ÜÇ BOYUTUN DIŞINDA BOYUT VAR MI?

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

ÜÇ BOYUTUN DIŞINDA BOYUT VAR MI?

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

ÜÇ BOYUTUN DIŞINDA BOYUT VAR MI?
SELİM GÜRBÜZER
Üç boyutlu denen mekân tanımlaması aslında beşer boyutunda algılanan bir tanımlamadır. Değim yerindeyse beşer olarak tamamen algılarımızın bize kabul ettirdiği mekân boyutu algısıdır bu. Şayet işin aslı nedir ne değildir diye araştırıp hakikat penceresi boyutuyla bakmaya çalıştığımızda ulaşacağımız en nihai veri kâinatta sadece birkaç boyut değil çok boyutluluk üzerine kurulu hayat nizamının var olduğunu idrak etmek olacaktır. Açıkçası ilk peygamber ve aynı zamanda ilk insan Hz. Adem (a.s) ile birlikte yaratılış kodlarımızdaki görme aralığımız işin hakikat boyut kısmını görmemize mani frekans aralığında olduğu içindir çevremizde olan biten her şeyi ister istemez üç boyut penceresinden bakmak durumundayız. Bu bir anlamda zahiren baktığımız her nesne aslında gözümüzün üç boyutlu olarak algıladığı görüntünün ta kendisi nesnel algıdır bu. Nitekim algıladığımız bu üç boyutlu nesnel görüntü fizikte ‘en, boy ve derinlik’ boyutu olarak karşılık bulur. Yok, eğer gözümüze görüntü olarak nesne değil de ışık çıkarsa, çıkan bu görüntü fizikte frekans ya da dalga boyu olarak karşılık bulur. Sonuçta ister nesnel boyuttan söz edelim ister güneşten gelen ışık demetleri arasında ki uzaklığı belirleyen ışık dalga boylarından söz edelim hiç fark etmez, şu bir gerçek ki asıl bizim için acaba üç boyutun dışında, daha başka boyutlar var mı sorusuna verilecek cevap zihnimizi zonklayacak husus gibi gözüküyor. Hatta fizik ötesi boyut denen metafizik âlemde zihnimizi zonklayacak konulardan biridir. Şimdi gel de böylesi konular bizim zihnimizi zonklamasın, ne mümkün. Öyle ya, biz aciz kullar olarak herhangi bir nesnenin alan hesaplamasını yaparken bikere her şeyden önce üç boyutlu bakış açımızla gördüğümüz nesnenin ancak en, boy ve derinliğini ölçüp biçerekten konumunu belirleyebiliyoruz. Bu durumu rakamlarla ifade ettiğimizde çıplak gözle gördüğümüz tüm nesnel olayları yaratılış kodlarımızda var olan üç boyutlu pencereden bakaraktan milimetrenin binde birinin (1/1000 mm) onda dördü (0,4) dalga boyuna tekabül eden bant sınırları içerisinde zihnimizde canlandırıldığı şekliyle görüntüler ve öyle değerlendirdiğimizi idrak etmiş oluruz. Fizikçiler ise malum kendi bilimsel ilgi alanları olmaları hasebiyle nesnel olaylara optik pencereden bakaraktan elektro manyetik spektrum dedikleri ve gelen radyasyonun dalga boylarına (frekanslar) göre ayrıldığı bantlardan istifade ederekten ölçümlerini yapıp grafiksel ya da pik şeklinde görüntülemeye çalışaraktan değerlendirmelerini yaparlar hep.
Peki, acaba bizim dışımızdaki canlılarda görüntü algısı boyutu bire bir bizimki gibi aynı mıdır? Bu sorunun cevabını verebilmek için ilk evvela bu durumu ancak canlılar üzerinden örneklendirerekten açıklığa kavuşturabiliriz. Örnek mi? Mesela yılan ve kertenkele gibi canlılar etrafını derinlik boyutundan yoksun baktıklarından eşyayı algılamaları tıpkı ışığın fotoğraf karesine düşen görünümdekinin, yani film şeridine yansıyan görüntünün aynısı gibi görmeleri bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten. Renk bakımdan durum tespiti yapmaya çalıştığımızda ise mesela binek atların yiyeceklerinin saman veya yeşil ot şeklinde otlamalarından olsa gerek yeşil ve sarı renkleri çok rahatlıkla ayırt edebildiklerini, köpeklerinse tam aksine renk körü oldukları için renk ayrımı yapmadıkları tarzında daha pek çok örneklerle karşılaşmak pekâlâ mümkün. Malumunuz köpeklerde yaratılışında renk algısı kodu yerine koku alma algısı kodlandığı içindir daha çok koku alma duyuları yoluyla yiyeceklerini ayırt etmekteler. Hatta Pavlov’un içgüdüyle acıkma arasında ilişkiyi ispatlamak adına köpekler üzerinde yaptığı zil sesiyle şartlandırma yöntemine benzer bir yöntemle köpeğin önüne bir takım müzik melodileri eşliğinde yemek verildiğinde de ağız salyasının akıttığı bilinen bir gerçekliktir. Bu demektir ki köpek veya kedilerin renge karşı ayırt edici hiçbir şekilde seçicilikleri söz konusu olmazken zil sesinde olduğu gibi işin içine sadece kendi yaratılışlarındaki algılayacağı duyu kodları yönünde ancak pür dikkat kesilip ihtiyacı olan nesneye duyarlı olabiliyorlar. Anlaşılan o ki, Yüce Allah (c.c) ihtiyacı olan canlıya renk ihsan ediyor. Mesela arılar diğer canlılar gibi iri gözlü olmamalarına rağmen bir bakıyorsun değişik renkte çiçekleri çok rahatlıkla ayırt edebildikleri gibi sarı iğnesiyle bir yandan nektar elde ederken icabında diğer yandan da beyaz renkle akasya çiçeğini de boş geçmeyebiliyor. Hakeza tavuklar ve maymunlarda yedi tayf rengi ayırt edebilecek donanımda hayvanlardır. Bu arada yine bir başka ilgimizi çekecek üstün donanıma haiz bir balık türü vardır ki, o balık türü bilhassa Güney Mexico ve Kuzey Amerika’daki nehirlerin çamurlu bölgelerinde ‘Anablep’ diye adından söz ettiren balık türünden başkası değildir elbet. Hiç kuşkusuz onu diğer balık türlerinin yanında ayrıcalık kılan tarafı her iki gözünün alt ve üst extremitelerle donatılmış olmanın avantajıyla çok rahatlıkla hem suyun altını hem de üstünü kolaçan edecek şekilde gözetleyebiliyor olmasıdır. İşte bu nedenledir ki kendisine ‘dörtgöz’ balık denip bu sayede hem dışarıda kendisini avlamak için pür dikkat kesilen kuşları izleyebiliyor hem de çok rahatlıkla suyun altındaki gıdasını aramaya da koyulabiliyor. Tabii tüm maharetleri bunlarla sınırlı değil, dahası var; mesela dışarıda uçan bir böcek varsa kapana düşürüp avlayabiliyor da. Hani üstün yetenekli kişiler için on parmağında on marifet var denilir ya hep, aynen öylede bu balık türü hakkında da bir çift gözünde dört boyutlu optik marifet var dersek yeridir. Hakeza bize yine bir başka ilginç gelecek balık türleri de vardır ki, mesela bu tür balıkların kırmızı ve yeşil arası renkleri çok rahatlıkla ayırt ediyor olmalarıdır. İşte tüm bu verdiğimiz örneklerden anlaşılan o ki, renk algısı da aslında dalga boyu ölçeğinde bir çeşit boyut tonlamadır. Derken böylesi bir boyut ortamında her tondan renk tonlamaları değiştikçe dalga boylarının da değişebileceğini idrak etmiş oluruz.
Tabiî ki her mekânın boyut farklığının yanı sıra canlı cansız her obje arasında boyut farklarının belli bir hesaba göre ayarlandığı muhakkak. Bu yüzden fiziki boyutu tespit için fizik bilimi doğuvermiştir. Birde fizik ötesi âlem vardır ki; o da malum fizikçilerin ölçemeyeceği beşer ufkun ötesinde bir boyuttur. Yani bu demektir ki bizim boyutumuz dışındaki canlı ve cansız varlıklarla birlikte paylaştığımız mekânları ancak üç boyutlu bir bakış açısıyla hem hal olmamıza ve görüntü almamıza izin veriyor. Belli ki bu üç boyutu aşacak hamle ancak ve ancak takva sahibi Allah dostlarına nasip olacak bir durumdur. Örnek mi? İşte Miraç olayı bizatihi fizik ötesi âlemin bir başka boyutta olduğunun idrak edilmesine ziyadesiyle yetecek derecede mucizevi örnek bir delildir. Ancak ne var ki insanoğlu hep gördüğüne inanmak ister ya, maalesef mucizevi örneklere inanmayanlarda olabiliyor, oysaki çıplak gözle görme olayı dış göz boyutudur.
Evet, dış göz ancak ve ancak üç boyutu algılayabiliyor. İç göz bir başkadır elbet, ilim irfan ve feraset gerektirir. İç göz melekemizi çalıştırmadığımız içindir ötelerden bihaberiz. Tabii bihaber kalışımız gökle yer arasında nice bilmediğimiz canlı cansız varlıkların yok olduğu anlamına gelmez, tam aksine iç içeyiz de. Demek oluyor ki görememenin asla cismin küçük boyutta oluşu veya gök kubbeye uzanan devasa boyutta oluşuyla hiçte ilgisi yoktur diyebiliriz. Kaldı ki mikro âlemi çıplak gözle göremesek de mikroskop ve spektrofotometre gibi aletlerle pek çok şeyi görebiliyoruz. Mesela spektrofotometre ile daha çok metrenin milyonda biri ya da milimetrenin binde biri olarak tarif edilen mikron ölçekli dalga boylarında ki maddelerin varlıklarını pekâlâ gözlemleyebiliyoruz. Hakeza çıplak gözle göremediğimiz bakterileri de çok rahatlıkla mikroskopta pekâlâ görebiliyoruz. Anlaşılan o ki çıplak gözle göremeyişimiz boyut farklılığı ile ilgili bir durumdur. Kelimenin tam anlamıyla bizim algılayabileceğimiz alanların dışında her ne boyutta canlı cansız varlık varsa biliniz ki aramızda olan dalga boyu farklılıklarından dolayı onları göremiyoruzdur.
Malumunuz melekler çok hızlı hareket eden varlıklar olması hasebiyle beşer boyutundan bakıldığında bize görünmez olmaları son derece gayet tabii bir durumdur. Nasıl ki laboratuvarda çalışanlar içerlerinde belirli miktarlarda solüsyon bulunan ependorf tüplerini santrifüj godelerine yerleştirdiklerinde örneğin santrifüje 14.000 rpm de start verildiğinde bir süre sonra godelerle birlikte ependorf tüplerini döner halde göremiyorlarsa aynen öyle de arzla sema arasında hızlarına vakıf olamadığımız daha nice canlı cansız her ne varsa onları göremiyor olmamız elbette ki onların yok olduğu anlamına gelmez. Ki, bizim beşer olarak bu dünyada 400 ila 700 nanometre aralıkları dışında göremeyeceğimiz nice meleğimsi varlıkların yanı sıra göz retinamızın hassas sinir hücrelerince bile algılanamayacak derecede farklı dalga boylarda dizilen binlerce radyo televizyon dalgaları, radar ışınları, röntgen, gamma ve kozmik ışınların varlığı söz konusudur. Besbelli ki gözümüz ancak 0,4 - 0,7 mikron aralığındaki ışıklara duyarlılık gösterebiliyor. Hiç şüphe yoktur ki, mutlak manada kanun koyucu olan sadece Allah’tır, dolayısıyla nice sırlarına erişemediğimiz enerji türünden ışınlar bize aynı zamanda kuantum fizik kanununun varlığını da ortaya koyar. Hakeza renklerde belli kanunlara tabii olarak var olduklarını gösterir. Nasıl mı? Mesela güneşten gelen ışık ilk etapta bize beyaz ışıkmış gibisine algılarız. Oysaki beyaz ışığı renk analizini tabii tuttuğumuz da çoklu renk ışık karışımından ibaret olduğu görülecektir. Nitekim görünür ışığı cam prizmadan geçirdiğimizde gök kuşağında olduğu gibi yedi tayf renklere ayrıldığını görmek pekâlâ mümkün. Şayet bilim dünyası renk analizlerinden elde ettikleri verileri önümüze koymasaydılar ışık deyince sadece beyaz renk skalası olarak algılayacaktık. Neyse ki önümüze koydukları bilimsel renk analizi verileri sayesinde en kısa dalga boyun mor, en uzun dalga boyunun ise kırmızı rengin olduğunu fark ediverdik.
Allah-u Teâlâ Kur’an’da “O semaların, arzın ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Ve O doğuların Rabbi’dir” (Saffât sûresi (37) 5.ayet) diye beyan buyurduğu ayet-i kerime de ifade edilen ‘doğuların’ ibaresi güneşe kıyasla bildik istikamet manasına bir boyut ibaresidir. İşte bu ayet-i kerimede geçen doğular ibaresinden hareketle istikamet ya da boyutların varlığına işaret edilen bu husus ister istemez insan zihninde üç boyutun dışında dört, beş, altı diyebileceğimiz daha pek çok boyutların olabileceğini de akıllara düşürüyor elbet. Derken bu noktada boyut arayışı içerisine girildiğinde mesela dördüncü boyutun ‘Zaman’ boyutu olabileceğini idrak etmiş oluruz. Kaldı ki zaman boyutu da bildik saat dilimiyle sınırlı bir boyut değil, o da tıpkı üç boyut gibi kendi nevi şahsına münhasır diyebileceğimiz bir başka boyut algısıdır. Şöyle ki; kendimizi şu an öğrenci olduğumuzu varsayalım. Hiç kuşkusuz birinci derste çalan zil sesi bize teneffüsü hatırlatacaktır. İkinci derse girdiğimizde ise çalacak olan zil sesi de bize bir önceki çalınan zile kıyasla ikinci teneffüs dememiz gerektiğini hatırlatır. Böylece bu hatırlatmalar eşliğinde birinci zil sesiyle ikinci zil sesi arasında geçen süreci bir başka boyutta zihnimizde ‘zaman’ algısı olarak addetmiş oluruz. Öyle ki ikinci zil sesini duyduğumuz andan itibaren birinci zil sesi artık bizim zihnimizde hayalen yaşanmış bir mazi zaman dilimi olur. Derken hayalen hafızada kayıtlı tuttuğumuzla şuan ki yaşanmakta olanı kıyaslayıp kendi zaman algımızı oluşturmuş oluruz. Şayet böylesi bir kıyaslama yapmasak biliniz ki ‘zaman’ kavramından bihaber olacaktık. Zaten beynimiz duyular vasıtasıyla alınan verileri kıyas yaparaktan bir sonuca varır ki, bu noktada tek karar mercii kendi zihinsel bellek yetimizdir. Nitekim zihin dünyamız duyu ve duyu organlarımız vasıtasıyla kendi dağarcığına intikal eden her türlü veriyi harmanlamakla yetinmeyip tüm yaşanmışlıkları, tüm tecrübi kazanımları, tüm öğrenilenleri ve geçmişteki tüm bağlantılarıyla birlikte anlama, anlamlandırma ve hıfz etme yetisi olarak da karşımıza çıkar. Dahası zihin dünyamız beynimizin hem alfabesi hem de veri işleme merkezinin ta kendisi kütüphanemizdir. Değim yerindeyse beyin ve zihin ikilisi etle tırnak misali birbirinden ayrılmayacak derecede iç ve dış gibidirler. Biri somut diğeri soyuttur. Beyin organ olması hasebiyle mekânsal fonksiyon icra eder. Zihin kodlarımız ise meleke olması hasebiyle fonksiyonunu ancak işlevselliği ile varlığını fark ettirir. Birbirinden farklı fonksiyon icra ettikleri şundan besbellidir ki, örneğin beyin şöminede yanan bir aleve elimizi dokundurmamak gerektiğini bilmez, sadece iletişimde aracılık rolü üstlenir, malum dokunmamak gerektiğine karar veren tek mercii zihin dünyamızdır. Dolayısıyla zihin deyip geçmemeli. Öyle ya, şayet bir bilgisayar işletim sistemi tüm donanımlara sahip programlarla yüklü değilse mekanik kısım çelikten de donatılmış olsa tek başına hiçbir anlam ifade etmez. Nasıl ki bilgisayarın hafıza kartı deyince akla ‘harddisk’ geliyorsa aynen öyle de beyin deyince de akla hiç kuşkusuz zihin melekesi gelir. Zira zihin melekesinden yoksun bir beynin daha henüz programı yüklenmemiş bilgisayar harddiskten ya da kurumuş meşe ağaçtan hiçbir farkı yoktur dersek yeridir. Dahası beyin hakkında bünyesinde zihin melekelerini barındıran bir ünitesidir dersek de maksadımızı aşmış sayılmayız. Çünkü böylesi biyolojik donanımlı ünite içerisine şayet zihin kodları kodlanmamışsa beyin ne herhangi bir nesneyi algılayabilir ne de akl edebilir. İyi ki de Yüce Allah (c.c) beynimize zihin kodlarını kodlanmışta bu sayede çevremizde olan biteni çok rahatlıkla yorumlayabiliyoruz. Yetmedi dünden bugüne bugünden yarına gelecek kurgusu planlaması bile yapabiliyoruz. Böylece ‘dün-bugün-yarın’ üçlü sacayağı ekseninde düşünebilme yeteneğimizle ‘zaman’ kavramının şuuruna ermiş oluruz. Düşünsenize zihin dünyamızda hafıza kartlarımız olmasa kim bilir halimiz nice olurdu. Aslında ne olacağını az buçuk tahmin edebiliyoruz, o da malum yaşadığımız hayatın öncesini ve sonrasını kıyas edemeyeceğimizden dolayıdır ki hayatı sırf anlık geçişlerden ibaret olarak algılayacaktık. Nitekim bir insanın yaşı sorulduğunda yaşının kaç olduğu konusunda vereceği cevap o an yaşadığı yılın anlık zaman dilimine göre verilen cevap olmayıp tam aksine doğum tarihinden itibaren tükettiği tüm ömür basamaklarıyla ilgili beyin dağarcığına işlenmiş kronolojik yaş takvimi birikimi doğrultusunda bir cevap olacaktır. Malumunuz geçmişten bugüne zihnimizde canlı tutmaya çalıştığımız tüm hatıralarımız bizim için yaşadıklarımızın dokümantasyonu olurken akılda tutmaya çalıştığımız tüm öğreti cinsten hadiselerde bizim için bilgi deposu diyebileceğimiz hafıza kartımız veya bellek kartımız olur. Yine bir başka meselede malumunuz beynimizi belli bir tertip üzerine alıştırdığımız için yaşanan olayları sürekli ileriye doğru aktığı şeklinde algılarız. Acaba gerçekten zaman ileri akıyor mu, yoksa öyle düşünmeye alıştığımızı için mi beynimiz öyle algılamak ta? Belli ki bu tür sorulara cevap vermek hiçte kolay gibi gözükmüyor. Çünkü zamanın nasıl aktığı konusu bizi aşan bir husus. Şimdilik zaman için daima mekânlarla beraber ötelere ahes aheste uçup giden izafi bir boyut demek düşer bize.
Velhasıl-ı kelam; zaman ötelere kanatlanıp an be an saniye şaşmaksızın tüm cümle âlemi selamlayıp yorulmadan akıp gitse de bir gün gelecek o da bütün boyutlar gibi yutulup fani olmaya mahkûm kalacaktır. Ve bu hakikat ‘zaman’ boyutu içinde kaçınılmaz alın yazısıdır. O halde tüm boyutlara zeval gelene kadar yolun açık olsun demekten başka daha ne diyebiliriz ki.
Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön