmuştur.
(Buhârî, Tefsir, 2)

Diyen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ırkı, soyu, cinsiyeti ne olursa olsun, her insanın bu mükemmel yaratılışla, ALLAH’a inanma potansiyeliyle Dünyâya geldiğini anlatmaktadır. Herkesin ancak kazandığının karşılığını alacağını ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini ısrarla vurgulayan,
“O herşeyin RABB’i iken, ALLAH'tan başka RABB mı isteyeyim?” de. Bütün nefsler, kendisine ait olandan başkasını kazanmaz. Ve bir günahkâr, başkasının günahını (yükünü) taşımaz. Sonra dönüşünüz RABB’inizedir. O zaman, hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeyleri size haber verecek.” (En’âm 6/164)

İslâm inancına göre, her çocuk tertemiz ve günahsız olarak doğar. Çevreden gelen herhangi bir etkiye ma’ruz kalmadan önce tertemiz bir yaratılışla Dünyâya gelen insan, bu halini koruyabildiği sürece kendiliğinden iyiye yönelir. Zirâ onu türlü kabiliyetlerle donatan Yüce ALLAH, kendisine iyiyle kötüyü birbirinden ayırt edebilme yeteneği vermiş ve onu iyiye eğilimli kılmıştır.
“Sonra ona (nefse) fücurunu ve takvâsını ilham etti.” (Şems 91/8)

Bu yüzdendir ki Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem iyilik ve kötülüğün ne olduğunu soran Vâbısa b. Ma’bed adlı sahabiye.: “İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetvâ verseler (onaylasalar) bile, gönlü(nü) huzursuz eden ve iç(in)de bir kuşku birâkan şeydir.” buyurmuştur.
(Dârimî, Büyû’, 2)
Sözleriyle cevap vermiştir. Yine kendisine aksi bir yönlendirme bulunmadığı takdirde insan tevhide yakındır, RABB’ini bir olarak bilmeye ve O’na inanmaya hazırdır. Zirâ Ruhlar Âlemi’nde.: “Ben sizin RABB’iniz değil miyim?” dediğinde tüm ruhlarla birlikte “Evet RABB’imizsin.” diyerek, bu Yüce Yaratıcı’nın ilâhlığına şâhidlik etmiştir.

“Ve Kıyâmet Günü.: “Gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz)” dersiniz diye (dememeniz için), senin RABB’in, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şâhid tuttu. (ALLAHu TeALÂ şöyle buyurdu).: “BEN, sizin RABB’iniz değil miyim?” Dediler ki.: “Evet, (SEN, bizim RABB’imizsin), biz şâhid olduk.” (A’râf 7/172)

Dünyâ Hayatı’nda da asıl sâhibi olan bu Yüce Varlığı aramakta ve Kur’ÂN-ı Kerim’de ifâde edildiği üzere, gönlü ancak O’nu anmakla huzur bulmaktadır.:
“Bunlar, imân edenler ve kalbleri ALLAH'ın zikriyle mutmâin olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler yalnızca ALLAH'ın zikriyle mutmâin olur.” (Ra’d 13/28)

Tevhide aykırı olan hiçbir inanç ve yaşantı insanın fıtratına aykırı olduğundan kişiyi tatmin etmez. Tıpkı Hz. İbrahim aleyhisselâm’i tatmin etmediği gibi. Nitekim, bir zamanlar putlara tapan kavminin inançlarını ve yaşantısını benimseyemeyen Hz. İbrahim aleyhisselâm, kendine bile faydası olmayan putlardan yüz çevirmiş ve bir arayış içerisine girmişti. Özünde var olan inanma ihtiyacını karşılayabilecek gerçek bir ilâh olması gerektiğine kanaat getirdi. Yaşadığı toplumda gök cisimlerinin insan hayatında etkin rolü olduğu inancı hâkimdi. Buradan çıktı yola ve bir Yıldız gördü. “RABB’i bu olabilir mi?” diye düşündü. Onun kaybolduğunu görünce Ay’a çevirdi yüzünü. “Belki de buydu asıl RABB’i.” Ama hayır, o da batıyordu gün doğunca. Peki ya güneş, düşündüklerinin hepsinden daha büyüktü, RABB’i olmaya daha lâyık göründü gözüne. Fakat gün bitince onun da hükmü sona erdi. Bunların hiçbiri RABB’i olamazdı Hz. İbrahim aleyhisselâm’ın. Bütün bunları yaratan, her dâim yarattıklarıyla beraber olan, bütün varlığın hâkimi olmalıydı RABB’i. Böylece bâtıl inançlardan sıyrılıp HAKk’a yöneldi, RABB’i de onu doğru yola iletti ve kendisini diğer insanlara peygamber olarak gönderdi.:
“Ve İbrâhîm, babası Azer'e şöyle demişti.: “Sen putları ilâhlar mı ediniyorsun? Muhakkak ki ben, seni ve kavmini apaçık dalâlette görüyorum.
Ve böylece Biz, İbrâhîm'e onun mûkınîn (yakîn hasıl edenlerden) olması için yerin ve göklerin (semaların) melekûtunu gösteriyoruz (gösteriyorduk).
Gece onun üzerini örtünce, (gece olunca) bir yıldız gördü. “Bu benim RABB’im” dedi. Fakat kaybolunca.: “Kaybolup gidenleri sevmem.” dedi.
Ay'ı doğarken görünce.: “Benim RABB’im bu.” dedi. Fakat kaybolunca.: “Eğer RABB’im beni hidayete erdirmezse, mutlaka dalâletteki kavimden olurum.” dedi.
Güneşi doğarken görünce.: “Bu benim RABB’im, bu daha büyük.” dedi. Fakat kaybolup gidince.: “Ey kavmim ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” dedi.
Muhakkak ki ben, hanif olarak yüzümü, yeri ve semaları yaratan ALLAH'ın Zât'ına döndürdüm.Ve ben, müşriklerden değilim.”
(En’âm 74-79)


Dinimizde tertemiz ve HAKk’a meyyâl olan bu fıtratın korunması üzerinde önemle durulmuştur. Yüce ALLAH Kur’ân-ı Kerim’de.: “HAKka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. ALLAH’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. ALLAH’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
“Artık hanif olarak kendini (vechini) dîn için ikâme et, ALLAH'ın hanif fıtratıyla ki; ALLAH, insanları onun üzerine (hanif fıtratıyla) yaratmıştır. ALLAH'ın yaratmasında değişme olmaz. KAYYÛM olan (kaim olacak, ezelden ebede kadar yaşayacak) dîn budur. Fakat insanların çoğu bilmez.” (Rûm 30/30)

Buyurmuş, Hz. Peygamber aleyhisselâm da pek çok hadisinde fıtrattan gelen fiziksel özellikleri de olduğu gibi korumanın gereğine işâret etmiştir. Dinimizin vazettiği tüm emir ve yasaklar da insan fıtratına uygun bir yapı arz etmektedir. Ne var ki insan, belirli bir çevrede Dünyâya gelir, hali hareketleri, inancı ve yaşantısı çevresinin etkisiyle şekillenir. Hadisin devamında.: “Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusî yapar.” sözüyle çocuğun, her şeyden önce içinde bulunduğu âilenin inancıyla yetişeceğini belirten Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm, onun bu işlenmemiş, saf haliyle her türlü yönlendirmeye açık olduğuna da dikkatleri çekmiştir. ALLAH’a inanma ve O’nun rızasına göre yaşama kabiliyetiyle yaratılan insanın bu potansiyeli açığa çıkarması ve kendini bu yönde geliştirebilmesi için desteğe ihtiyacı vardır. Yüce ALLAH Dini bu nedenle var etmiş, peygamberlerini ve Kitablarını insanlara bu doğrultuda rehber olarak göndermiştir. Bu sözlerle anne ve babanın çocuğun dinî yaşantısındaki etkin rolüne işâret eden Hz. Peygamber aleyhisselâm, aynı zamanda din eğitimi ve öğretimi konusunda ebeveyne önemli görevler düştüğünün de altını çizmektedir. İnsanın bu hayattaki sınavı, kendisini en güzel ve değerli sûrette yaratan RABB’i’nin kendisine verdiği tertemiz fıtratı koruyarak geliştirmek ve Yaratıcısı'na kâmil bir mü’min olarak dönmeyi başarabilmektir. Bunun için yine RahmÂN olan RABBimiz’e sığınarak, O’ndan yardım istememiz gerektiğini hatırlatan Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm, yatmadan önce şu DUÂyı yapmayı tavsiye etmiştir.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH’ım! Kendimi SANA teslim ettim. İşimi SANA havale ettim. Azabından korkup, sevabını umup sırtımı SANA dayadım. SENden (azabından) korunmanın ve güvende olmanın tek yolu, ancak SANA (rahmetine) sığınmaktır. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin Nebî’ye inandım. Beni öldürürsen (bozulmamış) fıtrat üzere öldür. Bu kelimeleri son sözlerim eyle!.” buyurmuştur.
(Buhârî, Deavât, 6.)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim KİMsin?!.

Rukiye Aydoğdu DEMİR

م َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس َ َ ق َال َ ق َال ر َر ُم ْ ِن ع َ ِن اب ع ْ ُم ْه ِ ن َ م ُو َه ٍ ف ْم َو َ بِق ه َّ َ َشب ْ ت َن م
Abdullah b. Ömer radiyallahu anhu’den nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Libâs, 4)

Soru.: “KİMsin?!.” =>Cevap.: “
Soru.: “KİMsin?!.” =>Cevap.: “” …Sustu… (Susmak hiçbir zaman sadece susmak anlamına gelmez.)
Bu soruyu bir BAŞKAsı sorsaydı keşke. O zaman her şey çok daha kolay olabilirdi. Ama insanın içinden münâsebetsiz zamanlarda, hiç beklemediği bir anda, apansız böyle soruların geçmesi ve yine insanın kendisinin bu sorulara cevap vermek, daha doğrusu sorunun sebeb olduğu dipsiz boşluğu doldurmak zorunda olması pek de kolay değil.

Soru.: “KİMsin?!.
Durup düşünmeli, ölçüp tartmalı, aramalı bulmalıdır şimdi kendisini. Bunca yoğunluğun, işin gücün, hesâbın kitabın arasında başını ellerinin arasına alıp her şeyi susturup cevap vermelidir kendisine. İnsanın derûnundan gelen ve âdeta kendisini delip geçen, her şeye verilecek bir cevabı varken afallamasına, basamakları hızla çıkarken tökezlemesine sebeb olan bu tür sorulara cevap bulmak kolay değildir. Çoktan seçmeli olsaydı soru belki durum daha farklı olabilirdi ya da kimliğinde yazanlar kim olduğunu hatırlamasına yetseydi daha kolaydı işi. Gurur kaynağı olan kabarık cv’sinin satırlarında da havalı özgeçmiş dosyasında da aradığını bulamadı. Şöyle bir etrafına baktı. (Aynı zamanda gördü) HERKES birbirine ne kadar benziyordu. kendisine döndü baktı.. HERKESle ne kadar çok ortak noktası vardı. Düşündürdü bu durum onu. (Düşünmesi doğru yolda olduğuna işâret…) HERKESle aynı mekânlara takılıyor, HERKESin kafa yorduğu konular üzerinde aynı edâyla konuşuyor, cümlelerinde aynı tonlamayla benzer noktaları vurguluyordu. HERKES gibi giyiniyor, HERKES gibi yürüyor, HERKES gibi okuyor, HERKES gibi yaşıyordu. Bir şeyi HERKES yaptığı için yapıyor, sevdiği için seviyor, bıktığı için bıkıyordu. HERKES kadar düşünceli, HERKES kadar hisli, HERKES kadar merhametli, HERKES kadar hassasiyet sâhibi idi. Bunun yanında HERKES kadar duyarsız, HERKES kadar hissiz, HERKES kadar doyumsuz ve bencil biriydi. Şaşırdı. (Şaşırması hala şaşırabildiğini gösteriyor. Üstelik kimse şaşırmazken bunu yapabilmesi harika!.)

Soru.: "KİMsin?!."
Kontrolünü asla kaybetmemesi gerektiğini düşündü. (Oysa hayatının kontrolünü çoktan BAŞKAlarının eline vermişti.) Profesyonel bir şekilde yaklaşarak bu soruyu cevaplayabilirdi. Bütün kostümleri, bütün maskeleri, bütün markaları, bütün mekân ve makamları denedi, yine olmadı. Bu kadar çok kılık değiştiren bir benliği tanıması haliyle olanaksızdı. Kendisine yeni bir “bEN” lâzımdı, mümkün olsa kendisine yeni bir “bEN” alıp her şeye yeniden başlayacaktı. Kendisine şöyle bir baktı.: BAŞKAlarının beğenileri, eleştirileri, zevkleri, tutkuları, alışkanlıkları o kadar işgal etmişti ki benliğini, bambaşka biri olup çıkmış, tam mânâsıyla BAŞKAlaşmıştı. Üzerinde BAŞKAlarına ait kostümler, kafasında BAŞKAlarına ait fikirlerle, dilinde BAŞKAlarının jargonu, ağzına yakışmayan devşirme kelimelerle, kendisinin ait olmadığı bir yerde BAŞKAlarına âit havayı teneffüs ediyor, bununla kalmayıp taa içine çekerek içselleştirmeye çalışıyor ve yeri geldiğinde kendisine âit olmayan tüm bu şeyleri ölesiye savunuyordu. Sahi ne yapıyordu?. Kimdi, kimlerdendi?!.
Acıdı kendisine. (Kalbi hala diri) Ne kendisi ne BAŞKAsı olamamak hayatı boyunca bu arafta yaşamaya mahkum olmak ne acı. “KİMsin?!.” dendiğinde sağına ve soluna bakmadan KİM OLduğunu ve dahi olmadığını anlayamamak ne acı. Ne acı geceyi gündüz, gündüzü gece zannetmek. İnsanın zemininin ayaklarının altından kayıp gitmesi, zeminini hep BAŞKAlarına göre tâyin etmesi ne acı. Ne acı insanın kendisini bulamaması, kendisi olamaması ve kalamaması…

Gün be gün BAŞKAlarına benzerken gün gelip HERKESle aynı olacağını kestirememesi ne acı. Ne acı bir zamanlar benzemek korkusu yaşadığı şeylere benzediği için övünmesi… Fark etti. (Elhamdülillah…) Hızla yaklaşıyordu yaklaşmakta olan ve o, aynı hızla BAŞKAlarına benziyor, HERKESleşiyordu. Tehlike büyüktü. Kendi zevklerine, heveslerine, hayallerine, ideallerine hep BAŞKAlarına ait bir şeyler karışmıştı. Adı yüzünden yolunu yolu yüzünden adını değiştirmişliği çoktu. Böyle giderse ne adı ne yolu olacaktı. Yer-yön kabiliyetlerini yitirmeye başlamış yersizlik ve yönsüzlük arasında sıkışıp kalmıştı. İstikrarlı bir şekilde BAŞKAlarına özenip BAŞKAlarına benzemek için yaşamıştı. Şimdi benliğinin ellerinden akıp gittiğini görüyor, zamanın kendiliğini hızla erittiğini fark ediyor, kendisine yabancılaşıyordu. Sınırları belirsizleşince, benzemekten korktuklarıyla ne kadar çok benzer yönünün olduğunu fark etti. “Benzemek” fiilinin insanın hayatını tüm kılcallarına kadar böylesine etkileyeceğini daha önce hiç düşünmemişti. Kim olduğu kadar önemliydi insanın kime benzediği. Aksi halde kendisini BAŞKAlarından farklı görmesinin hiçbir anlamı yoktu. … Dünyâ üzerinde gelmiş geçmiş tüm insanlar arasında benzenilmeye en lâyık olan, örneklerin en güzeli Peygamberi’nin (aleyhisselâm) şu sözü her şeyi özetliyordu aslında.: “Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4)

Artık KİM OLduğunu biliyordu..
Soru.: “KİMsin?!.
Cevap.: BENZEdiğin..
En son rüzgargülü tarafından 24 Nis 2022, 00:45 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

MüSLüMÂNca YAŞAmanın SıRRı =>İMÂN ve İSTİKÂMEt..

Elif ERDEM..


ّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس ِ َ ق َال َ ... ق َال )ر ّ ِى َف َّق ِ الث ّٰ الل ِد ْ ب َ ْ ِن ع َ َ ان ب ُ ْفي ْ س َن ع ." ْ ِم َق ت ْ َاس ِ ف ّٰ بِالل ْ ُت ن َ َ ُ (: "قْل آم َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ع
Süfyan b. Abdullah es-Sekafî radiyallahu anhu’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH’a imân ettim de, sonra da dosdoğru ol!.” buyurmuştur.
(Müslim, Îmân, 62)

Muallim olarak gönderilmişti Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem. Bir yandan RABB’inden aldığı emirleri bildirirken bir yandan da kendi yaşantısıyla inananlara örneklik ediyor, söz ve fiilleri, hal ve hareketleriyle İslâm’ı en güzel şekilde öğretmeye gayret ediyordu. Onun ağzından çıkan her şeyi dikkatlice dinleyerek muhafaza eden sahabiler ise bunların gereğini yapmak için âdeta birbirleriyle yarışıyor, zihinlerini meşgul eden soruları kendisine yöneltmekten çekinmiyorlardı. Ashabın sorduğu sorular, başta kendi asırlarında olmak üzere tüm zamanlarda yaşayan Müslümanların hislerine tercüman oluyor, bu sorulara verilen cevaplar da nesiller boyu ümmetin yolunu aydınlatan nebevi kandillere dönüşüyordu.

Yâ Resûlullah, bana İslâm HAKkında öyle bir şey söyle ki, senden başka kimseye bu hususta soru sormama gerek kalmasın.” diyen Süfyan b. Abdullah es-Sekafî’ye verilen cevap da bunlardan biriydi ki Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:ALLAH’a imân ettim de, sonra da dosdoğru ol.” buyurmuştur.
(Müslim, Îmân, 62)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin az kelimeyle çok kapsamlı mânâlara işâret ettiği hadislerinden (cevâmiu’l-kelim) biri olan bu özlü söz, mü’minlere İslâm Dinini yaşama konusunda temel bir ilke sunmaktadır.: imân etmek ve istikâmet sâhibi olmak. Başka bir ifâdeyle bir olan ALLAH’a İnanmak ve ömür boyu bu inancın gereklerine uygun dosdoğru bir hayat sürmek. “Dosdoğru olmak”, hadis metnindeki orijinal ifâdesiyle “istikâmet üzere olmak”, doğru ve düzgün hareket etmek, bir şeyi HAKkını vererek yapmak demektir. Her türlü eğrilikten ve sapmadan uzak, dosdoğru bir yol tâkib etmek anlamına gelir. “Dosdoğru ol!” emri, öncelikle “ALLAH’a imân ettim!” diyen kişinin Tevhid İnancında tereddütsüz, tutarlı ve kararlı olması gerektiğini ifâde eder. İnancında İstikâmet Sâhibi olan kul, zayıf hallerinde acziyetinin farkındalığıyla “RABB’im büyüktür!” dediği gibi bütün Dünyâya hâkim olacak güçte iken de “ALLAH’tan başka üstün olan yoktur!” sözünü haykırabilendir. Karun gibi servetiyle kendini müstağni görmek yerine ihtişamlı saltanatıyla dillere destân olan Hz. Süleymân aleyhisselâm gibi (Sâd, 38/30-32) bu ni’metleri ALLAH’ı anma vesilesi kılarak şükredebilen ve RABB’ine çokça yönelendir..


وَوَهَبْنَا لِدَاوُودَ سُلَيْمَانَ نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ
إِذْ عُرِضَ عَلَيْهِ بِالْعَشِيِّ الصَّافِنَاتُ الْجِيَادُ
فَقَالَ إِنِّي أَحْبَبْتُ حُبَّ الْخَيْرِ عَن ذِكْرِ رَبِّي حَتَّى تَوَارَتْ بِالْحِجَابِ

“Ve Dâvud (aleyhisselâm)'a oğlu Süleyman (aleyhisselâm)'ı, armağan ettik. Ne güzel kul. Muhakkak ki o evvâbtı (ALLAH'a ulaşmıştı).. Ona bir akşam vakti, koşmaya hazır, iyi cins atlar sunulmuştu.. Bunun üzerine dedi ki.: "Muhakkak ki ben, (onları) RABBim'i zikrettiğim için hayır (hayra, daimî zikre ulaşanların) sevgisi ile seviyorum." (Atlar tozu dumana katıp koşarak toz) perdesinin arkasında kaybolunca.” (Sâd 38/30-32)

Yalnızca ni’metlere erişince değil bu ni’metlerden mahrum kalınca da “Verenin de alanın da ALLAH” olduğu bilinciyle her haline şükredendir. Dolayısıyla imânda istikâmet üzere olmak; bazen korku, bazen açlık, bazen de mal veya can kaybı gibi (Bakara, 2/155) türlü türlü imtihanlara tabi tutulduğu bu hayat serüveninde insanın, her hâlükârda inancını dipdiri koruyabilmesini gerektirir..


وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ
“Ve sizi mutlaka korku ve açlıktan ve mal, can ve ürün eksikliğinden imtihan ederiz. Ve sabredenleri müjdele.” (Bakara 2/155)

İstikâmet sâhibi olmak için sonraki aşama inancına uygun dosdoğru bir yaşam sürmektir. İnancında dosdoğru olmakla kişinin kalbinde kök salan imân, bütün azalarına hükmettiğinde kişi istikâmete erer. Sözgelimi dili “dosdoğru” olunca yalancılık, iki yüzlülük ve iftirâdan uzak dürüst bir yaşam sürer; verdiği sözde durur, emanetleri gözü gibi korur, “mü’min” adına yaraşır şekilde “güven”in timsâli olur. Eli dosdoğru olunca harama el uzatmaz, ayağı dosdoğru olunca harama adım atmaz, gözü dosdoğru olunca harama bakmaz. Yaşantısında dosdoğru olan kulun insanlarla olan ilişkilerinde dürüstlük ve samimîyet hakim olur; dedikodu yapmak, suizanda bulunmak, başkalarının Müslümanca Yaşamanın Sırrı =>İman ve İstikâmet özel hallerini araştırmak gibi samimîyeti zedeleyecek unsurlara yer kalmaz. Dinde İstikâmet Sâhibi olan kişi, Yüce ALLAH’ın her bir emrini emr olunduğu gibi dosdoğru ifâ eder, ifrat ve tefrite (aşırılıklara) meyletmeden itidal üzere hareket eder; namazını dosdoğru kılar, zekatını dosdoğru verir... amellerinde ihlâsı düstur edinir. Dolayısıyla yaşamının her anında “imân ettim” sözüne sadık bir duruş sergiler. Rasûlullah’ın.: ALLAH’a imân ettim de, sonra da dosdoğru ol!.” (Müslim, Îmân, 62) sözüyle kısaca dile getirdiği taleb aslında muhatabına ağır bir sorumluluk yüklemektedir. Çünkü “İstikâmet Sâhibi olmak”, İslâmi Hükümlerin tamamına uygun istikrarlı ve dengeli bir yaşam sürmeyi, itaatte devamlılığı öngörmektedir. İstikâmette olmak; kendi aleyhine de olsa doğruluktan asla ayrılmamayı, kendi çıkarları uğruna adaletten sapmamayı, kalben sevmediği kimse de olsa her hak sâhibine HAKkını iâde edebilmeyi zorunlu kılar. Darlıkta olduğu gibi bollukta da israf etmekten kaçınmayı, gelene gittiği kadar gelmeyenle de ilgilenmeyi, zenginlikte infâkta bulunduğu gibi yoksulluk zamanında da elindeki bir lokmayı paylaşabilmeyi, az da olsa devamlı ibâdet edebilmeyi, kısacası inişli çıkışlı hayat yolunda tökezlemeden dosdoğru yürüyebilmeyi gerektirir. Bu ise nefsanî arzular ve Şeytanın Telkinleriyle mücâdele etmek zorunda olan “insan” için hiç de kolay değildir. İstikâmetin zorluğundandır ki, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 11/112) buyruğu,


فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْاْ إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“Artık sen, sana tövbe ederek, tâbî olanlarla birlikte emrolunduğun gibi istikamet üzere ol. Ve azgınlık yapmayın (aşırı gitmeyin). Muhakkak ki O, yaptıklarınızı görendir.” (Hûd 11/112)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin.: “Beni yaşlandırdı” dediği Kur’ÂN âyetleri arasında yer almıştır. (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 56; Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, IV, 82)

Ancak önemli olan bu yolda gayret sarf etmek ve istikâmetten ayrılmamaya özen göstermektir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin Müslümanca yaşamanın yolu olarak gösterdiği istikâmet, RABB’imiz’in bizden beklediği bir yaşam biçimidir. İman edip istikâmet üzere olanları öven RABB’imiz, onların korku ve üzüntü yaşamayacaklarını bildirmiş (el-Ahkâf 46/13) ve kendilerine şu müjdeyi vermiştir: “Şüphesiz RABB’imiz ALLAH’tır’ deyip sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: Korkmayın, üzülmeyin, size (Dünyâda iken) va’dedilmekte olan cennetle sevinin!” (Fussilet, 41/30)


إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“Muhakkak ki onlar.: “RABBimiz ALLAH'tır.” dediler. Sonra onlar (ALLAH'a) istikâmet üzere oldular. Artık onlara korku yoktur. Ve onlar mahzun olmazlar.” (Ahkâf 46/13)


إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ
“Muhakkak ki: “RABBimiz ALLAH'tır.” deyip, sonra (da) istikâmet üzere olanlara (ALLAH'a yönelip dîni ikâme edenlere) melekler inerler: “Korkmayın ve mahzun olmayın. Ve vaadolunduğunuz cennetle sevinin!” (derler).” (Fussilet 41/30)

O halde namazlarımızın her rekatında, günde en az kırk defâ, okuduğumuz Fatiha sûresinde.: “Bizi Dosdoğru Yol’a (sırât-ı müstakîme) ilet!” (Fâtihâ, 1/6) diyerek RABB’imizden istikâmet talebinde bulunan bizler, bu yolda çaba göstermeli ve ömrümüz boyunca “imân ettim” sözüne sadık kalabilmeliyiz..


اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ
“Bizi Sırat-ı Müstakîme (Hakikate erdiren yola) hidâyet et.” (Fâtihâ 1/6)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

İHSÂN.: ALLAH’a KuLLukta En Üstün Mertebe..

HaLe ŞAHİN

ّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ِول ّٰ الل َس ْ ر َن َ ا ع ُم ُه ِ ْظت َف َ ِ ان ح ت ْ ِن ٍس َ ق َال ث ْ َو ْ ِن أ ِ ب َّ اد ْ َ شد َن ع ٍ ْ ء ُ ِّل َ شى َ َلى ك َ َ ان ع ْ س َ ِ اإلح َب َت َ ك الل َ َ ق َال ِ » إ َّن َّ َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ع

Şeddâd b. Evs radiyallahu anhu şöyle dedi.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den iki şey ezberledim. O şöyle dedi.: ALLAH, her işte İHSÂNı (güzel davranmayı) emretmiştir." (Müslim, Sayd ve Zebâih, 57)

"İHSÂN", iyilikte bulunmak, bir işi en güzel şekilde lâyıkıyla yapmak ve ALLAH’a ihlâsla kulluk etmek gibi anlamlara gelir. İslâm’ın genel ilkelerinden biri olan İHSÂN, hayatımızın her alanını kuşatan ahlâkî bir kavramdır. Muhsin olan ALLAH TeÂLÂ nasıl her şeyi İHSÂNla, güzelce yaratmışsa (Secde 32/7) en güzel biçimde yarattığı insandan da (Tîn, 95/4) her işte İHSÂN üzere davranmasını istemektedir. Nitekim İHSÂN derecesine yükselerek özünü ALLAH’a teslim eden kimseyi RABB’i katında bir mükâfat beklemektedir. Böyle kimseler için ne korku ne de üzüntü vardır. (Bakara 2/112) ALLAH’ın Rahmeti onlara çok yakındır. (A’râf 7/56) Yüce ALLAH, iyilik eden kulları ile beraber olduğunu, (Nahl 16/128) onları sevdiğini (Bakara 2/195; Âl-i İmrân, 3/134; Maide 5/93) ve mükâfatlarını asla zâyi etmeyeceğini her dâim bildirmektedir. (Tevbe 9/120; Hud 11/115) Kur’ÂN-ı Kerim’de farklı türevleriyle çokça zikredilen İHSÂN kavramının en güzel tanımını Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yapmıştır. O, “Cibril Hadisi” diye meşhur olan rivâyette insan sûretine bürünerek kendisine gelen Cebrâil aleyhisselâm’in “İman nedir?”, “İslâm nedir?” sorularının ardından İHSÂN nedir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir.: İHSÂN, ALLAH’ı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O’nu görmüyor olsan da O seni görmektedir…” (Buhârî, Tefsir, (Lokman) 2)
Buna göre İHSÂN, ihlâs ve murakabe yani her an ALLAH’ın gözetiminde olduğunun bilincinde olma anlamlarını da içermektedir. Hadisin sonunda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:Bu Cibril’dir, insanlara dinlerini öğretmek için geldi.” buyurmuştur.
Dolayısıyla İHSÂN, imân ve ameli tamamlayan dinin temel bir unsurudur. Bu çerçevede Sevgili Peygamberimiz’in.: ALLAH, her işte İHSÂNı (güzel davranmayı) emretmiştir.” sözünün önemi daha da belirginleşmektedir. Çünkü İHSÂN, mü’minin yalnızca ALLAH ile olan ilişkilerini değil, anne babasından başlamak üzere yakın çevresiyle, diğer insanlarla ve hatta canlı-cansız bütün mahlukâtla olan ilişkilerini de kapsayan ve böylece insanı olgunlaştıran, kemâle erdiren bir haslettir. Yüce ALLAH Nahl sûresinin 90. âyetinde kullarına önce adaleti, ardından da İHSÂNı emretmiştir. İHSÂN adaletin üstünde bir erdemdir. Çünkü adalet kişinin gerektiği kadarını verip Hakkını almasıdır. İHSÂN ise gerekenden daha fazla verip Hakkından vazgeçmesi veya daha azına razı olmasıdır. Bu yüzden adaleti gözetmek vacip, İHSÂNı gözetmek ise mendub (bağlayıcı olmayan) ve isteğe bağlıdır. (Ragıb el-İsfehani, el-Müfredât, s. 400)

Bununla birlikte ALLAH kullarına nasıl İHSÂNda bulunuyorsa, onlardan da aynı şekilde İHSÂN üzere davranmalarını beklemektedir. RABB’imiz kendisine kulluktan sonra anne-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, arkadaşa, yolcuya ve insanların ellerinin altında bulunanlara İHSÂNı emretmiştir. (Nisâ 4/36) Bir evliliğin yürütülemeyip boşanmanın gerçekleşmesi hâlinde bile İHSÂN üzere davranmayı emretmiştir. (Bakara 2/229) RABB’imiz hikmetle dolu Kitabımızın bir hidâyet ve rahmet olarak indirilmiş âyetlerinde (Lokman 31/2-3) muhsin kimseleri şöyle nitelendirmiştir.: “Onlar bollukta da darlıkta da malını ALLAH yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Çirkin bir iş yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde ALLAH’ı hatırlayıp hemen günâhlarının bağışlanmasını isteyenler ve bile bile işledikleri günâhta ısrar etmeyenlerdir.” (Âl-i İmran, 3/134-135)

İHSÂN: ALLAH’a Kullukta En Üstün Mertebe..
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de borç alıp verme hususunda.: “Sizin en hayırlınız, borcunu İHSÂN ile (en güzel şekilde) ödeyeninizdir.” (Buhârî, İstikraz, 7) buyurmuş, âile içi ilişkiler konusunda erkeklere hanımlarının yeme-içme ve giyinme ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşılamalarını tavsiye etmiştir. (Tirmizî, Rada, 11)
“İnsanlar iyilik yaparlarsa biz de iyilik yaparız, zulmederlerse biz de zulmederiz; diyen zayıf karakterli kimseler olmayın. Bilakis iyilik yaptıklarında insanlara iyilik yapmayı, kötülük yaptıklarında ise onlara zulmetmemeyi alışkanlık hâline getirin.” (Tirmizi, Birr ve Sıla, 63) buyurarak gerçek iyiliğin karşılık beklemeden sırf ALLAH Rızası için yapılacağını bildirmiştir. İnsanlarla İHSÂNa dayalı ilişkiler kurmanın gerekliliğini ortaya koyan bu kadar emir ve tavsiyeden sonra.: ALLAH, her işte İHSÂNı (güzel davranmayı) emretmiştir...” (Müslim, Sayd ve Zebaih, 57) hadisi, İHSÂNın insan hayatını kuşatan genel bir ilke olduğunu açıkça ifâde etmektedir. Buna göre mü’min, insanlarla olumlu ya da olumsuz her türlü ilişkisinde, İHSÂNı gözetmek durumundadır. Savaş gibi hiç istenmeyen bir durumda bile bu geçerli bir ilkedir. Bu nedenle İslâm’da canlılara işkence yasaklandığı gibi ölülere yapılan işkenceyi ifâde eden “müsle” de yasaklanmıştır. İHSÂNı gözetme yükümlülüğü bir halka daha genişletildiğinde insanlara olduğu kadar diğer canlılara da güzel muamele etme sorumluluğu karşımıza çıkmaktadır. Nitekim hadisin devamında bir hayvanı keserken dahi bunun eziyet etmeden güzelce yapılması gerektiği ifâde edilmiştir. İslâm’ın genel ilkelerinden birini sunan bu hadise göre İHSÂN, imân ve ibâdeti tamamlayan bir haslet olarak ALLAH’a kullukta en üstün mertebeyi temsil eder. Bu üstün mertebeye erişen mü’min, yaratılışından sâhib olduğu güzelliğe uygun davranışlar sergileyerek bizzat kendisi kazanır ve neticede RABB’inin şu müjdesine nail olur.: “Güzel iş yapanlara (karşılık olarak) daha güzeli ve bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de bir zillet. İşte onlar cennetliklerdir ve orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus, 10/26)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

KALB-i SELîM

Rukiye Aydoğdu DEMİR

َ ق َال َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ِول ّٰ الل َس ْ ر َن َ ع ة َ ر ْ ي َ ُر َبِى ه ْ أ َن ع َ َ ع َز َ ن ُو َِإ َذا ه ُ ف َاء ْ د َ و َ ٌة س ُ ْكت ِ ن ِ َى قْلِبه َ ْت ف ُ ِكت َ ًة ن خ ِطيئ َ َ َ ْخ َطأ ْ َد ِ إ َذا أ ب َ ِ إ َّن ْ الع َ ُو َ ه ُ و ه َ َ َ قْلب ْ ُلو َع َّى ت ت َ َا ح ِيه يد ف َ ِ ز َ َاد ِإ ْن ع َ ُ و ه ُ ِ َل َ قْلب ُق َ س َاب ت َ َ و ْ َفر َغ ت ْ َ اس و ُ َون ( َ ْك ِسب ُوا ي َان َا ك ْ م َ َل ُى قُلوبِهِ م ان ع َ َ ْل ر َ َّ ب َال ُ ) ك الل َّ َ َر ان َّ ال ِذ َى ذك ُ َّ ا
Ebû Hureyre radiyallahu anhu’den nakledildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur.: “Kul bir günâh işlediği zaman KALBinde siyah bir nokta oluşur. Bundan vazgeçip tövbe ve istiğfar ettiği zaman KALBi parlar. Günâhtan dönmez ve bunu yapmaya devâm ederse siyah nokta artırılır ve sonunda tüm KALBini kaplar. ALLAH’ın (Kitabında).: “Hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları KALBlerini paslandırmıştır.” (Mutaffifîn, 83/14) diye anlattığı pas işte budur.”
(Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ÂN, 83)

Resim

KALBlerin katılaştığı hatta taşlardan da sert olduğu bir zamandı. İçinden ırmaklar fışkirân, yarılıp ortasından sular çıkaran, ALLAH korkusuyla yuvarlanan, ALLAH’ın rahmetiyle bağrı filizlenen taşlar vardı oysa. (Bakara, 2/74)
Ancak çöl sıcağını emerek yanan, yandıkça kararan, katılaşan KALBler, taşlardan daha da sert durumda idi. İman nedir, takvâ nedir, ALLAH Aşkıyla atmak nedir bilmeyen bu KALBlerin her biri, bir Esfel-i Safilînin göğsünde atıyordu şimdi. Küfür, inkâr ve isyan ile dolup taşan, Câhiliye Taassubunu yüklenen KALBlere paslı kilitler vurulmuştu. İşte KALBlerin kin ve nefret yüklendiği, kibirle küçüldüğü, hasedle kavrulduğu, türlü günâhlarla karardığı böyle bir zamanda mübârek bir el geldi, her bir KALBin üzerindeki kilidi açtı. Yüreklerindeki kirden, pastan, hastalıklardan kurtulmaları için,
Tabîbü’l- Kulûb (aleyhisselâm), insanlara çeşitli devâlar sundu ve buyurdu ki.: “Kul bir günâh işlediği zaman KALBinde siyah bir nokta oluşur. Bundan vazgeçip tövbe ve istiğfar ettiği zaman KALBi parlar. Günâhtan dönmez ve bunu yapmaya devâm ederse siyah nokta artırılır ve sonunda tüm KALBini kaplar. ALLAH’ın (Kitabında).: “Hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları KALBlerini paslandırmıştır.” (Mutaffifîn, 83/14) diye anlattığı pas işte budur.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ÂN, 83)
KALBlerdeki pasa işâret etmişti Nebî aleyhisselâm. Buna göre her bir günâh ile siyah bir nokta beliriyordu insanın KALBinde. Kişinin söylediği her yalan bir leke bırakıyordu geride. (Muvatta, Kelâm, 7)
Harama her tenezzül ile kin, nefret, kibir ve nifâk ile birâz daha kararıyordu KALBler. Bencillik, cimrilik, hased ve her bir kötülük siyah bir nokta demekti KALBte. Bir nokta, sonra bir nokta daha… Zamanla alışıyordu insan KALBindeki siyahlıklara. Şeytan da sinsi telkinleriyle kişi ile KALBinin arasına girince, günâhlar daha ma’sum, daha sevimli hatta süslü görünüyordu insana. Artık gözlerinde perde, KALBinde mühürle, karanlıklara alışan insanın gözü görmüyordu yüreğindekileri. Üstelik rahatsız da olmuyordu kaçırdığı iyiliklerden, yaptığı kötülüklerden pişmanlık duymadığı gibi. Böylelikle her bir siyah nokta büyüdü, çoğaldı ve insanın özünü, ma’sumiyetini, insanlığını yutan kara delikler haline geldi. İşte böyle KALBler, Kur’ÂN’ın ifâdesiyle, kördü (Hac, 22/46), kilitliydi (MuhaMMed, 47/24), mühürlüydü (Câsiye, 45/23), hastalıklıydı (Hac, 22/53), perdeliydi (Bakara, 2/88) ve taşlardan bile daha sertti. (Bakara, 2/74) KALBlerdeki hastalıkların yanında, onların şifâ kaynağına da işâret ediyordu Kutlu Nebî. Buna göre KALBler kaskatı kesilmeden, gözlere perdeler inmeden yani KALBi ölmeden kul, RABB’inin huzuruna vararak samimîyetle, ihlâsla, KALBindeki lekelerden utanarak, günâhlarının o ağır yükünü boynunda hissederek O’ndan af dilerse ve tekrar dönmemek üzere günâhlarına tövbe ederse işte o zaman kendisini arındırmış olur. Zirâ kendisine iyilik ve kötülük ilham edilmiş olan insan (Şems, 91/8), hidâyete de dalâlete de meyyal bir yapıya sâhibtir. Her insan günâh işleyebilir ancak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ifâdesiyle, günâh işleyenlerin en hayırlıları tövbe edenlerdir. Hatta tövbe ederek KALBini temizleyen kişi, hiç günâhı olmayan kimse gibidir. (İbn Mâce, Zühd, 30)
Esâsında insanın KALBi, yapısı i’tibâriyle değişkendir; halden hale, renkten renge bürünebilmektedir. Bu durumu Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle izah eder.: KALBe KALB denilmesinin sebebi, onun çok değişken olmasıdır. KALBin misâli çöldeki bir ağacın üzerinde asılı kalan kuş tüyünün misâli gibidir. Rüzgâr onu bir oraya bir buraya savurur.” (İbn Hanbel, IV, 409)
KALBlerin bu özelliğinden dolayıdır ki Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm’ın.: "Ey KALBleri hâlden hâle çeviren RABB’im!. Benim KALBimi de dinin üzere sabit kıl.” DUÂsını sıkça tekrarladığını çevresindekiler nakletmişlerdir. (Tirmizî, Deavât, 89)
Hatta Rasûl-i Ekrem aleyhisselâm, KALBinin perdelenmesinden dolayı her gün yüz defâ RABB’inden bağışlanma dilemiş (Müslim, Zikir, 41) ve O’ndan günâhlarından arınmış, temiz bir KALB istemiştir.: “ALLAH’ım!. Günâhlarımı kar ve dolu suyu ile yıka ve beyaz elbiseyi kirden temizler gibi KALBimi hatalardan arındır.” (Buhârî, Deavât, 39)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, insanların ölü KALBler taşıdığı bir zamanda onların KALBlerini imânla diriltmiş; takvâyla, merhametle, muhabbetullahla, KALBlerin Sâhibi ile tanıştırmış ve yüreklerin saffetini korumaya dâir tavsiyelerde bulunmuştur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in torununu öpüp kokladığına şâhid olan Akra‘ b. Hâbis bu durumu hayretle karşılayıp.: “Sizler çocuklarınızı öper misiniz, hâlbuki biz onları öpüp okşamayız!.” dediğinde ona.: “ALLAH senin KALBinden merhameti çekip almışsa ben ne yapayım?” diyerek sitem etmiştir. (Buhârî, Edeb, 18)
KALBinin katılığından şikâyetçi olan birine yüreğinin yumuşaması için fakirin ihtiyacını karşılamasını ve yetimin başını okşamasını tavsiye etmiştir. (İbn Hanbel, II, 264)
Kendisine.: “iyilik ve kötülüğün ne olduğu”nu soran Vâbisa b. Ma’bed’in göğsüne mübârek elleri ile dokunarak KALBine danışmasını tavsiye etmiş ve safîyetini koruyan KALBin iyi ve kötüyü işâret eden bir pusula, bir mihenk noktası olduğunu ifâde eden şu sözleri söylemiştir.: “İyilik, KALBinin huzur bulduğu ve içine sinen şeydir; kötülük ise insanlar ona onay verseler bile gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir.” (İbn Hanbel, IV, 227)
Buna göre siyah lekelerle kararmamış, ferasetini kaybetmemiş, tövbelerle paslarından arındırılmış bir KALB, hakikatin aynası olabilmektedir. O halde, bizler de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in öğrettiği şekilde şuur, vicdan, idrak ve imânın merkezi, RahmÂN’ın Nazargâhı olan Gönül hânelerimizi ma’mur kılalım. Şefkâtle yumuşasın, merhametle tanışsın KALBlerimiz, sevgi bağı ile birbirine bağlansın, ALLAH’ı anmakla huzur bulsun. Nasuh Tövbelerle temizleyelim gönüllerimizi, yetimlerin yüzlerine tebessümler kondurarak silelim kara lekelerimizi, paylaşmanın sevinciyle aklayâlim KALBlerimizi. Çorak yüreklerimizi hüzün yağmurlarıyla, başkaları için döktüğümüz gözyaşlarımızla yeşertelim. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in sığındığı gibi RABB’imiz’e sığınalım ALLAH’tan korkmayan KALBlerden. Elinden, dilinden ve KALBinden selâmette olunan insanlar olalım. KALBlerimizden kimseye zarar gelmeyeceğinden emin olalım. El, dil, kulak, göz ile birlikte KALBlerimizde biriktirdiklerimizin de ortaya konacağı o günde huzura KALB-i SELîM ile varâlim. Zirâ.: “O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak ALLAH’a KALB-i SELîM ile gelenler müstesnâ.” (Şu’arâ, 26/89)


Resim

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
“Summe kaset kulûbukum min ba’di zâlike fe hiye ke’l- hıcâreti ev eşeddu kasveh (kasveten), ve inne mine’l- hıcâreti lemâ yetefecceru minhu’l- enhâr (enhâru), ve inne minhâ lemâ yeşşakkaku fe yahrucu minhu’l- mâu, ve inne minhâ lemâyehbitu min haşyetillâh (haşyetillâhi), ve mâllâhu bi gâfilin ammâ ta’melûn (ta’melûne).: Sonra, bunun (bu mu’cizenin) arkasından KALBleriniz (gene) kasiyet bağladı (katılaştı ve karardı), öyle ki taş gibi hatta daha da katı oldu. Ve gerçekten, taşlardan öyleleri vardır ki, ondan nehirler fışkırır. Ve gerçekten, onlardan (taşlardan) öyleleri vardır ki, yarılır, böylece içinden su çıkar. Ve mutlaka onlardan (taşlardan) öyleleri vardır ki, ALLAH'a karşı duyduğu huşûdan yuvarlanıp aşağı düşer. Ve ALLAH yaptıklarınızdan gâfil değildir.” (Bakara 2/74)

وَقَالُواْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَل لَّعَنَهُمُ اللَّه بِكُفْرِهِمْ فَقَلِيلاً مَّا يُؤْمِنُونَ
“Ve kâlû kulûbunâ gulf (gulfun), bel leanehumullâhu bi kufrihim fe kalîlen mâ yu’minun (yu’minûne).: Ve dediler ki: “Bizim KALBlerimiz kılıflıdır.” Hayır, Allah, küfürleri (sebebi) ile onları lânetledi. Bu sebeble ne kadar az îmân ediyorlar.” (Bakara 2/88)

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
“E fe lem yesîrû fî’l- ardı fe tekûne lehum kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânunyesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fî’s- sudur (sudûri).: Onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, onunla akıl ettikleri KALBleri ve onunla işittikleri kulakları olsun. Fakat baş gözleri kör olmaz. Lâkin sînelerdeki KALBler kör olur.” (Hac 22/46)

لِيَجْعَلَ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ فِتْنَةً لِّلَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ وَالْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ
“Li yec’ale mâ yulkı’ş- şeytânu fitneten lillezîne fî kulûbihim maradun ve’l- kâsiyeti kulûbuhum, ve inne’z- zâlimîne le fî şikâkın baîd (baîdin).: KALBlerinde maraz (hastalık) olan ve KALBleri kasiyet bağlamış (kararmış ve sertleşmiş) olanlara, şeytanın ilka’ ettiği (ulaştırdığı) şeyi fitne (imtihan) kılmak içindir. Ve muhakkak ki zâlimler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler (Sırat-ı Mustakîm'den uzaklaşmışlardır, ayrılmışlardır).” (Hac 22/53)

إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
“İllâ men etâllâhe bi KALBin SELîM (selîmin).: ALLAH'a SELîM
(selâmete ermiş) KALBle gelenler hariç.” (Şu’arâ 26/89)

أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَن يَهْدِيهِ مِن بَعْدِ اللَّهِ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
“E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve KALBihî ve ceale alâ basarihî gışâve h(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh (ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn (tezekkerûne).: Hevâsını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve ALLAH, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve KALBini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda ALLAH'tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?” (Câsiye 45/23)

أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا
“E fe lâ yetedebberûne’l- Kur’ÂNe em alâ kulûbin akfâluhâ.: Hâlâ Kur’ÂN'ı tefekkür etmezler mi? Yoksa KALBler üzerinde kilitleri mi var?” (MuhaMMed 47/24)

كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِم مَّا كَانُوا يَكْسِبُونَ
“Kellâ bel râne alâ kulûbihim mâ kânû yeksibûn (yeksibûne).: Hayır, bilâkis kazanmış oldukları şeyler, onların KALBlerinin üzerini kapladı (KALBlerini kararttı-pas tutturdu.)” (Mutaffifîn 83/14)

فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا
“Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.: Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).” (Şems 91/8)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

RİYÂ =>KİMi Kandırıyoruz?!.

Hale ŞAHİN

َ
ُول َس َّ َ ق َال َ ق َال ر ِى َلق َ ً ْ ا الع ْ ُدب ن ُ ْ ُت ج ِمع َ ٍل َ ق َال س ْ ي َ ُه ْ ِن ك َ َة ب َ َلم ْ س َن ع ِى ائ َ ر ُ ْ ي َن َم ِ و ُ بِه الل ِ ِع َّ ّ َ م ُس ْ ي ِ ع ّ َ م ُس ْ ي َن َ » م َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ّٰ الل » ِ ُ بِه ِ َّ ى الل ائ َ ر ُ ي

Seleme b. Küheyl şöyle dedi: Cündüb (b. Abdullah) el-Alakî’den işittiğime göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim duyulsun diye iyilik yaparsa, ALLAH (onun bu niyetini herkese) duyurur. Kim gösteriş için iyilik yaparsa, ALLAH da (onun bu RİYÂKÂRlığını herkese) gösterir.” buyurdu. (Müslim, Zühd, 48.)

Beğenilmek, takdir edilmek, övülmek, parmakla gösterilen, görünen, bilinen olmak… İnsan olarak hepimizin KALB’inin bir köşesinde bu duygular az ya da çok vardır. Kimi gerçekten takdir edilesi davranışlar sergiler, bu yönüyle ön plana çıkmak istemese de bir şekilde yaptıkları kendisini görünür kılar. Buna rağmen tevazu’ göstermeyi elden bırakmaz. Kimi de aslında âdeti olmadığı halde sırf beğenilme duygusunu tatmin etmek için başkalarının gözü önünde takdirle karşılanacak davranışlarda bulunur. İnsanlar nezdinde görünür, bilinir ve konuşulur olduğunu fark ettikçe bundan haz duyar. İnandırıcılığıyla herkesi kendine hayran bıraktığını düşünerek bir kez daha kendisine hayran olur. Gün gelip de gerçek ortaya çıktığında duyacağı pişmanlığı aklının ucuna bile getirmeden etrafını kandırmaya devâm eder. O, her ne kadar başkalarını aldattığını zannederek cesâretle rolünü oynamayı sürdürse de aslında en başından beri kendini kandırdığının farkına varamayacak zavallı bir kimsedir..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim duyulsun diye iyilik yaparsa, ALLAH (onun bu niyetini herkese) duyurur. Kim gösteriş için iyilik yaparsa, Allah da (onun bu RİYÂKÂRlığını herkese) gösterir.” buyurmuştur.
(Müslim, Zühd, 48)

İnsanın içini sinsice kemiren RİYÂ hastalığına karşı ikaz eder hepimizi. Başkalarının gözünü boyadığını zannederek kimse kendini kandırmasın ister. Zirâ er ya da geç, bu Dünyâda ya da âhirette RİYÂkârın gerçek niyeti, KALBlerde olanı HAKkıyla bilen ALLAHu zü’L-CeLÂL tarafından ortaya çıkarılacaktır.:


يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَيَعْلَمُ مَا تُسِرُّونَ وَمَا تُعْلِنُونَ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
“Ya’lemu mâ fî’s- semâvâti ve’l- ardı ve ya’lemu mâ tusirrûne ve mâ tu’linûn(tu’linûne), vallâhu alîmun bi zâti’s- sudur (sudûri).: Göklerde ve yerde olanları bilir. Ve gizlediklerinizi, açıkladıklarınızı bilir. Ve ALLAH, sadırlarda (gönüllerde) olanı en iyi bilendir.// ALLAH göklerdeki varlıkları, yerdeki varlıkları ve olayları bilir. Gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz sözlerinizi ve fiillerinizi bilir. ALLAH gönüllerdeki sırları bilir.” (Teğâbün 64/4)

Rızasının gözetilmediği, samimîyetten uzak ve ihlâssızca yapılan hiçbir amel O’nun katında kıymet ifâde etmeyecektir. Amellerin karşılığının verileceği hesâp gününde ALLAH celle celâlihu RİYÂKÂRlara şöyle seslenecektir.: “Dünyâda kendilerine gösteriş yaptıklarınızın yanına gidin! Bakâlim onlardan bir hayır görebilecek misiniz?” (İbn Hanbel, V, 429)

Kıyamet günü hesâba çekilecek üç kulun tasvirine dâir başka bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, amellerindeki gerçek niyetlerinin ortaya çıkmasıyla RİYÂKÂRların nasıl hüsrâna uğradıklarını daha da somut bir şekilde anlatır:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Öncelikle ALLAH uğrunda şehîd olduğunu düşünen bir adam huzura getirilir. Kendisine verilen ni’metler sayılır, o da hepsini hatırlar. ALLAH TeÂLÂ bu ni’metlere karşılık ne yaptığını sorar ona. “Şehîd düşünceye kadar senin uğrunda savaştım!.” der. Ancak onun asıl niyetini bilen ALLAHu zü’L-CeLÂL.: “Yalan söylüyorsun, sen sana “cesur” desinler diye savaştın. Nitekim bu da söylendi!.” buyurur. Bunun üzerine adam yüzükoyun sürüklenerek cehenneme atılır.
İkinci olarak ilim öğrenip öğretmiş ve güzel Kur’ÂN okuyan bir adam huzura getirilir. Kendisine verilen ni’metlere karşılık ne yaptığı sorulur. O da.: “Öğrendiği ilmi başkalarına öğrettiğini ve ALLAH için Kur’ÂN okuduğunu” söyler. Fakat ALLAH celle celâlihu kendisine “âlim” desinler, “güzel Kur’ÂN okuyor.” desinler diye bunları yaptığını yüzüne vurur ve o da aynı şekilde cehenneme atılır.
Son olarak kendisine ALLAH’ın her türlü maldan bolca verdiği zengin bir adam huzura getirilir. Bütün bu ni’metlere karşılık ne yaptığı sorulunca o.: “Malımı sırf senin uğrunda, senin istediğin yollarda harcadım!.” der. Onun maksadını da çok iyi bilen ALLAHu zü’L-CeLÂL, yalan söylediğini, kendisine “cömert” desinler diye böyle yaptığını ve emeline ulaştığını buyurur. O da sürüklenerek cehenneme atılır."
buyurmuştur.
(Müslim, İmâre, 152)

Ebu Hureyre -radıyallahu anh- Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'i şöyle buyururken dinledim.: “Kıyamet Günü hesabı ilk görülecek kişi, şehîd düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. ALLAH TeÂLÂ ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu itiraf eder. Cenâb–ı HAKk.: “Peki, bunlara karşılık ne yaptın?” buyurur. “Şehîd düşünceye kadar SENİN uğrunda cihad ettim!,” diye cevap verir. “Yalan söylüyorsun. Sen,:"Babayiğit Adam" desinler diye savaştın, o da denildi!.” buyurur. Sonra emr olunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır.
Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur‘ÂN okumuş bir kişi huzura getirilir. ALLAH celle celâlihu, ona da verdiği ni’metleri hatırlatır. O da hatırlar ve i’tiraf eder. Ona da: “Peki, bu nimetlere karşılık ne yaptın?” diye sorar. “İlim öğrendim, öğrettim ve SENİN rızân için Kur'ÂN okudum!” cevabını verir. “Yalan söylüyorsun. Sen "âlim" desinler diye ilim öğrendin, "ne güzel okuyor!" desinler diye Kur'ÂN okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi!.” buyurur. Sonra emr olunur, o da yüzüstü cehenneme atılır.
(Daha sonra) ALLAH'ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. ALLAH celle celâlihu, verdiği ni’metleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve i’tiraf eder. “Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?” buyurur. “Verilmesini sevdiğin, razı olduğun hiç bir yerden esirgemedim, sadece SENİN Rızânı kazanmak için verdim, harcadım!” der. “Yalan söylüyorsun. Halbuki sen, bütün yaptıklarını "Ne Cömert Adam" desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi!” buyurur. Emr olunur, bu da yüzüstü cehenneme atılır.”
buyurdu.
(Müslim, İmâre, 152)

İnsanı yaratılmışların en değerlisi kılan, yerde ve gökte ne varsa her şeyi onun hizmetine amade eden, onu yeryüzündeki halifesi ilân eden YARATAN’ın, bahşettiği bunca ni’mete karşılık ondan istediği tek bir şey vardır =>“Dini ALLAH’a has kılarak kulluk etmek.”
Bu konuda en ufak bir ortaklık imasına dahi tahammülü yoktur. RİYÂ olgusuna bu açıdan yaklaşıldığında insanın ne denli bir tehlike içinde olduğunu anlamak zor değildir. Nitekim yaptığı herhangi bir ibâdet ya da iyilikte ALLAH’ın rızası yerine kulların beğenisini kazanma düşüncesinde olan RİYÂKÂR kişi, gizliden gizliye şirke bulaşmaktadır. Bu nedenle Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, namazını başkası görüyor diye güzelleştirerek kılan kimsenin misâlinden hareketle RİYÂ ve gösterişi =>“Gizli Şirk” olarak niteler. (İbn Mâce, Zühd, 21)

ALLAHu zü’L-CeLÂL’ın şirk karşısında kuluna muamelesi ise gâyet nettir.: “BEN, şirk konusunda kendisine ortak koşulanların en uzak (ve yüce) olanıyım. Her kim bir amel işler de BENimle birlikte başkasını ona ortak ederse onu şirkiyle baş başa bırakırım.” (Müslim, Zühd, 46)
RİYÂ, imânla asla bağdaşmayan kötü bir tutumdur. İnanan bir insanın gerek ALLAH ile gerekse diğer insanlarla ilişkilerinde samimî ve dürüst olması gerekir. Aksi takdirde münâfıklara benzeme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Kur’ÂN-ı Kerim’de münâfıklar namaz, zekât ve sadaka gibi ibâdetleri sırf gösteriş olsun diye yaptıkları için ciddî anlamda eleştirilirler. (Nisâ, 4/36-38, 142; Mâûn, 107/4-6)
Mallarını samimîyet ve ihlâstan uzak gösteriş maksatlı harcamaları nedeniyle onlar, üzerinde birâz toprak bulunan ve şiddetli yağmura ma’ruz kaldığında çıplak kalan bir kayaya benzetilirler. (Bakara, 2/264)
Neredeyse hayatlarının tümü ikiyüzlülük ve RİYÂ üzerine kurulu olan münâfıklara benzememek ve şirk tuzağına düşmemek için yaptığımız her işte ALLAH’ın Rızası'nı gözetmeliyiz.
Zirâ amelleri sırf ALLAH Rızası için yapmak, kalbi hile ve aldatma duygularından sâlim kılar. (İbn Mâce, Sünnet, 18)
Her durumda İHSÂN bilinciyle hareket etmeli, ALLAHu zü’L-CeLÂL’in her an bizi gördüğünü ve bizimle beraber olduğunu unutmamalıyız.
RİYÂ yaparak kimi kandırıyoruz aslında?!.
Bu soru üzerinde defâlarca düşünmeliyiz. Ve kalbi sinsice ele geçiren bu illetten korunmak için Sevgili Peygamberimizin şu DUÂsıyla RABB’imiz’e sığınmalıyız;

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH’ım!. fâkirlikten, küfürden, şirkten, nifâktan ve görsün duysunlar diye yapılan amelden sana sığınırım!.” buyurmuştur.
(İbn Hibbân, Sahîh, III, 300)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

RÜZGÂR ve MÜ’MİN..

Rukiye Aydoğdu DEMİR

ّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ َول ّٰ الل َس َ َّن ر ِ عنه أ َ ّٰ رضى الل ة َ ر ْ ي َ ُر َبِى ه ْ أ َن ع ُ ِ يح ّ َا الر ْه َت َت ْ ُث أ ي َ ْ ح ِن ُ م َ ُقه َر ُ و ِىء ف َ ْ ِع ، ي َّر ِ الز َة خام َ ِل َ ث َ َم ِ ِن ك ْ م ُ ؤ َ ُل ْ الم ث َ َق َال م َ ُل ث َ َم ِ ، و َء َال ُ ْ بِالب ُ َكَّفأ ُ ي ِن ْ م ُ ؤ ِ َك ْ الم َ َذل َك َ َدَل ْت ، و ت ْ َ ِت اع َ َكن َِإ َذا س َا ف ُه ِئ ُ َكّف ت َ ِ إ َذ َ ا شاء ُ ا الل َّ َ َه ْ ِصم ق َ َّى ي ت َ ِدَل ًة ح َ ت ْ ُع َ م َّ اء َ م ِ ص َة ْز َر َ ِل األ ث َ َم ِ ِر ك ْال َكاف Ebu Hüreyre radiyallahu anhu’den nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’min, yeşil ekine benzer. Rüzgâr hangi taraftan eserse onu o tarafa yatırır (fakat yıkılmaz), rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mü’min de böyledir; o, belâ ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Kâfir ise sert ve dimdik selvi ağacına benzer ki ALLAH onu dilediği zaman (bir defâda) söküp devirir.” buyurmuştur.
(Buhârî, Tevhid, 31)

Yol uzun, yolculuk zordu. O ise, bir garib yolcuydu. Omuzunda eski heybesi, yüreğinde ömründen uzun emelleri, yola koyulmuştu. Aslında biliyordu kendisini bekleyenleri, yolculuk meşakkat demekti. Musibetlere, kazalara, belâlara, ibtila’lara rastladı yol boyu; kimi zaman güneş yüzünü gösterse de çoğu kere karanlıklarda yönünü kaybetmemek için çabaladı. Yağmur, fırtına demeden menzile varmaktı derdi ve bunun için büyük bir mücâdele verdi. Günâhlar ve isyanlar, türlü tuzaklar kurdular ona, her biri birer dev misâli yolunu kesti. Ancak o, günâh kuyularına her düştüğünde tövbe ipine sarıldı, sabrın elinden tuttu, fırtınalı gecelerde tevekkül limânına sığındı. Kendisini yoldan çıkarmak isteyen rüzgârlarla boğuştu, soğuk poyrazlara göğsünü siper etti. Eğilmemek için, kırılmamak için, esen her rüzgâra kapılmamak için büyük bir mücâdele verdi, çünkü o, mü’min idi. Ona çetin rüzgârlarla mücâdele etmeyi Peygamberi öğretmişti. Çölün inkâr, asabîyet, cehâlet rüzgârlarını göğüsleyen, rüzgâra İlahî bir mesâj fısıldayarak çağlar ötesinde inanan gönüllerle buluşturan Nebî aleyhisselâm, mü’minlere şöyle yol göstermişti.: “Mü’min, yeşil ekine benzer. Rüzgâr hangi taraftan eserse onu o tarafa yatırır (fakat yıkılmaz), rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mü’min de böyledir; o, belâ ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Kâfir ise sert ve dimdik selvi ağacına benzer ki ALLAH onu dilediği zaman (bir defâda) söküp devirir.” (Buhârî, Tevhid, 31)

Rüzgârlara boyun eğmeyen mü’min, bu hâliyle bir varlık mücâdelesi vermekteydi. Onun engellere karşı mücâdeleci tavrı, aslında hayata karşı onurlu bir duruş, bir meydan okuyuştu. Zâten mü’min, hayata duruşuyla bir anlam katan insan demekti. Türlü imtihanlarla sınansa da imânından aldığı güçle hayat yolculuğuna isyan etmeden, yıkılmadan, inançla, azimle, sabırla devâm eden kişi mü’mindi. Kişinin imânının kalitesi ise sadece güneşli günlerde değil; karanlıklarda, karamsarlıklarda, çaresizliğin belini büktüğü o zor zamanlarda da RABB’ini anabilmesinde gizliydi. Fırtınalı bir denizde dalgalarla mücâdele ederken de sağ sâlim karaya ulaşınca da insanın RABB’ine sığınabilmesi, onun imânındaki istikrarının bir göstergesiydi.

ّ
هُوَ الَّذِي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ حَتَّى إِذَا كُنتُمْ فِي الْفُلْكِ وَجَرَيْنَ بِهِم بِرِيحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُواْ بِهَا جَاءتْهَا رِيحٌ عَاصِفٌ وَجَاءهُمُ الْمَوْجُ مِن كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّواْ أَنَّهُمْ أُحِيطَ بِهِمْ دَعَوُاْ اللّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ لَئِنْ أَنجَيْتَنَا مِنْ هَذِهِ لَنَكُونَنِّ مِنَ الشَّاكِرِينَ
“Huvellezî yuseyyirukum fîl berri ve’l- bahr (bahri), hattâ izâ kuntum fî’l- fulk (fulki), ve cereyne bihim bi rîhin tayyibetin ve ferihû bihâ câethâ rîhun âsifun ve câehumu’l- mevcu min kulli mekânin ve zannû ennehum uhîta bihim deavûllâhe muhlisîne lehu’d- dîn (dîne), le in enceytenâ min hâzihî le nekûnenne mine’ş- şâkirîn (şâkirîne).: Karada ve denizde sizi seyrettiren (gezdiren) O'dur. Hatta siz gemi(ler)de idiniz ve güzel, hoş bir rüzgâr ile onlarla (içindekilerle) (denizde gemiler) seyrediyorlardı (yüzüyorlardı). Ve onunla ferahladılar (sevinçliydiler). Ona fırtınalı bir rüzgâr geldi ve onları her taraftan dalgalar sardı. Onlarla ihata edildiklerini (kuşatılıp çevrildiklerini) zannettiler. Dîni, ona mahsus (has) kılarak ihlâsla ALLAH'a DUÂ ettiler.: “Eğer bizi bundan kurtarırsan, biz mutlaka şükredenlerden oluruz.” (Yûnus 10/22)
ّ
فَلَمَّا أَنجَاهُمْ إِذَا هُمْ يَبْغُونَ فِي الأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّمَا بَغْيُكُمْ عَلَى أَنفُسِكُم مَّتَاعَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ثُمَّ إِلَينَا مَرْجِعُكُمْ فَنُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
“Fe lemmâ encâhum izâ hum yebgûne fî’l- ardı bi gayri’l- hakk (hakkı), yâ eyyuhe’n- nâsu innemâ bagyukum alâ enfusikum metâa’l- hayâti’d- dunyâ summe ileynâ merciukum fe nunebbiukum bimâ kuntum ta'melûn (ta'melûne).: Fakat onları kurtarınca, (o zaman) onlar yeryüzünde haksız yere azgınlık yaparlar. Ey insanlar! Sizin azgınlığınız size (kendinize)dir, dünya hayatının metâ’ı (menfaati)dir, sonra dönüşünüz BİZE’dir. O zaman yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.” (Yûnus 10/23)

“Kahrın da hoş lütfun da hoş” diyebilme olgunluğunu gösterip acıyı bal eyleyen kimseler, yüzünü ekşitmeden belâ balını yiyebilenler, sabır imtihanını hakkıyla verenlerdi. Bâzen sabırla sınandı insan, bazen şükürle. Varlık da bir imtihandı insan için yokluk da. Mesele ne varlığa sevinmek ne yokluğa yerinmek, sadece O’nun rızasını dileyebilmekti. İnsanlar arasında en çok mihnet ise peygamberlere verildi. Âdem (aleyhisselâm), ebedîlik arzusuyla sınandı, ölümsüz olma isteği Hz. Âdem’in imtihanıydı. Habil, Kabil’le sınandı, kıskançlık Habil’in imtihanıydı. İbrahim (aleyhisselâm), İsmâil’le sınandı, evlat sevgisi Hz. İbrahim aleyhisselâm’ın imtihanıydı. Yakub (aleyhisselâm), Yusuf’la sınandı; Yusuf (aleyhisselâm), Züleyhâ ile. Eyyüb (aleyhisselâm) ise taşları çatlatan bir sabır imtihanından geçti yüzünün akı ile. Müslümanlara kendisinin yaşadıklarına bakarak güçlü olmalarını tavsiye eden (Muvatta’, Cenâiz, 14) Hâtemü’n-Nebî ise imtihan rüzgârları karşısında nasıl ayakta kalınabileceğini bizzat yaşayarak öğretti. Onun imtihanı, Kureyşli bir yetim iken Peygamberlik Yükünü omuzlayabilmesiydi. Onun imtihanı, bir eline güneşi, diğerine ayı verseler dahi yolundan dönmemesiydi. Onun imtihanı Taif’te taşlandığı hâlde dudaklarından muhatablarına rahmet dileyen DUÂlar dökülmesiydi. Bedir’de bir avuç mü’minle müşrik ordusunun karşısına çıktığında mübârek ellerini açıp RABB’ine.: “ALLAH’ım! Şu bir avuç İslâm toplumunu helâk edersen (korkarım) yeryüzünde SANA ibâdet eden kimse kalmayacak!.” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’ÂN, 8) diye seslenmesiydi. Açlık, yokluk, ihânet ve iftirâlar, belini büken, taşımakta zorlandığı ağır yükler, neredeyse kendisini helâk etmesine sebeb olacak hassasiyetler… Nice mihnet ve külfetler her biri Nebî’nin (aleyhisselâm) omuzundaydı; ancak o, her belânın ve her ni’metin imtihan olduğunun bilincinde olarak hep RABB’inin yanındaydı. Sevgili Peygamberimiz, ekin misâli rüzgârla mücâdele etmeyi bildi. Ya bizim en hafif esintide kırılıveren bünyelerimiz? Musibetlerde ortaya çıkan kalitemiz? İmtihan Rüzgârları karşısında Efendimiz nerde biz nerdeyiz? Belki Dünyâya bu kadar düşkün olmasaydık kalbimiz rahatlayacaktı. Dünyâda garib bir yolcu olduğumuzu unutmasaydık eğer, azıcık aşımız bizi mutlu etmeye yetecekti. Belki bir yetimi güldürdüğümüzde Dünyâlar bizim olacaktı ve o vakit, imtihanlar karşısında biz çok daha güçlü olabilecektik. Bizim imtihanımız aslında Mi’rac Günü Ebu Bekir olabilmekte gizli. Peygamber’e sıdk ile bağlanmak bizim imtihanımız. Bizim imtihanımız, içimizdeki sarp yokuşlarımızı aşabilmekte gizli. Yetimi gözetip yoksulu doyurmak bizim imtihanımız. Bizim imtihanımız kötülüklere karşı kalkmayan ellerimiz, konuşmayan dillerimiz, buğzetmeyen kalblerimiz… Bizim imtihanımız, vermeyen ellerimiz, kaçmayan uykularımız, sevmeyen yüreklerimiz... Varamadığımız secdeler, tutamadığımız oruçlar, malımızdan geçip de veremediğimiz sadakalar bizim imtihanımız… Bencilliklerimiz, hırslarımız ve dahi ihtirâslarımız hep bizim imtihanımız… Içerisine düşüp de bir türlü çıkamadığımız mal, mülk, makam, i’tibâr, şan, şöhret kuyuları ile sınanıyoruz. Yol uzun, yolculuk zor, heybemiz omuzumuzda… Ve biz, hangi rüzgâra kapılmış gidiyoruz?.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim


TEVEKKÜL =>KUŞLAR gibi..

Rukiye Aydoğdu DEMİR
ّ

َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس ْ ِن ْ ال َخ َّط ِ اب َ ق َال َ ق َال ر َ ب َر ُم ْ ع َن ع َ ُق ز ْ ُر َ ا ت َم ْ ك ُم ِزْقت ُ ِ َ لر ِه َ ُّكل َو َ َّق ت ِ ح َ َل ّٰ ى الل َّ ُل َون ع َك َو ْ ت ُم ت ْ ُن ْ ك َّ ُكم َن ْ أ َلو ًا ُ َ بِطان ُ وح َر ت َ ً ا و َ اص ْ ُد ِ و خم َغ ُ ت ر ْ َّ الطي Ömer b. el-Hattâb radiyallahu anhu’ın naklettiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Eğer siz ALLAH’a gereği gibi TeVeKküL etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam) dolu olarak dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de rızıklandırılırdınız.” buyurdu.
(Tirmizî, Zühd, 33)


Her sabah olduğu gibi bu sabah da tan yeri ağarırken yuvalarından aç havalandı her biri… Huzurlu, umutlu hevesli… Sonra hiçbir beklenti içine girmeden kanatlarıyla göğü kucaklayıverdi. Sadık, içten, samimî… Keyifle süzüldüler beyaz bulutların arasında, kanatlarını rüzgâra bırakıp neşeyle dans ettiler, göğü delip en derinine indiler… Görenler onları gökyüzünün efendisi zannederdi oysa onlar, gökyüzünü sâhiblenmeden sadece onun içinden geçmekteydi. Onların uçmasını sağlayan, gökyüzüne umut bağlamadan ümitvar olabilmek, rızkı gökten değil göğün sâhibinden beklemekti… Göğümüzden kuşlar geçiyordu, biz yürüyorduk. Kaldırdık başımızı, onlar hep yükseklerdeydi, masmavi gökyüzüydü onların evi. Heveslendik, imrendik, kıskandık belki…
Başladık koşmaya, nefes nefese kaldık… Oysa koşmakla uçmak bir değildi, bilemedik… Onlar iki kanatla uçarken, iki kolla bizi uçmaktan alıkoyan neydi? Evet, kanatlarımız olmalıydı bizim de, sadece iki tane değil; üç, dört, beş hatta daha da fazla… Hesâbımızı yapıp, ölçüp, tartıp garantilemeliydik her şey gibi uçma işini de! Bütün ihtimaller ince ince hesâblandı istatistikler yapıldı, riskler sıfırlandı. Her şey tamamdı ancak olmadı, bir türlü o zevki tadamadık. –
“Kanadımız var değil mi?.” =>“Evet fazlasıyla!.”
“Peki neden uçamıyoruz?.” =>“Çünkü ruhumuzun kanadı kırık!."
“Ruhu kanatlandirân nedir peki?.” =>“TeVeKküL!."

Gökleri tanıyan, göklerden haber getiren Nebî aleyhisselâm söylüyor bunu. TTeVeKküL ederek kuşlarla birlikte kanat çırpabileceğimizi, onlar gibi kendimizi özgür hissedebileceğimizi… Kuşların izini sürersek ayaklarımızın yerden kesilebileceğini bildiriyor. Bizi yere doğru çeken ağırlıklarımızdan kurtularak yücelebilmemiz için kuşlardan öğrenecek çok şeyimizin olduğuna işâret ediyor, onları bize örnek gösteriyor ve buyuruyor ki.:
“Eğer siz gereği gibi ALLAH’a TeVeKküL etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam) dolu olarak dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de rızıklandırılırdınız.” (Tirmizî, Zühd, 33)
Kuşlara benzemek TeVeKküL edenlerin işi… TeVeKküL de, derdi gök olanların, derdi uçmak olanların meşgalesi… Durmak değil, uçmaktır TeVeKküL. Gözü yücelerde olanların eylemidir. Hayalleri, idealleri, gâyeleri büyük olup da “EKBeR =>En büyük” olana dayananların işidir. Karıncaları, balıkları, kuşları kim rızıklandırıyorsa bizi de doyuranın O olduğunun bilincine varmaktır. Bu yüzden inanamamış, güvenememiş, adanamamış ruhlar hissedemez onun lezzetini… İnançsızlığın miskinliğini yaşayanlar, O’na dayanmayı tembellik sananlar bilemez TeVeKküLün bütün benliğiyle insanı nasıl harekete geçirdiğini… Ellerini semâya açanlar tadabilir ancak TeVeKküLü… Göklerden haber getiren elçilere uyanlar bilir onun tadını… Yedi kat göğün yegâne sâhibini tanıyanlar ancak TeVeKküLle yücelebilir. Gök Ehlinin meşgalesidir bu yüzden TeVeKküL, Esfel-i Safilînin değil… Ayakları yerden bir türlü kesilmeyenler uçmak nedir ne bilsin? Bin bir çeşit prangayla yere bağlananlar nasıl kımıldayabilsin?. Yeryüzünün türlü dertleriyle dertlenenler göklerden nasıl nasiplensin?. Bencillikleri, hırsları, bitmeyen savaşları onların kendilerinden başka bir varlığa güvenmelerine nasıl müsaade etsin? Etmez!. Bu durumda gündüz de birdir, gece de… Şüphelerin, korkuların tutsağı olur insan. Her şeyin bir hâkimi olduğunu unutup her şeye hâkim olabilmek için kıvranır durur. Sükûnet onu sessizce terk eder, gürültüler yağmalar içini. Cevabsız soruların ardı arkası kesilmez. Rızık endişesi, geçim kaygısı, Dünyâ meşgalesi yakasını bırakmaz bir türlü. Kendisini zehirleyen kuşkuların, evhamların, beklentilerin, ihtimallerin, acabaların, keşkelerin, belkilerin sonu gelmez. Felâket senaryolarının girdabında kaybolur gider… O’na inanmadan kalbi sükûnete ermez ki insanın. O’na TeVeKküL etmeden huzur nedir bilemez. O’na güvenmeden kendini güvende hissedemez. Güvenmeye ihtiyacımız var, inanmaya, sığınmaya ihtiyacımız var. Çünkü âciziz. Ömrümüz, hayatımız, memâtımız ve dahi rızkımız O’nun elinde. Buna imân edip O’na dayandığımız zaman TeVeKküLün tadına varabiliriz. O zaman gereksiz yüklerin hamallığından kurtulup hafifleyebiliriz. Belimizi büken ağırlıklarımızdan, taşımak zorunda olmadığımız fazlalıklarımızdan ancak işimizi O’na bıraktığımız zaman kurtulabiliriz. Her şeyin sâhibi olamayız, her şeyi kontrol altında tutamayız, bütün ihtimalleri hesâba katamayız, âcizliğimizi, kulluğumuzu unutup da ilâhlığa soyunamayız. Terazilerin sadece maddeyi tartmadığını, muhasebenin sadece rakamlara terkedilmeyeceğini, hesâbın sadece aritmetikle yapılmayacağını anlamak zorundayız. Gökyüzünü Dünyâmızdan çıkarmaya çalışıyoruz, kendimize sadece yeryüzünde bir Dünyâ kurmak amacımız. Uçsuz bucaksız gökler dururken kendimizi yere mahkûm ettiğimizin farkında bile değiliz; kafamızı kaldırıp huzurla uçan kuşlara şöyle bir baktığımız yok. Bir türlü doymamak, doymak bilmemek, HAKkına razı olmamak bizi kuşlardan ayırıyor; bir türlü uçamıyoruz. Bunca varlıkla gönlümüzün darlığını gideremiyoruz. İçimizdeki boşluğun maddeyle dolmayacağını anlayamıyoruz. Oysa.: “Bana ALLAH yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na TeVeKküL ettim. O, yüce arşın sâhibidir.” (Tevbe, 9/129) diyenden daha huzurlu kimse var mıdır? “…Kim ALLAH’a TeVeKküL ederse, O kendisine yeter...” (Talâk, 65/3) âyetinin hafifliğini insana başka ne yaşatabilir? “Göklerde ve yerde ne varsa ALLAH’ındır.” ; “…Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltır, her şey O’nun elindedir” (Teğâbün, 64/1; Âl-i İmrân, 3/26) diyebildikten sonra insanı yücelmekten ne alıkoyabilir? Sâdece başını kaldırıp kuşları izlemesi yeterli, bir küçük Serçe, bir Güvercin ya da Hüdhüd kendisine yol gösterecektir. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kuşları örnek gösterdi bize, kuşlara örnek olabilecek var mı içimizde?.

ّ
فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُلْ حَسْبِيَ اللّهُ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
“Bundan sonra eğer onlar dönerlerse, o zaman onlara şöyle de: “Bana, ALLAH yeter (kâfidir), O'ndan başka İLÂH yoktur. Ben, ALLAH'a TeVeKküL ettim (güvendim). Ve O, azîm arşın Rabbidir.” (Tevbe 9/129)
ّ
وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا
“Ve hesab etmediği (aklına gelmeyen) bir yerden onu rızıklandırır. Kim ALLAH'a TeVeKküL ederse, artık ona O (ALLAH) Kâfidir. Muhakkak ki ALLAH, emrini (işini) yerine getirendir. ALLAH herşey için bir kader tayin etmiştir.” (Talâk 65/3)
ّ
يُسَبِّحُ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Göklerde ve yerde olan herşey ALLAH'ı tesbih eder. Mülk O'nundur ve hamd O'nadır. Ve O, herşeye Kaadir'dir (gücü yetendir).” (Teğâbün 64/1)
ّ
قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَن تَشَاء وَتَنزِعُ الْمُلْكَ مِمَّن تَشَاء وَتُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“De ki.: "Mülkün mâliki olan ALLAH'ım. Mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Ve dilediğini azîz kılarsın ve dilediğini zelîl edersin. “Hayır” SENİN elindedir. Muhakkak ki SEN herşeye kaadirsin.” (Âl-i İmrân 3/26)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

VAKti MÜSLÜMAN EYLEMEK..

Rukiye Aydoğdu DEMİR

َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس َ َ ق َال َ ق َال ر ة َ ر ْ ي َ ُر َبِى ه ْ أ َن ع ِ ِيه ن ْ ع َ َ ي َا ال ُ م ُه ْك َر ِ ت ء ْ َر ِ ْ الم َم ْ ال ْ ِن ِ إس ُس ْ ح ِن م
Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kendisini ilgilendirmeyen şeyleri (mâlâyâniyi) terk etmesi, kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Zühd, 11)

Evvelden âhire uzanan zamanlardan birinde, kimimiz zaman dolduruyor, kimimiz zaman geçiriyordu. Birileri bize zaman tanırken, çoğumuz çoktan zamana uymuştu. Aslında aramızda zaman kaybedenler olduğu kadar zaman kollayanlar da vardı. Ancak zaman su gibi akarken, pek azımız zaman ile yarıştığının farkındaydı ve en çok zaman sıkıntısı çekenler, en iyi zaman öldürenlerdi. Oysa hepimizin kolunda saatler vardı, hepimiz için zaman en kıymetli hazineydi, hepimiz az zamanda önemli işler yapabilme derdindeydik ve hep bir yerlere yetişebilmek için acele etmek zorundaydık. Hep bir koşuşturma içinde, nefes nefese zamanı yakalamak için çabalıyorduk. Hızlandırılmış bir filme benziyordu hayatımız, görüntüler vardı ancak işitilenler sadece anlamsız seslerden ibâretti. Kubbemizde bâki kalan hoş bir sedâ yerine işte bu garib seslerdi. Hal böyleyken, zamanı idrak edemeyen bizler, asrı nasıl idrak edecektik?
Kitabımızı açtık, RABB’imiz’in güneşin ve âyin, gecenin ve gündüzün üzerine, asrın üzerine yeminler ettiğini gördük. Kendisine bahşedilen zamanın hakkını veremeyen kulların, “Keşke toprak olaydım!.” diye hayıflanmalarına şâhid olduk. Pişmanlık içerisinde RABB’inden bir ömürlük Hayat Hakkı daha isteyerek çırpınanları, bu kendisine lütfedildiği takdirde samimî bir kul olma sözleri vererek yalvaranları gördük… Müslümanız işittik, itaat ettik. Evet biz Müslümanız, peki ya saatimiz? Vaktimizi nasıl Müslüman eyleyebiliriz?. Hız sarmalında ömrü tükenen, ömrünü mâlâyâni ile geçirenin saati nasıl Müslüman olur?. Nebî aleyhisselâm’ye kulak verdik, buyurdu ki.: “Kendisini ilgilendirmeyen şeyleri (mâlâyâniyi) terk etmesi, kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir.”
(Tirmizî, Zühd, 11)
Boş konuşmalar, gereksiz soru ve cevaplar, niteliksiz alışkanlıklar, insanın kendisini ilgilendirmeyen nafile uğraşlar, fuzuli meraklar, ne Dünyâya ne Âhiret’e faydası olacak tüm beyhude eylemleri kapsayan bir tâbir.: “MâlâyâniMâlâyâniyi, bizi ilgilendirmeyen, bize hiçbir faydası olmayan, incir çekirdeğini doldurmayan, bununla birlikte farkında olmadan ömürleri işgal eden tüm boş işleri terk etmek… Ve tüm bunlardan uzaklaştığımız ölçüde İslâm’la güzelleşmek… Nebî aleyhisselâm’nin işâret ettiği üzere Müslümanlığımızın güzelliği, Mâlâyâni ile olan mesâfemiz ile ilişkili. Sevgili Peygamberimize göre ye olan uzaklığımız kadar Müslümanlığımız güzel ve kaliteli. Zaman Mâlâyâniile geçerken, zamanı Müslüman bilinciyle yaşamıyorken yani vaktimiz Müslüman değilken ise Müslümanlığımız eksik, Müslüman bilincimiz yaralı. Müslümanlar olarak ancak fikrimizi, sözümüzü, bilincimizi, vicdanımızı, ahlâkımızı ve vaktimizi Müslüman kıldığımız zaman sağlıklı bir Müslüman Kimliğine sâhib olmak mümkün. Hayatımıza Rasûl-i Ekrem aleyhisselâm’in “Mâlâyâni” tabirini dâhil etmemizle, ışık hızıyla içinden geçtiğimiz hayatımızda bir duraksama olmalı, bir hız sarmalı haline getirilen hayatımız yavaşlamalı, zamanın ne içinde ne dışında yaşayan biz Âhir Zaman Müslümanları şimdiye kadar geçirdikleri ömürlerini şöyle bir sorgulamalı. Zamanın ruhunu iliklerinde hissederek, hayatlarına Nebevî bir disiplin kazandırmak adına saatlerinin ne kadar Müslüman olduğunu kendilerine sormalı.: Ziyâda başlayıp ziyâda biten, huzurlu, hafif günler mi yaşadığımız; yoksa geceyi gündüze katıp saadeti az, meşakkati çok, bulanık renkli günlerin içinden mi geçiyoruz? Gözlerimizi nurlu sabahlara açıp hânelerimize seher bereketini mi dolduruyoruz, ne yaptığımız bilmez bir halde akrep ve yelkovanları yakalamaya mı çalışıyoruz? Yaşadığımız çağın ânı yaşamak telkinlerine boyun eğip zamandan sürgün edildiğimizin ne kadar farkındayız? Hayatı dolu dolu yaşadığımız vehmine kapılıp aslında Mâlâyâni istilasına ma’ruz kaldığımızı, böylelikle hayatı ve dahi hakikati ıskaladığımızı neden bir türlü fark edemiyoruz? Çağımız endüstrisinin gözlerimiz, zihinlerimiz, kalbimiz, bilincimiz için özenle ürettiği Mâlâyâni malzemelerine neden bu kadar rağbet gösteriyoruz? Gerçek şu ki, bu tuzaklara kapılıp zaman idrakini yitirdiğimizde ruhsuz gezen bedenler halinde faniliğe mahkûm edilmiş oluyoruz. Yıllar yılı saatimiz işliyor ancak biz duruyoruz. Ufuklarda olması gereken gözlerimiz gaflete yenik düşmüş durumda. Yüz çevirmemiz gereken “Mâlâyâni” uğraşlarımızı her gün yeni bir şevkle, iştiyakla, heyecanla icra ediyoruz. İki günü birbirine denk olan zararda iken hangi günümüzü diğerinden bereketli kılıp kendimizi aşmak için çaba sarf ediyoruz? İyiliğe vesile olup kötülüğü engellemek adına hangi adımı atıyoruz? Huzura ak yüzlerle varabilmek için yüzümüzü ağartacak hangi işleri yapıyoruz? Elimiz, dilimiz, kalbimiz Mâlâyâni ile meşgulken Dünyâdaki tüm acıların son bulmasını bekliyoruz. Sadece cılız temennilerde bulunuyoruz çoğu zaman kendimizin dahi işitmediği: İnsanların barış içinde yaşadığı bir Dünyâ istiyoruz. Çocuklar ölmesin istiyoruz. Zulüm dursun istiyoruz. Mûsâ aleyhisselâm’nın Firâvunları dize getirmesini, ebabillerin filleri yenmesini diliyoruz. Biz, yardım için kimseye elimizi uzatmazken RABB’imiz’in inâyetini üzerimize indirmesini istiyoruz. Mâlâyâni İşlerin kıskacında ömrümüz beyhude geçerken, göklerden mu’cizeler inmesini bekliyoruz. Bizim kendi mu’cizemizin gafletten, bencillikten, tembellikten, nafile meşgalelerden arınmak olduğunun farkına varamıyoruz. Oysa Müslümanlar olarak vakit duyarlılığı kazanıp zamanda deruni yolculuklara çıkabildiğimizde, zamandan yeni zamanlar devşirebildiğimizde “Müslüman” vasfını hak etmiş olacağız. İşte o zaman başımızdaki kara bulutlar dağılacak ve çok daha farklı bir Dünyâya gözlerimizi açacağız. Kendimizi ve vaktimizi Müslüman eyleyebildiğimiz zaman..


Mâlâyâni.: Mânasız, faydasız, boş söz.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

DEĞERİNİ BİLEMEDİĞİMİZ İKİ EŞSİZ Nİ’MET
=>SAĞLIK ve BoŞ ZAMAN..


ELiF ERDEM


ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ُّ ص ِبى َّ ُ َ ما ق َال َ : ق َال الن َنه ُ ع ِ َ ّٰ الل ِضي َ ٍاس ر َّ ب َ ْ ِن ع َ ِن اب ع َ ُ اغ." َ ْالَفر َّ ُة و ِ ح ّ َّاس: الص َ الن ِن ٌ م ِير َث َ ا ك ِيهِ م ُ ٌون ف ْب َغ َ ِ ان م ت َ ْم ِع َ : "ن َ َّلم َ س و
İbn Abbâs radiyallahu anhu’ın naklettiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İki ni’met vardır ki insanların çoğu (onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır =>SAĞLIK ve boş ZaMaN.” buyurmuştur.
(Buhârî, Rikâk, 1)

Resim
Kur’ÂN-ı Kerim’deki pek çok âyetiyle bizlere lütfettiği sayısız ni’metlerine işâret eden RABB’imiz, bir yandan bunların farkında olarak kendisine şükretmemizi isterken bir yandan da bu ni’metlerin göz alıcılığına kapılmamamız için bizi uyarır.: “Ey insanlar! Şüphesiz ALLAH’ın vaadi gerçektir. Sakın Dünyâ Hayatı sizi aldatmasın.” Ömrümüzün geçiciliğini ve tüm ni’metlerden hesâba çekileceğimiz bir günün geleceğini hatırlatırken bunu unutturmaya çalışan düşmanlarımıza karşı da teyakkuzda olmamızı ister: “Sakın çok aldatıcı (şeytân), ALLAH HAKkında sizi aldatmasın.”


يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ
“Yâ eyyuhe’n- nâsu inne va’dallâhi hakkun fe lâ tegurrennekumu’l- hayâtu’d- dunyâ, ve lâ yegurrennekum billâhi’l- garûr (garûru).: Ey insanlar, ALLAH’ın va’di haktır, doğrudur. Sakın Dünya Hayatı sizi aldatmasın. Hilekâr insanlar ve şeytân da, ALLAH’ı öne sürerek, ALLAH adına sizi kandırmasın.” (Fâtır 35/5)

Mal mülk, makam mevki, şan şöhret ve saltanat gibi geçici Dünyâ zevklerine aldanan kimselerin hem Dünyâdaki hem de âhiretteki acıklı durumlarından örnekler vererek aynı hatalara düşmememiz için sık sık öğütlerde bulunur. Zirâ aldananların aldandıklarını anlayacakları ve aldanmışlıkların ortaya konacağı gün “yevmü’t-teğâbün” olan Kıyamet Günü kişinin anne babasına bile faydası olmayacağı gibi onların da kendisine bir yararı dokunmayacaktır.:


يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ وَاخْشَوْا يَوْمًا لَّا يَجْزِي وَالِدٌ عَن وَلَدِهِ وَلَا مَوْلُودٌ هُوَ جَازٍ عَن وَالِدِهِ شَيْئًا إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ
“Yâ eyyuhe’n- nâsuttekû RABBekum vahşev yevmen lâ yeczî vâlidun an veledihî ve lâ mevlûdun huve câzin an vâlidihî şey’â (şey’en) inne va’dallâhi hakkun fe lâ tegurrennekumu’l- hayâtu’d- dunyâ, ve lâ yagurrennekum billâhi’l- garûr (garûru).: Ey insanlar, RABBinize karşı takvâ sâhibi olun! Ve o günden korkun ki; baba, oğluna karşılık veremez (yardım edemez). Ve oğul da babasına bir şeyle karşılık veremez. Muhakkak ki ALLAH'ın vaadi haktır. Öyleyse Dünya Hayatı sakın sizi aldatmasın. Garûr (tagut), ALLAH'a karşı sakın sizi kandırmasın.”(Lokmân 31/33)

Dünyâ Hayatında rehberimiz olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz Dünyâda aldandığımız, kıymetini idrak etmekte zorlandığımız pek çok ni’metten özellikle ikisine dikkatimizi çekiyor =>SAĞLIK ve boş ZaMaN. Dünyevî yaşantımızı sürdürebilmek için hayati nitelik taşıyan bu iki ni’met aynı zamanda âhiret hayatımızı imar edebilmek için de vazgeçilmezdir. Zirâ RABB’imiz’e imân edebilmemiz için öncelikle akıl sağlığımızın yerinde olması gerekirken O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak da yine fiziksel ve ruhsal bakımdan sıhhat ve afiyet içinde olmamıza bağlıdır ve bütün bunlar ancak, bizlere Dünyâdayken bahşedilen ZaMaN dilimi içerisinde yapıldığında anlamlıdır. SAĞLIK, önemine her ortamda çeşitli vesilelerle atıf yapılan buna rağmen en çok ihmal edilen ni’metlerin başında gelir. Her gün amansız hastalıkların pençesine yakalanan milyonlarca insanın varlığından habersiz olmadığımız gibi bir o kadar insanın ömrünün sonlandığını da müşahade ederiz. Bu kişilerin çok yakınımızdaki insanlar olması bizi bir müddet kendimize çeki düzen verip sağlığımıza dikkat etmeye itse de bu bilinci devâmlı canlı tutmak kolay değildir. Hüsnü zannımız galip gelir çoğunlukla, bu hastalıkların bize hiç uğramayacağını düşünür, ne kadar yaşlansak da ölümün hep çok uzaklarda olduğuna inandırırız kendimizi. Dünyâda rahat ve huzurlu bir ömür sürme telâşıyla çalışıp didinirken, âilemizin geleceği için ter döküp yorulurken ihmal ederiz sağlığımızı; bâzen de sadece pervasızca günlük zevklerimizi tatmin etmek için zarara uğratırız bu en kıymetli hazineyi. Hâlbuki sağlığımızı ihmal ederek sâhib olduğumuz hiçbir güzellik bize onun tattırdıklarını yaşatamaz. Yıllarca sağlığımızı kaybetme pahasına elde ettiğimiz serveti sağlığımızı düzeltmek için bir çırpıda harcayabilir, mutlu bir gelecek kurmayı düşlediğimiz çocuklarımızı kendilerini her şeyden daha mutlu edecek sağlıklı anne babalardan mahrum edebiliriz. Dünyâ ve âhiret saadetimiz için sağlığımıza dikkat etmemiz oldukça mühimdir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in;
=>Sağlıklı ve dengeli beslenmekten, (Tirmizî, Zühd, 47)
=>Spora, (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VI, 401)
=>Ağız ve diş temizliğinden, (Ebû Dâvûd, Tahâret, 25)
=>Beden bakımına, (Müslim, Cum’a, 9)
=>Yiyecek ve içecek kaplarının temizliğinden, (Müslim, Eşribe, 93)
=>Çevre temizliğine, (Tirmizî, Edeb, 41)
Kadar hayatımızın her anını kuşatan sağlığı korumaya yönelik tavsiyeleri, mü’min olarak bizlerin sağlığımızı koruma konusunda ne kadar hassas davranmamız gerektiğini gösterir.
Zirâ =>İnsanın, fıtratı gereği vücûd bakımına dikkat etmesi gerektiğini bildiren (Buhârî, Libâs, 63)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Her yedi günde bir yıkanmak, ALLAHu zü’L-CeLÂL’ın Müslüman üzerindeki HAKkıdır.” (Müslim, Cum’a, 9)

Buyurarak =>Vücûd temizliğinin kişisel tercihlerin ötesinde dinî bir yükümlülük olduğuna dikkatleri çekmektedir. Ayrıca, gündüzlerini oruçla gecelerini ibâdetle geçirerek bitâb düşen Abdullah b. Amr’a.: “Böyle yapma. Oruç tut fakat, iftarını da yap!. Gece ibâdet et ama uykunu da al!. Çünkü vücudunun sende HAKkı var, gözünün sende HAKkı var!.” buyuran Efendimiz aleyhisselâm, insanın hangi niyetle olursa olsun bedenine karşı olan görevlerini ihmal etmemesi gerektiğini vurgulamıştır..
Çünkü bedenimiz, RABB’imiz’in bizi, âhirette onu nasıl kullandığımızdan sorumlu tutacağı bir emânetidir.

Değerini BİLemediğimiz diğer bir ni’met “ZaMaN”dır. RABB’imiz Bizleri.: “Hangimizin daha güzel amel yapacağını sınamak için” belirli bir süreliğine Dünyâya göndermiştir.:


الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ
“Ellezî halakal mevte ve’l- hayâte li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ (amelen), ve HUVe’l AZÎZu’l- GAFÛR (gafûru).: “Sizin hanginizin en güzel ameli yapacağını” imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur. Ve O; AZÎZ'dir, GAFÛR'dur.// Hanginizin daha güzel, daha değerli, devamlı bilinçli ameller işleyeceğini, işini daha güzel yapacağını denemek için dünyada ölümü, dünyada ve âhirette hayatı yaratan ALLAH’tır. O Kudretlidir, Hükümrandır, Sâlih Amel işleyenleri koruma kalkanına alır, çok bağışlayıcıdır.”(Mülk 67/2)

Ne var ki Dünyânın çekiciliği unutkanlığımızla birleşerek bu kaçınılmaz sonu düşünmemize mâni olur çoğu ZaMaN. Ne kadar ömrümüzün olduğunu bilmeden “erteleme” alışkanlığına bırakırız bütün işlerimizi; kendimize, âilemize, topluma ve hatta RABB’imiz’e karşı olan sorumluluklarımızı!. Daha da ileri giderek Dinimizin gereklerini öğrenmeyi, yaşam rehberimiz olan Kur’ÂN’ı okumayı, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i tanımayı bile erteleriz bâzen. Bu hâlimizi bilen ALLAH TeÂLÂ Dünyâ Hayatının geçiciliğini bizlere tekrar tekrar hatırlatmış, Dünyânın kendisinin de bir sonu olduğunu vurgulamış ve “ZaMaN”ın “ASR” üzerine yemin ederek onun ne kadar değerli olduğunu anlatmıştır.:


وَالْعَصْرِ
“Ve’l- asr (asri).: Asr’a yemin olsun.// Zamana, asırlara, ikindilere, SENin peygamberlikle görevlendirildiğin evrensel döneme andolsun!”(Asr 103/1)

İnsana sunulan yegâne zaman dilimi olan ömrü iyi değerlendiremeyen kullar cehenneme atıldıklarında Dünyâ Hayatı’na tekrar dönüp sâlih ameller işlemek isteyecek, ancak şu cevapla karşilânacaklardır.: “Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti...”


وَهُمْ يَصْطَرِخُونَ فِيهَا رَبَّنَا أَخْرِجْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا غَيْرَ الَّذِي كُنَّا نَعْمَلُ أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُم مَّا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَن تَذَكَّرَ وَجَاءكُمُ النَّذِيرُ فَذُوقُوا فَمَا لِلظَّالِمِينَ مِن نَّصِيرٍ
“Ve hum yastarihûne fîhâ, RABBenâ ahricnâ na’mel sâlihan gayrellezî kunnâ na’mel (na’melu), e ve lem nuammirkum mâ yetezekkeru fîhi men tezekkere ve câekumun nezîr (nezîru), fe zûkû fe mâ liz zâlimîne min nasîr (nasîrin).: Ve onlar, orada feryat ederler.: “RABBimiz bizi (buradan) çıkar, yapmış olduklarımızdan başka (amel) Sâlih Amel yapalım.” Size orada (dünyada), tezekkür etmek isteyen kimsenin, tezekkür etmesine yetecek kadar bir ömür vermedik mi? Size nezir gelmedi mi? O hâlde (azâbı) tadın. Artık zâlimler için bir yardımcı yoktur.// Onlar orada feryâd ederler.: “Ey RABBimiz, bizi buradan çıkar. Daha önce yapmış olduklarımızı bırakıp İman ederek, hâlis niyet ve amaçlarla, İslâm esaslarını, İslâmî Düzeni hayata geçirelim, iş barışı içinde bilinçli, planlı, mükemmel, meşrû, faydalı, verimli çalışarak nimetin-ürünün bollaşmasını sağlayalım, yerinde, haklı çıkışlar yaparak, düzelmeye, iyiliğe, iyileştirmeye ön ayak olalım, cârî-kalıcı hayırlar-sâlih ameller işleyelim.” derler. ALLAH.: “Size, düşünebilecek olanın, akıllı bir kimsenin düşünüp ALLAH’ı bulabileceği kadar bir ömür vermedik mi? Üstelik size sorumluluk, hesap ve cezâyı hatırlatan uyarıcı da, peygamber de gelmişti, ihtiyarlık da kapıya dayanmıştı. O halde azâbı tadın. İnkar ile, isyân ile, şirk ile, baskı, zulüm ve işkence ile temel hak hürriyetleri, ALLAH YoLu’nu, ALLAH YoLu’ndaki faaliyetleri engelleyen zâlimlere bir yardım eden bulunmayacaktır.”(Fâtır 35/37)

O halde mü’min olarak bize düşen bize lütfedilen ZaMaN ni’metini en güzel şekilde kullanarak ömrümüzü RABB’imiz’in rızasını kazanacak fiillerle doldurmak ve asla boşa harcamamaktır. Mü’mini =>“Boş ve gereksiz şeylerden yüz çeviren kişi” olarak tanımlayan,


وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
“Vellezîne hum ani’l- lagvi mu’ridûn (mu’ridûne).: Ve onlar, boş şeylerden yüz çevirenlerdir.// Mü’minler, bâtıldan, yalandan, taahhüde sadakatsizlikten, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirip ilgilenmeyenler, engelleme tedbirleri alanlar, bunların savunuculuğunu, sözcülüğünü yapmayanlardır.”(Mü’minûn 23/3)

RABB’imiz’in =>“Bir işi bitirince hemen bir başkasına koyul.”


فَإِذَا فَرَغْتَ فَانصَبْ
“Fe izâ feragte fensab.: Öyleyse boş kaldığın zaman hemen intisab et.// Din ve dünyâ ile ilgili işlerinin, ibâdetlerinin birini bitirdiğin zaman, hemen ötekine başla” (İnşirâh 94/7)

EMRi doğrultusunda her anımızı iyi değerlendirmektir. Yalnızca iyi ve kötü amellerimizin değil, diğer ni’metlerle birlikte bize bahşedilen “ZaMaN”ı nasıl kullandığımızın da hesâbını vermekle yükümlü olduğumuzu unutmamalıyız. Ömrümüze yeni bir sayfa eklediğimiz bugünlerde geriye dönüp değerlendirme yapmalı, her şeyden önce sağlığımızı ve ZaMaNımızı nasıl kullandığımızı gözden geçirmeli ve hatalarımız varsa bunların telâfisini yapmak için hala ZaMaNımız olduğuna sevinip şükretmeli ve bundan sonra sâhib olduğumuz bu iki eşsiz ni’meti daha özenli kullanmanın yollarını aramalıyız..
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

GÜNÜN ŞÜKRÜNÜ
=>EDÂ EDEBİLMEK..


Hale ŞAHİN



ى إَلى َو َ َ ان ِ إ َذا أ َ ك َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ َول ّٰ الل َس َ َّن ر ٍس أ َ َن ْ أ َن ع ْ َ َكم َا ف َ ان َ آو َا و َ َفان َك َا و َان َق َ س َا و ن َ َم َ ْطع ِ َّ ال ِذى أ َّ ْ ُد ِل َ م ِ َ ق َال ْ » الح ِاشه َ ِر ف » َ ْ ِوى ئ ُ َ م َ ال ُ و َ َ له ِى َاف َ ك ْ ال َّن ِ م م
Enes b. Mâlik radiyallahu anhu’ten nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yatağına uzandığında şöyle DUÂ ederdi.: “Bizi yedirip doyuran, bizi içirip kandirân, (her konuda) bize yeten ve bizi sığındıran ALLAH’a hamdolsun. İhtiyaçlarını karşılayacak durumu ve sığınacak bir yeri olmayan nice kimseler vardır!” buyurmuştur.
(Müslim, Zikir, 64)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yatağına uzandığı zaman geçirdiği günün şükrünü bu DUÂyla edâ ederdi. Zirâ huzuru yerinde, bedeni sağlıklı ve günlük yiyeceği yanında olarak bir gün geçirmek, Dünyâ ni’metlerine sâhib olmakla eş değerdi onun nezdinde.. (Tirmizî, Zühd, 34) Kulluğun gereği olan şükür (Bakara, 2/172; Nahl, 16/114) vahye muhatab kılındığı yirmi üç yıl boyunca defâlarca hatırlatılan hasletlerden biriydi..


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُواْ لِلّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
“Sizi rızıklandırdığımız temiz (helâl) şeylerden yeyin. Ve eğer sadece O'na kul iseniz, ALLAH'a şükredin.” (Bakara 2/172)

فَكُلُواْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّهُ حَلالاً طَيِّبًا وَاشْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
“Öyleyse ALLAH'ın sizi rızıklandırdığı helâl ve tayyib (güzel, temiz) olan şeylerden yeyin! Ve eğer siz, yalnız O'na kul olduysanız, ALLAH'ın Nimetlerine şükredin!” (Nahl 16/114)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in RABB’ine şükreden bir kul olabilmek gâyesiyle geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılması, (Buhârî, Teheccüd, 6) yatıp kalkarken, yiyip içerken, yeni bir ni’mete kavuştuğunda dilinden “elhamdülillâh” tesbihini düşürmemesi, (Buhârî, Deavât, 8; Müslim, Zikir, 64; Tirmizî, Deavât, 55; Ebû Dâvûd, Libâs, 1) sevindirici bir haber aldığında ya da kendisine bir müjde verildiğinde şükür secdesine gitmesi (Ebû Dâvûd, Cihâd, 162) hep bu yüzdendi.
İnsanın kimseye muhtaç kalmadan karnını doyurması, kendisini türlü tehlikelerden güvende hissedeceği bir mekâna sâhib olması gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi şükretmek için yeterli sebeblerdir. Ne var ki çoğu zaman insan elindeki bu ni’metlerin kıymetinin farkında bile değildir. Hatta bunların zorunlu bir şekilde sâhib olması gerektiğini düşünür ve kendini şükretmekten müstağni görür.
Halbuki kendilerine karşı sonsuz iyilik sâhibi olduğu halde insanların çoğunun şükretmediğini bildiren ALLAHu zü’L-CeLÂL,


اللَّهُ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
O ALLAH ki, size geceyi içinde sükûn bulmanız için gündüzü de gösterici (aydınlık) kıldı. Muhakkak ki ALLAH, insanlar üzerinde mutlaka fazl sahibidir. Ve lâkin insanların çoğu şükretmezler.” (Mü’min 40/61)

Kullarının nankörlük gafletine düşmelerini asla istemez.


فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
“Öyle ise BENİ zikredin ki BEN de sizi zikredeyim. Ve BANA şükredin ve BENİ inkâr etmeyin.” (Bakara 2/152)

Onlara istedikleri her şeyi verdiğini hatırlatarak saymakla bitmeyecek ni’metlerini,


وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ
“Ve ondan istediğiniz herşeyden size verdi. Ve eğer ALLAH'ın Ni'metini saysanız onu sayamazsınız. Muhakkak insan, gerçekten çok zâlim ve çok nankördür (inkârcıdır).” (İbrâhîm 14/34)

Şöyle zikreder: O hiçbir şey bilmez halde Dünyâya gelen insana kulaklar, kalbler ve gözler vermiş,


وَاللّهُ أَخْرَجَكُم مِّن بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ لاَ تَعْلَمُونَ شَيْئًا وَجَعَلَ لَكُمُ الْسَّمْعَ وَالأَبْصَارَ وَالأَفْئِدَةَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Ve ALLAH, sizi bir şey bilmiyor halde annelerinizin karnından çıkardı. Ve sizi, işitme hassası, görme hassası ve idrak etme hassası (sahibi) kıldı. Umulur ki; böylece şükredersiniz.” (Nahl 16/78)

Onu yaratılmışların birçoğundan üstün kılmıştır.


وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
“Ve andolsun ki; Âdemoğlunu kerem sâhibi (şerefli) kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından) üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)

Ona yeryüzünde imkân ve iktidar tanımış, geçim vasıtaları vermiştir.


وَلَقَدْ مَكَّنَّاكُمْ فِي الأَرْضِ وَجَعَلْنَا لَكُمْ فِيهَا مَعَايِشَ قَلِيلاً مَّا تَشْكُرُونَ
“Andolsun ki, sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçim kaynakları kıldık. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” (A’râf 7/10)

Göklerde ve yerde ne varsa hepsini,


أَلَمْ تَرَوْا أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَأَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةً وَمِنَ النَّاسِ مَن يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُّنِيرٍ
“Göklerde ve yerlerdeki herşeyi, ALLAH'ın size musahhar (emrinize amade) kıldığını görmediniz mi? Ve sizin üzerinizdeki görünen ve görünmeyen (açık ve gizli) Ni'metlerini tamamladı. Ve insanlardan bir kısmı (hâlâ) ilmi, bir hidâyete erdiricisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın, ALLAH hakkında mücâdele ederler.” (Lokmân 31/20)

Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı, bütün yıldızları ona amade eylemiştir.


وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالْنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالْنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
“Ve gece ve gündüz, Güneş ve Ay ve yıldızları sizin emrinize verdi. Onlar, O'nun (ALLAHû TeALÂ'nın) emri ile size musahhar (emrinize amade, hazır) kılındılar. Muhakkak ki bunda, akıl eden bir kavim için, elbette âyetler (deliller) vardır.” (Nahl 16/12)

Yağmurun müjdecisi olan rüzgârları göndermiş,


وَمِنْ آيَاتِهِ أَن يُرْسِلَ الرِّيَاحَ مُبَشِّرَاتٍ وَلِيُذِيقَكُم مِّن رَّحْمَتِهِ وَلِتَجْرِيَ الْفُلْكُ بِأَمْرِهِ وَلِتَبْتَغُوا مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Ve O'nun (ALLAH'ın) âyetlerindendir ki, rüzgârları müjdeleyici olarak gönderir. Ve rahmetinden size tattırır. Ve emri ile gemileri yüzdürür. Ve O'nun fazlından istersiniz ve böylece siz şükredersiniz.” (Rûm 30/46)

Yağmurla hayat verdiği ölü topraktan meyvelerinden yemesi için nice hurma bahçeleri, üzüm bağları yaratmış ve içlerinden pınarlar fışkırtmıştır.


وَآيَةٌ لَّهُمُ الْأَرْضُ الْمَيْتَةُ أَحْيَيْنَاهَا وَأَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ
“Ve ölü toprak onlara bir âyettir (mucizedir). Onu dirilttik ve ondan habbeler (taneler) çıkarttık. Böylece ondan yerler.” (Yâsîn 36/33)

وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا فِيهَا مِنْ الْعُيُونِ
“Ve orada, hurma ve üzüm bahçeleri kıldık (yaptık). Ve orada, pınarlar fışkırttık.” (Yâsîn 36/34)

لِيَأْكُلُوا مِن ثَمَرِهِ وَمَا عَمِلَتْهُ أَيْدِيهِمْ أَفَلَا يَشْكُرُونَ
“Onun ürünlerinden (meyvelerinden) ve elleriyle yaptıklarından yesinler diye. Hâlâ şükretmezler mi?” (Yâsîn 36/35)

Denizleri onun emrine vermiş,


وَهُوَ الَّذِي سَخَّرَ الْبَحْرَ لِتَأْكُلُواْ مِنْهُ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُواْ مِنْهُ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ مَوَاخِرَ فِيهِ وَلِتَبْتَغُواْ مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Ondan tâze et yemeniz için, denizi emrinize veren, O'dur. Ondan süs eşyâsı çıkarırsınız, onu takarsınız. Ve onun içinde, suları yararak giden gemileri görürsünüz. Ve (bunlar), O'nun fazlından istemeniz içindir. Ve böylece şükredersiniz.” (Nahl 16/14)

Bazısını susuzluğu giderecek şekilde içimi kolay, bazısını da tuzlu ve acı yaratmıştır.


وَمَا يَسْتَوِي الْبَحْرَانِ هَذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ سَائِغٌ شَرَابُهُ وَهَذَا مِلْحٌ أُجَاجٌ وَمِن كُلٍّ تَأْكُلُونَ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُونَ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ فِيهِ مَوَاخِرَ لِتَبْتَغُوا مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Ve iki deniz müsâvi (eşit) olamaz. Bu lezzetli, tatlıdır. Susuzluğu gideren, içimi kolay olandır. Ve bu (diğeri) tuzludur, acıdır. Hepsinden tâze et yersiniz. Ve giyeceğiniz (takacağınız) süs eşyası (inci, mercan) çıkarırsınız. Ve onun fazlından istemeniz için onda (suyu) yarıp giden gemiler görürsünüz. Umulur ki böylece şükredersiniz.” (Fâtır 35/12)

Geçiminde birçok fayda sağlayan hayvanları ona boyun eğdirmiştir.


أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ أَيْدِينَا أَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ
“Ellerimizle (kudretimizle) yaptığımız şeylerden onlar için hayvanları nasıl halkettiğimizi görmediler mi? Onlar, böylece onlara (hayvanlara) mâlik olurlar.” (Yâsîn 36/71)

وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ
“Ve BİZ onları (hayvanları), onlara zelil (itaatkâr) yaptık. Böylece onlardan, kendilerinin binekleri oldu (onlara binerler) ve onlardan (etlerinden) yerler.” (Yâsîn 36/72)

وَلَهُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُ أَفَلَا يَشْكُرُونَ
“Ve onlarda, kendileri için (birçok) menfaatler (yararlar) ve içecek şeyler (süt) vardır. Hâlâ şükretmezler mi?” (Yâsîn 36/73)

Onun için evini huzur ve dinlenme yeri kılmış, dağlarda barınaklar var etmiş, kendisini sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta koruyacak zırhlar vermiştir.


وَاللّهُ جَعَلَ لَكُم مِّن بُيُوتِكُمْ سَكَنًا وَجَعَلَ لَكُم مِّن جُلُودِ الأَنْعَامِ بُيُوتًا تَسْتَخِفُّونَهَا يَوْمَ ظَعْنِكُمْ وَيَوْمَ إِقَامَتِكُمْ وَمِنْ أَصْوَافِهَا وَأَوْبَارِهَا وَأَشْعَارِهَا أَثَاثًا وَمَتَاعًا إِلَى حِينٍ
“Ve ALLAH, sizin için evlerinizden sekînet (huzur) yeri kıldı. Ve sizin için hayvanların derilerinden, yolculuk (göç) ettiğiniz gün(ler)de ve ikâmet ettiğiniz (konakladığınız) gün(ler)de hafif olan (taşınabilen) evler (çadırlar) ve onların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından çeşitli mal ve bir zamana kadar geçim vasıtası kıldı (yaptı).” (Nahl 16/80)

وَاللّهُ جَعَلَ لَكُم مِّمَّا خَلَقَ ظِلاَلاً وَجَعَلَ لَكُم مِّنَ الْجِبَالِ أَكْنَانًا وَجَعَلَ لَكُمْ سَرَابِيلَ تَقِيكُمُ الْحَرَّ وَسَرَابِيلَ تَقِيكُم بَأْسَكُمْ كَذَلِكَ يُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْلِمُونَ
“Ve ALLAH, yarattığı şeylerden sizin için gölgelikler kıldı. Ve sizin için dağlardan (yağmurdan, rüzgârdan) barınılacak yerler ve sıcaktan koruyan giysiler (gömlekler) ve sizi şiddetli (darbelerden) koruyan gömlekler (zırhlar) kıldı. Sizin üzerinizdeki Ni'metini işte böyle tamamlıyor. Umulur ki; böylece teslim olursunuz.” (Nahl 16/81)

ALLAH TeÂLÂ, insana bahşettiği bütün bu ni’metlere karşılık ona gösterdiği doğru yolda iki tercih sunar. İnsan dilerse şükreder dilerse nankörlük eder.


إِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا
“Muhakkak ki Biz, onu (ALLAH'a ulaştıran) yola hidayet ettik. Fakat o, ya (ALLAH'a ulaşmayı diler) şükreden olur, ya da (ALLAHa ulaşmayı dilemez) küfreden olur.” (İnsân 76/3)

Bununla birlikte kendisinden beklenen, bütün bu ni’metleri bahşeden RABB’ine nankörlük etmeyip şükretmesidir.


فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
“Öyle ise BENİ zikredin ki BEN de sizi zikredeyim. Ve BANA şükredin ve BENİ inkâr etmeyin.” (Bakara 2/152)

ALLAHu zü’L-CeLÂL şükrün karşılığını muHAKkak vereceğini,


مَّا يَفْعَلُ اللّهُ بِعَذَابِكُمْ إِن شَكَرْتُمْ وَآمَنتُمْ وَكَانَ اللّهُ شَاكِرًا عَلِيمًا
“Eğer siz şükrederseniz ve îmân ederseniz, ALLAH size azâb etmez. Ve ALLAHŞâkir'dir (şükrün karşılığını verendir), Alîm'dir (en iyi bilendir).” (Nisâ 4/147)

Ve ni’metlerini daha da arttıracağını vaad eder.


وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِن شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِن كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ
“Ve o zaman RABB’iniz size bildirmişti ki; eğer şükrederseniz (ni'metlerinizi) artırırız, eğer küfredenlerden olursanız muhakkak ki azâbım şiddetlidir.” (İbrâhîm 14/7)

Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilmelidir ki ALLAH’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.


قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِندَهُ قَالَ هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَن شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ
“Kitaptan ilmi olan kişi (Hızır aleyhisselâm).: "Ben onu, sen gözünü açıp kapamadan önce sana getiririm." dedi. (Süleymân aleyhisselâm) böylece onun yanında (önünde) durduğunu görünce.: "Bu RABBim’in bir fazlıdır (lütfudur), ben şükredecek miyim yoksa küfür (nankörlük) mü edeceğim diye beni imtihan etmek için." dedi. Ve kim şükrederse sadece kendi nefsi için şükreder. Ve kim küfrederse o taktirde muhakkak ki benim RABBim Ganî'dir, Kerîm'dir.” (Neml 27/40)

Şükre ihtiyacı olan ALLAH değil, kuldur. İnsan şükrettiği sürece elindeki ni’metlerin gerçek sâhibinin idrakinde olur ve kulluk bilincini muhafaza eder. İnsanoğlu elindeki ni’metin kıymetini çoğunlukla onu kaybettiğinde anlar. Hatta elindekine sâhib olduğu sürece nefsi daha da fazlasını istemeye sevk eder kendisini. Ancak nefsin isteklerinin sonu yoktur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem insanın bu zaafını.: “Âdemoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, iki vadi olmasını ister! Onun ağzını ancak toprak doldurur.” hadisiyle ifâde eder. (Buhârî, Rikâk, 10)

O, kişinin hep daha fazlasını isteyip halini mali imkânlar bakımından ve bedenen kendinden daha iyi durumda olanlarla kıyaslâmasından ziyâde kendisinden daha kötü durumda olanlara bakmasını tavsiye eder. (Buhârî, Rikâk, 30)
Nitekim ALLAH’ın verdiği ni’metleri küçümsememek ve onların kıymetini bilmek adına en uygun davranış budur. (Müslim, Zühd, 9)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in beyân ettiği üzere yemek, içmek, barınmak gibi ihtiyaçlar her ne kadar günlük hayatta zorunlu ve sıradan karşılansa da aslında bunların her biri şükretmeyi gerektiren ni’metlerdir. Biz farkında olmasak da etrafımızda bu en temel ihtiyaçlarla imtihan edilen nice insanlar var. Fâkirlik, kuraklık ya da savaşlar nedeniyle bir lokma ekmeğe muhtaç olan, içecek bir damla su için feryat eden, sığınacak bir çatı altı, gölgelik bile bulamayan birçok kimse var. Şükredilmesi gereken bu kadar ni’mete sâhibken onları göz ardı edip küçümsemek, kendimize yapacağımız en büyük kötülük ve RABB’imiz’e yapacağımız en büyük nankörlük olur. Günlük Hayat telâşesinde böyle bir gaflete düşme ihtimâli herkes için söz konusudur. Bu nedenle Sevgili Peygamberimiz ve önceki Peygamberler gibi şükredenlerden olabilmek.


وَلَقَدْ أُوحِيَ إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ لَئِنْ أَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“Ve andolsun ki, sana ve senden öncekilere.: "Gerçekten eğer sen şirk koşarsan, amellerin mutlaka hebâ olur. Ve mutlaka hüsrana düşenlerden olursun." diye vahyolundu.” (Zümer 39/65)

بَلِ اللَّهَ فَاعْبُدْ وَكُن مِّنْ الشَّاكِرِينَ
“Öyleyse artık ALLAH'a kul ol!. Ve şükredenlerden ol!.” (Zümer 39/66)

Ve şükür duygusunu yitirmemek için şu DUÂ ile RABB’imizden yardım taleb etmeliyiz.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH’ım, seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzelce ibâdet etmek için bana yardım et!” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

DİRİLİŞİN SIRRI
=>ZİKİR..


ELif ERDEM



َّل ّٰ ى الل ُّ ص ِبى َّ ِ َ عنه ق َال َ : ق َال الن َ ّٰ ى رضى الل ُوس َبِى م ْ أ َن ع ِ ّ َ ى َ ُل ْ الح ث َ ُ م ُر ْذك َ َ ي َ َّال ِذى ال ُ و ه َّ ب َ ُ ر ُر ْذك َ َ ُل َّ ال ِذى ي ث َ َ : "م َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ع ِ ِت". ّ ي َ َ ْالم و
Ebû Mûsâ el-Eş’arî radiyallahu anhu tarafından rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: RABB’ini zikreden kimse ile zikretmeyen kimsenin hâli, diri ile ölünün hâline benzer.” buyurmuştur.
(Buhârî, Deavât, 66)

Resim
“İman edenlerin ALLAH’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalblerinin saygıyla ürpermesinin zamanı gelmedi mi?” diye soruyor Alemlerin RABB’i.

أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَن تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِن قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَكَثِيرٌ مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ
“İman edenlerin, ALLAH'ın ve haktan inmiş olanın zikri için kalplerinin “saygı ve korku ile yumuşaması” zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasık olanlardı.” (Bakara 2/172) (Hadîd 57/16)

Geldi de geçiyor bile. Zirâ RABB’imiz’e verdiğimiz Kulluk Sözü’nü unutmaya başladık gün geçtikçe. Hayat telâşesi bizi kıskıvrak yakalayıverdi, her gün bir başka bahâneyle erteler olduk O’nu anmayı, zikrinden an be an uzaklaşır olduk. “Beni anın ki ben de sizi anayım.” demişti oysa Yaratan.:

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
“Öyle ise BENİ zikredin ki BEN de sizi zikredeyim. Ve BANA şükredin ve BENİ inkâr etmeyin.” (Bakara 2/152)

Televizyon ve bilgisayar karşısında akıp giden zamana aldırmayan, telefonla konuşmak uğruna bütün işini bırakan bizler, O’nu anmaya vakit bulamadık. Kısalttıkça kısalttık ibâdetlerimizi, azimetleri terkedip ruhsatlarla yetinir olduk. Heyhat, onlara da gereken özeni gösteremedik. Kendimizi veremedik RahmÂN’a bir namaz süresince, huşu’ya eremedik. “Ey imân edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, ALLAH’ı zikretmekten alıkoymasın.” buyurmuştu RABB’imiz.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُلْهِكُمْ أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُمْ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
“Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi ALLAH'ı zikretmekten “tutkuya kaptırarak alıkoymasın”; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Münâfikûn 63/9)

Malların ve evlatların yanı sıra akrabalarımız, arkadaşlarımız, işimiz ve aşımız, makamımız da alıkoydu bizi RahmÂN’ı anmaktan. Her biri O’nun ikramıydı bu Dünyâ ni’metlerinin, bizi RABB’imiz’e daha da yakınlaştırması, zikrimizi şükrümüzü artırması gerekirdi aslında. Ama bu ni’metlerle öylesine meşgul olduk ki biz, ni’meti vereni unuttuğumuz gibi teşekkürü de hatırlamadık; olanı azımsadık, hep daha fazlasını aradık. Hâni “ALLAH ve Rasûlü’nü herşeyden daha fazla” sevecektik ya mü’min olarak! Bu ikisi dışındakilerin sevgisi ağır basmaya başladı içimizde. Dünyâlıklara meylettikçe onların sevgisi kök saldı gönlümüzde ve gün geldi bu sevgi hayatımıza yön veren yegâne rehber oldu.
“…(Kulum) BENi andığında onunla beraberim… O, BANA bir karış yaklaşırsa, BEN o'na bir arşın yaklaşırım...” (Buhârî, Tevhîd, 15) diye müjdelemişti bizi Yüceler Yücesi RABB’imiz.
O, kendisine yaklaşmamız için türlü vesileler sıralamış ve kendi rızası için yaptığımız her işi ibâdet saymışken biz, görmezden geldik bütün bunları. “BANA DUÂ edin, DUÂnıza cevap vereyim.”

وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ
“Ve RABBimiz, şöyle buyurdu.: "BANA DUÂ ediniz ki size icâbet edeyim. BANA kul olmaktan kibirlenenler, muhakkak ki hakir ve zelîl olarak cehenneme girecekler." (Mü’min 40/60)

Çağırısına da kulak vermedik, hep başka yerlerde aradık devâyı. Nihâyetinde biz O’ndan uzaklaştıkça O da uzaklaştı bizden. Kalbimizden çekti nûrunu, karanlıklar içinde bıraktı. HAKk’a kapanan kalbimizin üzerini gaflet örtüsü bürüdü. Sevgi, merhamet gibi latîf duyguların barınağı olmaktan çıktı kalbimiz, nefsanî ve Şeytâni duyguların odağı oldu. İnceliğini, rikkatini kaybedip sertleşti, kaskatı kesildi. Hissedemez olduk. Böylece; samimîyetimizi yitirdik, bencilleşip cimrileştik, hep nefsimizi önceledik, günâh işlemek artık bizi hiç rahatsız etmedi. Kalbimizin mâhiyeti bozulunca azalarımız da terketti görevini. HAKkı göremedi gözlerimiz, yeryüzünü baştanbaşa kaplayan RABBânî âyetleri göremedik yanı başımızdaki yoksulu göremediğimiz gibi. RahmÂNî çağrılara kapandı kulaklarımız, vicdanımızın sesini duyamadık, tıpkı mazlumun feryadını işitemediğimiz gibi. Hayra uzanamadı ellerimiz, ayaklarımız hayır kapılarına varamadı. Ruhsuzlaştık böylece, hayatımız anlamını kaybetti. Sonuçta yaşayan bir ölüden farkımız kalmadı. RABB’imizi anmanın vakti çoktan geldi. Baharla canlanan ölü toprak gibi zikirle dirilmenin zamanı şimdi. Ne kadar günahkâr olsak da varalım Mevlâ’nın Kapısı’na, için için ağlayıp hâlimizi arzedelim. Tövbe edelim günâhlarımıza bıkmadan, yorulmadan. Gizli ve âşikâr yakarışlarla O’nun engin rahmetine sığınalım, günde belki yüz belki bin kere istiğfar ile günâhlarımızı dökelim, kendimizi affettirelim. İbret nazarıyla bakâlim hayata. Esen rüzgardan yağan yağmura, göklerin ve yerin yaratılışına nazar edelim. Hayatı siyah beyaz görmeyi bırakıp “ALLAH’ın Boyasıyla” boyanan bu kâinâtı temâşa edelim. Her yerde O’nu görelim, her eseriyle birlikte O’nun başka bir esmâsını farkedelim. Farkettikçe hayretimiz artsın O’nu hep tesbih ve takdis edelim. Hayran olalım O’na, tekbirlerle, tehlillerle imânımızı tazeleyelim. Besmeleyle başlayalım her işimize. Yeni güne başlarken, elbisemizi giyerken, ağzımıza ilk lokmayı koyarken, aracımıza binerken... O’nu analım ki her işimizde O’nu her an yanımızda bulalım. Hamdedelim Âlemlerin RABB’ine, aldığımız nefesten başlayıp saymakla bitmez ni’metler için şükretmeye devâm edelim. Kadrini bilelim her birinin, bizden muhtaç durumda olanları görüp hâlimize binlerce şükrü çok görmeyelim. El açıp yalvaralım RABB’imiz’e, DUÂ edelim. Sayısız ni’metlerinden hangisini istiyorsak çekinmeyip ihtiyacımızı dile getirelim. Yalnızca O’na dayanalım, O’na sığınalım her türlü şerden, istiaze getirelim. Korkularımızı, üzüntülerimizi, sıkıntılarımızı paylaşalım onunla, yalnızca kötü zamanlarda değil refâha erince de unutmayalım O’nu anmayı. Sevincimizi, coşkumuzu yine O’nunla paylaşalım. Mevlâmızı dost edinelim ki O da bizim dostumuz olsun Velîyyullah olalım. Rasûlullah’ın tavsiyesi üzere =>“Dilimiz her dâim yaş kalsın” RABB’imiz’in zikriyle. (Tirmizî, Deavât, 4) Tevbe ve istiğfarla, tesbih ve takdisle, tekbir ve tehlille, şükür ve DUÂ ile zikredelim O’nu. O’nu analım her vesileyle, yaratılmışların ahengine eşlik edelim, kâinâttaki canlı cansız herşey gibi biz de zikredelim O’nu dâima. Zikredelim ki kalbimizden gaflet perdesi insin. Dilimizin zikri kalbimize insin, kirini pasını silsin de onu HAKk’ın nuruyla doldursun. Hakikate ayna olsun yeniden kalblerimiz, tefekkürle coşsun. RahmÂN’ı anmakla aradığı huzuru bulsun.

الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“Bunlar, iman edenler ve kalbleri ALLAH'ın zikriyle mutmâin olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler yalnızca ALLAH'ın zikriyle mutmâin olur.” (Ra’d 13/28)

Kalbimizi besleyen zikir azalarımıza da hayat versin sonra. Gözlerimiz hakikati görsün, kulaklarımız hayır kulağı olsun. Zikrimiz fikrimize yön versin, ne yaparsak “ALLAH için” yapalım, O’nun Rızası’ndan başka kaygı taşımayalım. Bütün duyularımızla hissedelim varlığımızı, hayatı dolu dolu yaşayalım. Velhasıl zikirle tutunalım hayata, ZiKRuLLaHla diri kalalım ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şu manidâr sözlerini hiç unutmayalım.:RABB’ini zikreden kimse ile zikretmeyen kimsenin hâli, diri ile ölünün hâline benzer.” (Buhârî, Deavât 66)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

ALLAH’ın Korumasını Hak Etmenin YOLU =>SABAH NAMAZI..

Hale ŞAHİN


ُول َس ُ ُول َ ق َال ر ق َ َّ ي ْ ِرى َس ً ْ ا الق ْ َدب ن ُ ْ ُت ج ِمع َ َ َ ق َال س ْ ِن ِ س ِيرين ِس ب َ َن ْ أ َن ع ِ ة َّ ِم ِى ذ َ ف ُو َه ْ ِح ف ُّ ب َ الص َة َ ال َ َّلى ص ْ ص َن َ » م َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ّٰ الل »… ِ ّٰ الل
Enes b. Sîrîn radiyallahu anhu şöyle dedi.: Cündeb el-Kasrî’den işittiğime göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Her kim SABAH NAMAZInı kılarsa o kimse ALLAH’ın koruması altındadır.” buyurmuştur.
(Müslim, Mesâcid, 262)

Resim

ALLAH ile kulu arasındaki iletişimin ve bağın en somut göstergesidir namaz. İnananlara belirli vakitlerde farz kılınan bu ibâdet, Rasûlullah’a ve Ümmeti’ne Mi’rac Gecesi’nin armağanıdır.


فَإِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلاَةَ فَاذْكُرُواْ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ فَإِذَا اطْمَأْنَنتُمْ فَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ إِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَّوْقُوتًا
“Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).: Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, “vakitleri belirlenmiş bir farz “ olmuştur.” (Nisâ 4/103)

Onu vaktinde ve Hakkını vererek kılanların cennetle müjdelendikleri (Ebu Davud, Salat, 9) eşsiz bir kulluk görevidir.

“Namazlarını muhafaza etmek”.:


وَالَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ
“Vellezîne hum alâ salavâtihim yuhâfızûn (yuhâfızûne).: Ve onlar, salâvâtlarını (namazlarını) muhafaza edenler (devam ettirenler)dir.” (Mü’minun 23/9)

Ve “namazlarına devâm etmek”.:


الَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ دَائِمُونَ
“Ellezîne hum alâ salâtihim dâimûn (dâimûne).: Onlar namazlarına devam edenlerdir.” (Meâric 70/23)

Mü’minleri niteleyen övgüye değer hasletlerdendir. Bununla birlikte kendisini muhafaza edip devâm ettirme bakımından en çok zorlandığımız ibâdet, SABAH NAMAZIdır. Yeni bir güne başlarken insanın sorumlu kılındığı bu ilk ve en önemli görev, türlü bahânelerle çoğu kez ihmal edilmektedir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurur.: “Her kim SABAH NAMAZInı kılarsa o kimse ALLAH’ın koruması altındadır.”
(Müslim, Mesâcid, 262)

Buna göre ALLAH TeÂLÂ, namazını ihlâsla edâ ettiği sürece kulunu hem Dünyâda hem de âhirette karşılıksız bırakmayacağının güvencesini vermektedir. Kul namazını terk etmediği takdirde ALLAH ile aralarındaki ahde hiçbir zarar gelmeyecektir. SABAH NAMAZIna hasredilen bu güvence, onun diğer namazlara kıyasla daha külfetli oluşundan kaynaklanır.
Henüz gün aydınlanmamışken, çoğu kimse sıcak yatağında rahatça uyurken RABB’inden gelen dâvete icâbet etmek kolay değildir, ağır gelir insanın nefsine. Minârelerden yükselen “es-Salatü hayrun mine’n-nevm.: Namaz, uykudan hayırlıdır!.” nidâsını işitse de kulakları, en tatlı yerinde uykusundan vazgeçmekte zorlanır insan. Başlangıçta.: “Beş dakika daha uyusam ne çıkar.” diyerek yaptığı küçük ertelemeler tekrarlanıp alışkanlık hâline gelince, uykuya yenik düşen göz kapakları çoğu zaman güneşin ışıklarıyla birlikte açılır. O anda RABB’ine verdiği sözü tutamamanın pişmanlığı içini yaksa da zamanı geri çevirmek mümkün değildir artık. Kimi zaman günlük hayatın meşgaleleri yüzünden yorgun düşmekten, kimi zaman televizyon karşısında boşa harcanan saatler sonrasında geç yatmaktan, kimi zaman da SABAH NAMAZInın önemini hakkıyla idrak edememekten kaynaklanan bu gaflet hâlini her insan yaşayabilir. Böyle zamanlarda üzerimize düşen, bu durumu kanıksayarak türlü bahânelerle SABAH NAMAZInı kılmamayı alışkanlık hâline getirmek yerine, RABB’imiz’e karşı sorumluluğumuzu yerine getirememenin üzüntüsünü ve pişmanlığını yürekten hissederek daha sonraki günlerde de aynı hataya düşmemek için gayret sarf etmek olmalıdır..

Zirâ münâfıklara en ağır gelen iki namazdan biri olan SABAH NAMAZI, (Buhârî, Ezan, 34; Müslim, Mesâcid, 252) ALLAH’a imânımızı ve O’na duyduğumuz samimîyeti isbat etmemiz bakımından da büyük önem arz etmektedir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Münâfıklara Sabah ve Yatsı Namazından daha ağır gelen hiçbir namaz yoktur. İnsanlar bu iki namazda ne kadar çok ecir ve sevap olduğunu bilselerdi, emekleyerek de olsa cemaate gelirlerdi.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radıyallahu anh ‘den; Buhârî, Mevâkît 20, Ezân 34; Müslim, Mesâcid 252.)

Kaldı ki Sevgili Peygamberimiz genel anlamda namazı terk etmenin, küfürle imânı birbirinden ayıran ince çizgiye tekâbül ettiğine dikkat çekmektedir. (Tirmizi, İman, 9) Uykunun en tatlı anından feragat etmeyi gerektiren SABAH NAMAZI, ALLAH Katında ve Rasûlü’nün nezdinde bir o kadar paha biçilmez değere sâhibtir. Güneşin zevâlinden gecenin karanlığına kadar belli vakitlerde namaz kılmayı emreden ALLAHu zü’L-CeLÂL.: “Bir de SABAH NAMAZInı kıl. Çünkü sabah namazı şâhidlidir.” (İsrâ 17/78) buyurarak SABAH NAMAZInın önemine ayrıca işâret eder.


أَقِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا
“Ekımi’s- salâte li dulûki’ş- şemsi ilâ gasakı’l- leyli ve kur’ÂNe’l- fecr (fecri), inne kur’ÂNe’l- fecri kâne meşhûdâ (meşhûden).: Güneşin dönmesinden, gecenin kararmasına kadar namaz kıl. Fecrin Kur'ÂN'ını (fecr vakti okunan Kur'ÂN'ı) ikâme et (yerine getir)! Çünkü fecrin Kur'ÂN'ı şâhidlidir.” (İsrâ 17/78)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ise, serinlik vakti kılınan iki namazdan biri olarak nitelediği SABAH NAMAZInı kılan kimseyi cennetle müjdeler. (Buhârî, Mevakit, 26) SABAH NAMAZI onun nezdinde öylesine kıymetlidir ki, farzından önce kılınan iki rekâtlık sünnete bile ayrı bir değer atfeder. Nitekim o, bu iki rekât sünnetin Dünyâdan ve Dünyâdaki her şeyden daha hayırlı olduğunu ifâde etmiştir. (Müslim, Müsafirin, 96)
SABAH NAMAZInın vaktinde edâ edilememesi hâlinde ise sünnetiyle birlikte kaza edilmesini tavsiye etmiştir. (Ebu Davud, Salat, 11)
SABAH NAMAZInı kılarak ALLAH’a olan borcunu ödemiş ve O’nun güvencesini hak etmiş olmanın verdiği huzurla güne başlamanın ayrı bir önemi vardır Müslümanın hayatında. O vakitte RABB’inin huzuruna varan kimseye gece ve gündüz melekleri birlikte şâhidlik eder. (Müslim, Mesâcid, 246)
Bununla birlikte SABAH NAMAZI, ölümün kardeşi olan uykudan sonsuz kudreti sayesinde uyanıp sabaha erişmemizi sağlayan ALLAHu zü’L-CeLÂL’e (Tirmizi, Deavât, 13) günün ilk şükrünü edâ etmenin en güzel ve en anlamlı şeklidir..
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem benzer şekilde daha farkında olmadıkları birçok faziletini bilmeleri hâlinde, insanların SABAH NAMAZIna gitmek için ne kadar çaba göstereceklerini şöyle beyan eder.: “Eğer (insanlar) Yatsı ve SABAH NAMAZIndaki fazileti bilselerdi, sürünerek de olsa o ikisini cemâatle kılmaya gelirlerdi.”
(Buhârî, Ezan, 9; Müslim, Salat, 129)

Günün en bereketli anından ve RABB’imiz’in korumasından mahrum kalmamak adına SABAH NAMAZI mü’minlere sunulan en güzel fırsattır. Geçerli ya da geçersiz çeşitli mazeretlerle diğer farz namazlara oranla daha çok ihmal edilmekle birlikte sabah namazına kalkma alışkanlığını edinmek için gayret göstermek her Müslümanın kulluk görevidir. Nitekim namaza kalktıklarında üşengeç davranan ve ibâdetlerine riyâ karıştıran münâfıklardan (Nisâ 4/142) mü’minleri ayırt eden en önemli iki namazdan biri SABAH NAMAZIdır. RABB’imiz’e olan samimîyetimizi isbat noktasında mihenk taşı olan böyle bir ibâdeti vaktinde ve Hakkını vererek edâ edebildiğimiz takdirde nihâyetinde ALLAH’ın rızası, koruması ve cennetini hak etmek zor olmayacaktır..


إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُواْ إِلَى الصَّلاَةِ قَامُواْ كُسَالَى يُرَآؤُونَ النَّاسَ وَلاَ يَذْكُرُونَ اللّهَ إِلاَّ قَلِيلاً
“İnne’l- munâfikîne yuhâdiûnallahe ve huve hâdiuhum, ve izâ kâmû ilâ’s- salâti kâmû kusâlâ yurâune’n- nâse ve lâ yezkurûnallâhe illâ kalîlâ (kalîlen).: Muhakkak ki münafıklar, ALLAH'a hile yaparlar. Oysa O (ALLAH), onlara hile yapandır. Ve onlar, namaza kalktıkları zaman, üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve ALLAH'ı pek az zikrederler.// Müslüman görünerek İslâm’a karşı gizli eylem planları ve eylem yapan münafıklar, ALLAH’ın hilelerini başlarına belâ ettiğini göre göre, ALLAH’ı aldatmaya çalışıyorlar. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. ALLAH’ı pek az zikrederler ALLAH’a pek az şükrederler, pek az ibadet ederler.” (Nisâ 4/142)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

İMÂNLA KÜFÜR ARASINDAKİ ENGEL =>SALÂt/NAMAZ

ALLAH’ın Korumasını Hak Etmenin YOLU =>SABAH NAMAZI..


Hale ŞAHİN



ّ الل ِد ْ ب َ َ ع ْن َ ب َ ابِر َ ج ِمع َ ُ س َّه َن ِر أ ْ ي َ ُّ ب ُو الز َب ِى أ ن َ ر َ َ ْخب ْ ٍج َ ق َال أ ي َ ُر ْ ِن ج َ ِن اب ع ُ ِل َّج َ الر ْن ي َ ُ ُول » ب ق َ َ ي َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ َول ّٰ الل َس ْ ُت ر ِمع َ ُ ُول س ق َ ي » ِ َة َّ ال ْ ُك الص َر َ ْال ُكْفِر ت ِك و ْ َ ّ الشِ ر ْن ي َ ب َ و


İbn Cüreyc radiyallahu anhu şöyle dedi: Ebu’z-Zübeyir’in Câbir b. Abdullah’tan işittiğine göre,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kişi ile şirk ve küfür arasında (engel olarak) NAMAZ vardır (ve NAMAZın terk edilmesiyle bu engel kalkar).” buyurmuştur.
( Müslim, Îmân, 134)

Resim

Âdem aleyhisselâm’dan beri bütün Peygamberlerin ve onlara imân edenlerin RÂBBlerine karşı ilk ve en önemli sorumluluğu NAMAZdır. İbrahîm aleyhisselâm’ın ALLAHu zü’L-CeLÂL’a DUÂsıdır kendisini ve soyundan gelenleri NAMAZı dosdoğru kılanlardan eylemesi..


رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلاَةِ وَمِن ذُرِّيَّتِي رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَاء
“Rabbic’alnî mukîmas salâti ve min zurriyyetî rabbenâ ve tekabbel DUÂ(duâi).: Rabbim, beni ve zürriyetimi NAMAZı ikâme edenlerden kıl. RABBimiz, DUÂmı kabul buyur.” (Nisâ 4/103) (İbrâhîm 14/40)

RABB’inin hoşnutluğunu kazanan İsmâil’in âilesine emridir NAMAZ..


وَكَانَ يَأْمُرُ أَهْلَهُ بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ وَكَانَ عِندَ رَبِّهِ مَرْضِيًّا
“Ve kâne ye’muru ehlehu bi’s- salâti ve’z- zekâti ve kâne inde RABBihî mardıyyâ (mardıyyen).: Ve o, ehline (halkına ve ailesine) NAMAZı ve zekâtı emrediyordu. Ve o, RABBinin Katında razı olunmuşlardandı.” (Meryem 19/55)

Lokmân aleyhisselâm’ın oğluna öğüdüdür NAMAZını hakkıyla kılması..


يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلَاةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ
“Yâ buneyye ekımı’s- SALÂTe ve’mur bi’l- ma’rûfi venhe ani’l- munkeri vasbir alâ mâ esâbek (esâbeke), inne zâlike min azmi’l- umûr (umûri).: Ey yavrum, NAMAZı ikame et (namaz kıl)! Ma'ruf ile (irfanla, iyilikle) emret ve münkerden (kötülükten) nehyet (münkeri yasakla, mani ol). Ve sana isâbet eden şeylere (musîbetlere) sabret. Muhakkak ki bu, azmedilen (mutlaka yapılması gereken) işlerdendir.” (Lokmân 31/17)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ise savaşta ölümle burun buruna iken dahi ihmâl etmeyeceği kadar değerlidir gözünün nuru NAMAZ..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nûru ise NAMAZda kılındı.” buyurdu.
(Enes radıyallâhu anhu’dan; Nesâî, İşretu'n-Nisâ 1, (7, 61); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 128, 199.)

Bilerek terk edilmesine gönlünün asla elvermediği bu ibâdetin imânla küfrü birbirinden ayıran çok ince bir çizgi oluşuna şöyle dikkat çekerek;
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kişi ile şirk ve küfür arasında (engel olarak) NAMAZ vardır (ve NAMAZın terk edilmesiyle bu engel kalkar).” buyurmuştur.
(Müslim, Îmân, 134)

Mü’minlerin fert fert yükümlü kılındığı, sorumluluğu hiç kimseye hiçbir şekilde devredilemeyen bir ibâdet olarak NAMAZ, Kıyamet Günü kulun ilk hesâba çekileceği ameldir..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kıyamet Gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli onun NAMAZıdır. Eğer NAMAZı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. NAMAZı düzgün olmazsa, kaybeder ve zararlı çıkar. Şâyet farzlarından bir şey noksan çıkarsa, Azîz ve Celîl olan RABB'i: "Kulumun Nâfile NAMAZları var mı, bakınız?” der. Farzların eksiği nâfilelerle tamamlanır. Sonra diğer amellerinden de bu şekilde hesaba çekilir." buyurmuştur.
(Enes radıyallâhu anhu’dan; Tirmizî, Mevâkît 188. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 149; Nesâî, Salât 9; İbni Mâce, İkâmet 202)

İslâm’ın üzerine bina edildiği beş esâstan ilki olan ALLAH’a ve Rasûlü’ne imânın ardından “dinin direği” NAMAZ gelir..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İslâm beş şey üzerine binâ edilmiştir:
1-) Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v) Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek,
2-) NAMAZ kılmak,
3-) Zekât vermek,
4-) Haccetmek,
5-) Ramazan orucunu tutmak.”
buyurmuştur.
(Abdullah İbn-i Ömer radıyallâhu anh’dan; Buhârî, Îmân, 1-2)

Zirâ ALLAH TeÂLÂ “İman eden kullarıma söyle NAMAZı kılsınlar.” buyurur.:


قُل لِّعِبَادِيَ الَّذِينَ آمَنُواْ يُقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَيُنفِقُواْ مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلانِيَةً مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَّ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خِلاَلٌ
“Kul li ibâdiyellezîne âmenû yukîmu’s- SALÂTe ve yunfikû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten min kabli en ye’tiye yevmun lâ bey’un fîhi ve lâ hilâl (hilâlun).: İman eden kullarıma söyle.: “Dostluk ve alışverişin olmadığı o günün gelmesinden önce NAMAZı ikâme etsinler! Onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve alenî (açık) olarak infâk etsinler!” (İbrâhîm 14/31)

Kulun RABB’ine samimîyetini gösteren, tevhid inancını amele dönüştüren NAMAZ, sözlü ve fiilî bakımdan ALLAH’a kulluğu en güzel ifâde eden ibâdettir. İmanı kalbine gerçekten yerleştirmiş olan bir mü’mine NAMAZ kılmak asla zor gelmez.:


وَاسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلاَّ عَلَى الْخَاشِعِينَ
“Vesteînû bi’s- sabri ve’s- SALÂT (salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâ’l- hâşiîn (hâşiîne).: (ALLAH'tan) sabırla ve NAMAZla istiâne (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (Hacet Namazı) huşû sâhibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.” (Bakara 2/45)

Çünkü o NAMAZla huzur bulur ve daha da yakınlaştığı RABB’inin yardımını her an yanında hisseder. “Haydi NAMAZa! Haydi kurtuluşa!” nidâsını işittiği anda Dünyâlık meşgalelerin hepsinden sıyrılarak bedeni, zihni ve kalbiyle bir ve tek olan RABB’iyle buluşacak olmanın heyecanını yaşar.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ifâdesiyle evinin önünde akan bir ırmakta günde beş kez yıkanıp kirlerinden temizlenmesi misâli, beş vakit NAMAZ sayesinde günâh ve kötülüklerden arınır.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ne dersiniz, birinizin evinin önünde her gün beş kez yıkandığı bir dere/akarsu olsa, (bu yıkanmalar) o kişide kirden pastan bir iz bırakır mı?”
Onlar.: “Hayır, onda kirden pastan hiçbir iz bırakmaz!.” dediler.
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İşte beş vakit NAMAZın konumu budur. ALLAH, beş vakit NAMAZ sebebiyle hataları temizler.” buyurmuştur.
(Buhârî, Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 283; Tirmizî, Emsâl 5; Nesâî, Salât 7; İbn Mâce, İkâmet 193.)

NAMAZı dosdoğru kıl”.:


اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
“Utlu mâ ûhıye ileyke mine’l- kitâbi ve ekımı’s- SALÂT (salâte), inne’s- SALÂTe tenhâ ani’l- fahşâi ve’l- munker (munkeri), ve le ZİKRULLÂHi EKBER (ekberu), vALLÂHu ya’lemu mâ tasneûn (tasneûne).: Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve SALÂTı ikâme et (NAMAZı kıl). Muhakkak ki SALÂT (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve ALLAH'ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve ALLAH, yaptığınız şeyleri bilir.” (Ankebût 29/45)

Emri gereği NAMAZını her bir rüknünün Hakkını vererek huşû ile edâ eder. Bilir ki;

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsanların hırsızlıkta en ileri olanı, kendi NAMAZından çalan kimsedir." buyurunca,
"Yâ Resûlullah!. Kişi NAMAZından nasıl hırsızlık yapar?" denildi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Rukû’unu ve secdesini tam yapmaz. Bu NAMAZdan çalmaktır. İnsanların en cimrisi de selâm (verip alma) da cimri davranandır." buyurdu.
(Müsned-i Ahmed b. Hanbel, III/70).
Münâfıkların tutumundan hareketle imânla NAMAZın dinin birbirinden ayrılmaz iki esâsı olduğu daha kolay anlaşılır. Nitekim mü’minin mir’âcı NAMAZ, inancında ikiyüzlü davranan münâfık için katlanması güç bir külfettir. Münâfık inanmadığı halde sırf çeşitli dünyevî menfaatleri elde etme uğruna riyâ yapar. NAMAZa kalktığı zaman üşengeç davranır;


إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُواْ إِلَى الصَّلاَةِ قَامُواْ كُسَالَى يُرَآؤُونَ النَّاسَ وَلاَ يَذْكُرُونَ اللّهَ إِلاَّ قَلِيلاً
“İnne’l- munâfikîne yuhâdiûnALLAHe ve huve hâdiuhum, ve izâ kâmû ilâ’s- SALÂti kâmû kusâlâ yurâune’n- nâse ve lâ yezkurûnALLÂHe illâ kalîlâ (kalîlen).: Muhakkak ki münâfıklar, ALLAH'a hile yaparlar. Oysa O (ALLAH), onlara hile yapandır. Ve onlar, NAMAZa kalktıkları zaman, üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve ALLAH'ı pek az zikrederler.” (Nisâ 4/142)

وَمَا مَنَعَهُمْ أَن تُقْبَلَ مِنْهُمْ نَفَقَاتُهُمْ إِلاَّ أَنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَبِرَسُولِهِ وَلاَ يَأْتُونَ الصَّلاَةَ إِلاَّ وَهُمْ كُسَالَى وَلاَ يُنفِقُونَ إِلاَّ وَهُمْ كَارِهُونَ
“Ve mâ meneahum en tukbele minhum nefekâtuhum illâ ennehum keferû billâhi ve bi resûlihî ve lâ ye’tûnes salâte illâ ve hum kusâlâ ve lâ yunfikûne illâ ve hum kârihûn(kârihûne).: Ve onların infâklerinin, onlardan kabul edilmesine mani olan şey, ancak Allah'ı ve O'nun resûllerini inkâr etmeleri ve NAMAZa üşenerek gelmeleri ve onların ancak kerih görerek infâk etmeleridir.” (Tevbe 9/54)

NAMAZı tek başına kılıyorsa vaktin sonuna kadar geciktirirmekte Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Buyrukları;

Ümmü Ferve radiyallahu anhu şöyle der.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e.: “Amellerin hangisi daha faziletlidir?” diye soruldu.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İlk vaktinde kılınan NAMAZdır” buyurdu.
(Tirmizî, Salât, 13/170; Ebû Dâvûd, Salât, 9/426. Ayrıca bkz. Buhârî, Mevâkît, 5; Cihâd, 1; Müslim, Îmân, 137-139)

Abdullah bin Mesûd radiyallahu anhu.: "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e.: “Amellerin hangisi ALLAH’a daha SEVgilidir?”diye sordum.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Vaktinde (kılınan) NAMAZ.” buyurdu.
“Sonra hangisi?” dedim:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sonra anne babaya iyilik” buyurdu.
“Sonra hangisi?” dedim.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH YOLU’nda cihâd.” buyurdu.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz bana bunları söyledi. Daha fazlasını soraydım onları da haber verirdi.”
buyurmuştur.
(Buhârî, Mevâkîtu’s-Salât, 5)

Alâ bin Abdurrahmân radiyallahu anhu.: “Bir gün öğleden sonra Enes bin Mâlik radiyallahu anhu’n yanına gitmiştik. Enes, biz varınca hemen kalkarak ikindi NAMAZını kıldı. Kendisine.: NAMAZı erken kıldığını” söyledik. O da niçin böyle yaptığını anlatarak dedi ki.: “Peygamber Efendimiz aleyhisselâm’ın şöyle buyurduğunu işittim.: “O münâfıkların NAMAZıdır! O münâfıkların NAMAZıdır! O münâfıkların NAMAZıdır! Onlardan biri oturur, oturur, tam güneş sararıp batmaya yüz tutunca ve şeytanın iki boynuzu arasına girince kalkar, kuşun yem toplaması gibi hızlıca dört defâ yatıp kalkar, NAMAZda da ALLAH’ı pek az zikreder.” buyurdu” buyurmuştur.
(Muvatta’, Kur’ÂN-ı Kerim, 46; Müslim, Mesâcid, 195)

Bir sefer esnâsında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve ashabı, dar bir geçide gelmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bineğin üzerindeydi. Yağmur üzerlerine devamlı yağıyor, altlarında meydana gelen çamur (bataklık hâlini alıp inmelerine mâni oluyordu). NAMAZ vakti gelmişti. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem müezzine emretti, müezzin ezân okuyup kâmet getirdi. Fahr-i Kâinât Efendimiz bineğinin üzerinde olduğu hâlde öne geçti ve ashâbına NAMAZ kıldırdı. Îmâ ile NAMAZ kılıyordu. Secdeleri yaparken rükû’dan biraz daha fazla eğiliyordu.”
(Ahmed, IV, 173-174; Tirmizî, Salât, 186/411)

En çok da sabah ve yatsı NAMAZlarını kılmaya üşenir.

Ebû Hureyre radıyallahu anhu‘dan rivayet edildiğine göre.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Münafıklara Sabah ve Yatsı NAMAZIndan daha ağır gelen hiçbir NAMAZ yoktur. Şayet münafıklar bu iki NAMAZda ne kadar çok ecir ve sevâb olduğunu bilselerdi, emekleyerek de olsa cemaate gelirlerdi. Şüphe yok ki NAMAZn kılınmasını emredip, sonra kâmet getirilmesini, sonra da birisinin mü'minlere NAMAZ kıldırmasını emredip, ardından da ellerinde odun bağları bulunan adamlarla birlikte gidip, NAMAZa gelmeyenlerin evlerini onlar evlerindeyken ateşe vermeyi içimden geçirdim."
(Sahih Hadis, Muttefekun Aleyh; Buhârî, Ezân, 34; Müslim, Mesâcid, 252))

Çünkü en tatlı anında uykusunun bölünmesini ve günün sonunda rahatının bozulmasını istemez. Ve sonunda kan ve irinle büyüyen bir çıban gibi kalbinde büyüttüğü nifâk tohumu onu NAMAZı terk etmeye ve inkârını ilâna sevk eder. Bu yüzden Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Medine’de münâfıklarla birlikte yaşadıkları dönemde onlarla aralarındaki güvencenin NAMAZ olduğunu yani NAMAZ kıldıkları sürece Müslüman muamelesi göreceklerini; NAMAZ kılmayı terk ettiklerinde ise inkârlarının ortaya çıkacağını dolayısıyla buna göre muamele göreceklerini ifâde etmiştir. (Tirmizî, Îmân, 9)
Hz. Âdem, Hz. Nûh, Hz. İbrahîm ve Hz. Ya’kûb aleyhumusselâm hepsi de NAMAZ emredilen Peygamberlerdi. ALLAHu zü’L-CeLÂL Kur’ÂN-ı Kerim’de onlardan sonra NAMAZı zâyi eden, bu nedenle de şehvet ve dünyevî tutkularının peşine düşen bir nesil geldiğinden bahseder ve bu tutumlarından dolayı onların büyük bir azaba çarptırılacaklarını bildirir.:


فَخَلَفَ مِن بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا
“Fe halefe min ba’dihim halfun edâus salâte vettebeûş şehevâti fe sevfe yelkavne gayyâ(gayyen).: Bundan sonra onların arkasından gelen nesil, NAMAZı ihmal (zayi) ettiler. Ve şehvetlere (nefsin arzularına) tâbî oldular. Artık yakında gayy (cehennemde en alt bölüm) ile karşılaşacaklar.” (Meryem 19/59)

Nitekim cennettekilerin cehennemdekilere neden orada olduklarını sormaları üzerine alacakları cevaplardan biri de “Biz NAMAZ kılanlardan değildik.” cümlesi olacaktır.:


فِي جَنَّاتٍ يَتَسَاءلُونَ
عَنِ الْمُجْرِمِينَ
مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرَ
قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ
“Fî cennât (cennâtin), yetesâelûn (yetesâelûne). Ani’l- mucrimîn (mucrimîne). Mâ selekekum fî sekar (sekare). Kâlû lem neku mine’l- muSALLin (musallîne).: Onlar cennetlerdedir. (Diğerlerine) sorarlar. Mücrimlerden (suçlulardan). Sizi sekarın içine (alevli ateşe) sevkeden (sürükleyen) nedir? “Biz NAMAZ kılanlardan olmadık.” dediler.” (Müddessir 74/40-43)

Hâlbuki NAMAZ âhiret kazancı ve mutluluğunu sağlayacak en önemli ibâdetlerden biridir. Bu yüzden;

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: NAMAZ, devâm eden kimse için Kıyamet Gününde nûr, delil ve kurtuluş sebebi olur. NAMAZa devâm etmeyenin ise Kıyamet Günü nûru, delili ve kurtuluşu olmayacaktır.” buyurmuştur.
(İ. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 169)

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de inanmadığı, hafife aldığı, unuttuğu ya da ihmalkâr davrandığı için NAMAZı terk eden kimseler bulunmaktadır. Bunlardan en acı olanı inanmadığı için NAMAZ kılmamak yani ALLAH TeÂLÂ’yı ve emrini inkâr etmektir ki sonu ebedî azâbdır. Bununla birlikte bazı Müslümanların çeşitli bahânelerle NAMAZ terk etmeleri de üzüntü verici ve sorgulanması gereken bir tutumdur. Belki de birçok Müslüman imânla küfür/şirk arasındaki en büyük engel olan NAMAZın terk edilmesi halinde nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya kalınacağının farkında bile değildir. Hâlbuki NAMAZı terk etmek, onun insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyması, ALLAH’ı hatırlatması, kişinin yaşantısına istikâmet vermesi ve iç huzuru sağlaması gibi pek çok faydasından da mahrum kalmak demektir. Hem Dünyâ hem de âhiret mutluluğumuzun anahtarını kaybetmemek ve RABB’imiz’in Rızasına kavuşabilmek için Hz. İbrahîm aleyhisselâm’ın DUÂsını dilimizden hiç düşürmemeliyiz: “RABB’im! Beni NAMAZa devâm eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. RABB’imiz! DUÂmı kabul eyle!” :


رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلاَةِ وَمِن ذُرِّيَّتِي رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَاء
“RABBic’alnî mukîma’s- SALÂTi ve min zurriyyetî RABBenâ ve tekabbe’l- DUÂ (DUÂi).: RABBim, beni ve zürriyetimi NAMAZı ikame edenlerden kıl. RABBimiz, DUÂmı kabul buyur.” (İbrâhîm 14/40)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

HIRSIZLIĞIN EN KÖTÜSÜ =>NAMAZ'dan ÇALMA!.

Elif ERDEM



َ ق َال: َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل َّ ى الل ِ ص ُ َول ّٰ الل َس َ َّن ر ِ أ ّ ٍ ْ ال ُخْدِري ِ يد َع َبِي س ْ أ َن ع ."ُ َه َ َلت ْ ِرُق ص َس ِرَقًة َّ ال ِذي ي َ َّ ِاس س َ الن أ َ ْ و َس ِ" إ َّن أ
Ebû Saîd el-Hudrî radiyallahu anhu’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hırsızların en kötüsü NAMAZından çalandır!.” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/56)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yaşamında NAMAZın bambaşka bir yeri vardı. NAMAZ onun için yalnızca bir yükümlülük değil, her halini RABB’ine arz etmenin en güzel yoluydu. O’na duyduğu derin saygıyı ve muhabbeti, varlığını kuşatan şükran duygusunu NAMAZla gösterir; korkusunu, telâşını, ihtiyacını NAMAZla dile getirirdi. Hz. Bilâl’e.: “Kalk NAMAZa (çağır da) bizi NAMAZla rahatlat!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 78) diye boşuna seslenmiyordu Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.
NAMAZ sıkıntılarını giderip onu huzura kavuşturan, manevî iklimde RABB’iyle buluşturan çok özel bir ibâdetti. Bu yüzden NAMAZdaki her bir hareketi özenle yapar, Huzur-u İlâhîde huşû’yu bozacak hiçbir düşünce ve fiile yer vermemeye dikkat ederdi. Kıyamda dimdik durur (İbn Mâce, İkâmetü’s-Salavât, 15), uzun uzun ve tane tane Kur’ÂN okurdu. (Müslim, Müsâfirîn, 118) Rükû’da sırtı dümdüz, başı ne aşağıda ne yukarıda ortada olurdu. (İbn Mâce, İkâmetü’s-Salavât, 16) Rükû’dan iyice doğrulmadan secdeye gitmez, secdeden iyice doğrulup oturuncaya kadar da ikinci secdeyi yapmazdı. (Müslim, Salât, 240) Bunların arasında bir müddet sükûnetle beklerdi. Öyle ki görenler rükû’dan kalktığında secdeyi, secdeden doğrulduğunda ise ikinci defâ secde etmeyi unuttuğunu zannedebilirlerdi. (Müslim, Salât, 195)
O’nun gece NAMAZını anlatırken.: “Kıldığı NAMAZların güzelliğini ve uzunluğunu sorma!” diyen (Buhârî, Menâkıb, 24) Hz. Âişe gibi kendisini görenler NAMAZdaki haline hayran kalırlardı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ashabından da kendisini dikkatle izleyerek onun kıldığı gibi NAMAZ kılmalarını ister ve her bir rüknü güzelce yerine getirmeleri gerektiğinin altını çizerdi.
Bu konuda onları sık sık uyaran Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir defâsında şöyle buyurmuştu.: “Hırsızların en kötüsü NAMAZından çalandır.”
Bu ifâde karşısında hayrete düşen sahabiler.: “Yâ Resûlullah!. kişi NAMAZından nasıl çalar?.” diye sorduklarında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bunu şöyle açıkladı.: NAMAZın rükû’unu ve secdesini tam yapmaz (ise NAMAZından çalmış olur).” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/56)

NAMAZ, âyetlerde ve hadislerde önemine ısrarla vurgu yapılan ve “Dinin Direği” kabul edilen eşsiz bir ibâdettir. NAMAZda sergilenen her bir davranış kulluğun farklı yansımalarını oluşturur. Tekbir getirerek ellerini kaldıran kişi, Dünyâlık meşgaleleri terk edip bütün varlığıyla RABB’ine yöneldiğini gösterir. Kıyamda O’nun huzurunda saygıyla durur, kirâatte O’nunla konuşur, rükû’da yalnız O’nun önünde eğildiğini gösterir ve O’nun yüceliği karşısında secde ederek RABB’iyle en yakın olma halini yaşar. NAMAZ içerisindeki tesbih, tekbir, zikir ve DUÂlarla da RABB’inin yüceliğini itirâf eder, O’na sığınır, O’ndan yardım diler.

Dolayısıyla NAMAZ, baştanbaşa ALLAHu zü’L-CeLÂL’e kulluğun nişânesi, O’nunla yakınlık kurmanın en iyi yoludur. Bu nedenle her bir rüknü oldukça önemlidir. Bunlardan herhangi birinin yapılmaması durumunda NAMAZ olmayacağı gibi, eksik yapılması da NAMAZda eksikliğe neden olur ki Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bunu.: NAMAZdan çalmak” olarak nitelendirmiştir. Hadiste “rükû’ ve secdeler”e vurgu yapılması, bu iki rüknün RABBe kulluğun en güzel sembolleri olması, aynı zamanda en aceleci davranılan rükünler olmasından kaynaklanmaktadır. Günlük hayatın telâşesi içerisinde daha kirâati bitirmeden rükû’a gitmek, rükû’a tam eğilmeden doğrulmak, tam olarak ayakta durmadan secdeye varmak, secde için başımızı yere koyar koymaz kaldırmak -ki rivâyetlerde bu davranış karga gagalamasına benzetilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 143, 144)- gibi sergilediğimiz pek çok aceleci tutum “NAMAZdan Çalma”nın kapsamına girer.
Oysaki ciddîyetten uzak bu tür davranışlar, NAMAZın huşû’ içerisinde edâ edilmesini engelleyerek onun boş bir amele dönüşmesine sebebiyet verir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, mü’minleri bu tehlikeden uzak tutmak için NAMAZın rükünlerini dosdoğru ve kıvamında yerine getirmek, yani ta’dîli erkâna riâyet konusunda pek çok uyarıda bulunmuştur. Yanı başında ta’dili erkâna riâyet etmeden NAMAZ kılan bir şahsa.: “Dön ve yeniden NAMAZ kıl; çünkü sen NAMAZ kılmış olmadın!” dedikten sonra NAMAZın nasıl kılınacağını şöyle târif etmiştir.:NAMAZ kılacağın zaman (önce) tekbir getir. Sonra Kur’ÂN’dan kolayına gelen yerlerden oku. Ardından rükû’a git ve yeterli olduğuna kanaat getirinceye kadar (mutmâin oluncaya kadar) bekle. Sonra tam olarak ayağa kalk. Peşinden secdeye git ve yeterli olduğuna kanaat getirinceye kadar bekle. (Secdeden) kalktığında (belini) iyice doğrult ve yeterli olduğuna kanaat getirinceye kadar bekle. Sonra (tekrar) secdeye var ve yeterli olduğuna kanaat getirinceye kadar bekle. Sonra NAMAZın bütününü bu şekilde kıl.”
buyurmuştur.
(Buhârî, Ezân, 122)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in kendi kıldığı NAMAZda olduğu gibi bu târifinde de görüldüğü gibi NAMAZ kılarken her bir rükünde bu rüknü hakkıyla yerine getirdiğine kani olacak kadar kalmak oldukça önemlidir. Böyle yapılmadığı takdirde NAMAZın vâciblerinden biri kabul edilen ta’dîli erkân yerine getirilmemiş olduğundan NAMAZ dosdoğru kılınmış olmaz, eksik kalır. Hâlbuki ALLAHu zü’L-CeLÂL, birçok âyette NAMAZın “dosdoğru” kılınmasını istemiştir.:


فَإِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلاَةَ فَاذْكُرُواْ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ فَإِذَا اطْمَأْنَنتُمْ فَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ إِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَّوْقُوتًا
“Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmu’s- salât (salâte), inne’s- salâte kânet alâ’l- mu’minîne kitâben mevkûtâ (mevkûten).: Böylece NAMAZı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) ALLAH'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, NAMAZı erkânıyla kılın. Muhakkak ki NAMAZ, mü'minlerin üzerine, “vakitleri belirlenmiş bir FARZ “ olmuştur.// NAMAZı kıldıktan sonra, ayakta, yürürken, meclislerde otururken, yanlarınız üzerinde yataklarınızda yatarken, ALLAH’ı zikre, şükre devam edin. Huzura kavuşunca da, NAMAZı âdâbına, riâyet ederek, aksatmadan kılın. NAMAZ, mü’minlere yazılı bir emir halinde, vakitleri belli bir FARZdır.” (Nisâ 4/103)

Ve mü’minlerin sıfatlarını sayarken onların.: “NAMAZlarını dosdoğru kılan kimseler” olduklarını beyan etmiştir.:


الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُم بِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
“Ellezîne yukîmûne’s- salâte ve yu’tûne’z- zekâte ve hum bi’l- âhıreti hum yûkınûn (yûkınûne).: Onlar, NAMAZı ikâme ederler, zekâtı verirler ve onlar ki, onlar âhirete yakîn (sahibi) olarak inanırlar.// Mü’minler, NAMAZı adâbına riâyet ederek, aksatmadan âşikâre kılanlar, vicdanlarını, servetlerini, sosyal bünyelerini arındıran, berekete vesile olan zekâtı verenler, özellikle âhiretin varlığını delilleriyle, gerekçeleriyle bilerek kesinlikle inananlardır.” (Neml 27/3)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kişi vardır, NAMAZını kılar bitirir de kendisine NAMAZ sevâbının ancak onda biri yazılır. Kişi vardır; NAMAZ sevâbının ancak dokuzda birini, sekizde birini, yedide birini, altıda birini, beşte birini, dörtte birini, üçte birini yahut yarısını alır.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvud, Salât 122, 123)
Buyuran Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, herkesin kıldığı NAMAZın tamlığına göre sevâb kazanacağını bildirmiş ve NAMAZı eksik kılanların âhiretteki durumunu şöyle açıklamıştır.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kıyamet Gününde insanların ilk sorguya çekilecekleri amel NAMAZdır. ALLAH celle celâlihu kulun NAMAZlarını tam mı yoksa noksan mı kıldığına bakılmasını emreder. Eğer NAMAZları tamsa sevâbı tam olarak yazılır. Eğer (farz) NAMAZlarında eksiklik varsa nâfile olarak kıldığı NAMAZlarına bakılmasını emreder. Şâyet nâfile NAMAZları varsa, bunlarla farz NAMAZların tamamlanmasını emreder. Sonra kul diğer amellerinden hesâba çekilir.”
buyurmuştur.
(Tirmizî, Salât 306)

RABB’imiz’in.: “Hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar” buyurarak ısrarla kılmamızı istediği NAMAZ, ancak ta’dili erkân gözetilerek ve huşû ile kılındığında amacına ulaşır, kişiyi arındırıp günâhlarına kefâret teşkil eder.


اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
“Utlu mâ ûhıye ileyke mine’l- kitâbi ve ekımı’s- salât (salâte), inne’s- salâte tenhâ ani’l- fahşâi ve’l- munker (munkeri), ve le zikrullâhi ekber (ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn (tasneûne).: Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (NAMAZı kıl). Muhakkak ki salât (NAMAZ), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men’ eder). Ve ALLAH'ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve ALLAH, yaptığınız şeyleri bilir.// Sana vahyedilen kitaptan bölüm bölüm oku, ilgili âyetlerini uygula. NAMAZı adâbına riâyet ederek aksatmadan âşikâre kıl. NAMAZ, meşru’ olmayan şehevî fiilerden, gayri meşru ilişkilerden, zinâdan, haddi aşmaktan, cimrilikten, ahlâksızlıktan ve şeriatın suç saydığı, haram kıldığı, kamu vicdanının tasvbp etmediği, mü’minlerin icrasında hayır görmediği şeylerden, bunların savunuculuğunu, sözcülüğünü yapmaktan insanı alıkoyar. ALLAH’ı zikir, NAMAZ, ALLAH’ın övünç kaynağı kelâmını okumak, ALLAH’ın Dinini tebliğ elbette en büyük ibâdettir. ALLAH’ın kullarına lütfuyla ilgisi ise en büyük mazhariyettir. ALLAH hile ile kurduğunuz düzenleri, tuzakları ve ilişkileri biliyor.” (Ankebût 29/45)

RABB’imizin Rızasına uygun olarak ihlâsla kılınan bu NAMAZlar, Dünyâda mü’minin Mİ'RÂCı âhirette cennetin anahtarı olur.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:

الصلاة معراج المؤمن
"NAMAZ mü'minin mi'râcıdır."
buyurmuştur.
(Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

ÜÇ FAZİLETLİ MESCİD

HaLe ŞAHİN

َشُّد َ ت َ » ال َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل َّ ص ِبى َّ ِ الن ُ بِه ُلغ ْ ب َ َ ي ة َ ر ْ ي َ ُر َبِى ه ْ أ َن ع ِ َ ام َر ْ ِجِد ْ الح َس َم َ َذا و ْ ِجِدى ه َس َ ِ اجَد م َس ِ م َة َث َال َّ ِ إَلى ث َ ُال ِ إال ِح ّ الر َ ى « َ ْقص ْ ِجِد األ َس َم و
Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ Ancak üç mescide (ibâdet maksadı ile) gitmek üzere yolculuğa çıkılabilir: Benim şu Mescidim (Mescid-i Nebevî), Mescid-i Harâm ve Mescid-i Aksâ.” buyurmuştur.
( Müslim, Hac, 511)

Kulun RABB’iyle buluşmasının en güzel vesilesidir NAMAZ. Ve bu buluşma esnâsında kulun RABB’ine en yakın olduğu ÂN secde ÂNıdır..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kulun RABBine en yakın olduğu hâl secde hâlidir. İşte bu sebeble secdede çok DUÂ etmeye bakın!” buyurmuştur.
(Müslim, Salât 215. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 148; Nesâî, Tatbîk 78)

NAMAZın her bir rüknü ayrı ayrı anlam ifâde etmekle birlikte kulluğu, ALLAH’a itaati, teslimiyeti ve âcizliği en güzel ifâde eden rükün secdelerimizdir. Bu özel buluşma ânına mekan kılınan “mescid” de ismini secdeden alır. İslâm’ın en önemli sembollerinden olan mescidler, tarih boyunca Müslümanların gerek ibâdet gerekse sosyal hayatlarında önemli rol üstlenmiştir. Medine’ye hicretin ardından ilk iş olarak mescid yapımıyla ilgilenen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, mescidlerin ALLAH Katında en makbul mekanlar (Müslim, Mesâcid, 288) ve ALLAH’ın Evleri olduğunu belirtir. (Müslim, Mesâcid, 282)
“ALLAH’ın mescidlerini, ancak ALLAH’a ve âhiret gününe inanan, NAMAZı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ALLAH’tan başkasından korkmayan kimseler imâr eder.”


إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ فَعَسَى أُوْلَئِكَ أَن يَكُونُواْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ
“İnnemâ ya'muru mesâcidallâhi men âmene billâhi ve’l- yevmi’l- âhıri ve ekâme’s- salâte ve âte’z- zekâte ve lem yahşe illâllâhe fe asâ ulâike en yekûnû mine’l –muhtedîn (muhtedîne).: ALLAH'ın Mescidlerini ancak, ALLAH'a ve âhiret gününe îmân eden ve namazı ikâme eden ve zekât veren ve ALLAH'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların böylece hidâyete erenlerden olması umulur.” (Tevbe 9/18)

Âyeti gereği mescidlerin hem maddî anlamda imarına yani inşâ’ı ve bakımına, hem de manevî anlamda imarına yani mescide sürekli gidilmesine önem verir ve teşvik eder. Alınların secdeye değdiği, inananlara birlik ve beraberlik şuuru kazandıran mescidlerin her biri çok değerli olmakla birlikte Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şu üç mescid hususunda Müslümanların daha bilinçli davranması gerektiğine dikkat çeker.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ancak üç mescide (ibâdet maksadı ile) gitmek üzere yolculuğa çıkılabilir.: Benim şu mescidim (Mescid-i Nebevî), Mescid-i Harâm ve Mescid-i Aksâ.” buyurmuştur.
(Müslim, Hac, 511)

Yapımı esnâsında temeline ilk taşı bizzat Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem tarafından konulan Mescid-i Nebevî, Yesrib’i Medine’ye dönüştüren, medeniyetle buluşturan özel bir mekandır. Daha ilk günden takvâ üzerine kurulan bu Mescid, (Tevbe 9/108) Medine’nin kalbinde bir ilim ve irfan merkezi olarak Müslümanlara hizmet etmiştir..


لاَ تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَن تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ
“Lâ tekum fîhi ebedâ (ebeden), le mescidun ussise alâ’t- takvâ min evveli yevmin ehakku en tekûme fîhi, fîhi ricâlun yuhıbbûne en yetetahherû, vallâhu yuhıbbu’l- muttahhirîn (muttahhirîne).: Ebediyyen orada namaz kılma (ikâme etme). İlk günden takvâ üzerine tesis edilen (kurulan) mescid, orada namaz kılmak için elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi (kalbini temizlemeyi, arınmayı) seven adamlar vardır. Ve ALLAH, temizlenmiş (arınmış) olanları SEVer.” (Tevbe 9/108)

Rasûlullah kendi Mescidinde kılınan NAMAZın, Mescid-i Harâm dışında herhangi bir mescidde kılınan bin NAMAZdan daha hayırlı olduğunu bildirir. (Tirmizî, Salât, 126)
Bu yüzdendir ki “cennet bahçelerinden bir bahçe” diye nitelediği Eviyle Minberi arasındaki alanda (Muvatta’, Kıble, 5) NAMAZ kılabilmek için inananlar âdeta birbirleriyle yarışırlar.
Bununla birlikte Mescid-i Nebevî’ye yapılan yolculuk Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i göremeyen sonraki nesillerin onun mübârek kabrini ziyâret ederek teselli bulmalarına da vesiledir.
Yeryüzünde bilinen en eski mescid (Âl-i İmrân, 3/96) Müslümanların kıblesi Mescid-i Harâm mü’minler tarafından giderek artan bir ilgiyle asırlardır ziyâret edilen en faziletli Mesciddir. Yoluna gücü yetenlerin onu ziyâret ederek hac ibâdetini ifâ etmesi, ALLAHu zü’L-CeLÂL’in kulları üzerindeki Hakkıdır. (Bakara, 2/203)
Onu ziyâreti engellemek ise büyük günâhtır. (Bakara, 2/217) ALLAH TeÂLÂ’nın emniyetli ve saygın bir mekan kıldığı Mescid-i Harâm’ı ziyâret geleneği, oğlu İsmâil (aleyhisselâm) ile birlikte Kâbe’yi inşa eden İbrahîm’den (aleyhisselâm) sonraki nesillere kalan en güzel mirâstır.

Asırlardır Müslümanlar gece gündüz demeden günün her saatinde Mescid-i Harâm’ın feyzinden istifâde etmeye ve ALLAH’a lâyık daha iyi bir kul olmaya gayret gösterirler. Dünyânın her yerinden hac ibâdeti için gelen farklı ırk, dil ve renkteki mü’minler Mescid-i Harâm’da birlikte ALLAH’a kulluk etmenin mutluluğunu ve heyecanını yaşarlar..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ziyâret edilmesini teşvik ettiği son mescid, Mescid-i Aksâ =>Mukaddes Ev Beytü’l-Makdis’tir. Süleymân aleyhisselâm’dan yadigâr kalan bu Kudsal Mescid, Müslümanların ilk kıblesidir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem mir’âca çıkmadan önce geceleyin Mescid-i Harâm’dan çevresi mübârek kılınan Mescid-i Aksâ’ya getirilmişti. (İsrâ 17/1) Orada İbrahîm, Mûsâ ve İsâ aleyhumusselâm’ın da aralarında bulunduğu önceki Peygamberlere NAMAZ kıldırmıştı. (Müslim, Îmân, 259)
Önceki Ümmetlerin kıblesi olarak geçmişten emânet alınan ve İslâm Kültüründe çok daha değerli bir konuma yükselen Mescid-i Aksâ bugün yalnız bırakılmıştır. Hz. Ömer, Selâhaddin Eyyûbî ve Osmanlılar zamanında huzurla ibâdet edilen, ecdâdımızın hacca ve umreye giderken uğramayı ihmal etmedikleri bu mukaddes emânete sâhib çıkılamamış, hak ettiği değerden uzak kalmıştır. Bir zamanlar içerisinde edâ edilen NAMAZların huşû'uyla dökülen gözyaşları artık zulüm, baskı ve çaresizlikten duyulan acı ve üzüntü nedeniyle dökülmektedir. Mescid-i Nebevî, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Aksâ, her biri Peygamberler tarafından inşa edilen ve bize mirâs kalan çok kıymetli üç emânettir. İslâm’ın en Kudsal Mescidleri olan bu özel mekanların ayrıcalığının farkında olmak ve onları hem maddî hem de manevî bakımdan ma’mur kılmak ve ayakta tutmak Müslümanlar olarak hepimizin sorumluluğundadır.
ALLAH’ın Mescidlerinde cemâatle kılınan NAMAZların evde tek başına kılınan NAMAZlardan sevâb açısından üstünlüğüne (Buhârî, Ezân, 30; Müslim, Mesâcid, 249) dikkat çeken Sevgili Peygamberimiz, Mescid-i Nebevî, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Aksâ’da kılınan NAMAZların da evde ya da diğer mescidlerde kılınan NAMAZlardan daha faziletli olduğunu zikretmiştir. (İbn Mâce, İkâmetü’s-Salavât, 198)
O'nun teşviki doğrultusunda her Müslümanın imkân elde ettiği takdirde bu Üç Güzide Mescidi ziyâret edip ibâdetlerinin sevâbına nâil olabilmesi DUÂmızdır..


Resim
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Şu Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç diğer câmilerde kılınan 1000 namazdan daha hayırlıdır.” buyurmuştur.
(Buhârî, Fadlu’s-Salâti fî Mescidi Mekke ve’l-Medîne, 1)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Benim Mescidimde kılınan bir namaz, onun dışındaki câmilerde kılınan 1000 namazdan daha faziletlidir. Ancak Mescid-i Haram hâriç. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz ise onun dışındaki 100 bin namazdan daha faziletlidir.” buyurmuştur.
(İbn-i Mâce, İkâme, 195; Ahmed, III, 343, 397)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “…Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz, burada (benim Mescidimde) kılınan 100 namazdan daha faziletlidir.” buyurmuştur.
(Ahmed, IV, 5)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mescid-i Harâm’da kılınan namazın fazileti, diğer mescidlerde kılınan 100.000 namaza denktir. Benim Mescidimde /Mescid-i Nebevî’de kılınan namazın fazileti, 1000 namaza denktir. Beytü’l-Makdis Mescidinde /Mescid-i Aksâ’da kılınan namazın fazileti ise, 500 namaza denktir” buyurmuştur.
(Ebu’d-Derdâ radiyallahu anhu’dan; Bezzâr, 1988-2006: X, 77, no: 4142. Benzer ifadeler için ayrıca bk. Heysemî, 1994: III, 675, no: 5873)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir adamın kendi evinde kıldığı namaza 1/bir namaz sevâbı verilir. Oturduğu beldenin sâkinlerinin devam ettikleri câmide kıldığı namaza 25 kat sevâb verilir. Cuma namazının kılındığı câmide kıldığı namaza 500 kat sevâb verilir. Mescid-i Aksâ’da kıldığı namaza 50 000 kat sevâb verilir. Benim Mescidimde kıldığı namaza da 50 000 kat sevâb verilir. Mescidi Haram’da kıldığı namaza ise 100 000 kat sevâb verilir.” buyurmuştur.
(Enes radiyallahu anhu’dan; İbn Mâce, 1981: İkāmetü’ṣ-Ṣalât, 198, no: 1413. Ayrıca bk. Taberânî, 1995: VII, 112, no: 7008)
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

https://www.muhammedinur.com/photos/upl ... dd7f65.jpg

Resim

ORUÇ KALKANDIR

Elif ERDEM

َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس ِ َ عنه - ق َال َ ق َال ر َ ّٰ - رضى الل ة َ ر ْ ي َ ُر َبِى ه ْ أ َن ع َّ ٌة ". ن ُ ُ ج َام ِ ي ّ َ : "الص َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ع
Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ORUÇ kalkandır [color] buyurmuştur.
(Müslim, Sıyâm, 162)

Her yıl, büyük bir özlemle beklediğimiz 11 ayın SuLTÂNı’nı karşılarken yeni bir heyecan kaplar yüreğimizi. Sahurlarıyla, iftarlarıyla farklı birlikteliklere vesile olan, gündüzlerini ORUÇla gecelerini teravihle süsleyeceğimiz ibâdet dolu günleri ve bin aydan hayırlı Kadir Gecesi’yle RABB’imiz’e daha yakın olma fırsatı sunan bu Rahmet İkliminden en güzel şekilde istifâde edebilmeyi arzularız. Mahyalarla donattığımız câmiler misâli gönül Dünyâmızı İmân Nûruyla, İhlâs ve Samimîyetle, Muhabbetullahla donatmak, Ramazan-ı şerifin her anını dolu dolu yaşamak isteriz. Bu nedenle kendimize göre hazırlıklar yapar, yılda bir ay yerine getirmekle yükümlü olduğumuz ORUÇ ibâdetini eksiksiz ve hatasız bir şekilde tamamlama ümidiyle orucu bozan ve bozmayan şeylere dâir kuralları tekrar gözden geçirme ihtiyacı duyarız. Bu noktada ORUCu anlamak, sorumluluğumuzu yerine getirmenin ötesinde bu ibâdetin ruhuyla bütünleşerek onun bizi RABB’imiz’in Rızasına eriştirmesini sağlamak için her ORUÇ tutacağımızda hatırlamamız gereken bir hadis vardır:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ORUÇ kalkandır.” buyurmuştur.
(Müslim, Sıyâm, 162)

ORUCun anlamını, önemini, nasıl tutulması gerektiğini ve hatta maksadını oldukça özlü bir şekilde ifâde eden bu hadis-i şerif, Sevgili Peygamberimizin ORUÇluya yol gösteren hikmetli bir sözüdür.
ORUÇ kalkandır.” Peki ama neye/kime karşı?.
ORUÇ, RABB’imiz’in belirlediği süre boyunca yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmaktır. Bu tanımdan hareketle diyebiliriz ki ORUÇ; öncelikle, kişinin nefsanî arzularına karşı bir kalkandır. Her ne kadar hem iyiliği hem de kötülüğü ilham etmişse de Yüce Yaratan, “Nefisler kıskançlığa ve bencil tutkulara hazır (elverişli) kılınmıştır.”


وَإِنِ امْرَأَةٌ خَافَتْ مِن بَعْلِهَا نُشُوزًا أَوْ إِعْرَاضًا فَلاَ جُنَاْحَ عَلَيْهِمَا أَن يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًا وَالصُّلْحُ خَيْرٌ وَأُحْضِرَتِ الأَنفُسُ الشُّحَّ وَإِن تُحْسِنُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
“Ve in imraetun hâfet min ba’lihâ nuşûzen ev ı’râdan fe lâ cunâha aleyhimâ en yuslıhâ beynehumâ sulhâ (sulhan). Ve’s- sulhu hayr (hayrun). Ve uhdırati’l- enfusu’ş- şuhh (şuhha). Ve in tuhsinû ve tettekû fe innALLÂHe kâne bi mâ ta’melûne HABÎRâ (habîran).: Ve şâyet bir kadın kocasının ilgisizliğinden veya ondan yüz çevirmesinden korkarsa, artık ikisinin arasında sulh (anlaşma) yapılarak ıslah edilmesinde (uzlaşmasında) onların ikisine de bir günah yoktur ve sulh (anlaşma) daha hayırlıdır. NEFSLER CİMRİLİĞE (kıskançlığa ve hırsa) HAZIR KILINMIŞTIR (meyilli yaratılmıştır). Ve eğer ihsânla davranır ve takvâ sâhibi olursanız, o takdirde, muhakkak ki ALLAH, yaptıklarınızdan haberdâr olandır.” (Nisâ 4/128)

Dolayısıyla başıboş bırakıldığında nefis, Süflî Arzuların peşine düşerek insana hep kötülüğü emreder (Nefs-i Emmâre). Açgözlü ve oldukça hâris davranır, kendi çıkarları söz konusu olduğunda kimseyi tanımaz, haktan hukuktan uzaklaşır. Başkalarının haksızlığa uğraması pahasına kendi istekleri (hevâ) doğrultusunda yaşamasını ister insanın ve böyle yaşadığında çok mutlu olacağını söyler ona. Hâlbuki devâmlı nefsini besleyen insanın ruhu aç kalır. Zirâ bencillikle, cimrilikle, kibir ve gururla azgınlaşan nefis, insanı insan yapan diğergâmlık, fedâkârlık, cömertlik ve tevazu’ gibi ulvî duyguların kalbe yerleşmesine mâni’ olur. Oysaki ruh, bu latîf duygularla beslenir, olgunlaşır. İnsan da ancak cismanî ve ruhanî yönlerini dengede tutabildiği zaman mutmâin olur. Bu nedenle hevâsına uyarak yaşayan, Kur’ÂN-ı Kerim’in tâbiriyle “hevâsını kendisine ilâh edinen.”


أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلًا
“E raeyte menittehaze ilâhehu hevâh (hevâhu), e fe ente tekûnu aleyhi vekîlâ (vekîlen).: Hevâsını ilâh edinen kişiyi gördün mü? Yoksa sen mi ona vekîl olacaksın?” (Furkân 25/43)

Kişi aslında kendi kendisine zulmetmiş, haksızlık etmiş olur.
İşte bu yüzden Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, akıllı insanın nefsine hâkim olup ölümden sonrası için çalışan kimse olduğuna dikkatleri çekmiş (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 25)
Ve şu sözleriyle nefisle mücâdeleyi bir tür cihad kabul etmiştir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mücâhid, ALLAHu zü’L-CeLÂL’e itaat yolunda nefsinin isteklerine karşı mücâdele eden kimsedir.” buyurmuştur.
(İbn Hanbel, VI, 22)

ORUÇ, bu kudsal mücâdelede insana destek olan eşsiz bir ibâdettir. Çünkü ORUÇ, koyduğu yeme, içme gibi yasaklarla nefsin beslendiği en önemli kaynakları, bir süreliğine yok ederek onun güçsüz kalmasını sağlar. Azgınlaşarak kendisini doğru yoldan saptırmasına engel olur. Bu özelliğinden dolayı Rasûlullah, evlenme imkânı bulamayan gençlere ORUÇ tutmayı tavsiye etmiş ve ORUÇun şehveti kıran bir araç olduğunu dile getirmiştir. (Buhâri, Savm, 10)
Dolayısıyla kurallarına uygun bir şekilde ORUÇoruç tutan kişi nefsine karşı bir kalkan edinmiş olur.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ORUÇlu, saygısızlık yapmasın, ahlâksızca konuşmasın. Eğer biri kendisiyle dövüşmeye veya sövüşmeye kalkışırsa, iki defâ.: “Ben ORUÇluyum!.” desin.” buyurmuştur.
(Buhârî, Savm, 2)
diyen Sevgili Peygamberimiz ORUCun günâhlara ve şeytânın telkinlerine karşı da bir kalkan olduğunu bildirmektedir. ORUÇlu kişi, RABB’ine ibâdet halinde olduğu bir günlük zaman diliminde O’nun hoşlanmayacağı her şeyden uzak durur. Sadece büyük günâhlara düşmekten çekinmekle kalmaz; gündelik hayatta umursamadan işleyebildiği günâhları bile, ibâdetine zarar vereceği endişesiyle terk eder. Böylece ORUÇ, kişinin günâh işlememe konusundaki hassasiyetini geliştirir. Mü’minin elini harama uzanmaktan, dilini yalana ve gıybete alet olmaktan, kalbini kötü duygularla kararmaktan korur. Helâl olan yiyecekleri yemesine bile izin vermediğinden haram olanlara yaklaşmasını imkânsız kılar. Mü’minin nefsine (Nefs-i Emmâre’ye), günâhlara ve şeytâna karşı kalkan olmakla ORUÇ, aslında =>“Yalnızca ALLAH’a kul olarak” yaşamayı öğretir insana. Onu bu yolda eğitir, geliştirir. Zirâ ORUÇ tutan insan, RABB’i’nin Rızasını tercih ederek nefsinin isteklerine gem vurur ve onu hâkimiyeti altına almayı öğrenir. Normal yaşantısında gün boyu yemeden içmeden duramazken, yalnızca iki öğünle beslenmeye başladığında, aslında ihtiyacının ne kadar fazlasını tükettiğini anlar. Böylece nefsinin “zarurî” olarak dayattığı bazı şeylerin “ihtiyaç”tan ziyâde, “isteğe bağlı tercihler” olduğunu fark eder; azla yetinmeyi, şükretmeyi öğrenir. Sabırla tanışarak nefsini terbiye eder. ORUÇla gün boyu ibâdet halinde olan insan, her an ALLAH ile birlikte olduğunu tekrar hatırlar ve O’nun sınırlarını aşmama konusunda daha dikkatli davranır. Şeytânın telkinlerine karşı daha uyanık olur ve günâhlara dalmadan helâl sınırlar içerisinde yaşamanın zevkine varır. Belki de varlığını bile unuttuğu irâdesinin farkına varır, onu diriltip güçlendirir. Nefsinin esiri olmaktan kurtulduğu gibi şeytânın esiri olmaktan da kurtularak sağlıklı düşünmeye başlar ve RABB’inden gelen hakikatleri daha iyi anlamaya hazır hale gelir. O’na karşı sorumluluklarının bilincinde olarak yaşama gayretinde olur ve böylece ALLAHu zü’L-CeLÂL’in razı olacağı kâmil bir mü’min olma yolunda ilerler. Zâten, birtakım emir ve yasaklara uymakla tutulan ORUCun nihai hedefi de inananları bu seviyeye eriştirmektir. RABB’imiz ORUÇ yükümlülüğümüzü bildiren âyetinde bunu açıkça beyan etmiştir: “Ey imân edenler! ALLAH’a karşı gelmekten sakınmanız için ORUÇ, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.”


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumu’s- SIYÂMu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn (tettekûne).: Ey iman edenler! ORUÇ, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı (farz kılındığı) gibi sizin üzerinize de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki böylece siz takvâ sâhibi olursunuz.” (Bakara 2/183)

ORUÇ, kalkan olma vasfıyla irâdeyi kuvvetlendirerek, müminin bu kalkanı kalıcı bir korumaya dönüştürmesine yani takvâ zırhına bürünmesine yardımcı olduğunda, asıl amacına ulaşmıştır.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yalanı ve yalana göre hareket etmeyi terk etmeyenin yemeyi içmeyi bırakmasına ALLAH’ın ihtiyacı yoktur!” buyurmuştur.
(Buhârî, Savm, 8.)
diyen Rasûlullah bu hususa dikkatleri çekmiş ve böyle olmadığı takdirde ORUCun değerini yitireceğini şu sözleriyle ifâde etmiştir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ORUÇ tutan nice kimseler vardır ki ORUÇtan nâsibi sadece aç kalmaktır.” buyurmuştur. (İbn Mâce, Sıyâm, 21)

Ne mutlu ORUCu nefsine, şeytâna ve nihâyetinde cehenneme karşı kalkan edinerek Reyyân Kapısı'na ULAŞANLara!.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

HER İYİLİK =>SADAKADIR..

Hale ŞAHİN

َ َّار َ الن َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ُّ ص ِبى َّ َ الن َر ِ ٍم َ ق َال َ ذك َ ات ْ ِن ح ِ ب ّ ِدى َ ْ ع َن ع َ َ َشاح أ َ َا ، و ْه ِ ن َّ َذ م َو َع َت َ ، ف َّار َ الن َر َّ َ ذك ُم ِ ، ث ْهِ ه َ ج َ بِو َ َشاح أ َ َا و ْه ِ ن َّ َذ م َو َع َت ف َ َّار ُوا الن َّق َّ َ ق َال » ات ُم َ ُش ُّك - ث َ أ َال ِن ف ْ َي ت َّ َر َّا م َم ُة أ َ ب ْ ِ َ - ق َال ُ شع ْهِ ه َ ج بِو » ٍ ة َ ِب ّ ٍ َ طي ة َ ِم َِب َكل َ ِجْد ف ْ ت َِإ ْن َ لم ٍ ، ف ة َ ْر َم ْ ِ بِشّق ِ ت َ َلو و
Adî b. Hâtim radiyallahu anhu anlatıyor.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem CeheNNemden bahsederek ondan ALLAH’a sığındı ve yüzünü çevirdi. Sonra yine CeheNNemden bahsetti ve ondan ALLAH’a sığınarak yüzünü çevirdi. Sonra.: “Yarım hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun! Bunu bulamayan ise en azından güzel sözle kendini korusun!” buyurdu.
(Buhârî, Edeb, 34)

Zorlu Hicret Yolculuğunun ardından Medine’deydi artık Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Rânûnâ Vâdisi’nde toplanan Müslümanlar heyecanla bekledikleri Peygamberlerinin önderliğinde ilk Cumâ NAMAZını edâ edeceklerdi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kalabalığın arasında ayağa kalktı. ALLAH’a hamd ve sena ettikten sonra.: “Ey İnsÂNlar, (âhirete gitmeden) önceden, kendiniz için bir şeyler gönderin.” diyerek Hutbesine başladı. Kıyamet Günü İnsÂNoğlunun RABB’inin huzuruna çıkınca yaşayacağı dehşeti ve tedirginliği anlattı. Ardından CeheNNemden bahsetti. CeheNNem Ateşini o an hissediyormuş gibi birkaç defâ yüzünü sakındı ve şöyle dedi.:
“Yarım hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun! Bunu bulamayan ise en azından güzel sözle kendini korusun!”
(Buhârî, Edeb, 34; İbn Hişâm, Sîret, III, 30)

Müslümanların imânları ile sınandıkları hicret sürecinin hemen akabinde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in daha İlk Hutbesinde ashabını SADAKA vermeye teşvik etmesi anlamlıdır. Çünkü ALLAH’ın Hoşnutluğunu kazanma vesîlesi olan SADAKA aynı zamanda imânın amele yansımasının, samimîyet ve dürüstlüğün en önemli göstergesidir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ifâdesiyle.: SADAKA =>delildir.” (Müslim, Tahâre, 1)
Kıyamet Günü kişi malını nereye harcadığından sorguya çekildiğinde SADAKAları delil olarak bu soruya en güzel cevabı teşkil edecektir. SADAKA, nefsin arzu ettiği şeylerle kuşatılan CeheNNeme karşı =>KALKAN; nefsin hoşlanmadığı şeylerle kuşatılan CeNNete ise =>VESÎLEdir.
Doymak bilmeyen nefsin engellemelerine rağmen paylaşmayı öğreterek İnsÂNı eğiten ve karşılık beklemeden yardım etme duygusunu pekiştiren en önemli AMELLerden biridir.
Peygamber Efendimiz her Müslümanın SADAKA vermesi gerektiğini şöyle beyan eder.: “Güneşin doğduğu her gün, İnsÂNın bütün eklemleri için SADAKA vermesi gerekir.” (Müslim, Zekât, 56)

Buna göre RABB’imiz’e şükür vesîlesi olan SADAKA, günlük hayatımızın her an içinde yer alması gereken bir sorumluluk olarak ağırlığını omuzlarımızda hissettirmektedir. Ancak burada her gün SADAKA vermeye herkesin mâlî durumunun yetip yetmeyeceğine dâir bir soru akla gelebilir. Bu durumda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in konuyla ilgili diğer hadisleri göz önünde bulundurulacak olursa, SADAKAnın yalnızca maddî yardımları değil her türlü hayırlı söz ve davranışı da içeren çok kapsamlı bir kavram olduğu ortaya çıkar. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Nezdi'nde her iyilik bir SADAKAdır. (Buhârî, Edeb, 33)
İnsanlara güler yüzlü davranmak, güzel söz söylemek, selâm vermek, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak, misâfire ikramda bulunmak, ilim öğrenmek ve ilmini Müslüman kardeşiyle paylaşmak, iki kişinin arasını düzeltmek, kaybolana yol göstermek, kötülükten uzak durmak, gelip geçerken İnsÂNlara zarar veren bir şeyi yoldan kaldırmak, âilesinin geçimini sağlamak, bir engelliye yardımcı olmak, meyvesinden faydalanılması için ağaç dikmek, su ikram etmek gibi davranışların hepsini SADAKA olarak nitelendirir Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 12; Müslim, Zekât, 55-56; Tirmizî, Birr, 36; İbn Mâce, Sünnet, 20; İbn Hanbel, V, 285)

Hayır işleyip ALLAH’ın Rızasına nâil olmak isteyene hayır yollarının ne kadar çok ve kolay olduğuna dikkat çeker. Yarım hurmayı misâl göstererek samimîyetle yapılan küçük bir yardımın bile CeheNNem ateşinden korunmaya vesîle olacağını ifâde eder. Zirâ ALLAHu zü’L-CeLÂL SADAKAnın azlığı ya da çokluğundan ziyâde gücü yettiğince, samimîyetle ve helâl maldan verilmesine değer verir. Bu nedenle Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem SADAKAnın az diye küçümsenmemesi gerektiğini, hayır namına yapılan sözlü ya da fiilî her şeyin, en basitinden güzel bir sözün bile ALLAH Katında değer bulacağını zikreder. SADAKAları kabul eden ALLAH’ın lokma büyüklüğündeki bir SADAKAnın sevâbını Uhud Dağı kadar büyütebileceği (Tirmizî, Zekât, 28) örneğinden hareketle sırf az diye SADAKA vermekten kaçınmanın isabetli bir tutum olmadığına vurgu yapar. SADAKA hem Dünyâda hem de âhirette en değerli mükâfat olan RABB’imiz’in Rızasını kazanmaya vesîle olduğu gibi, İnsÂNoğlunun ahlâken gelişimini de sağlar.
En kötü hastalıklarından biri olan cimriliği ve Dünyâ malına düşkünlüğü yenmek onunla mümkündür. “Malım, malım!.” diye hayıflanıp duran kimse unutmamalıdır ki İnsÂNın bu Dünyâda yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve SADAKA verip önceden âhirete gönderdiği dışında hiçbir kârı yoktur. (Müslim, Zühd, 3)
İhtiyaç sâhibine yapılan yardım dışında her türlü iyi söz ve davranışı da kapsayan SADAKA, dayanışma ve yardım duygularını pekiştirerek İnsÂNlar arası ilişkilerin gelişmesine katkı sağlar. Bu bağlamda kardeşine göstereceği güler yüz dahi olsa hiçbir iyiliği küçümsememek gerekir. (Müslim, Birr, 144)

RABB’i’nin Rızasını gözeten kimse iyilik yapmak istediği müddetçe kendisini hayra ulaştirâcak birçok yol vardır. Bunlardan biri de SADAKAdır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in belirttiği üzere her iyilik SADAKA olduğuna göre azlığı, küçüklüğü gibi türlü bahânelerle SADAKAnın ihmal edilmesi doğru değildir. ALLAH celle celâlihu yapılan herhangi bir iyiliği zerre ağırlığınca da olsa görür ve karşılıksız bırakmayacağını vaad eder.:


فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ
“Fe men ya’mel miskâle zerretin HAYRen yereh (yerehu).: Artık kim zerre kadar HAYIR işlerse onu görür.” (Zilzâl 99/7)

وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
“Ve men ya’me’l- miskâle zerretin ŞERRen yereh (yerehu).: Ve kim zerre kadar ŞERR işlerse onu görür.” (Zilzâl 99/8)

Ufacık bir yardımı bile esirgeyip iyiliğe engel olanların tutumlarını ise sert bir üslupla eleştirir.:


وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ
“Ve yemneûne’l- mâûn (mâûne).: Ve mâûna (zekâta ve yardımlaşmaya) mâni’ olurlar.” (Mâûn, 107/7)

Yapılan her iyiliğin SADAKA yerine geçtiği bilinci içerisinde samimîyetle hareket edildiği takdirde kişiyi her adımda CeNNete daha da yaklaştırıp CeheNNem Ateşinden uzaklaştıran en ufak iyiliğin bile küçümsenmemesi gerekir.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

MÜLKÜN GERÇEK SÂHİBİ KARŞISINDA
=>HADDİ AŞMAMAK..


HaLe ŞAHİN


ا ُ ُلوس ْ ِجِد ج َس ِ ْى الم ًا ف ْ م و َ َّا ي ُن ٍف َ ق َال ك ْ ي َ ن ُ ْ ِن ح ْ ِل ب َه ْ ِن س َ َة ب َام ُم َبِى أ ْ أ َن ع ِ َن ْأذ َ ْ ت َس ِي َشَة ل ِ َائ ً ِ إَلى ع ُال َج َا ر َ ْلن ْس َر َأ َ ِار ف ْص َن َ األ َ و َ ِ اجِرين ُه َ ْ الم ِن ٌ م َ َفر ن َ و ُ َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس ِدى ر ْ ِعن َ ً و ة َّ َر ٌل م ِ َ ائ َّ س َ َلى َ َخَل ع َ َ ا ق َال ْت د ه ْ َ َلي َا ع َ َد َخْلن ف ِ ُ ُول ّٰ الل َس َ َال ر َق ِ ف ه ْ ْ ُت ِ إَلي َ َظر َن ِ ف ْ ُت بِه َو َع َّ د ُم ٍ ث ْ ء ُ َ بِشى ْ ُت َ له َر َم َأ َ ف َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ع َ ُج َ ْخر َ ي َ ال ٌ و ْ ء ِك َ شى َ ت ْ ي َ َ ْد ُخَل ب َ ي َ ْن ال َ أ ُِر ِيدين َا ت َم َ » أ َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ص ُ الل َّ َ ِصى ْ ُح َي ِصى ف ْ ُح َ ت َشُة ال ِ َائ َا ع ً ي ْال َه ْ َ . ق َال » م َم َع ِ ْل ِم ِك ُ « . قْل ُت ن َّ بِع ِإال ِك « ْ َ َلي َ َّل ع َ ج َّ و َز ع

Ebû Ümâme b. Sehl b. Huneyf radiyallahu anhu anlatıyor.:
“Bir gün Mescid’de ensar ve muhacirlerle birlikte otururken Hz. Âişe ile görüşmek üzere izin alması için bir adamı gönderdik. Yanına girdiğimizde o şöyle dedi.: “Bir defâsında bana bir dilenci geldi. Yanımda da Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem vardı. Dilenciye bir şey verilmesini emrettim, verilecek şeyi getirttim ve ona baktım. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle dedi.: “Evine senin haberin olmadan hiçbir şeyin girip çıkmasını istemiyorsun öyle mi?” Ben de.: “Evet” dedim. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey Âişe, yavaş oL! Sayma, sayarak verme! Yoksa ALLAH da sana sayarak verir!.” buyurdu. (Nesâî, Zekât, 62)


Kimsenin geri çevrilmediği Peygamber Kapısı’na bir dilenci gelmişti. Medine’nin en bereketli evinden verilecek sadakanın getirilmesini bekliyordu. Çok geçmeden sadaka getirildi. Mü’minlerin annesi Hz. Âişe dilenciyi yanına çağırarak ona ne verildiğine baktı. O sırada Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de oradaydı. Hz. Âişe’ye.: “Evine senin haberin olmadan hiçbir şeyin girip çıkmasını istemiyorsun öyle mi?” dedi. Hz. Âişe de.: “Evet.” diyerek cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Sevgili Eşi’ne şu uyarıda bulundu.: “Ey Âişe, yavaş ol! Sayma, sayarak verme! Yoksa ALLAH da sana sayarak verir.” buyurdu.
(Nesâî, Zekât, 62)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem mü’minlerin annesi Hz. Âişe’yi sayarak vermemesi konusunda uyarmıştı. Çünkü sayarak vermek cimrilere mahsus bir davranıştı. Kullarına sayısız ni’metler bahşeden, hesâbsız lütuf ve ikramda bulunan, Mülkün Gerçek Sâhibi RABB’inin cömertliği karşısında bu Dünyâya imtihan için gönderilen İnsÂNın sâhib olduğu mal ve servetle şımararak hesâb yapıp cimrilik etmesi yakışık almazdı.
ALLAH celle celâlihu kullarına nasıl İHSÂNda bulunduysa O’na imân eden kullarına düşen de aynı şekilde İHSÂNda bulunmaktı.:


وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللَّهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ وَلَا تَنسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْأَرْضِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ
“Vebtegı fîmâ âtâkellâhu’d- dâre’l-âhırete ve lâ tense nasîbekemine’d- dunyâ ve ahsin kemâ ahsenallâhu ileyke ve lâ tebgı’l-fesâde fî’l-ard (ardı), innallâhe lâ yuhıbbu’l-mufsidîn (mufsidîne).: Ve ALLAH'ın sana verdiği şeylerin içinde bulunan âhiret yurdunu iste. Ve dünyadan nâsibini (de) unutma. ALLAHû TeALÂ'nın sana ihsân ettiği gibi sen de ihsân et (karşılıksız ver). Ve yeryüzünde fesad isteme (çıkartma). Muhakkak ki ALLAH, müfsidleri (fesad çıkaranları) sevmez.” (Kasas 28/77)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir insanın kalbinde cimrilik ve iman asla bir arada bulunmaz.” buyurmuştur.
(Nesâî, Cihâd, 8.).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ifâde ettiği üzere önceki ümmetleri günâha iterek helâka götüren cimrilik sakınılması gereken bir hastalıktı. (Ebû Dâvûd, Zekât, 46) İnsanların en cömerdi olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kendisinden bir şey istendiği zaman asla “yok!” demezdi. (Müslim, Fedâil, 50, 56) Öyle ki sırtındaki hırkasını isteyen bir sahabiyi kırmayıp ona hediye gönderecek kadar düşünceli ve merhametliydi. (İbn Mâce, Libâs, 1) Evinde kesilen bir koyunun ön kolu hariç etinin tamamının komşularına dağıtıldığını öğrendiğinde.: “(Demek ki) ön kolu hariç tamamı (bize sevâb olarak) kalmıştır.” diyebilecek kadar erdemliydi. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 33)
Cömertliğiyle İnsÂNları kendine hayran bırakır, imândan yoksun en katı kalbleri bile İslâm’a ısındırırdı. (Buhârî, Zekât, 50; Tirmizî, Zekât, 30; İbn Hanbel, III, 107, 303)
ALLAHu zü’L-CeLÂL’in kullarına karşı çok cömert olduğunu hatırlatır (Tirmizî, Edeb, 41), cimrilik illetinden de yalnızca O’na sığınırdı. (Buhârî, Deavât, 37)

İnfakın yani ALLAH Rızası için yapılan harcamaların ölçüsü bellidir. RABB’imiz Kudsî bir hadiste.: “Ey Âdemoğlu! İnfâk et ki, sana da infâk edilsin!” buyurmuştur. (Buhârî, Tevhîd, 35; Buhârî, Tefsîr, (Hûd) 2; Müslim, Zekât, 36)
Bu takdirde verdiğinin hesâbını yapma gafletine düşmemek gerekir. Zirâ ALLAHu zü’L-CeLÂL hayır olarak verilen ne varsa yerine bir başkasını vereceğini.:


قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ وَمَا أَنفَقْتُم مِّن شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ
“Kul inne RABBî yebsutu’r- rızka li men yeşâu min ibâdihî ve yakdiru leh (lehu), ve mâ enfaktum min şeyin fe huve yuhlifuh (yuhlifuhu), ve huve hayru’r- râzikîn (râzikîne).: De ki: "Muhakkak ki benim RABBim, kullarından dilediği kimseye rızkı genişletir ve taktir eder (daraltır). Ve bir şey infâk ettiğiniz (verdiğiniz) zaman (o taktirde) O, onun karşılığını verir. Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe’ 34/39)

Ya da karşılığının tam olarak verileceğini ve infâkta bulunan kimsenin asla haksızlığa uğratılmayacağını vaad eder.:


لَّيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلأنفُسِكُمْ وَمَا تُنفِقُونَ إِلاَّ ابْتِغَاء وَجْهِ اللّهِ وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ
“Leyse aleyke hudâhum ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu, ve mâ tunfikû min hayrin fe li enfusikum, ve mâ tunfikûne illebtigâe vechillâh (vechillâhi), ve mâ tunfikû min hayrin yuveffe ileykum ve entum lâ tuzlemûn (tuzlemûne).: Onların hidâyete ermesi senin üzerine (vazife) değildir. Fakat ALLAH, dilediği kimseyi hidâyete erdirir. Ve hayır olarak ne infâk ederseniz, işte o sizin kendi nefsiniz içindir. Siz (ey mü'minler), sadece ALLAH'ın vechini (Zât'ını, ALLAH'ın Zât'ına ulaşmayı) dileyerek infâk edersiniz (verirsiniz). Ve hayır olarak ne infâk ederseniz, (o) size tamamen ödenir ve siz zulmedilmezsiniz (size haksızlık yapılmaz).” (Bakara 2/272)

Hatta mallarını ALLAH YoLu’nda harcayanların durumunu, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohuma benzeterek dilediğine kat kat vereceğini müjdeler.:


مَّثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنبُلَةٍ مِّئَةُ حَبَّةٍ وَاللّهُ يُضَاعِفُ لِمَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
“Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh (habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm (alîmun).: Mallarını ALLAH YoLu’nda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. ALLAH, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve ALLAH VÂSİ'dir, ALÎM'dir.” (Bakara 2/261)

Malını ALLAH YoLu'nda harcamakla yükümlü kılınan İnsÂNoğlu karşılığında kat kat mükâfatla müjdelense de kimi zaman zorlanır sâhib olduklarını başkalarıyla paylaşmaya. Nitekim yaratılıştan kıskançlık ve bencilliğe elverişli kılınan İnsÂN (Nisâ, 4/128) büyüdükçe beraberinde mal sevgisi de büyümektedir. (Buhârî, Rikâk, 5)


وَإِنِ امْرَأَةٌ خَافَتْ مِن بَعْلِهَا نُشُوزًا أَوْ إِعْرَاضًا فَلاَ جُنَاْحَ عَلَيْهِمَا أَن يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًا وَالصُّلْحُ خَيْرٌ وَأُحْضِرَتِ الأَنفُسُ الشُّحَّ وَإِن تُحْسِنُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
“Ve in imraetun hâfet min ba’lihâ nuşûzen ev ı’râdan fe lâ cunâha aleyhimâ en yuslıhâ beynehumâ sulhâ (sulhan). Ve’s- sulhu hayr (hayrun). Ve uhdırati’l-enfusu’ş- şuhh (şuhha). Ve in tuhsinû ve tettekû fe innallâhe kâne bi mâ ta’melûne habîrâ (habîran).: Ve şâyet bir kadın kocasının ilgisizliğinden veya ondan yüz çevirmesinden korkarsa, artık ikisinin arasında sulh (anlaşma) yapılarak ıslah edilmesinde (uzlaşmasında) onların ikisine de bir günah yoktur ve sulh (anlaşma) daha hayırlıdır. Nefsler cimriliğe (kıskançlığa ve hırsa) hazır kılınmıştır (meyilli yaratılmıştır). Ve eğer ihsânla davranır ve takvâ sâhibi olursanız, o takdirde, muhakkak ki ALLAH, yaptıklarınızdan haberdâr olandır.” (Nisâ 4/128)

Bu sevgi dizginlenemez bir hâl alıp ALLAH Sevgisi, cömertlik, paylaşma ve ikram gibi ulvî duyguların önüne geçtiğinde ise cimrilik hastalığına yakalanmak artık kaçınıl mazdır. Hal böyle olunca ALLAHu zü’L-CeLÂL’in “De ki: RABB’imin rahmet hazinelerine eğer siz sâhib olsaydınız, tükenir korkusuyla cimrilik yapardınız.”


قُل لَّوْ أَنتُمْ تَمْلِكُونَ خَزَآئِنَ رَحْمَةِ رَبِّي إِذًا لَّأَمْسَكْتُمْ خَشْيَةَ الإِنفَاقِ وَكَانَ الإنسَانُ قَتُورًا
“Kul lev entum temlikûne hazâine rahmeti rabbî izen le emsektum haşyete’l-infâk (infâkı), ve kâne’l-insânu katûrâ (katûren).: De ki.: “Eğer siz, RABBimin Rahmet Hazineleri(ne) mâlik (sâhib) olsaydınız, o zaman infâk (harcanıp tükenecek) korkusu ile (onu) mutlaka (elinizde) tutardınız.” İnsan çok cimridir.” (İsrâ 17/100)

Uyarısında bulunması oldukça manidardır. Bu durumda infâk erdemini kazanmak İnsÂNın hem kendi iyiliği hem de nefsinin cimriliğinden korunması için gereklidir.:


فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَأَطِيعُوا وَأَنفِقُوا خَيْرًا لِّأَنفُسِكُمْ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Fettekûllâhe mesteta’tum vesmeû ve etîû ve enfikû hayren li enfusikum, ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l-muflihûn (muflihûne).: Artık ALLAH'a karşı gücünüzün yettiği kadar (en üst seviyede) takvâ sâhibi olun. Dinleyin ve itaat edin! Ve kendiniz için hayır olarak infâk edin (verin). Ve kim nefsinin cimriliğinden kendini korursa (sakındırırsa), o takdirde işte onlar; onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.” (Teğâbün 64/16)

Buna rağmen cimrilik yapan ancak kendi zararına cimrilik yapmış olur.:


هَاأَنتُمْ هَؤُلَاء تُدْعَوْنَ لِتُنفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَمِنكُم مَّن يَبْخَلُ وَمَن يَبْخَلْ فَإِنَّمَا يَبْخَلُ عَن نَّفْسِهِ وَاللَّهُ الْغَنِيُّ وَأَنتُمُ الْفُقَرَاء وَإِن تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ ثُمَّ لَا يَكُونُوا أَمْثَالَكُمْ
“Hâ entum hâulâi tud’avne li tunfikû fî sebîlillâh (sebîlillâhi), fe minkum men yebhal (yebhalu), ve men yebhal fe innemâ yebhalu an nefsih (nefsihî), vallâhu’l-ganiyyu ve entumu’l-fukarâu, ve in tetevellev yestebdi’l-kavmen gayrekum summe lâ yekûnû emsâlekum.: İşte siz böylesiniz. ALLAH YoLu’nda infâk etmeye davet edilirsiniz, buna rağmen sizden bir kısmınız cimrilik yapar. Ve kim cimrilik yaparsa o takdirde sadece kendi nefsi için cimrilik yapar. Ve ALLAH GANÎ'dir (zengindir). Ve sizler fâkirsiniz. Ve eğer siz (haktan) dönerseniz, (sizi) sizden başka bir kavimle değiştirir. Sonra onlar sizin gibi (cimri) olmazlar.” (MuhaMMed 47/38)

Cimriliğin kendileri için hayırlı olduğu yanılgısına kapılanlar, cimrilik ettikleri şeyin Kıyamet Günü boyunlarına dolanacağı uyarısını da unutmamalılardır.:


وَلاَ يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَّهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَّهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُواْ بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلِلّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
“Ve lâ yahsebennellezîne yebhalûne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî huve hayran lehum, bel huve şerrun lehum se yutavvekûne mâ bahilû bihî yevme’l-kıyâmeh (kıyâmeti), ve lillâhi mîrâsu’s- semâvâti ve’l-ard (ardı), vallâhu bi mâ ta’melûne habîr (habîrun).: Ve ALLAH'ın Kendi Fazlından onlara verdiği şeyleri, (ALLAH YoLu’nda infak etmeyip) cimrilik edenler, sakın zannetmesinler ki o, kendileri için hayırdır. Bilâkis o, onlar için bir şerrdir. Cimrilik ettikleri şey, Kıyâmet Günü boyunlarına dolanacak. Göklerin ve yerin mirâsı ALLAH'ındır. ALLAH, yaptığınız şeylerden haberdâr olandır.” (Âl-i İmrân 3/180)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem mal hırsının cömert ile cimri İnsÂN psikolojisi üzerindeki etkisini demir zırh benzetmesiyle şöyle ifâde eder.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cimri ile ALLAH YoLu’nda harcama yapan kimsenin hâli, üzerlerinde demirden birer zırh bulunan iki adamın haline benzer;
=>Cömert olan bir hayırda bulunmaya niyet ettiğinde üzerindeki zırh öyle genişler ki (önceki dar halinden kalma) izler bile silinir gider.
=>Cimri bir hayırda bulunmak istediğinde ise üzerindeki zırh büzüşür, elleri köprücük kemiklerine yapışacak gibi sıkışır ve zırhın her halkası yanındaki halkayı sıkıştırır.”
buyurmuştur.
(Müslim, Zekât, 77)

Cömert, malını başkalarıyla paylaşmanın verdiği iç huzuruyla rahatlar ve İnsÂNlar üzerinde bıraktığı olumlu intibâ’ sâyesinde de başka bir kusuru varsa bile artık gizli kalır. Buna karşılık cılız da olsa hayırda bulunma isteği hisseden cimri her defâsında bundan vazgeçer ve İnsÂNlar üzerinde bıraktığı olumsuz intibâ’ nedeniyle kusuru daha da belirgin hale gelir. Vicdânen içinde bulunduğu çıkmazın ve mal hırsının dayanılamaz ağırlığı altında ezildikçe ezilir. Sadaka verirken, yardımda bulunurken verdiğinin hesâbını yapmak ve hesâbçılığı alışkanlık haline getirmek İnsÂNı malının kölesi eder. Malına köle olan kişi artık iflah olmaz bir hastalık olan cimriliğin pençesine düşmüş demektir.
Hâlbuki =>Mülkün Gerçek Sâhibi ALLAHu zü’L- CeLÂL’dir. İnsan ise O’nun bahşettiği sayısız ni’metin yalnızca emânetçisi konumundadır. Bu durumda İnsÂNa düşen, emânetin gerçek sâhibi karşısında haddini aşmadan malını O’nun Rızasına uygun şekilde harcamaktır..
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

İNSAN'a GÜZELLİK KATAN MU’CİZE
=>KUR’ÂN..


Elif ERDEM


ُل ث َ َ : " م َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ُ ُول ّٰ الل َس ِ َ ق َال َ ق َال ر ّ ِرى َ َ ْشع َ ى األ ُوس َبِى م ْ أ َن ع َ ُل ث َ َم ٌ و ِب ّ َ َ ا طي ُه ْم َ َطع ٌ و ِب ّ َ َ ا طي ُه ِ ِ ريح َّة ُج ْر ُت َ ُل األ ث َ ْ َآن م ُر ُ ْ الق أ َ ْر ق َ ِ ِن َّ ال ِذى ي ْ م ُ ؤ ْالم َ ُل ث َ َم ٌ و ُ ْلو َا ح ُه ْم َ َطع َا و َ َ له َ ِ ريح ِ ال ة َ ْر َّم َ ُل الت ث َ ْ َآن م ُر ُ ْ الق أ َ ْر ق َ َ ي ِ ِن َّ ال ِذى ال ْ م ُ ؤ ْالم َ ُل ث َ َم ٌّ و ُر َا م ُه ْم َ َطع ٌ و ِب ّ َ َ ا طي ُه ِ ِ ريح َة َ ان ْح ي َّ َ ُل الر ث َ ْ َآن م ُر ُ ْ الق أ َ ْر ق َ ِ ِق َّ ال ِذى ي َاف ن ُ ْالم ."ٌّ ُر َا م ُه ْم َ َطع ٌ و َ ِ ا ريح ْس َ َ له ِ َ لي ْ َظَلة ن َ َ ِل ْ الح ث َ َم ْ َآن ك ُر ُ ْ الق أ َ ْر ق َ َ ي ِ ِق َّ ال ِذى ال َاف ن ُ ْالم

Ebû Musâ el-Eş’arî radiyallahu anhu’den nakledildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: Kur’ÂN okuyan mü’min turunç gibidir; kokusu da güzeldir tadı da güzeldir. Kur’ÂN okumayan mü’min hurma gibidir; kokusu yoktur ama tadı güzeldir. Kur’ÂN okuyan münâfık reyhan otu gibidir; kokusu güzeldir ama tadı acıdır. Kur’ÂN okumayan münâfık ise Ebucehil Karpuzu’na benzer; kokusu olmadığı gibi tadı da acıdır.” buyurmuştur.
(Müslim, Müsâfirîn, 243)

İnsanın asıl değerini RABB’ine olan yakınlığı belirler. RABB’iyle arasındaki ilişki ne kadar canlıysa o kadar değerlenir ve güzelleşir İnsÂN. Bu ilişkinin en iyi göstergesi ise Kur’ÂN’dır. Zirâ Kur’ÂN okuyan RABB’iyle konuşur, Kur’ÂN’a uyan RABB’in rızasına kavuşur. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm, bu hadisiyle bizlere, Kur’ÂN’la olan ilişkimizin yaşantımıza etkisini çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır. ALLAH’a dosdoğru inanan ve imânının gereğini yaşamaya gayret eden mü’minin Kur’ÂN ile ilişkisi diğer İnsÂNlar gibi olamaz, olmamalıdır. Onun Kur’ÂN’a bakışı diğer İnsÂNlardan farklıdır. Kur’ÂN, onun için, ne olduğu bilinmeden okunup tekrar edilen, sıradan sözlerden oluşmuş bir kitab değil, çok değerli ve sağlam bir kitabdır. Ne önünden ne ardından bâtıl, ona yaklaşamaz. Hüküm ve hikmet sâhibi, övülmeye lâyık olan ALLAH tarafından indirilmiştir.:


إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِالذِّكْرِ لَمَّا جَاءهُمْ وَإِنَّهُ لَكِتَابٌ عَزِيزٌ
”İnnellezîne keferû biz zikri lemmâ câehum, ve innehu le kitâbun azîz (azîzun).: Gerçekten onlar, kendilerine zikir (Kur'ÂN) geldiği zaman (O'nu) inkâr ettiler. Ve muhakkak ki O, Azîz (yüce ve şerefli) bir Kitab'dır.” (Fussilet 41/41)

لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ تَنزِيلٌ مِّنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ
”Lâ ye’tîhi’l- bâtılu min beyni yedeyhi ve lâ min halfih (halfihî), tenzîlun min HAKÎMin HAMÎD (hamîdin).: Bâtıl, O'nun önünden ve arkasından O'na ulaşamaz. HAKÎM (hüküm ve hikmet âahibi) ve HAMÎD (Kendisine hamdedilen) (ALLAH) tarafından indirilmiştir.” (Fussilet 41/42)

Bu yüzden de hikmet doludur. İnsanların doğru yolu bulmaları için her bir mesâjı nakış nakış işlenmiş, âyetleri genişçe açıklanmış, birbirinden güzel öğütleri, kıssaları ve hükümleri defâlarca tekrarlanmış bir hidâyet rehberi; müjdeleyici ve uyarıcı bir kitabdır.:


اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُّتَشَابِهًا مَّثَانِيَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلِينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ ذَلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاء وَمَن يُضْلِلْ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ
ALLAHu nezzele ahsene’l- hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne RABBehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh (zikrillâhi), zâlike hudALLAHi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd (hâdin).: ALLAH, Kelâmın en güzelini ikizli, ahenkli bir kitab olarak indirdi. Ondan RABBlerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de ALLAH'ın Zikrine karşı yumuşar. İşte bu ALLAH'ın Rehberidir. ALLAH, O’nunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de ALLAH şaşırtırsa, artık o‘na doğru yolu gösterecek yoktur.// ALLAH, sözün en güzelini; müteşabih (benzetme yollu), mesanî (aynı cümlede veya kelimede iki ayrı işareti vererek ikili anlatımla) bir bilgiyi (tafsilâtlı) indirdi. RABBlerinden haşyet eden kimselerin O’ndan derileri (tüyleri) ürperir. . . Sonra bedeni ve şuuru ALLAH Zikrine yumuşar (kabule müsait hâle gelir). . . İşte bu ALLAH'ın Hidâyetidir ki onunla dilediğini hakikate erdirir! ALLAH kimi saptırırsa ona hidâyet edecek yoktur.” (Zümer 39/23)

Mü’min bu bilinçle okur Kur’ÂN’ı. Bir an önce bitirme hevesiyle değil, Kur’ÂN okumanın bir ibâdet olduğunun farkında olarak, vakarla okur. Okuduğu her bir harf için on sevâb kazanacağını bilerek harfleri yutmadan, açık seçik okur.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: Kur’ÂN-ı Kerim’den tek bir harf okuyana bile sevâb vardır. Her hasene on misliyle değerlendirilir. Ben.: “Elif Lâm Mîm” bir harf demiyorum. Aksine “Elif” bir harf, “Lâm” bir harf, “Mîm” de bir harftir.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ÂN, 16)


أَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلًا
”Ey zid aleyhi ve rettili’l- Kur’ÂNe tertîlâ(tertilen).: Veya onu daha arttır. Ve Kur'ÂN'ı tane tane güzel bir şekilde oku.” (Müzzemmil 73/4)

Böylece o, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in.: Kur’ÂN’ı gerektiği şekilde güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir.” buyurmuştur. (Müslim, Müsâfirîn, 244)

Müjdesine nâil olur. Kur’ÂN’ı devâmlı okuyan mü’min, onu okumakta gösterdiği özeni anlamakta ve yaşamına geçirmekte de gösterir. Çünkü o, Kur’ÂN’ın İnsÂN için bir Yaşam Rehberi olduğunu bilir. Kur’ÂN’ı okurken RABB’inin “Bu, âyetlerini düşünsünler ve akıl sâhibleri ibret alsın diye sana indirdiğimiz mübârek bir kitabdır.” sözlerine şâhid olur.


كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
”Kitâbun enzelnâhu ileyke mubârekun li yeddebberû âyâtihî ve li yetezekkere ûlu’l- elbâb (elbâbi).: Bu Mübârek Kitabı sana indirdik, âyetleri ile tedbir alsınlar ve Ulû’l-Elbâb tezekkür etsin diye.” (Sâd 38/29)

O’nun Kur’ÂN’ı bir yol gösterici (hüdâ).:


تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْحَكِيمِ
Tilke âyâtu’l- kitâbi’l- hakîm(hakîmi).: Bunlar, hakîm (hikmet ve hükümle dolu) olan Kitab'ın Âyetleri'dir.// Bunlar hikmetlerle dolu, hükümranlık sağlayan muhkem, mükemmel, Kudsal Kitabın, Kur’ÂN’ın âyetleridir.” (Lokmân 31/2)

إِنَّ اللَّهَ عِندَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ الْغَيْثَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ مَّاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ بِأَيِّ أَرْضٍ تَمُوتُ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
”İnnALLAHe indehu ilmus sâah (sâati), ve yunezzilu’l- gay s(gayse), ve ya’lemu mâ fî’l- erhâm (erhâmi), ve mâ tedrî nefsun mâzâ teksibu gadâ (gaden), ve mâ tedrî nefsun bi eyyi ardın temût (temûtu), innALLAHe alîmun habîr (habîrun).: Muhakkak ki o saatin (kıyâmetin) ilmi, ALLAH'ın Katındadır. Ve yağmuru, (O) indirir ve rahimlerde olan şeyi (O) bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilemez (idrak edemez). Ve kimse arzın neresinde öleceğini bilemez (idrak edemez). Muhakkak ki ALLAH, ALÎM'dir (en iyi bilen), HABÎR'dir (haberdâr olan).” (Lokmân 31/39)

Hak ile Bâtılı ayırt etmesine yarayan bir rehber (furkân).:


شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
”Şehru ramadânellezî unzile fîhi’l- Kur’ÂNu huden li’n- nâsi ve beyyinâtin mine’l- hudâ ve’l- Furkân(furkâni), fe men şehide minkumuş şehra fe’l- yesumh (yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar (uhara) yurîdullâhu bikumu’l- yusra ve lâ yurîdu bikumu’l- usra, ve li tukmilû’l- iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn (teşkurûne).: Ramazan ayı ki, insanlar için hidayete erdirici (hidayete erme, ALLAH'a ulaşma vesilesi) ve beyyineler (açık deliller ve ispat vasıtaları) ve FURKÂN (hakkı bâtıldan ayırıcı) olarak Kur'ÂN, Hüda tarafından onda (o ayın içinde) indirildi. Artık içinizden kim bu aya (yetişir de ramazan ayını görüp) şahit olursa o zaman onu, oruç tutarak geçirsin. Ve kim, hasta veya yolculukta olursa, o takdirde (tutamadığı günlerin sayısı) diğer günlerde (oruç tutarak) tamamlanır. ALLAH sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidayet erdirdiği şeye karşılık (sizin de) ALLAH'ı tekbir etmeniz (yüceltmeniz) içindir. Umulur ki böylece siz (bütün bu kolaylıklara) şükredersiniz.” (Bakara 2/185)

İnananların hep birlikte sımsıkı sarılmasını istediği “ALLAH’ın ipi” (hablullah).:


وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
”Va’tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrekû, vezkurû ni’metALLAHi aleykum iz kuntum a’dâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi ni’metihî ihvânâ(ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufretin minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn (tehtedûne).: Ve hepiniz, ALLAH'ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın! Ve ALLAH'ın sizin üzerinizdeki ni'metini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz. Sonra sizin kalblerinizin arasını birleştirdi, böylece O'nun (ALLAH'ın) nimeti ile kardeşler oldunuz. Ve siz ateşten bir çukurun kenarında iken sizi ondan kurtardı. İşte ALLAH, Âyetlerini size böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz hidâyete erersiniz.// Hepiniz, ALLAH’ın ipine, rabıtaya, ALLAH’a olan taahhüdünüze, Kur’ÂN’a, İslâm’a sımsıkı sarılarak, ALLAH’ın himayesine sığının. Birbirinize düşmeyin, bölük pörçük olmayın, parçalanmayın. ALLAH’ın size ihsân ettiği nimetleri, size tevdî ettiği ilâhî değerleri, şeriatı koruyun, kollayın, zâyi etmeyin. Hani siz, birbirinize düşman idiniz de, O gönüllerinizi, akıllarınızı birleştirip, sizi birbirinize kaynaştırmıştı. O’nun nimeti, İslâm dini sayesinde kardeş olmuştunuz. Bir ateş çukurunun tam kenarında, ateşe düşmek üzere iken, oradan da, sizi O kurtarmıştı. Böylece ALLAH iyiliği, birliği emreden, yahudilerin ve diğerlerinin tuzaklarından sakındıran âyetlerini size açıklıyor. Umulur ki, doğru yolu bulur, İslâm’da sebat etmiş olursunuz.” (Âl-İmrân 3/103)

Ve kopmak bilmeyen “sapasağlam bir kulp” (el-urvetu’l-vüskâ).:


لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
”Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu mine’l- gayy (gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bi’l- URVEti’l- VUSKÂ, lenfisâme lehâ, vALLÂHu SEMÎ’un ALÎM (alîmun).: Dînde zorlama yoktur. irşad yolu (hidayet yolu, ALLAH'a ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolundan, şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de ALLAH'a îmân ederse (mü'min olur, ALLAH'a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (ALLAH'tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba) tutunmuştur. ALLAH Sem'î'dir, Alîm'dir.// Din ve vicdan hürriyeti, baskıyla, zorbalıkla tahdid edilemez. Kimse baskıyla, tehditle İslâm Dinine girmeye zorlanamaz. Hak, doğru, huzurlu ve aydınlık yol, sonu pişmanlıkla biten, hâince düşünceler içeren, helake maruz sapık yollardan ayırt edilerek iyice açıklanmıştır. Her kim, putlaştırılmış, zâlim, azgın diktatörlerle, idârelerle şeytanî güçlerle, tağut ile ilişiğini keser, geçmişin kirlerinden arınarak ALLAH’a, ALLAHa imanın gerektirdiği esaslara iman ederse, sağlam, kopması mümkün olmayan bir kulp’a =>İslâm’a yapışmış, hukukun üstün, hakkın ve adaletin belirleyici güç olduğu en güvenli bir topluma, İslâm Toplumu’na katılmış olur. ALLAH her şeyi işitir, her şeyi bilir.” (Bakara 2/256)

Olarak tanımladığını görür. O'na sımsıkı sarılır, onun gösterdiği sınırları gözetmeye gayret eder. Böylece,

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in.: “Size öyle bir şey bıraktım ki ona sımsıkı sarılırsanız sapıtmazsınız =>ALLAH’ın Kitabı.” buyurmuştur.
(Müslim, Hac, 147)

Sözleriyle belirttiği üzere, yolunu şaşırmaz ve İstikâmet üzere yaşar. Âyetleri onar onar öğrenen, öğrendiklerinin mânasını iyice kavrayıp kendileriyle amel etmeden diğer âyetlere geçmeyen sahâbe (Taberî, Tefsîr, I/80) gibi hayat boyu Kur’ÂN’ı yaşama gayretinde olur.
Böylece her geçen gün Kur’ÂN’ın NÛRuyla NÛRlanır, O’nun ahlâkıyla ahlâklanır.
Tıpkı örnek aldığı Peygamber’i aleyhisselâm gibi. Zirâ Hz. Aişe Vâlidemizin ifâde ettiği üzere.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Ahlâkı Kur’ÂN idi.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 26)

Bununla da bitmez mü’minin Kur’ÂN ile bağı. Okuduklarını anlayıp, anladıklarını yaşamına geçirirken bir yandan da etrafındakilere aktarır bu güzellikleri. Kısacası.: Kur’ÂN okuyan mü’min turunç gibidir; kokusu da güzeldir tadı da.” Gönlünde imân, dilinde Kur’ÂN ile içi de dışı da tatlı olan turunç gibidir mü’min. Kur’ÂN ile bütünleşmiş hal ve hareketleriyle turunç gibi hoş ve sevimli görünür herkese. Göz alıcı rengiyle İnsÂNları kendine doğru çeker. Güzel kokular saçan turunç gibi, sözleri ve fiilleri, örnek yaşantısıyla etrafına iyilik ve güzellikler saçar. Turuncun lezzet ve şifâ kaynağı olması gibi o da İnsÂNların oturup konuşmaktan zevk aldığı, birlikte olduğu kişilerin kendisinde hayat bulduğu hayırlı bir arkadaş olur. Mü’min olduğu halde Kur’ÂN’a gerektiği önemi vermeyen, onu devâmlı okuyup onunla yeterince amel etmeyen kimse, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ifâdesiyle.: “Hurma gibidir; kokusu yoktur ama tadı güzeldir.” Tadı güzeldir, çünkü iç Dünyâsı güzeldir, kalbi imânla doludur. Kur’ÂN’ın İlâhî Kelâm olduğunu bilir, onu okur ama okumayı düzenli ve devâmlı bir alışkanlık haline getirememiştir. Dolayısıyla âyetler üzerinde düşünme ve onlarla amel etme noktasında daha çok eksiği vardır. İmanını Kur’ÂN ile besleyemediğinden onunla hemhal olamamış, imânının güzelliğini hayatına aktaramamış, başkalarına da yansıtamamıştır. İşte bu yüzden kokusu olmayan hurmaya benzer. Nitekim,Kur’ÂN’ı öğrenin, onu okuyun ve okutun.” buyuran Peygamber Efendimiz, Kur’ÂN’ı öğrenen, okuyan ve gereğini yapan kimseyi her tarafa koku yayan misk dolu bir kaba benzetirken, Kur’ÂN’ı öğrenen fakat çevresine yaymayan kimseyi kapağı kapalı, koku yaymayan bir misk kabına benzetmiştir. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ÂN, 2)

Münâfıkların Kur’ÂN ile ilişkileri daha farklıdır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in deyimiyle Kur’ÂN okuyan münâfık reyhan otu gibidir; kokusu güzeldir ama tadı acıdır.” Zirâ münâfık okuduğu Kur’ÂN ile İnsÂNları etkileyebilir, sözleri ve güzel davranışlarıyla etrafında sevilen biri olabilir. Çünkü ALLAH’ın kelâmı olan Kur’ÂN, kendisini okuyandan bağımsız olarak, sözlerin en güzeli ve en doğrusudur. Fakat münâfığın okuduğu Kur’ÂN, onun dudaklarından öteye geçemez, özüne inemez. Çünkü o, Kur’ÂN’ın RÛHunu arındırmasına, kalbini yumuşatmasına izin vermez, dolayısıyla onun bereketine eremez. Diliyle söylediklerine kalbiyle inanmadığı için ikiyüzlüdür. Belki söylediklerinin gereğini yerine getirir ama bununla ALLAH’ın rızasını değil, İnsÂNların beğenisini kazanma arzusundadır. Bunu başarması da mümkündür, tıpkı reyhan otunun hoş kokusuyla İnsÂNları etkilediği gibi. Hatta sözleri ve fiileriyle belki başkalarına faydası da dokunur. Fakat yaptığı güzel ameller kendisine hiçbir fayda sağlamaz. Zirâ din, samimîyeti gerektirir (Müslim, Îmân, 95) ve ALLAH, ancak samimîyetle ve kendi rızası gözetilerek yapılan ameli kabul eder.” (Nesâî, Cihâd, 24) Kur’ÂN okumayan münâfık ise Ebucehil karpuzuna benzer; kokusu olmadığı gibi tadı da acıdır.”
Kur’ÂN okumayan münâfığın ikiyüzlü olduğu daha aşikârdır. Onu sevimli kılacak güzel sözlerden, amellerden mahrum olduğu için sözleri, hal ve hareketleri, samimîyetsiz tavırlarıyla rahatsız eder İnsÂNları. İmanın tadına eremediğinden kendisine de faydası olmaz, mutsuz ve huzursuzdur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu hadisiyle bizleri, Kur’ÂN ile, dolayısıyla RABB’imizle ilişkimizi değerlendirmeye sevk ediyor. Dört çeşit İnsÂNın durumunu tasvir ederken, bunlardan hangisi olmak istiyorsak ona göre davranmamız gerektiğini öğütlüyor usulca, kırmadan, incitmeden. O halde biz de ona kulak verelim ve şu DUÂyı dilimizden eksik etmeyelim.: ALLAHümme zeyyinnâ bizîneti’l-Kur’ÂN.: ALLAH’ım! Bizi Kur’ÂN süsü ile süsle!."
Âmin!.
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim

KULLUĞUN ÖZÜ =>DUÂ"

Elif ERDEM


َ ق َال ُّ : " الدع َ َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ِ ص ّ ِبى َّ َ ِن الن ِ ٍك ع َال ْ ِن م ِس ب َ َن ْ أ َن ع َة". َاد ِ ب ُ ُّخ ْ الع م

Enes b. Mâlik radiyallahu anhu’ten nakledildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:KULLUĞUN ÖZÜ =>DUÂ"buyurmuştur.
(Tirmizî, Deavât, 1)

Çağırmak, seslenmek, yardım istemek anlamına gelen DUÂ, en yalın haliyle, kulun en yüce varlık karşısında kendi âcizliğini itirâf etmesi, O’na her haliyle muhtaç olduğunu beyân etmesidir. Kendisini her ÂN gören ve gözeten, işiten, hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyin mâlîki olan bir YARATICI’ya seslenmesi, O’nu her dâim yanında bulacağını bilmesidir. Karşılaştığı sorunların üstesinden ancak O’nun yardımıyla geleceğinin ve beklentilerini ancak O’nun karşılayabileceğinin farkında olmasıdır. Dolayısıyla DUÂ, kulun yalnızca RABB’ine «KuL» olduğunun bilincinde yaşadığının bir göstergesi, ALLAH’a olan İmân ve Teslimiyetinin, Tevekkül ve Samimîyetinin ifâdesidir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in veciz ifâdesiyle.: DUÂ, kulluğun ÖZÜdür.” RABB’ine kulluk etmek için yaratılan İnsÂN,


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Resim---“Ve mâ halaktu’l- cinne ve’l- inse illâ li ya'budûni.: Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.// Ben cinleri ve insanları yalnız beni ilâh tanısınlar, candan müslüman olarak bana teslim olsunlar, saygıyla bana kulluk ve ibâdet etsinler, yalnızca benim şeriatıma bağlansınlar, bana boyun eğsinler diye yarattım.” (Zâriyât 51/56)

Kulluğunu gerçekleştirdiği ölçüde O’nun katında değer kazanır. İşte bu yüzden ALLAHu zü’L-CeLÂL, şöyle buyurur.: “(Ey Muhammed!) De ki: “DUÂnız olmasa, RABB’im size ne diye değer versin!”


قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا
Resim---“Kul mâ ya’beu bikum RABBî lev lâ DUÂukum, fe kad kezzebtum fe sevfe yekûnu lizâmâ (lizâmen).: (Onlara): “RABBim, DUÂlarınız olmasa size değer vermez. Oysa siz yalanlamıştınız. Fakat (azap) kaçınılmaz olacak.” de.// 'Sizi kulluğa, ibâdete ve DUÂya davet etmese; sizin kulluğunuz, ibâdetiniz ve DUÂnız olmasa, RABBim sizinle ilgilenmez, sizi önemsemez ey insanlar! Ey inkâr edenler, siz tebliğ edilen Kurân’ı ve Rasulullah’ı yalanlarken, itaate yanaşmazken size de değer vermez. Bu sebeple dünyada ceza, âhirette azap yakanızı bırakmayacaktır.' diye ilan et.” (Furkân 25/77)

Kulluğun ÖZÜdür DUÂ. Belki de bu yüzden RABB’imiz, kulları için yaşam rehberi olarak gönderdiği İlahî kelâmını DUÂyla başlatır.: “Bismillâhirrahmânirrahîm.: Rahmân, Rahîm ALLAHın ismiyle (başlarım).”
Hamd, Âlemlerin RABB’i, Rahmân, Rahîm, hesâb ve ceza gününün (âhiret gününün) Mâliki ALLAH’a mahsustur. (ALLAHım!) Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine ni’met verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.”


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Resim---"Bismillâhi’r- rahmâni’r- rahîm.: Rahmân ve Rahîm olan ALLAH'ın adıyla.” (Fâtiha 1/1)

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Resim---"El hamdu lillâhi RABBi’l- âlemin.: Hamd Âlemlerin RABBi'nedir.” (Fâtiha 1/2)

الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Resim---"Er rahmâni’r- rahîm.: RahmÂN ve Rahimdir.” (Fâtiha 1/3)

مَلِكِ يَوْمِ الدِّينِ
Resim---"Mâliki yevmi’d- dîn.: Din gününün mâlikidir.” (Fâtiha 1/4)

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
Resim---"İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn.: Biz yalnızca Sana ibâdet eder ve yalnızca Sen'den yardım dileriz.” (Fâtiha 1/5)

Bu sözlerle kendisine yapılacak DUÂnın nasıl olması gerektiğini öğretir âdeta biz kullarına. DUÂlarımıza kendisini hamd ile tesbih ederek başlamayı salık verir. Yalnızca O’na kulluk etmemiz ve hayatımızı hidâyet üzere sürdürmemiz için yine kendisine başvurmamızı ister. Ardından âlemlerin RABB’i olan yüce yaratan, “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana DUÂ edince, DUÂ edenin DUÂsına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim dâvetime uysunlar, bana imân etsinler.” diyerek kaldırır mesâfeleri aradan.



وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
Resim---“Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb (karîbun) ucîbu da’vete’d- dâi izâ deâni, fe’l- yestecîbû lî ve’l- yu’minû bî leallehum yerşudûn (yerşudûne).: (Ey Rasûlüm) Ve kullarım sana, BENden sorduğu zaman, muhakkak ki BEN, (onlara) yakınım. BANA DUÂ edilince, DUÂ edenin DUÂsına (dâvetine) icâbet ederim. O halde onlar da BANA (BENİM dâvetime) icâbet etsinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki böylece onlar irşada ulaşırlar (irşad olurlar).” (Bakara 2/186)

DUÂnın kullarıyla arasında yakınlaşma vesîlesi, aracısız bir iletişim vasıtası olduğunu haber verir. Şeytânın hileleriyle günâha sürüklenen Hz. Âdem ile Hz. Havva bağışlanma dileklerini bu yolla iletmişlerdir RahmÂN’a.


قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Resim---“Kâlâ RABBenâ zalemnâ enfusenâ ve in lem tagfirlenâ ve terhamnâ le nekûnenne mine’l- hâsirîn (hâsirîne).: İkisi şöyle dedi: “RABBimiz, biz nefslerimize zulmettik, şâyet Sen bize mağfiret ve rahmet etmezsen, biz mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz.”// Âdem ile eşi:'Ey RABBimiz, biz söz dinlememek ve şeytana uymakla kendimize, birbirimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamazsan, bize merhametinle muamele yapmazsan kesinlikle hüsrana, ziyana uğrayanlardan oluruz.' dediler.”] (A’râf 7/23)

Hz. İbrahîm, kendisiyle birlikte neslinin de itaatkâr kullar olmaları için sarılmıştır DUÂya.


رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلاَةِ وَمِن ذُرِّيَّتِي رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَاء
Resim---“RABBic’alnî mukîmas salâti ve min zurriyyetî RABBenâ ve tekabbe’l- DUÂ(DUÂi).: RABBim, beni ve zürriyetimi namazı ikame edenlerden kıl. RABBimiz, DUÂmı kabul buyur.// 'RABBim, beni ve soyumdan gelecekleri, namazı âdâbına riâyet ederek aksatmadan kılanlardan eyle. RABBimiz DUÂmı kabul buyur.' diyordu.” (İbrâhîm 14/40)

Hz. Nûh, Kavminden çektiği sıkıntıları DUÂyla arz etmiş; hastalığa duçar olan Hz. Eyyûb Rahmet-i İlahiye DUÂyla sığınmıştır. Halkının eziyetlerine dayanamayan Hz. Yûnus, onları terk edip bir balığın karnına düştüğünde pişmanlığını DUÂyla dile getirmiştir şu sözlerle: “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum.”
Hz. Zekeriyya’nın evlat arzusu, Hz. Süleymân’ın eşsiz bir hükümranlık tutkusu DUÂyla iletilmiştir en Yüce Makam’a. (bkz. Enbiyâ, 21/76-90; Sa’d, 38/35)
Bütün bunları ve daha nicelerini bize hatırlatan ALLAH TeÂLÂ, kendisine açılan elleri geri çevirmediğini, bu DUÂları kabul ederek her bir Peygamberi dileğine ulaştırdığını anlatır. Böylece, DUÂ edenin DUÂsına karşılık veririm.” sözünü nasıl gerçekleştirdiğinin canlı örneklerini gözlerimizin önüne serer. Ve doğrudan bizlere seslenir: “Bana DUÂ edin, DUÂnıza cevap vereyim.”


وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ
Resim---“Ve kâle RABBukumud’ûnî estecib lekum, innellezîne yestekbirûne an ibâdetî se yedhulûne cehenneme dâhırîn(dâhırîne).: Ve RABBimiz, şöyle buyurdu: "Bana DUÂ ediniz ki size icabet edeyim. Bana kul olmaktan kibirlenenler, muhakkak ki hakir ve zelil olarak cehenneme girecekler."// RABBiniz:'Bana DUÂ edin, DUÂnızı yerine getirerek size karşılık vereyim' buyurdu. Bana kulluk ve ibâdeti, bana DUÂyı, benim şeriatıma bağlılığı, gurur-kibir meselesi yaparak büyüklük taslayanlar, serkeşlik edenler, zorba, diktatör, güç ve iktidar sahipleri horlanarak zillet içinde Cehennem’e girecekler.” (Mü’min 40/60) ()

İnsanlığa rehber olarak gönderilen Peygamberlerin yolundan giderek DUÂyla çalmamızı ister kapısını RABB’imiz. Kendisine inanmamızı ve O’nunla olan ilişkimizi DUÂyla canlı tutmamızı bekler. DUÂ çağrısını sık sık tekrarlamakla kalmaz, nasıl DUÂ edeceğimizi de beyân eder: “En güzel isimler ALLAH’ındır. O’na o güzel isimleriyle DUÂ edin.”


وَلِلّهِ الأَسْمَاء الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُواْ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي أَسْمَآئِهِ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Resim---“Ve lillâhi’l- esmâu’l- husnâ fed’uhu bihâ ve zerûllezîne yulhıdûne fî esmâih(esmâihî), se yuczevne mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).: En güzel isimler Allah'ındır, artık O'na onunla (esmaları ile) DUÂ ediniz! Allah'ın isimlerini (mânâsını) saptıranları terket! Yapmış oldukları şeyden dolayı yakında cezalandırılacaklar.// Esmâü’l-hüsna, en güzel isimler Allah’ındır. O’na, o güzel isimlerle zikir ve DUÂ edin, O’nun isimlerine, dil uzatan Allahsızları, mülhidleri terkedin. Onlar işlemekte oldukları amellerin cezasına çarptırılacaklar.” (A’râf 7/180)

Dinde ihlâslı ve samimî kişiler olarak,


هُوَ الْحَيُّ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَادْعُوهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Resim---“Huve’l- hayyu lâ ilâhe illâ huve fed’ûhu muhlisîne lehud dîn(dîne), el hamdu lillâhi RABBi’l- âlemîn (âlemîne).: O, Hayy'dır (hayatta olan). O'ndan başka İlâh yoktur. Öyleyse dîni O'na halis kılarak (Allah'a) DUÂ edin. Hamd, âlemlerin RABBi Allah'a mahsustur.// O ebedî hayat ile diri, ölümlü olmaktan uzaktır. Hak ilâh yalnızca O’dur. Allah için dine samimi bağlı, toplumunuzda dinî kuralları uygulayan müslümanlar olarak O’na yalvarın. Âlemlerin, bütün varlıkların RABBi Allah’a hamdolsun.” (Mü’min 40/65)

Yalvara yalvara, için için DUÂ etmeyi; azabından korkup rahmetini umarak O’na iltica etmeyi öğütleyerek,


ادْعُواْ رَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ
Resim---“Ud'û RABBekum tedarruan ve hufyeh(hufyeten), innehu lâ yuhıbbu’l- mu'tedîn (mu'tedîne).: RABBinize yalvararak ve gizlice DUÂ edin. Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez.// RABBinize yalvara yakara ve gizli gizli ibâdet ve DUÂ edin. O, emirlerine saygı göstermeyenleri ve koyduğu sınırları aşanları sevmez.” (A’râf 7/55)

وَلاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ بَعْدَ إِصْلاَحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفًا وَطَمَعًا إِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ
Resim---“Ve lâ tufsidû fî’l- ardı ba'de ıslâhıhâ ved'ûhu havfen ve tamaâ(tamaân) inne rahmetallâhi karîbun mine’l- muhsinîn (muhsinîne).: Islâh olduktan sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın. Allah'a korkarak ve umutla yalvarın. Şüphesiz ki Allah'ın rahmeti muhsinlere yakındır.// Islah edildikten, din ve dünya işleri, sosyal ilişkiler düzeltildikten, yeniden düzene konduktan, geliştirildikten sonra, yeryüzünde ülkede, fesat çıkarmayın, bozgunculuk yapmayın. Korku ve ümit içinde Allah’a kulluk, ibâdet ve DUÂ edin, yalvarın. Allah’ın rahmeti, iyiliği, iyi niyetleri, dinin, ahlâkın ve kamu vicdanının emirlerini, devamlı davranışlarına, ilişkilerine, görevlerine, hayatlarına yansıtan, samimiyetle ibâdet eden, aktif olarak iyiliğe, iyi uygulamaya, iyileştirmeye örnek olan, işlerinde mükemmellik, dürüstlük ve başarı için dikkat harcayan, hayırlı icraatlar, kalıcı hizmetler yapan müslüman idarecilere, askerî erkâna ve müslümanlara çok yakındır.” (A’râf 7/56)

DUÂnın âdabını da târif eder bizlere. Dahası “De ki” diye başlayan âyetleriyle bizlere doğrudan birtakım özlü DUÂlar ezberletir ve Yüce Kitabını işte bu güzel DUÂ örnekleriyle bitirir. (bz. Felâk ve Nâs sûreleri) İnsanı yeryüzünde başıboş bırakmayacağını bildiren sonsuz güç ve Hükümranlık Sâhibi RABB’imiz’in kullarına açtığı bir kapıdır DUÂ.
RABB’inin dâvetine uyup bu kapıdan ayrılmayan kul, O’nunla doğrudan muhatab olmak ve rızasını kazanmakla daha da değerlenirken bu dâveti reddedip kendisini müstağni görerek kibirlenen, bu nedenle RABB’ine boyun eğmeyen kul ise değersizleşerek azaba lâyık görülür.


وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ
Resim---“Ve kâle RABBukumud’ûnî estecib lekum, innellezîne yestekbirûne an ibâdetî se yedhulûne cehenneme dâhırîn(dâhırîne).: Ve RABBimiz, şöyle buyurdu: "Bana DUÂ ediniz ki size icabet edeyim. Bana kul olmaktan kibirlenenler, muhakkak ki hakir ve zelil olarak cehenneme girecekler."// RABBiniz:'Bana DUÂ edin, DUÂnızı yerine getirerek size karşılık vereyim' buyurdu. Bana kulluk ve ibâdeti, bana DUÂyı, benim şeriatıma bağlılığı, gurur-kibir meselesi yaparak büyüklük taslayanlar, serkeşlik edenler, zorba, diktatör, güç ve iktidar sahipleri horlanarak zillet içinde Cehennem’e girecekler.” (Mü’min 40/60)

O halde devâmlı olmalıdır DUÂlarımız. Yalnızca sıkıntılı anlarda değil, refâh zamanında da varmalıyız RABB’imiz’in kapısına. Sadece bir şeyler istemek için değil, ALLAHu zü’L-CeLÂL’i övmek ve yüceltmek, kendisine duyduğumuz saygıyı ve hayranlığı dile getirmek, şükrümüzü sunmak ve her fırsatta O’na yakın olmak için başvurmalıyız DUÂya. Tıpkı Kur’ÂN’da zikredilen peygamberler ve özellikle sünnetine sarıldığımız Rasûlullah gibi. Ve yine onun gibi yatarken, kalkarken, yolculuğa çıkarken, yeni bir elbise giyerken, kısacası hayatın her anında RABB’imizi hatırlayarak DUÂyla iç içe yaşamalı, dahası kendimize olduğu kadar başkalarına da DUÂlarımızda yer vermeli ve onların da hayır DUÂlarını almaya özen göstermeliyiz. Kulluğun ÖZÜyse DUÂ ve RABB’imiz’in Katı’nda ondan daha kıymetli bir şey yoksa (Tirmizî, Deavât, 1), samimî olmalıyız.:

Ebû Hureyre radıyallahu anh’dan merfû olarak rivâyet edildiğine göre.: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: “ALLAH Katında, DUÂdan daha üstün (kıymetli) bir şey yoktur.” buyurmuştur.
“İbn Mâce; İ. Ahmed; Tirmizî, Da'avât, hadis no: 3370)

DUÂlarımızda; kalbimizden geçenin dilimizden dökülenle âhenk içinde olmasını önemsemeliyiz. Zirâ gönülden gelmeyen, kabulüne inanılmadan, ciddîyetten uzak, gafletle yapılan DUÂlar kulluk bilincini canlı tutamayacağı gibi HAKk Nazarında kabule de şayan değildir. (Tirmizî, Deavât, 65) RABB’imiz’in bizleri kabul olunmayacak DUÂdan ve DUÂsız yaşamaktan koruması niyazı ile…
Resim
Kullanıcı avatarı
rüzgargülü
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 187
Kayıt: 02 Haz 2011, 14:51

Re: İLÂHî HİKMETin 40 KAPISI

Mesaj gönderen rüzgargülü »

Resim


EN GÜZEL ÖĞRETMEN =>RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem..


Elif ERDEM


َّلم َ س ِ و ه ْ َ َلي ُ ع َ َّل ّٰ ى الل ُّ ص ِبى َّ َ َال الن َق ٍر َو ق َال ... ف ْ َم ْ ِن ع ِ ب ّٰ الل ِد ْ ب َ ْ ع َن ع ً ا ". ِم َ ّل ُع ْ ُت م ِ ث ع ُ َ ا ب َّم ِإن َ "... و

Abdullah b. Amr radiyallahu anhu’dan rivâyet edildiği üzere Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ben ancak muallim olarak gönderildim…” buyurmuştur.
(İbn Mâce, Sünnet, 17)

Muâviye b. Hakem es-Sülemî radiyallahu anhu.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte NAMAZ kılıyorduk. Cemâatten biri aksırınca ona.: “Yerhamükâllah.: ALLAH sana merhamet etsin!” dedim. Birden herkes bana doğru ters ters baktı.: “Ne oldu yahu! Neden bana öyle bakıyorsunuz!” dediğimde ise elleriyle dizlerine vurmaya başladılar. Beni susturmak istediklerini anlayınca sinirlendim ama sustum. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem NAMAZı bitirdi.
Anam babam uğruna fedâ olsun! Ne bundan evvel ne de sonra ondan daha güzel öğreten bir öğretmen gördüm! VALLAHi bana ne surat astı ne vurdu ne de beni azarladı. Sadece.: “Bu, NAMAZdır. NAMAZ kılarken konuşulmaz. NAMAZ, tesbih, tekbir ve Kur’ÂN okumaktır.” buyurdu.

(Müslim, Mesâcid, 33)

Sahabeden Muâviye b. Hakem es-Sülemî, NAMAZda konuşulmayacağını böyle öğrenmişti Rasûlullah’tan. Daha pek çok sahabinin buna benzer anıları vardı. Zirâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bütün ömrü eğitim öğretimle geçmişti. İnsanların âdeta İnsÂNlığını unutmuş olduğu, ahlâkî değerlerin yozlaştığı, cehâletin hükümranlığını ilân ettiği bir zaman diliminde RABB’imiz onu Hidâyet Rehberi olarak seçmiş ve İlahî Hitâbında şöyle buyurmuştu: “Kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitab ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.”


كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ
Resim---“Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumu'l- kitâbe ve'l- hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn (ta’lemûne).: Nitekim size, aranızda (görev yapmak üzere), sizden (kendinizden) bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki, âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi)tezkiye (ve tasfiye) etsin, size Kitap'ı(Kurânı Kerim'i) ve hikmeti öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin..” (Bakara 2/151)

Bu doğrultuda “Ben ancak muallim olarak gönderildim…” (İbn Mâce, Sünnet, 1) buyuran. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, RABB’inin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır”


ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
Resim---“Ud’u ilâ sebîli rabbike bi'l- hikmeti ve'l- mev’ızati'l- haseneti ve câdilhum billetî hiye ahsen (ahsenu), inne rabbeke huve a’lemu bi men dalle an sebîlihî ve huve a’lemu bi'l- muhtedîn (muhtedîne).: Rabbinin yoluna (Allah'a ulaştıran yola, Sıratı Mustakîm'e) hikmetle ve güzel (pozitif dereceler kazandıracak) öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Muhakkak ki senin Rabbin, O'nun yolundan (Sıratı Mustakîm'den) sapanları (dalâlete düşenleri) ve hidayete erenleri bilir.” (Nahl 16/125)

Âyetini düstur edinerek tatlı dili, güler yüzüyle her zamanda ve her mekânda bu görevi yerine getirmenin gayreti içerisinde oldu. Yanındakilerin ezberleyebileceği kadar yavaş ve açık seçik konuşurdu ALLAH’ın Rasûlü, kelimeler dudaklarından tane tane dökülürdü. (Tirmizî, Menâkıb, 9)
Gerek gördüğünde sözlerini tekrar eder, sabır ve teenniyle hareket ederdi. İnsanlara bıkkınlık verme endişesiyle sürekli vaaz etmek yerine onlara hitap etmek için en uygun zamanları gözetirdi. (Buhârî, İlim, 11)
Kimi zaman geçmiş kavimlerin başından geçen kıssalarla, kimi zaman “Mü’min, yeşil ekine benzer.” (Buhârî, Tevhîd, 31) sözündeki gibi ilgi çekici misâllerle vermek istediği mesâjın etkileyici ve kalıcı olmasına çabalardı.
“Müflis kimdir bilir misiniz?” gibi sorularla başlardı bâzen sohbetine. Böylece bütün dikkatleri üzerinde toplar, muhatablarının zihinlerini anlatacağı konuya hazır hale getirirdi. Görsel öğelere yer verir, beden dilini çok iyi kullanırdı.
İslâm Hakkında kendisinden bilgi almaya gelen genç topluluğuna.: “Benim nasıl NAMAZ kılar olduğumu gördünüzse, öylece NAMAZ kılınız.” diye tembihlemiş (Buhârî, Ezan, 18);
Başka bir seferinde de İnsÂNın emelleri, Dünyâda başına gelen sıkıntılar ve eceli arasındaki münâsebeti kuma şekiller çizerek izah etmişti. (Buhârî, Rikâk, 4)
Kendisine yöneltilen soruları muhatabının durumunu göz önünde bulundurarak cevaplar, kolaylık prensibiyle hareket ederdi.
Ramazan ayında işlediği bir suçtan dolayı pişmanlık duyan Seleme b. Sahr, durumunu yakınlarına anlattığında onların sert tepkileriyle karşılaşırken Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e vardığında onun kendisiyle istişâre ederek hatasına kefâret olacak en uygun yolu göstermesi üzerine yakınlarına şöyle demekten kendini alamamıştı.: “Ben sizde dar görüşlülük ve anlayışsızlık; Rasûlullah’ta ise hoşgörü ve anlayış buldum.” (Ebû Dâvûd, Talâk, 16-17)

Hoşgörülü olmak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in öğreticiliğinde en belirgin özellikti. Mescide bevleden bir bedevîyi dahi kızmadan uyarmış (İbn Mâce, Tahâret, 78), öfkeyle adamın üzerine yürüyen ashabını.: “Siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak değil.” (Tirmizî, Tahâret, 112) sözleriyle sakinleştirmişti.
Ciddî bir hata yapıldığını gördüğünde veya haber aldığında dahi kimseyi rencide etmezdi ALLAH’ın Rasûlü. “Bazı kimselere ne oluyor ki…” (Müslim, Fedâil, 127) diye isim vermeden söze başlar, yapılan hatayı dile getirir; kişiler üzerinde değil olaylar üzerinde dururdu.
Rahmet Elçisi, çocuklara ve gençlere öğretirken daha da müşfik davranırdı. “Yavrucuğum…” diye başlardı çoğunlukla hitabına, kimi zaman başlarını okşar (Ebû Dâvûd, Salât, 28) sevgi ve muhabbete dayalı bir ilişki kurardı onlarla. Kendi hatalarını fark edip düzeltmelerini sağlar, aşırı tepkiler verip onları kendinden uzaklaştırmazdı.
Bir defâsında zinâ etmek istediğini söyleyen bir gence.: “Sen, annenle zinâ edilmesini ister misin?” diye sormuş, gencin.: “Elbette istemem.” cevabına karşılık aynı soruyu kızı, halası, teyzesi ve kız kardeşi için ayrı ayrı sormuştu. Her seferinde.: “Hayır” yanıtını alan Rasûlullah, gence.: “Hiç kimsenin kendi annesiyle, kızıyla veya başka bir yakınıyla zinâ edilmesinden hoşnut olmayacağını” söylemiş ve günâhlarının affı için DUÂ etmişti. (İbn Hanbel, V, 256-257)

Yirmi üç yıllık peygamberliği süresince Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, İlahî Mesâjları ashabına “Bir babanın evlâdına öğrettiği gibi” (Nesâî Tahâret, 36) şefkât ve samimîyetle öğretti. En önemlisi yaşayarak öğretti, somut bir örnekliğe dönüştürdü tüm İlahî Mesâjları. Önce kendisi inandı anlattıklarına ve önce kendisi uyguladı bütün emir ve yasakları. Sonra onlardan bekledi. Ölümün yokluk olmadığını öğretti onlara, İnsÂNların ALLAH Katında eşit ve kardeş kullar olduğunu söyledi. Üstünlüğün takvâda olduğunu, ALLAH ve Rasûlü’nün sevgisinin her şeyden önce olduğunu vurguladı. Tabiattaki her şeyin ALLAH’ın varlığına bir delil olduğunu, O’nun izni olmadan yaprağın dahi kımıldamayacağını anlattı. Böylece zihinlerini inşâ etti önce ve sonra ruhlarını olgunlaştırdı, hem Dünyâlarını hem de Âhiretlerini imar edecek güzelliklerle eğitti onları. En yüksek ahlâkî meziyetlerden tuvalet âdabı gibi en basit mevzulara kadar hayatın her alanını kuşatacak bilgilerle donatarak onları medeniyetin zirvesine taşıdı, dahası gelecek nesillere örnek bir toplum oluşturmalarını sağladı..
Resim
Cevapla

“►Hadis-i Şerifeler◄” sayfasına dön