DostEmin der ki ALLAH de dâim,
Zikreyle HAKk’ı HAKk’ı SEVersen..
7 – ZȂHİR - BȂTIN..
"Huve’l- Evvelu ve’l- Âhiru ve’z- Zâhiru ve’l- Bâtın (bâtınu), ve huve bi kulli şey’in Âlîm (alîmun).: O, Evveldir ve Âhirdir, Zâhirdir ve Bâtındır. Ve O, herşeyi en iyi BİLENdir." (Hadîd 57/3)
Aşağıda sözcük anlam ve özelliklerini Prof. Ethem Cebecioğlu’nun Tasavvuf Sözlüğü (EC)’nden aktarıyorum.:
“ZȂHİR: Dış, dışa ait, zühûr eden, ortaya çıkan, görünen gibi anlamları olan Arapça bir kelime. ez-Zâhir,
ALLAH'ın güzel isimlerinden biridir. ALLAH bu isim gereği, Hikmeti, Kudreti, Sıfatlarıyla görünür, zühûr eder.
Zȃhir, görünen âleme de denir. Mukabili Bâtın'dır.
BÂTIN: Arapça. İç, öz, gizli gibi anlamları vardır. Dış anlamına gelen zâhir kelimesinin zıddıdır.
el-Bâtın, ALLAH'ın güzel isimlerinden biridir. Ȃlemîn tümü Hak'tır. Zühûru da âlemden ibârettir.
ALLAH, bu âleme göre Zâtı itibâriyle el-Bâtın'dır. Kur’ÂN-ın, Zȃhirî ve Bȃtınî mânâsının olduğu hususunda ittifak vardır. Sadece Bȃtınını kabul edip, Zȃhirini te'vîl edenlere Batınî denir. Aynı şekilde islam'ın namaz, oruç gibi emirlerinin vaz'ında da bir takım hikmetler bulunduğunu kabul eden Tasavvuf Ehli, şeriatın içyüzünü bilme yolunda oldukları için kendilerini "Bâtın Ehli" sayarlar.”
Aşağıda Ahmet Hulusi Efendinin bu konudaki görüşünü internetten alıntıladım.:
"Zâhir" dediğimiz şey nedir?.
Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, "zâhir" kelimesi kapsamına girer..
“Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey...
“Bâtın”, gördüğünün, algılayamadığın yanıdır!.
Yâni, görüş alanın içinde olmasına-görmene rağmen, görmekte olduğunun “algılayamadığın yanı”dır “bâtın”!.
Nasıl oluyor, görüş alanı içinde olup da, bakmaya rağmen, algılayamamak?
Beyin veri tabanının, dışardan veya içerden beyne ulaşan verileri, onları deşifre edecek kadar yeterli verisi olmaması yüzünden, gelen veya gelmekte olan verileri değerlendirememesi, tanımlayamaması sûretiyle!
Dışarıdanı anladık da, peki “içeriden” ne demek oluyor?.
“İçeriden” demek, beş duyu ile beynine ulaşmayan verilerin tüm türleri demektir.
Bilelim ki, “Bâtın”ı, bir mekân olarak düşünmek, son derece yanlıştır!
“Bâtın”, mekân olarak, “zâhir”in ötesinde veya ardında; ya da bir başka boyutta değildir!
İnsanın, “algılayamadığının” adının “bâtın” olmasında! *
İki ayrı dünyâ/boyut var sanıyoruz, Zâhir ve Bâtın!
Oysa iki ayrı dünyâ değil, yalnızca ALGILAYABİLDİKLERİMİZ ve ALGILAYAMADIKLARIMIZ var..
Ve bu da herkese G Ö R E değişiyor!
Zâhir, bâtındır; bâtın, zâhir!. İkisi arasında fark var sanış, gözün kapasitesinden oluşur!
Aynı tek şeyin, gözün görebildiği kısmına “zâhir” derler, göremediğine ise “bâtın”!
Oysa ikisi, aynı “Tek”tir!. *
Esasen, “Bâtın”, tamamiyle “Zâhir” olanın ta kendisidir!.
Esasen, “Zâhir”, tamamiyle “Bâtın” olanın ta kendisidir!.
“Bâtın”, algılayabildiğin anda, “Zâhir” olur…
“Zâhir”, algılayamadığın süreçte “Bâtın”dır!.
Yâni değişen, “Zâhir” ve “Bâtın” değil; senin algılamandır!. *
Bunların, sana göre tümü, "O"dur! Yâni, bunların hepsi de, -ki bu çokluk kavramı sana göredir-, "O" dediğin varlıktır!. Yâni, "HÛ"!
"HÛ" kelimesinin mânâsı bir anlamıyla "O" demektir! Bir diğer anlamıyla da "Zât’ın hüviyetine" işâret eder ki, o mânânın tafsiline bu kitapta girmeyeceğiz.. Ancak "GAVSİYE AÇIKLAMASI" isimli kitabımızda buna değinmiştik. *
“ZÂHİR” ismiyle işâret edilen “HÛ”dur; derken, ötelerde aramak niye?
Mükemmeli fark ettirmek için, kâmil olmayanı en mükemmel hâliyle ortaya koyunca, “HÛ”yu inkâr niye?
Algılama kapasitesine göre zâhir iken; zâhirle kayıtlamak niye? *
Hangi isimle hangi hâli veya ortamı anarsan an, o ortamda zâhir olan, BÂKİDİR!
Sen, bu beş duyu aracın dolayısıyla, o bütünün arasına giriyorsun; araya girişin itibâriyle de, senin önün ve arkan, ön yüzün ve arka yüzün diye bir olay ortaya çıkıyor!.
Gerçekte, TEK bir sonsuz sınırsız mutlak var ki, O’nun için, “O”na GÖRE, “Zâhir”, “Bâtın”, “Evvel”, “Âhir” gibi kavramlar sözkonusu değil! Bunlar bize GÖRE târifler, tanımlamalar! Anlayış sınırlarımızı genişletmek için verilmiş izahlar..
Sen, algılama kapasitendeki sınırlılığın getirdiği varsayımınla, TEK’i bölüyorsun! Zâhir ve Bâtın çıkıyor ortaya!.
Artık sen oradan, o aradan çık, sıyrıl!
O zaman Tek bir Bütün’ün var olduğunu fark edersin!.
Yâni, ikilik “sen”den, senin kendi varlık zannından doğuyor!. Aslında ikilik yok, dış yapı böylesine bir bütün. *
Zâhir ve Bâtın denir… Tekrar ediyorum.. Bil ki, bu iki isimle işâret edilen şey birbirinden ayrı değildir; ikisi, aynı tek şeydir! Fark, gözden dolayıdır! Hepsinde, her an, tecellîler zühûr etmektedir. Sakın, bu ikisini birbirinden ayrı sanma!
Bütün tecellîlerde hüküm, fenâya er olduğunda; şuur aslına rücu’ ettiği vakit, sadece “ALLAH” kalmıştır! Ki bu da her an geçerlidir!.
Mevcûdatın “vücûdu” sâhibine aittir. Bütün görülenlerin var sanılan vücûdları gözden doğan hayâllerdir!
Beynindeki veri tabanında bulunan ve gerçekte “zâhir” olan, o şeye verdiğin isim veya o şey Hakkındaki şartlanmaya dayanan zannın-tasavvurun, seni, o şeyin hakikatinden perdeleyip; o şeyin, sana, “bâtın” olarak kalmasına yol açar!
Halkı görüp sanma gayrıdır HAKk’tan, BȃtınHAKk’tan hem de Zȃhir de HAKk’tan,
Mevcûd olan tek O, ayrı yok HAKk’tan,
Kendine iyi bak gelmişsin HAKk’tan..
Bȃtın Zȃhir olur senden görünür, Evvel Âhir olur senden görünür, Fâil, Mevsuf, O’dur, senden görünür, ESMÂnın biri de senden görünür..
DostEmin diyor ki düşünün kimiz,
Ruhumuz olmasa cansız bedeniz,
Ruh kimin can kimin bizler de kimiz, HAKk gelir HAKk gider devran ederiz..
“ALLAH!.” DERİM!.
Zikir eder ALLAH! derim,
Fikir eder ALLAH! derim,
TEVHİD eder ALLAH! derim, ALLAH!ALLAH!ALLAH! derim..
Gördüğüm hep Cemâlullah,
Duyduklarım Sedâullah,
Sözün hepsi Kelâmullah ALLAH!ALLAH!ALLAH! derim..
8-.) =>İNSÂN.. Zȃhir, Bȃtın Âlemlerde görünen, görünmeyen nice mahlȗk yaratan “Hȃlık”, birbirine benzemez sonsuz zühûrunu var etmiş seyrediyor… Hem bu var oluş her ÂN değişip dönüşüyor yeni yeni nitelikler kazanıyor… Gören görüyor, bilen biliyor şaşıp kalıyor ve aşka düşüyor, ȃşık oluyor…
Yaratılanlar gelişkinliklerine göre cemâd, nebat, hayvan ve İNSÂN mertebelerinde sınıflanıyor. Yâni İNSÂN en üstün, en gelişkin, en şerefli mahlȗk, eşref-i mahlȗkat…
ALLAH celle celâlihuİNSÂNı Sübutî Sıfatlarıyla (Hayat, İlim, İrade, Kudret, Sem’i, Basar, Kelâm ) donatarak yeryüzünde var etti. İNSÂN kendi ölçeğinde de mertebe mertebe farklı görüntüdedir. Şöyle ki, bedensel olarak İNSÂN olan fakat üstün özellikleri henüz ortaya çıkmamış olan varlığa “Beşer” diyoruz. Sonra geliştikçe Aklî ve Ruhî Özellikleriyle ne olduğunu bilen kişiliği oluşmuş varlığa ise “İNSÂN” diyebiliriz. Nefsini terbiye ile yükselen ve ALLAH’ın istediği mükemmmel kıvama gelen ve “HALİFE” olan “İNSÂN”a ise “İNSÂN-ı KâMiL” denilir…
İNSÂN-ı KâMiL KİMdir?. OKuYaLıM.:
“İNSÂN-ı KâMiL: Arapça olgun İNSÂN demektir. Gerçek İNSÂN-ı KâMiL, vücûb ile imkȃn arasında berzâhtır;
hadis sıfatlarla, kıdem sıfatlarını ve hükümlerin arasını toplayan aynadır. O HAKk ile halk arasında vasıtadır. HAKk'ın feyzi, imdadı onun vasıtasıyla yayılır. HAKk'tan gayri herşey, ulvî veya süflîdir. Her ikisi arasında, ikisinden de ayrı olmayan bir berzâhîyyet olmasaydı, irtibâtsızlık sebebiyle İlâhî Yardım Âlemî’nden hiçbirşey ulaşmazdı.
Cürcanî'ye göre O; Kevnî, Küllî, Cüz'î, İlâhî Âlemlerin tümünü toplar. O, İlâhî, Kevnî Kitabların tümünü toplayan bir kitabtır. O, ruhu ve aklı bakımından "Ümmü'l-Kitâb" adı verilen aklî bir kitabtır. O, kalbi bakımından Levh-i Mahfuz Kitabıdır. Yine o, nefsi açısından mahv (yok olma) ve isbat (var olma) kitabıdır. O,
temizlerden başkasınca idrak edilemeyen temiz, yüce, şerefli bir suhuftur. Akl-ı Evvel'in ->Âleme nisbeti, İNSÂNî Ruhun ->Beden’e nisbeti gibidir, İNSÂN-ı KâMiL, HAKk'ın tam olarak zühûr ettiği yerdir. İNSÂN-ı KâMiL'e ulaşan HAKk'a vâsıl olmuştur, İNSÂN-ı KâMiL’i gören HAKk'ı görmüş gibidir. İNSÂN-ı KâMiLi seven HAKk'ı sever. "Eğer ALLAH'ı seviyorsanız, Bana uyunuz ki ALLAH da sizi sevsin" (Âl-i İmrân 3/31) âyetinin de gösterdiği gibi, ona itaat, HAKk'a itaat, ona isyan HAKk'a isyan gibidir. O'nun makbulü, HAKk'ın makbulüdür. İNSÂN-ı KâMiL’den murad,
Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) ve O'nun manevî mirasına sâhib olanlardır. İNSÂN-ı KâMiL, ALLAH'a gerçek mânâda halife olmuştur, İNSÂN-ı KâMiL'e güneş, bulut, simurg (otuz kuş), bahr-ı muhit gibi çeşitli isimler verilmiştir. (E. C. )”
قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ ---“Kul in kuntum tuhibbûnALLÂHe fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir lekum zunûbekum, vALLÂHu GAFÛRun RAHÎM (rahîmun).: (Rasûlüm) De ki: “Eğer siz ALLAH'ı SEViyorsanız, o taktirde BANA tâbi olunuz ki, ALLAH da sizi SEVsin ve sizin günahlarınızı mağfiret etsin (sevâba çevirsin). Ve ALLAH "GAFÛR"dur, "RAHÎM"dir.”(Âl-i İmrân 3/31)
Ayrıca İNSÂNların derecelerini dört mertebe ile ifâde etmek mümkündür, bunlar =>Tabiat, Din Ve Nefs Mertebeleri ile Rûh Makamıdır.:
“İNSÂN, tabiat mertebesinde doğar, büyür. Tabiat dört ana unsurdan oluşur =>Hava, Su, Toprak, Ateş.
Bunların tamamı sende mevcûddur. Fazlan vardır ki, o da uzay ve bilinç sâhibisin. Sonsuzluk içinde yaşayan idrȃk sâhibi bir varlık, bu sensin. Bu idrȃkinle şimdi hiç durmadan yükselmen lâzımdır. Tabiat Mertebesinden ->Din Mertebesine yüksel. ALLAH, Resûl, Kitab, Âlim, bunları tanı, bil, öğren. Ama sakın durma, din yükselmene engel olmasın. Buraya kadar olanı, şimdi düşün… Ȃlemler sende mevcûddur. Senin vücûdun başlı başına bir ȃlemdir. Dinden ->Nefis Mertebesine, Nefisten de ->Ruh Makamına yükseldin mi, Vücûdun ->Mescid, Uzuvların ->Cemâat, Ruhun ->İmam, Kıblen ->Semme Vechullah Olur. Ruh Makamını tahsil eden Mutlak’ta olur ki oradan haber yoktur!.." (Efdal Emre –YUNUS-)
TüVeLLi VECHuLLAH.:
وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ ---“Ve lillâhi’l- meşriku ve’l- magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh (vechullâhi) innALLÂHe VÂSİun ALÎM (alîmun).: Ve doğu da ALLAH'ındır batı da. Artık hangi tarafa dönerseniz dönün, ALLAH'ın VECHi (Zât'ı- yüzü-kıblesi) işte oradadır. Muhakkak ki ALLAH VÂSİ'dir (rahmeti ve lutfu geniştir, herşeyi ilmi ile kuşatandır)."(Bakara 2/115)
Kur'ÂN-ı Kerîm’de İNSÂN’a dâir bazı Ȃyet-i Celîleler.:
=>ALLAHİNSÂNı, pişmiş bir çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.. (Rahmân 55/14) =>Biz İNSÂNı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.. (Tîn 95/4-5) =>ALLAH sizi önce zayıf olarak yarattı, zayıflığın ardından size kuvvet verdi, kuvvetin ardından da tekrar bir zayıflık ve ihtiyarlık verdi… (Rûm 30/54) =>Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar, bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu İNSÂN yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim (ve) çok câhildir.. (Ahzâb 33/72) =>Hâni RABB’in, meleklere.: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti.
Melekler.: “Ya RABB’i sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz” dediler. ALLAH meleklere.: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi." (Bakara 2/30) =>Ey Davud, biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde adâletle hükmet.. (Sâd 38/26) =>Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur. İnkâr edenin zararı kendinedir.. (Fâtır 35/39 ) =>Andolsun İNSÂNı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.. (Kâf 50/16) =>“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiret azâbından sakınan ve RABB’inin Rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki.: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak selîm akıl sâhibleri ibret ve öğüt alır.” (Zümer 39/9) =>“İNSÂNlardan kimi ALLAH’a (şüphe ve tereddüt içinde) yalnız bir yönden kulluk eder: Kendisine bir iyilik dokunursa, buna pek memnun olur; bir de musîbete uğrarsa, çehresi değişir (dînden yüz çevirir). O, dünyâsını da, âhiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyânın ta kendisidir.” (Hacc 22/11) => Fakat İNSÂN, RABB’i kendisini imtihan edip ikramda bulunduğu ve nîmet verdiği zaman.: “RABB’im bana ikram etti.” der. Onu imtihân edip rızkını daralttığında ise.: “RABB’im beni tahkir etti, önemsemedi.” der.” (Fecr 89/15-16) => …Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerin ta kendileridir.” (Haşr 59/8) =>İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları RABBleri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler. (Bakara 2/277)
Kur’ÂN-ı Kerîm’de =>İNSÂN.:
RABB’imiz, İNSÂNoğlunun yaratılmışlar içindeki üstünlüğünü Kur'ÂN-ı Kerîm'de birçok âyet-i celilede beyan buyumuştur. Bu üstünlük hem İNSÂNın beden yapısı hem de mânevî şeref ve itibârı bakımındandır
Eşref-i mahlȗk olan İNSÂN, nimetlerin de en büyüğüne lâyık görülmüş, aklı, hisleri, yetenekleri ve iradesi ile diğer bütün varlıklardan ayrı tutulmuştur
Bu şekilde sayısız ihsan ve nimetler bahşedilerek bu ȃleme gönderilen İNSÂNın düşünmesi gerekir: Acaba neden böyledir, kendisinden ne istenmekte, nasıl olması ve ne yapması gerekmektedir. Bunca nimetlere karşılık RABB’inin ondan beklediği nedir?
Bu sorular, akl-ı selim olan her İNSÂNın, özellikle müslümânın düşünmesi, cevâp araması, bulduğu cevâba göre hayatını şekillendirmesi gereken sorulardır. RABB’imiz, İNSÂNoğlunu boşuna yaratmadığını, başı boş bırakmadığını beyan etmekte, bir mükellefiyet taşıdığını açık seçik belirtmektedir İNSÂNoğlu kendisi dışındaki her şeye kolaylıkla sâhib olabilmektedir Gücünün yetmediği, sâhib olmakta güçlük çektiği hemen hemen tek şey kendi nefsidir. Uzayın derinliklerini avucunun içi gibi bilse de, bilgisinin kavrayamadığı şey de yine kendi hayat cevheri, kendi ruhudur. O halde İNSÂN bir yönü ile âciz, eksik ve yarımdır.
Kur’ÂN-ı Kerîmde Örnek İNSÂNın Özellikleri Aşağıdaki Gibi Sıralanabilir.:
ÖRNEK MÜSLÜMÂNLAR=>ÖRNEK İNSÂNLAR.:
=>Yalnızca ALLAH'tan korkup sakınırlar. =>Yalnızca ALLAH'a ibâdet ederler. =>ALLAH'ı her şeyin üzerinde tutarlar. =>ALLAH'tan başka ilâh aramazlar. =>ALLAH'a hiçbir şeyi ortak koşmazlar. =>Atalarına körü körüne uymazlar. =>Hiçbir kuşkuya kapılmadan imân ederler. =>Gayba imân ederler. =>Her şeyin ALLAH'tan olduğunu bilirler. =>Asıl hedefleri ALLAH'ın Rızası’dır =>Hayatlarının tamamını ALLAH'ın Rızası için yaşarlar. =>ALLAH'ın Sınırları’nı korurlar. =>ALLAH karşısında âcizliklerini bilirler. =>ALLAH'ın Âyetlerine gönülden boyun eğerler. =>ALLAH'a güvenip-dayanırlar. =>Yardımın ancak ALLAH'tan olduğunu bilirler. =>Dâima ALLAH'ı anarlar. =>Güç ve imkȃnlarına değil sâdece ALLAH'a güvenirler. =>Kur’ÂN'a kuvvetle bağlanmışlardır =>Kur’ÂN ÂyetleriALLAH korkularını ve imânlarını arttırır =>ALLAH'a asla nankörlük etmezler. =>Kıyamet Günü’ne kesin olarak inanırlar. =>Kıyamet gününden korkarlar. =>Âhiretin varlığına kesin olarak inanırlar. =>Dünyâ Hayatı’na bağlanmazlar. =>Âhirete yönelmişlerdir =>Gelecek endişesi taşımazlar. =>Kadere tam imân ederler. =>Tüm özelliklerini ALLAH’a borçlu olduklarını bilirler. =>Başlarına gelen her şeyi hayır gözüyle değerlendirirler. =>ALLAH'a, Hükümlerine ve Elçilerine gönülden itaat ederler. =>Peygamberlerin ve Elçilerin yolundadırlar. =>Peygamberin Sünnetine uyarlar. =>Şeytânın etkisine girmezler. =>Şeytânı ve yandaşlarını düşman edinirler. =>Sâdece ALLAH'ı ve inananları dost edinirler. =>Diğer mü’minlerle bir aradadırlar. =>Namaza titizlik gösterirler. =>Geceleri de ibâdet ederler. =>ALLAH'tan bağışlanma dilerler. =>Hem kendi günahları, hem de diğer mü’minlerin günahları için bağışlanma dilerler. =>ALLAH'a yakınlaşmak için gayret ederler. =>ALLAH'a şükrederler. =>Tüm güçleriyle ALLAH YoLu’nda mücâdele ederler. =>Zorluklar, imânlarından döndüremez =>ALLAH'ın Dini’ni tebliğ ederler. =>ALLAH YoLu’nda mücâdelede gevşeklik göstermezler. =>ALLAH YoLu’nda mücâdele için hazırlık yaparlar. =>Birbirlerini mücâdele için desteklerler. =>Mücâdeleyi zamanında yaparlar. =>Gerekirse mücâdelede imânlarını gizleyebilirler. =>İnkȃr edenlerin ileri gelenleriyle mücâdele ederler. =>İnkȃr edenlere karşı zorlu ve onurludurlar. =>İnkȃrcılardan yüz çevirirler. =>İnkȃrcıların zorbalıklarına engel olurlar. =>Münâfıklarla mücâdele ederler =>Münâfık karakterlileri aralarında barındırmazlar. =>Münâfıkları cezâlandırırlar. =>Gizli ya da açık infâk ederler. =>Zekȃtı gereği gibi verirler. =>Gerekirse toplu olarak yer değiştirirler. =>Emânete riâyet ederler. =>Güvenilir İNSÂNlardır. =>Güçlü kişilikleri olur. =>Cesur ve kararlıdırlar. =>Kötülüğe en güzel şekilde karşılık verirler. =>İyiliği emreder, kötülükten men’ederler. =>Dâima iyi ve güzel davranışlarda bulunurlar. =>Hayırlarda yarışırlar. =>Hoşgörülü ve bağışlayıcıdırlar. =>Adâletlidirler. =>Alçak Gönüllüdürler. =>Merhametli ve yumuşak huyludurlar. =>Müslümân olması için kimseye baskı yapmazlar, zor kullanmazlar. =>Öfkelerine kapılmazlar. =>HAKkı söylemekten çekinmezler. =>Tebliğ karşılığında menfaat gözetmezler. =>Birbirlerine danışarak hareket ederler. =>Bilenlere danışırlar. =>Nefislerine göre hareket etmezler. =>İ’tidallidirler. =>Sabırlıdırlar. =>Duygularıyla değil AkıL ile hareket ederler. =>Hatalarında direnmezler. =>Kibirli değildirler. =>Alay etmezler. =>Çoğunluğa değil HAKk’a uyarlar. =>ALLAH'ın desteği dâima yanlarındadır =>Yapmayacakları şeyleri söylemezler. =>Diğer mü’minlerin hoşnutluklarını kendi nefislerinden önde tutarlar. =>Sözlerine sâdıktırlar. =>Birbirlerine düşkündürler. =>Birbirlerine karşı ölçülü ve saygılıdırlar. =>Ayrılığa ve anlaşmazlığa düşmekten titizlikle kaçınırlar. =>İsraf etmezler. =>Yoksulları korurlar. =>Evlilikleri Kur'ÂN-ı Kerîm'e göredir. =>Şâhidliklerini dosdoğru yaparlar. =>Boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. =>Dinde aşırılığa kaçmazlar. =>İffetlidirler. =>Kimsenin HAKkını yemezler. =>Fedakȃrdırlar. =>Kıskançlık ve bencillikten kaçınırlar. =>Asla ümitsizliğe kapılmazlar. =>Suçlulara arka çıkmazlar. =>Barıştırıcı ve uzlaştırıcıdırlar. =>Estetik ve sanata önem verirler. =>Arkadan konuşmaz ve kusur araştırmazlar. =>Sağlıklarını korur, bedenlerine eziyet etmezler. =>Anne-babaya iyi davranırlar. =>Zorluklardan yılmazlar. =>Ölmekten veya öldürülmekten kesinlikle korkmazlar. =>Zenginlik ve mevkiden etkilenmezler. =>Kadınları koruyup-gözetirler. =>Temizliğe büyük önem verirler. =>Mü’min oldukları yüzlerinden belli olur =>ALLAH'ın Koruması altındadırlar. =>Sözün en güzelini söylerler.”
İNSÂN.. Toprağa su eklenmiş çamurdandır heykeli, Ateşte pişmiş çamur hava canın nefesi, Anȃsır-ı erbaa şu İnsÂNın bedeni,
İçinde rûh olmasa olur muydu önemi..
Lütuf KeremO’ndandır ALLAH verir KeMȃLi, İnsÂN olarak hiçsin bekliyorsun ZeVȃLi…
Hamd-ü senâO’nadır RÛHu’ndan rûh üfledi, O’ndan geldiği için İnsÂN oldu değerli, O verdi emâneti hem halife eyledi,
Kendini bil ey İnsÂNO’ndan iste kemȃli..
Lütuf KeremO’ndandır ALLAH verir KeMȃLi, İnsÂN olarak hiçsin bekliyorsun ZeVȃLi…
Şu hayatı incele kim işliyor fiili,
Bende bir şey var sanma düşünme sakın şirki,
Sıfatlanmış burada idrȃk eyle TEVHİDi,
Varlık birdir efendim kesrette gör vahdeti..
Lütuf KeremO’ndandır ALLAH verir KeMȃLi, İnsÂN olarak hiçsin bekliyorsun ZeVȃLi…
İnsÂN denilen mahlȗk hem ȃlȃdır hem deni,
Kȃh hayvandan aşağı kȃh melekten ileri, ALLAHa kul olursan lütuf eder kemȃli, Kȃmil İnsÂN olanlar olur HAKk’ın zȃhiri..
Lütuf KeremO’ndandır ALLAH verir KeMȃLi, İnsÂN olarak hiçsin bekliyorsun ZeVȃLi…
DostEmin'im diyor ki düşün de bil kendini,
Ömür gelip geçmeden tanı yüce RABB’ini,
Hiç olduğun unutma zikir KuLun görevi, Zikrullahla aşka gir yaşa gerçek TEVHİDi..
Lütuf KeremO’ndandır ALLAH verir KeMȃLi, İnsÂN olarak hiçsin bekliyorsun ZeVȃLi…
9.1.AHSEN-i TAKVİM.:
İnsÂNa ALLAH tarafından verilen en güzel ve en mükemmel biçim. AHSEN-i TAKVİM ifâdesi, “Andolsun ki biz İnsÂNı en güzel şekilde yarattık”
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ---“Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm (takvîmin).:Andolsun ki Biz, insanı (nefsini), ahseni takvim içinde (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparak en güzele ulaşabilecek özellikte) yarattık.”(Tîn 95/4)
Meâlindeki âyette geçmektedir. Yaratıkların en mükemmeli olan İnsÂNdaki güzelliğin kaynağı, bazı âyet ve hadislerde dile getirildiği üzere, ALLAH’ın onu “tesviye etmesi”, “kendi eliyle” yaratıp ruhundan üflemesi.:
فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُوا لَهُ سَاجِدِينَ ---“Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fe kaû lehu sâcidîn(sâcidîne).: Böylece onu sevva ettiğim ve onun içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secde ederek yere kapanın!” (Sâd 38/72)
Kendi sûreti üzere yaratması (bk. Buhârî, “Eźân”, 11; Müslim, “Birr”, 32)
Ve onu yeryüzünde kendine halife kılmasıdır.:
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ ---“Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh (halîfeten), kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâ (dimâe), ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek (leke), kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn (tâ’lemûne).: Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.” dediler. (Rabbin de): “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu.” (Bakara 2/30)
İnsÂN, bazılarına göre hem ruh hem beden, bazılarına göre ise sâdece ruh yönünden yaratılmışların en güzelidir. Birincilere göre ruh güzelliği daha önemli olmakla beraber, o vücûd ve şekil itibâriyle de yaratılmışların en güzelidir; tam mânasıyla mükemmel bir varlıktır. İkinci görüşü savunanlara göre illiyyîn*de rûh olarak en güzel şekilde yaratılan İnsÂN daha sonra beden kafesine konularak “esfeli sâfilîn” denilen madde âlemîne indirilmiştir.:
ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ ---“Summe redednâhu esfele sâfilîn(sâfilîne).: Sonra onu, esfeli safiline (en sefil hale, nefsinin karanlıklarına) iade ettik (çevirdik).” (Tîn 95/5)
Tekrar ilk ve en güzel şeklini elde etmek için çabalamaktadır. Abdülkerîm el-Cîlî’ye göre İnsÂNın kâmil ve en güzel oluşunun sebebi, “HAKk’ın nüshası” olmasıdır. İnsÂNın sâhib olduğu fevkâlade güzelliği hem İlâhî, hem Beşerî Aşkın kaynağı olarak gören sûfîler bu güzelliğe duyulan mecâzi aşkı hakikî aşkın vasıtası saymışlardır. (Bk: TDV İslam Ans..)
Sen “Ahsen-i Takvîm”sin, ALLAH güzel yaratmış,
Melekten ilerisin melekler secde yapmış,
Şeytân uzağa gitsin ALLAH seni kutsamış,
Bir katresin ummanda umman içinde gizli..
9.2.ANÂSIR-ı ERBAA.:
İlkçağ Yunan, Ortaçağ İslâm ve Hıristiyan Felsefesinde tabii varlıkların ilkesi sayılan dört madde..
Anâsır kelimesi sözlükte.: “asıl, kök, soy; şeref ve asâlet” gibi mânalara gelen “unsur” kelimesinin çoğuludur. ANÂSIR-I ERBAA “dört unsur” demek olup klasik felsefede TOPRAK, SU,HAVA ve ATEŞ’ten ibârettir.
İslâm Felsefesindeki anâsır-ı erbaa anlayışı antik Yunan düşüncesinden gelmektedir. “Arkhe” diye ifâde edilen bu ilk madde Thales’e göre su, Anaximenes’e göre hava, Herakleitos’a göre ateştir. Empedokles ise bunlardan her birini arkhe olarak kabul etmek yerine, toprakla birlikte dördünün kâinatın ana maddesini teşkil ettiğini söylemiştir. Eflâtun’un da dört unsur fikrini savunduğu bilinmektedir. Dört unsur teorisini sistemleştirerek tabiat bilimlerinde hâkim görüş haline getiren ise Aristo olmuştur. Ona göre kâinat, ay üstü ve ay altı olmak üzere ikiye ayrılır. Ay üstü âlem Ebedîyyet Diyârı olduğu için burada oluş (kevn-géneration) ve bozulma (fesad-corruption) yoktur ve bu sebeble ay üstü âlemde bir tek unsur vardır. Aristo buna “esîr” adını verir. Ay altı âlem ise oluş ve bozulma evreni olduğu için burada birden fazla unsurun bulunması gerekir. Aksi takdirde etkileme (fiil) ve etkilenme (infiâl) olamaz. Her ne kadar bazı İlkçağ filozofları ay altı âlemde madde olarak değişik şeylerden söz etmişlerse de klasik düşünceye hâkim olan Empedokles’in zikrettiği dört unsur (ateş, hava, su, toprak) görüşüdür. Zirâ bütün varlıkların yapısında bu dört madde değişik şekillerde bulunmaktadır.
Aristo Fiziğinin temel konusu olan dört unsur teorisi Helenistik Dönemde daha çok benimsenmiş, sonradan Süryânîler aracılığıyla Arapça’ya aktarılmış ve “tabâi‘-i erbaa, keyfiyyât-ı erbaa, ahlât-ı erbaa ve ilel-i erbaa” terimleriyle fizikten tıbba, tıptan ahlâka kadar geniş bir alana uygulanmıştır..
Konuyu ana hatlarıyla ilk defa ele alan İslâm filozofu Kindî olmuştur. Unsurlar Teorisine son şeklini veren İslâm filozofu İbn Sînâ olmuştur.
Tasavvufî Düşünceyi felsefî boyutlara kavuşturarak İslâm Düşüncesinde büyük değişiklikler meydana getiren İbnü’l-Arabî, unsurların feleklerin hareketi sonunda ortaya çıktığını belirterek Tanrı’nın dört unsuru dört günde yarattığını, bunların içerisinde ATEŞin en üst mertebede bulunduğunu, fakat Hz. Âdem’in çamurunda yer alan SU’yun hepsinden daha etkili olduğunu söyler ve unsurlara kendi özelliklerini verenin ALLAH olduğunu belirtir.” (TDV Ank..)
VAR OLAN!.
Ateş, Hava, Su iken Toprak olup serildik,
ALLAH türlü CÂN verdi kıyam ettik dirildik,
Bir RÛH iken sılada çeşit elbise giydik,
Mü’min kulları olduk HAKk’a ibâdet ettik..
Aslını unutma sen nerden geldin bunu bil,
İbâdettir maksadın neden geldin bunu bil,
BEDENine aldanma RÛHtur ÖZün bunu bil,
Çokluk görüp şaşırma birdir her şey bunu bil..
Ummanda bir katresin HAKk dilemiş böylesin,
RABB’ini bil Âbid ol hakikati bilesin,
HAKk senden razı olsun sırlarına eresin,
Sen kendini bilirsen gizli bir hazinesin..
Herkeste ayrı esmâ müsemmâdan geliyor,
Kendini bilen mü’min sırlarına eriyor,
Mȃsivayı terk edip ölmeden de ölüyor,
HAKk’la birlik oluyor zevk içinde yaşıyor..
DostEmin’im tapıyor HAKk’a kulluk ediyor,
Görünen görünmeyen her zerre hu çekiyor,
Gönül gözünü açan işitiyor duyuyor,
Her ÂN her Şe‘ÂN’dadır. O, bir tek ALLAH var diyor..
9.3.AŞKk!.
AŞKk, yâni İlâhî AŞk, tasavvufta çok önemli bir kavram olup bu konuda nice ȃşıklar nice güzellikler yazdılar. Burada önceliğimiz kavramları tanımlayıcı açıklamalar yapmak olduğundan aşağıda bazı alıntılar ile yetindim..
AŞKk.. İlhan KUTLUER..
Aristo.: “Kendisi hareket etmeyen ilk hareket ettirici”nin felekleri harekete geçirişini, sevilenin seveni harekete geçirmesine benzetir. Metafizika’nın “Lambda” bölümünün yedinci faslında yer alan bu küçük benzetme, Müslümân Filozofların kalemînde esaslı bir kozmolojik doktrin haline getirilmiştir. İhvân-ı Safâ’dan önce FÂRÂBÎ, ALLAH’ın tıpkı AKIL-ÂKIL-MA‘KŪL oluşu gibi AŞK-ÂŞIK-MA‘ŞÛK olduğunu yazmış ve AŞk kavramını Sudûr Nazarîyesinin temeline yerleştirmişti.. (el-Medînetü’l-fâzıla, s. 54, 68).
Fârâbî’nin bu görüşünü aynen benimseyen İbn Sînâ ise bundan fazla olarak “Risâle fî mâhîyyeti’l-ışk” adlı eserini bu konuya ayırmıştır. Bu eserinde AŞkı kemâl fikriyle irtibâtlandırmış ve bu kavramı gerek tabii gerekse İnsÂNî seviyede bir kemâle erme iştiyakı olarak tanımlamıştır. Filozofa göre kemâlin ilkesi “Mutlak Hayr” olan zorunlu varlık, noksanlığın ilkesi ise madde yâni kemâlden yoksun olmaktır. Söz konusu kemâl-noksanlık yahut varlık-yokluk kutuplaşması bütün varlık tabakalarında tabii bir temâyül uyandırır; AŞk adını alan bu temâyül, varlığın kendi sınırlarına ulaşmasını veya kendini gerçekleştirmesini sağlayan bir tekâmül fikrine işâret eder. AŞkın İnsÂNı yükselteceği en üst kemâl noktası “İlâhîleşmiş İnsÂN” mertebesidir.
AŞKk ve muhabbetin işlendiği hemen bütün dinî ve bazı lâ-dinî eserlerde “AŞk-ı Hakîkî, Mutlak AŞk, AŞk-ı İlâhî” adlarıyla hep ALLAH AŞkı kasdedilmiştir. Âşığın bütün merhalelerden geçerek sonunda ulaşacağı gerçek AŞKk budur. Manzum ve mensur müstakil tasavvufî eserlerle Tasavvufî TEVHİDlerde yer alan AŞk anlayışı bu olmuştur. Gerçek AŞka ulaşmak için Hz. Peygamber’in de bu mânâda sevilmesi gerekir, buna “AŞk-ı resûl” adı verilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in isimlerinden biri de “HABÎBULLAH”tır (ALLAH’ın sevgilisi). Süleymân Çelebi Mevlid’inde.:
“Ey habîbim sana âşık olmuşam,
Cümle halkı sana bende kılmişâm”
Derken ALLAH’ın ve bütün yaratılmışların Hz. Peygamber’e karşı bu mânâdaki sevgisini ve duygularını dile getirir. Yûnus Emre’nin.:
“AŞkın ile âşıklar yansın yâ Resûlellah,
İçip AŞkın şarâbın kansın yâ Resûlellah”
Matla‘lı gazel-ilâhisi de bu konuyu işleyen ve asırlarca çok tanınıp sevilmiş, pek çok kere de bestelenmiş bir şiirdir. Bu konu divân Şâirlerinin na‘tlarında da işlenmiştir. Bir de tasavvuf ulularına ve tarikat kurmuş büyük mutasavvıflara karşı bağlılarının duyduğu sevgi ve muhabbeti dile getiren şiirler vardır ki bunları da AŞk konusunun ele alındığı ikinci grup eserler arasında saymak gerekir.. (TDV An..)”
AŞKk.: Arapça, aşırı derecedeki sevgi. Bu da maddî ve mânevî şekillerde olur. Bir kadın gözününde bulundurularak zevki ve cinsi cazibe ön planda tutulmak sûretiyle oluşan AŞk maddîdir. Bunun platonik, hayalî olanı da vardır (Platonik). Şâirlerin AŞkı böyledir. Bu AŞk genelde mecâzîdir. Hakikî AŞk ise, ALLAH AŞkıdır.
Cenâb-ı HAKk bir kudsî hadiste.: "Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi arzu ettim, âlemi yarattım" buyurmaktadır ki İlâhî AŞkın kaynağı budur. Çünkü ALLAH'ı bilmek, tanımak ancak AŞk ile olur. ALLAH'ı gerçekten seven kişi O'nun yarattıklarını da aynı şekilde sever. Yaratandan ötürü yaratılanı sever. Bu AŞk =>güzele değil =>Güzelliğedir.
Herkesi, herşeyi sevmektir. Varlıklarda tezâhür eden ALLAH'ın Sanatını, Kudretini, Rahmetini, Lutfunu ibretle temâşa etmektir. Bu AŞka bâzen "Mecâzî AŞk"la da ulaşılır. Bundan dolayı "Mecâzî AŞk, gerçek AŞkın köprüsüdür" denilmiştir. Gerçek AŞka ulaşmak da ilimle olmaz. Nitekim Fuzulî bunu şu beytiyle çok güzel anlatmaktadır.:
AŞk imiş her ne var âlemde
İlim bir kil u kal imiş ancak..
Bazı yazarlar AŞkı şiddetine göre şu şekilde sıralarlar.:
1. İrade 2. Muhabbet 3. Hevâ 4. Sakabe 5. Tebettül 6. Alâka 7. Vüluğ 8. Kelef 9. Şağaf 10. AŞk 11. Ülfet 12. Garava 13. Hullet 14. Teyemmüm 15. Valeh 16. Tedellüh 17. Velâ (EC)
FENÂ Fİ'L-AŞKk.: Arapça, AŞkta fânî olmak mânâsındadır. Vücûd-ı Mutlak, aynı zamanda Kemâl-i Mutlak, Cemâl-i Mutlak ve Hayr-ı Mutlaktır. Cemâl =>AŞkı doğurur ve cemâl AŞksız olamaz. Dünyâ üzerinde gördüğümüz her güzel, mutlak güzelden bir parçadır. Bu sebeble güzel olanı sevmek, Cemâl-i Mutlak'ı sevmek demektir. Mutasavvıflar, bundan hareketle, Fenâ fi'l-AŞk Nazarîyesini geliştirmişlerdir. Bu, Fenâ fillah mertebesinin ilham ettiği bir fikir, bir akîde ve bir menzildir. Her şey, sonunda dönüp dolaşıp Vücûd-ı Mutlak'a varacağı gibi, AŞk da sonunda aynı yere varacaktır. Âşık gerçekte Cemâl-i Mutlak'a =>Âşık olmuştur.
Çünkü Güzellik =>Cemâl-i Mutlak'tan İnsÂN yüzüne düşen bir NÛR Zerresidir. AŞk da, o NÛR’un doğurduğu bir duygudur. Mâşukun güzelliğinde, Cemâl-i Mutlak sezildiği için, Âşık, Rûhunu derece derece saflaştırarak, heyecândan buhrana, buhrandan vecde, vecdden istiğraka geçerek, tıpkı Kemâl-i Mutlak'a ve Hayr-ı Mutlak'a karşı duyulan hayranlık yüzünden, Fenâ fillah mertebesine erenler gibi, fenâ fi'l-AŞk merhalesine ulaşır. Artık o menzilde, AŞk, Âşık ve Mâşuk birleşir, Cemâl-i Mutlak da mahvolup gider. Fenâ fi'l-AŞk Sırrına erenler, bütün Beşerî Duygulardan sıyrılarak ilâhîleşirler, RABBânîleşirler. (EC)
AŞKk!.
Ey gönül gel gayriden geç AŞka eyle iktida,
Zümre-yi Ehl-i Hakikat anı kılmış mukteda..
Cümle mevdudat u ma'lumat'a AŞk akdem dürür,
Ziyra AŞkın evveline bulmadılar ibtida..
Hem dahi cümle fenâ buldukta AŞk bâki kalır,
Bu sebebden didiler kim AŞka yoktur intiha..
Mâsivâ-yı AŞkının sevdâsını gönlümden al,
AŞkını eyle iki alemde bana âşina..
AŞkile tamu'da olmak CeNNetidir Âşıkın,
Liyk CeNNetde olursa tamu'dur AŞksız ana..
Ey Niyazî mürşid istersen bu yolda AŞka uy.
Enbiya vü evliya'ya AŞk oluptur rehnüma..
İktida.: Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek.
Mukteda.: Kendisine uyulan. Önde giden. * Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ. * Namazda kendine uyulan imam..
Mevdud.: Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş.
Ma'lumat.: Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler.
Akdem.: Daha önce. Daha ileri. Daha mühim.
İbtida.: Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.
Bâki.: Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez. * Sonsuz. * Cenab-ı Hak.
Fâni.: Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir.
İntiha.: Son, nihayet, uç.İNTİHA' : Eğilme. Dayanma, yaslanma.
Tevfik.: Uygun düşürme. * Uydurma. Muvafık kılma. * Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.
Refik.: Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş.
Cüda.: f. Ayrılık. Ayrılmış.
Mâsivâ.: Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler.
Sevdâ.: f. Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk..
Tamu.: (Aslı: Tamuğdur) Cehennem.
Liyk.: Lîk.: f. Lâkin, amma, ancak, fakat.
Rehnüma.: f. Yol gösteren. Kılavuz.
AYNA..
AŞk aynaya düşer mi? Düşer elbet görene,
Aynaya bakar mâşuk ȃşık olur kendine,
“OL!” dedi olan OLdu, aynalar sûret buldu,
Parlayan her aynada kendinden sıfat gördü..
Ayna olmuş yeryüzü kendini seyrediyor
Tesbihtedir her zerre kendini zikrediyor
Bȃtın’ken Zȃhir oldu Evvel’ken Âhir oldu,
Kendini seyreyledi kendine ȃşık oldu..
Kenz-i mahfi açıldı mücevherler saçıldı,
Temâşa etti zevkle AŞk şerbeti içildi..
Bu oluş AŞk masalı “Kȃmil” ayna emsâli,
Her yan HAKk’ın cemȃli gören O’nun timsâli..
Dost Emîn der temiz ol içinde pas kalmasın,
Seyredene hürmeten aynan her an parlasın..
AŞKA DÜŞTÜK..
Akıl baliğ olunca şaşırdık bu olguya,
Baktık sonsuz uzaya dedik nedir bu dünyâ..
Gördük çok şey etrafta inceledik merakla,
Sığmıyordu akıla kapıldık bir korkuya..
Hayretle hayran olduk yaratan Yüce HAKk’a,
Şükür olsun MevLâya AŞka düştük sonunda..
Tek o vardı Ezelde, yine O var şu ÂNda,
Evvel Âhir her ÂNda mevcûddur her zamanda,
Hem Zȃhir hem Bȃtında bulunur her mekȃnda,
Fâil O’dur her işte mevsuftur her sıfatta..
Ayrı gayrı arama her şey ait ALLAH’a,
Lütuf etti kuluna AŞka düştük sonunda..
Bu AŞk nelere kadir, Bȃtını eder Zȃhir,
Kendinden kendinedir Âşık Mâşuk aslı bir,
Gizli bir hazinedir saçılanlar incidir,
Mâşuk kendine +Aşık görünen ziynetidir..
Nasıl Âşık olunmaz şu muhteşem olguya,
AŞk uyandı rûhumda AŞka düştük sonunda..
Anladık en sonunda yer kalmadı korkuya,
O’ndan geldik O’yuz biz Zȃhiriz bu zamanda,
ÂNı yaşa dâima yükselirsin kullukla,
Razı olursa MeVLâ verir AŞkını sana..
İstersen düşmek AŞka işin özü sevgidir,
Yaratılana bakıp Yaratan’ı görmektir..
Sevgiyle gördüğüne varlığını vermektir..
İhlȃsla kulluk edip özveriyi bilmektir..
Dost Emîn ȃşık oldu HAKk’ı buldu canında,
Fâil, mevsuf, mevcûd O, Gayrullah yok burada,
İzleyen O kendini Enfüste ve Afâkta,
Ȃşık olmuş kendine yarattığı aynada..
Her zerre ȃşık O’na, dȃhil olmuş AŞkına
Sonsuz şükür ALLAH’a AŞka düştük sonunda..
9.4. A'YAN-ı SÂBİTE.: Arapça, değişmez aynlar, özler demektir. Varlıkların ALLAH (celle celâlihu)'ın ilminde sâbit olan ezelî hakikatları. Varlık âlemîne çıkmadan önce, bunlar Hakkındaki ilmi. (EC)
Evvelinde indinde bir ayan-ı sâbittim,
OL!. Emrinle âhirde bir can olarak geldim,
Vücûd SENin bilmedim kendime varlık verdim,
Her işi yapan SENken Fâil’i kendim bildim,
Ne olur yüce RABB’im beni SENden ayırma,
Ârif Kullardan eyle cehâlette bırakma!.
9.5. BENLİK.: Tasavvufta “ene” olarak bilinen egonun, kibir ve gurur içinde kendine varlık vermenin bir ifâdesidir.
Kendi Nefsi’ni beğenen ve seven adam başkasını sevmez.
Bu tip İnsÂNlar, Kur’ÂN’da şöyle anılmıştır.: “O kimse ki hevâsını ilâh edinmiştir.”
أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلً “E raeyte menittehaze ilâhehu hevâh (hevâhu), e fe ente tekûnu aleyhi vekîlâ (vekîlen).: Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilâh edineni gördün mü? Şimdi o’na karşı sen mi vekil olacaksın?”(Furkân 25/43)
"BEN" DİYENİ İRŞAD MÜMKÜN DEĞİLDİR..
“Tasavvufta kişinin kendine değer vermesi, malını,
mülkünü, makam ve mevki'ini ön plâna çıkararak Cenâb-ı HAKk'ı unutması matlûb/istenilen şey değildir. Bunun için benlikten geçmeyen, nefsini terbiye etmeyen, hep "ben" diyen, bu yolda manevî mesafe alamaz. Bu bakımdan böyle kişiler Hakkında, "ene (ben) tahtına oturanı, irşad mümkün değildir" veya "ben diyeni irşad mümkün değildir" denilmiştir..” (EC)
ŞEHîD..
Şehîddir kendini ALLAH’a veren,
Benliği yok eden ölmeden ölen,
Şehîddir ebedî CeNNete giren,
Benliği öldüren, ölmeden ölen..
ÖLmeden ÖLürsen Şehîd olursun,
“Ben”liğin giderse HAKk’ı bulursun..
Bir cihad düşün ki düşmanın sensin,
Kötülük emreden emmâre nefsin,
İradenle savaş nefsin yenilsin,
Benliğin gitsin de şehâdet gelsin..
Ölmeden ölürsen şehîd olursun
Benliğin giderse HAKk’ı bulursun
Dost Emîn’im der ki sen de şehîd ol,
Şehâdet Şerbeti içenlerden ol,
“Ben”liğini ÖLdür sonsuz hayat bul,
CeNNetin Zevkine burda dȃhil ol..
Ölmeden ölürsen şehîd olursun
Benliğin giderse HAKk’ı bulursun
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.:“Mutü kable en temutu.: ÖLmeden ÖNce ÖLünüz!”buyurmuştur. (Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II-291-2669)
9.6.BİLMEK=>BULMAK=>OLMAK!. Tasavvufta, YAKÎN (Hakikat Bilgisi) Mertebelerinin (İlme’l-Yakîn, Ayne’l-Yakîn, Hakka’l-Yakîn) önemli yeri vardır. Kısaca, bu mertebeler bilmek, bulmak ve olmak şeklinde ifâde edilebilmektedir..
“Olgunlaşmanın üç merhalesi, "Kendini BİLen, RABB’ini BİLir" fefvâsınca, bir İnsÂNın OLaBİLmesi için, kendini BİLerek, tanıyarak, RABB’isini BULması gerekir.” (EC)
9.7.BEZM-i ELEST.: “Farsça ve Arapça iki kelimeden oluşmuş "Elest Toplantısı" anlamında bir tâbir. A'râf Sûresi'nin 172 nolu âyetinde ALLAH celle celâlihu, rûhlara "Elestü bi-RABB’iküm.: Ben sizin RABB’iniz değil miyim?” sorusunu yöneltince ruhlar.: "Belâ.: BiLâkis evet!.” dediler, işte bu toplantı, rûhlar bedene girmeden yapılmış, ALLAH ile rûhlar
arasında "misak" (sözleşme) vukubulmuştu. Orada verilen sözün doğruluğunun sınanması için, ALLAH celle celâlihu, ruhları bu imtihan Dünyâsına gönderdi. Şu ÂN’da bu sınavdayız. ALLAH celle celâlihu ile rûhlar arasındaki sözleşmenin meydana geldiği toplantıya =>"Bezm-i Elest" yâni "Elest Toplantısı" denir. Bezm-i ev Edna.: Yahut daha yakın olma toplantısı, anlamında bir ifâde. Mi’rac'da Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in ALLAH'a yaklaştığı son nokta ve orada meydana gelen toplantı. Hiçlik Makamı.” (EC)
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ “Ve iz ehaze RABBuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevme’l- kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn (gâfilîne).:Hani RABBin, Âdem Oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhidler kılmıştı.: "BEN sizin RABBiniz değil miyim?" (demişti de) onlar.: "Evet (RABBimizsin), şâhid olduk" demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü.: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir.” (A'râf 7/172)
ELEST!.
Sanma EzeLde, “Elest” ÂNdadır,
Senle birlikte, RABB’in CÂNdadır,
Uzakta bilme, yakınındadır,
“Beli!” de hemen RABB’in CÂNdadır
“Elest Bezmi” de şimdi burdadır,
Bunu bilmeyen aldanmadadır,
“Beli!” demeyen yanar, NÂRdadır,
“Beli” de hemen RABB’in CÂNdadır..
RABB’ini BİL sen, O CÂNındadır,
Zikret ve Fikret, O yanındadır,
Dost Emîn’im der “Elest” burdadır,
“Beli!” de hemen RABB’in CÂNdadır..
9.8.CELȂL - CEMȂL
“CELÂL: Arapça. Ululuk, büyüklük, azamet. Bir şeyin celîl olması, onun büyümesidir. ALLAH'ın Celȃli ise, O'nun ululuğudur. Kuşeyrî'ye göre, Celîl, yücelik ve ululukla ilgili sıfatlara hak kazanan demektir. Celȃl, kahr sıfatıdır. Selbî sıfatlara da ıtlak olunur. Meselâ, ALLAH'ın cism, cismânî, cevher ve araz olmaması gibi. İşte ALLAH'ın, bunlar ve benzerleri noksan sıfatlardan yüce olması, Celȃl'in mânâları içinde yer alır.
Tafsil üzere olan Celȃl ise, şeref, azamet, övme ve kibriya sıfatından ibârettir. Cenâb-ı ALLAH'ın lütuf ile tecellîsine "Cemȃll" dendiği gibi, bunun mukabili olarak kahr ile tecellîsine de "Celȃl" denir. Celȃl kelimesi bir İnsÂN için kullanıldığında, bir tür öfke mânâsı taşı.: Celȃl, ALLAH'ın mânevî kahrına da denir.
Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî, Celâl Sâhibinin Ceberut Sıfatlarından biriyle muttasıf olduğu ve ALLAH'ın da bu sıfat ile sıfatlandığı kanaatindedir. Celâl Sâhibi, yine ona göre, kahr ve galebe sâhibidir..” (EC)
“CEMÂL.: Arapça. Güzel, güzellik, iç ve dış güzelliğini ifâde eder. İki türlü Cemȃl olduğu söylenir, birisi halkın bildiği güzellik, ikincisi hakikî güzellik. Bu da her uzvun, olması gerektiği karakter ve hey'etin en faziletlisi üzere bulunmasıdır. Cemȃl, ALLAH'ın Müşâhede-i İlmîyye olarak, kendi Zâtında ilk müşâhede ettiği ezelî bir sıfatıdır. O, müşâhede-i Aynîyye olarak yarattıklarında bu sıfatı görmek diledi, bunun üzerine ayna gibi kendi Cemȃlinin aynını görmek üzere âlemi yarattı. Cürcânî'ye göre Cemȃl, rıza ve lütfa taalluk eden sıfatlardandır. Kâşânî'ye göre de, el-Cemȃl, ALLAH'ın Lütf ve Rahmetinin vasıflarıdır. Cemȃl için bir Celȃll vardır. Bu da, kȃinatın taayyünleri ile Cemȃlin perdelenmesidir. Her Celâlin ardında da, bir Cemȃl vardır. ALLAHCelȃl ve Kahriyle bütün mevhum varlıkları ortadan kaldırır, böylece Cemȃlini ortaya çıkarır. Bu sebeble, CelȃlCemȃlin aynıdır. Erzurumlu İbrahîm HAKkı'nın.: "Kahrın da hoş, Lütfün da hoş" diye terennüm etmesi, hakikatte Cemȃl ve Celȃlin aynılığına işâret etmek içindir. Bu konudaki bazı atasözleri şu şekildedir: "Celȃli de hak, Cemȃli de hak", "Celȃlinden Cemâline sığın", "Cemȃlin HAKkı için". (EC)
KAHRIN da HOŞ, LUTFUN da HOŞ!.
Cana cefâ kıl ya vefâ, Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..
Ya derd gönder ya devâ, Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..
Hoştur bana senden gelen:
Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül, yahut diken.. Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..
Gelse Celȃlinden cefâ
Yahut Cemȃlinden vefâ,
İkiside cana safa: Kahrın da hoş,Lutfun da hoş..
Ger bağ-u ger bostan ola.
Ger bendü ger zindan ola,
Ger vasl-ü ger hicrân ola, Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..
Ey Padişâh-ı Lemyezel!
Zât-ı ebed, hayy-ı ezel!
Ey lutfu bol, kahrı güzel! Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..
Ağlatırsın zâri zâri,
Verirsen CeNNet-ü Huri,
Lâyık görür isen nâri, Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..
Gerek ağlat, gerek güldür,
Gerek yaşat gerek öldür, Ȃşık YûnusSANA kuldur, Kahrın da hoş, Lutfun da hoş..
Her işte şekilde O’nu görürsün, Cemȃlini görür hayran olursun, Celȃlinden korkar dona kalırsın,
Gördüğün rüyâdır aldanma sakın,
Aynıdır görünen dikkatli bakın..
Ezel, ebed, devrânda, gâye rûhun kemȃli,
Bir bütünün içinde rûhun olmaz zevâli, Kemȃle eren rûhlar her ÂN görür Cemȃli, Celâl, Cemȃlcemâl işler O =>“Lȃ mevcȗde illâ Hȗ”..
“CEZB.: Arapça kendine çekmek anlamına gelir. ALLAH'ın Kulunu kendi hazretine çekmesi. Cezbu'l-Ervâh.: Rûhların çekilişi demektir. Münacat, muhataba, sırların müşâhedesi ve kalblerin yücelmesi vs. gibi inâyet ve tevfikten ibârettir..
Harraz, bu konuda şöyle der: "ALLAH, Velî kullarının rûhlarını kendine çeker, kurbünü ve zikrini taddırır, bedenlerine herşeyden lezzet almayı hızlandırır. Velîlerin bedenlerinin yaşantısı hayvanlarınki gibi, rûhlarının yaşantısı da RABBanîlerinki gibidir.
Sufîler CEZBEye dâir şu tanımı da getirirler.:
Kulun Beşeri Özelliklerden çekilip İlâhî Özellikleri kazanarak, Vahdet Tecellîlerini müşâhede etmesi. CEZBE ile ilgili şu açıklamalar da ilgi çekicidir.: 1-)CEZBE=>Riyazet ve ibâdete devâmla hislerin yok olmasıdır. 2-)CEZBE=>HAKka vusuldür. 3-)CEZBEde Şart =>Kabiliyete bağlıdır. Bu kabiliyet sonradan kulun çabasıyla oluşmaz, ALLAH tarafından bahşedilmiş (vehbî) dir..
İki türlü CEZBE vardır.: 1-) Gizli (Hafi) CEZBE=>Kulun HAKk'ı sevmesi. 2-) Açık (celî) CEZBE=>HAKk'ın kulu sevmesi. CEZBE noktasında Sâlikler iki durumdadır.” (EC)
“CEZBELENMEK.: Zikir veya Sohbet sırasında, ansızın yerinden sıçrayarak "Hayy!." diye bağıran için kullanılan tâbir. Dervişin kendisini tutması, bağırmaması doğru bir davranıştır. Sürekli CEZBE halinde kalanlarla düşüp kalkmak, doğru değildir. Zirâ hallerini karşılarındakilere giydirirler. Bu da, kabı dar (rûhanî kabiliyeti gelişmemiş) kişiler için taşınması zor bir yüktür. Bu gibi kişilerin gönüllerine dokunmamak, kendi hallerinde bırakmak, eğer varsa, ihtiyaçlarını, hemen gidermek uygundur.”(EC)
CEZBE!.
Düştüm CEZBEye çıktım gezmeye,
Akıl yok oldu bu haz bitmeye,
Bu zevk rûhumdan sakın gitmeye, Mâşuk kalbimde çıktım gezmeye..
Bu ne duygudur eşyâ yok oldu,
Her yönde O var her şey terk oldu, AŞkla titredim vuslât zevk oldu,
Düştüm CEZBEye keşke gitmeye..
Gönül titredi gökler yer oldu,
Yıldızlar çaktı her yer NÛR oldu,,
Boyandı semâ rengȃrenk oldu,
Bu nasıl zevktir nolur gitmeye..
DostEmin kimsin, sen neredesin,
Gök yer bir olmuş hangi yerdesin, Mâşuk seninle, AŞk içindesin,
Düştün CEZBEye bu zevk bitmeye..