DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

DERMÂN BABAm
kaddesallahu sırrahu..

ANKARA’NIN MANEVİ COĞRAFYASI ve DR. MÜNİR DERMAN

PROF. DR. VAHIT GÖKTAŞ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi..

Resim ÖZET..


Ankara, tarihi ve kültürü ile yüzyıllardır Anadolu’nun en önemli şehirlerinden biri olmuştur. “Kuruluş ve Kurtuluş” şehri olarak tanınan Ankara, manevî coğrafyası bakımından da ele alınması gereken bir merkez konumundadır. Ankara’da “manevî coğrafya”sı bakımından en mühim şahsiyet hiç şüphesiz Hacı Bayram-ı Velî Hazretleridir. Ancak bu büyük Türk Velîsinin yanında Ankara’da pek çok Velî ve irfan ehli zât bulunmaktadır. Bu tebliğde Ankara’nın manevî coğrafyasına vurgu yapıldıktan sonra Ankara Yenimahalle Memlik Köyü’nde medfun çok önemli bir Sûfi Dr. Münir Derman’ın kısaca hayatı hakkında bilgi verilmiştir..

Resim GİRİŞ.:

Bir milletin en önemli varlığı yetiştirdiği şahsiyetlerdir. Bu şahsiyetler kültürün taşıyıcısıdır. Kendi kültürüne sahip çıkmayan milletler yok olmaya mahkumdur. Bir de sadece kendi millletinin değil tüm insalığın ortak değeri olan şahsiyetler vardır. Bunlar Sâlih zâtlar, Evliyâullahtir. Hacı Bayram-ı Velî’de hiç şüphesiz bu ortak değerlerden birisidir. Bu sempozyumda da Anadolumuzun kalbi sayılabilecek Ankara’nın Manevî Mimarlar’ından Hacı Bayram-ı Velî’yi ve Ankara’nın manevî coğrafyasını konu edinilmiştir. Malumunuz Anadolu’nun İslamlaşmasında Horasan Erenlerinin etkisi büyük olmuştur. Türklerin Anadolu'yu yurt edinmesinde dervişlerin önemli rolü olmuştur. Bu bölgelerde kurulan zâviyelerin kuruluş gayesi =>tebliğ, iskan, güvenlik haberleşme, eğitim, ticarî ve sosyal hayatın düzenlemesi olmuştur. Bir şehrin veya bir mekanın manevî coğrafyası, oranın tarihi ve kültürünü yansıtan en mühim varlığıdır. Bu şahsiyetler ve bıraktıkları eserler kültür köprüsü ve kültür taşıyıcılarıdır. Ankara bu manada Anadolu’nun âdeta kalbi hüviyetindedir. Tarih boyunca kuruluş ve kurtuluş şehri olmuştur. Yine Ankara tarih boyunca manevî mimarların yetiştiği bir şehir olmuştur. Ankara’da pek çok tarikat etkili olmuştur. Bunların başında ahiliği de bir tarikat olarak nitelendirirsek Bayramî, Rifâî, Halvetî, Mevlevî, Bektaşî ve pek çok tasavvuf ekolü Ankara’da etkili olmuştur..

Osmanlı’nın fetret döneminde Somuncu Baba ve diğer sufîler gibi manevî dirilişin ve sosyal birlikteliğin öncüleri olmuşlardır. Cumhuriyet öncesi ve sonrası Ankara’da faaliyet gösteren veya etkili olan manevî mimarlardan birkaçı şunlardır.:
Hacı Bayram-ı Velî, Taceddin-ı Velî, Ali Semerkandî, Ahî Yusuf, Ahî Şerafeddin, Ahî Hüsameddin, Tiritzâde Hüseyin Efendi, Seyyid Hüseyin Gâzi, Yakub Abdal, Abdullah Çetin Farukî, Ahmet Kayhan, Hasan Burkay, Emin Acar, Asım Köksal, Hacı Gedikli, Münir Derman vb..
Ankara’nın manevî coğrafyası denildiğinde Mesnevî şârihlerinden İsmail Rusuhî Ankaravî ve Abidin Paşa’da bu çerçeveye dahil olmaktadır. Ayrıca Ankara’da yetişen, Akşemseddin, Eşrefoğlu Rumî, Emir Sikkînî, Ömer Dede, Şeyh Lütfullah Efendi, Ahmet Bican, Yazıcızâde Muhammed Efendi, Germiyanoğlu Şeyhî, Kızılca Bedreddin, İnce Bedreddin, Şeyh Yusuf Hakikî, Şeyh Muslihiddin Halife..

(Ankara’daki Irfan ehli yüzlerce zatın kısa hayatlarının ele alındığı bir çalışma için bkz. Abdülkerim Erdoğan, Ankara Erenleri I, Ankara Büyükşehir Belediyesi Yay., Ankara 2012; Konuyla ilgili ayr. bkz. Refik Turan, Fatma Ahsen Turan, Abdülkerim Erdoğan, Horasan’ı Anadolu’ya, Anadolu’yu Balkanlar’a Bağlayan Bir Mana Önderi Hacı Bayram-ı Veli, Ankara Büyükşehir Belediyesi Yay.)

Biz sadece bu tebliğimizde 1989 yılında rahmet-ı Rahman’a kavuşan ve Ankara’da medfun bulunan Münir Derman Hazretleri'nin kısaca hayatından bahsedeceğiz..

Resim MÜNİR DERMAN kaddesallahu sırrahu.:

Münir Derman, 1910 yılında doğmuş ve 1989 yılında vefât etmiştir. Operatör doktor olarak bilinir. Baba tarafından büyük dedesi Şeyh Şâmil; anne tarafından büyük dedesi Ahmet Ziyâeddin Gümüşhanevî’dir. Annesi Şehvar Hatun, babası Ahmet Rasim Efendi’dir. Trabzon doğumludur, 4 yaşında Trabzon’da Buhara’lı Ömer İnan’dan feyz ve eğitim almış ve 9 yaşında hafız olmuştur. İlkokulu Özel Fransız okulunda okumuş, ortaokul ve liseden sonra devlet bursu ile üniversite tahsili için Fransa’ya gönderilmiştir. Fransa’da Felsefe, Psikoloji ve Tıp eğitimi almıştır. Sorbonne’da Doktora yapmıştır. Suudi Arabistan’da bir prensin dâveti üzere bir süre kalmıştır. Kralın saray doktorları arasında yer alır. Bu arada Mısır’da Ezher Üniversitesinde Şeria okumuştur. Askerliğini Kore’de askeri doktor olarak yapmıştır. Bir süre Japonya’da bulunmuştur. A.Ü. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Felsefe alanında öğretim üyesi olarak çalışmıştır. İstanbul üniversitesi Tıp Fakültesini de bitirmiştir. Doğu Anadolu’da Tıp Doktoru olarak kısa bir süre görev yapmıştır. Hükümet Tabibi olarak Bozüyük’te çalışmıştır. Almanya’da 15 yıl anatomi alanında öğretim üyeliği yapmıştır. Eskişehir’de Genel Cerrah olarak doktorluk yapmıştır. Türk Tıbbında ilk defa kopan bir ayağı ameliyatla takmıştır. Bazı hastalıkların tedavisi için bir kısım ilaçlar geliştirmiş ve bu ilaçların patentini almıştır. Ayrıca atom modelinin de dökümünü yapmıştır ancak bunu fazla geliştirememiştir. Fransızca, Almanca, Rusça ve Arapça dillerini iyi seviyede bilen Derman, mütevâzı bir hayat yaşamıştır. Münir Derman tasavvufu.: “Yaşanan bir hal” olarak târif etmiştir. Efendimiz (aleyhisselâm) sünnetine uygun olarak şahsî işlerini bizzât kendi yapmış, işlerini başkalarına yaptırmamış, başkalarına hiçbir vakit yük olmamıştır. Başkalarına hizmet etmeyi hayatının her anında yapmak istediği bir prensip olarak benimsemiştir. Halvet ve riyâzeti manevî terakki ölçüsü olarak benimsemekle birlikte; kendini.: “Meşguliyet içinde herşeyden el etek çekmeye çalışanlardanım.” şeklinde tanımlamıştır. Zaman zaman çok sıkı bir riyâzete girdiğini yine bizzât kendisi ifâde etmiştir. Yine kendini.: “Basit bir mümin ve dünya nimetlerinin şükrünü eda için çalışan bir kişi olarak” tanımlamaktadır. Talebe veya mürid edinmek için çaba sarfetmemiştir. Kibirden riyâdan uzak Mahviyet ve Melâmet Neşvesi içerisinde yaşamayı tercih etmiştir. Münir Derman seyr u sûlükün esaslarını şu şekilde belirtir.: Tevbe, Zühd, Kanaat, Uzlet, Zikir, ALLAH’a Teveccüh, Sabır, Murâkabe, Rızâ..
Münir Derman nefsin mertebeleriyle irtibatlı olarak seyr u sülûkun yedi mertebesini şöyle sıralar.:
Makam-ı Nefs.: Seyr İlallah. Nefs-ı Emmâre
Makam-ı Sadr.: Seyr Billâh. Nefs-ı Levvâme ’den kurtulmaktır.
Makam-ı Rûh.: Seyr Alellah. Nefs-ı Mülhime ile mücâdele edilir.
Makam-ı Sır.: Seyr Maallah. Nefs-ı Mutmainne
Makam-ı Sırr-ı Sır.: Seyr Fillah. Nefs-ı Râziye
Makam-ı İfnâ.: Seyr Anillah. Nefs-ı Merziyye
Makam-ı Hakaik-ı Hakika.: Seyr Billah. Nefsi Sâfiyye..


Münir Derman’ın hiç evi ve maddî serveti olmamıştır. Ankara’da bir otel odasında mütevâzı şartlarda yaşamıştır. Vasiyeti üzere köy kabristanlığına gömülmek isteyen ve vefâtından önce “Kabir Taşım” isimli şiir yazarak vasiyeti üzere bu şiirin kabir taşına yazılmasını ister.
02 Aralık 1989 Cumartesi vuslata eren Münir Derman Hazretleri Memlik Köyü’nde toprağa verilir.
Münir Derman’ın küçük yaştan itibâren manevî halleri zuhur etmiştir. Küçükken minârenin ikinci şerefesinden ittirilerek düşmesine rağmen hiç yara almadan kurtulduğu rivâyet edilmektedir. Annesi Şehvar Hatun bir gün hastanede yatarken kendisini ziyârete gelen oğlu Münir Derman ve Sabri Tandoğan’a şöyle bir hitapta bulunmuştur.: “Evladım bâzen cambaz olup benim 70 yıldır kahrımı çeken, beni 70 yıldır taşıyan şu ayakları öpmek istiyorum.”
Hasta yatağında dizinden, ayağından şikâyette bulunması beklenen bir kişinin bu şekilde şükür ifâdeleri Münir Derman’ı ve Sabri Tandoğan’ı derinden etkilemiştir.

Münir Derman doktorluk yaptığı sırada gelen hastalardan hiç muayene ücreti; veya başka bir ücret almamıştır. Kendisi hastanenin her birimindeki eksikleri yakından takip eder, hastayı olumsuz etkilememesi için önceden önlem alırdı. Maaşından da muhakkak fâkirlere, yoksullara yetimlere infak etmiştir. Bu nedenle hayatı boyunca hiç evi olmamıştır. Gâyet mütevâzı giyinmiş, kışın soğuğunda bile bazen kısa kollu tişörtle dolaştığı olmuştur. Kendisine bunun hikmetini soranlara.: “Evladım biz at cinsindeniz, o yüzden üşümüyoruz.” diyerek tevâzu ile nefsini de ayaklar altına almasını bilmiştir. Ramazan Ayında sakız çiğneyen yaşlı bir ihtiyara da.: “Ben hayvan profesörüyüm. Et yiyen hayvanlar soldan sağa doğru çiğner, ot obur hayvanlar sağdan sola doğru çiğner; acaba hangi türe giriyorsunuz ki yukarıdan aşağı ağzınız oynuyor.” diyerek Ramazan Ayına ve oruca saygısızlığa kendi üslubuyla sert bir şekilde uyarıda bulunmuştur. Hastanede kendisinden emrivâki bir şekilde rapor isteyen bir genel müdüre hastalığının ne olduğunu sormuş, genel müdür ise hastalığından bahsetmeden, genel müdür olduğunu ve kendisine 20 günlük rapor vermesi gerektiğini emretmiş; aksi takdirde başına belâ olacağını söylemiş; fakat Münir Derman’ın hiç tepki vermemesine rağmen, genel müdür oracıkta ruhunu teslim etmiştir.. Bu ise, Münir Derman’ın hayatında yaşamış olduğu ilginç hadiselerden biridir..
ALLAH'’tan başka kimseye boyun eğmeyen sert mizaçlı, kültürlü, işinin ehli bir zât olan Münir Derman’ın klasik tasavvuf çizgisinden öte fikri bakımdan İbn Arabî, mizaç bakımından ise Şems-ı Tebrizî Meşreb bir SÛFİ olduğuna dair rivâyetler bulunmaktadır.
Eserlerinde ve sohbetlerinde zaman zaman üçler yediler kırklarla ve Hızır’la görüştüğünü sarih bir şekilde ifâde etmiş; sır ve hikmet dolu sözleriyle ledünnî ilimden bilgileri sızdırmaktan öte, bu hikemi sözleri cömertçe insanlarla paylaşmıştır..

Celâl Yönü ağır basan Münir Derman, çevresinde insan toplamak yerine hususî insanları irşad etmek şeklinde bir usul takip etmiştir. Kendisiyle ilgili verdiği şu bilgiler ne kadar dikkat çekicidir.: “Ayda iki gece ben, bilmediğim meçhul diyarlara dâvet ile götürüldüm. Oradan rağbet ve i’tibâr ederler bana. Bütün müşküller halloldu bana. Celâl Köşesinden daima Settâr Sıfatı’nın altından bağırmak emr olundu bana. Mürşidlik rütbesi verildi; irşâd ederim. Mürid gönderirler bana. Eteğime yapışanlara Celâl Köşesinden hırpalamak emir olundu bana. Maşrıktan mağribe atıldım, Mağrib Sultanı emretti bana. Her gece Sultan-ı Mağribi ziyâret ederim. Âlem-ı Misal, Tayy-ı Mekân oldu bana inâyet. Gayb Ricâli’ni gördüm, selâm ettiler bana. Edeb içinde divÂN durdular. Kulağıma Fethiyye Salâsı’nı okudular. Üçler, yediler sonra dörtler buz gibi su ikram ettiler bana. Rızâ Rüzgârının bir yaprağı gibi oldum. CEMÂLULLAH zâhir oldu. Cemâl Celâl, Celâl Cemâl karışarak TEVHÎD oldu. Deryâ içre düşüverdim. Damla idim, UMMAN oldum. Dertli idim. Derdim gidip DERMAN oldum… Kırklar sofrasında bulundum. Bunların üçü ile haftada bir kere buluşurum. “Kırklardan mısın?” diye sorma bana… Ben o üç ile dört yaparım. Hiç ile kırk oluruz. Üç kişi bir de ben, bir de hiç, bir tâife teşkil ederiz, gezeriz. Hem kırkız, hem dördüz, hem HİÇiz BİZ…”

Vaazları ve sohbetleriyle irşad hizmetini yerine getiren Münir Derman Hazretleri, kendisinden sonra gelenlere;
* ALLAH Dostu Derki I-II-III-IV-V,
* Su I-II-III,
* Muhyiddin Arabî Nasihatleri,
* Yazılacak Sırların İlki Yazılmayacak Sırların Sonu.. İsimli eserler bırakmıştır.

(Hayatı ile ilgili olarak bkz. Elvan Sesli, Dr. Münir Derman Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2013; Esragül Bayraktar, “Farklı Bir Sufi Tipolojisi: Operatör Dr. Münir Derman”, Akademiar Dergisi, Yıl: 2016, sayı: 1, ss. 203-237; Sıddık Demir, Ankara’nın Gönül Erleri, Kuğu Kitap, Ankara 2014.)

Münir Derman vefâtının duyurulmasını istememiş, sınırlı sayıda kişi tarafından cenâzesinin kaldırılmasını, tenha bir köye; Yenimahalle Memlik Köyü’ne defnedilmeyi vasiyet etmiştir. Ayrıca Münir Derman tarafından kabir kitâbesine yazılmak üzere vasiyet edilmiş olan bir şiir vardır ki; bu şiir kendi hayatının ve yaşam felsefesinin âdeta hülasasını vermektedir. Mezarlıklardan uzak yaşamaya çalışan, ölümü hatırlamak istemeyen modern insan için Münir Derman’ın hayatı ve öğütleri çok mânâlar ifâde etmektedir. Ölüm ancak bir ALLAH DOSTU için bu kadar tabii olabilir..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

MÜNİR DERMAN’IN KABRİ BAŞINDAKİ ŞİİRİ.:

Resim
KABİR TAŞIM..

Bir gövde borcum var toprağa. Verdim borcumu.
Ruhumun toprağa borcu yok benim.
Arama toprakta beni, ben başka yerdeyim.
Toprağım temizdi, temiz teslim ettim borcumu.
Bu kabir ruhumla gövdemin ayrılış yeri.
Burada arama, burda değilim.
Azâbda değil, narda değilim.
Sıkıntım kalmadı artık, aç ve yoksul değilim.
Dünyada haksızlık, sefalet, açlık, sıkıntı, dertlerle arkadaş yaşadım.
Şikayet etmedim RABB’imden, bu nedir diye Kırklar, yediler, dörtler, üçlerle arkadaş idim.
Hızır’la buluştum, konuştum, dertleştim, dünya yüzünde...
Şikâyet etmedim kendi halimden.
Nefsinle uğraşma bu savaş değildir.
Kabirde azâbın esası budur.
Bırak nefsini kendi haline..
Uğraşma onunla yakışmaz sana.
Gövde, nefis, ruh başka başkadır.
Yekdiğerine karıştırıp çengelleme onları.
Nefis dünyada kalır, gövde toprakta
Ruh gider aslı olan RABB'ine
Burada arama burda değilim.
Azâbda değil, narda değilim.
Sıkıntım kalmadı, aç ve yoksul değilim.
Gövdemi verdim toprağa borçlu değilim.
Nefsimin de derdi dünyada kaldı.
Üzme kendini, ben de senin gibiyim.
RABB’imin yanında uçar gibiyim..

(02.12.1989.. cumaratesi)


Resim SÖZLERİNDEN BAZILARI.:

* ALLAH’a secde ettiğin yüzü, başkalarına karşı zillete düşürmemeğe gayret et; azîz olursun!.
* HAKk’ın Ni’metlerinin şükrünü edâ et!.
* Ni’met gelir, şükrü göremezse gider!.
* Sakın kimseye hakaret gözüyle bakayım deme!.
* Unutma ki ALLAH’ın Dostları binbir şekil, kıyafet içinde gizlidirler!.
* Halkın seni methetmesiyle zevk duyma, zemmetmesinden de acı çekme!.
* “Hak, kuvvetlidedir!” derler; sakın inanma!. Bu lâf câhil sözüdür!.
* Kuvvet “HAKk”tadır, unutma!. Hak için zahmet çek!.
* ALLAH TeÂLÂ şöyle buyurmaktadır.: “Benim nâmıma zahmet çeken savaşan ve öldürülenlerin seyyiâtını elbette silerim.” (Âl-ı İmran 3/196)..
* Ne kadar işin ve arzun, dileğin varsa hepsini kaza ve kadere teslim et!.
* Kendi nasıl dilerse öyle iş gören ALLAH’a bırak!. Ve bekle!.
* Telâşı terket!. Izdırabı, üzüntüyü kaldır!.
* Murad Yolu kendi kendine görünür, o yola düşersin!.
* Aç kal, kimseye söyleme!.
* Dertlerini, yoksulluklarını, ızdıraplarını söz haline geçirme. Melekler bile duymasın!.
* Derdin olursa HAKk ile konuş, herşeye yeter!.
* Sefâlete düşersen vakur ol!. Sabret!.
* HAKk’a bile ellerini istek için kaldırma!. Yalnız hamd için kaldır!.
* ALLAH seni senden iyi bilir!. HAKk’da erimek dünyada budur!..
* Vesveseyi bırak!.
Resim KAYNAKÇA.:
Bayraktar, Esragül.: “Farklı Bir Sufî Tipolojisi: Operatör Dr. Münir Derman” Akademiar Dergisi, Yıl: 2016, sayı: 1, ss. 203-237.
Demir, Sıddık.: Ankara’nın Gönül Erleri, Kuğu Kitap, Ankara 2014.
Sesli, Elvan.: Dr. Münir Derman Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2013
Turan, Refik.: Turan, Fatma Ahsen, Erdoğan, Abdülkerim, Horasan’ı Anadolu’ya, Anadolu’yu Balkanlar’a Bağlayan Bir Mânâ Önderi Hacı Bayram-ı Velî, Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayını.
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

ESKİŞEHİR'in “MeLeK HoCa”MÜNİR DERMAN kaddesallahu sırrahu..

Dr. Münir Derman, meslekî sahasında insanları ameliyat ederek dertlerinden kurtarır. Fakat o, insan problemlerinin sadece fiziksel sebebli olmadığını bilenlerdendir..
Kimi insanlar vardır. Doğdukları yerden çok yaşadıkları yerle anılırlar. O şehrin tarihinde özel bir yere sahip olurlar. İşte bu tür insanlardan biri de Dr. Münir Derman’dır. Trabzon doğumludur ama hayatının büyük bir bölümü Eskişehir’de geçmiştir.
Yaşı müsaid olanlar, Eskişehir’de onu öncelikle doktor olarak hatırlarlar. Zirâ tabiplik hayatının büyük bir bölümü bu şehirde geçmiştir. Fakat, câmi cemaati onu bir başka yönüyle, Eskişehir câmilerinde kendine özgü bir dil ve üslubla yaptığı vaazlarıyla hatırlayacaklardır. Ona daha yakın olanlar ise onu aynı zamanda bir mânevîyat ehli olarak bileceklerdir..

FELSEFEDEN TIBBA.:
1910 yılında Trabzon’da doğan Dr. Münir Derman’ın soyu, baba tarafından Kafkas Kartalı Şeyh Şâmil’e, anne tarafından ise Ahmet Ziyaeddin Gümüşhânevî Hazretlerine dayanır. Küçük yaşlardan itibaren maddî ve mânevî ilimler konusunda tahsil görmeye başlamış, dokuz yaşında ise hafız olmuştur. İlkokulu özel Fransız okulunda tamamladıktan sonra liseye başlamış, ardından devlet tarafından üniversite tahsili için Fransa’ya gönderilmiştir. Burada felsefe ve psikoloji tahsili gördükten sonra tıp fakültesini de bitirerek doktor olmuştur. Bununla da yetinmemiş, Mısır El-Ezher Üniversitesi’nde ilahiyat tahsili de yapmıştır..
Münir Derman Hoca'yı önce Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde felsefe hocası olarak görürüz. Fakat bu uzun sürmez. Kısa bir süre sonra üniversiteden ayrılarak çok sevdiği doktorluk mesleğini yapmak için Doğu Anadolu’da göreve başlar. Daha sonra hükümet tabibi olarak Bozüyük’te görevlendirilir. Burada bir süre görev yaptıktan sonra dâvet üzerine Almanya’ya gider. Burada 15 yıl anatomi dalında öğretim üyeliği yapar. Daha sonra Türkiye’ye döner ve Eskişehir’de genel cerrahi uzmanı olarak doktorluğuna devam eder ve buradaki görevinden emekli olur..
Eskişehir’de kaldığı yılarda İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde de dersler verir. Müthiş bir bilgi birikimine sahiptir. Fransızca, Almanca, Rusça, Arapça’yı çok iyi şekilde bilen biridir. Fizik, kimya, matematik gibi fen bilimlerinde ve astronomide şaşılacak derecede bilgili olduğu, Eskişehir’de hep anlatılan bir yönüdür. Bir diğer yönü ise imkânı olmayan hastasından ücret almaması, dahası onların ilâçlarını kendinin yaptırması ve şayet dışarıdan gelmişlerse yol ücretlerini vermesiydi..
Mesleği çok para kazanmasına müsaid olmasına rağmen dünya malına hiç iltifat etmemiş, sâde bir hayat sürmüş ve maddî olan her şeyden uzak durmuş Münir Derman Hoca. Nitekim, emeklilik sonrası Almanya’ya gitmiş, bir süre orada kaldıktan sonra Türkiye’ye döndüğünde hayatının son günlerini Ankara’da bir otel odasının mütevazı şartlarında, eşi ile birlikte yalnız başına, eski tanıdığı dostlarından oluşan mütevazı bir çevrede geçirmiştir. Zirâ bir eve dahi malik değildir.

“Garibin Yeri Tenhadadır”
Hayatının son iki buçuk senesini sağlık sorunları nedeniyle hastanede geçiren Münir Derman Hoca.: “Dünyaya garib geldim, garib gitmem lâzım. Garibin yeri tenhadadır.” diyerek sessiz bir köy kabristanına gömülmeyi vasiyet etmiş ve bu vasiyet gereğince 2 Aralık 1989 Cumartesi günü HAKk’a yürüdüğünde sevenleri onu Ankara’nın kuzeybatısında yaklaşık 15 kilometre mesafedeki Memlik Köyü yakınında toprağa vermişler..

CÂMİDE BİR DOKTOR.:
Dr. Münir Derman, meslekî sahasında insanları ameliyat ederek dertlerinden kurtarır. Fakat o, insan problemlerinin sadece fiziksel sebebli olmadığını bilenlerdendir. Bu sebeble onu câmi kürsülerinde bir vâiz olarak da görürüz. İlk gençlik yıllarında bazı vaazlarını dinlemek bana da nâsib olmuştu. Aklımda kalan vâiz portresi ise şöyleydi.:
Her şeyden önce vâiz diye bildiğimiz kişilerden farklı bir dil ve üslubu vardır. İnsanların dinin zâhirinde takılıp kalmamaları ve bâtına nüfuz etmeleri onun tebliğde en çok önem verdiği husustu. Sohbet dili çok ilgi çekiciydi. Vaazı esnâsında cemaatle de diyaloğa girer, onlara sorular sorar ya da onların sordukları sorulara da cevâb verirdi. Dikkat çeken bir yanı da çok şefkatli olmasına rağmen zâhiren çok celâlli olmasıydı. Şefkatini fark edenler ona “Melek Hoca” derlerdi. Bir Cuma vaazında Hz. Nuh ve tufan hadisesini mânevî boyutuyla anlatmaya çalışırken cemaatten “Nuh’un gemisinin kaç direği vardı.” diyen birine nasıl celâllendiği bugünkü gibi hatırımdadır..
Yine cemaatin namaz esnâsındaki tavrını eleştirdiği şu cümleler de aklımın hep bir köşesinde kalmıştır. Aşağı yukarı şöyle demişti.: “Ey cemaat, namazınız, arkadan seyrettiğiniz zaman doğrudan doğruya soytarı oyununa benziyor. ALLAH’ın huzurunda alay olmaz efendiler!. İmam.: “Allahu Ekber!” demeden ön sırada hep secdeye başlar, daha “Selâmün aleyküm!” demeden adam başını çeviriyor. ALLAH rızası için yapmayın bunu! Böyle yapmaya devam ederseniz buraya da artık gelmem. Ben size yanlışlarınızı ALLAH rızası için düzeltmeye çalışıyorum, siz hokkabazlık yapıyorsunuz! Yapmayın bunu ricâ ederim!.”

BİR MÂNEVÎYAT EHLİ.:
Onun vâizliği işin bir yönüdür. O, mânevî ilimlerde de derin bir irfânın insanıdır. Çevresini bu anlamda da irşad eder. Fakat onun bu yoldaki pek çok kişiden önemli bir farkı vardır: O, namsız-nişansız bir irfân ehli olmayı seçmiştir. Bu yüzden bir tarikat kurmadığı gibi kurulu olanlara da rağbet etmemiş, etrafına bu anlamda muhibler toplamamıştır. Ancak vaazlarından ve doktorluğundan kendisini tanıyan ve hakiki seven sayılı kimseler O’na yanaşmışlar ve ilminden istifade etmeye çalışmışlardır..

BASILMAMIŞ ESERLERİNİN DE OLDUĞU BİLİNMEKTE.:
Geniş bir telifâtı da olan Münir Derman Hoca, sohbetleri ve yazılarını “Allah Dostu Der ki” başlıklı beş ciltlik bir kitapta toplanmıştır. Yine üç ciltlik “Su Kitabı”, “Muhiddin Arabî’nin Nasihatları” ondan bugüne kalan eserleridir. Ayrıca basılmamış başka eserlerinin de olduğu bilinmektedir..
Sohbetlerinden bir bölümle bu bahsi şöyle bitirelim.: “Yaprak, çiçek koparmayınız! Yaş ağaç kesmeyiniz! Dal kırmayınız!.. Yaprak, çiçek çiğnemeyiniz! Meyva kabuklarını, yaş yaprak, çiçek, taze dal, ateşe atmayınız! Bunlara dikkat ederseniz şu hadîsin müjdesine kavuşursunuz.: “Nebatata kadar merhamet gösteriniz, bunda şefaat gizlidir.”

Mustafa Özçelik..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

LEDÜN/LEDÜNN İLMİ'ni ÖĞRENMEK İÇİN,
Resim ŞUNLARI BİLMEK GEREK.:


MÜNiR DERMAN..
kaddesallahu sırrahu..


Ebu Hüreyre radiyallahu anhu.: “Ben, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den iki çeşit ilim aldım, bunlardan biri size anlattığım ilimlerdir, ikincisini ise söylersem boğazımı keserler, ikinci ilim esrar ilmidir. Herkes bunu anlayamadığı gibi ALLAHu TeÂLÂ da, onu herkese vermez.” demiştir.

İnsan aklının son idrak hududunda olan İlm-i İlâhîye'nin sır perdesi İlm-i Ledünn
İnsan mantığının hududunu aşan mantıksız bir mantık ile anlatılan perde arkası...
Fizik, kimya kanunları gibi değişmez sabit kanunları vardır buranın aynen...
İnsanlar maddeye tapmaya başladığı devirden i’tibâren ALLAH'a sıfat aramaya başlamışlardır.
Bu sûretle insânlar aklın peşine takılmış şuûrsuz bir hâlde gidiyorlar.. nereye?.
Kendi çöküşlerini içlerinde taşıyorlar habersiz olarak..
Bence “HiÇ” olan; duyup işitip, görüp anlamaya çalıştığım ruha te’sir eden her şeyin karalamalarından ibâret olan kitablarımı okuyan olgun bir zât geldi, sordu.: “Ledün Nedir?”
“Bilmem!” dedim.
Resûlü Ekrem'in iç âleminde feverân eden ötelerin ötesinin insâna kadar uzanan ilmi, Resûl kimseye bilidirmemiş.. Yalnız Hz. Ebu Hüreyre'ye bazı ledünnî şeyler bildirmiş.
Soranlara.: “Eğer bu az bildirilen sırlardan size söylersem kâfir oldu diye başımı vurursunuz!.” buyurmuştur.
Hz. Musâ'ya HıZıR söylemiş bazı sırları. Musâ Peygamber bile buna tahammül edememiştir.
HıZıR aleyhisselâm, Resûlü Ekrem'e edeben mülâki olmamıştır. Çünki ledünnün hakikî Sultanı Resûlü Ekremdir. Öğrenecek bir durumu yoktu.
Ben neyim ki, ledünn bileyim!.
Hazreti Hüreyre'den sıkıp aldığım ma’lumata göre ben de anlayamadım.: “Resûlullah Efendimizin HAKk’ın esrârına çevrili Nûrlu İç Âlemi” diye buzlu bir târif yapabiliriz..
Ledünn hakkında birçok sızma bilgiler ve mırıltılar birçok ulemâ tarafından bildirilmiş, hatta kitablara bile geçmiştir.
Kur’ÂN-ı Kerîm'de kullara birçok Âyetlerle bilgiler, HAKk’a yanaşmak üsûlleri bildirilmiştir.
Bir de Kur’ÂN-ı Kerîmde bildirilmeyen birçok hududsuz Âyetlerde SüNNeTuLLAH ile kâinatta câri’ her türlü hadisatın aslı gizlidir.
Onun için.: “ALLEME’L- İNSANE MÂLEM YÂLEM” Âyeti ile bilmediğini insâna öğretir. Kim?.
ALLAH'ın kâinatta câri’ Kur’ÂN’da bildirilmeyen Âyat ve Bürhânları...

Resûlü Ekrem efendimiz.: “Beşikten mezara kadar ilim peşinde koşunuz. Çin'de bile olsa arayınız, kâfirde bile olsa istifâde ediniz.” buyurmuştur. Kâinatın yaratılışını dünyayı gezerek, evreni tetkik ederek bulabilirsiniz Âyetleri vardır..
Kur’ÂN-ı Kerîm'in bazı sûrelerinin başında HURUF-u MUKATTAA kırpılmış Âyetler mânâsına gelen, bunlar birçok Ledünnî, kâinatta câri’ bilinmeyen Âyetlerin anahtarı mesâbesindedir.
Nitekim geçenlerde Kaptan Kusto'nun Septe Boğazı’ndaki Akdeniz Suyu ile Atlas Okyanusunun Suyunun karışmaması ve balıkların bir taraftan öte tarafa geçmemesi, tuz kesâfetinin ayrı olduğu hâlde fizik ve kimyada bulunan kesiften hafife doğru olan ozmoz hadisesinin olmaması meselesi Rahmân Sûresi’ndeki Âyetle ortaya çıkmıştır..
Bunun niçin böyle oluşundaki sır Ledünnîdir.
O sırrı herkes bilemez tahammül de edemez..

Âyet.: “iki denizi salıvermiş birbirine kavuşuyorlar. Birbirine karışmaya engel bir perde var. Bu da mı yalan?...”
Kâinatta câri’ fizikî, kimyevî, jeolojik, meteorolojik hadiselerin bir kanun dahilinde oluşu SüNNeTuLLAHtır.
Cenâb-ı ALLAH niçin bu kavuşmamayı murad etmiştir? Sebebi nedir?.. “Söylenemezlerdendir”

Şimdi bir izâh yapalım.:
Amma bunu, sızıntılı hakiki bilgi, sözleri ile bir tasvir yaparak anlatalım.
Nasıl ki radyo dalgaları makinada sese, şekle, renge tahvil oluyorsa bu kelimelerle anlatacağımız resim de öyledir, iyi düşünüp hâlletmeye savaşın!.
Bundan birşey çıkarabilirseniz “Ledünn”ü hiç olmazsa buzlu cam arkasından seyretmiş gibi bir bilgi hasıl olur.

Kelimelerle resim şu.:
Boyu 10 m. genişliği 5m. derinliği yarım metre olan küçücek bir göl... İçine simsiyah lâğım karışmış. Küçük büyük ölü hayvan leşleri kokuyor. Üstünden yeşil Leş Sineği geçse bile kokudan bayılıp aynı pisliğe düşüyor..
İşte bu birikintiye kızgın güneş aksetmiş.
Pis kokulu su buhar olup yukarı doğru çıkıyor yavaş yavaş ...
Buhar yerden göğe doğru yükseliyor.
Nasıl yükseliyor buhar?.. Niçin yukarı çıkıyor?
Efendim buhar havadan hafif, arz çekimi buna te’sir etmez. Bununla bana izâha kalkma!. Ben bunları pek iyi bilirim herkes gibi.
SüNNeTuLLAHta gizli fizikî kimyevî kanunlar bunlar.
Buhar da pis kokulu. Yükselmeye devam ediyor göğe doğru.
Su birikintisi nihâyet kuru bir hâle geliyor. Koku da kalmıyor artık.
Buhar muayyen bir mesâfeye yükseldikten sonra orada bulut oluyor..

Gökteki bulutlar da muhtelif mesâfelerdedir. Ne çok yukarı çıkarlar ne çok aşağı inerler. Meteoroloji dili ile söylersek kümülüs, stratus bulutlarının yükseklik ve şekillerini biliriz..
O pis buhardan olan bulut müsbet ve menfî elektrikiyet taşıyor. Birbirine çarptığı zaman yıldırım şimşek oluyor. Amma niçin buharda müsbet-menfi elektrik var. Bu hadise niçin oluyor? Onu da bilmiyoruz.
“SüNNeTuLLAH” deyip sıyrılmak istiyoruz.
Buradaki sıyrılmak ledün hududuna yanaşmak ve oraya akıl erdirememenin bir ifâdesidir.

Bulut nedir bilir misin?..
Sonra bu bulut yağmur oluyor...Tekrar aşağı düşüyor..
Ağzını aç bu rahmeti doldur.
Göz yaşından berrak ve temiz. Kokusu yok.
Nedir bu tadı olmayan su tadı?
Düşünemezsin bile o pislik dolu su yığınındaki vaziyeti...
Göldeki vaziyeti düşün şimdiki duruma bak. Düşün!..
Fakat niçin bu böyle. Kimse bilemez. Bu RAHMettir.
Şu küçücük pislikten temize doğru huruc, temizlikten aşağı RAHMet...
Bu resmi hâlledersen Ledünn târifinden bir şey anlayabilirsin.
“Hayır!.. Hayır!..” diyeceksin.
Anlayabilirsen Ledün kelimesinin “L.:” harfini belki anlarsın...
Son harfi olan “N” harfine dön!
Orada “KûN!” gizli. “OL!” gizli.. Anlarsan gel konuşalım!
Anlamazsan o benim mavi kaplı üstünde kırmızı yazılı kitabı evinde bir rafa bırak. Belki anlayan olur. Ben başka bir şey bilmem. Anladığın zaman Ledünn hakkında konuşmak mümkün olur. Soruyu soran muhterem zât ben bunu anlatırken gözünden sessiz yaş geldi. Benim gözüm de yaşlı idi... Sessizce kalktı, söz söylemeden kendi Gönül Havzı’na çevrilerek ayrıldı gitti.

Hani anlatırlar. HıZıR bir çobana rastlamış ona birşeyler öğretmiş ve gitmiş. Çoban birşey sormak için HıZıR'ın peşinden koşmuş. HıZıR göl üzerinde yürüyormuş.
Çoban HıZıR'a yetişmiş: “Amca şu nasıldı unuttum!” dediğinde, HıZıR bakmış ki çoban da suda yürüyor.
HıZıR çobana.: “Haydi git oğlum git bildiğin gibi yap!.” demiş.
Fakat çoban su üzerinde gittiğinin farkında değil...
İşte gaflet hâlindeki sırrî, ledünnî mânâları görünürde normal addederiz onları.
Onun için eskiler söylerler : “Gaflet çok iyi bir haslettir.”
Es selâmü aleyküm...


مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِ
Resim---“Merece’l- bahreyni yeltekıyân (yeltekıyâni).: İki denizi birbiri ile karşılaşacak (birbirine kavuşacak) şekilde akıttı.” (Rahmân 55/19)

بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لَّا يَبْغِيَانِ
Resim---“Beynehumâ berzehun lâ yebgıyân (yebgıyâni).: İkisi arasında berzah (engel) vardır, ikisi birbirinin sınırını geçemez (birbirinin özelliğini, düzenini bozamaz).” (Rahmân 55/20)

Rahmân Sûresi.: “İki denizi salıvermiş birbirine kavuşuyorlar. Birbirine karışmaya bir perde var.” Âyet 19 - 20...
Bunun kavuşmaması sırrî bir hadisedir. Bu sırrı, ledünnî olarak Kusto öğrense çıldırır.
Sebebi nedir? “Söylenemez!.” lerdendir. .
“Sen biliyor musun?” diye bir sual sorma bana.
Bilmesem mırıldanmam. Ben onu öğrendiğim zamanlarda kendimi kaybettim. Günlerce bayırlarda dolaştım ağam...
İNSÂN=>Aklının varamadığı, kavrayamadığı “Lâ Mekânı” içine almış bir mekândır.
Kâinatın kusursuz ve akıl yoran düzeninde asıl hakikat gizli gibi görünür. Fakat aşikârdır.
Düşünmeden, aklı kullanmadan hareket etmek ALLAH'ın verdiği akla hakaret olur ki bu küfürdür..
Akıl, ALLAH tarafından yanlış ve doğru terazisi olarak verilmiştir. Onda kabiliyetsizlik, kusur yoktur.
Bir de aklın eremediğini akla sokmağa çalışmak da, akla hakaret olur, “sersemler” müstesnâ...

ALLAH'ın yarattığı şeylerde ALLAH'ın Kudretini görmeye çalış.
ALLAH'ı isbata kalkmak şüphe etmenin tam kendisidir.
ALLAH'ı yarattığı şeylerle varlığını isbata kalkma.
Kime isbat etmeye uğraşıyorsun.
ALLAHın dışında değilsin ki onu göresin.
Siz kendi kendinizi dışarı attınız aklınızla!..
Sonra o akıl ile ne arıyorsun?.
Aklın durduğu ve boşlukta kaldığı hudud ötelerin ötesi...
Fakat akıl yine çırpınıyor=>Nedir o ötelerin ötesi?..
Aslanım, hiçlik ve yokluk mevhumu diye bir şey yoktur. Her şey vardır..
Ne evveli var ne sonu... Bu iki kelime arasında dolaşmasını öğren.
Başa, sona akıl “ermez!.” değil “yetmez!.”...
Kusto Kaptan senelerce ilmî tetkik yapıyor. Şayan-ı takdirdir...

Tabiatta rastlanan her taşın altını kaldırıp bakmalıdır.
Çünki bâzen caddelerde değil patika yollarda çok şeylere rastlanır.
Bu zât kâinattaki intizamdan, işleyişten bir şey çıkaramıyor, intizamsız gayrı tabiî gördüğü bir olaydan.: “ALLAH vardır!” diyor...
Öleceği zaman yüzü sararmış. “Ölümden korkuyor musun?” demişler.
“Hayır! Ölümden korkmak bir nev’î bâkilik iddia kokusunu taşır ki küfre ve şirke kadar gider.”
“O hâlde niçin sarardın?”
Be gafiller!.. Güneş batacağı zaman sararır.
Bunun farkında değil misin?. Her gün görürsün!...

Maddeyi ruhun emrine al!..
Ruhu maddeye bağlayarak şekillendirmek, maddîleştirmek insânın Âdemiyetine hürmetsizliktir. Ve birşey ifâde etmez.
Son asırda kitabların yazdığı ve nasihat hâlinde nesilden nesile gelen.: “Iyi ve Kötü İnsanlar.” ta’biri kalmadı.
Artık bugün ne kötü insânlar var ne iyi insânlar var. Hepsi bir oldular ve karıştılar birbirleri ile...

Bir zaman toprak üstünde iken=>Şimdi toprak altında olanların toprak üstünde iken yaptıklarından bahsetme. Onları RAHMetle an!..
Şimdi toprak altında ne yaptıklarından biliyorsan bana da onlardan bir ip ucu ver!. Ona göre hareket edeyim. Veremeyecek, söyleyemeyeceksen beni dinle o hâlde, bir şey kaybetmezsin. Günahdan sakınmak tövbede uğraşmaktan kolaydır. Bunu unutma!.
Çok büyük bir lâftır bu.
“Gönül” derler nedir bu?.
Gönül, HAKk olana bağlanmanın ismidir.. Bunu unutma!..
Düşün, ne demek istiyoruz.. Hemen anladığını sanma!..
Bu gönül ile ALLAH'tan istemek en büyük ibâdet olur.
İbâdet, bu isteme temizliğine kavuşmak olduğunu unutma!.
ALLAH'ın kapısı kapalı gibi görünürse de alınteri ile müracaat edenin elindeki kabı boş çevirmez. Aksini düşünmek küfürdür!.
Alın Teri’nin kirlisi yoktur. Onu dinle!..
Yalan, haram ile kirletme.
ALLAH'ın helâl hazinesinin hududu yoktur!.

ŞunLarı öğren.:
“Fezkurunî ezkürküm.: Beni anarsanız Ben de sizi anarım!”
“Er rasihune fi’l-ilim.: İlimde rasih olanlar.”
“EnnALLAHe RABBe RABBeküm.: Ben ALLAH RABBım ve RABBınızım”
“Velakad kerremna benî âdeme.: Biz Âdem’e keremle keramet verdik.”
“Velezikrullahi ekber.: En büyük zikir ALLAH’ın Zikridir.”
Bunların mânâlarını öğren, bütün incelikleriyle…

“Ve’s-semâi zâti’l- buruci”=>“Ve’s-semâvât” değil.
“RABBi’s-semâvât”=>“RABBi’s-semâ” değil.
“RABBü’l- ard”=>“RABBi’l- şems, RABBi’l- kamer” değil.
“RABBü’l- magrib” değil=>“RABBül maşrık”değil =>“RABBü’l- magribeyn. RABBü’l- maşrıkeyn.”
“RABB-ı Âdem”, “RABBi’l- insân” değil.=>“RABBi’n- nâs.”
Bunları da iyi düşün, anla, bu Anlama Kudreti İNSANda var.
Akıl ALLAH tarafından verilmiştir. O’nda kabiliyetsizlik kusur yoktur.
Aksini düşünmek akla hakaret olur ki, bu da küfürdür…

Ledünn İlmini öğrenmek için şunları bilmek gerek.:
1–) “Errasihune fi’l- ilmi..
2–) “Fezkürunî ezkürküm..
3–) “Velekad kerremnâ benî âdeme...
4–) “EnnALLAHe RABBe, RABBeküm..
5-) “Felillahi’l- hamdü RABBi’s- semâvâti ve RABBi’l- ardi RABBi’l- âlemîn. Velehü’l- kibriyaü fi’s-semâvâtı ve’l- ardi ve hüve’l- Azîzü’l- Hakîm..
6-) Bilmez misin ki göklerle yerin yegâne sahibi “ALLAH” dır. Ve sizin ALLAH'dan başka bir yârınız ve yardımcınız yoktur..

“KûN!.”.: Emir kime verildi. Hitab-ı İlâhî kime?.
“feyeKûN”.: Emiri kime verilecek?..

RABBi’s-semâvât, RABBi’l-ard, RABBi’l-maşrikeyn, RABBi’l-mağribeyn, RABBi’l-arş, RABBi’l-felak, RABBi’n-nâs, RABBi’- âlemîn..

“Lâ Mekân” diyoruz=>Maddenin ötesini Madde Âlemi’ne bağlayan nokta... Aklın gidemediği hudud..

SULN:
S.: “Subhanellezî isrâ..
L.: Katiyen söylenemez. Bilen söylese=>dili vurulur..!!!..
T.: Tâ-Hâ. Tâ. Sîn. Mîm.
A.: Elif. “İkrâ bi ismi RABBikellezî hâlak. ..
N.: “Nûn ve’l- kalemi mâ yesturûn :
“KûN” de =>bu “NûN”un içindedir..
=>Fazla açıklanmasına müsaade edilmemiştir…

“HIZIR” derler.. Vardır.. Kimdir?.
Musâ Peygambere=>Ledün yani var olan akla zorlanmadan sokulamayan Kudret Âleminin Sırlarının İlmi...
İlim var olan bir şeyin künhüdür, esasıdır, vardır demektir..
Hakiki İnanç Âlemi’ne kavuşanlar bilirler, sezerler, inkâr edemezler, etmezler..
“İmkân Âlemi’nde bunalanlara yardıma koşan mübârek bir Zât-ı Şerîf var mıdır yok mudur?” sözleri inanmayanların veya inanamayanların sözleridir bunlar...
Halk gönlünde yaşıyor ya!.. İnanıyorlar ya, bu inanana da inanmayana da yeter..
“HıZıR Âb-ı Hayat Suyu İÇmiştir.” derler.
Devamlı olduğunun güzel inancının delilidir bu...
Bizce HıZıR Aleyhisselâm vardır.
Bunaldığımızda yardıma HAKk nâsib etsin diye DUÂ ederiz!.

Bir de “İLYAS” vardır.
Onun hakkında denizlerde HıZıR, karalarda İLYAS
Âlemin her yerinde HAKk’ın Kulları’na yardımının mümessilleri...
“Senede bir defa buluşurlarmış!” sözü halk arasında yaşar.
Bu gönülleri hürmete bürümenin timsalidir.
“HıZıR-İLYaS Günü” diye anarlar, dilekler yaparlar.
Gün doğmadan her diyârda HıZıR'a rastlamak ümidi vardır..

Bir kul rastlamış HıZıR'a konuşmuş..
Ondan dinledim ben de naklediyorum güzel bir mülâkat...
İster evet, ister hayır de!.
Efsâne, Hurafe, menkıbe olamaz, inananlara inanmayanların saldırışlarından çıkar menkıbe, efsâne, hurafe...
Biz reddederiz bu lafları. Efsâneyi Hurafeyi araştırın aslına varın.
Hikâye diyelim bunlara.. Güzellikleri insâna hitâb eder o kâfi değil midir.
Rüyâda gördüğünü inkâr edebilir misin? “Bu ne demektir?..” diye sorar durursun!.
Rüyâda, Kudret Âlemine ait olan RûHla İmkân Âlemi’nde dolaşmaktır… Rüyâ bu…
ALLAH Kulu’nun biri, günün birinde HıZıR'a rastladı senelerce evvel. Sonraları da HıZıR ona rastladı.
HıZıR konuştu o kul dinledi. HıZıR'a sordu, HıZıR söyledi.
Günün birinde HıZıR o kulu götürdü bir yere.
O kul bu tesadüflerden utandı. Kimden utandı?.
Kendinden... “Ben kimim ki HıZıR bana rastladı.” diye...
Başka bir gün de o kul ormanda kırklarla görüştü.
Yaylalarda yedilerle buluştu. Geceleri onbirleri dinledi...

Aradan yine seneler geçti..
Bu kul konuşuyordu diğer bir kul ile...
HıZıR'ın kendisine söylediğini o rastladığı kula dedi...
“Ne dedi bana?.” bilir misin?.
“Kul arkadaş, üçler kalmadı bugün.. Yediler iki kişi kaldı.. Kırklar onbir kişiye indi.. Hamdolsun ki onbirler bâki..”
HıZıR'ın rastladığı kula o kul sordu.: “Beni bir yere götürdü” dedin. “Nereye götürdü?..”
Hemen cevâb verdi: “Beni değil. BİZi.. Ben başka, BİZ başkadır. Ma’lum ya!. Sözlerimi anlayamadın. Hem bunları suâlle uzatma.. Anlattığımı anlarsan yeter!..”

Dr. Münir Derman..
kaddesallahu sırrahu..

1.6.1982.. Salı..

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

SüNNeTuLLAH.: İlâhî Kanunlar. Kanun, âdet..
ÂDETuLLAH.: (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen ALLAH'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. "Âdetullah" yerine "Tabiat Kanunu" demek yanlıştır..
Âdemiyet.: İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır..
Ademiyyet.: Yok oluş, hiçlik, yokluk..
İLM-i LEDÜNN.: Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı İzâm (aleyhisselâm) ve Ehlullâh-i Kiram Efendilerimiz Hazretleridir.
LEDÜNNî.: Ledünn İlmine mensub ve müteallik. Ledünne dair ve ait..
LEDÜNNîyat.: (Ledünn. c.) ALLAH TeÂLÂ Hazretleri tarafından hususi vecih üzere bâtınan ihsân olunanlar..
Feverân.: Maddi ve manevi kaynayıp fışkırmak. Coşmak. Kokunun etrafa yayılması..
Mülâki.: Buluşan. Yüz yüze gelen. Görüşen. Kavuşan..
Esrâr.: (Sır. c.) Sırlar. Gizli hikmetler ve mânalar. Bilinmeyen şeyler..
Bürhân.: Delil, hüccet, isbat vasıtası. Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas. Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet..
Huruf-u Mukattaa.: Gr: Kur'ÂN-ı Kerim'de sure başlarında bulunan, kesik kesik, ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı hafler. Elif Lâm Mim, Yâ Sin, Elif Lâm Râ.. gibi. Bunlar İlahî birer şifre olup, mânalarını anlayanlar Resul-ü Ekrem (aleyhisselâm) ve O'nun vârisleridir..
Kesâfet.: Yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak..
Tahvil.: Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. * Döndürmek.
Müsbet.: İsbât olunan. Delilli. Açık ve sabit olan. * Menfinin zıddı. Pozitif, olumlu. * Yazılıp kaydedilmiş. Tesbit edilmiş olan.
Menfi.: Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan.
Gaflet.: Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakk'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allahı ve emirlerini unutmak..
Şayân.: f. Münasib, lâyık, yaraşır..
Havz.: (c.: Hıyâz) Hususi suretle yapılan su havuzu..
Haslet.: Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat..
Müstesnâ.: İstisna edilen. Ayrı tutulan, ayrı muameleye tabi olan. Kaide dışı bırakılmış olan..


Resim

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İlim Çin'de de olsa ona tâlip olun. Çünkü ilim her Müslümana farzdır.” buyurmuştur.
(Beyhakî, Şuâbu’l-İman-Beyrut,1410, 2/253).

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hikmet müminin yitik malıdır; nerede bulsa alır.” buyurmuştur.
(Tirmizî, İlim 19.)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kadın ve erkek her Müslüman’a ilim öğrenmek farzdır.” buyurmuştur.
(İbn Mâce, Mukaddime, 17.

Resim---Ebu Hüreyre radiyallahu anhu.: "Resûlullah (aleyhisselâm)’dan iki kap (dolusu) ilim öğrendim. Birisini yaydım, anlatıp herkese duyurdum; ikincisini söyleyecek olsam, şu boğazım kesilirdi." buyurmuştur.
(Buhârî, İlim, 42.)

Resim---Abdullah İbn Mesud radiyallahu anhu.: "Bir topluluğa akıllarının ermeyeceği bir söz söylersen bu söz, onların bazısının fitneye düşmesine yol açar." buyurmuştur.
(İbn Abdilberr, Beyâni'l-İlm, 1/124.)

Resim---Ali kerremallahu vechehu.: "İnsanlara anlayabildikleri şeyleri haber veriniz; ALLAH ve RESÛLÜ'nün yalanlanmasından hoşlanır mısınız?" buyurmuştur.
(Buhârî, İlim, 49.)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İçtenlikle ALLAH'tan başka ilâh olmadığına ve MuhaMMed'in O'nun KuLu ve ReSûLü olduğuna şehâdet getiren herkese, ALLAH, cehennemi haram kaldı." buyurur. Muaz radiyallahu anhu.: "Yâ Resûlullah! Bunu, insanlara haber vereyim de sevinsinler mi?" deyince, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Ama o takdirde, bu müjdeye güvenip amelden gevşerler." uyarısında bulunur. Muaz radiyallahu anhu da bu hadisi, ölüm döşeğine düşünceye kadar haber vermez. Ancak ölüm esnâsında, ilmi gizlemenin vebâlinden kurtulmak için bunu nakleder..
(Buhârî, İlim, 49; Müslim, İman, 53.)

Resim

طه
Resim---“Tâ, hâ.: Tâ, hâ.” (Tâ-Hâ 29/1)

طسم
Resim---“Tâ. Sîn. Mîm: Ta, Sin, Mim.” (Kasas 28/1)

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
Resim---“Ikra’bismi RABBikellezî halak (halaka).: Yaratan RABBinin İsmi ile oku.” (Alak 96/5)

ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ
Resim---“Nûn ve’l- kalemi ve mâ yesturûn (yesturûne).: Nûn. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun!” (Kalem 68/1)

kûn fe yekûn.:

بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
Resim---“Bedîu’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), ve izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn (yekûnu).: Gökleri ve yeri bedî olarak (örneksiz) yaratandır. Bir işi kadâ ettiği (olmasını istediği) zaman, o şeye sadece “Ol!” der. O, hemen olur.” (Bakara 1/117)

عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ
Resim---“Alleme’l- insâne mâ lem ya’lem.: İnsana bilmediği şeyleri öğretti.” (Alak 96/5)

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
Resim---“Fezkurûnî ezkurkum veşkurû lî ve lâ tekfurun (tekfurûni).: Öyle ise BENi zikredin ki BEN de sizi zikredeyim. Ve BANA şükredin ve BENi inkâr etmeyin.” (Bakara 1/152)

Er rasihune fi’l-ilim.:

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ
Resim---“Huvellezî enzele aleyke’l- kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummu’l- kitâbi ve uharu muteşâbihât (muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâe’l- fitneti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh (illâllâhu), ve’r- RÂSİHûne fî’l- ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi RABBinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ULÛ’l- ELBÂB (elbâbi).: Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtivâ eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalblerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini ALLAH'dan başka kimse bilmez ve ilimde RUSUH SAHİBLERİ ise: "Biz O'na îmân ettik, hepsi RABBimizin katındandır" derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece ULÛ’l- ELBÂB (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).” (Âl-i İmrân 3/7)

Rüsuh.: İlim ve fennin derinliğine vukufiyet. Sağlamlık. Devamlılık. Yerinde, sağlam, sâbit ve devamlı olmak. * Meharet, meleke…

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
Resim---“Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhum fî’l- berri ve’l- bahri ve razaknâhum mine’t- tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ (tafdîlen).: Ve andolsun ki; Âdemoğlunu kerem sâhibi (şerefli) kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından) üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)

وَاللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ
Resim---“Allâhe RABBekum ve RABBe âbâikumu’l- evvelîn (evvelîne).: ALLAH, sizin ve evvelki babalarınızın (atalarınızın) RABBi’dir.” (Sâffât 37/126)

فَلِلَّهِ الْحَمْدُ رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَرَبِّ الْأَرْضِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Resim---“Fe lillâhi’l- hamdu RABBi’s- semâvâti ve RABBi’l- ardı RABBi’l- âlemin (âlemîne).: Öyleyse hamd, göklerin ve yerin RABBi ve âlemlerin RABBi, ALLAH'a mahsustur.” (Câsiye 45/36)

وَلَهُ الْكِبْرِيَاء فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Resim---“Ve lehu’l- kibriyâu fî’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), ve huve’l- AZÎZu’l- HAKÎM (hakîmu).: Göklerde ve yerde büyüklük ve azamet, O'na mahsustur. Ve O, AZÎZ'dir, HAKÎM'dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” (Câsiye 45/37)

Bilmez misin ki göklerle yerin yegâne sahibi “ALLAH” dır.:

أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
Resim---“E lem ta’lem enneLLÂHe lehu mulku’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), ve mâ lekum min dûnİLLÂHi min VELİYYin ve lâ NASÎR (nasîrin).: Göklerin ve yerin mülkünün O'na, ALLAH'a ait olduğunu bilmiyor musun? Ve sizin için ALLAH'tan başka DOSt ve YARDIMcı yoktur.” (Bakara 1/107)

Resim
HıZıR =>Âb-ı Hayat Suyu İÇmiştir.:

Âb-ı Hayat.: İslâm-Türk kaynaklarında ve edebî mahsullerinde “Aynü’l-Hayât, Nehrü’l-Hayât, Âb-ı Câvidânî, Âb-ı Zindegî, Hayat Kaynağı, Hayat Çeşmesi, Bengi Su, Dirilik Suyu, bâzân da HıZıR ve İskender’e atfen Âb-ı Hızır veya Âb-ı İskender gibi çeşitli isimlerle anılan bu Efsanevî Su..
İnsanların “Ebedî bir Hayat” aramak için verdikleri mücâdeleleri anlatan Gılgamış Destanı ve İskender Efsânesi gibi gerçekten şaheser örnekler verdiği görülmektedir.i
Efsanelerin dışında, Âb-ı Hayât’a Kur’ÂN-ı Kerîm’de Mûsâ aleyhisselâm ve Hızır kıssası anlatılırken Kehf 18/60-82 âyetlerinde geçmektedir..
Mûsâ aleyhisselâm tekrar o yere döner ve gerçekten aradığı kişinin orada bulunduğunu görür. Kendisine ALLAH celle celâlihu tarafından “RAHMET” ve “GİZLİ İLİM” verilen bu kulun “HIZIR” adını taşıdığı, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Hâkim en-Nîsâbûrî’nin el-Müstedrek’inde yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir..
Kur’ÂN-ı Kerîm’de ve Buhârî dışındaki hadis kaynaklarında Mûsâ aleyhisselâm ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın nasıl dirildiğine dair herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhârî’de mevcud değişik bir rivâyette bu sebebin açıklandığı görülmektedir.
Bu hadise göre. HIZIR’la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak (ayn) vardı ki buna “Hayat kaynağı” (Aynü’l-Hayât, Âb-ı Hayât) deniyordu. O suyun temas edip de diriltmediği hiçbir şey yoktu. İşte balığa bu sudan sıçramıştı”
(Buhârî, Tefsîr, 18/4).

Resim

Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler,
Meğer Hızır, İlyas ola Âb-ı Hayât içmiş gibi..


YÛNUS EMRE..
kaddesallahu sırrahu..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

Resim LEDÜN/LEDÜNN İLMİ'ni ÖĞRENMEK İÇİN,

MÜNiR DERMAN..
kaddesallahu sırrahu..


DEVRÂN Etmiş DERMÂN BaBam,
SEYRÂN Etmiş DERMÂN BaBam,
CEVLÂN Etmiş DERMÂN BaBam,
KuR'ÂNu’l-MECîD=>DİLİyLe,
HAYRÂN Etmiş DERMÂN BaBam,
RASÛLuLLAH=>MENZİLiyLe,
BAYRÂM Etmiş DERMÂN BaBam,
İHVÂNİ’m MERKEZ MİLİyLe,
SULTÂN Etmiş DERMÂN BaBam!.


ZEVK 10.160

GEÇmiş-GELeceğin=>CEM’i=>Şu ÂN=>YEVMi’d-DÎN’in GÜNü,
KULak=>İŞİtir.. GÖZ=>BAKar=>GÖNüL=>GÖRür GÖRdüğüNü,
HıZıR=>LÂZıM.. MUSÂ=>LÂYık,
KALB KADRi’nde=>AKıL=>AYık,
==>LETÂiFü’L-LATîF SIRRı===>HAKiKat-ı LÂM===>LEDÜNNü!.


21.10.2021.. 02:21
brsbrsm...tktktrstkkmdledünnn..


İNSÂN-RASûL-KuR'ÂN->ALLAH,
KALB KEMÂLi==->Bî-İZNiLLAH,
ALLAH-KuR'ÂN-RASûL=>İNSÂN,
SULTÂN-ı SUBHÂN=>ABDuLLAH!.

HeR ŞEyi BELiRtiR=>EŞKÂLi,
İNSÂNLar=>ÖZden SÖZüyLe!.
MÜNiR DERMAN=>HıZıR HÂLi,
KiM GÖRMüş GÖNüL GÖZüyLe!.

DERMAN’ım “BiR DAMLa SU”da,
=>YEDİLeR-ONBİRLeR=>BİLe!.
YAŞANmayan>YALAN!.“HU”da,
YAŞAyaNa==>CENNet=->ÇİLe!.
===>ÖLÜ SAVAŞı==>UYKUda,
=>DİLLi DüDük==>KÂBus İLe!
.

MÜNiR BaBa NAHNU ORMANı,
HIZIR’ın=>KIRkLar DERMANı,
HÂL-i HAZıR=>HuZuR=>HıZıR,
BİZ BİR-İZ->NAHNU FERMANı!.
bEN bAŞKa-BİZ bAŞKa”sı SıR,
DÖNdükçe->DEVRÂN KİRMANı,
İHVÂNİ’m KÜLî ŞEYy=>FıR FıR!.


M.M.M. MuhaBBetLerimLe...

Resim KuL İHVÂNİ..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

Resim NASİHAT!.

Kimseye ne derdini, ne acını, ne ıstirâbını. Açma.. Melek bile bilmesin..
ALLAH'a aç her derdini. Arzularını.. Utanmazsan eğer..
"Yan ama tütme!."
Yazılandan gayri gelmez. İyisi de gelir fenâsı da..
Hepsini hoş gör.. Kadere boyun eğ!.
Elde olmayan bir şey vardır =>Kader.. Onunla mücadele edilmez!.
Kendini bir ekranda görüp işiten insân, bu perdenin içindeki GÖNÜLdür..
GÖNÜL insânın gölgesinin gölgesinin mânevî görünmez gölgesidir.
GÖNÜL =>ALLAH'a BAğLanmanın ismidir..
Bir âlemde yaşıyoruz. Fakat içimizde, mekân olan cesedde Kudret Âleminden bir şey taşıyoruz o da =>GÖNÜLdür..
Mutlak olan ALLAH’tır. Her şey O’ndan fakat hiç bir şey =>O değil..
O’nu göremiyoruz. Zirâ O’nun dışında değiliz.. O halde =>İÇine dÖN!..

Çok şükür ki kusurlar, hatalar koku halinde değildir. Koku halinde olsaydı birbirimizin yanında duramazdık.. Bu günün insânları ara sıra kendi kendilerini hatırlıyorlar. O da ne zaman söylemekten utanırım!.
Hâni bazı yerlerimiz vardır, ülkemizde (deprem) sebebiyle hatırlarız yâ. Yazık!.
ALLAH Kelâmı’nda.: “Kul ve hayvan hakkı ile bana gelmeyin!.” diyor. Bu ne demektir?.
“Âhirete böyle gelmeyin!.” demek değildir. Mânâyı emri anla!.
Onun içinde bir merhamet, acıma ve sEVgi gizlidir!. Eşşekk!.

İnsanların Ruhî Hamulesi olan İlahî Tarafı ki, buna biz =>“Âdemîyyet” tarafı diyoruz. Bu hamule ile temâs için şu sözleri bilmek lâzımdır.:
RABB, ÎLÂH, HAKk gibi mübârek lâfızlardır..

RABBi’s-Semâvât, RABBi’l-Ard, RABBi’l-Maşrikeyn, RABBi’l-Mağribeyn, RABBu’r-Rahîm, RABBi’l-Arş, RABBi’l-felak, RABBi’n-nâs, RABBi’l- âlemin, Lâ İlâhe. HAKku’l- Mübîn..
Bunlar nedir?.

Bu lâfızların yerine “ALLAH” lâfzı konamaz. O halde bunlar nedir?.
ALLAH ile konuşmak için hitâb kelimelerini bilmek lâzımdır.
Dikkat son söz şu.:
Mansur.: “Ene’l- HAKk!.” dedi. “Ben ALLAH'ım!.” demedi..
Bunu hallet ben söyleyemem!. Söylersem her yer karışır. Zaten evvelce karışmış!.
KeLâMuLLAH şeklen Arap’çadır amma =>ASLen ALLAH’çadır.. Bunu bil, gaflet etme!.
ALLAH =>“Her yerde hazır ve nazır.” değildir.
Her şey =>“ALLAH’ta hazır ve nazırdır.”
İnsânın gözü, aklı kadar görür.. Ama kulağı Öyle değildir.. Es Semi’ü’l- Hâşir’dir. Es Semi’ evvel söylenmiştir. (Kur'ÂN-ı Kerîmde)
Görmeyen peygamber gelmiştir, fakat sağır peygamber gelmemiştir, yoktur..
ALLAH, insâna anlama bakımından nüzul ederek, ses halinde tecellî etmiştir. Bu, insâna büyük bir İltifat-ı RABBânidir..
"Gürültü yapma!."
“Sesinizi Nebî’nin sesinden fazla yükseltmeyiniz. ALLAH yavaş konuşanları sever.”
Bu âyet ve Kudsî Hadis nedir!. Anla!. Budalalık etme!. Bu lâfa da gücenme!.
Ben =>"ANLAyamayana ANLAtamadığımdan,” kendime söylüyorum..
Bak sana =>Ağzında kemiksiz, bir et parçası “DİL” var ya, onun anatomisini söyleyeyim. Şaşırır kalır insân aklı..
Dil ucu üstü gıdıklanır, bazen kaşınır.
Yanak içleri =>Sıcak-soğuk. Damak =>Tuzlu-acı, sıcak-soğuk hislerini ALır =>Dimağa götürür onun atomlarını dimağdaki bilgisayar cinsini hemen söyleriz. Tuzlu. Tatlı. Acı. Sıcak.vs..

Soğuk. Ekşi gibi.. İnsanın yapacağı birçok şey vardır. Yapamayacağı birçok şeyler vardır. Bunları biliyor musunuz?..
Nasihat vermek bugün imkân dışında kalmıştır. Nasihat kelimesinin mânâsı “öğüt)” değildir.
“Araç-gereç” in mukabili de “malzeme” olmadığı gibi.. Malzeme kelimesinin yerini tutmaz. O mânâyı vermez. Kuru bir lâf olur..
Nasihat demek =>İnsânın yaratılışında mânevî taraftan birçok ulvî ilâhi his ve duygular vardır. Kelâm ve ilim ile bunların merkezlerine inerek onları geliştirmek adetâ dimağdaki ilâhi bilgisayar tuşlarına geçirip içindeki nüveyi ortaya çıkarmak için o merkezleri okşayarak bazen sen ve yumuşak bir nevi vaaz etmektir.
Bir tohumda gizli “çınar”ın ortaya çıkması için yaratılışında ona verilen emir üzere hareket eder..
“Toprak, Hararet, Güneş, Su'yu sana bulan çalışma ile ortaya çık!.” emri..
Kültür, Edebiyat, Müzik, Ân'ane, Tarih ve her şey bunda âmildir.
İnsan ALLAH'ın SEVgisi ile yaratılmış en güzel mahlûktur..
Bu güzellikte olan insânlar anlamadıklarına daha çok inanırlar.
Mânevî meselelerde hiçbir sisteme girmeden düşünmek lâzımdır.
Güyâ tekâmül icâbı, her şeyimiz değişti. Hâlâ da değişiyor.
Bu günkü Türkçe gibi değişen ve başıboş bir dil ile eskiyi kitapları ile anlatmak imkân haricine çıkmıştır.
Bu dil ile hiç kimse kendi içine inmeye muvaffak olamaz.
Nasihatteki kitapların kelimelerin yerine varacak “malzeme” bugün kalmamıştır. Araç-Gereç’in İşi de değildir bu.
“Kırk gün sabah namazı kılmayanın kulluk kadrosundan çıktığını bilir misin”..?!.
Sabah namazı kılmayanın şehadeti makbul değildir. (Fetvâ-yı Hindi).
Her gün Resûlü Ekrem, akşamlan sevgili mübârek kızı Fatıma'nın kapısı önüne, toprak bir kapla yâni bir TeSti su kormuş..
Bu TeStide ne büyük bir kıymet, bir emir, bir nezâket, sessiz sözsüz bir şey gizlidir bilir misin?.
Fatıma bu su ile sabah abdest alır sabah namazı kılardı. Günün birinde Resûlü Ekrem sabah namazından çıkmış bir de ne görsün TeSti Fatıma'nın kapısı Önünde dolu duruyor.
“Yâ Fatıma, kızım!..”
“Buyur Yâ Resûlullah!. Yâ babam!. (sallallahu aleyhi vesellem.)
“Kızım sen bugün sabah namazı kılmadın mı?”
“Kıldım Yâ Resûlullah. Hasan birâz rahatsızdı yukarıda su vardı, onunla abdest aldım.” dedi.
Resûlü Ekrem.: “Elhamdülillah!.” dedi.
Yâ Fatıma, aman gözümün nuru kızım sabah namazını kaçırma. O namaz o vakit için emrolunmuştur. O vaktin kıymeti için.
Kadınlarda sabah namazı erkeklerden daha ziyâde mühim bir hususiyet taşır. Cuma günü sabah namazını vaktinde kılmayıp kaçıran erkek, o günkü sabah namazını Öğleye kadar bile olsun ona kaza olur. Kadınlarda ise böyle değildir.
Yâ Fatıma, babam Peygamberdir diye düşünme, yarın Huzur-u İlâhî’de ben bile seni kurtaramam!.”


Neden kurtaracak, Azâbdan mı? Cehennemden mi?. =>Hayır..
Neden o halde?.. =>HAKk’ın önünde utanmadan..
Resûl'ün şefaati=>ruhadır=>cesede değil..
Utanma, insânın elinde olmayan mânevî bir haslettir.
Resûlü Ekrem Sevgili Kızı'na TeSti ile içindeki su yoluyla sessiz sözsüz hitâb diyordu..
Hâlbuki Hz. Fatıma hiçbir namazı kazaya ömründe bırakmamıştır..

O halde TeSti nedir;
Elenmiş toprak =>Su ile yoğrulur=>İnsan eliyle şekillendirilir..
“Toprak-Su karışımı ile yaratılan insân eliyle”
=>Güneşte kurutulur =>sonra ateşte pişirilir. =>TeSti olur. =>İçine kendi çamuruna karışan su konur..
TeSti mübârek bir âlettir. Hor görme!.
TeStiden su içmek kristal sürahi ve bardaktan su içmekten daha nâfidir.
Bu lâflarımızı hor görme. =>Kime yazık olur. =>Kendine!.

TeSti hikâyesi uzundur. Anlatmayacağım!.
TeSti =>Türklerin İslam olduktan sonra şeklini değiştirerek icâd ettikleri ve yanlarından ayırmadıkları bir şeydir..
Peki, nedir bu şey dediğin?. =>“TeSti=>Hor gördüğün TeSti..
Helâya kadar götürüldü.. TeStiyi helaya götürmek çok yüz kızartıcı bir iştir!.. Aman, sakın bu gibi işlerden!.

Küpler vardı. Güveçler vardı. Kâseler vardı Çömlekler vardı. Saksılar vardı.
Bunlarda büyük ince sessiz haykırışlar vardır.. Hakikatler gizlidir..
Hepsi şimdi toprak altında.. Şükür olsun ki aslına döndüler..
Fakat şekillerini kaybetmeden.. Toprak onu çevirmedi. Tekrar toprağa.. Zirâ topraktan temiz olarak ayrıldı, temiz gittiği için şekline dokunmadı.
Arkeologlar vardır. Topraklan kazar dururlar. Ararlar bunları. Tarihlerini tespit ederler parçalanmışlar varsa un’lan yapıştırırlar. Resimlerini alırlar veya resimlerini çizerler. Müzeler kurarlar, antika diye..
Antika ne demektir?.
Geçmişteki insânların kullandıkları her türlü malzeme..
Onları geçmişte kullanan insânlar nedir, kimdir?.
Onunla kimse meşgul olmaz.. Bunlara, yâni aslında basit bir toprak kâse veya TeSti, güveç yahut küp’e paha biçilmez kıymet verirler.. Neden?.
Kimse bir şey söyleyemez, antikadır ondan!.
Ben söylersem çok acayip ve keder verici bir hale düşeriz. Söylemiyorum bundan ötürü!.

Heykeller vardır. Taparlar.. Putlar vardır secde ederler.
“Topraktan yarattığı için Âdem’e secde etmeyen Şeytan’ın sırrı” nedir bunda gizlidir!. Söylemediğim söylenemez!.
TeSti=>Çini oldu=>Porselen oldu=>Fayans oldu=>Bugün plâstik devrindeyiz..
TeStide=>Toprak. Su. Ateş. İnsân eli gizlidir!.
Bugün TeSti =>Termos oldu.
Güveç=>Düdüklü tencere oldu.
Küp =>Plastik bidon,
Kâse =>Çömlek, noramin oldu..

Acaba iNSÂN ne oldu?!. TeStiyi bu hâle getiren iNSÂN..
Bunları yapan ve bu hale getiren yine iNSÂN dır..
Lügat Kitabında isim bulamadım!. Üzgünüm!. I am sorry!.
Hiç olmazsa, evinde =>Bir TeSti, bir güveç, küçük bir küp bulundur.
Antika olarak. Yüksek bir yere koy.. Kullanma. Zâten kullanamazsın!. Seyredersin hiç olmazsa. O da, seni sessiz sözsüz seyreder!.
“Su TeStisi=>Su Yolu’nda kırılır!” sözü vardır.
=>Su Yolu’nda kırıldı!.
Artık =>“TeSti” de kalmadı bugün!!.

Münir DERMAN..


ResimResim

TeSti.: İçine su, şarap ve benzeri sıvı şeyler konulan, geniş gövdeli, dar boğazlı, kulplu, emzikli ya da emziksiz olabilen toprak kap.
NASİHAT.: İbret verici ders, tavsiye, ihtar, öğüt..
Hamule.: f. Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü..
Âdemîyyet.: İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır..
Hitâb.: Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma..
Ene’l- HAKk.: Ben HAKk’ım!.
Hallac-ı Mansur.: Asıl adı Hüseyin olan bu zât, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Mânevî istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifâdelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idâm edilmiştir..
Nüzul.: İniş, inmek, aşağı inmek..
Hâşir.: Haşreden, toplayan. Cem'eden. * Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bir ismi. Hâşir Meydanı’nda bütün insanlar mübârek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle mezkûrdur.
İltifat.: Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek. * Dikkat, itinâ..
Ân'ane.: Âdet, örf.



ResimResimResim

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
Resim---“Ikra’bismi RABBikellezî halak (halaka).: Yaratan RABBinin İsmi ile oku.” (Alak 96/5)

Hâşir Günü.. Kul ve Hayvan/CanLı Hakkı..

إِنَّا أَنذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَرِيبًا يَوْمَ يَنظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِي كُنتُ تُرَابًا
Resim---“İnnâ enzernâkum azâben karîbâ (karîben), yevme yenzuru'l- mer’u mâ kaddemet yedâhu ve yekûlul kâfiru yâ leytenî kuntu turâbâ (turâben).: Biz, yakında başınıza gelecek bir azap ile sizi uyardık. Kişinin, ilerisi için neler hazırlayıp, takdim ettiğini kontrol edeceği, kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, ALLAH’a iman, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek örtbas edip inkârda ısrar eden kâfirin.: "Ah ne olaydı, toprak olaydım!." diyeceği gün, bu azap sizin başınıza gelecek.” (Nebe’ 78/40)

فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ
Resim---“Fe men ya’mel miskâle zerretin hayren yereh (yerehu).: Kim, dünyada zerre miktarı, bilinçli, amaçla örtüşen niyete dayalı bir hayır işlerse, mükâfatını işte o zaman görecektir.” (Zilzâl 99/7)

وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
Resim---“Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yereh (yerehu).: Kim de, zerre miktarı bir kötülük yaparsa, cezasını da, o zaman görecektir.” (Zilzâl 99/8)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“Zulüm üç çeşittir.: ALLAH’ın asla affetmeyeceği zulüm; ALLAH’ın affedeceği zulüm ve ALLAH’ın göz ardı etmeyeceği zulüm..
a-) ALLAH’ın asla affetmeyeceği zulüm, ALLAH’a ortak koşmaktır. Çünkü şirk büyük bir zulümdür. (Bu durum, şirk üzere ölenler için)
b-) ALLAH’ın affedeceği zulüm ise, kulların kendileri ile RABBleri arasında (ki ilişkilerinde) kendilerine yaptıkları zulümdür.
c-) ALLAH’ın göz ardı etmeyeceği zulüm ise, kulların birbirlerine karşı yaptıkları zulümdür ki, haklarını birbirlerine ödetmedikçe onu terk etmeyecektir.”
buyurmuştur.

(Suyutî, el-Camiu’s-Sağir, 2/94; Mecmau’z-Zevaid, h. no:18379)

Resim--- Abdullah İbnu Ömer radıyallâhu anhümâ anlatıyor.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşerâtından yemeye de salmamıştı.” buyurmuştur.
(Buhârî, Bed'ü'l-Halk 17, Şirb 9, Enbiya 50; Müslim, Birr 151, (2242))

Resim--- Ebû Hüreyre radıyallâhu anhu anlatıyor.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Fâhişe bir kadın, sıcak bir günde, bir kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü, susuzluktan dilini çıkarmış soluyordu. Kadıncağız mestini çıkararak (onunla su çekip köpeği suladı). Bu sebeple kadın mağfiret olundu.” buyurmuştur.
(Müslim, Tövbe 155, (2245))

Resim--- Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.: “Kıyamet gününde, haklar sahiplerine mutlaka verilecektir. Hatta boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacaktır.” buyurmuştur.
(Müslim, Birr 60. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 2)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e SAYgı EDEBi.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ أَن تَحْبَطَ أَعْمَالُكُمْ وَأَنتُمْ لَا تَشْعُرُونَ
Resim---“Ya eyyuhâllezîne âmenû lâ terfeû asvâtekum fevka savtin nebiyyi ve lâ techerû lehu bil kavli ke cehri ba’dıkum li ba’dın en tahbeta a’mâlukum ve entum lâ teş’urûn (teş’urûne).: Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesi'nden fazla yükseltmeyin. Ve o'na sözü, birbirinize bağırdığınız gibi bağırarak söylemeyin. Siz farkında olmadan amelleriniz heba olur.” (Hucurât 49/2)

SaBaH NaMaZı'nın ÖNEMi.:

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey Resûlullah’ın kızı Fatıma! Sen de kendini ALLAH’tan satın almaya çalış; zirâ senin için de bir şey yapamam!.” buyurmuştur.
(Buharî, Vesâyâ 11; Tefsir (26) 2; Müslim, İman 348-352.)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey kızım Fatıma! Babam Peygamber diye güvenme RABB’ine karşı kulluk vazifeni yap, Eğer ALLAH'tan nefsini satın alamazsan vallahi BEN bile senin namına hiçbir şey yapamam!.." buyurmuştur.
(Müslim, İman,89.)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sabah namazını kılan kimse ALLAH’ın himâyesindedir. Dikkat et, ey Âdemoğlu! ALLAH, bizzât himâyesinde olan bir konuda seni sorguya çekmesin!.” buyurmuştur.
(Müslim, Mesâcid 261-262)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cennetin anahtarı namaz, namazın anahtarı ise abdesttir.” buyurmuştur.
(Taberanî, el-Mu'cemü'l-Evsat, 5/186, hadis no: 4361)

Resim--- Cündeb el-Kasri'den nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Her kim sabah namazını kılarsa o kimse ALLAH'ın koruması altındadır." buyurmuştur.
(Müslim, Mesâcid, 262.)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Sizi atlılar kovalayacak bile olsa sabah namazının iki rekât sünnetini terk etmeyin." buyurmuştur.
(Kütüb-i Sitte, 8/424)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "O, dünyanın tamamından hayırlıdır." buyurmuştur.
(Kütüb-i Sitte, 8/424)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir kimse 40 gün yatsı ve sabahı cemaatle kılsa ALLAH celle celâlihu ona iki berat verir. Cehennemden beraat ve münâfıklıktan beraat.” buyurmuştur.
(Hz Enes radiyallahu anhu’dan, Ramuzu’l-Hadis, Sh.426/12)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir kimse cemaatle sabah namazını kılar ve namaz kıldığı yerde oturur da 100 kere İhlâs Sûresini okursa, ALLAH celle celâlihu onunla kendisi arasında ALLAH celle celâlihu’dan başka kimsenin bilmediği günahları affeder.” buyurmuştur.
(Hz Enes radiyallahu anhu’dan, Ramuzu’l-Hadis, Sh.427/2)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir kimse yatsıyı cemaatle kılsa yarı geceyi ihyâ etmiş olur. Kimde yatsıyı ve sabahı cemaatle kılarsa bütün geceyi ihyâ etmiş gibi olur.” buyurmuştur.
(Hz Osman radiyallahu anhu’dan, Ramuzu’l-Hadis, Sh.427/1S)

Es Semîu celle celâlihu.:
Resim
El Basîru celle celâlihu.:

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

DR. MÜNİR DERMAN kaddesallahu sırrahu ANLATIYOR.:

Rüyâmda Kâbe’yi tavaf ediyordum.
Sarıya meyyâl beyaz sakallı cüsseli ve gayet küçük gözlü bir zât sağ omuzuma dokundu.:
“Oğlum! Sana bir gün soracaklar.: “Kâbe nedir?” Cevâbın şu olsun.: “Kâbe.: Kevnî Hakikatler ile İlâhî Hakikatlar arasında bir geçit.. Görünenlerle görünmeyenler arasındaki geçit.. Onun için namazda İlâhî Hakikatlerin zuhuruna vatan olan Kâbe’ye dönmek lâzımdır.. Böylelikle sûretler Kâbe’nin sûretinde secdeyi bulurken, bildiğimiz hakikatlar de onun bilinmeyen hakikatında secdeyi bulur..
Dikkat edersen Namazda=>Ötelerin sartından bu dünyada alınan bir rayiha vardır..
Kendini Kâbe’nin içinde farzet, batıya dogru namaz kılıyorsun. Kâbe’nin duvarının dışındaki adam da Kâbe’ye dogru kılıyor; Kâbe duvarını kaldırırsan karşı karşıyasın. O halde içteki ve dışardaki duvara mı dönüyorlar, duvarı kaldırırsan “yüz yüze” dirler!.”

Sonra bana avucunun içini öptürdü. Ve.: “Ben Muhyiddin-i Arabî’yim…” dedi ve devam etti.:
“Gölge ile vücûd birbirinin aynı değildir. Bu düsünce eşiği, o kadar derin ve girift bir incelik merkezidir ki orada çoklarının ayağı kaymış ve çoklarının kalbindeki hissi selâmet bozulmuştur… Bütün akılların idrak edemedigi ALLAH Sırrı’nın çözüm noktası =>ÖLüMdür…”
“ÖLmek diye birşey yoktur. Şekilden şekile girmek vardır..”
“ÖLümü herkes anlar. Fakat tekrar dirilmede akıl bulanır, vehim süphe içinde kalır.”
“Gölgesi olmayanları arayıp bulunuz, ondan sonra düşünerek gölge hakkında kanaat ve mütalaaya varınız…”
Rüyâda gördüğümüz şeylerde gölge yoktur. Dikkat etmediğimizden veya etmek imkânı olmadığından öyle şey olur mu demeyiniz…
Rüyâda =>Renk ile ses vardır, koku yoktur. Bir de gölge yoktur…
Niçin bunlar yoktur?.. Merak etme!…

Bir İlahîde.: “Gölgem kayboldu, Gönlüm dolunca..” diye bir söz vardır. Ruhla beden aynı sey degildir… Ruhla doymus olsa beden ne acıkır, ne de yorulur. Ama su ister… İnsan bir gölgedir. Dünya yüzünde…
Nâsib bitiyordu: Kâbenin cenub kapısından beni dışarı çıkardı… “Haydi oglum yürü Arafat’a çık… Yolun nurlu olsun…”
Kulağıma yavasça adeta koku gibi fısıldadı: “Âlem =>Sıfat-ı Kemâllerin zuhur mahallidir. Baska söze kulak verme!.”
Büyük bir ter içinde uyandım Sabah EzÂNı okunuyordu…

(Bozüyük.. 9.11.1949 gecesi.)


Resim BiR TÜRLü!.

SEVgi baht olmuş ezelden bize,
Sizde bir türlü, bizde bir türlü..
Alaca düşmüş gördüğümüze,
Sizde bir türlü, bizde bir türlü..

Donandı dağlar bahar olunca,
Gölgem kayboldu gönlüm dolunca,
Güzeli görmek boylu boyunca,
Sizde bir türlü, bizde bir türlü..

İstemem versen cihan varını,
Gönül nakşetti güle yârını,
Her yüzde görmek dost didârını,
Sizde bir türlü, bizde bir türlü..


Yûnus EMRE
kaddesallahu sırrahu..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim sallallahu aleyhi ve sellem..

RESÛLULLAH’a ULAŞmak!.

Câmiye girip güzel alnını kalbiyle birlikte secdeye koyan insân hakiki mü’midir. Nüfus kağıdından mü’min vardır, isimden mü’min vardır bir de mübârek …. Kur’ÂN onu, o güzel alnı tefsir ediyor.:
“Vucûhun yevme izin nâdıretun İlâ RABBihâ.”
Alnı temiz olanlar ALLAH’ın cemâlini görecekler, kavuşacaklar O’na.
İnsan ALLAH’a âhirette kavuşmaz, dünyada da kavuşur..
Her yerde hazır ve nazır olan, Habli’l- Verîd’den, şuradaki damardan size daha yakın olan ALLAH’’a her zaman insân kavuşur. Fakat insân nefsâniyetine uyarsa git gide uzaklaşır..

Onun için Cenâb-ı ALLAH, Kur’ÂN’da ve Hadis-i Resûl’de, Hadis-i Kudsîlerde “Arş” diye bir kelime vardır, Arş. Arş-ı Alâ. Arş-ı Alâ’yı Cenâb-ı ALLAH, kullarını serbest bıraktığı için bu kelimeyi kullanmıştır..
Arş’a hakiki mü’min, bir sivrisineğin kanadından daha yakındır. Fakat hakiki kalble, bu anlını secdeye koymayanlar ve ondan zevk almayanlar için Arş-ı Âlâ güneşten daha uzaktır..
Uzaklaşırsa insân küfre girer. Çünkü her yerde hazır ve nazır olan Cenâb-ı Lem-Yezel’e mekan verilir. Yanaştıkça insân hakiki imana girer.
Onun için Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz mi’racda.: “kâbe kavseyni.: Bir ok kadar yanaştılar!” diyor.
O meseleyi mânevî edeb içinde mütalâa etmek için söylenmiş bir sözdür.
Bu iş 4000 senelik mesâfededir.4000 sene ışık senesi.
Işık aynen elektrik süratındadır. Bir sâniyede 300.000 kilometre kat’ eder.
Yâni bir sâniye de dünyamızı yedi buçuk defa dolaşır.
Hem elektrik hem de ziyâ. 4000 senede geliyor bize. Güneşin ziyâsı.
Fakat güneşe baktığınız zaman güneşin gözbebeğinizin içinde, doğar doğmaz sıcaklığını elinde hissedersiniz.
Onun için Secde-yi Rahmân’dan zevk alıp hakiki mü’min sınıfına girmiş insân, güneşi kendi içinde, ALLAH’’ı kendi içinde duyar.
Yok bunu yapmayan insân otuz kat pencerenin içinden uzaktan güneşin hararetini ve ziyâsını hisseder gibidir..
Onun için Evliyaullah’tan birisi daimâ böyle otururmuş.
Çocuklarından birisi.: “Baba niye ayağını uzatıp oturmuyorsun?”
“O’nu görürken ben ayağımı nasıl uzatırım?” demiş.
Onun için İslamda edeb, yalınız kaldığı zaman Cenâb-ı Lemyezel’in onu gördüğünü ve daimâ Nûr-u Resûlullah’ın onu yıkadığını hissedecektir. Bunu hisseden insân daimâ edeb içindedir.
Onun için muhtelif va’zlarda size söyledim, daimâ abdestli gezin Efendiler.
Abdest, ALLAH’’a ve Rasülüne yâni Nur-u Resûlullah’a edebin en büyüğüdür.
“Bundan ne çıkar efendim?!.” demeyiniz.
Âhir zamandır. Yarın âhirette göreceksin. Onun için Sallallahu Aleyhi Vesellem.: “İlim şuradadır, takvâ buradadır, ibâdet şuradadır!” dememiştir.
“Şuradadır!.” demiş, mübârek parmaklarıyla derken üç defa kalbini göstermiş.
Takvâ, ALLAH’’a iman hepsi buradadır.
Şu et parçasının içindedir. O et parçası bilirsiniz KALBdir.
Kalbin teknikte, anatomisinde, yâni anatomisi; kalbi çıkarsak, baksak ve yarsak içinde neler var.. Dört tane gözü vardır. Dört göz bu et parçasına hediye kalsın.
Biz mânevî gözlerini şey edeceğiz..
İslam Dini'nde Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bildirdiğine göre, burada Sallallahu Aleyhi Vesellem ne söyledi Kur’ÂN’da ne var O söylüyor..
“Hasan efendi şunu söyledi.. Mehmet Bey bunu söyledi!” yok!. Dili tutulur burda inşanın!.
“Onlar öyle, şu kitap şöyle diyor. Bu kitap böyle diyor!” onlar geveze inşanlar!.

Kur’ÂN-ı Kerim, Sallallahu Aleyhi Vesellem’in Hadis-i Şerifleri'nden!.
Burdan söylüyorum ben!.. Çünkü niyetim öyle..
Aksi söylersem burdan paldır küldür topal çıkarım dışarı..
İki yarım iki gözü vardır.. Birine GÖNÜL, “Fuad” kısmı derler Arapça da.
İkinci kısmına, yarı kısmına “Sadr.” Sadr.. Veyahut “Denis” veyahutta “Denes”
Esrede okunur, üstünde okunur Arapçada..
“Denis” veya “Denes”.. Kalbin kirli, paslı dünyaya, dünyanın şehvanî ve nefsanî arzularına bağlı tarafı demektir. Bu iki kısım, NûR-u Resûlullah la yıkanır..
Bütün canlılarda; dinsiz, kâfir, münâfık, İslam ve NûRuLLAH kim olursa olsun hepisinde NûR-u Resûlullah vardır.
NûR-u Resûlullah’ı =>
=>Az ismini bilen ismini Hasan kor, İslam Cemâatında yaşar.
=>Daha kıymetini bilen Cuma ya gider.
=>Daha kıymetini bilen, beş vakite gider.
=>Daha kıymetini bilen geçmişlerini kılar.
=>Daha kıymetini bilen, daimâ abdestli gezer, ALLAH-u Lemyezel’in Mübârek İsmini ağzından bırakmaz..
Aşağıya doğru nakıs tarafa gidersen küfre kadar gidersin.
Onun için Eşref-i Mahlukât yalnız İslâmlan değildir.
Onunla birlikte dinsiz de imansızı da, Eşref-i Mahlukât yaratılmıştır.
Fakat onun kıymetini bilmezse;
Bir antika yüzük tasavvur edin. Antikacıya gidersiniz.: “Buna on bin lira!.” der.
Fakat demircinin örsü yanında bir demir parçasından farkı yoktur!.
İnsana kendisi kıymet vermelidir. Kendi Muhasebe-i Ruhîyesini yapıp da kıymetini mânevî terazide ölçüp,
Puta-i MuhaMMedî de eriyebildiği derecesinin ayarını, denesini, derecesini bilirse o zaman kendine şey eder..

“Efendim ben günahkârım, sen günahkârsın!.”
Mü’minin elinde mükemmel bir temizleyici âlet vardır, size söyledim.
“Estağfirullah, Tevbe, Tevbe-i Nasuh. ALLAH’’ın İsmi” vardır..
Katiyyen ve katiyyen me’yus/ümitsiz olmayınz.
Bunlar mertebe mertebe, mertebe mertebedir.
Hatta ömründe bir defa .: “Lâ İlâhe İlALLAH” içinden söyleyen adam bir gün cennete girecektir.
Yâni ALLAH’’ın Cemâli’nin; Mütebessim tarafını görecektir, Gazâb tarafını değil.
Onun için Denes tarafına.
Sadır tarafına daha çok insânlar meyyal olunca.. mesela şâirler, romancılar, hâtibler, vâizler, zırıltıcılar, dedikoducular ne kadar millet varsa hepisi denes tarafından konuşur.
Onun için burada bir vâiz başka söyler,
Amerika’da konuşan vâiz başka söyler,
Ankara da konuşan başka söyler.
Endülüs’te konuşan başka söyler.
Mekke’de konuşan başka söyler.
Yemen’de konuşan başka söyler.
Hudeybe’de konuşan başka söyler..
Bunu temizlemek için biliyorsunuz Sallallahu Aleyhi Vesellem cesed i’tibariyle “kul” olması bakımından, onun bu denis tarafı da temizlensin diye.:
Elem neşrah leke sadrek.: Biz onun göğsünü de yardık.
O tarafı da temizlenmiştir. “Elem neşrah leke sadrek!
Mü’minin kendi elindedir. Mü’minin kendi Cebrâil’i kendi elindedir.
Resûlullah’ı Sallallahu Aleyhi Vesselem'i nasıl küçükken Halime’nin yanında aldı geldiler.
Şimâ ismindeki Kız Kardeşi, Süt Kardeşi gördü.: “Kardeşimin göğsünü yardılar. Yıkadılar onu!.”
İster bunu mânevî yıkadı kabul et, ister bıçaknan açıp!. Nasıl kabul edersen et..
Resûlullah’ın Sadrı tamamiyle ALLAH’’ın Nûr SUyu’yla bütün necislerden temizlenmiştir.
Fakat bu hadiseden sonrada da Elem neşrah leke Sûresi'ni, Sûre-i Mübâreke’sini de mü’minin eline vermiştir..
Hançer’in elinde, yar göğsünü, yıka!. “Elem neşrah leke sadrak.” Yap!.
Onun için böyle fuad tarafından konuşanlar, fuad kısmından konuşanlar.
Yâni nefsi tamamiyle kaldırmış, konuştu mu insânlar..
Veliyullahlar öyle konuşur. ALLAH’’ın en yakın kulları öyle konuşur.
Burada bir kul söylesin.
Endülüs’te söylesin.
Amerika da söylesin.
Avusturalya’da söylesin.
Şurdaki yanımızdaki câmi de söylesin.
Söylediklerinin hepisi birbirinin aynıdır.
Çünkü o ilhamı o şeyden, Fuad Kısmından geliyor. O, ALLAH’’ın feyz yeridir.
Onun için Hazreti Debbağ meşhur, onun “El Ebriz” diye bir kitabı vardır.
Orda der ki.:
ALLAHu lem yezel'den bütün namütenâhi kâinâta ışık hüzmesi şeklinde sayı hesabına girmeyecek Feyz-i İlâhi iner.
Feyz!. Bu feyzin bir tanesi Sallallahu Aleyhi Vesellem’e inmiştir, Resûl olmuştur.
Resûlullah’tan da binlerce feyz çıkar..
“Peki kime?”
Bir huzmesi, milyonlardan bir huzmesi, bir kula nâsib olursa o Ehlullah olur, Veliyullah olur..
Ve ALLAH’’ın kapalı örtüsü altına girer.
Evliyâî tahte kıbâbî lâ ya'rifuhum gayrî.: Benim bu evliyalarım kubbem altındadır, Benden başka kimse bilmez!.
Bu sınıfa girer.
Onun için Sallallahu Aleyhi Vessellem üç defa.: “Buradadır iş! Buradadır iş!" (Kalbi göstererek) demiş,
Kalbinizi temizleyin!.
“Efendim nasıl temizleyeyim?.”
Üsûlleri var.. Abdestli gez, abdestli gezene…. bir şey etmez..

Dr Münir Derman..
Kaddesallahu sırrahu..


ResimResim

Denes.: (c.: Ednâs) Kir, pas, pislik, murdarlık, necâset..
Derece.: (c.: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak. * Dairenin bölündüğü dilim..
Kıbâb.: (Kubbe. c.) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları..
Nazır.: (c.: Nüzzâr) Nazar eden, bakan..
Nefsâniyet.: Nefsini çok beğenmişlik. * Gizli düşmanlık, garez, kin..
Arş-ı Alâ.: En yüksek Arş.
Arş-ı Azam.: En büyük arş. Cenâb-ı HAKk'ın Arşı..
Lem Yezel.: Zâil olmaz, bâki, zeval bulmaz. Daimî olan..
Anatomi.: insan, hayvan ve bitkilerin yapısını ve bu yapıyı oluşturan türlü organlar arasındaki ilişkileri araştıran, inceleyen bilim.
Kat’ etmek.: Yol almak..
Edeb.: Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ..
Va’z.: Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma..
Fuad.: Kalb, gönül, yürek..
Eşref.: En şerefli. Daha şerefli. En iyi, en güzel..
Eşref-i Mahlukât.: Mahlukatın en eşrefi, yaradılmışların en şereflisi. İnsan..
Muhasebe.: Hesablaşmak. Hesab görmek..
Puta.: Pota.: Çeşitli şeylerin bir araya getirildiği, kaynaştırıldığı yer..
Tevbe-i Nasuh.: Sâdık tevbe. Nasuh tevbesi. Rücu' ettiği günaha bir daha dönmemek veya tevbe eylediği günahı bir daha yapmamak için kasd ve niyet etmek ve bunda tam kararlı olmak..
Gazâb.: Hiddet, öfke, dargınlık, kızgınlık.
Meyyal.: Çok meyleden, eğilen. Çok istekli, düşkün..
Feyz.: (c.: Füyuz) Bolluk, bereket. * İlim, irfan. Mübareklik. * Şan, şöhret. * İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak..
Hudeybe.: Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye giden yolun üzerinde ve Mekke'den bir merhale uzaklıkta küçük bir köy olup, yakınında bir kuyu ve bir ağaç vardır ki, bu ağacın altında Hz. Fahr-i Kâinat Efendimize (aleyhisselâm) beşinci hicri senede eshabı tarafından biat olunmuştur. .


Resim ABDÜLAZÎZ ed-DEBBÂĞ.:
Abdülazîz b. Mes‘ûd b. Ahmed ed-Debbâğ el-Hasenî el-Bekrî (ö. 1132/1720)
1090’da (1679) Fas’ta doğdu. Görüş ve düşüncelerinin nakledildiği “el-İbrîz” adlı eserde devrinin gavsı olarak tanıtılmasına rağmen hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Kaynaklar ona nisbet edilen bu eseri zikretmekle yetinirler. Kendisiyle Receb 1125’te (1713) tanıştığını, şeyhinin o sıralarda otuz beş yaşında olduğunu söyleyen müridi ve el-İbrîz’in derleyicisi Ahmed b. Mübârek (ö. 1156/1743), onu eşi bulunmayan tasarruf sahibi bir velî olarak anmasına, ALLAH, Kur’ÂN, kâinat ve insan hakkında söylediği her sözü mutlaka kabul edilmesi gereken ilâhî bir sır gibi göstermeye çalışmasına karşılık, hayatının ana çizgileri konusunda doyurucu bilgi vermez..


ResimResimResim

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem eliyle kalbini işâret ederek üç kere.: “Takvâ işte buradadır, takvâ işte buradadır, takvâ işte buradadır” buyurmuştur.
(İbn Hanbel, Müsned, III, 134.)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "ALLAH celle celâlihu.: "أوليائي تحت قبابي لا يعرفهم غيري Evliyâî tahte kıbâbî lâ ya'rifuhum gayrî.: Velîlerim benim örtüm (Kıskançlık kubbem) altındadır, onları benden başka kimse bilemez" buyurmuştur.
(Hadîs-i Kudsî.)


=>YÜCe RABB’ın GELİNLeri.:

GÖKkteki YILDIZLar gibi, ALLAHu zü’L- CeLÂL
’in Kıskançlık Kubbesi altındaki “MuhaMMedî EHLuLLAH-VELÎYyuLLAH GELİNLeri!.

Resim--- "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Kudsî Hadisinde CeNâB-ı ALLAH buyuruyor.: "Evliyaî tahte kubabî la yârifühüm ğayri.: BENim gök kubbemin altında öyle dostlarım vardır ki onları benden başka kimseler BİLmez!." buyurdu..
(İsmail Hakkı Bursevî, Rûhü’l-Mesnevî, I/417)

NiYaZi MıSRî kaddesallahu sırrahu Hazretleri bu hadisi açıklamıştır.

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH TeÂLÂ kıskanır. ALLAH’ın kıskanması, haram kıldığı şeyi kulun işlemesindendir.” buyurmuştur.
(Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den; Buhârî, Nikâh 107; Müslim, Tevbe 36. Ayrıca bk. Tirmizî, Radâ 4.)

Resim--- Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:ALLAH’tan daha kıskanç kimse yoktur. Bundan dolayı kötülüklerin açığını da kapalısını da haram kılmıştır…” buyurmuştur.
(Müslim, Tevbe 33.)

Resim--- Sa’d İbni Ubâde radıyallahu anh bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in huzurunda.: “Eğer karımın yanında yabancı bir erkek görecek olsam onu, kılıcımın keskin tarafıyla doğrarım!.” demiştir. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem çevresindekilere.:
“Sa’d’ın bu gayret ve hamiyetine şaşmayın! Çünkü ben Sa’d’dan daha kıskancım. ALLAH TeÂLÂ da benden daha kıskançtır” buyurmuştur.
(Buhârî, Nikâh 36.)

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ
Resim---“Vucûhun yevme izin nâdıreh (nâdıretun).: İzin günü pırıl pırıl yüzler vardır.” (Kıyame 75/22)

إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ
Resim---“İlâ RABBihâ nâzıreh(nâziretun).: RABB'lerine bakan.” (Kıyame 75/22)

فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
Resim---“Fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ.: Böylece iki yay mesafesi kadar, (hatta) daha yakın oldu.” (Necm 53/9)



Resim RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in İSMİ YÜCELTİLMİŞTİR.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Fazilet SancağıÂLeMLer üzerine çeken RABBımız TeÂLÂ’mızdır.:


أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ
Resim---“E lem neşrah leke sadrek (sadreke).: Göğsünü senin için şerhetmedik mi (yarıp genişletmedik mi)?” (İnşirâh 94/1)

وَوَضَعْنَا عَنكَ وِزْرَكَ
Resim---“Ve vedagnâ anke vizrek (vizreke).: Ve senden yükünü kaldırdık (kaldırmadık mı?).” (İnşirâh 94/2)

الَّذِي أَنقَضَ ظَهْرَكَ
Resim---“Ellezî enkada zahrek (zahreke).: Ki o (yük) senin sırtını bükmüştü.” (İnşirâh 94/3)

وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ
Resim---“Ve refa’nâ leke zikrek (zikreke).: Ve senin için, zikrini yükselttik.” (İnşirâh 94/4)

فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
Resim--- "Fe inne maal usri yusra(yusren).:Demek ki zorlukla berâber bir kolaylık var."
(İnşirâh 94/5)

إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
Resim---" “İnne maal usri yusrâ (yusren).: Muhakkak ki zorluk ve kolaylık beraberdir.” (İnşirâh 94/6)

فَإِذَا فَرَغْتَ فَانصَبْ
Resim---"Fe izâ feragte fensab.: Öyleyse boş kaldığın zaman hemen intisab et/ durmaksızın (duâ ve ibadetle) yorulmaya devam et..” (İnşirâh 94/7)

وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ
Resim---"Ve ilâ rabbike fergab.: Ve öyleyse RABBine rağbet et (O’nu öv, hamdet, zikret, tesbih et).” (İnşirâh 94/8)

Şereha.: Birşeyi yaymak, genişletmek (gamdan, kederten, sıkıntı ve darlıktan kurtarmak),bir şeye (İslâm’a) açmak.
Şerhi’l- Kelâm.: Şerhetmek, izâh etmek, mânâsını açmak.
Sadr.: Herşeyin önü, göğüs, nefsin kâlesi.. İlâhî İlham ve şeytanî vesveseye açık bölge.
Nakid.: Gıcırtı (hafif ses): Semerin yükten dolayı çıkardığı gıcırtı. (kemiklerden de gelebilir)
Enkad.: Ağır yükün, kemikleri çatırdatması.
İnkadû’l-Hamli’z- Zahr.: Yükün sırta ağır gelmesi nedeniyle oluşan çatırtı sesi.


Zikrini yükseltmedik mi? İnsÂNlar içinde İSMİNin anılışını yücelttik. Şehâdetle şereflendirdik. Sûnnetullah öyleki yükün alındı da dinlendin mi, yeniden yeni bir işe koyulmak üzere programlanmıştır..

Ferega.: Kab boşaltmak. (fariğ olmak, boşa çıkmak)
İnsab.: intisab et, tâbî ol, talep et, çalış, Rabbine yönel.
Nasebâ.: Gayret edip yeniden koyulmak..
İrgab.: Rağbet et, onu öv, sena et, hamdet, zikret, tesbih et..
Ragibe ileyhi.: Birşeye şevkle sarılmak..


Sûre-i Celîlede.: İki kolaylık: Dünyâ ve âhiret ni’metleri. Bir zorluk: Dünyâdaki imkanla imtihân belki de..

Bu muhteşem sûre.: “Rağbetini ve arzunu RABB’ine tahsis et, tevvekkülle lûtf-ü- ikrâm ve İhsÂNını bekle..” dercesine bitiyor..

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sadrının şerhi için; 1,5 yaşındayken, vahyin başlangıcında ve mi’râcda vuku’ buldu diye belirtilmiştir.:

İşte MuhaMMedî SADRın Şerhi.:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in mübârek SADRının ŞERHinin maddeten-mânen olduğu açıkça NASS Hükmüdür. Bu İşlemin 2 ya da 3 kez gerçekleştiği bildirilmiştir.

(Davudoğlu, Ahmed, Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi, II, 112.)

Konuyla ilgili rivâyetleri değerlendiren Hadis İmamaımız İbn Hacer (v. 852/1448), Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ilki çocuk yaşta, diğeri de mî'rac öncesinde olmak üzere sadrının iki kez yarıldığı sonucuna ulaşmıştır.

(İbn Hacer el Askalanî, Fethu'l-Bârî (Sahih-i Buhari Şerhi), l, 460.)

Enes b. Mâlik radiyallahu anhu'dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (küçüklüğünde) çocuklarla oynarken Cebrâil aleyhi's-selâm gelerek onu tutmuş ve yere yatırarak kalb bölgesini yarmış ve kalbini çıkarmış. Kalbden çıkardığı bir kan pıhtısını Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e göstererek: "İşte şeytânın sendeki nasibi budur"demiş ve kalbini altın bir tas içinde zemzem suyu ile yıkayıp kapatmış. Sonra da onu yerine yerleştirmiştir. (olayı gören eden) çocuklar, koşarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in (süt) annesi Halime radiyallahu anha’ya varmışlar ve: "Muhammed öldürüldü" diye haber vermişler. Süt annnesi ve çocuklar olay yerine geldiklerinde onu rengi uçuk bir şekilde görmüşler. Bu hadisin râvisi olan Enes radiyallahu anhu.: "Ben Resûlullah'in göğsünde dikiş izini görmüştüm" demiştir..

(Müslim, İman, 261.)

Yine İsrâ Gecesi öncesinde meydana geldiği bildirilen "şerh-i sadr" olayı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin dilinden.:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.: "Mekke'de bulunduğum bir sırada evimin tavanı aralanarak Cibril iniverdi. Göğsümü yardı ve kalbimi zemzem suyu ile yıkadı. Sonra içinde hikmet ve iman dolu altından bir tas getirerek onu kalbime boşalttı. Sonra göğsümü kapattı. Daha sonra da elimden tutarak beni semâya çıkardı" buyurmuştur.
(Buharî, Salât, l, Hacc, 76, Enbiyâ, 5; Müslim, İman, 263, Tirmizî, Tefsîr, 94; Nesâî, Salât, 1.)

Bir diğer rivâyete göre bu hâdise, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Kâbe'nin yanında uyku ile uyanıklık arasında bulunduğu bir sırada gerçekleşmiştir.

(Müslim, İman, 264.)
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

ResimKALB..

MÜNİR DERMAN ALLAH DoSTLaRı’nın HâLLerini YAZmış..

Anadolu'nun bağrından çıkmış büyük velîler vardır.
Dr. Münir Derman da Anadolu'da bu gök kubbenin gizlediği Mânevî Güneşlerden biridir..
Anadolu'nun bağrından çıkmış büyük velîler vardır. Onlar bu mübârek beldenin insânlarına birer güneş olmuşlar, mânevî feyiz ve ışıklarıyla Anadolu'nun varlığını koruyarak, ruhâniyetleriyle yıkamışlardır. Kültürümüz onların efsâneleri ve güzellikleriyle enginleşmiş ve bu yönleriyle insânlık tarihinde ölümsüzleşmişlerdir.
Dr. Münir Derman, Anadolu'da bu gök kubbenin gizlediği Mânevî Güneşlerden biridir..

DOST İKİYE AYRILIR.:

Kütüphânemde para vermeden mülkiyetime geçen kitablar da var. Bunlardan biri de “ALLAH Dostu Der Ki” adını taşıyor. Kitab, okulumuzun kütüphânesinden bana “hediye”. Daha doğrusu meslek dersleri hocamız Ramazan Kısa, 1972’de Ankara İlahiyat’ın 2. sınıfında okurken almış, okul kütüphânesine “bir no’lu demirbaş” olarak hediye etmiş. Bu kitabı okumak için almış, sonra da üzerine yatmış olmalıyım. Kitabı kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum. Sunuşa bakar mısınız.:
“Gece değmemiş semâ, Dalga görmemiş deniz gibi, Gönlü olanlara selâm olsun!.”
Sohbetlerden derlenip kitab haline getirilen ALLAH Dostu Der Ki’deki “DOSt”, ALLAH DOStu..
Operatör Dr. Münir Derman (kaddesallahu sırrahu)DOSt”u ikiye ayırıyor.: Sadece ALLAH’ı Dost edinenler; ALLAH’ın Dost edindikleri. Kendini de birinci kısımda zikrediyor Üstad..

Kitab Yazmamış Ama Sözlerini Sadırlara, Gönüllere Yazmış DERMAN EFENDİ.:

Kitabın ana temâsı irfÂN, ALLAH Dostlarının hâlleri, sözleri.. Ama bilgiler kitabî değil; irfânî veya ledünni. İfadeler açık ama gizemli. Dil, insânı GÖNÜLden yakalıyor. Kitabın bir makamı varsa “ALLAH Dostu Der Ki”nin makamı “hayret”tir deriz. Kitabın son sayfasına yazarın yayımlanacak kitabları için bir liste eklenmiş. Birincisini okuduktan sonra diğerlerinin de peşine düştüm. Aradan üç, dört yıl geçti. Bir dostun evinde “Su” kitabını gördüm ve kitabtaki adresi kaydettim. Ankara merkezli adresi yıllarca sakladım. Galiba 1990’da idi, yolum Ankara’ya düştü. Önce kitabdaki adrese gittim, sonra Hacı Bayram’daki kitabçıya. ALLAH Dostu Der Ki, beş cilt olmuş. Su kitabı da iki cilt. Heyecanla aldım ve nasıl içerek okudum bu kitabları..

“Büyük insân demek; Âdemiyet Hamûlesiyle görünmek sırrına ermiş insân demektir.”
Derman, bu sözlerde isim vermeden kendini târif ediyor. HıZıR’la görüştüğünü, Üç’leri, Yedi’leri, Kırklar’ı tanıdığını söyleyen bir ALLAH Dostu ile karşılaşıyoruz. Kitab yazmamış ama sözlerini sadırlara, GÖNÜLlere yazmış Derman Efendi..
Dostları onu.: “Yanaşılması güç, kendisini ele vermeyen, içini göstermekten uzak duran celâlli bir yapısı vardı.” diye tanıtıyor.
Çok celâlli bir adam. Bu celâlin sebebi -bize düşmez ama- ALLAH’ın o’nda Celâl İsmi ile tecellî etmesidir, bu aşikâr. Gürleyerek konuşuyor fakat gözlerinden yaşlar eksik olmuyor. Resme bakıp kalbinizi bozmayınız, sakal bırakmamışlardır. Sakal bazı kişiler için “örtü”dür; bazıları da için sakalsızlık örtüdür. Kendini gizlemeye yarar. Fakat başka bir sünnet öne çıkar Münir Derman Efendi’de. Saçları. Omuzlarına kadar sarkar beyaz saçları..

BİR DOSTU ANLATIYOR:

“Notlarını yazmak üzere yanına gidiyordum. Yolda rastladım, karşı kaldırıma doğru yürüyordu. Hocam, demir parmaklı tercihli yolu geçit olmadığı halde yürüyerek karşıya geçmişti. Çok âni oldu, nasıl oldu bilmiyorum, hayret içinde kaldım. Yakında bulunan trafik polisi de koşarak yanına gitti. Elini öptü, kucakladı.: “Amca bize de duâ et. Buradan nasıl geçtiniz!” İlerden geçip yanına gittim. Bana dönerek, gülümsedi.: "Ne oldu ben de anlamadım. Birden demirler ortadan kalktı, yol açıldı, ben de geçtim!." dedi. O âyet geldi aklıma.: "Biz her şeyi Âdem’in emrine verdik"..


هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُم مَّا فِي الأَرْضِ جَمِيعاً ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim---“Huvellezî halaka lekum mâ fî’l- ardı cemîan summestevâ iles semâi fe sevvâhunne seb’a semâvât (semâvâtin), ve huve bi kulli şey’in ALÎM (alîmun).: O (ALLAH) ki, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yarattı. Sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. Ve o, ALÎM'dir (herşeyi en iyi bilendir).” (Bakara 2/29)

وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مِّنْهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لَّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Resim---“Ve sahhare lekum mâ fî’s- semâvâti ve mâ fî’l- ardı cemîan minh (minhu), inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn (yetefekkerûne).: Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amâde) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.” (Câsiye 45/13)

BİR DİĞERİ ŞÖYLE ANLATIYOR.:

“Gülhâne Hastanesi’nin komutanlık katından çıkış kapısına doğru yürüyorduk. Elimden tutuyordu. Birden kendimde bir başkalık sezdim. Bütün vücudum hücrelerime kadar titremeye başladı. Özenle parlatılmış yerdeki mermer taşlardan, duvarlardan.: “ALLAH Hû!.” sesleri geliyor, inilti, haykırış halinde zikrediyorlardı. Dayanılması güç bu hal ile ben de haykıracaktım ki kendimi tutmak için çaba sarf ederken Hocam elimi sıktı.: "Sakin ol yavrum!."..
Hemen toparlandım. Anladım ki Hocam bu zikri içine almış, “HAKk ile HAKk” olmuştu.
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

AYNI DOST DEVAM EDİYOR.:

“Elini dizime koymuştu. Belki tonlarca ağırlık dizimi ezmeye başladı. Bacağım ağrıyordu. Sonra elini çektiler. Ayağa kalktık, birâz yürümekte zorlandım. Bu hali çok sonra bir gün kendilerine anlattım. Gülümsedi, fısıltı halinde kulağıma söyledi.: "Demek ki, kendimle birlikte seyahatte idim!."..

Dostlarıyla birlikte bir yerde oturuyorduk, içeri yabancı bir adam girdi. Hocamı görünce.: “Hoş geldiniz Efendim. Her hâlde siz benden evvel gelmişsiniz. Ben de Almanya'dan iki gün önce döndüm. Geçen hafta Münih Câmi’inde Cuma Vaazınızı dinlemiştim. Ne kadar kalabalıktı değil mi..” Hocam kısa bir sükûttan sonra hemen sözü değiştirdi. Hayret ettim. Halbuki hocamla her gün, aylarca birlikte idim. Almanya'ya gitmemişti..

*
Huzurlarında oturuyorduk. Eli anlatıyorlardı. Fırsat bilerek sordum.: “Efendim siz yürürken elinizi yan tarafınızdan birâz öne tutarak parmaklarınızı aralayıp etrafı tararcasına yürüyorsunuz.. El ile ilgisi var mı?”
Bununla ilgili hatırasını anlattılar.:
"Gençtim. Köyde sabah namazına kalktım. Köydeki helâlar başkadır bilirsiniz, dedi. Aşağıda pislik yığın halinde görünür. Pisliğe düşmüş bir örümcek çırpınıyordu, fakat kurtulamıyordu. Hemen gittim, uzandım, elimi pisliğe daldırıp hayvanı temiz bir yere bıraktım, kurtulmuştu.. Sonra ellerimi sabunladım, yıkadım ve abdest alıp Sabah Namazını kıldım. Biraz uzanmıştım ki uyumuşum. Rüyâmda bu sağ elime ışık verdiler. Sağ elim projektördür, ışık saçar. Görmekte güçlük çektiğimde yolda giderken ondan böyle yapıyorum" demişlerdi..

***

Tadımlık olarak anlattığımız bu olaylardan gerçek hayatına dâir bazı notlar yazsak iyi olacak..
Dr. Münir Derman 1910 Trabzon doğumlu. Baba tarafından büyük dedesi Kafkasya’dan Şeyh Şâmil, ana tarafından büyük dedesi Ahmet Ziyâeddin Gümüşhânevî’ye “Uçan Şeyh”’e dayanıyor. Büyük nenesi meşhur evliyâ kadın Gül Hatun.. Annesi Şehvar Hatun, babası Ahmet Rasim Efendi.. Trabzon’da 4 yaşından i’tibâren Buharalı Hocası Ömer İnan Efendi'nin mânevî eğitiminde ilerlemiş, ondan feyiz almışlar, 9 yaşında hafız olmuşlardır. İlkokulu özel Fransız okulunda bitirip liseden sonra üniversite tahsili için devlet tarafından Fransa'ya gönderilmiş, burada felsefe ve psikoloji okumuş. Üstün başarıları sayesinde sınıf atlamış ve Tıp Fakültesini de bitirerek doktor olmuş. Öğrenim yıllarında Mısır'da El Ezher Üniversitesi’ne kaydolmuş ve İlahîyat Tahsilini tamamlamış.
Askerlik yılları gençliğinin zor dönemleridir. Kore ve Ekinava Harblerinde bulunmuş, burada doktor olarak hizmet vermişler. Yurda dönünce Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak felsefe doktorluğu yapmış, kısa süre sonra da bu görevinden ayrılarak tıp doktorluğu hizmeti için Doğu bölgemizde göreve başlamıştır..

DERMAN HAZRETLERİ HİÇ BİR MADDÎ SERVETE SÂHİB DEĞİLDİ.:

Uzun yalnız yıllar, çileler onu Bozüyük'e sürüklemiş. Hükümet Tabîbi iken evlenmiş ve bir kız evlâdı olmuş. Eskişehir'de Genel Cerrahi dalında doktorluğu devam eder ve buradan emekli olur..

Münir Derman Efendi, Japonya'da bulunduğu sıralarda judo üzerinde çalışmış, tekvando ve aikido sporlarını Eskişehir’de tatbik eden ilk kurucu sporcu olmuştur. Türk tıbbında ilk defa kopan bir ayağı ameliyâtla takarak uluslar arası Tıp Dünyasında ilgi çekmiş, ilk tebrik telgrafı Sovyetler Birliği'nden gelmiştir. Sonra Amerika'dan, Almanya'dan ve başka ülkelerden.. Dâvet üzerine Almanya'ya gider..

15 yıl Almanya'da Anatomi Profesörlüğü yapmış, sonra da yurda dönmüştür. Burada da câmilerde vaazlar vermiş, çok sevilmişlerdir. Fransızca, Almanca, Rusça, Arapçayı mükemmel bilir ve konuşurlardı. Bu dillerin kültür ve edebiyatları hakkında derin bilgi sahibi idiler. Yabancı dillerin yanı sıra bilhassa fizik, kimya, matemâtik gibi Fen Bilimlerinde, Astronomide şaşılacak derecede bilgiliydiler. Eskişehir'de akademide öğretim üyesi olarak ders vermişlerdir..

Derman hazretleri hiç bir maddî servete sâhib değildi. Almanya’dan döndükten sonra Ankara'da bir otel odasının mütevazi şartlarında yaşadı son demlerini.. Evi yoktu. Eşi ile birlikte yalnız başına, eski tanıdığı dostlarıyla yetindi. Ömürlerini ağır riyazet ve çilelerle, büyük sıkıntılar ve dertler içinde, insânlardan uzak, namsız nişansız bir kul olarak geçirdiler. Çok az yer, pek az uyur, suyu çok az içerdi. Günde bir iki lokma veya bir zeytinle yıllarca oruç tuttular..

Tarikat kurmamışlardır. Tavır ve anlayış olarak günümüz dergâh ve tekkesine rağbet etmemişler, talebe, mürid, şeyh namları altında etrafına kalabalık insân yığınları toplamamışlardır. Ancak vaazlarından ve doktorluğundan kendisini tanıyan ve hakiki seven sayılı kimseler ona yanaşmışlar, ilminden istifâde etmeye çalışmışlardır..

BİR TALEBESİ ANLATIYOR.:

“Hocam, sağ elini açar avucunun içinden kâinatı seyrederdi.”
Son zamanlarını iki buçuk sene hastanede geçirdi. Vasiyetlerinde.: "Dünyaya garib geldim, garib gitmem lâzım. Garibin yeri tenhadadır!." ifâdesiyle sessiz bir Köy kabristanına gömülmek istediler..
2 Aralık 1989 Cumartesi günü HAKk’a yürüdüler. O'nu kar yağarken sevdiği iri kar taneleri ile Köyde toprağa verdiler. Mezârı Ankara’da, Karşıyaka Mezârlığı üzerinde, Memluk Köyü’ndedir.

Ankara’ya gelenler öncelikle Hacı Bayram’a giderler. Doğrudur. Ankara, Hacı Bayram ziyâreti ile başlamalı ve bitmelidir. Ama Ulucanlar’daki Tiritzâde Türbesi, Tâceddin Sultan, Bağlum’daki Abdülhakim Arvasî Hazretleri ve Asım Köksal Hoca ziyaretine, Memluk Köyü’ndeki Münir Derman Hoca da eklenmelidir..
Bu isimleri saymakla.: “Ankara aynı zamanda ermişler şehri mi demek istiyorsunuz?” diyenlere cevâbımız şudur.: “Ankara bilinmez meşhurların şehridir. Biz Ankara’yı bunun için severiz!.”

MÜNİR DERMAN EFENDİ’nin MEZÂR TAŞI’ndan:

Bir gövde borcum var toprağa,
Verdim borcumu.
Ruhumun toprağa borcu yok benim.
Arama toprakda beni ben başka yerdeyim.
..
Azâbda değil, nârda değilim.
Şikâyet etmedim. RABB’ımdan bu nedir diye.
Kırklar, yediler, dörtler, üçlerle arkadaş idim.
HıZıR’la buluştum, konuştum, dertleştim, dünya yüzünde..
Şikâyet etmedim kendi hâlimden.

Üzme kendini ben de senin gibiyim.
RABB’imin yanında uçar gibiyim..


Son olarak.: “Münir Derman Efendi’ye bir Fâtiha, üç İhlas hediye ediniz!.” derim. Okuduğunuz surelerin feyzi belki size de döner, belki Üstâd bize de şefaat eder!.

KâMiL YeŞiL ..yazdı…
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

ANKARA GÖNÜL ERLERİ

Sıddık DEMİR

CUMHURİYETTEN ÖNCE.:
HACI BAYRAM-I VELî,
ŞEYH ALİ SEMERKANDî,
SEYYİT HÜSEYİN GAZi,
BÜNYAMİN AYAŞî,
TAPTUK EMRE,
TACEDDİN SULTAN..


CUMHURİYETTEN SONRA.:
ABDULHAKİM ARVASî,
MUSTAFA YARDIMEDİCi,
HACI GALİP HASAN KUŞCUOĞLu,
İBRAHİM ETHEM,
MUSTAFA ASIM KÖKSAL,
Dr. MÜNİR DERMAN,
HACI HASAN BURKAY,
HACI AHMET KAYHAN,
Dr. HALUK NURBAKİ..


YAZAR HAKKINDA.:
1959 yılı K.Maraş-Afşin doğumlu. Lise ve dengi okullarda öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. “Yeni Nefes” adında bir dergi ile ilk yayım hayatına başladı. Bilâhere aşağıda adı olan eserleri kültür dünyamıza kazandırdı.,

1-) Afşin’li DERDİÇOK (Derleme)
2-) Gündemden Kesitler (Deneme)
3-) Ankara Gönül Erleri (Araştırma)
4-) Dirgen Ali (Belgesel roman)
5-) Duyarlı Gezintiler (Tesbit,tahlil)
6-) En Uzun Gün (Belgesel roman)
7-) Şahan (Hikayeler)


ÖNSÖZ.:
“Ankara’nın Manevî Mimarları” konusunda yaptığımız bu çalışmanın büyük bir yer dolduracağına dâir inancım tamdır. Her şeyin bir sebebi var ise bu eserin hazırlanması da öyle bir sebebe dayanmaktadır. Birtakım kültürel mahfillerde yapılan beyin fırtınası neticesinde bazı dostların, Başkent’te yaşamış ve halen yaşamakta olan gönül erleriyle ilgili.: “Ankara’nın gönül erlerini içine alan müstakil bir çalışma yok. Bu konuda yapılacak olan bir çalışma geniş kitlelere ulaştırılmak suretiyle bir boşluğu doldurma noktasında hizmet edilmiş olur.” gibi tespitler bu konuda harekete geçmemize vesile oldu..

O günden i’tibâren yaklaşık altı ay, Ankara ve ilçelerinde medfun olan veya yaşayan nokta isimleri belirledim ve bunlarla ilgili kaynak tespit etmeye koyuldum. Yeterli olgunluğa gelince, Cumhuriyetin kuruluşundan önce ve sonra diye sınıflandırarak çalışmaya başladım. Hakkında kaynak bulunan “Gönül Erleri” aynı zamanda en meşhur olanlardı. Bizde meşhur olanlardan bir demet yapalım dedik. Kaleme aldığımız gönül erlerini bizzât makamlarında ziyaret ederek manevîyatlarından izin aldım.
Son dönemlerin Gönül Erleri’nden bir kısmını bizzât tanıyordum. Diğerlerini ise tanıyanları tanıdığım için kaynaklara inme noktasında fazla zorluk çekmedim.
Abdulhakim Arvasî’yi üstad Necip Fazıl’ın, İbrâhim Ethem’i torunu Galip beyin, Mustafa Asım Köksal’ı rahle-i tedrisatında bulunmuş dostlarının ve damadının, Hasan Burkay’ı ve Ahmet Kayhan’ı çok yakınında bulunmuş birinci derecede dostlarının dilinden ve yayınlanmış eserlerinden, Mustafa Yardımedici’yi akademik çevrelerden, Hacı Galip Kuşcuoğlu’nu ise şahsen kalbi rikkatlerimle, daha ötesi aşk ve muhabbetlerimle kendi şâhidliğimde ifâde etme, anlama ve yorumlama şansına sâhib oldum..

Tabi ki onların hallerinin gerçek boyutu yazılamaz. Ancak müsaadeleri nisbetinde zâhiriye yansıttıklarının ifâdesi olarak, kendi zâviyemizden bu role soyunmaya cüret ettim. Niyetimiz hayır olduğundan amatörlüğümüz, gerek kitaba konu olan manevî mimarların ruhaniyetlerinde, gerekse okuyucu çevrelerinde dikkate alınarak değerlendirilmesini arzu ederiz..

Bu konulara ilgisi olanların zevkle ve muhabbetle, özel ilgi duymayanların merakla okuyarak faydalanabileceği bir çalışma ortaya koyabildiysek Yüce ALLAH’a hamd-ü senâlar ederiz.


2014- Keçiören
Sıddık DEMİR


GİRİŞ.:

Bilindiği gibi Anadolu insanında sofî Müslümanlık hemen her zaman diliminde hâkim olmuştur. İnsanın doğası gereği olağanüstülüğe olan teslimiyeti sofî Müslümanlığın hâkim olmasının sebeplerinden biridir. Öyle ki, binlerce cilt zâhiri ilimlerin toplandığı kitapların yapmış olduğu getiri, bir gerçek sofînin zamanla yaptığı veya halde yapacağı olağanüstü bir işaretin getirisi kadar olmamaktadır. Sofîlikte, bir şimşeğin çaktığı zaman diliminde insan, eşyanın sırrını çözerek gayelerin gayesine olan inancını güçlendirdiği halde, zâhiride uzun zamanlar alan çalışmalar, teoriler, tefekkürler, kitaplar neticesinde varılarak bilinen gaye ve alınan mesafe…
Aklı küçük gören sofîliği ve sofîliği, yani tasavvufu yok sayan aklı elbette eleştirenler olacaktır. İslam akıl merkezli bir dindir. Amma her şeyi de akılla izah etmek, idrak etmek mümkün değildir..
Tasavvufsuz din de kemalat, akılsız da şeriat olmaz.
Dinler arası uzlaşmaya rıza gösterenler sırf gelişmiş devletler, kalkınmış milletler diyerek onların inançlarına hoşgörü ile bakanlar, neden kendi insanları arasındaki dini yorumlama ve yaşantılara tahammül edemezler.
Çalışmayı yaparken, şahsen bu endişeyi taşıyorduk. İlm-i ledün sâhiblerinin aynı zamanda zâhiri ilme sâhib oldukları varsayımı akla dahi gelmeden, bir takım zevâtların hemen taarruz etmesinin ne faydası olacaktı. İnsanlığın tamamına yakınının fizik dünyalarında cereyan eden olayların derdinde uğraş verirken, minnacık bir grubun metafizik âlemlerinde, fizik dünyasındakilere faydalı olabilmek için bütün tasarruflarını kullanmaktadırlar.

Bir Hacı Bayram-ı Velî, bir Ali Semerkandî, bir Bünyamin Ayaşî, bir Taceddin Sultan, bir Hüseyin Gazi hazretleri ebediyete intikal ettikleri halde, olağanüstülüğün bütün güzelliklerini yansıtan menkıbeleri sayesinde insanlık, bu âbide şahsiyetlerin halen devan ettiğine inandığı tasarrufları ile imanını güçlendirmekte ve ateist cereyanların etkisinde daha az kalmaktadır. Diğer taraftan bu şekilde inanmak işine de gelmektedir. Uzun uzun kitabi bilgiler ve felsefe, güçlü bir imanı anlayıştan sonra gelen akli ürünler olmalıdır.

Yönetenlere rağmen yönetilenler ahde vefâlıdırlar. Değer yargılarını bütün olumsuzluğa rağmen yaşatırlar. Güzelim Başkentimiz’de veya bütün Ülke hayırlı ve güzel ömür yaşamış bu insanlara hep sâhib çıkmış ve yaşatmışlardır.
Çevremize şöyle bir bakacak olursak; yerleşim alanları, câmii, türbe ve diğer sosyal amaçlı yapılan eserler merkezlidir. Ankara’nın en temiz ve buram buram manevîyat kokan yerlerinden biri Hacı Bayram-ı Velî semtidir. Bu “Ulu Canlar” kendilerini korumaktadırlar. Birinci dünya savaşında şehid düşen Ankaralı askerlerin defnedildiği, bu günkü Numune hasta hanesi ve eski Türk ocağının bulunduğu Namazgâh Tepe’deki şehidlerin coğrafyası hariç, Ankara’nın Müslümanlaşmasında çok büyük görevler üstlenen “Gönül Erleri”nin yoğunlukla defnedildiği bir Ulucanlar Semti’ne bu ismin verilmesi ve adları hürmetine halen yaşatılması ahde vefâ gereğidir.

Türk devlet geleneğinde sık görülmeyen, yöneticiliğin daha çok güce dayandığı bir dönemde, bir kültür oluşumu olan Âhilik’in ve Âhilerin, zamanla Ankara’nın yönetiminde bulundukları, insanları dış ve iç tehlikelerden koruyan, onların hak ve hukukunu ön planda tutan bir anlayışla, tasavvufi Müslümanlıkları yanı sıra yöneticilik de yaptıkları bilinmektedir. Bölgede yaşayan insanların burunlarının dahi kanatılmasına sebebiyet vermeden, güçlü bir ilmi siyaset anlayışından hareketle hizmet verdikleri tarihi hakikattir.
Sofî Müslümanlığa saygı duyan, hatta idarecilikte tamamlayıcı faktör olarak görülen bir anlayış her daim yönetilenlere huzur vermiştir.
İdareci ve idare edilenler kaynaşması olmuştur. Aksi durum hali hazırda görünmektedir:

Çatışma kültürü…
Gerek Moğol istilasında, gerekse Anadolu Selçuklu devletinin parçalanması aşamasında ortaya çıkan beylikler dönemi, hâkimiyet mücadelelerinin gırla gittiği dönemlerde, Ankara halkı hiç başıboş kalmamıştır. Boşluktan istifâde eden rantiyeci veya eşkıya taifesi Ankara tarihinde görülmemektedir.
Merkezi otoritenin zayıflaması ve zaaf göstermesi karşısında kontrolü hemen Âhi Şeyhi alarak en azından Ankara insanına devletsizliği yaşatmadıkları gibi, şehrin sosyal ihtiyaçlarının giderilmesi yönünde çalışmaların yanında, bayındırlık işleriyle de uğraşmışlardır.
Ulucanlardan kaleye doğru çıkarken, Aslanhâne câmisi ve Âhi Şerafeddin, Âhi Elvan ve Câmisi, Âhi Yakub, sonradan Etimesgut olan Âhi Mesud ve diğer Âhi Babalar her türlü kültür âbideleriyle ayaktadırlar. Bu mübarek zatları günümüze taşıyan faktör bence Sofî Müslümanlığıdır..

Ankara’nın tasavvuf hayatında Âhilerin dışında makamları olduğu halde haklarında fazla bilgilerin olmadığı onlarca “Gönül Erleri” de mevcuttur. Haklarında bilgilerin yaşatıldığı kişileri zaten müstakil olarak iç sayfalarda işlemiş bulunmaktayız. Diğer “Gönül Erleri”nin isimlerini de burada zikredecek olursak:
Hacı Bayram-ı Velî’nin hocaları Şeyh İzzeddin, Hallaç Mahmud, kale eteğinde Tıkrıkzâde Hacı Hüseyin, Tezveren Sultan, İtfaiye meydanında Karyağdı Sultan, Şeyh Elvan, Kesikbaş, Zeynel Abidin, Kul Derviş, Direkli Baba, Gül Baba, Selçuklu komutanlarından Yeğenbey, Kızılbey, Şeyhülislam Yahya Efendi, Ayaşlı Zekeriya Efendi, Haymana’da Hüsameddin Ankaravî ve Cimcime Sultan, Beypazarı’nda İvaz Dede, Kalecik’te Kazanlı Baba, Alıçoğlu Baba, Davud Baba, Çubuk’ta Gül Baba ve Kalenderi Velî, Ankara Hacettepe civarında bölgenin beyliğini yapmış mutasavvıf kişilerden Karacabey Paşa, Cenâb-ı Ahmet Paşa, Ayaş’ta Muhiddin Baba, Ali Rıza Acara ve Muhammed Zivrığ gibi gönül erleri sayabiliriz..



CUMHURİYETTEN ÖNCE.:
Hacı Bayram-i Velî,
Ali Semerkandî,
Bünyamin Ayaşî,
Taptuk Emre,
Taceddin Sultân,
Hüseyin Gâzi..


Evliyâ’ya münkir olan hak yoluna âsidir,
O yola âsi olan gönüllerin pasıdır..

Yunus Emre
kaddesallahu sırrahu..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

HACI BAYRAM-ı VELÎ
kaddesallahu sırrahu..

Asıl adı Numan’dır. Ankara’nın Çubuk çayı üzerinde kurulmuş eski adı Zülfadıl/Solfasol Köyünde doğmuştur. Yıl 1352, ondördüncü yüz yıl. Anadolu’da tam Türk hâkimiyeti sağlanmış, hatta Trakya dahi Türk vatanı olmuş ama O bir yer… Ancak O yer henüz alınmamış. Rabbanî bir tasarruf, kıyamete kadar bizim olması gereken, O yerin dokusunu örmek için Hacı Bayram-ı Velî’ye daha doğar doğmaz büyük bir yük yüklenir ki ancak o kalkar altından. Zaman göstermiştir ki İlahî İradenin yardımıyla en şerefli bir şekilde vazifeyi ikmal eden şanslı adam olarak görüyoruz “SÂhibi Zaman” Hazretlerini.
Gençlik dönemi pek bilinmemektedir. Ancak iyi bir eğitim alarak şeriat ilminde kısa sürede büyük bir şöhret kazanan genç âlim, Ankara’da Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medreseye müderris olur. Uzun bir dönem Hocalık yapar. Kısa sürede halk tarafından sevilen, sayılan ve her sözüne i’tibâr edilen bir insan haline gelir.
İlimden oldukça iyi bir yerde olan Müderris Numan’ın ruhunda sürekli bir sıkıntı vardır. Ruhundaki bu sıkıntının ilacını da bildiği için hep bekler durur, nâsib olmadan dayak bile yenilmeyeceğini… Bunun için mutlaka sebeblere sarılmanın zâhiri de gerekliliğini bilir..

Nitekim bir gün dersten çıktığında, yanına adının Şüca-i Karamanî olduğunu söyleyen bir zât yaklaşır. Kendisinin Kayseri’den geldiğini ve bir haber getirdiğini söyler. O devirde Niğde, Aksaray gibi birçok yer Kayseri’ye bağlıdır. Müderris Numan yıllardır içinde var olan sıkıntının giderilmesi ve bir mürşidi kâmile intisab olabilecek olan bu haberde ki davete hemen icabet eder ve yola çıkarak Kayseri’ye ulaşır.
Kendisini çağıran, meşhur Emir Sultan’ın ortaya çıkmasına sebeb olan ve Somuncu Baba lakabıyla bilinen Şeyh Hamididdün-i Velî Hazretleri ile bir kurban bayramı buluşurlar.

Şeyh Hamididdün, iki bayramı bir anda kutluyoruz ifâdesiyle müderris Numan’a “Bayram” adını koyar. O tarihten i’tibâren beraberlikleri devam eder. Hatta hacca da beraber giderler. Manevî terbiye açısından seyri sülukünü tamamlar. Bundan böyle halk arasında “Hacı Bayram-ı Velî” olarak anılır ve bilinir. Somuncu Baba ona zâhiri ve bâtıni ilimleri ve halleri öğreterek yaşattıktan sonra, hoş görülü bir yaklaşımla.: “Hangisini murad edersen onu seç.” dediğinde Hacı Bayram-ı Velî, Evliyâullah’ın yüksek hâl ve derecelerini gördükten sonra kendisini tasavvufta verir. Hocasının da yardımıyla zamanın en büyük Velîlerinden olur.

Hamididdün-i Velî, Hamididdün Aksarayî ve Somuncu Baba ayni kişidir. Hatta Malatya Darende’de medfun Şeyh Hamididdün Velî’de ayni kişi olup Somuncu Babadır. Bu Evliyâlarla ilgili bir tasarruftur.
Hacı Bayram-ı Velî, şeyhi Somuncu Babanın Aksaray’da ölümü üzerine tekrar Ankara’ya döner ve irşada devam eder. Gün geçtikçe talebelerinin sayısı artar, ünü bütün civâr illere, Emirlere ve Beylere kadar yayılır.

Kendisinin müderrisken ki hâli gibi bir ruh sıkıntısında olan, Osmancık Medresesinde müderrislik yapan Akşemseddin adında biri, Ankaralı Şeyh Hazretlerinin namını duyar ve bu beldeye kısa zamanda gelir. Çarşıda dolaşırken huzuruna varmak istediği Zât-ı Muhterem’in talebeleriyle esnaf esnaf dolaşarak ihtiyaç duyulan iâşe veya paranın tahsiline çalıştığını görür. Ve.: “Bu kadar ünlü, mertebesi bu kadar yüce biri, esnaf esnaf gezip para toplamamalıdır.” diyerek başka bir şeyhe intisab için Şam’a doğru yol alır..

Halep’e vardığı gece bir rüyâ görür. Rüyâsında boynuna bir zincir geçirilmiş, zincirin ucu da Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’nin elindedir. Zincirin çekilmesiyle Akşemseddin kendini Ankara’da bulur. Uyanır ve anlar ki nâsibli olduğu ocak Ankara’dadır. Pişmanlık duyar ve hemen yola koyulur.
Uzun bir yolculuktan sonra Mürşidinin coğrafyasına intikal eder. Geldiği fark edilir ama olgunlaşması için önemsenmez. Bir müddet böyle gider, sonunda.: “Gel Köse” denilerek sağ ilk baştan yer açılır kendisine. Kısa zamanda manen terbiye edilir ve olgunlaşır..

HACI BAYRAM-ı VELÎ =>PADIŞAH II. MURAD.:
Şanı şöhreti gittikçe artan Hazreti, hasetçiler çekemez. Tıpkı günümüzde olduğu gibi. Hemen II. Murad’a şikâyet ederler. Padişah o dönemde Edirne’yi başkent yapmış, İstanbul henüz alınmamış olup Ankara’ya uzaklık oldukça fazladır. Ama emir bu.: “Tiz getirile, gönüllü gelmezse zincir vurularak getirile!.” emri üzerine özel birlik Edirne’den yola çıkar. Gelibolu üzerinden Ankara’ya gelen birliği Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’nın dışında Akşemseddin ile karşılar. Henüz emir tevdi edilmeden Şeyh.: “Hünkârımızı bekletmeyelim evlâdlarım, hemen gidelim!” der ve yola koyulur. Bu yolculuk aslında dillere destandır. Kafilenin yol boyunca gördükleri, şâhid oldukları her türlü güzellikler ilgi ve iltifatlar, tutsak bir suçlu değil de, sanki zaferden dönen bir komutan edâsıyla yapılan yolculuk gibidir. İslamî Kültürümüze çok güzel eserler kazandıran Gelibolulu Bican Kardeşler de bu yolculuk esnasında mürşidlerini bulur ve intisab ederler.
Hünkârın huzuruna varırlar. Daha ilk görüşte Hünkâr, içinden pişmanlık ve nedâmet duymaya başlar. Karşısında halkı isyana teşvik eden, fitne fesat saçan bir kişilik bulacağını bekleyen Hünkâr, aksakallı, nuranî yüzlü, görünüşte bütün güzellikleri tasvir eden bu zat karşısında ne yapacağını şaşırır ve ellerini öperek makama buyur eder..
Uzun bir süre sarayda sohbetlerde bulunan Hacı Bayram-ı Velî kaddesALLAHu sırrahu, Edirne’de de gerek halk, gerekse saray nezdinde saygı ve hürmet görmeye başlar. II. Murad ile sabahlara kadar sohbet eder. Gündüzleri halkın irşadı için câmilerde minbere çıkarak vaazlar yapar.

Bir gece sohbetinde Padişah.: “Hocam Kostantiniye’yi fetih etmek bana nâsib olacak mı?” sualini sorar. Şeyh, derin derin düşünür ve sabit bir noktaya takılır. Bir müddet sonra.: “Sultanım Kostantiniye’yi fetih etmek şu beşikte yatan mâsum, sabi Mehmet ile şu benim Köse Dervişime nâsib ve müyesser olacaktır.” der.
Beşikte yatan küçük Şehzâde Mehmet’in tahsil ve terbiyesi için Akşemseddin’i Edirne’de bırakarak geldiği yol üzere tekrar Ankara’ya döner. Dönmeden önce padişah kendisini hediyelendirmek istese de.: “Dünya malı bizim neyimize.” deyip geri çeviren Hazret-i Şeyh, Padişahın aşırı ısrarına dayanamayıp.: “Öyleyse murad ediniz, Ankara’daki dervişlerimden Devlet görevi beklemeyin, onları vergiden ve askerlikten muaf tutun!.” der. Ve isteği derhal bir fermanla duyurularak kabul edilir.
Bölğesine dönüşte tekrar talebeleriyle eğitim ve öğretime devam eder. Etrafında toplananların sayısı o kadar artar ki neredeyse Ankara’nın nüfusunun çoğu bu ocağa mürid olur. Zamanla şehirde ne vergi, ne de asker çıkmaz olur. Bölge ve civar illerin Emir’leri durumu Padişaha rapor ederler. Zor durumda kalan Padişah yine nezâket kuralları dahilinde hareket ederek Şeyh Hazretlerinden müridlerinin isim listesini ister.
Meselenin farkına varan Hazreti Şeyh, hemen bir oyunla kendisine gerçek bağlı olanları tespite başlar. Yüksek yerde iki çadır kurulur ve gece kimse görmeden çadıra koyunlar sokularak sabah tellal ile müridler çadırın yanına çağrılır.: ”Şeyh Hazretleri hasta, kim onun için canını verirse şifa bulacak ve Şeyhimiz kurtulacak.” sözleri yüksek sesle söylettirilir.
Biri kadın iki kişi.: “Şeyhimiz için canımız fedâ olsun!.” der ve çadıra alınırlar. Daha önce çadır içine alınan koyunlardan ikisi kesilerek kanlarının dışarı akması sağlanır. Bunu görenler.: “Şeyh delirdi mi? Böyle şey olur mu?.” diyerek dağılırlar. Hacı Bayram-ı Velî, Padişaha.: “Benim bir buçuk müridim var, isimlerini de gönderiyorum, diğerlerinin üzerindeki Devlet tasarrufu normale dönsün Sultanım.” diyen bir nâme gönderir.

Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin metodu, Ebu Hanife Hazretlerinin en önemli öğrencisi ve gelmiş geçmiş en büyük fıkıh âlimlerinden Ebu-Yusuf’a yaptığı nasihatin benzeridir. Bu nasihat birçok yazılı kaynaklarda bulunmaktadır. Bayramîliğin temel felsefesi bu prensiplerdir. Hazreti Şeyh’in ebediyete intikalinden sonra bu ocaktan iki tasavvufi kol yükselir. Bunlar; Bayramî Semsî ve Bayramî Melâmî’liktir.
Osmanlı hanedânı Hacı Bektaş-ı Velî’yi ordunun, Hacı Bayram-ı Velî’yi de devletin manevî koruyucusu bilmiş ve bu inancı sonuna kadar muhafaza etmiştir. İç isyanlarda Hacı Bayram ekolü ön plana çıkmıştır. Şeyh Bedreddin isyanında, Celâli Ayaklanmalarında mübârek Şeyh’in manevî mirası, kültürel dokusu, bu tehlikeleri bertaraf ederek, devletin uzun müddet yaşamasına yardımcı olmuştur.
Bayramîye tarikatı Nakşibendîye ile Halvetîliğin karışıp birleşmesinden doğmuş bir sistem olup, kurucusu olarak Beyazıt-ı Bestamî ve Cüneyd-i Bağdadî Hazretlerinin ruhaniyetlerinden el alınmıştır.

Yıkılan eski evlerin yerine veya yanına modern yeni evlerin dikilmesi gibi Anadolu’nun fütuhatında kolonizatör Türk dervişleri ve onların pîrleri, mekân olarak eski uygarlıkların dini müesselerinin yanı başında bulunarak onlara saygılı olmuş, tahrif olmuş şeriatlarının kültür merkezleri etrafında onların noksanlarını tamamalar mâhiyetde irşad merkezleri oluşturmaları tesadüf olamaz. Hıristiyan’lığın kültür merkezi, meşhur Kapadokya etrafında Kayseri, Nevşehir ve Kırşehir üçgeninde bu şekilde irşad merkezlerinin oluşması, o kültürün silinip gitmesi yönünde onca şuurlu uğraşlar ve Anadolu’nun kültürel olarak fethi, bu dervişlerin esas gâyesiydi. Hacı Bayram-ı Velî de koskoca Ankara ovasında hiçbir yer kalmamış gibi İsevilik Şeriatının şaheseri imparator Agustus’un adına yaptırılmış Roma Mâbedinin yanı başını irşad merkezi olarak seçmesi, gayelerin gayesine hizmeti, ayrıntılara rağmen ayni olması gereğine inanma fikriyâtıdır.

“Beş şehir” İsimli eserinde Ahmet Hamdi Tanpınar Hacı Bayram-ı Velî ile ilgili sözlerine şöyle devam eder.:
“Ve günün birinde bu toprağın yeni sâhibleri içinde yetişen saf ve yürekli bir köy çocuğu, Romanın zafer mabedi ve biraz sonrada Bizans Bazilikası olan bu âbidenin yanı başına muhacir bir kuş gibi yerleşti ve insanlara kadim imparatorluğunun ayakta durmasını sağlayan hakikatlarından çok başka bir hakikatin sırrını açtı. Bu Ledünnî Hazların, Âhiret Saadetlerinin, kendisini sevgide tamamlayan ruhun, bir nur tufanı gibi iştiyakın, kendi derinliklerinde ALLAH’ı bulan bir murakabenin hakikati idi.
Hacı Bayram-ı Velî kaddesALLAHu sırrahu, eriştiği bu hakikatin şevkiyle.:

Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı,
Geç canından bul anı,
Sen seni bil sen seni!.

Diye haykırır.” demektedir..

HACI BAYRAM-ı VELÎ =>ABALI SULTAN.:
AbaLı Baba, Yenimahalle ilçesine bağlı Memluk Köyünde medfundur. Şeyh Hazretleri yıkılmaya yüz tutmuş bütün evlerin tâmir ve tadilatını yaparmış. Bu çalışma esnâsında sürekli üzerinde “aba”ya benzer hırkası olduğu için çevrede “Abalı Baba” olarak tanınırmış. Hayatı hakkında pek bilgi bulunmamaktadır. Ancak Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile çağdaş olduğu menkıbelerden anlaşılmaktadır.

Bir gün Hacı Bayram-ı Velî müridlerine.: “Memluk Köyünden çağrılıyoruz. Haydin yiğitlerim, herkes canlı hayvanlardan ne bulursa (tavuk, horoz, ördek, hindi ve kaz) üzerine binsin!.” tâlimatını verir. Ve müridler bu hayvanlara binip Memluk Köyünün yolunu tutarlar. Köye yaklaştıkları AbaLı Baba tarafından anlaşılınca, o da yanında çalışan müridlerine.: “Elinizde hangi inşaat malzemesi veya araç gereç varsa (mala, kürek, kazma, bel, tahta) üzerine binin. Misafirler yaklaşmaktadırlar. Onlar çaya yaklaşmadan “subaşı”nda karşılayalım!.” der.
Ve onlar da bu araçları binek olarak kullanıp misafirlerini çayın başında karşılarlar. Hacı Bayram-ı Velî, binek hayvanı olan hindiden inerek Abalı Baba’nın eteğini öpmek istese de AbaLı Baba buna fırsat vermeden musafaha eder. Ziyâretten sonra Hacı Bayram-ı Velî’nin müridleri.: “Üstü başı berbat ve pejmürde olan bu adamın eteğini, koca Sultan neden öper ki!.” gibi sızlanırlar. Şeyh Hazretleri onlara döner ve.: “Evladım biz canlılardan binek yaptık, o ise cansızları yürüterek bizi karşıladı. Manevî Derecesinin bizden yüksek olduğunu görmediniz mi!.” der..

HACI BAYRAM-ı VELÎ =>HOCASI ER SULTAN.:
Er Sultan’ın diğer adı “Hallaç Mahmud”dur. Hacı Bayram-ı Velî’nin Hocalarındandır. Ulus’da bulunan ve eskiden kendi adıyla anılan Hallaç Mahmud Mahallesi’nde medfundur. Kendi adına yaptırılmış câminin yanı başındaki türbede yatmaktadır. Öğrencisi durumundaki Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerine karşı hep saygılı olmuştur.
Diğer adı yazılı klasiklerimizde “Er Sultan” olarak geçmektedir. 15. Yüzyılın büyük gezginlerinden Evliyâ Çelebi, meşhur Celâlî İsyanları sırasında isyana hazırlanan büyük bir asker güruhu ile eski adı Engürü olan Ankara’ya geldiğinde, doğruca Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerini ziyâret ederek hatim indirir. Bu işi birden çok devam ettirir. Bir gün Mânâ Âleminde.: “Ben Er Sultan’ım, Hacı Bayram’ın Hocasıyım.” diyerek başlayan ve gelişen olayı seyahatnâmesine şöyle alır.:
“Ben riyâsız Evliyâ, Engürü’ye girdiğimiz gün doğruca Hacı Bayram-ı Velî’nin nurlu türbesine varıp ziyâreti ile şereflendikten sonra bir hatm-i şerife başladım. Konağımıza gelip, akşam da ibâdetimizi yaparak duâ ve istihare ile uykuya daldım. Rüyâmda gördüm ki, orta boylu, sarı sakallı, bal rengi sof hırka giymiş, başındaki külah üzerine on iki dolama Muhammedî Sarık sarmış bir zât gelip, bana şöyle hitâb etti.:
“Bak oğlum!. Lâyıkmıdır ki, benim talebem olan Bayram-ı Velî’ye giderken beni basıp geçersin? Onu ziyâret edip hatm-i şerife bağışlıyorsun da bana bir Fâtiha niçin okumuyorsun?”

Ben hayret içinde.: “Sultanım, Cenâb-ı Şerifiniz kimdir? Ben sizi bilmem, nerede oturuyorsunuz?” dedim.
Cevabında.: “Sen uyanıkken Güreşçiler Tekkesi’nde ve 4. Murad Huzurunda pehlivanlara duâcık ederken.: “Engürü’de Er Sultan yatar, Rum da Sarı Sultan” demez miydin?. İşte Engürü’deki “Er Sultan” benim. Kale altı yakınında odun pazarında bir kalın kubbe içinde kaldım. Gelip ziyâret edip, bir Fâtiha ile memnun edesin. Dünyada ve Âhirette istediğini elde edesin. Sabah namazından sonra sana bir adam göndereyim. Hemen bana benzer. Onunla elele verip bu şehir içinde yürüyerek bana gelip, ziyâret eyle. Esselâmüaleyküm!.” deyip kayboldu.
Hemen uykudan uyandım. Temiz abdest alıp sabah namazı vaktini bekledim. Namazdan sonra Paşa’dan Enderun Mehteri gelip.: “Buyurun kahvaltıya” dedi. “Hayır, oğlum bugün oruçluyum” diyerek mehteri savdım..
Sonra baktım, gece rüyâm da gördüğüm kimse çıka geldi.:
“Evliyâ Çelebi siz misiniz? Buyurun, Er Dede Sultan rüyâmda beni size gönderdi. Ziyâretine gidelim.” dedi. Amma sözü sanki yer altından geliyordu. Yüzü nurlu, sözü tesirli bir zât idi. Hemen feracemi giyip, “Bismillah” ile kapıdan dışarı çıktım. Yaya giderken ileride şehir içinde on bir yerde, Evliyâ’nın büyüklerini isim ve künyeleri ile tanıtıp ziyâret ettirdi. Bazısına.: “Bizim çırağımızdır” der idi. Bazısına.: ”Azizim Hamid Efendi’nin halifesidir.” der idi. Böylece, türbe türbe gezdik. Hemen elime yapıştı. Yokladım, elinde hiç kemik yoktu. Ne tarafa eğsem hamur gibi eğiliyordu. Hemen elini elimden çekip sağ tarafta bir türbe gösterdi ve yine elimden tutu. Sonra Âhirete ait şeyler konuşarak, Odun Pazarı denilen yere vardık. Meydanın batı tarafında küçük bir kubbe güründü.: “İşte Er Sultan kubbesi şurasıdır.” diyerek sağ eliyle gösterdi. Ben o tarafa bakıp, sonra tekrar yanıma baktım, o kimse kaybolmuştu.”
“Bre Mehmed! Onun elini elimden bırakmasam gerekti. Bre Mehmed, hâlim neye varır?” diye dört tarafa seher vaktinde sersem sersem gezdim. “Belki şu keçe kaplı küçük kapıdan girmiş ola” diye hemen kapıdan içeri girdim. Meğer bozahâne imiş. Birçok Paşalı Eşekçinin kimi çöğür, kimi tambur çalıyorlar. Bir hayhuy ki, târif olunmaz. Hemen biri.: “Evliyâ Çelebi, gel bir bozacığımızı iç!” dedi.
“Hay bozahâneye girdiğimi gördüler!.” diye utancımdan yerlere geçtim. Hemen dışarı çıkıp doğru Er Sultan Kubbesine vardım. Kapısını açıp içeriye girerek.: “Esselâmü aleyke ya Azîz Pîr!.” diye ağlayarak eşiğine bu asi yüzümü sürdüm.
Sonra.: “Ey Sultanım! Rüyâma girip.: “Sana bir olgun yol gösterici gönderdim” dedin. Sözünde durup gönderdin. Henüz irşad olmadan aldın. Kapına yüz sürmeye gelip, ziyâret ettim. Habîb-i Hudâ Aşkına, beni Dünya ve Âhiretde boş koma. ALLAH ile ahdım olsun, mübârek ruhun için bir hatm-i şerif okuyacağım.” diyerek hatm-i şerife başladım. Mübârek Kabrinin Sandukası olan yeşil sof ile örtülü örtüsünün altına girip.: “Himâye yâ Er Sultan, himâye!.” dedim.
O saat uyuya kaldım. Öyle terlemişim ki, ter elbiselerimden çıkıp sırılsıklam olmuşum. Önceden rüyâmda gördüğüm gibi, Er Sultan şekliyle gelip selâm verdi.
Ben de.: “Aleyk” alıp.: “Sultanım! Bana gönderdiğin adamı kaybedip, kapına geldim. Beni eli boş çevirme!.” dedim.
Hemen söze başlayarak.: “Hafız olduğundan ve Velîleri sevip onların mezarlarına yüz sürdüğün için mahrum kalmazsın. Biz sana olan sevgimizden rüyâna girip sana adam göndeririz. Onun eline yapışıp bize gel dediğim sabahı, yine biz varıp eline yapıştık. Seni Hak Yoluna getirip yol göstericinim, üzülme. Akıbet yolun Sırat-ı Müstakîmdir. Amma sende bu adamlarla gezerken doğru hareket et!. Fukara ve zayıflara merhamet üzere ol!. Onları bunlardan kurtarmaya çalış!. Paşana da söyle, benim himâyemde Engürü’cükte kapanıp Celâlî olmasın. ALLAH’ın kullarına zulmetmesin. Sana Cenâb-ı HAKk dünyada tam seyahat, son nefesinde İman-ı Kâmil verip, Hazreti Peygamberin şefaatini nâsib eyleye... Vücud sağlığı ile dünya’yı gezip dolaştıkça, az yemek ye, az konuş, az uyu, ilim ile çok amel eyle!. Doğru yolu bulmak için lâzım olan ameldir ki, Cenâb-ı HAKk Kur’ÂN-ı Kerim’inde.: “İleyhi yesadül kelimüt tayyib” buyurmuştur. Bu nasihatlerimi tut!. Ana baba hakkını ve bizi hayır DUÂdan unutma. PîRlere riâyet eyle. ALLAH işini rast getirip, sonun hayır ola... Bu niyete Fâtiha!.” buyurdular.
Ben Fâtiha-ı Şerifeyi okuyup mübârek elini öperken, türbe kapısından bir gürültü koptu.: “Ya bu türbenin türbedârı yokmudur?” denilirken, ben Er Sultan’ın sanduka örtüsü altından çıktım. Kanter içinde kalmışım.
Türbeye gelen ziyâretçiler.: “Siz türbedârmısınız?” dediler.
“Evet türbedârız.” diye onlarla dahi ziyâret edip ve de Fâtiha’sını okuduk. Yine kapısını kapayıp, ağlayarak konağıma geldim. Rüyâmı doğru Paşaya söyledim. “Estağfurullah. Tübtü ilALLAH tevbeden nasuhan” deyip Bölükbaşılara, Sekban ve Sarıca askerlerine cebhâne ve tüfekleri ve silahlarını getirmelerini emretti.
İstedikleri gelince de: “Engürü Kalesine kapanıp, Celâlî olmak bundan sonra haramdır.” deyip, askerlerin silah ve takımlarını alıp rahata erdi.
Meğer Paşa’da benim gördüğüm Er Sultan Rüyâsını görmüş! O da bana anlattı. Rüyâlarımız birbirini tuttu. Meğer Paşa’nın zihninde Engürü’ye kapanıp Celâlî olmak korkusu da varmış! Sonra her gün Er Sultan ve Hacı Bayram-ı Velî’yi ziyâret etmeyi üzerime borç bilip, başladığım Hatm-i Şerifleri de tamamladım” ..
diyerek kendine has üslubu ile anlatır..

HACI BAYRAM-ı VELÎ =>HALIFELERI.:
Tasavvufda, Mürşidlikten bir önceki rütbe Halifeliktir. Halifelik seyr-ü- sülukun son halkasıdır. Seyr-ü-süluk bu halkanın faş/ yayılmış olmasıyla tamamlanır. Er kişinin müstakilliğinin ifâdesidir bu durum..
Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin de 30 veya 31 tane Halifesi olduğu söylenir. Kendinden sonra bunların içinden çok meşhur olanları da bir hayli fazladır.
Halifeler, iştigal ettikleri statülerine göre ayrımı yapılarak da incelenebilir.
Bunlar;
1-) Medreseli Halifeler,
2-) Herhangi bir meslek kuruluşuna giren Halifeler ve,
3-) Mesleği tespit edilemeyen halifeler olmak üzere üç kategoride ifâde edilebilir..

1-) Medreseli Halifeler.:
Ak Şemseddin, Yazıcıoğlu Ahmet Bican, Yazıcıoğlu Muhammed, Şeyh Selâhaddin Germiyanoğlu, Şeyhî, Molla Zeyrek, Eşref oğlu Rumî gibi...

2-) Mesleği Olan Halifeler:
Baba Nakhaşi-i Ankaravî, Akbıyık Meczûb Sultan, Bıçakcı Ömer dede (Emir Sıkkınî).

3-) Mesleği Tesbit Edilemeyen Halifeler:
Şeyh Lütfullah, Şeyh Yusuf Hakiki, İnce Bedreddin, Kızılca Bedreddin, Şeyh Elvan Şirazî, Kemal Halvetî, Abdulkadir İsfahanî ve Ahmet Baba.

Ankara, Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin talebelerine zamanla mekân olmuş ve onların yetişmelerini sağlamıştır.
Ve 1429 yılında bu kutlu insan çok sevdiği RABBine kavuşur. Vasiyeti gereği cenâzesini Ak Şemseddin yıkar. Defin işlemini tamamladıktan sonra, o da Ankara’dan ayrılır.. Türbesi Ulus/Ankara'dadır..

Bayramîliğin iki büyük halifesi zamanla kendini gösterir. Biri mekteplileri temsilen Akşemseddin, diğeri alaylıları temsilen ortaya çıkan Bıçakçı Dede adıyla da bilinen Ömer Dede’dir. Kendisine ayni zamanda “Emir Sekkinî” de denilen bıçakçı Ömer Dede, üstadı Hacı Bayram’ın yanında daha çok bulunduğu için ölmeden önce Efendisinin bazı özel eşyâlarını yanında tutar. Ak Şemseddin, cenâzenin defninden sonra Sadarete dönmeden önce efendisinin, Ömer Dede de olduğunu düşündüğü özel eşyâlarının, kendisinde olması gerekir düşüncesiyle bu eşyâları ister.
Ömer Dede haber eder.: “Yarın gelsin de vereyim!.” diye.
Yarın olur, belirtilen yere gelen Ak Şeyh, meydan da büyük bir ateşin Ömer Dede tarafında yakıldığını müşahede eder. Ömer Dede istenilen eşyâ üzerinde giyilmiş olarak ateşin içine dalar. Bir müddet sonra özel eşyânın yandığı, onun dışındakilere bir zarar gelmeden Ömer Dede’nin ateşten dışarı çıktığına şâhid olunur.
Ömer Dede, Ak Şemseddin’in yanına gelerek.: “Mârifet cübbede, feste değil!.” diyerek ders vermiş olur. Ak Şeyh bunun üzerine özür dileyerek gönlünü alır.
Ömer Dede ömrünün sonlarına doğru Beypazarı, İskilip derken ebedî istirahatgâhı ve doğum yeri olan Göynük’e yerleşir. Mezarı Bolu-Göynük’de dir. Hacı Bayram’ın Devletliler’e yüz vermeyen yüzünü oluşturur. Bu duruşuyla kendisi değil ama yolunun takipçileri devletliler karşısında çok sıkıntıya düşerler. Bayramî-Melâmîliginin kurucusudur.
Bayramî-Şemsîliğin kurucusu da Akşemseddin’dir. Ak Şeyh, Bayramîliğin Devletliler’le beraber mesai yapan kolunu oluşturduğu için devlet tarafından korkulan olmazlar. Dolayısıyla devlet tarafından herhangi bir müdahaleye tâbi olmadıkları gibi gereken ilgi, alâka ve i’tibâra da nâil olurlar. Ömrünün son demlerinde Ak Şeyh’de Göynük’e gelir türbesi buradadır. Burada HAKk’a kavuşur. Başı bir, sonu da bir olan buluşma…

Vesselâmun ale’l- mürselîn, velhamdülillahirabbülalemîn.
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim EKk BİLgi.:

HACI BAYRAM-ı VELÎ
kaddesallahu sırrahu..

(d. 1352, Ankara - ö. 1430, Ankara), Türk mutasavvıf ve şair. Safevî Tarikâtı büyüklerinden Hoca Alâ ad-Dîn Ali Erdebilî’nin talebelerinden olan Şeyh Hâmid Hâmid’ûd-Dîn-i Velî'nin müridi ve Bayramîyye Tarikâtı'nın kurucusudur. Türbesi, Ankara'da Hacı Bayram Câmii'nin bitişiğinde bulunmaktadır..

HAYATI.:
Doğum ismi, Numan bin Ahmed, lâkâbı "Hacı Bayram"dır. 1352 (H. 753) tarihinde Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zül-Fadl (Solfasol) köyünde doğdu. Hacı Bayram-ı Velî, 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yetişti. Eserlerini diğer Hacı Bektaş-ı Velî yoldaşları gibi Türkçe olarak yazarak Türkçe kullanımını Anadolu'da önemli şekilde etkiledi.
II. Murad verdiği ünlü bir fermanda, Hacı Bayram-ı Velî'nin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgul olmaları için, onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğu bildirmiştir..
Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u feth edeceğini II. Mehmed'in babası II. Murad'a bildirdiği rivâyet olunur.
Bir gün medreseye birisi gelerek.: “İsmim Şüca-i Karamanî’dir. Hocam Hamideddin-i Velî’nin selâmı var. Sizi Kayseri’ye dâvet ediyor. Bu vazife ile huzurunuza geldim.” dedi. O da, Hamidüddin ismini duyunca.: “Baş üstüne, bu davete icâbet lâzımdır. Hemen gidelim.” diyerek müderrisliği bıraktı. Birlikte Kayseri'ye yöneldiler ve Somuncu Baba diye bilinen Hamideddin-i Velî ile Kurban Bayramı'nda buluştular. O zaman Hamideddin-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz!” buyurdu ve ona “Bayram” lâkabını verdi ve kendisini talebeliğe kabul etti. Din ve Fen İlimlerinde yüksek derecelere kavuşturdu.
1412 yılında Hacı Bayram-ı Velî, Hocası Şeyh Hâmid Hâmid’ûd-Dîn-i Velî'nin Aksaray'da ölümünden sonra Ankara'ya dönüp irşad faaliyetlerine başlar. Bu tarih, Bayramiye Tarikâtının kuruluşu kabul edilir.
Ankara'ya Dönüşü.:
Hocası Hamideddin-i Velî'nin vefâtından sonra Ankara’ya gelerek doğduğu köye yerleşti. Yeniden talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Sohbetleriyle hasta kalblere şifâ dağıttı. Talebelerini daha çok sanata ve ziraate sevk ederdi. Kendisi de geçimini ziraatle sağlardı. Açtığı İlim ve İrfan Ocağına, devrinin meşhur âlimleri, hak âşıkları akın etti. Damadı î, Şeyh Akbıyık, Bıçakçı Ömer Sıkinî, Göynüklü Uzun Selahaddin, Edirne ve Bursa ziyâretlerinde talebeliğe kabul ettiği Yazıcızade Ahmed (Bican) ve Mehmed (Bican) kardeşler ile Fatih Sultan Mehmed Han'ın Hocası Akşemseddin bunların en meşhurlarıdır.
Fatih’in babası Sultan İkinci Murad Han, Hacı Bayram-ı Velî’yi Edirne’ye dâvet edip, ilim ve manevî derecesini anlayınca, fevkalade hürmet göstermiş, Eski Câmi'de vaaz ettirmiş, tekrar Ankara’ya uğurlamıştır..
Sultan İkinci Murad Han kendisinden nasihat isteyince; İmam-ı Azam’ın, talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı uzun nasihatı yaptı.: “Tebean içinde herkesin yerini tanıyıp bil; ileri gelenlere ikramda bulun. İlim sahiblerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Kimseyi küçümseyip hafife alma. İnsanlığında kusur etme. Sırrını kimseye açma. İyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak kimselerle ahbâblık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Bir şeye hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Seni ziyârete gelenlere faydalanmaları için ilimden bir şey öğret ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Herkese i’timad ver, ahbâblık kur. Zirâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bazen de onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve itibarlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et. Müsamaha göster. Hiçbir şeye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran!.”

Yetiştirdiği MüridLeri.:
Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için çalıştı. 1429 (H. 833) tarihinde Ankara'da vefât etti.. Türbesi kendi ismiyle anılan Hacı Bayram Câmii'ne bitişik olup, ziyâret mahallidir. Ölümünden sonra tarikât, müridleri üzerinden;
1-) Akşemsettin’e atfedilen =>Şemsîyye-î Bayramîyye Tarikâtı,
2-) Bıçakçı Ömer Dede/Şeyh Emir Sıkkinî’ye atfedilen =>Melâmetîyye/Melâmîyye-î Bayramîyye Tarikâtı,
3-) Akbıyık Sultan’a atfedilen =>Celvetîyye-î Bayramîyye Tarikâtı..
Olmak üzere üç ayrı kola ayrılarak devam etmiştir.
Hacı Bayram-ı Velî, Yunus Emre gibi Hacı Bektaş-i Velî'den etkilenmiş ve aynı tarz şiirler söylemiştir. Şiirlerinde "Bayramî" mahlasını kullanmıştır..

Resim
HACI BAYRAM-ı VELÎ KİMDİR?
Anadolu topraklarında doğup büyüyen bir Türk mutasavvıfı tarafından kurulmuş ilk tarikat olan Bayramiyye’nin Pîri Hacı Bayrâm-ı Velî, XIV. yüzyılın ilk yarısında Orhan Gazi döneminde Ankara’da doğdu. Doğum tarihi, adı, âilesi ve hayatının diğer safhaları hakkında bilgi yoktur.
Bursalı Mehmed Tâhir, Abdülkādir b. Yûsuf el-İsfahânî’ye ait 1428-29 tarihli vakfiyede Hacı Bayram’ın adının “Kutbü’l-evliyâ eş-Şeyh el-Hâc Bayram b. Ahmed b. Mahmûd el-Ankaravî” olarak geçtiğini yazar..
XVI. yüzyıl müelliflerinden Lâmiî Çelebi, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Ankara’da Çubuk Suyu diye tanınan nehrin kenarındaki Solfasol/Zülfazl Köyü’nde doğduğunu, aklî ve şer‘î ilimleri tahsil ettiğini, Ankara’da müderrislik yaptığını, daha sonra Somuncu Baba’ya intisab ederek kemalâtın en yüksek derecesine ulaştığını, çok etkili olan sohbetinin bereketi sâyesinde birçok kimsenin yüce mertebelere vâsıl olduğunu ifâde ederek bunlardan yedi kişinin =>Ömer Dede, Akbıyık, Baba Nahhâs, İnce Bedreddin, Kızılca Bedreddin, Selâhaddîn-i Bolevî, Muslihuddin Halife.. adını sayar.
Mecdî, Lâmiî ve Taşköprizâde’deki bilgiye ek olarak Hacı Bayram’ın Ankara’da Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medrese’de müderris iken burayı terkedip Somuncu Baba’ya intisâb ettiğini söyler..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

ŞEYH ALİ SEMERKANDÎ (Çamlıdere - Ankara)
kaddesallahu sırrahu..

Başkent’imizin Çamlıdere İlçesinde medfun bulunan Ali Semerkandî Hazretleri miladiî1300 yılında İran’ın İsfahan Kentinde doğdu. 1442 yılında 142 yaşındayken Çamlıdere’de öldü..
Ali Semerkandî Hazretleri tahsilini Semerkand denilen ilim, irfan ocağı olan beldede tamamladı. Bunun içinde "Semerkandî" telâffuzu soyadı gibi kullanıla geldi.
Nesebi baba tarafından Hz. Ömer’e, ana tarafı ise bir Türk kızına dayanır. İslâmî fütuhat, doğduğu yerden doğuya doğru çok önemli mesafe kaydettikten sonra yeni kazanımlarla güçlenerek, sonuç alabilecek batı fütuhatını gerçekleştirmiştir. İslâm Dini Arap Yarımadası dışında en önemli kazanımı, dönemin çok güçlü devletlerinden biri olan İRAN ve ÇİN üzerine seferler düzenleyerek yayılmıştır. Bu coğrafyada yeryüzünün en çok fütuhatı seven milletlerinden olan Türklerle karşılaşması şu veya bu nedenlerden dolayı bu Milletin Müslümanlaşmasıyla da, bu Yüce Dinin bu nokta da güvenliğinin temini çok önemli bir İlahî Stratejidir..

Yerleşim bakımından eski Kisraların Ülkesi olan İran ve bu bölgede mukim Acem Milleti, bulunduğu yerden hiç oynamadığı halde Rabbanî bir tasarruf olsa gerekir; Türk Milleti boy boy, kavim kavim, dalga dalga Acemlerin üzerinden atlayarak ön Asya’ya ve Anadolu Kapılarına dayanmaları gereği, batı fütuhatının başrolünü tek başına oynamışlardır. Bulundukları yer gereği bugün, bu fikrimizin tescili gibi görünmektedir.

Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri’nin Hz. Ömer’in 4. batından torunu olduğu bilinmektedir. Hemen akla gelebilir; bu zâtı muhterem neden doğudan Anadolu’ya intikâl etmişdir. İsfahan, Buhara, Semerkand Türklerin hâkim olduğu Türkistan’dadır?.
Hemen ifâde edelim.:
Peygamberimiz zamanında Türkistan bölgesindeki bazı Emir veya Krallara elçiler gönderilerek İslâm’a dâvet edilmişlerdi. Bu ülkelerin yöneticileri, dâvete olumlu cevap vermediler, ancak elçileri hürmetle ve ilgiyle karşıladılar. Bu durum Hz. Ömer dönemine kadar devam etti.
Hz. Ömer’e bir gün üzücü bir haber ulaşır. Şiraz, Semerkand, Buhara ve benzeri yerlerde halkın geçim kaynağı olan ekili tarlalara haşere sürüleri musallat olur. O ülkelerin yöneticileri çâresizdir ve halk açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hz. Ömer bu ülkelerin âfete son verecek çâreler aramakta olduklarını duyunca hemen o bölgelere, sırf insanî yardım için hareket ederek bölgeye varır. Önce toprağına gireceği devletin yetkililerinden izin ister. Bu âfetten kurtulmaları için yardım edeceğini duyurur. Müsaade alındıktan sonra ülkeye girilir.
Yöneticilerin huzurunda;
Hz. Peygamberin bir savaşta ihtiyaç gereği parmağından akıttığı SUyun, ihtiyaç giderildikten sonra yine mucizevî bir şekilde yanında bulundurduğu ve daha sonra Hz. Ömer’e bıraktığı SU’yu hemen asâyı yere çakarak duâdan bulunduğu ve ALLAH’a ilticâ ettiği, neticede duâsı kabul olup, asâyı çekince yerden Mübârek SU’yun fışkırdığına herkes şâhid olur. Hz Ömer SU’yun çıktığı yere hemen bir çeşme yaptırır. Ve ALLAH’ı na öyle bir ilticâ eder ki; aman ALLAH’ım, sanki güneş tutulmuş gibi bir gürültü, bir karanlık ve hava da uçan sığırcık kuşları görülür. Bütün bu haşereler, bu sığırcık kuşları tarafından öldürülür.
Şifâlı SU’dan içenler her türlü şifâ ve sağlık bulur. Bu mucizevî olaya şâhid olanlar, Krallarıyla birlikte Müslüman olurlar. Hz.Ömer Mekke’ye dönerken oğlunun birini bölgede bırakır. Bırakılan oğul, bir Türk kızıyla evlenir ve çoğalır. İşte Ali Semerkandî Hazretleri Hz. Ömer’in bu şekilde soyundan gelmiş oluyor. Şeyh Ali Semerkandî’nin dedesi Hz Ömer, İsfahan fütuhatından dönerken, Hz. Peygamberden kendisine emânet edilen Asâ ile bir Kılıcı da oğluna bırakır. Ali Semerkandî ve kardeşi Ahmet Kebir’e kadar intikâl eden bu kudsal emânetler, yeterli olgunluğa gelindikten sonra kardeşler arasında taksim edilir. Takvâda daha üstün olan Ali Semerkandî’ye ASÂ düşer. Kılıç Ahmet Kebir’de kalır. Asâyı alan Ali Semerkandî irşâd için yollara düşer. Kılıç sâhibi de, bulunduğu yöre de irşâd vazifesine devam eder. İşte Ali Semerkandî’nin elindeki silah bu asâ olacaktır. Ömür boyu ve günümüze (bize) kadar intikâl eden kerâmetlerin çoğu ASÂ etrafında gelişir. Âdeta mübârek Şeyh’in etrafında ASÂ Kültürü oluşur.

Çocukluk çağını İsfahan’da geçiren Ali Semerkandî Hazretleri, Buhara ve Semerkand’da temel İslâmî Bilgileri aldıktan sora, İlahî Aşka tutulur. Çilehânelerde usulüne uygun olarak nefsi terbiyede bulunur. Mağaralarda hep tefekkür eder. Ve kemâle eriştiğini anladığı an asâ’sınıda alarak önce ön Asya’ya, Mekke ve Medine’ye sonrada Anadolu’ya varmak için o iradeye teslim olur..

Önce Peygamber’i Ekber’in saadetli coğrafyasına ulaşmak, o topraklara ayak sürmek istiyordu. Kendisine.: “Mekke’ye doğru” denilince harekete geçti. Mekke’ye geldi. Mescit-i Haramda ondört yıl İmam-Hatiblik yaptı. Sonra Medine’ye göç etti. Resulü Ekrem Efendimizin Türbesi’nde yedi yıl türbedârlık yaptı. Bir gün Hz. Fatma’yı rüyâsında gördü. Hz. Fatma babasının kabrine ziyâretini istiyordu. Huzura vardı ve konuştu. Karşılıklı çok güzel sohbet etti. Resulü Ekrem Efendimiz son olarak.: “Seni manevî evlâdlığa kabul ettim. Kıyamete kadar mucizâtım bâki kalsın. Beni ziyâret edemeyen fâkir ve mazeretli ümmetim mümkün ise seni ziyâret edebilirler. Sen benim varisim olduğun için, beni ziyâret etmişler gibi kabul ederim.” gibi ifâdelerde bulundular. Bu iltifata muhatap olan Ali Semerkandî Hazretleri mertebelerin en yükseğine ulaşmış oldu..

Ali Semerkandî Hazretleri yine açık ve net olarak duyduğu bir sesle, Çin ve Hint’e gitmesi isteniyordu. Gerekli hazırlıktan sonra yollara düştü, nasıl ve ne kadar süre de vardığı bilinmez ama varacağı yere intikâl eder. Krallığın başkentinde gezinirken yolu saraya düşer. Sarayın kapıları halka açık, üstelik olağanüstü bir durum müşâhede eder. Biraz daha yaklaşınca Kral ve saray erbâbından meydana gelen büyük bir kalabalığın hüzünlü ve yer yer ağlamaklı hallerini görür. Bunca yolu tepmesinin hikmetini anlar.
Kral’ın bir tane çocuğu olan kızı ölmüştür de üzüntü ondandır. Ali Semerkandî Hazretleri hemen Kral’a yaklaşır ve teklifini yapar.:
“Ben bu çocuğu ALLAH’ın izniyle dirilteceğim, şâyet dediğim olursa Müslüman olurmusunuz?.”diye bir teklifte bulunur. Başka çâre yoktur. Evet cevâbını aldıktan sonra ALLAH’a öyle bir ilticâ etti ki; Anasının kucağında ölü olarak bulunana çocuk.: “Lâ İLâhe İLLâ ALLAH Muhammede’r- ResulALLAH!.” diyerek canlanır. Kral ve Ahalisi tövbe istiğfar ederek hep birden verdikleri söz üzere Müslüman olurlar. Bütün ülkeye dâvetiye çıkararak tebaanın da Müslüman olmasını isterler..

Hint-Çin ziyâretinden sonra Şeyh Ali Semerkadi senelerdir irşâd aşkıyla tutuşup yandığı Anadolu’yu mübârekleştirmek üzere emrinde ki onlarca bağlılarıyla beraber Anadolu’ya, kendisinin Ebedi Vatanı’na intikâl eder. Gelmeden önce en önemli hazırlığı Hz. Ömer’in yaptırdığı çeşmenin başına vararak aşasına.: “Ya mübârek asâ, Kudsal SU’yu em, SîNEne çek!” deyip oluklardan akan suyu ALLAH’ın izniyle ASÂ’ya gizler. Kalıntı SU ise, hâlâ İsfahan ile Şiraz arasında “Sığırcık Suyu” olarak bilinmekte olup sonsuza kadar akacaktır..

Şeyh Hazretleri uzun bir yolculuktan sonra Konya’ya gelir. Beraberinde gelen arkadaşlarını da değişik mahallelere yerleştirir. Başta kendisi olmak üzere diğer zâtlar Diyar-ı Rum’a hangi nedenle geldiklerinin şuurunda olarak hep çalışarak irşâd edecek insan ararlar.
Konya ve Havâlisinde görevini tamamladıktan sonra Alanya’ya geçer. Burada şâhid olduğu olaylara müdahalesi ve yaklaşım tarzıyla Milletin gönlünde taht kurar. Bir gün sâhil boyunca gezerken, içten içe ağlayan bir şahıs görür ve müdahale eder..
Ağlayan kişi.: “Bir incisinin olduğunu, onu da denize düşürdüğünü, bu sebeble hayatının kararacağını” söyleyince, Şeyh Hazretleri balıklara seslenerek.: “Herkes bir inci getirsin!.” der. Biraz sonra bütün balıklar ağızlarında inciler ile sâhile hücum ederler. İçlerinden o kişinin incisi bulunur ve kendisine verilir. Buna benzer hallerin zamanla halk arasında yayılması Şeyh’i rahatsız eder. Vekillerinden birilerini Alanya’ya bırakarak Çankırı’nın Eskipazar (Örenşar) İlçesine gelir..

Yeni bir yere avdet etmenin elbette zorlukları vardır. Şeyh Hazretleri Eskipazar’da insanların çoğunluk olarak bulundukları yerlerde görünmeye başlar. Onlarla yavaş yavaş ilişki kurarak, bölgenin problemlerine yönelik fikir beyan eder, söylenilen laflara gereğini yapabilmek için kulak vererek duyarlı davranmaya başlar.
Köylü, bu yabancıya şüpheli baksa da, ağırbaşlı ve vakur yapısından dolayı da güven duymaya başlar.
Köyün sığırlarını otlatmak için çoban arandığını duyunca hemen ücretsiz, sırf karın tokluğuna çobanlık yapabileceğini söyler.
İş ücretsiz olduğu için köylü tarafından olumlu bulunur. Şeyh Hazretleri başlar çobanlığa. Derken uzun zaman geçer. Köylü çobandan fazlasıyla memnun. Nasıl memnun olmasınlar, hiçbir sığıra zayiat vermeden, üstelik danaları emzirtmeden, bir inekten alınacak en fazla sütü verdirecek kadar işini hakkıyla yapabilecek kişi, şimdiye kadar ne gelmiş ne de gelmesi mümkündü! Herkes işin farkında ancak yine de, o şuurlanmanın zayıf ve yeni olduğu dönemden geçildiği için insanların bir kısmı bu işten faydalandıkları halde, hayata sağlıklı bakamadıkları için, işin İlahî Boyutunu görmeleri elbette mümkün değildir. Mal mülk biriktirmenin, fâkir fukara gözetmeksizin yapılmasının sıkıntısı, uyarılmaları halinde rahatsızlık yaratacağının bilinmesi…
Evliyâ bu!. Sabır, en önemli yapısıdır. İrşad etmenin kolay bir şey olmadığını bilir.
Eskipazar’da çobanlık yaptığı süre içinde Hazreti Şeyh’in iki önemli kerâmeti halkın dilinde dolaşmaktadır. Çobanlığı sırasında bir öğle vakti sürüye yaklaşan kurdun, ala bir öküzün başında iştahı açılmış bir şekilde durduğunu görür.
Hemen.: “Ey hayvan, bu öküz bana emânettir, sakın ona zarar vermeyesin!” der.
Kurt dile gelir ve.: “Bu öküzün sâhibi zekâtını vermediği için ALLAH’ın izniyle bu benim kısmetimdir!” diye cevap verir.
Şeyh Hazretleri.: “Öyleyse yarına müsaade et de sâhibine haber vereyim.” deyince kurt bu işe razı olur. Akşam köye gelir, öküzün sâhibi bulunur ve durum izâh edilir.: “Zekâtını verirsen kurt ala öküzünü yemeyecek, yoksa yarın öküzsüz kalacaksın!.” der.
Öküzün sâhibi.: “Olur mu böyle şey!.” diyerek kükrer ve bir gün sonra tekrar çobana yollar. Kurt da gereğini yapar. Ali Semerkandî Hazretleri öküzün postunu akşam üzere sâhibine vermek üzere getirir. İş mahkemeye düşer. Bursa’dan kadı gelir. Öküzün sâhibinden rüşvet istediği iddiasıyla hep Ali Semerkandî Hazretlerini sıkıştırır. Savunmasında Hazrete şâhidi sorulur. “Dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar!.” der. Ve dağlar taşlar hep bir ağızdan dillenerek yürümeye başlar. Halen ibret alınmaz!.
Kadı.: “Öküzü yiyen kurdu getir, bunu kurt değil sen yedin!” gibi suçlamalarına devam eder.
Karardan sonra kadı atına binip giderken atı ile birlikte taş olur.
Bu dağın adı =>“Durdağı”dır.

Resim
İkinci kerâmeti.:
Şeyh Hazretleri Eskipazar Kazasına bağlı Sadeyaka Köyü'nde, Şeyhler Mahallesi'nde abdest almak ve vaktini ihyâ etmek için, köylü kadınlarının temizlik yaptığı çeşmeye uğrar. Bir türlü abdest alma fırsatı kendisine verilmez. Fırsat verilmediği gibi kadınlar tarafından sözlü tâcize uğrar, küçük görülür.:
“Sen sihirbazmısın ki ekin içindeki otları yediriyorsun hayvanlara da, ekine zarar verilmiyor? Emlik danalarla beraber analarını otlatıyorsun da, danalar analarını hiç emmiyor? Sana abdest için SU’yu vermiyoruz, çek git!” denilince, Şeyh Hazretleri Asâ’yı oracığa çakar. “Bismillah!.” diyerek çıkarınca, gümbür gümbür SU etrafa yayılmaya başlar.
Yine aynı kadınlar.: “Aman bu SU eşyâlarımızı götürecek, şu SUyu topla, akıtma!.” diye feryat edince,
Şeyh Hazretleri.: “Ey mübârek tekrar çıktığın yerde kal, yok olma ama akma da!.” dediği anda SU çekilir ve halen insanlara şifâ dağıtan bir SU Kuyusuna dönüşür.
Dünya’nın en şifâlı SUlarından biri budur. Adına “Sığırcık SUyu” veya “Çekirge SUyu” denilmektedir. İsfahan ile Şiraz arasındaki Çekirge veya Sığırcık SUyu zemzem olarak bilinen en şifâlı SUlardandır. Asırlardır aka gelen bu SUların etrafında efsâneler oluşmuştur. Bu SUlar çok büyük hikmetlere vesile olmuşlardır. Bundan sonra da olacaktır..

Anadolu’yu ebedi Türk vatanı yapmak ve esas olan İslâm futuhatının İnkişafını sağlamak amacıyla on binlerce gönül erleri, Türk dervişleri Şeyh Hazretleri döneminde bölgenin manevî mimarlığını üslenmişlerdir. Bu nedenle merkezden ziyâde uçlara nüfuz etmişler, yöneticilerin, emirlerin yakın çevrelerinde bulunarak manevî dinamiklerin canlı kalmasını sağlamış ALLAH Dostlarının çokluğu, gâyenin büyüklüğüne işâret etmektedir.
Ali Semerkandî Hazretlerinin ünü bütün Anadolu’yu sarar. Döneminde Osmanlı Devletinin başkenti BURSA idi. BURSA’da öyle bir âfet yayılmışki yetkililer çâre peşinde, halk panik içinde büyük bir kaos yaşanırken Ali Semerkandî Hz. ve Sığırcık SUyundan bahsedilir. Bu fısıltı halkının derdine derman arayan Padişah tarafından da duyularak Hazretin BURSa’ya gelmesi sağlanır. Bu bölgede meydana gelen âfete çara bulur. Bütün haşere ve çekirgenin sığırcık kuşları vasıtasıyla yok olmasını sağladı. Eskipazar’daki şifâlı SUdan bir miktar alıp, tadil-i erkân üzere taşınarak haşere ve haşeratın bulunduğu yerde, bir ağaca DUÂ edilerek asılınca, gökyüzünü arı oğulu gibi kaplayan sığırcık kuşları oluşuyor ve doğal âfetten o bölgeyi ve insanlarını kurtarmaya vesile oluyor.
Sığırcık kuşlar yiyebildiği kadar haşarat yiyor, aynı hızla öldürmeye devam ediyor.
ALLAH’u Teâlâ Hazretleri bu mübârek kerâmeti, Hz. Ömer ve devamı olan Ali Semerkandî Hazretlerine vermiştir. Şeyh Hazretleri hiç evlenmemiştir. Manevî evlâdları tarafından bu SU ile ilgili şifâ işi yürütülmektedir.

Hazreti Şeyh’e, Sığırcık Şeyh’i, Çekirge Şeyhi veya Semerkandî Şeyhi de denilmektedir. Ali Semerkandî’nin “Bahru’l- Ulum” adını verdiği hacimli bir tefsir kitabı da bulunmaktadır. Hüdavendigar Murad ile sohbetleri olmuştur. Kendisine teklif edilen vezirliği kabul etmemiştir. Kabrinin bulunduğu Çamlıdere 1926 yılında tamamen yanmış olduğundan, kıymetli kültürel hazineleri de tamamen yanmıştır..

Çankırı Eskipazar’dan ayrılan Ali Semerkandî Hazretleri Kızılcahamam Çatak Beldesine gelir. İrşada burada devam eder. Şeyh Hazretleri için Çatak son durak olmamalıydı. Manevî bir emirle son durağına doğru yanında bulundurduğu sacayağının fırlatılması istenir ve fırlatılır. Üç ayağı olan sacayağının biri kırılmış vaziyette bugünkü Çamlıdere İlçesine düşer. Şeyh Hazretleri sacayağını takible Çamlıdere’ye gelerek yerleşir. Hazrete atfen bu beldenin eski adı “Şeyh”ler imiş, sonradan “Çamlıdere” olmuş. Şeyh Hazretleri Çamlıdere halkı tarafından hüsnü kabul görmüştür. Hizmetine sonuna kadar burada devam etmiştir. Devlet Erkânı tarafından da hep sayılmış ve sevilmiştir.
Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri Osmanlı Sultanları tarafından yaptırılmış türbede yatmaktadır. Mübârek Şeyh, Hânefî ve Nakşî idi. Bu belde imparatorluk dönemine kudsal bölgelerden biri olarak değerlendiriliyor ve önem veriliyordu. Gerek öz vergi konusunda, gerekse civârdaki yerleşim yerlerinin vergilerinin Çamlıdere’ye aktarılması bugün i’tibâriyle açık bir şekilde ifâde edilmektedir. Üstelik Payitaht'tan dahi ilâve olarak her yıl önemli bir miktar para Çamlıdere’ye aktarılır. Bu durum Cumhuriyetten önce, seferberliğe kadar devam etmiştir.
Çamlıdereli'ler ve Ankaralılar böyle ulvî bir Sultanı kucaklarında bulundurdukları için kendilerini çok şanslı saymalıdırlar.
ALLAH’u TeÂLÂ bizi, kerâmetleri hâlen devam eden bu Evliyâ Kulu’na lâyık eder inşâe ALLAH!.
Ve’s-selâmu ale’l- mürselin ve’l-hamdülillahi Rabbü’l- Âlemîn!.
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim EKk BİLgi.:

ŞEYH ALİ SEMERKANDÎ (1320-1457)
kaddesallahu sırrahu..

Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Ankara’nın Çamlıdere Beldesinde yaşayan evliyânın büyüklerindendir. h.720 (m.1320) Senesinde isfahan’da doğdu. Babasının ismi Yahya olup, nesilleri Hz. Ömer’e dayanır. Çok zeki ve akıllı idi. Küçük yaşında Kur'ÂN-ı Kerîm’i ezberledi ve muhtelif kıraatlara göre okunmasını öğrendi. Genç yaşında tefsir, hadis ve tasavvuf ilimlerinde pek yüksek derecelere kavuştu. Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Şam, Kudüs, Irak, Semerkand, Çamlıdere gibi pek çok Beldelerde İslâmiyet’i öğretmek Emr-i Ma’ruf, Nehy-i Münker yapmak için dolaştı. 862 (m.1457) senesinde Çamlıdere’de vefât etti.
Konya’nın Karaman Kazasında vefât ettiği söyleniyorsa da o zaat başkasıdır. Ali Semerkandî tahsilini tamamladıktan sonra, Mekke-i Mükerreme’ye gitti. Kâbe-i Muazzama’da yıllarca imamlık yaptı. Orada insanların Ehl-i Sünnet’i uygun bir imam ile yaşamaları ibâdetlerini Sünnet-i Şerife uygun yapabilmeleri için çok çalıştı.

Manevî işâret ile Medine-i Münevvereye geldi. Orada Resûlullah Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) mübârek türbesin de yedi sene kadar türbedârlık hizmetinde bulundu. Bir gün rüyasında Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) kerimeleri hz. Fatıma Vâlidemiz'i gördü. Buyurdu ki.: “Yâ Ali! Resûlullah’ın huzuruna git seni manevî evlâdlığa kabul buyuracak.” Ali Semerkandî uyanınca, hemen Resûlullah’ın mübârek huzuruna koştu. Mübârek kabrinin karşısına geçip dizlerinin üzerinde edeble oturdu.

Başını öne eğerek murakebe halinde beklemeye başladı. Bir müddet sonra Ravza-i Mutahherada Resûlullah Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem).: “Buyur yâ Ali!. Seni manevî evlâdım olarak kabul ettim. Kıyamete kadar bu mü’cizem bâki kalsın. Yâ Ali, öyle bir beldeye git ki fâkirlikleri sebebi ile beni ziyâret edemeyen ümmetim seni ziyâret etsinler. Sen benim evlâdım olduğun için sana yapılan ziyâreti bana yapılmış gibi kabul ederim.” mübârek sözlerini işitti. Bu sözleri büyük bir zevkle dinleyen Ali Semerkandî Hazretleri sevincinden ağladı. Cenâb-ı HAKk’ın verdiği ni’metten dolayı şükür secdesi yaptı. Anadolu’ya gitmesi gerektiğini anladı ve hemen harekete geçti..

Ali Semerkandî Hazretleri Anadolu’ya seyahat ederken Alanya’ya geldi. Bir gün denizin kenarında yürürken ağlayan bir kimseye rastladı. Niçin ağladığını sorduğunda, o kimse.: “Yanımda, çok kıymetli olan bir incim var idi onu denize düşürdüm. Bunun için ağlıyorum!.“ dedi. Onun üzüntüsüne dayanamayan Ali Semerkandî.: “Dünya malının mühabbetini kalbe koymak iyi değildir. Mâdem ki üzülüyorsun, benimle gel!.” diyerek sahile indi. Denize dönerek.: “Ey balıklar!. ALLAHu TeÂLÂ’nın izniyle bir inci bulup getirin!.” buyurdu. Bir anda denizin üzerinde binlerce balık, ağızlarında birer inciyle göründü. Ali Semerkandî, bir tanesine işâret ederek gelen balıktan inciyi aldı. Vazifesini yapan balıklar tekrar denizin içinde kaybolurken, hadiseyi hayretle takib eden o kimse, eline verilen incinin kendisine ait olduğunu görünce çok hayret etti..

Ali Semerkandî, Alanya’dan bu günki Ankara’nın Çamlıdere havâlesine geldi. (Çamlıdere’nin eski ismi “Şeyhler” olup bu zâta izâfeten verildi.) Çamlıdere’ye bir devriş kıyâfetinde gelen Ali Semerkandî, oradaki insanların çok fâkir olduğunu görerek işâret buyurulan yerin burası olduğunu manevî keşif ile anladı. Buradaki insanların irşâdı, ALLAHu TeÂLÂ’nın emirlerini bildirmek, yasaklarından kaçındırmak için yıllarca çalıştı. Pek çok talebeleri oldu. İslâmiyeti yaymak için çalıştığı bu bölgede, pek çok kerâmetleri görüldü. Nesillerden nesillere aktarılan kerâmetlerin bir kaçı aşağıdadır.:

Bulunduğu bölgeye geldiği günlerde, köylülerin sığırlarını otlatacak çobanları yoktu. Arıyorlar fakat çobanlığa kimse yanaşmıyordu. Ali Semerkandî Hazretlerininde büyüklüğünü anlamış değillerdi. İnsanların bu sıkıntısını gören Ali Semerkandî onlara.: ”Sığırlarınızı otlatabilirim bu işten dolayı sizden ücret taleb etmiyorum.” buyurdu. Köylüler bu habere çok sevindiler. Köylerine gelen herkese dinden imandan bahseden bu zât'a dediler ki.: ”Biz sığırlarımızla birlikte buzağılarımızı da otlatmak istiyoruz. eğer buzağılarının annelerini emmeden otlatmalarını sağlarsan memnun oluruz!.” O da kabul etti.
Ertesi gün inekleri ve buzağıları bir arada otlatmaya götüren Ali Semerkandî kaddesallahu sırrahu, otlak yerinde sığırlarına dönerek.: ”Ey inekler ve buzağılar akşama kadar beraberce otlayınız. Yalnız buzağılar annelerini emmesin, annelerde yavrularını emdirmesin!.”
Bu sözler üzerine akşama kadar inekler yavrularını emzirmedi, buzağılar da annelerini emmek için uğraşmadı. Akşam merak içinde bekleyen köylüler ineklerin memelerinin sütle dolu olduğunu görünce hayrete düştüler. Böylesini ne işitmiş ne de görmüşlerdi. Bunun, Ali Semerkandî Hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu ve onun büyük velîler arasında yer aldığını anladılar. Ali Semerkandî bir gün sığırları otlatırken, bir kurdun bir öküzü öldürmek için hazırlandığını gördü. Hemen yanlarına varıp kurt'a.: ”Ey kurt, bu öküzü öldürmek için kimden izin aldın?” deyince, kurt dile gelip.: ”ALLAHu TeÂLÂ’nın izniyle bunu öldürüp yiyeceğim!.” dedi. O da.: ”Ey kurt, öküzün sâhibine durumu anlatayım, haberi olsun ki bize bir kabahat bulup dil uzatarak âhiretini yıkmasın. Bu ğün musaade et yarın gel!.” buyurdu. Kurt.: “Peki!.” diyerek oradan ayrıldı. Akşam durumu sâhibine anlattı. Fakat öküz sâhibi, Ali Semerkandî Hazretlerinin büyüklüğünü idrak etmeyenlerdendi. Onun bu anlattıklarının olamayacağını söyleyerek ertesi gün öküzü yine gönderdi. O gün kurt, yine öküze gelip öküzün başına dikildi. Hadiseyi takib eden Ali Semerkandî, kurt'un yanına gelip.: ”Mâdem ki yiyeceksin, hiç olmazsa derisini delik deşik etmede sâhibinin işine yarasın!.” dedi. Kurt öküzü öldürüp derisine zarar vermeyecek şekilde etini yedi..

Akşam öküzün yerine derinin geldiğini gören sâhibi, doğruca Ali Semerkandî’nin yanına koşup, durumu sordu. Hadiseyi öğrenince Ali Semerkandî’ye uygun olamayan sözler söyledi. Ertesi gün Kadı’ya şikâyet etti. Kadı her iki tarafı dinletikten sonra, Ali Semerkandî Hazretlerine.: “Şâhidin varmı?” diye sordu. O da.: “Orada bu hadiseyi gören ağaçlar ve kayalar şâhidimdir!” der demez hadisenin geçtiği bölgelerden bir gürültü koptu. Kayalar ve agaçlar harekete geçmiş, Kadı Efendinin olduğu yere doğru geliyordu. Herkes korkudan kaçmaya başladı. Bunun üzerine Ali Semerkandî Hazretleri.: “Ey kayalar ve ağaçlar olduğunuz yerde durunuz!.” buyurunca durdular. Kadı, davacı ve inanmayan kimseler'in hayretten akılları durdu. Ali Semerkandî’nin büyüklüğünü kabul edip onun talebelerinden oldular..

Resim

Yaz mevsiminde kadınlar, tarlada ekin biçiyorlardı. Oralarda sığır otlatan Ali Semerkandî, namaz vakti girdiği halde abdes tazeleyecek bir su bulamadı. Asâsını yere vurarak.: ”Çık ya mübârek!” deyince yerden gövde kalınlığında bir su çıktı. Sular hızla meyilli arazide etrafa yayılırken kadınlar bağırmaya başladılar.: “Çu çıkarmanın zamanımı ekinlerimiz sular altında kalacak!."... deyince Ali Semerkandî Hazretleri.: ”Ey mübârek su, ne çıktığın belli olsun, ne de aktığın!.” buyurdu. Bu sözler üzerine SU’yun çıktığı yer kuyu ağzı gibi olup hareketsiz kaldı..

Resim

O tarihlerde Osmanlı Payitahtı olan BURSA’da bir çekirge âfet'i oldu. Her tarafı çekirge kaplamış, mahsülleri ve çiçekleri harab etmişti. Bu âfetten kurtulmak için zamanın ziyâretçilerinden soruldu. Yapılan araştırmalardan bir netice alınmayınca Âlimlere ve Velîlere haber gönderildi. Bu çekirge âfetinden kurtulma çâresinin ne olduğu soruldu. Bu haber Çamlıdere’de şeyh Ali Semerkandî’ye ulaştı. Ali Semerkandî Hazretleri dağda çıkardığı SU’dan bir miktar BURSA’ya gönderdi. Bu SU’yun zarar veren haşaratının bulunduğu bölgeye dökmelerini tembih etti. SU’yu BURSA’ya götürdüler, çekirge âfetinin bulunduğu bölgeye azar-azar döktüler. Çok kısa bir zaman içinde çekirgeler kayboldu. Mahsüller, bitkiler, çiçekler çekirgelerin istilâsından kurtulmuş oldu. Bir rivâyete göre de, SU bir kap içinde yüksek bir yere asıldı. ALLAHu TeÂLÂ’nın izniyle SU’yun götürüldüğü yerde sığırcık kuşları toplanıp bir anda çekirge sürülerini mahvettiler.
Padişah, BURSA’nın çekirgelerden kurtulmasına vesîle olan Ali Semerkandî kaddesallahu sırrahu’yi bursa’ya dâvet etti. BURSA’da kalmasını arzu etti. Fakat Ali Semerkandî nâzik bir ifâde ile BURSA’da kalamayacağını, bu ümmetin fâkir olup, Resûlullah Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) ziyârete gidemeyen insanların bulunduğu bölgede kalmak istetiğini bildirdi. Bunun üzerine padişah bir istekte bulunmasını arzu etti. Ali Semerkandî’de “Çamlıdere havâlesindeki tebânız çok fâkirdir,onları askerlik ve toprak kirâsı mükellefiyetinden muâf tutmanızı arz ediyorum!.” buyurdu. Padişah, derhal bir ferman yazdırarak.: "Bundan sonra Çamlıdere Havâlesinde bulunan kimselerin askerlik yapmayacağı ve toprak kirâsı alınmayacağını bildirdi.”
O günden sonra İstiklal Harbi başlayana kadar Çamlıdere Bölgesinden verği alınmadı ve askere giden olmadı..
Bütün padişahlar o fermana riâyet ettiler. ”Çekirge SUyu” ismiyle meşhur olan SU'dan da zaman, zaman alınarak çekirgelerin zarar verdiği bölgelere götürüldü. Bu SU, Çamlıdere’nin kuzeyinde Gerede’nin dogusunda, Eski Pazar’ın güneyinde bulunmaktadır..

Çamlıdere’de Ali Semerkandî kaddesallahu sırrahu’nin Küllüyatında bulunan bu fermanın bazı maddeleri şöyledir.:

1-) Çamlıdere’de bulunan müslümanlar, şeyh Ali Semerkandî Hazretleri’nin evlâdlarıdır.
2-) Yine bu bölgenin halkına askerlik mükellifiyeti yoktur.
3-) Toprak kirâsından muaftır.
4-) Çekirgeleri yok eden Sığırcık Suyu, Şeyh Ali Semerkandî ve o’nun manevî evlâdlarına aittir..

Bu ferman zaman-zaman yenilendi.
Ali Semerkandî kaddesallahu sırrahu, h.862//m.1457. yılında Çamlıdere’de vefât etti.. Türbesi Çamlıdere’de kabristanının ortasında bulunmakta. Ziyâret edenler, ondan çok feyz almaktadırlar.
Türbenin kabrinde, kapıdan girildiğinde tam karşıda olan büyük sandıkalı kabir o’na aittir. Etrafındaki kabirler de talebelerine aittir..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

SEYYİD HÜSEYİN GÂZİ (Hüseyingâzi - Mamak - Ankara)
kaddesallahu sırrahu..


Gelüp ettik duâ ile niyazi,
Bize himmet ede Hüseyin Gâzi..

Evliyâ ÇELEBİ

Evliyâ çelebi seyahatnâmesinde, Ankara’ya epey uzaklıkta Çubuk Ovasına hâkim yüksek bir dağın tepesinde yatan Hüseyin Gâzi’nin türbesini ziyâret ederek duâ ve niyazda bulunduğunu yukarıdaki veciz sözde ifâde etmektedir.
Ve devamla.:
“Bu zât Malatyalı Seyyid Battal Gâzi’nin peder-i azîzidir. Kabri başında Yâsîn okuduğunu, meraklı çevresinde, süslü, muhteşem şamdanlar olduğunu, ayrı ayrı kış ve yaz meydanları bulunduğunu, senede bir kere burada mevlüd okunup, kırk, elli bin adam cem’ olmakta, İmam Hüseyin evlâdından ve Sadat-ı Kiram’dan olan bu Hüseyin Gâzi, burada din uğrunda şehîd olmuştur. Dergâhın o anki Şeyh’i Muhican Dede’nin hayır duâsını aldık demekte ve bir sonraki gelişi de 1058 tarihlerine rastladığını beyan etmekte.”

Gâzi.: Din uğrunda harbeden. Cihadda yaralanmış veya harbetmiş olan kimse. Harpte ordunun başına geçen kumandan. Muzaffer olan ve harpten sağ dönen..

Ankara, Emevî Halifesi Muaviye zamanında İslâm Ordularının hücumlarına ma’ruz kalır ve yağmalanır. Bu hücumlarda İslâm şehîdleri Ankara Toprağını kudsallaştırır. Abbasîler Dönemindede ayni mücâdele devam eder. Özellikle “Avasım/Hudud” şehirleri olarak bilinen merkezi yerleşim yerlerinde hareketle bu bölge yumuşatılır. Tâki sonuç alınıncaya kadar. Müslüman Türk’ün Ankara’yı alıp tam bir İslâm Şehri yapmalarının temel harcını atmış olurlar.

Kâtip Çelebi’nin Cihannümâsı’nda ise.: “Ankara’nın şarkında kalan Hüseyin Dağ zirvesinde bulunan Bektaşîler tarafından mücâhid bir Velî olarak kabul edilen bir Arap’ın (Hüseyin Gâzi) mezarı vardır. Evliyâ zamanında burada yüz Bektaşî Dervişini havi bir tekke vardır ve her sene çok kalabalık bir dinî tören yapılır. Şimdi yalnız Ankara Bayramî Dervişleri tarafından idare edilen bir türbe vardır.” demektedir.
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, Bayramî’ler de çekilmiş olup, yalnız türbe ziyâretçilere açık olarak tutulmaktadır.
Hüseyin Gâzi, Malatya Fâtihi Battal Gâzi’nin babasıdır. Ankara’yı İslâmlaştırmak için savaşmıştır. Hüseyin Gâzi hem mücâhid savaşçı, hemde gönül eri/mutasavvıf bir kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ankara Ovasında savaşırken yaralanmış, kendi emniyeti için dağa vurmuş ve bugün adıyla anılan dağın zirvesinde Hakkın rahmetine kavuşmuştur..

Prof. Dr. Hikmet Tanyu Hoca’nın “Ankara ve Çevresinde Adak Yerleri” isimli eserinde bir menkıbesi şöyle anlatılmaktadır.:
“Hüseyin Gâzi şehîd düşünce oğlu Battal Gâzi Malatya’da bulunuyordu. Bağdat Halifesi Abdüsselâm’dan babasının makamını ister, o da.: “Daha babanın kanı kurumadı, kanını alda ondan sonra gel!.” der. Bunun üzerine Battal Câfer Gâzi yola çıkar. Çorum Alaca’da Hüseyin Gâzi tekkesinde misâfir olur. O vakitler burası manastır olup, keşişinin adı da Şambaz Baba imiş. Keşiş, Battal Gâzi’ye.: “Seni birine benzetiyorum, sen Hüseyin Gâzi’nin oğlusun!.” demiş. İ’timat ettiği için Hüseyin Gâzi ile olan sırrını Kur’ÂN okuyarak, namaz kılarak ifşâ eder. Ve Şambaz, babasının öcünü almak üzere Battal Gâzi’yi Ankara’ya gönderir. Battal Gâzi babasının intikâmını alır. Katilinin başını Şambaz’a getirir. Tekkenin önüne gömdürür ki, dünya durdukça çiğnensin diye.
Bu tekkeye”Hüseyin Gâzi Kolu” yahut “Kutlu” denir.” demektedir.

Bu gün Karapürçek Köyü’nün batısında Hüseyin Gâzi Dağının tepesinde olan türbe ve zâviyesi üzerindeki kitabeye göre, 1463 yıllarında Fatih Sultan Mehmet tarafından restore edilerek yeni ve sağlam bir yapıya kavuşturulmuştur.
Ankara, Emevîler ve Abbasîler döneminde sık sık İslâm Ordularının hücumlarına ma’ruz kalır. Bu hücumlarda şehîd olanlar Ankara Toprağına düşerek, bu beldeyi bir sonraki hücumların gâyesini güçlendirmek için kudsallaştırırlar..

Seyyid Hüseyin Gâzi Hazretleri Ankara’da bilinen ilk “Evlâd-ı Resûl”den olan İslâm şehîdidir. Anadolu İnsanı kendisinin kadir ve kıymetini bilmektedir. Bu toprakları vatanlaştıran bu ülkenin gerçek sâhibleridir. Hüseyin Gâzi’lerin açmış olduğu yoldan devam eden Türk akınları bir iki asır içinde fütuhatı gerçekleştirmişlerdir..

Bir menkıbeye göre:
“Hüseyin Gâzi rüyâsında Câfer adında yiğit mi yiğit, heybetli mi heybetli, uzun boylu, pehlivan yapılı beyaz tenli, güzel yüzlü bir yiğit görür. Pehlivanlığı Hazreti Hamza’ya, heybeti Hazreti Ali’ye, azameti Hazreti Ömer’e benziyordu sanki. Hatta bu yiğidin savaş araçları, bindiği atı ve zırhı vs. hepsini gördü. Uzun zaman bu rüyânın tesirinde kalan Hüseyin Gâzi, kendi kendine.: “Kimdir Câfer adındaki bu yiğit, neyin nesi.” diye konuşur. Günlerden bir gün rüyâsında bir “PîR-i Fâni” derdine çâre olur.:
“Ya Hüseyin, müjdeler olsun sana ki; rüyânda gördüğün Câfer adındaki o yiğit senin oğlundur. Dünyaya gelmesine az kaldı. O Rum İllerinin baştan sona Müslüman olmasına katkıda bulunacak. Her insana nâsib olmayacak olan başarıları olacak!.” der.
Zaman gelir, mânâ zuhur eder. Hüseyin gâzinin Malatya’da bıraktığı eşi bir erkek evlâd doğurur. Büyükleri ona Câfer adını kor. İri yarı olduğu için Battal’da denir. Ancak baba Hüseyin Gâzi, oğlu Battal Câfer Gâzi’yi göremez. Ankara’da bugünkü Ulus Semtine düşen “Bent Deresi” olarak bilinen yerde 360 askeriyle beraber sıkıştırılır. İki yüzden fazla zâyiat vererek yaralı olarak çekilerek yüksek bir yer olan bugün kendi adıyla anılan tepeye sığınır. Cenkte ağır yaralandığı için kurtulamaz ve şehîd olur..

Ankara’da ilk bilinen İslâm Şehîdi “Evlâd-ı Resûl” den Hüseyin Gâzi Hazretleridir. Rahmetli Türk gezgini Evliyâ Çelebi seyahatnâmesinde.:
“Ben burada malları aldım. Hacı baba ve damadı ile vedâlaşarak kuzeye kar üzerinde çıkıp, Hüseyin Gâzi Köyüne geldik. Çubuk Ovası Kazasında yüksek bir tepe üzerinde Hüseyin Gâzi Türbesi vardır. Bu zât, Malatyalı Seyyid Battal Gazı’nin muhterem pederidir. Kabri üzerinde bir YâSîn okuyup, ruhanîyyetleriyle tanıştık. Nurlu mezarının dört bir yanında çeşitli yıldızlı şamdanlar, kandiller ve âyetler vardır. Ayrı ayrı yaz ve kış meydanları vardır. Çubuk ve Yaban Ovaları ile Mürtet Ovası, burada ayak altında gibi görünür. Tekkesinin vakıfları çoktur. Senede bir defa burada mevlid okunup, kırk elli bin adam toplanır. Amma Hüseyin Evlâdından ve Peygamber Sülâlesi’nden olan bu Hüseyin Gâzi, burada din uğrunda şehîd olmuştur. Bu tekkede fâkirlere on kuruş sadaka verip, üç kurban keserek tekkenin Şeyhi Muhyican Dede2nin duâsını aldık. Burada yine kuzeye gidip mâmur köyler içinde geçerek Engürü/Ankara’ye ulaştık”diye kayıt düşmüştür..

Başkent Ankara’mızın bağrında yatan en büyük ulularımızdandır. Hacı Bayram-ı Velî ve Taceddin Sultan’dan sonra en fazla ziyâret edilen yerlerin başında gelmektedir.
Ve’s-selâmu ale’l- mürselin ve’l-hamdülillahi Rabbü’l- Âlemîn!.


Resim EKk BİLgi.:

HÜSEYİN GÂZİ
kaddesallahu sırrahu..

HÜSEYİN GÂZİ KİMDİR?.:
Hüseyin ve Battal Gâzi adları çoğu kez birlikte anılır. Battal Gâzinin adıyla birlikte anılan Hüseyin Gâzi adı da satır aralarında geçer. Halk tarafından şiirleştirilir. Devleştirilir, eren, evliyâlaştırılır. Ancak onun kimliğiyle ilgili bilgi bulunmaz. Bilinenler ise efsaneleşmiş, abartılmış bilgilerdir. Tarihi kaynaklarda çok fazla yer atmaz. Ancak isimlendirilerek geçiştirilir. Destan kahramanı Battal Gâzi’nin adının geçtiği yerde babası olarak anılır, onun ötesi bilinemez. Hüseyin ve Battal Gâziye ait bilinen bilgiler onların Arap olduğu yönündedir. Arap ve Emevî kaynakları, Emevîler’in Anadolu fethinde görevlendirilmiş bir Müslüman komutandır biçimindeki yorumuyla Hüseyin Gâzi’nin üzerine yaratılan değerlere bakıldığında farklıklar ortaya çıktığı görülür. Ancak O’nu doğrudan doğruya bir Türk komutanı biçiminde yansıtan kaynaklar da mevcuttur. Hatta daha da ileri giderek onun bir Türk beyi olduğu noktasında yaklaşan araştırmacılar da vardır “Hüseyin Gâzi, Abdul Melik Gâzi, Battal Gâzi’nin Türk oldukları Anadolu’ya bir Uç Beyi olarak geldikten kaydedilmektedir.
Hüseyin Gâzi ile ilgili mevcut bilgiler hem yeterli değil, hem de Hüseyin Gâzi’nin kimliğini yansıtacak düzeyde değildir. O’nunla ilgili bilgiler daha çok efsanelere dayanmaktadır. Battalnamelerde ise Seyyid Battal Gâzi’nin babası olduğu yönündedir. Jacob şu bilgiyi vererek Hüseyin Gâzi’nin kesin yerini belirliyor.: “Battal Gâzi’nin babası Hüseyin Gâzi’dir. Hüseyin Gâzi’nin mezarı ise Angora (Ankara) Hüseyin Gâzi Köyü’ndedir.”
Yine bir batılı yazar Hasluck efsanelerden çıkartarak şu bilgileri aktarıyor.: “Malatya Seraskerinin kardeşi olan Hüseyin Gâzi’nin Angora’ya bir saldırı sırasında başı kesilmiş, Hüseyin Gâzi kesik başını kentten 1,5 saat uzaklıktaki dağa koltuğunun altında taşımıştır.”
Hüseyin Gâzi ile ilgili elde bulunan bilgiler birbiriyle çelişiyor. Çelişmeyen tek bilgi ise Türk destan kahramanı Battal Gâzi’nin babası olduğu yönündeki birlikteliktir..
Anadolu halkı tarafından Hüseyin Gâzi’ye yüklenen misyonla verilen tarihsel bilgiler tam bir çelişki içindedir. Hüseyin Gâzi veya Battal Gâzi Seyid üvanıyla nitelendiriliyor, ancak bu nitelemenin ardından Emevîler adına savaşan bir komutan ya da karaman olarak karşımıza konuluyor. Bunu anlamakta güçlük çekiyor insan. Seyyidlik bilindiği gibi Hz. Ali’nin ikinci oğlu İmam Hüseyin’in soyundan gelenlere verilen ünvandır. Ehl-i Beyt ise Hz. MuhaMMed aleyhisselâm’ın kızından olan yakınlarına verilen addır. Yani Hz. Ali kerremallahu vechehu’nun çocukları ve torunlarıdır. Bunlar ise Emevîlerle her zaman düşmanlık içidedir. Emevî Hânedanlığı Ehl-i Beyt’in yakaladığı bütün nesillerini katletmektedir. O nedenle de Hüseyin Gâzi Malatya Seraskerinin kardeşi olamaz. Dolayısıyla de Anadolu’da yaşadığı söylenen tarihte de bir yanlışlık vardır. Emevîİerin yıkılış tarihi 750 dir. O tarihten önce Hüseyin Gâzi’nin Anadolu’da yaşıyor olması, savaşıyor olması mümkün görünmüyor..
Hüseyin Gâzi olsa olsa dokuzuncu yüzyılın sonları ile onuncu yüzyılın başlarında Anadolu’ya gelmiş olabilir.. (Gülağ Öz..)


HÜSEYİN GÂZİ TEKKESİ.:
Türklerin Anadolu’yu yurt edinmelerinin ardından örgütlenme ve eğitim ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Devlet’in medreseler aracılığıyla yürüttüğü eğitim tamamen Arap- Fars Kültürüne dayanmaktayken Horasan’dan Anadolu’ya gelen Erenler adıyla adlandırılan aydın kesim Türk dilinde eğitim görmek amacıyla Anadolu’nun ve özellikle Türkmen Kesiminin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde kudsal addedilen önemli şahsiyetlerin yatırları üzerinde ve adlarıyla uyumlu şekilde birer tekke yapılmıştır. Bu tekkeler Selçuklu Sultanları ve Osmanlı Padişahlarınca da desteklenmiştir.
İşte bunlardan bir tanesi de Hüseyin Gâzi Tekkesidir. Bu tekke hem okul işlevi görmüş hem de insanların sosyal ihtiyaçlarını karşılamıştır. Ülkemizde bu tür Türkçe eğitim veren kurumlar Bektaşî Tekkesi diye adlandırılmıştır. Türk Kültürünün öncülerinden Hacı Bektaş Velî adıyla kurumlaşan bu tür tekkelerden günümüze ulaşan bir takım tekkeler vardır. Bunların başında Eskişehir Seyit Gâzi ilçesinde bulunan ve Hüseyin Gâzi’nin oğlu Battal Gâzi adına kurulmuş tekkelerde olduğu gibi..
13. Yüz yılda bir Bektaşî Tekkesi niteliğinde kurulan Hüseyin Gâzi Tekkesi Anadolu’nun birkaç yerinde aynı adla kurulmuştur. Hüseyin Gâzi Tekkesi Çorum Alaca, Kütahya Körs Köyü, Divriği ilçesi’nde de makam olarak kurulmuştur..
Ankara Hüseyin Gâzi Tekkesi diğer Bektaşî Tekkeleri gibi birkaç kez kapatılmış olup, bir süre sonra yeniden açılmıştır. 1378 yılında tâmir gördüğü kayıtlarda ve bu gün Hüseyin Gâzi Türbesinin girişinde yazılan bir kitabeden anlaşılmaktadır.
Tekkelerin genel kapatılmasının ilki 1526 tarihidir ki, Kalender Çelebi İsyanı nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman tarafından kapatılmış olup, yine Kanuni tarafında 1551 yılında yeniden açılmıştır. İkinci kapanış ise Yeniçeri Ocağının kapatılmasıyla birlikte 1826 tarihidir. Bu olay Sultan 2. Mahmud tarafından yapılmıştır. Yeniçeriliğin, Bektaşîliğe bağlı iddiası ile tüm Bektaşî Tekkeleri kapatılmış, ancak Sultan Abdulaziz tarafından 1868 tarihinde yeniden açılmıştır. Osmanlı kaynakları Abdulaziz’in bir de pişmannâme yayımlayarak yeniden açtırması hatta Bektaşî Tarikatına girmesi çoğu kaynak tarafından teyid edilmiştir.
Kapatılması anında tüm mallarına el konulan tekkelerin 60 yaşın altındakilerin binâları dahi yıktırılmıştır. 1868 de açılan tekkeler eski gücüne kavuşamadan 1925 yılına kadar varlığını sürdürmüştür..
1925 yılında 677 sayılı yasayla tüm tekkeler top yekün kapatılmıştır..
Bu anlamda kapatılan Ankara Hüseyin Gâzi Tekkesi malları Ankara Etnografya müzesine taşınmıştır. Tekkenin kapatılmasının ardından fırsatçılar, çapulcular bundan yararlanarak Hüseyin Gâzi’de bulunan tekke binâları yağmalanmış, türbenin üzerinde bulunan kurşun kubbe sökülerek götürülmüştür. 1940 lı-50 li yıllara gelindiğinde bu alanda küllîyeye ait eşyaların kalmadığı ve bütün binâların yıkıldığı görülmüştür.
Halkın anlatımından edinilen bilgilere göre ki, ben Gülağ Öz o dönem inşatını yapan usta ve işçilerle yaptığım görüşmelerde aynı olayı anlatmışlardır. Kalaba Semtinde oturan zengin bir Ankaralı hacca gideceği sırada rüyâsında Hüseyin Gâzi’yi görür. Hüseyin Gâzi bu rüyâda Hacca gitme türbemi yap der. Ve bu olay üç gece sürer. Vatandaş rüyânın etkisiyle türbeye çıkar ve buranın rüyâda görüldüğü biçiminde yıkık ve harabe olarak görür. Gerçekten de hacca gitmekten vazgeçerek türbenin yıkık bölümlerine zor koşullarda yapmayı başarır. Zor diyorum çünkü oraya kum, çimento vb malzemelerin çıkartılması oldukça güçtür. Eşek ve katırlarla malzeme taşıyarak bir ay içerisinde türbe binâsının yeniden tâmirini tamamlarlar. Sekiz köşeli olan türbenin kubbesinin orijinali Selçuklu mimarî tarzında iken, bu kez cami kubbesi biçiminde tamamlanır.
İnsanlar 1925 yılından beri sürekli olarak bu alana kurban ve adaklar çıkartılarak geleneksel kültürlerini yaşarlar..


BATTAL GÂZİ.:
Battal Gâzi veya Seyyid Battal Gâzi, 8. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen ve hakkında çeşitli inanışlar bırakmış bir liderdir. Malatya Serdârı Hüseyin Gâzi'nin oğludur. Annesi Saide Hatun peygamber soyundan gelmiştir. Battal Gâzi Malatya'da doğmuştur. Doğduğu ve yaşadığı evin yeri hâlen mevcuddur. Yıkıntı halinde korunmaktadır. Uzun yıllar halka yemek dağıtılan Hayrat Yeri olarak kullanılmıştır. Evliyâ Çelebi seyahatnamesinde bahsedilmektedir. Malatya'da doğduğu yere kendi ismi verilmiştir. Annesi Saide Hatun ile eşi Zeynep Hanım'ın ve iki oğlunun ve Torunu Vâiz Baba Türbeleri'de Malatya (Battalgâzi) şehrindedir. Amcası Hasan Gâzi'nin Türbesi İse Malatya Darende'de bulunmaktadır..
Battal Gâzi hakkında bugüne ulaşabilmiş kaynaklar sadece î tarzı yazılmış, birbirini hem destekleyen hem de çelişen olgular içeren destanlar ve halkın hafızasında kalmış olan bilgilerdir.
Battal Gâzi Destanı'nda ve halk hikâyelerinde, Emevîler zamanında Arap Ordusuyla birlikte İstanbul'u kuşattığı anlatılmaktadır. Kuşatma hem denizden hem karadan yapılmış; fakat başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Destanda Battal'ın düşmanı, Arap Komutanına oyun oynayıp kuşatma başladığında İstanbul'a geçerek imparatorluğunu ilan eden İmparator Leon'dur. Arap tarihinde II. İstanbul kuşatmasının tarihi 717-718 olarak belirtilmektedir. Bizans tarihindeki veriler de bu tarihi doğrular niteliktedir. Ayrıca Bizans tarihinde İmparator III. Leon (h. 717-741) tahta çıkma tarihi 717 olarak belirtilmiştir, bundan dolayı destandaki Leon'un İmparator III. Leon olma olasılığı üzerinde durulmaktadır. Destanda Battal Gâzi'nin kuşatma sırasında yirmili yaşlarında olduğu söylendiği için, Battal Gâzi'nin doğum yılının 690-695 civarı olmasının olası olduğu düşünülmektedir.
Battal Gâzi'nin 740 yılındaki Akroinon Muharebesi'nde (modern Afyon yakınlarında) öldüğü konusunda tarihçiler mutabakata varmışlardır. 740 yılında Eskişehir'in Seyitgâzi ilçesi yakınlarında savaşta aldığı yara sebebiyle ölmüştür. Anadolu'da İslamın yayılmasına büyük katkıları olmuştur…
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

BÜNYAMİN AYAŞî (Ayaş - Ankara)
kaddesallahu sırrahu..

Nesl-i pak künyesinde ibni Yamin,
Mustafa’dır namı, Bünyamin Ayaşî şöhreti..


Bir şâirin, hakkında söylediği gibi, veciz sözün yukarıdaki alıntısına bakılarak Türk İslâm Mutasavvıfı Ayaşî’nin esas adı Mustafa, lâkabı İbn Yâmîn olup, şöhreti ise Bünyamin Ayaşî olduğunu anlıyoruz. Yamin kelimesi halk arasında Bünyamin’e dönüşmüştür. Kendisi 15. asrın ortalarında Ayaş İlçesinde doğduğu için Ayaşlı Bünyamin veya Bünyamin Ayaşî olarak tarihe geçen bir Gönül ERİdir.

Ayaş İlçesi tarihî bir yerleşim yeridir. Beypazarı, Göynük, İskilip ve hatta Safranbolu gibi başta mimarîde tutun da, hayatın bütün inceliklerinde, her yerde Müslüman Türk Kültürü yaşar. Hatta Ankara içinde bir Ankara vardır ki (kale içi ve eteği) sonraki Ankara’ya pek benzemez. Kendine özgü medeniyetin günümüze uzantısı durumundadır. Her türlü alt yapısıyla kale eteği zamana meydan okurcasına insana höykürüyor..

Ayaş İlçesi, beylerin pazar olduğu bir eski Osmanlı veya Selçuklu Kasabasıdır. Devlet hizmetinde çok büyük görevler ifâ etmiş bürokratları ile Bünyamin Ayaşî gibi birden çok Gönül Erlerinin mekân tuttuğu bir beldedir.
Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin HAKk’a yürümesinden sonra halifelerinden Akşemseddin ve diğer müderris ünvanlı bağlıları, Akşemseddin’in etrafında kümelenerek Bayramîliğin “Şemsî” kolunu, geçimini dokumacılık, bakırcılık veya orta halli halk tabakasının iştigal ettiği meslekleri yaparak sürdürdüğü Bursalı Ömer Dede’nin (Bıçakçı Dede veya Emir Sekkinî) etrafında kümelenen bağlıları ise Bayramîliğin “MeLâMî” kolunu oluşturdular.
Bünyamin Ayaş-i Hazretleri de Melâmîliğin kurucusu Bıçakçı Ömer Dede’nin halifesidir..
XVI. yüzyıl müelliflerinden Mahmûd el-Kefevî onun Bayramiyye tarikatının Melâmiyye kolunun kurucusu Ömer Dede Sikkînî’nin halifesi olduğunu söyler (Ketâʾib, vr. 451).

Bayramî-Şemsî ile Bayramî-Melâmî arasında var olarak gösterilen en önemli fark.:
Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile başlayan, Ak Şemseddin Hazretleri ile devam eden, siyasî iradeye yakınlık ve beraber mücâdele anlayışı benimsenmişken, yine Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile başlayan ve Bıçakcı Ömer Dede ile gelişen, Bünyamin Ayaşî Hazretleri ile devam eden siyasî iradeye hiçbir konuda pas vermeyen uzak duruştur. Bu anlayış ki, birçok Melâmî Şeyhi veya taraftarı siyasî irade tarafından tedbire zorlanmış ve hatta idâmlara kadar gidilmiştir.
Hacı Bayram-ı Velî duruşu iki şekilde yorumlanmıştır.:
Biri genelde huzur ve resmiyet kazanırken, aynı ilkenin öbür yüzündekiler için şüphe ile gözetlenen ve gerektiğinde tedbir alınan duruma düşülmüştür. Salnâmelerde veya Sarı Abdullah Efendi’nin “Semeratü’l- Fuad” isimli eserinde Bünyamin Ayaşî Hazretlerinden bahsetmektedir.

Mevcut bilgilere göre Bünyamin Ayaşî Hazretleri Kanunî Sultan döneminde Bıçakçı Ömer Dede’nin HAKk’a irtihalinden (1496) sonra postnişine oturmuş olup irşâda devam etmiştir. Mürşidi Ömer Dede Bursa kökenli, Ankara’da yıllardır bulunmuş ve hatta irşâd vazifesinin büyük bir bölümünü bu bölgede geçirmiş, diğer Bayramî Kolunun postnişini Akşemseddin Hazretlerinin medfun olduğu Göynük’e defnedilmiş bir Velîyullah’dan zâttır..
Melâmîliğin resmiyetle olan soğukluğu yukarda bahsedilen kaynaklara göre Bünyamin Ayaşî Hazretlerinin, Kanunî tarafından Kütahya Kalesi’nde zorunlu ikâmete mecbur edilmesine sebeb olmuştur.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti kuvvetler ayrılığı prensibine riâyet şartı ile mutasavvıflara fevkalâde saygılı idi. Hal böyle iken şüphelenerek tedbir alması kadar doğal bir şey olamaz. Üstelik Yıldırım Beyazıt’ın vefâtından sonra ortaya çıkan ve 10 yıl kadar süren Şehzâdeler mücâdelesi ardından patlayan “Şeyh Bedreddin” isyanı, Bünyamin Ayaşî ve müridlerinin yaşadığı dönemde vuku’ bulunan olaylardı. Diğer taraftan İran Safavî Devletinin kışkırttığı din motifli propagandalar, devletin tedbir almasını gerektirir bir hal almıştır..
Kanunî Sultan Süleyman, Rodos seferine çıkar ve bu adayı kuşatır. Yaklaşık altı ay süren kuşatmada netice alınamaz. Sarı Abdullah Efendinin verdiği bilgiye göre; Sultan’ın çuhadârı, bu başarısızlığın sebebini bir fırsatta Kanunîye anlatır. Çuhadâra göre başarısızlığın sırrı; Bayramî Melâmîliğinin Şeyh’i, Şeyh Bünyamin Ayaşî Hazretlerinin Kütahya Kalesinde hapis oluşudur. Kendisinin serbest bırakılarak manevî tasarrufu alınırsa “Rodos” düşer.
Koca Kanunî, kendi gücünden kat kat küçük bir ada için tam altı aydır var gücüyle yüklendiği halde kalenin düşmemesi, akla hayale sığmayacak bir iş olduğunu düşünerek.: “Neden olmasın, görelim ve deneyelim” diyerek “Tiz çıkarıla!.” emri ile Bünyamin Ayaşî Hazretleri serbest bırakılır ve tasarruf etmesi sağlanır. Netice, tabi ki çuhadârın işâret ettiği yönde olup “Rodos” fethedilir.
Mesajı alan Kanunî, Bünyamin Ayaşî Hazretlerini sarayda ağırlar ve ikramlarda bulunur. Evliyânın Tasarrufu budur. ALLAH’u TeÂLA “Evliyâma savaş açana, savaş açarım” buyurmaktadır.
Benzeri bir örnekle ehl-i hal olan bu muhterem şahsiyetlerin durumunu veya gücünü ortaya koyalım.
Konstantiniye kuşatılır, çok uzun müsamereler olur. Bir türlü düşmez. Hayat damarları tamamen kesilen, adeta bitkisel hayatla can çekişme noktasında seyreden bu kudsal şehir bir türlü düşürülememektedir. Fâtih celâlli, asker moral olarak iyi bir noktada değildir. Akşemseddin meselenin farkında velâkin İlahî bir tertip...
Surların içinde daha önceden irşâd vazifesi ile vazifelendirilen ve epeyce insanı kazanan “Cibalî Baba” adında bir gönül ehli, Fâtih tarafından surlara yönelik fırlatılan top ve benzeri gibi insana zarar verecek mermi veya güllelerin.: “Aman kuzucuklarıma zarar verir.” düşüncesiyle etkisiz hale getirilmesi durumu, kuşatmanın uzamasına sebeb olmaktadır.
“Cibâli kelimesi, Ankara tiftik keçilerinin kırklıkla tıraş edilerek, tiftiği alındıktan sonra tıraşlanmış haline denir. “Cibalî Baba” da bu keçilerin bulunduğu yöreden hareketle Konstantiniye’ye ulaşmış olabilir.
Bir sabah yani 28 Mayıs sabahı, Akşemseddin Hazretleri Fâtih’e ulaşarak.: “Gözünüz aydın Sultanım, zaferiniz yarın taçlanacaktır.” müjdesini verir. Cibalî Baba’nın HAKk’a irtihalini gönül gözüyle gören Ak Şeyh, fetih için hiçbir engelin kalmadığını anlamıştır. Cibalî Tasarrufu ve Cibalî anlayışı, İslâm’ın evrenselliğinin ifâdesidir. Ve 29 Mayıs Konstantiniye fethedilir.

Fizik kuralları ile ifâde de zorlanılan bu durumlara benzer örnekler tasavvufta çok görülmektedir. Bu açıdan bakılacak olunursa Bünyamin Ayaşî Hazretlerinin Rodos’un fethindeki tasarrufuna hak verilebilir.
Bünyamin Ayaşî Hazretlerinin beş halifesi vardır. Bunlar, Pîr Ali Aksarayî, Sivaslı Osman Efendi, Bolulu Süleyman Efendi, Kasımpaşalı Emir Efendi ve Azîz Ruşanî’ dir.
Bünyâmin Ayâşî’nin Melâmî silsilesi ölümünden sonra Pîr Ali Aksarâyî ve oğlu İsmâil Ma‘şûkî vasıtasıyla devam etmiştir. Türbesi Ayaş’ta kendi adıyla anılan câminin yanındadır. Aynı yerde medrese, hamam gibi vakıfları da bulunmaktadır..

Yaklaşık yarım asra yakın postnişinde irşâd görevini sürdüren Bünyamin Ayaşî Hazretleri, ömrü boyunca ALLAH’ın (celle celâlihu) emirlerini, Hz. Peygamberin Sünnetini kendine şiâr edinmiş, Peygamberin yolundan ayrılmamış, dünya ya ve dünyalığın duâyeni devlet adamlarına fazla değer vermemiş, ama ihtiyaç duyulduğunda da ihmal etmemiş, orta ve dengeli bir yol tutmuş, geniş ve sanatı olan esnaf kesiminin irşâdında bulunmuş, kendisi de tıpkı Âhi Evran ve diğer Âhî’ler gibi sanat ile uğraşarak geçimini sağlamıştır. Bu haliyle birlik ve dirlik açısından önemli bir sosyal organizâsyonu tesis etmiş bir güzel Türkmen Dervişi, bir güzel Gönül ERidir.

Bünyamin Ayaşî Hazretleri Rodos’un fethini tâkib eden yıllarda HAKk’a yürür. Mezarı Ayaş İlçesinde olup, kendi adıyla anılan câmi veya zâviyesindedir.
Yerine geçen halifesi Pîr Ali Aksarayi dir. Şeyh Pîr Ali’yi tâkiben oğlu İsmâil Maşukî Melâmî Şeyh’i olmuştur. Bünyamin Ayaşî Hazretleri henüz sağ iken, halifesi Pîr Ali Aksarayi’nin bir oğlu olur. Ayaşî Hazretleri adını “İsmâil” koyar. Ve devamla.: “Bu çocuğun ilerde kurbÂN olacağına dâir ifâdeler” kullanır. Şeyh İsmâil Maşukî bu kültürle ondokuz, yirmi yaşlarında İstanbul’a gelir. Merkez câmilerinde halka ateşli konuşmalar yapar. Konuşmalarının arasında bâzen aşka veya cezbeye kapılarak, şeriata uygun olmayan sözler de sarfeder.
Zamanla uyarıldığı halde, babasının Şeyhi Ayaşî Hazretlerinin kendisi hakkında söylediklerini hatırlayarak.: “Ben sonumu biliyorum” diyerek devam eder. Devrin en büyük kelâm âlimi olan Ebussuud tarafından sürekli uyarı alır. Ebussuud Maşukî’nin babasına muhabbet duyduğu için bir türlü gereğini yapamaz.
Neticede Şeyh’ül İslâm İbn-i Kemâl tarafından fetvâ verilerek Şeyh İsmâil Maşukî idâm edilir.

Uzunçarşılı da Bünyâmin’in Ömer Sikkînî’nin halifesi olduğunu söyleyerek ölüm tarihini 926 (1520) olarak kaydederler.
Atâî, Bünyâmin’in, kendi halifesi olan Pîr Ali Aksarâyî’nin oğlu meşhur Oğlan Şeyh’in adını ileride idâm edileceğinin işâreti olarak “İsmâil” koyduğunu söyler (Zeyl-i Şekāik, s. 89) ve bu sûretle onun kerâmet sâhibi olduğuna dikkat çeker. Nitekim “Oğlan Şeyh” diye tanınan İsmâil Ma‘şûkī, Şeyhülislâm İbn Kemal’in fetvâsıyla idâm edilmiştir. (935/1528)..


Resim EKk BİLgi.:

PÎR ALİ SULTAN AKSARÂYÎ (1476-1539)
kaddesallahu sırrahu..

Anadolu'da yetişmiş din âlimlerinden biri olan Pîr Ali Sultan, 1476 yılında Aksaray'da doğmuştur. Türbesindeki mezar kitabesine göre asıl adı Bahaeddin Ali'dir. Bayrâmi Melâmiliği'ne dair kaynaklarda ise adı Alâeddin Ali şeklinde geçmektedir. Talebesi Abdurrahman el-Askerî onun halk arasında “Sultan Pîr Ali” diye tanındığını belirtir. Tasavvufta Melâmiyye Yolundan yetişmiş olup, Bıçakçı Ömer Dede’nin halifelerinden Bünyamin Ayâşî'den sonra Kutbîyyet Makamına geçmiş ve Aksaray'da irşâd faaliyetlerinde bulunmuştur. Pîr Ali Aksarâyî'nin geniş bir nüfuza sahip olduğu ve ona çok sayıda kişinin intisâb ettiği anlaşılmaktadır.

Pîr Ali Sultan Aksarâyî, tasavvuf ve ilim yolunda üstün derecelere ulaşmış büyük bir Sûfîdir. Osmanlı hükümdarı Kânûni Sultan Süleyman İran Seferine çıktığında Pîr Ali’yi Aksaray'da ziyâret etmiş ve onu İstanbul'a davet etmiştir. Ancak Pîr Ali Sultan, padişahın bu isteğini geri çevirmiş ve kendi yerine oğlu İsmâil Mâşûkî'yi payitaht’a göndermiştir.

Pîr Ali Sultan 1539 yılında Aksaray’da vefât etmiştir. Türbesi Taşpazar Mahallesinde bulunmaktadır..


Resim
ResimResim

PİR ALİ SULTAN Türbesi/AKSARAY-Merkez-Taşpazar Mahallesi.:

Resim

PÎR ALİ SULTAN TÜRBESİ.:

AKSARAY İli merkezinde bulunan Taşpazar Mahallesi, Pîr Ali Sultan Caddesi ile Taşpazarı Caddesinin (868. Sokak) kesiştiği köşede türbesi vardır.
Pîr Ali AKSARAYî olarak da bilinir, Anadolu’nun yetiştirdiği önemli velîlerdendir. 1538 yılında doğmuştur. Melamîyye Şeyhi olup Seyyîd Ömer Sekkinî’nin halifesidir. Kanuni Sultan Süleyman İran Seferi sırasında yanına uğramış, sefer dönüşü yine onun yanına gelerek onu İstanbul’a yanına çağırmıştır. Pîr Ali Sultan bunu kabul etmemiş yerine oğlu İsmâil Hak (İsmâil Maşukî) ve birkaç müridini göndermiştir. Bu olaydan altı ay sonra Pîr Ali Sultan vefât etmiştir. Oğlu İsmâil Maşukî ve on müridiyle birlikte İstanbul’da atılan iftiralar yüzünden yargılanmış ve suçlu bulunarak başı kesilerek idâm edilmişlerdir..

Türbenin kare planlı, üstünde kümbet şeklinde tavanı olan ve yöresel kesme taştan yapılmıştır. Türbenin bulunduğu mahalledeki evlerde türbeye bakan duvarlarda pencere bulunmazmış! Kanuni’nin ziyâretinde Pîr Ali Sultan’ı “mehdîlik” iddiasında bulunuyor diye padişaha şikâyet ederler. Padişah bir meclis kurulup sorgulanmasını emreder ve sefere devam eder. Sorgulama esnasında Pîr Ali Sultan.: “Bana bunlar mı iftira attı?” diye sorar ve orada bulunanlardan biri düşüp ölür ve diğeriyse istifra ederek dışkı kusar. Bunun üzerine Sultan’ın velîliğini delâlet getirirler ve hemen sorgulamayı keserler..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

TAPTUK EMRE (Nallıhan - Ankara)
kaddesallahu sırrahu..

Ankara’nın Nallıhan ilçesine 16 km. mesafede kibar Evliyâullahtan Emrem Sultan veya Taptuk Emre Hazretleri medfundur. Yaşadığı dönemde yörede en namlı bir zât olarak bilinir. Kendisine hemen yakın bir bölgede kızı Bacım Sultan yatar. Taptuk Emre Hazretlerinin türbesi son dönemlerde Etibank tarafından onarılarak, şanına lâyık bir hale getirilmiştir.
Taptuk Emre, Selçuklular devrinde Türkistan taraflarından gelerek kendi adıyla maruf Emrem Sultan Köyü’ne yerleşmiştir. Gözleri görmeyen bu Gönül ERi, irşâd merkezi olan Emrem Köyü’nün dışına hiç çıkmamıştır.
Türk Dervişlerinin, manevî işâretle “Diyar-ı Rum”un fütüvvetinde görevli kılınması eshabıyla, binlerce Gönül ERi Anadolu’yu her anlamda vatanlaştırmak amacıyla dalga dalga bu coğrafya ya gelerek, mekân tuttukları bilinmektedir.
Bunlardan en şöhretlisi olan Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri, Prof. Fuat Köprülünün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” isimli eserinde bahis olunduğuna göre;
Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri, Rum Diyarına geldiği zaman, orada Seyyid Mahmud Hayranî, Celâleddin Rumî, Hacı İsmâil Sultan gibi birtakım büyük mutasavvıflar arasında Emre adlı kuvvetli velâyet sâhibi bir Şeyh var idi. Hacı Bektaş’ın dâveti üzerine bütün Rum Erenleri onun yanına geldikleri halde, bu Şeyh her nedense dâvete icâbet etmedi. Diğer Rum Erenleri onun gelmek istemediğini Hacı Bektaş-ı Velî’ye haber verdiler. O da güvendiği bir adamını gönderip Emre’yi yanına çağırttı ve gelmemesindeki hikmeti sordu.
Şeyh Emre ise perde arkasında çıkan bir elin kendisine nâsib verdiğini, hazır bulunduğu o erenler nezdinde Hacı Bektaş adında birini hiç görmediğini söyledi. Hacı Bektaş-i Velî.: “O elin bir işâreti olup olmadığını” sorunca.: “yeşil bir ben olduğunu” söyledi. O anda Hacı Bektaş-ı Velî elini uzatınca, Şeyh Emre yeşil beni gördü. Kendisine el veren mürşid’in karşısında bulunduğunu anlayınca tam üç defa.: “Taptuk Padişahım” dedi. Ve ismi o andan i’tibâren Taptuk Emre oldu, demektedir..
Taptuk Emre’nin, Cengiz İstilası sırasında Buhara’dan kalkıp Anadolu’ya gelmiş bulunan Sinan Efendi veya Sinan Ata adında orta Asyalı bir Türk Şeyh’i tarafından irşâd edildiği beyan edilmektedir. Taptuk Emre, Sakarya Nehri civarında yaşadığı dönemde çok büyük manevî nüfuz kazandığını, dolayısıyla meşhur olduğunu yine Fuat Köprülü’den öğreniyoruz. Buharalı Şeyh Sinan Efendinin, Ahmet Yesevî Ocağı’nın bağlıları arasında olması, Taptuk Emre’nin, hatta Yûnus Emre’nin de aynı geleneğin temsilcileri durumunda görünmektedir. Anadolu’da ki sufî geleneği, istisnalar hariç tutulursa tamamı Horasan Kökenli bir anlayışın devamı niteliğindedir. Kısacası buna Türk Sufîliği diyebiliriz..

TAPTUK EMRE - YÛNUS EMRE
Anadolu Tasavvuf Hayatında, bir Yûnus Emre olmamış olsaydı belki de Taptuk Emre’nin yeri bu kadar olmayabilirdi. Yûnus Emre’nin duru Türkçesi ile yazılan, söylenilen kitabî deyişleri, bütün canlılığıyla günümüze kadar ulaşmış ve insanımızın tamamını kendisine hayran bırakmıştır. Yazılı ve sözlü kaynaklar gün geçtikçe artıyor, beraberinde kendi adıyla mürşidinin adı da hep zikrediliyordu..

Bir müridin, mürşidine karşı bundan daha büyük saygısı, bundan daha önemli hizmeti düşünülemez. İşte Taptuk Emre’nin ölümünden sonra postuna oturan, yaşarken dahi haklı şöhrete ulaşan Yûnus Emre – Taptuk Emre münâsebetinin zaman dilimi içinde seyrinin bilinmesine rağmen, bir daha, sırası gelmişken arz edecek olursak.:
Yûnus, Sivrihisâr’ın Sarıgöl denilen bir yerinde çiftçilik yapmakta iken, kıtlık nedeniyle gerek kendi ihtiyacı, gerekse köyden bazılarının ihtiyacı gereği, buğday almak için Hacı Bektaş-ı Velî’ye kadar gelir.
“Buğday mı, himmet mi?.” sorularına hep.: “Himmeti nedeyim, buğday!.” der. Buğday verilir, verilmesine ama Yûnus’un iç dünyasında sıkıntılar oluşur. Sıkıntılarının sebebini çok geçmeden anlar ve tekrar huzura vararak hata ettiğini, buğday yerine himmet istediğini ifâde edince Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri.: “Gayrı nâsibin bizden değil, nâsibin Taptuk Emre’den.” diyerek Yûnus’u gönderir. Yûnus, Taptuk Emre’nin huzuruna varır ve intisâb eder. Tam 30 yıl geçer, o kapıdan eğri bir odun geçirmemek kaydıyla, tekkenin yakacak ihtiyacını karşılar. Hatta.: “Bu ne haldir Yûnus, dağda hiç eğri odun yokmu?” diye soran Şeyhi Taptuk Emre’ye.: “Bu kapıdan odunun bile eğrisi giremez Sultanım!.” der.

Kurulan Erenler Meclisi’nde Şeyhi ile beraber Yûnus da hazır olur. Meclisde Taptuk Emre.: “Şevkimiz var, haydi sen de biraz terennüm et!.” ifâdesi ile Yûnus’u söz söylemeye zorlar. Birkaç defa aynı isteği bildirdiği halde, Yûnus edeb gereği hiç seslenmez. Bu defa Taptuk Emre gür bir sesle.: “Haydi, artık zaman geldi, kilidin açıldı, Hacı Bektaş-ı Velî’nin sözü yerine geldi, durma söyle!.” der.
Bunun üzerine Yûnus’un dili çözülür, kilidi açılır. Derhal Ârifâne İlahîler, Kitabî Sözler söylemeye başlar.

Taptuk Emre, hizmeti esnasında Yûnus’un bir ara.: “of!.” demesini işitince gücenir. Yûnus’u huzuruna alarak.: “Mâdem şikâyetçisin, artık hizmetin bana haramdır!.” der. Yûnus, makamdan ayrılır. Ayaş İlçesi civarında yolda karşılaşarak arkadaş olduğu iki derviş ile nereye gideceğini bilmeden sağa sola savrulmaya devam eder..
Acıkırlar; Dervişin biri, derken ikincisi maharetlerini göstererek sofra kurdururlar. Sıra Türkmen Kocasına gelir. Arkadaşları.: “Haydi bakalım sıra sende” derler. Yûnus şaşkın, ne diyeceğini, nasıl ALLAH’a ilticâ ederek yemek isteyeceğini bilemez. Kestirmeden.: “Bu arkadaşlar kim adına ne istedilerse, ben dahi ayni dille ayni kişi adına istiyorum ALLAH’ım!.” dediğinde çok muhteşem bir sofra yayılır. Arkadaşları hayret ederler.: “Sen nasıl ilticâ ettin de, bizim ikimizin toplamından daha güzel bir sofra ikram edildi, söylermisin!.” diye sıkıştırırlar. Yûnus.: “Siz kimin adına beyan da bulundunuz?” der. “Derviş Yûnus adına istekte bulunduk” cevâbını alınca, herşey anlaşılmış olur.
Gerisin geri Taptuk Emre’nin huzuruna varır. Af ve mağfiret ister. Ancak bu işi tasavvuf adabına göre yapması için Şeyhinin Hanımı’ndan tâlimat alır. Eşikliğe yatan Yûnus’un bastonla yoklanarak.: “Bu kim, hanım?” sorusuna.: “Yûnus” cevâbı ardından, “Bizim Yûnus” mu?” sorusu sorulur. “Evet, bizim Yûnus” sözü karşısında, Yûnus fırlar ve elini eteğini öperek af edilmesini diler.
Bir müddet sonra Taptuk Emre Hazretleri elindeki asasını göğe doğru fırlatarak Yûnus’a.: “Ara, onu bul!.” der. Yûnus Emre geri kalan ömründe hep bu asâyı arar durur. Dağ, taş, köy, şehir demeden gezer. Gezdiği gördüğü yerlerde hep irşâd edici şiirler söyler. Sosyal ve içtimaî problemlere kayıtsız kalmaz. Hep müdahaleci olur. Sonunda asâyı bulur ve orada HAKk’a yürür..

YÛNUS EMRE - BACIM SULTAN.:
Bacım Sultan, Taptuk Emre’nin Kızı’dır. Makamı Nallıhan’a 15 kilometre uzaklıktadır. Genç kızlığı döneminde Yûnus ile dağlarda dergâha odun getirmeleri dolayısıyla çıkan dedikoduları Taptuk Emre, ateşle pamuğu bir araya koyarak, ateşin yandığı pamuğun ise yanmadığı kerâmetini göstererek bir ders vermiştir..
İleri ki yıllarda Bacım Sultan, Hamza Sultan isimli yörede mukim bir Beyin Oğlu Ulu Sultan’a gelin gider. Bacım Sultan yolda Erenler Mevkiinde kaybedilir. Bunun üzerine damat taraftarları dönüp Taptuk Emre’nin huzuruna gelerek durumu anlatırlar. Taptuk Emre de.: “Gidin gelin kaybolduğu yerde” diyerek tekrar gönderir. Aynı yere gelindiğinde Bacım Sultan bir ağaca dayanmış halde görülür. Kocası olan kişiye.: “Ben buraya kadar geldim, sen de burada kalmalısın!.” deyip evlenirler. Bu köyün adı Tekke Köyü’dür. Onlarla beraber kurulur ve öldüklerinde oraya gömülürler..
Ve’s-selâmu ale’l- mürselin ve’l-hamdülillahi Rabbü’l- Âlemîn!.


Resim EKk BİLgi.:

TAPDUK EMRE
kaddesallahu sırrahu..

Tapduk Emre (d. 1210-1215 - ö. ?), Horasan Erenlerinden bir Türkmen ve Alevî-Bektaşî Dervişi ,Yûnus Emre'nin Mürşidi. Horasanlı olup Cengiz Han Dönemi’nde Anadolu'ya Alevî-Bektaşî usulü Kur'ÂN ve Ehl-î Beyt İ’ttikadını, yâni Peygamber MuhaMMed aleyhisselâm ve On İki İmam inancını yaymak için gelmiştir. 1210 ile 1215 yılları arasında doğduğu sanılmaktadır. Hacı Bektaş-ı Velî'nin Halefidir. Söylenene göre Hacı Bektaş-ı Velî, Yûnus Emre'yi yetiştirme işini Taptuk Emre'ye bırakır. Tarihçilerin "koyu (aşırı) İslamî-Bâtınî" dediği Taptuklular, Taptuk Emre adlı Türkmen Babası’nın çevresinde oluşan kitlelerde birleşiyorlardı. Taptuk Emre’den itibâren Anadolu’da bir “Taptuklular” topluluğunun varlığına rastlanır. Nallıhan Taptuk Emre Dergâhı’na 40 yıl odun taşıyan derviş Yûnus, Taptuklular’ın yetiştirdiği en büyük ozanlardan biri olarak kabul görür.
Tapduk Emre'nin mezarının yeri kesin olarak belirlenememiş olmakla birlikte Eskişehir, Nevşehir (Hacıbektaş ilçesi), Manisa, Aksaray ve Afyonkarahisar'da] Tapduk Emre'ye ait olduğu iddia edilen mezarlar bulunur..
Ayrıca İskender Pala'nın Od romanında Tapduk Emre'den bahsedilmektedir.
ADININ ANLAMI.:
Tapduk sözcüğü, İslamiyet öncesi Türk Topluluklarında da var olan bir isimdir. Tapduk, Türk ve Altay Mitolojisinde yer alan söylencesel kahramandır. Tapdık (Taptık, Taptuk) da denir. Kötücül varlıkları temizlemek için gökten yere indiğine inanılan efsâne kahramanıdır. Pek çok görüşe göre Yûnus Emre’nin Şeyhi olan Tapduk Emre’nin adının buradan geliyor olması muhtemeldir.. Hatta bazı araştırmacılar tarafından, Tapduk Emre'nin tarihsel bir kişilik olmadığı, bu eski Efsâne Kahramanının Yûnus Emre'nin yaşam öyküsüne halk kültürü ve toplumsal bellek tarafından uyarlandığı öne sürülmektedir. Celal Beydili'ne göre Tapduk isminin anlamı "tesadüfen bulunmuş" (Azerice "tapmak" sözcüğü bulmak manasına gelir) demektir ve ilahi bir güç tarafından gönderilerek bulunan çocuk motifiyle bağlantılıdır. Emre sözcüğünün ise, İmre kavramı ile bağlantılı olduğu kabul edilmektedir. Amramak/Emremek/İmremek ->Âşık olmak demektir ve Emre kelimesi de Âşık manası taşır..


TAPTUK EMRE
kaddesallahu sırrahu..

Doğum tarihi miladî 1200 sanılmaktadır. Selçuklular devrinde Türkistan tarafından gelerek, Nallıhan’ın güneyinde, Sakarya Nehri yakınlarında ve ilçe merkezine 15 km uzaklıkta bulunan Emremsultan Köyünün bulunduğu yere yerleşmiş, burada yaşamış ve burada ölmüş ulu bir kişidir. Aynı zamanda Yûnus Emre’nin 40 yıl hizmet ettiği ve onu yetiştiren Hocasıdır.

Horasan’da yaşamış olan büyük Mutasavvıf Ahmet Yesevî’nin müridlerinden, Yesevî Anadolu da İslâmiyeti kabul eden ve Anadolu Erenler ve Türklük Kültürünü Anadolu'ya ve Balkanlara yaymaya çalışan bir kişidir. Yesevî’nin bine yakın mürüdü olduğu söylenmektedir. Hacı Bektaş, Mevlânâ ve Taptuk Emre bunlardan bazılarıdır. Hacı Bektaşla, Taptuk Emre arasında ilginç diyaloglar yaşanmıştır . Hacı Bektaş, Anadolu’ya gelir ve Kırşehir’in Sulucakarahöyük Köyüne yerleşir.. Anadolu’daki bütün Erenleri Kırşehir’e dâvet eder. Emre hariç bütün erenler, Kırşehir’e giderler. Emre.: “Ben nâsibimi aldım.” der ve dâvete uymaz ama Hacı Bektaş’ın ısrarı ile gider. Gelmeyişinin sebebi sorulduğunda.: “Erenler Meclisinde bir gün perde aralığından bir el uzandı ve bize nâsibimizi verdi.” der.”O eli görsen tanır mısın?” diye sorulduğunda.: ”Elbette, ayasında yeşil bir ben vardı, bir ordunun içinde görsem tanırım o eli.” der. O zaman Hacı Bektaş elini Emre’ye uzatır. O yeşil beni bu elin içinde gören Emre, hayretler içinde.: “Taptuk Sultanım!” diye bağırmaya başlar. Taptuk’un anlamı.: “aradığımı buldum” demektir. Aradığı kişinin yanında olduğunu anlar. O günden sonra, Emre Şeyh’in adı “Taptuk Emre”diye anılır.

Yûnus Emre’nin, Taptuk’un Dergâhına gelişi’nin hikayesi ise şöyledir.:
O zamanlar, Anadolu’da kuraklık yaşanmakta idi.Yûnus, Suluca Karahöyük’te Hacı Bektaş adında bir Ermiş’in Ambarlarının buğday ile dolduğunu ve fâkirlere dağıttığını duyar. Bunun üzerine oraya gitmek için yola çıkar. Giderken de eli boş gitmemek için dağdan bir çuval alıç toplar ve Hacı Bektaş’ın Kapısına varır ve karşılığında buğday ister. Hacı Bektaş, gelenin temiz yürekli bir insan olduğunu anlar ve dilerse buğday yerine nâsib vereceklerini söyler. Nâsibin ne olduğunu bilmeyen Yûnus, ısrarla buğdayını ister ve yola koyulur. Bir süre sonra yolda aklı başına gelir , pişmanlık içinde geri döner ve Hacı Bektaş Veli’ye nâsibi almak için yalvarır. Hacı Bektaş, nâsibinin anahtarının Taptuk Emre’ye verildiğini ve ona gidip almasını söyler. Bunun üzerine Yûnus, Tapduk Emre’nin kapısına varır. Yıllarca ona odun taşır, hizmet eder, ondan feyz alır. Bir gün Taptuk Emre, Yûnus’un taşıdığı odunların düzgünlüğünü görüp.: “Neden hiç eğri odun olmadığını” sorduğunda Yûnus.: "Ormanda eğri odun var ama, sizin dergâhınızdan odunun bile eğrisi giremez!.” diyerek ona olan saygısını dile getirmiştir.
Kaynak.: Mesut Şener Nallıhan Kitabı..

BACIM SULTAN TÜRBESİ.:
Tapduk Emre’nin kızı olan Bacım Sultan’ı, Tekke Köyü’nde yaşayan Hamza Sultan’ın oğlu Hulbiye Sultan ister. Kız verilir ve düğün başlar. Bacım Sultan’ı alıp yola çıkan gelin alayı Tekke Köyünün yakınlarında Erenler Mevkiine gelir. Burada, öğle namazlarını kılmak için atlarından inerler. Namaz bittiğinde, gelini bıraktıkları yerde bulamazlar. Tekke’ye haber saldıklarında, Gelinin gitmediğini öğrenince, Emrem Sultan’a.: “Gelin döndü mü?” diye sorarlar. O da.: ”Gelin yerini buldu orada arayın!.” der. Bacım Sultan’ı şimdi yattığı tepede bir ardıç ağacına yaslanmış bulurlar. Köye götürmek istediklerinde.:”Ben buraya kadar geldim, oğlunuz da buraya gelsin!.” der. Gelinle damat oraya yerleşirler ve orada bir köy oluşur. Bacım Sultan’ın evi herkese açık olduğu ve Gelen herkese yardım ettiği için köye “Tekke” adı verilir.

Bacım Sultan’ın Türbesi, İlçeye 14 km. uzaklıktaki Tekke Köyü’nde bir tepenin üzerindedir. Köylerin duruş vaziyetine göre, Emremsultan Köyü ortada, Yûnus’un mezarının bulunduğu Sarı Köy sağda, Bacım Sultan’ın yattığı Tekke Köyü soldadır..

Türbenin 200 m. aşağısında bir kuyu bulunmaktadır. Kuyunun suyu tuzludur. Bazı rivâyetlere göre, düğünden sonra, Tapduk Emre ve yakınları, hem dünürlerini hem de kızlarını ziyâret etmek için giderler. Babasının geldiği haber verildiğinde, Bacım Sultan hamur yoğurmaktadır. Haberi alınca, elleri hamurlu babasını karşılamaya koşar. Yolda ellerinin hamurlu olduğunu fark edince, ellerini yerdeki otlara sürer ve elini sürdüğü yerde SU çıkar. Bu SU’yla ellerini yıkar. SuUhamur koktuğundan adına “Hamurlu SU” denilmektedir.
Kaynak : Mesut Şener Nallıhan Kitabı..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Gölge oyununa ağlayıb gülüb Hakîkat dîvânına kör sağır olana şaşarım..
Çok ağladın güldün gayrı dîvâna ta'zîm eyle ah nursuz aklım vah câhil aklım...
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

TÂCEDDİN SULTÂN (Altındağ - Ankara)
kaddesallahu sırrahu..

Cumhuriyet entellektüeli, onu Mehmet Akif Ersoy’un Milli Mücâdelede Ankara’ya intikâlinde yerleştiği yer ve muhitle tanıdı denebilir. Türk’ün ateşle imtihanının sevk ve idâre edildiği Ankara’ya, “Belde-i Tayyîbe”den hareketle sanki ısrarla dâvet edilmiş, Ankara’nın içindeki Ankara’yı ikâmet edilecek yer olarak seçmesi ne Akif için, ne Ankara’lılar için, ne de Milli Mücâdele için tesadüfü bir olay sayılamaz..

TÂCEDDİN SULTÂN, Anadolu Selçuklu devletinin son zamanlarında yaşamış Kayseri’li TÂCEDDİN Velî Hazretleri soyundan gelmektedir. Dede TÂCEDDİN Velî, Osmanlı devletinin kuruluşunun kültürel dinamiğini hazırlayan teorisyenlerden, torun TÂCEDDİN SULTÂN ise Osmanlının ihtişamlı döneminin Gönül ErLerinden olup irşâd merkezi olarak Ankara’yı seçmiştir. TÂCEDDİN SULTÂN Bursa’dan gerekli eğitimi aldıktan sonra 17. yüzyılda Ankara’ya geldiği söylenmektedir.
Ankara’da Karacabey hamamı önlerinde Dergâhını kurarak “Celvetîlik” ekolünde irşâda devam etmiştir. Dönemin en ulu erenlerinden kabul edilmektedir. Halk arasında kerâmetleri yaygınlaşmıştır. Günümüze intikâl eden bir örneğini verecek olursak.:

Dönemin Padişahına, TÂCEDDİN SULTÂNı gammazlarlar. Padişah, TÂCEDDİN SULTÂNın Huzura getirilmesi için askere emir verir. Askerler, Dergâha gelince bakarlar ki SULTÂNla beraber, hemen kenârda bulunan ibrikler de secde ediyor. Ürperirler, ön yargılı olmaktan utanarak durumu Padişaha rapor ederler. Padişah raporu inandırıcı bulur ve emri geri çeker..

TÂCEDDİN SULTÂNın asıl adı TÂCEDDİN İbrâhim’dir. 1600-1700 yılları arasında Kanunî Sultan Süleyman zamanında yaşamıştır. Bir dönem, başta da söylediğimiz gibi Bursa’da bulunur. Meşhur Evliyâdan Üftâde Hazretlerinin dergâhında Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri ile beraber intisâb ederek ders alır. Bilahere, hadis, fıkıh ve tefsir eğitimini alarak hemen her alanda kendini yetiştirir..

Zamanla gereken olgunluk derecesine geldikten sonra Üftâde Hazretleri tarafında Ankara’ya gönderilmiştir. Ankara’da Celvetî Şeyhi olarak irşâdını sürdürmüştür. Dergâhdaki kitâbesindende anlaşılacağına göre, TÂCEDDİN SULTÂN, bir müddet Ankara’nın Karalar Köyüne göç etmiş, yaklaşık 7 yıl bu köyde kaldıktan sonra, tekrar Ankara’ya dönerek Hamam Önü’ndeki evine yerleşmiştir.

TÂCEDDİN SULTÂN evli ve bir erkek çocuk babasıdır. Kendisi hayattayken oğlu Muddaki’yi kaybeder. Bugünkü Dergâh’ın bir bölümüne defneder. Bilâhere kendisi de aynı yerin yanına defnedilir. Türbe veya Derğahın önceki yapısı kerpiç ve çamurdan olduğu halde, bugünkü haline Padişah II. Abdülhamid getirir.

Hamam Önü, Taçlı Sokak, Haccetepe Üniversitesi içinde bulunan kendi adıyla anılan Câmii, Türbe ve Dergâhı bulunmaktadır. Türbede oğlu Muddaki veya diğer bir kaynağa göre Mustafa ile baba TÂCEDDİN İbrâhim medfundur.
TÂCEDDİN SULTÂN’ın adıyla anılan Türbe ve Câmiinin hemen yanındaki TÂCEDDİN Dergâhı, Haccetepe Üniversitesi rektörlüğünce restore edilmiş olup, vatandaşlarca her gün, devlet ricâli ve duyarlı sivil toplum örgütü aydınlarınca senede bir gün ziyâret edilir. Vesîle olunduğu olağanüstü güzellikler hep beraber yaşanır..

Yazımızın başlangıcında da belirttiğimiz gibi Cumhuriyetimizin en büyük şâirlerinden biri olan Merhum Mehmet Akif Ersoy, Milli Bâkiyemizin ve Milli Mücâdelenin, Özgürlüğümüzün Sembolü olan, hemen her Türk çocuğunun göğsünü gere gere okuduğu İstiklal Marşımızı bu dergâhda yazmıştır.

Bu Dergâhla ilgili başka bir hatıra daha vardır. Sekiz yaşındayken Hindistan’da Müslüman ana ve babadan kopartılarak İngiltere’ye götürülen, orada İngiliz Ajanı olarak yetiştirilen, bilâhere Afganistan’a gönderilerek dönemin Afgan Emirine yönelik ihtilâlde başrol oynayan, daha sonra da Hindistan pasaportuyla Milli Mücâdelenin Merkezi Ankara’da onun lideri Atatürk’e suikâst düzenlemek için İstanbul’a gönderilen Mustafa SAĞIR adında bir Ajana sahne olma açısında TÂCEDDİN SULTÂN dergâhı önem taşımaktadır..
Teşkilat-ı Mahsusa’nın İstanbul Şubesi olan “Karakol Cemiyeti”nin referansı üzerine Mustafa SAĞIR Ankara’ya gelir ve Ata ile görüşür. Çok iyi yetiştirilen Mustafa SAĞIR konusunda Atatürk şüphelenir. Tâkib ve kontrol görevi Mehmet Akif’e verilmek üzere, onun ikâmet ettiği TÂCEDDİN Dergâhı’nın bir katına da bu adam yerleştirilir. Mustafa SAĞIR’a gelen mektuplar önce Akif’in kontrolundan geçerek ulaşır. Ajan olduğu Akif’çe de tesbit edilir ve Mustafa SAĞIR tutuklanır. Suçunu i’tiraf eder. İstiklal Mahkemelerince yargılanır 1921 yılında idâm edilir.

TÂCEDDİN SULTÂN Dergâhında, Şer İttifâkının olması mümkünmüdür? O makamlar kullanılamaz. Art niyetli planlar belki kisâ süre gündeme alınmış olsa da uzun vade de asla..
O makamlarda ancak İstiklalin Marşları yazılır. Kendisi de tasavvufi şiirler yazan TÂCEDDİN SULTÂN, bütün Türk Milletinin şapka çıkararak, gönül gözünde yaşlarını akıttığı İstiklal Marşının Güftesinin yazılmasına engel olacak değildi ya...
Bir nebzecik unutulduğu an gösterilen kerâmetiyle ülkenin gündemine tekrardan gelmiş olan TÂCEDDİN SULTÂN bunun ilkini Akif’le götermiştir. Kendisi Akif’i çağıran pozisyonda görünmektedir. Arada uzun yıllar geçmiş olmalı ki, TÂCEDDİN SULTÂN tekrar gündeme gelmek iştiyaki ile “nedeni bizlere muamma” kendi ruh yapısına uygunluğu olan bir ER kişi ile tekrar hatırlanır olmuştur. Bu ER kişi Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’dur.
Evet, çağıran TÂCEDDİN SULTÂN, çağırılan Muhsin Yazıcıoğlu…
Yan yana koyun koyuna mülâki olmak…

TÂCEDDİN SULTÂN’ın Şeyhu’l- Meşâyıhtan ve Kırklardan olduğu söylenir. Sevâb kazanmak ve Şefâatine nâil olmak için, ziyâret edilerek DUÂ edilir.

Ve’s-selâmu ale’l- mürselin ve’l-hamdülillahi Rabbü’l- Âlemîn!.


Resim
XX. yüzyılın başlarında Tâceddin Dergâhı’nı gösteren bir fotoğraf (İÜ Ktp., Albüm, nr. 90431..

Resim EKk BİLgi.:

TÂCEDDİN SULTÂN ve DERGÂHI
kaddesallahu sırrahu..

Ankara’da Hamamönü mevkiinde inşa edilen dergâhın kurucusu Tâceddinzâde Mustafa Efendi hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Aslen Ankaralı bir âilenin çocuğu olduğudur. Âilenin Bursa’ya gidip daha sonra tekrar Ankara’ya döndüğü rivâyet edilir. Adı ve Ankaralı olduğuna dair bu rivâyet onun, Bursa Kaplıca Medresesi Müderrisi iken 1010 (1601) yılında Ankara’ya müftü tâyin edilen ve 1018’de (1609) burada vefât eden Tezkireci Tâceddin Efendi’nin (Atâî, s. 531-532) oğlu olabileceğini düşündürmektedir. Âilesinin Niksar-Samsun yöresinde Beylik kuran Tâceddinoğulları ile ilgisinin bulunması da ihtimal dahilindedir.

Tâceddinzâde Mustafa Efendi’nin ölüm tarihi bilinmemektedir. 1853 tarihli teftiş raporundan çocuğu olmadığı anlaşılan Mustafa Efendi’den sonra dergâhın şeyhlik görevi 1717’de Abdurrahman Efendi’nin türbedâr tâyin edilmesine kadar (BA, Cevdet, nr. 10201) Gizli Şeyh Mehmed Efendi ve soyundan gelenlerce sürdürülmüştür. Şeyh Abdurrahman Efendi’nin ardından bu görev babadan oğula intikal suretiyle; Pîr Mehmed, Şeyh Osman ve Mustafa Efendi’ye, 1827’de Mustafa Efendi’nin kardeşi Osman Vâfî Efendi’ye, 1853’te Osman Vâfî’nin oğlu Mehmed Şerif Galib’e (ö. 1899) geçmiştir. Dergâhın son şeyhi Galib Efendi’nin oğlu Mustafa Tâceddin Efendi’dir (ö. 1937)..

Tâceddin Türbesi, eskiden olduğu gibi Ankara’da Hacı Bayrâm-ı Velî Türbesi’nden sonra en çok ziyaret edilen bir merkez durumundadır. Câminin dışında günümüze ulaşan tek yapı, Mehmed Âkif’in 17 Şubat 1921’de içinde İstiklâl Marşı’nı yazdığı Selâmlık Binâsıdır.

Mehmed Âkif, Nisan 1920’de Ankara’ya gelişinden itibâren yakın arkadaşları Hasan Basri (Çantay), Müftüzâde Abdülgafur (İştin) ve Mehmet Vehbi (Bolak) ile birlikte Mayıs 1921 tarihine kadar Tâceddin Dergâhı’nın Selâmlık binâsında kalmış, Safahat’ın altıncı kitabı “Âsım”ı burada tamamlamış, “İstiklâl Marşı”, “Süleyman Nazif”, “Bülbül” şiirlerini burada yazmıştır.
Eşref Edib Fergan’ın.: “Dergâh deyince dervişler, âyinler hatıra gelmesin. Eşraftan birinin âdeta selâmlık dâiresi. Ufak bir köşk gibi muntazam yapılmış. İçi dışı boyalı. Döşenip dayanmış, güzel ve geniş bir bahçesi var. Türlü türlü meyveler. Önünde bir şadırvan, şırıl şırıl sular akıyor.” şeklindeki ifadeler (Mehmed Âkif, I, 152) ile yapılacak Selâmlık Binâsını tarif eden Ankara İmar Meclisi’nin kararında geçen kayıtlar tamamen örtüşmektedir..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

CUMHURİYET'ten SONRA
=>
ANKARA GÖNÜL ERLERİ..


Abdülhakim Arvasî,
Mustafa Yardımedici,
Galib Hasan Kuşçuoğlu,
İbrâhim Ethem,
Mustafa Asım Köksal,
Dr. Münir Derman,
Hasan Burkay,
Ahmet Kayhan,
Dr. Haluk Nurbâki..


Resim
Padişâh-ı âlem olmak kuru bir kavga imiş,
Bir Velî’ye bende olmak cümleden evlâ imiş..


Yavuz Sultan Selim Han..

Resim

ABDULHAKİM ARVASÎ
(Bağlum - Keçiören - Ankara)

Ruhuyla sürekli cebelleşen adam... Zâhirî ilimlerde ilerledikçe iç huzuru sıfırlayan, ilgi ve iltifât gördükçe garip davranışlarla kendini kaybeden adam…
Yaş otuz beşler de sanatının zirvesine çıkan, ama ruhundaki fırtınaları dindirmekten âciz, o sokakta aklını sarhoş eden.: “Deryâ içrede ->Deryâ’dan uzak” ama hep birşeyler umut eden, bekleyen, neyi beklediğini de, beklerken tasavvur edemeyen adam…
Yûnus’dan gayrisine mesleği i’tibâriyle hiç i’tibâr etmeyen, Akif’lere, Yahya Kemâl’lere tepeden bakan adam…
Kısacası beyninden zıpkın yemiş oraya buraya seyirden, deli divane adam. Hiç bir söz üstâdı, âlim, ehl-i dil huzurunda üç beş dakikâ sabırla dinlemesini bilmeyen adam...

Bir Dostu’nun ısrarlı yönlendirmesi neticesinde Esseyyid Abdulhakim Arvasî Hazretlerine götürülür. Huzura alınır. Başlar dinlemeye. Soru sormadan, i’tiraz etmeden, bağırmadan, el kol hareketleri yapmadan, huzura nasıl girdiyse, hangi şekil ve adabda görüldüyse yaklaşık altı yedi saat.. aynı şekilde kapı dışına çıktığında, olanlar olmuştur.
Vahşi bir ceylanın avcının okuna hedef olduğu gibi, tutsak, esrârengiz bir kuvvet alanı, manevî hava değişimi ve ilaç...
“Buldum!. Buldum!.” diye bağırmış, kendini götüren Dostu’nun yüzüne karşı...

Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde en büyük Tasavvuf Âlimlerinden olan Şeyh Abdulhakim Arvasî Hazretleri, Van ilimizin Başkale İlçesinde doğmuştur. Çocukluk dönemi bölgesinde geçer. İlk bilgileri babasından öğrenir. Başkale’de ipdidai (ilk okul) ve rüşdiye (orta okul) mekteblerini bitirir. Bilahere Irak’ın çeşitli kültür merkezlerinde Arap- Fars Dili Edebiyatı, Mantık, Kelâm, Fen ve Matematik, Tefsir, Hadis ve Tasavvuf Kültürü Dersi alır..

Abdulhakim Arvasî Hazretlerinin ataları, Hülagü’nun Bağdat’ı istila ettiğinde Musul’a hicret eder. Sırayla Urfa, Bitlis ve Mısır’da bulunurlar. Bu âilenin büyük oğlu Molla Muhammed tekrardan Van’a gelir ve şehrin yüksek tepelerinde bir köy kurar. Eğitim ve ibâdet yerleri de inşaa eder. Bu köyün adına “Arvas” adını verir. Yaklaşık altı yedi asır, bu sülâle “Arvaslar” olarak varlığını bozulmadan devam ettirir ve günümüze kadar gelir. Soyu anne tarafından Abdulkadir Geylanî’ye ulaşan Abdulhakim Arvasî Hazretleri’nin sülâlesine “Arvas Seyidler” denilmektedir.
Abdulhakim Arvasî Hazretleri Irak’tan Başkale’ye döndüğünde ilk iş olarak, âileden kalan servetle bir medrese yaptırır ve zengin bir kütüphâne kurar. Yirmi yıla yakın öğrenci okutur. Nice insanların aydınlanmasını sağlar.
1880 yılında Halidîyye Tarikâtı Şeyh’lerinden Seyyid Fehim’den Nakşibendîyye Tarikâtı’ndan icazet alır. Tarikât Silsilesi Seyyid Fehim ve Seyyid Taha vasıtasıyla, Nakşibendîyyenin Halidîyye Kolu’nun kurucusu Mevlâna Halid-i Bağdadî adındaki büyük Şeyh Hazretlerine uzanır..

Abdulhakim Arvasî Hazretleri I. Dünya savaşı başlarında, doğu Anadolunun uyumlu tebâsı olan Ermenilerin, Ruslar tarafından kışkırtılması ile ortaya çıkan kan, zulüm ve gözyaşı döneminde Türk Devletinin tedbir gereği âilecek güneye yani Irak içlerine hicret etmeleri emri üzere yola çıkarlar. Musul’da iki yıl kalır, İngilizlerin o bölgeyi işgalinden sonra hayatî tehlike artacağından, âilesinden kalan kişilerle Suriye üzerinden Adana’ya intikâl eder. Adana’nında karışıklığı ve işgale müsaid hale gelmesi durumundan hareketle, Eskişehir ve oradan da Payitahtın ebedî ve en önemli şehri İstanbul’a varırlar.
Bu yolculuk esnasında, Başkale’den 150 kişi ile hareket edilmişti. İstanbul’a gelene kadar çoğu, açlıktan, hastalıktan ve sefaletten hayatlarını kaybetmişlerdir.
Yardım ve desteğe ihtiyacı olan Arvas Âilesi bir süre “Evkaf Nezâreti”nce Eyüp’teki yatılı mederesede misâfir edildikten sonra, Hazretin statüsü gereği yine Eyüp’deki “Kaşgarî Dergâhı Şeyhli”ğine tâyin edilir. Bu dergâhda uzun dönem tasavvuf dersi okutur. İmamlık ve Vaazlık görevi ifâ eder. Tekke ve Zâviyeler kapatılana dek bu görevleri hakkıyla yürütür..
Tekkeler kapatıldıktan sonra kendi evinde irşâdına sürdürür. Cumhuriyetin ilk döneminde ihtilalin mantığı gereği, yeni teammüllerin oturması için eski ile ilgili hemen her konuda ilgi ve bağın kesilmesine yönelik Devlet Cebri olduğu için, Abdulhakim Arvasî Hazretleri de bundan olumsuz olarak etkilenir.
Çok savdiği İstanbul’dan, Menemen Hadisesi bahâne edilerek İzmir’e sürülmesi, İzmir’den hiç sevmediği Ankara’ya mecburî ikâmete gönderilmesi, suçsuz olduğu halde Devlet Ricâli’nin gerekli girişimlere olumsuz cevap vermesi onu Ankara’ya mahkûm etmiştir.

27 Kasım 1943 de vefâat eder. Cenâzesi Ankara’nın Keçiören İlçesine bir taş atımlık mesafede kurulan Bağlum Kasabası’na defnedilmiştir.
Abdulhakim Arvasî Hazretlerinin Ankara’da çevresi yoktu, kendi âilesi dışında. Ebediyete intikâlinden hemen sonra, cenâzenin tekrar İstanbul’a götürülmesi talebine de olumsuz cevap verilince, âile efradı ne yapacağına karar veremez durumda kalır. Tam bu sırada kapı çalınır ve bir aksakallı adam, kapıyı açan zâta.: “Cenâzeyi Bağlum Kabristanlığına defnedin, oradan bekleniyor” der ve kaybolur..
Bu işâret üzere mesaj alınır ve cenâze bir otomobil içinde, üç beş yakınıyla beraber Bağlum’a getirilerek defin işi başlar. Etrafta binlerce insan naaşı duyarlar. Kimler bilinmez ama Abdulhakim Arvasî Hazretlerinin yalnız olmadığı anlaşılır. ALLAHü âlem o mahşeri kalabalık halen orada yani Bağlum Tepeleri’nde sonsuzluğu beklemektedirler.

Cenâzenin BağLum’a Defni ve Bunu İşâret Eden Adam...
Ve BağLum KabristanLığı.:


Meğer dâvet edilen durumda imiş... Hazreti Arvasî’yi dâvet edenler üç kişi Horasan kökenli Evliyâ-yı Sâlih olup, Bağlum Kabristanlığında medfun imiş. Tasavvuf Adâbı gereği ziyâretçiler, dâvet edenleri bilmediğinden, hep dâvet edilene vararak duâ ederler..

Seyyid Abdulhakim Arvasî Hazretleri İstanbul’a geldiği yıllarda Osmanlı Hânedânı halen ayakta idi. Anadolu’da Milli Mücâdele veriliyordu. Devletin başına kara kâbus çökmüş, âdeta can çekişiyordu. Sonuç ne olur bilinmez ama Padişah Vahdeddin, Anadolu’da direniş hareketini yapan oluşuma ve onun başındaki Mustafa Kemâl'e en azından yürekten yardım ediyor, Âlimlere, devletin bürokratlarına, Anadolu’ya geçmeleri ve yeniden diriliş veya “Bas-ü Bedel mevt” olan “Misâk-ı Milliye” destek vermeleri konusunu hep işliyordu.
Nitekim Abdulhakim Arvasî Hazretleri, Beşiktaş Sinan Paşa Câmii’nde vaaz verdikten sonra çıkarken kapı önünde duran saray arabasında inen biri.: “Sultan’ın sana selâmı var ve akşama iftara bekliyor!.” der. Aynı araba ile saraya varılır. İstanbul’un ne kadar manevî büyükleri ve din görevlisi varsa hepsi de hazır ve nazır bulunur. Yemekler yenildikten sonra, şimdi bir kısım zombilerin vatan haini dedikleri Vahdeddin’in baş yaveri gelir ve i’tinalı bir sesle.: “Sultan’ın selâmı var, hepinizden ricâ ediyor. Anadolu’da kâfirlerle çarpışan Kuva-i Milliyenin galip gelmesi için toplu bir duâ etmenizi ve Anadolu’daki Mücâhidlere para ve insan gücü ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılması için Milleti teşvik etmenizi rica ediyo.” der.
Bu emir üzere başta Abdulhakim Arvasî Hazretleri olmak üzere birçok cemaat önderi ve din adamları birçok insani ve nakdi yardımı Mustafa Kemâl Atatürk’e ulaştırmak için olağan üstü gayret gösterirler..

Abdulhakim Arvasî Hazretleri, tekke ve zâviyelerin kapatılması konusunda kendine yöneltilen bir soru üzerine.: “Hükümet tekkeleri değil boş mekânları kapattı, onlar zâten kendi kendilerini çok önceden kapatmışlardı!.” demiştir.
Bu yorum, tekkelerin özellikle o dönemlerde içinde bulunduğu durumu çok güzel izâh eder. Benzeri durum günümüzde de yok değil.
Atatürk’ün kendini ziyâret eden bir Şeyh Hazretlerine.: “Hocam müsterih olun, tekkeleri ben kapattım, ALLAH (cc) izin verirse sağlığımda tekrar ben açacağım!.” ifâdesiyle örtüşen derinlikte bir yorum ve niyettir.
Şeyh Hazretlerinin kerâmetlerine şâhid olan ve nakilcilikle günümüze kadar gelen birçok durum vardır.:

Hazretin uzun dönem hizmetinde bulunan Abdulkadir Efendi adında bir talebesiyle beraber, bir yaz günü Eyüp câmiinde öğle namazı kılarlar. Bilahere Hazreti Eyüp-el Ensarî’nin türbesine girerler. Başka kimse yok. Sandukanın ayakucun da diz üzeri otururlar. Arvasî Hazretleri talebesine.: “Yanıma sokul ve gözlerini kapa!.” der. Öğrencisi gözlerini kapâyinca Eyüp-el Ensarî Hazretlerini ayakta durup Arvasî Hazretleriyle konuştuğuna şâhid olur. Hemen yanına varıp ellerini öptüğünü ve.: “Aç!” deyince gözünü açtığını, bilâhere o halin kaybolduğunu söyler..
Makamdan ayrılırken Abdulhakim Arvasî Hazretleri talebesine.: “Benim sağlığımda gördüğünü unut!.” tembihini yapar.

Yine bir genç adam kar ve tipi şartlarında yola çıkar, ama yolunu kaybeder. Donacak halde iken.: “Yâ RABBî! Zamanımızın Kutbunu imdadıma yetiştir!” nidâsı üzerine, bir kişi zuhur eder ve donmaktan kurtardığı gibi varacak yere de rahat bir şekilde avdet ettirilir. Otuz sene sonra Beyazıt Câmisinde vaaz eden adamın silüetini çıkarmak için kafa yorarken, vaaz biter ve Abdulhakim Arvasî Hazretleri cemaatin içinde bu genç adamın yanından geçerken.: “Ne o tipi fırtınasını mı hatırladın!.” diye kulağına eğilerek söyler. Genç adamın haleti ruhiyesi birden bire allak bullak olur. İlk refleksi eline çökmek olur. Ve öper, öper!.

Tasavvufi Kültüre göre her asra muttalib bir kutub zuhur eder. Bu manevî bir rütbedir. Necip Fazıl’a göre asrın mürşidi Abdulhakim Avrasi Hazretleridir. Kendisine akran Bediuzzaman’lar, Hilmi Tuna’lar ve başka âlimler olsa da asrın mürşidi Arvasî Hazretleri’dir. Onun için.: “Başbuğ Velîlerden otuz üç” demiştir.
Arvasî Hazretleri İstanbul Bağlarbaşında Şeyhülİslâm Hikmet Efendinin kabri yanında kendisine mezar hazırlattığı, hatta birde tabut yaptırdığı halde hiç sevmediği Ankara’ya defni inşALLAH hayırlara alâmettir. Evliyâullahtan kabul edilen oğlu Ahmet Mekki Hazretleri de, İstanbul’da defnedildiği halde naaşı bilahare Bağlum’a taşınmıştır. Zâhirî sebebi; Ahmet Mekki’nin mezarı üzerinde çevre yolunun geçmesi bahânesiyle alınarak babasının yanına defnedilir. Mezarı açıldığında vücudun hiç bozulmaması dikkatleri çeker. O Ahmet Mekki Hazretleri ki İstanbul’da uzun müddet ilçe müftülüklerinde bulunmuştur. Babasının Necip Fazıl üzerindeki etkisine benzer bir tasarrufu, son dönemlerin en büyük Sosyologlarından olan Merhum Nurettin Topçu’nun şahsında kullanması ve onun olgunlaşmasına katkıda bulunduğu bilinmektedir.
Arvasî Hazretlerinin müridi Necip Fazıl Kisâkürek.:
“Son günüm olmasın çelengim, top arabam,
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam!.”

Mısralarında içinde bulunduğu.: “Beni Bağlum’a Efendimin yanına defnedin!” vasiyetine nedendir uyulmamış ve Efendisinin özlemini duyduğu, sevdiği İstanbul’un koynuna bırakılmıştır..
Ne diyelim, kime niyet kime kısmet… Yâ Nâsib derler ya…
Ve’s-selâmu ale’l- mürselin ve’l-hamdülillahi Rabbü’l- Âlemîn!.

Resim

ABDÜLHAKİM ARVÂSÎ
Nakşibendî-Hâlidî şeyhi.
(1865-1943)

Van’ın Başkale kazasında doğdu. Babası Seyyid Mustafa Efendi’dir. Soyu anne tarafından Abdülkādir-i Geylânî’ye ulaşır. Hülâgû Bağdat’ı istilâ ettiğinde (1258) Musul’a hicret eden ataları daha sonra Urfa ve Bitlis’e, oradan da Mısır’a gitmişlerdi. Âilenin büyük oğlu Molla Muhammed bir süre sonra Van’a gelip şehrin güneyinde yüksek dağlar arasında bir köy kurmuş, bu köyde büyük bir dergâh ve iki katlı bir cami inşa ederek oraya “Arvas” adını vermişti. Kādirî tarikatına mensup olarak faaliyet gösteren ve “Arvas seyyidleri” diye tanınan âile, altı yüz elli yıl varlığını devam ettirerek bugüne ulaşmıştır.
Abdülhakim Arvâsî, ibtidâî ve rüşdiyeyi Başkale’de okudu. Daha sonra Irak’ın çeşitli bölgelerindeki tanınmış âlimlerden icâzet alarak Başkale’ye döndü (1882). Kendisine miras kalan servetle bir medrese yaptırdı ve zengin bir kütüphane kurdu. Bu medresede yirmi yıla yakın ders okuttu. 1880 yılında intisâb ettiği Hâlidîyye Tarikatı şeyhlerinden Seyyid Fehim’den Nakşibendyye, Kübrevyye, Sühreverdyye, Kādiryye ve Çiştyye Tarikatlarından “hilâfet” aldı (1889). Tarikat Silsilesi Seyyid Fehim, Tâhâ-yı Hekkârî vasıtasıyla Nakşibendîyye’nin Hâlidîyye kolunun kurucusu Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşır..
Abdülhakim Arvâsî, I. Dünya Savaşı’nın başlarında Ruslar’ın Başkale’yi istilâ etmesi ve Ermeniler’in silâhlanarak müslüman halkın mallarını yağmalamaya başlamaları üzerine, hükümetin emriyle, yüz elli kişilik âilesiyle birlikte daha emin bir yere göç etmek zorunda kaldı. Bağdat’a yerleşmek amacıyla yola çıkan âile, Revândiz-Erbil yoluyla Musul’a ulaştı. Burada iki yıla yakın bir süre kaldı. İngilizler Bağdat’ı işgal edince oraya gidemeyip âilesinden sağ kalan altmış altı kişiyle birlikte Adana’ya geldi. Adana’nın da düşman eline geçmesi ihtimaline karşı Eskişehir’e göç etti. Nisan 1919’da İstanbul’a geldi. Bir süre Evkaf Nezâreti’nce Eyüp’teki Yazılı Medrese’de misâfir edildikten sonra yine Eyüp’teki Kâşgarî Dergâhı Şeyhliği’ne tâyin edildi (Ekim 1919). Medresetü’l-Mütehassisîn’de Tasavvuf Tarihi dersi okuttu. Dergâh Şeyhliğinin yanı sıra ayrıca Kâşgarî Camii’nin İmamlık ve Vâizlik görevi de kendisine verildi. Tekkeler kapatılana kadar bu görevlere devam etti. Daha sonra tarikat faaliyetlerini bırakarak eve dönüştürdüğü dergâh binasında Tasavvufî Sohbetlerle meşgul oldu.
Menemen Hadisesi (Aralık 1930) ile alâkalı görülerek tutuklandı ve Menemen’e gönderildi. Ancak olayla ilgisi olmadığı anlaşıldı. Soyadı kanunu kabul edilince “Üçışık” soyadını aldı. Beyoğlu Ağa Camii ve Beyazıt Camii’nde dersler verdi. Cumhuriyet Döneminin önemli fikir ve sanat adamlarından Necib Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışıp sohbetlerinde bulunması, aydın çevrelerde de tanınmasını sağladı. Eylül 1943’te sıkıyönetimin emriyle İzmir’e gönderildi. Bir süre sonra Ankara’ya gitmesine izin verildi. 27 Kasım 1943’te vefât etti. Kabri Ankara’da Bağlum Mezarlığı’ndadır.

ESERLERİ.:
1-) Râbıta-i Şerîfe (İstanbul 1341; “Mübtedîler için Tarîkat-ı Nakşibendyye’nin âdâbını mübeyyin bir mektup sûreti” adlı ilâve ile birlikte 2. baskısı, İstanbul 1342). Râbıtanın mahiyeti ve uygulanması hakkında özlü bilgiler veren eser, Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır (3. baskı, İstanbul 1981).
2-) er-Riyâzü’t-tasavvufyye (İstanbul 1341). Tasavvuf, tasavvuf tarihi ve ıstılahları hakkında bilgi veren eseri, Medresetü’l-Mütehassisîn’de hocalık yaptığı sırada kaleme almıştır. Eser, Tasavvuf Bahçeleri (İstanbul 1983) adıyla Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır.
Bu iki eserin dışında tasavvufî ve dinî konularda kendisine sorulan sorulara cevap olarak yazdığı mektuplar, Tam İlmihal-Seâdet-i Ebedyye adlı kitapta yer almaktadır..


Resim

ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ ÜÇIŞIK
TÜRK İSLÂM ÂLİMİ.
(1860, Başkale/Van - 27 Kasım 1943, Ankara)

HaYaTı.:
Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde ve Türkiye'nin ilk yıllarında yaşamıştır. Seyyid ve Hüseyin Kolu’ndandır. Moğol İstilâsı sebebiyle Irak'tan Doğu Anadolu'ya yerleşmiş ve çok sayıda âlim yetiştirmiş bir âileye mensubdur. Halife Mustafa Efendi'nin oğludur. 1860'ta o zaman Hakkâri vilâyetinin merkezi olan ve şimdi Van'a bağlı Başkale Kazasında doğdu. Bazı resmî evrakta doğum tarihi 1865 olarak görülür.
Başkale'de ibtidaiyye ve rüşdiye mekteplerini bitirdi. Doğu Anadolu ve Irak'ın çeşitli beldelerindeki âlimlerden ilim öğrendi. 1879'da Arvas'ta Nakşî şeyhi Seyyid Fehîm Arvâsî'ye talebe oldu. Kendisinden 1882'de icâzetnâme (diploma) ve 1887'de Nakşıbendî, Kâdirî, Çeştî, Kübrevî ve Sühreverdî Tarikatlarından hilâfet alarak memleketine döndü..
Başkale'de kendi parasıyla kurduğu medresede 29 sene talebe yetiştirdi. Anadolu ve İran sınırında çok beldeyi ziyâret ederek irşadda bulundu. Bu sebeble zamanın Padişahı Sultan II. Abdülhamid tarafından taltif edildi. 1898 ve 1908 yılında İstanbul ve Mısır üzerinden iki defa hacca gitti. Mekke’de görüştüğü Şeyh Ziya Masum Müceddidî, kendisine Üveysî Hilâfeti de verdi..

Doğu Anadolu'nun Ruslar tarafından işgali üzerine Mayıs 1916'da âilesiyle beraber Musul'a hicret etti. 1916-1918 yılları arasında Ziybar Kazâsı Müftülüğünde bulundu. Adana ve Eskişehir'de kaldı. 1919 yılında İstanbul'a geldi. Sultan Vahideddin tarafından 5 Ağustos 1919'da Süleymaniye Medresesi'ne Tasavvuf Müderrisi olarak tâyin edildi. Aralık âyinda da Eyüp Sultan’da münhal Kaşgarî Dergâhı Postnişinliği kendisine tevdi edildi..
1924-1928 yılları arası Vefa Lisesi'ne din dersi muallimliği yaptı. 1925'te tekkeleri kapatan kanun gereği, Eyüpsultan semti, Kaşgari Murtaza Efendi Cami yanında bulunan Kaşgarî Dergâhı'nda ömür boyu oturmasına müsaade edildi. 1924 yılında İstanbul Vâizliğine tâyin olundu. İstanbul’da Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Ayasofya, Bakırköy Zuhuratbaba, Kadıköy Osman Ağa, Kasımpaşa Câmi-i Kebir, Üsküdar Yeni Câmi ve Beyoğlu Ağa Câmii Kürsülerinden senelerle vaaz verdi. 1930'da yaş sınırına rağmen vazifesi Bakanlar Kurulu kararıyla uzatıldı. 1931'de Menemen Hadisesi sebebiyle Menemen'e götürülüp Divan-ı Harbe çıkarıldı. Beraat etti ise de, emekliye sevkolundu. Câmi derslerini aralıksız fahrî olarak yürüttü..
Bayezid'de Kadı Beydâvî Tefsirini okutub tamamlamaya muvaffak oldu. “Üçışık” soyadını aldı. Oğlu Ahmed Mekkî Üçışık başta olmak üzere çok sayıda talebe yetiştirdi. Bunlardan en meşhurları, Necip Fazıl Kısakürek, Nureddin Topçu ve Hüseyin Hilmi Işık'tır..

Abdulhakim Arvasî Hazretleri 18 Eylül 1943'te İzmir'de mecburî ikamete tâbi tutuldu. Daha sonra geçtiği Ankara'da 27 Kasım 1943'te öldü. Bağlum Kabristanı'na defnedilmiştir.

Arapça, Farsça ve Kürtçe bilirdi. Arapça ve Farsça Şiirleri vardır. Üç oğlu ve iki kızı dünyaya geldi. Büyük oğlu Mekki Üçışık Üsküdar ve Kadıköy Müftülüğü yaptı. Abdülhakîm Efendi'nin kardeşlerinden Taha Efendi (1864-1928) İstanbul Süleymaniye Medresesi'nde müderris olup, 1908 ve 1921 meclisinde Hakkâri Mebusluğu ve Şer'iye Vekâleti'nde Heyet-i Müşâvere âzâlığı yaptı.
Abdulhakim Arvasî Hazretleri'nin “Râbıta-i Şerife” ve er “Riyâdü't Tasavvufîyye” isimli eserleri, Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Ayrıca, “Hâl Tercümesi ve Ebeveyn-i Resûllulah” isimli eserleri sadeleştirilmeden, yalnızca latin alfabesine çevrilerek Büyük Doğu Yayınları tarafından yayınlanmıştır..

ESERLERİ.:
1-) Râbıta-i Şerîfe.. (2. Baskısı 1342/1924) (Abdülhakîm Arvasî'ye ait Rabıta-i Şerife, isminden de anlaşılacağı üzere, çok özel bir bahsi, "Râbıta"nın nasıl yapılacağını, usûl ve âdâbını çerçeveliyor. Kitabın ikinci bölümünde ise, Abdülhakîm Arvâsî ders, takrir ve mektuplarından çeşitli mevzular, Vahdet-i Vücud bahsinin geniş bir mütalâası ve "Ruh Risâlesi" var. Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Büyük Doğu Yayınları No:47)
2-) er Riyâdü't Tasavvufiye (1342/1924).. (Tasavvuf Bahçeleri adıyla Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayınlanmıştır. BD Yayınları No:50)
3-) Hâl Tercümesi.. (Büyük Doğu Yayınları tarafından 2015 yılı içerisinde basılmıştır. Kendisi hakkında sorulan sorulara verdiği cevapları içermektedir.)
4-) Ebeveyn-i Resulullah.. (Büyük Doğu Yayınları tarafından 2015 yılı içerisinde basılmıştır.)
5-) Sefer-i Âhiret .. (Hüseyn Hilmi Işık'a ait Tâm İlmihâl Se'âdet-i Ebedyye adlı kitabın sonunda sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Hakikat Kitabevi)
6-) Eshâb-i Kirâm.. (Hüseyn Hilmi Işık’a ait Eshâb-ı Kirâm adlı kitabın ilk kısmında sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Işık Kitabevi)
7-) Ecdâd-ı Peygamberî.. (Hüseyn Hilmi Işık'a ait Tâm İlmihâl Se'âdet-i Ebediîyye adlı kitabın içinde sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Hakikat Kitabevi. Ayrıca İbrahim Boğalı tarafından Muhammed Aleyhisselâm adlı eserin içinde yayınlanmıştır. Veli Yayınları, İstanbul, 1981)
8-.) Namaz Risâlesi..
9-) Küfr ve Kebâir Risâlesi..
10-) Esmâ-yı Hüsna Şerhi..
11-) Nevevî'nin Hadîs-i Erbâîn Şerhi..
12-) Sevânihü'l-efkâr ve Sevâmihü'l-enzâr (Keşkül)..
13-) Mevlid Risâlesi..
14-) İmam Hüseyn'in Şehâdeti.. (İbrahim Boğalı tarafından Muhammed Aleyhisselâm adlı eserin içinde yayınlanmıştır. Veli Yayınları, İstanbul, 1981)



ResimEFENDİM!.

Efendim!.
Benim Efendim!
Ben sana bendim!
Bir üfledin de, Yıkıldı bendim!.
Ben ki, denizdim,
Dağbaşı bendim.
Şimdi sen oldun, Âleme pendim.
Benim Efendim! Benim Efendim ,
Fezâ levendim!
Ölmemek neymiş; Senden öğrendim.
Kayboldum sende, Sende tükendim!
Sordum aynaya: Hani ya kendim?
Benim Efendim! Benim Efendim!
Emri yüklendim!
Dağlandım kalbden Ve mühürlendim.
Askerin oldum, Başta tülbendim;
Okum sadakta, Elde kemendim!.


NECib FaZıL Kısakürek..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

MUSTAFA YARDIMEDİCİ
(Cebeci - Ankara)

Diyanet İşleri Bakanlığı’nın finansörlüğünü yaptığı “Sâhibini Arayan Madalya” isimli belgesel mâhiyet arz eden Kahraman Maraş’ın düşman işgalinde vermiş olduğu mücâdeleyi anlatan filimde gerçeğe uygunluğu tartışmasız kabul edilen “Ali Sezai” rolünde işlendiği gibi Kadiri Şeyhi Ali Sezaî Hazretlerinin iki halifesinden biridir Mustafa Yardımedici. Diğeri ise bir ömür tek bir bağlısı dışında dervişi olmayan Sofu Ökkeş Efendi’dir.
Ali Sezaî Hazretleri zamanında Maraş’da Ulu Câmide kürsü şeyhliği (merkez vaizliği) yapmaktadır. Yolunun tâkibçileri tarafından “Büyük Şeyh Efendi” olarak bilinir.
Mustafa Yardımedici Hazretleri küçük yaşta yetim kalmış, âilesinin üzerine titrediği bir çocuk, genç yaşta dergâhla tanışır. Şeyhinin hizmetinde bulunarak zâhirî ilimler konusunda kendini yetiştirir. Hocaları hep Maraş Eşrafındandır. Fevkalâde düzenli ve temiz görünümünü hep muhafaza eder. Onun için ilk dönemlerde arkadaşları kendisine “Süslü veya Apalak Mustafa” diye hitap ederler..

Manevî olarak mesafe alabilmenin en önemli yolu bir mürşide intisâbtan ve o uğurda gayret göstermekten geçeceğinin idraki ile Mustafa Yardımedici bir taraftan âilesinin geçimi için çalışırken, diğer taraftan dergâhtaki yerini önemli hale getirmek için çok çalışır. Bu gayreti Şeyh Ali Sezaî Hazretlerinin gözünden kaçmaz ve çok genç yaşta onda ki kemâlatı fark ederek icâzet verir.
Mustafa Efendi, debbağ/dericilik sanatının imalata yönelik olan köşgerlik, mesleği olduğu için, yaptığı ayakkabıları satarak geçimini temin eder. Askerlik dönüşü evlendiği ve çoluk çocuğa karıştığı için köşgerliği ihmal etmeden sekiz erkek bir kız evlâdla, sıradan bir esnaf intibâsı oluşturarak hayata devam eder.
Şeyhi Ali Sezaî Hazretleri HAKk’a yürüdükten sonra posta Sofu Ökkeş Efendi oturur. Mustafa Efendi, o dönemin sıkı tâkiblerinden -tedbir gereği -sakındığı için eşiyle ve çocuklarının eğitimiyle uğraşır. Yapmış olduğu ayakkabıları civar illere satmaya devam eder..

Bir gün yine böyle bir ticarî kaygı ile Adana’ya varır. İstirahat için konaklama yerine çekilir. İştirak ettiği sabah namazı sonrası câmi çıkışında, nuranî yüzlü biri önünü keserek.: “Maraşlı Mustafa Efendi siz misiniz” suâline.: “Evet” cevâbını verince.: “Buyurun Sami Efendi sizi bekliyor” diyerek Hacı Sami Efendi Hazretlerinin huzuruna çıkarılır..
Hacı Sami Efendi (Medine’de medfun) onu kapıda büyük bir muhabbetle karşılar. İzzet ikramdan sonra karşılıklı hediyeleşirler, Sami Efendi ona Nakşî’den, o da Sami Efendiye Kadirî Tarikinden ders târif eder. Sami Efendi ile bir ömür oluşacak dostluğun tanışmışlığın temeli böylece atılmış olur.

ANKARA’ya İNTİKÂL.:
Efendi Hazretlerilerinin çocuklarından biri Diyanet Teşkilatında me’mur olduğu için babasını Ankara’ya yanına gelmesi için sürekli sıkıştırır. Ömrünün son demlerinden elim bir tertip gereği talihsiz bir durumla hayatını noktalayan diyanet teşkilatı görevlisi oğul, babasının Ankara’ya hicretinin zâhirî sebebidir. Şems’in, Mevlâna’nın, İskilipli İbrâhim Ethem’in, Mustafa Köksal’ın coğrafyasına kadar zuhur etmelerinin Rabbanî Tasarrufu geniş kitlelerce o dönem için bilinecek değil ya…
Zâhirî sebebler, görünüşte insan hayatındaki sebeb sonuç ilişkisini tâyin edeceği için ona sarılınır. Efendi Hazretleri 1953 yılında Ankara’ya âilesiyle birlikte gelir. Kendisi Maraş’ta sanki kamufle edilmiş, gizlenmiş, tanınma derecesi zayıf bir kişilikten Ankara’ya intikâl etmesiyle tam tersi bir dönüm yaşanır..
Bu değişikliğe Tasavvufî Kültürde “Uzlet ve Halvet Hayatı” denir. Uzlet hayatının bırakılarak, Halvet hayatının yaşandığı Ankara’da ismi duyulmaya ve bağlılarının sayısı artmaya başlar..
Sürekli namaz kıldığı câmi imam-hatibi oğlu olduğu için ona.: “Oğlum, cemaatin içinde Marangoz Galib Efendi adında bir zât var mı? Ben onu arıyorum bulunca beni haberdar et.” diyerek arzusunu bildirir.
Marangoz Galib Efendi ise; manevîyatında Emri İlahî gereği büyük Şeyh Ali Sezaî Hazretleri postunun gelecekteki sâhibi olacak Gönül ERi, Mustafa Efendinin sırtındaki yükün vârisi. Bir ulu zincirin büyük halkası, olacaklardan habersiz için için yanmakta, halden hale sürüklenmekte, Rabbi ile halleşmede, önce kokusunu hissettirerek, bilahere cisman’iyetinin beklenmesinde ki sabırsızlık veya gösterilen sabır…
“Yeter artık dayanamıyorum!” ilticâsı “gönderiyorsan gönder de bir an önce bu hasret bitsin!” diye yapılan gönül imbiğindeki feveranlar…

Oysa Galib Efendi, öz amcası, altı tarikât ulularından icâzetli Kara Şeyh adıyla bilinen Hacı Bekir Kuşcuoğlu, amcasının halifesi ve postnişini Ali Haydar Ahıskavî, onun da yerini dolduran yine altı tarikâttan icâzetli kayınpederi Şeyh Mustafa Andaç Hazretlerinin âile oluşturduğu bir manevî ortamın âile fertlerinden biri olduğu halde tertibi İlahî gereği sâhibini bekler.
Galib Efendi, emrinin altında onlarca insanın çalıştığı Ankara Samanpazarı’ndaki atölyesinde verilen siparişleri karşılamak için gece gündüz alın teri dökerek çalıştığı yerin yanı başında boş olan işyerinin kiralandığını bilir. Kiralayan zâtı daha önce hiç görmemiştir. Ama temiz, nur yüzlü bir görünüşü olan bu zâtı ara sıra iş yerine girip çıkarken selâmlaşma dışında tanışıklıkları olmaz..

Böyle merkezi bir yerde kiralanan bu işyerinde uzun dönem hiçbir işle iştigal edilmediğini dışarıda müşaade eden Galib Efendi kendi kendine.: “Burayı kiralayanlar deli mi akıllı mı bir türlü anlayamadım, bunca zaman geçmesine rağmen hiç iş yapılmıyor, dükkan kiralandığı gibi duruyor, acaba bunların maksatları ne ola, elbet bir bildikleri, yapmak istedikleri vardır.” gibi sözler sarf etmekte de geri kalmaz..
Mustafa Efendi Ankara’da kaldıkları müddet içinde başta devlet ricâllerinde olmak üzere manevîyat ulularından Hacı Sami Efendi, Süleyman Hilmi Tunahan, Said Nursi gibi yüksek manevîyatta zâtlarla sık sık görüşüp muhabbet eder. Bu ulu zâtlara ev sâhibliği yapar. Memleketin gidişatı hakkında ümit var bir gelecekten sitayişle bahseder. Kendi dönemlerinin istibdat veya baskıcı unsurlarının ortadan kalkacağını yerini çok daha özgür bir ortama bırakacağı hususunda moral verici sohbetler ederler. Yakınlarına.: “Beni şeyhimin vefâtından sonra yetiştirdiler” der. Kendisinin de yetiştirmede me’mur olacağı şuurla aşığına dogru mesafe aldığının farkında olarak zamanın keşiştiği an marangoz Galib Kuşcuoğlunun.: “Yeter artık dayanamıyorum ya gönder sâhibimi rahatlayayım ya da al canımı da bu istek arzu çile bitsin!.” bâbında yakarışta bulunuşu hissettirilir.
O gecenin sabahında büyük bir belirsizlik içinde iş yerine varan Galib Efendi tam da iş hazırlığı yaparken atölyenin kapısının ağzında iki kişi belirir. Birinin elinde Kur’ÂN, diğeri onun biraz gerisinde elleri bağlı. Galib Efendinin meraklı bakışları altında Besmele çekerek içeri girerler.
Galib Efendi ara sıra selâmlaştığı yanı başında ki işyerini kiralayan adamı tanır. O adam Mustafa Efendidir. Söze.: “Galib Efendi oğlum ben seni yetiştirmek üzere görevlendirildim. Senin nâsibin bizdendir. Bundan gayrı sen bizim manevî evlâdımızsın, mübârek ola!.” dediği andan i’tibâren Galib Efendi’de o kadar rahatlama olur ki bütün dertlerine, bütün manevî buhranlarına ilaç olan bu buluşma onun adeta ayaklarını yerden keser. Kuşlar gibi hafifler. “Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun!.” defalarca tekrarlar.

METAFİZİK ZUHURATI.:
Kahraman Maraş’da iken bir gece çocuklarından Şevket Efendinin yattığı odanın kapısı açılır, biri uzun boylu iki kişi girer. Meraklı bakışlarla gelen kişileri süzen Şevket Efendiye.: “Oğlum babanız iyi adamdır, onun kıymetini bilin!.” derler ve çıkarlar. Bu durumu sabahleyin babasına anlatan Şevket Efendi şu cevâbı alır.: “Oğlum uzun olan Abdulkadir Geylanî, kısa olanı da Ahmet el Rufaî Hazretleridir. Hânemizi ziyâret ederek sana görünmüşlerdir. Bu senin için çok güzel bir manevî zuhurattır bilmiş olasın!” der.
Çocuklarının dönemin olumsuzluklarından etkilenmelerini arzu etmediği için tasavvufî hallere âşina olmaları endişesiyle metafizik örnekler verir. Çocuklarından Şevket Efendinin anlattıklarına göre ocak başında yanan meşe korunu eliyle alarak.: “Bu ateştir, ALLAH emretmezse yakmaz, bakın elimde bir yanma acıma var mı?” diyerek ateşi elinde uzun müddet tuttuğu halde eli yanmaz. Öyle ki eliyle yanan korları karıştırır, nihâyetinde günümüzde tarikâtlara karşı mesnedsiz ve yersiz düşmanlık var. Halk dahi böyle bilir. ALLAH’ı zikreden Şeyhe ve dervişlere karşı mânâsız tavırlar serğileniyor. Bunlardan kendinizi korumanız ve olumsuz etkilenmemeniz için bir işâret olarak bu hali gösterdim!” der.

Onun en büyük manevî zuhuratı, Şemsî Tebriz’i gibi, onca zamandır ızdırab çeken bir Gönül ERine hal atlatmaya vesile olarak sıkıntılarından kurtardığı gibi, Galib Kuşçuoglu’nu bu alana kazandırmaya vesile olmasıdır.
Mustafa Yardımedici Hazretleri ömrünün son dönemlerinde hac farizâsını yerine getirir. Bu yolculuk dönüşü rahatsızlanır. Doktoru tedâvi için ameliyat önerir. Kendisi ameliyat gününden bir gün önce.: “Vücudumu yaramayacaklar” diyerek o gün gelmeden Rahmet-i Rahmân’a intikâl eder.
Emr-i İlahî gereği ölüm döşeğindeyken halife olarak Hacı Galib Kuşçuoğlunu kendi yerine işâret eder. Mezârı, Cebeci Asri Mezarlığında olup İskilipli İbrâhim Ethem Hazretleri ile ayni mekânı paylaşmaktadırlar..

Ve’s-selâmu ale’l- mürselin ve’l-hamdülillahi Rabbü’l- Âlemîn!.
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

ALİ SEZAİ KURTARAN

ALİ SEZAİ KURTARAN’ın HAYATI VE FİKİRLERİ.:
Ali Sezai Efendi 1867 yılında Maraş’ta doğmuş, babasının adı Hacı Ahmet, annesinin adı ise Fatma Hatun’dur. Baba tarafından bilinen ilk dedesi Emir Abdülcelil olup şecere ile Hazreti Hüseyin soyundan olduğu oğlu Halit tarafından belirtilmektedir. Beş yaşında, babasının vefâtı ile annesi ve eniştesinin gözetiminde büyümüştür. 17 yaşında Kadirî şeyhi Şakir Efendi’ye intisâb etmiş, 24 yaşında ise ilk icâzetini almıştır. Şakir Efendi 1894’te vefât edince, onun işâreti ile ders vermeye başlamıştır. 1919 yılında, Maraş’ın İşgali sırasında Fransızlara karşı mücâdele etmiş ve işgalin sona ermesine kadar savunmanın on komutanından biri olmuştur. 1924 yılında, Pazarcık İlçesi gezici öğretmenlik görevi verilmiş ve bu görevini 1926 yılına kadar devam ettirmiştir. Basımı yapılmamış çok sayıda eseri mevcuttur. Bunların bir kısmı dini, bir kısmı da tıp ve eczacılık konularını içermektedir. 1926 yılında Maraş merkez vâizliğine tâyin edilmiştir. 1937 yılında ölümüne kadar Ulu Câmii’ndeki bu görevini sürdürmüştür. Soyadı Kanunun çıkması ile Maraş Valisi Fahrettin Kiper'in tavsiyesi ile Ali Sezai Efendi, Kurtaran soyadını almıştır. Döneminin belediye başkanıyla düştüğü ihtilaf sebebiyle hapse atılmış ve hapisten çıktıktan kısa süre sonra da ölmüştür..

MARAŞI’n KURTULUŞUNDA AKTİF ROL ALAN BAZI DİN ÂLİMLERİ.:

Kurtuluş Savaşı’nın Maraş cephesindeki din adamlarından biri de Vezir Hoca lakabıyla anılan Müderris Mehmed (Alparslan) Efendi'dir. Maraş’ın işgale uğramasından sonra, Veziroğlu Mehmed Alpaslan'ın evinde bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantıda, Maraş'ın ileri gelenlerinden Veziroğlu Mehmet, Sandal Osman, Cerrahoğlu Zekeriya, Başkâtip Rıza, Karcı Hacı, Kocaoğlu Evliyâ, Veliefendioğlu Ziyâ ve Hocaoğlu Nuri'den oluşturulan 8 kişilik temsil grubunun, doğrudan Sivas Heyet-i Temsiliyesi ile ilişki kurması kararı alınmıştır..

Ali Sezai Efendi, kurtuluş mücâdelesinde manevî önderlik yapmış bir şahsîyettir. Şecere yönünden Hüseyin aleyhisselâm'ın soyundan gelmiştir. Bilinen ilk dedesi Emir Abdülcelil'dir. Onun oğlu Veli Mehmet, onun da oğlu Hacı Ahmet'tir. Ali Sezai Efendi, Hacı Ahmet Efendi'nin oğlu olup, annesi de Fatma Hanım’dır. 1867 yılında Şekerli Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir. Daha 5 yaşında iken babası ölmüş ve kız kardeşi Ayşe Hanımla öksüz kalmışlardır. Eniştesi Saraç İbrahim Efendi’nin bir ara Hatay'ın Akbez Kasabasına göçmesiyle, kendisi de birlikte giderek, oradaki Fransız okuluna bir müddet devam etmiş ve iyi derecede Fransızca öğrenmiştir. Kur’ÂN, dinî dersler ve diğer genel bilgileri o yörenin hoca efendilerinden öğrenmiştir.3

Ali Sezai Efendi, kendisinin derslerine devam eden öğrencilerinden, Hacı Mustafa Yardımedici ve Sofu Ökkeş Maraşlıoğlu gibi iki önemli kişiyi yetiştirmiştir.8

Ali Sezai'nin, dini ve ilmi kitapları ihtiva eden zengin bir kütüphanesi vardı. Ancak Maraş’ın Kurtuluş Mahallesi İsmail Namlı Sokak No: 20 deki tekkesindeki kütüphanesi, Kurtuluş Savaşı’nda işgal kuvvetleri tarafından, yakılmak suretiyle imha edilmiştir.

Ali Sezai Efendi, başta fıkıh olmak üzere, birçok dini ilmi Kadirî şeyhi Kalalı İmamzade Hacı Osman Efendi'den almış ve onun birçok yönünden istifâde etmiştir. Silsile şöyledir;1896 yılında Kalalı İmamzade Hacı Osman Efendi’den Kadirî icâzeti almıştır. Ali Sezai Efendiden hacı Mustafa Yardımedici, ondan da Hacı Galip Kuşçuoğlu’na şeyhlik intikal etmiştir.13 Şu anda Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu Kültür ve Eğitim Vakfı (Kuşçuoğlu Vakfı) adı altında faaliyet göstermektedirler.

HALİFELİĞİ.:
Ali Sezai Efendi üç ayrı tarikattan beş icâzet almış (2 Nakşibendî, 1 Kadirî, 2 Rifaî) ve Şeyh olmuştur.17 Ali Sezai Efendi, üç farklı tarikattan toplam beş icâzet almıştır. Bunlar:
1-) 17 yaşına geldiğinde Rifaî Şeyhi Şakir Efendi’ye mürid oldu ve bir müddet sohbetlerine devam etti. 1891 yılında 24 yaşında iken, Rifaî Şeyhliği onanmıştır. Böylece ilk kez şeyhlik unvanına kavuşmuş oldu.
2-) 25 yaşında 1892 yılında, Nakşibendî şeyhi Darendeli Hacı Mehmet Efendi'den Nakşibendî Şeyhliği icâzeti aldı.
3-) 26 yaşında, Urfalı Şeyh Mustafa Efendi’den, ikinci kez Nakşibendî icâzeti aldı.
4-) 29 yaşında, 1896 yılında, Kalalı imamı İmamzade Hacı Osman Efendi’den Kadirî icâzeti aldı. Fıkıh derslerini, bu alanda üne kavuşmuş bulunan, Şeyh Kalalı Osman Efendiden aldı. Ali Sezai Efendi haftanın altı günü, Hacı Osman Efendi’nin tekkesine gelmek suretiyle derslerine devam etmiştir.
5-) Son olarak 31 yaşında, 1898 yılında, Halep Nakibi Mehmet Ebülhüda Efendi ‘den ikinci kez Rifaî Şeyhliği icâzetini almıştır. “Rifaî şeyhliğini daha ön planda tutmuştur.”
Giydiği Rifaî kıyafetini oğlu Halit Kurtaran şu şekilde târif etmektedir.:
Başında 12 divrimli, koyu yeşil sarıklı ve tepesinde yuvarlak bir düğme bulunan taç (12 divrim Kelime-i Tevhid’in 12 harfini, tepedeki düğme ise ALLAH’ın birliğini simgelemektedir.) Sırtında, kol ve gövdesi geniş biçimde yapılmış yakasız, açık mavi çuhadan hayderiyesinin boyundan göğüs kısmına iki taraflı 12 dikiş indirilmiş olup her iki yanındaki 12 sayısı yine “Lâ ilahe illALLAH Muhammedün Rasulullah” ibâresinin harf sayısını simgelemektedir. Haydariye altında 3 etek zubun ve ayağına rogandan yapılmış kaluçlu potin giyerdi.18

ESERLERİ.:
Tekkesi milli mücâdele yıllarında, içerisindeki kütüphanesi ile birlikte yanmıştır.36
1-) Nasihat Risalesi:
2-) I.Dua Risalesi:
3-) II. Dua Risalesi:
4-) Kurtuluşun Günlüğü ve 13 eseri bilinmektedir..

HALİFELERİ.: Ali Sezai Efendi’nin gözetiminde seyr ü sülûkuna devam edip icâzet alarak hilafet mertebesine kadar ulaşan müridlerinden Hacı Mustafa Yardımedici ve Sofu Ökkeş Maraşlıoğlu onun önde gelen halifelerindendir..

a-) MUSTAFA YARDIMEDİCİ.:
Son devrin Kadirî şeyhlerinden Mustafa Yardımedici, Rumi 1315(M.1898) tarihinde dünyaya gelir. Babası Mustafa Sünnüoğlu, o daha 6 yaşındayken vefât eder. Gerek anne tarafı Hurşitoğulları, gerekse baba tarafı olan Sünnüoğulları Maraş'ın maruf zengin âilelerindendir. İki kız kardeşi ve Yemen harbinde şehid olan Hüseyin isminde bir erkek kardeşi vardır. Sülâlesi servet sahibi olan Mustafa Yardımedici, bu servetten pek faydalanamaz. Çocukluğu fakirlikle geçer. Fatma Hatun, çocuğunun yetişmesi için elinden geleni yapar. Mustafa 8 yaşından itibâren ulemâ meclisine toplantılara gider. Küçük yaşta çıraklığa başlar. Bu esnada Sofu Ökkeş isminde bir derviş, onu Ali Sezai Efendi ile tanıştırır. Annesinin tasvibi ve şeyhin de kabulüyle, Ali Sezai Efendi’nin manevî terbiyesine girer. 22 Mustafa Yardımedici, oğluna, şeyhinden bahsederken şunları nakleder.:
“Ben üstadımın hizmetini görürken bütün işlerini yapardım, çayını, suyunu verir, elbiselerini temizlerdim. Elinde 99 luk tespihiyle, dört köşe bir mindere otururdu. Bayramlarda ve mübârek gecelerde ziyârete gelenlere elini öptürür ve minderin altından onlara para dağıtırdı. Bir gün kendi kendime.: “Yahu bu minderin altında nasıl bir hazine vardır ki hiçbir zaman bitmiyor!.” dedim. Şeyhimin abdest tazelemeye çıktığı bir zamanda, minderi kaldırıverdim. Minderin altı bomboştu. Şeyhim abdestini alıp geldikten sonra ibâdetini yaptı, minderin üzerine oturdu ve zikrini yapmaya başladı. Ben dikkat kesilmiş ve minderden hiç gözümü ayırmıyordum. Biraz zaman ilerledikten sonra, elini öpmek için fakir fukaralar geldiler. Ben gözümü ondan hiç ayırmıyor, ne yapacak diye merak ediyordum. Âdeti üzerine elini minderin altına soktu ve eline gelen beş kuruş, on kuruş, yirmi beş kuruş ne varsa dağıttı. Şeyhim böyle birisiydi. Bir defasında da ikindi namazını kılmak için dergâha geldiğimde, şeyhimi oturur halde buldum. Biraz yorgun gibiydi. Hatta sakalında, yüzünde tozlar vardı.: “Acaba nerede çalıştı da geldi ?”diye içimden geçirdim. Bir ara şeyhim dışarı çıkınca, efendimin dertop olmuş pardösüsünü alarak, dışarıya çırpmaya gittim. Pardösüyü açınca birde gördüm ki sırt taraflarında leblebi delikleri gibi delikler mevcuttu. O sıralar, kurtuluş mücâdelesi şiddetle devam ediyordu. Demek ki benim şeyhime, düşman kurşunları hiç işlememişti.”
(Mehmet Davarcıoğlu, Emir Abdulcelilzade Ali Sezai Efendinin Hayatı ve Hizmetleri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, (Yayımlanmamış Lisans Tezi), Ankara, 2002, s. 19. 23.)


Annesi tarafından dergâha teslim edilen Mustafa’ya, belli bir süre sonra Kadirî Tarikatından ders verilir. Kendisi böylece bu yolun müridi olmuş olur. Dergâhta yapılan toplantılar, sohbetler, onun için iyi bir fırsat oluşturur. Çıraklık yaptığı dükkândan, fırsat buldukça dergâha gelir, hem Hocasına hizmet etmekte hem de buranın manevî havasını teneffüs etmiştir. Bu hal, onun, Hocasına sadakatle bağlanmasını ve onun istek ve tavsiyelerine katıksız itaat etmesini sağlamış, manevî tekâmülünü hızlandırmıştır. Mustafa Yardımedici’nin, düzenli bir medrese hayatı olmamıştır. Kendisinin ilmi, büyük ölçüde şifahî kültüre dayanmakta olup, tanınmış birçok ilim erbabının sohbetlerine katılmıştır. Okuma yazmayı, mahalle mektebinden öğrenmiştir. Bu yıllarda, ayakkabı tamirciliği yaparak geçimini sağlamıştır. Askerlik dönüşü, dayısı kendisine bir dükkân açmış ve burada ayakkabı yapıp satmakta ve civar şehirlere de bunları götürüp, pazarlarda da satmıştır. Bir gün Adana’da bulunan Sami Efendi (Nakşî şeyhidir) Mustafa Yardımedici'yi evinde ağırlar ve ona Nakşî dersi verir. İsteyen olursa, onlara da Nakşî dersi verebileceğini söyler. O da Sami Efendi’ye Kadirî usulüne göre ihlâs dersi verir. Mustafa Yardımedici, 1953 yılında âilesiyle, Ankara'ya yerleşir. Ankara onun hayatında dönüm noktası olur. Daha önceleri (Maraş'ta) sessiz, münzevî bir hayat tercih eden Mustafa Yardımedici, burada sürekli halkın arasında bulunur.
Hocanın oğullarından Şerafettin, İbadullah Câmii imam hatibi olunca, bir gün onu ziyârete gelir ve buyurur ki.: "Oğlum, ben senin cemaatin arasında marangoz Galip Efendi adında birini arıyorum.” Galip (Kuşçu) Efendi, o yıllarda gençlik çağında olup, marangozluk yapmaktadır. Namaz vakitleri gelince, dükkânına yakın olan İbadullah Câmii’nde namazını kılmakta, sonra dükkânına gitmektedir. Galip Efendiyi namazı müteakip çağırırlar. Gelince, Mustafa Yardımedici Efendi’nin elini öper. Ona hitaben.: “Oğlum, Galip sen misin?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca.: "Ben seni yetiştirmek için Maraş'tan geldim." der ve beraberce çıkarlar. Bundan sonra Galip Efendi, Mustafa Yardımedici'nin evine sık sık gelmeye başlar. Hatta Mustafa Yardımedici, onun marangoz atölyesinin yanına, küçük bir ayakkabı dükkânı açar.
(Üsame Sert, Galibi Piri Hasan Galib Kuşçuoğlu Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Fikirleri, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, (Yayımlanmamış Lisans Tezi), 2001, s. 18.)

Ankara yılları, onun halkla iç içe olduğu bir devre olmuştur. Sık sık devlet ricâliyle görüşüyor, onlara tavsiye ve telkinlerde bulunuyordu. “Manevîyat Ehli insanlarla, diğer insanları birbirinden ayıran en belirgin özellik nedir, diye sorulacak olursa, öncelikle, birincilerin teoriden ziyâde pratiğe dönük olmaları, cevabı verilebilir. Sufîler, çenelerinden çok ellerini çalıştırırlar, onlar masa başında oturup, hayatın, toplumun gerçeklerinden bigâne, teori üretmekle vakit geçirmezler. Bizzat toplumun içine girerek, toplumu yönlendirmekle vakit geçirirler. Sufî, insanların gönlünde, zihninde inkılâp yapan kişidir.”
(Muzaffer Yaman, Son Devir Kadirî Şeyhlerinden Mustafa Yardımedici ve Tasavvuf Anlayışı, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, (Yayımlanmamış Lisans Tezi, Ankara), 1993, s. 28.)

O sürekli halkın içinde olduğu gibi, devrin siyasi ve bürokrat kişilikleriyle de birlikte olur, onlara dini ve Tasavvufî bilgiler verirdi. Zaman zaman, halkla devlet erkânı arasında aracılık yapar, ahalinin taleplerini gerekli mercilere taşır ve çözümü konusunda yardımcı olmalarını sağlardı.
(Davarcıoğlu, a.g.e., s. 21. 24)

Mustafa Yardımedici, dini ilimlerde meşhur zevatla da sık sık bir araya gelir ve uzun süren sohbetlerde bulunurlardı. En çok değer verdiği kişilerin başında da Hoca Sami Efendi gelirdi. Yine Onun görüştüğü kişiler arasında, Süleyman Efendi de olup, bir gün, Süleyman Efendi’nin Şehzade Paşa Câmii’ndeki ders halkasını ziyâret edince, Süleyman Efendi şöyle bir bakar ve talebelerine.: “Misafirimiz gelmiş bu günlük derse ara veriyoruz!.” Buyurarak beraberce eve giderler. Sohbet ederler. Yine Marmara Oteli’nde Said-i Nursî ile görüştüğü bilinmektedir. Kendisi, zamanın evliyâ ve ulemâsına yakınlık gösterip.: “Evliyâullahın hışmına uğramaktan herkes kaçınsın. Onların gönül cemilini mânen ve madden kimseler incitmesin. Sonra paramparça, perişan olurlar. ALLAHın huzuruna kara yüzle çıkarlar!.” 42 diye telkinde bulunurdu.
(Yaman, a.g.e. s. 22.)
Hocası Ali Sezai tarafından halifelik verilince, önceleri kendini pek göstermemiştir. Kendisindeki bu sıfatı saklamasının nedeni, tedbir için olsa gerektir. Çünkü o devirde, tasavvuf erbabına karşı menfi bir atmosfer hâkimdi. Dönemine bir ışık tutması adına, Gaziantepli Ali Rıza Erhan isimli, Tekke Câmii müezzini bir Kadirî dervişinin şu mısraları yeterlidir.:
“Birçok dervişi menfi ettiler, kimisini kestiler kimisini zindanlara bastılar, Medet ya Hazret-i Gavs-ı Geylanî gel seyreyle bize olan halleri. İçim kaynar, yaşlar geldi gözüme, bir ateş düşmüştür yanar özüme, Medet ya Hazret-i Gavs-ı Geylanî gel seyreyle bize olan halleri!.”43
(43 Cengiz Tosun, Ali Rıza Erhan’ın Hayatı, Edebi Şahsîyeti ve Dûvânı’nın İncelenmesi, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), 2006, s. 245; Şair ve hattat olan Ali Rıza Erhan 1900 yılında Gaziantep’te doğmuştur. Doğduğu mahalledeki Akyol ve Tekke câmilerinde, müezzinlik ve imamlık yapmıştır. 1970 yılında Tekke câmiinden emekli olmuştur. Ali Rıza Erhan (Ali Hoca) Divanı adıyla, bir kitabı da 1983 yılında yayınlanmıştır.)

Mustafa Yardımedici, sünnete azami derecede bağlı olup, namazlarını, sâir hal ve hareketlerini, sünnete uydurmaya çalışırdı. Tasavvufla şeriatı ayırmaz, bütün hayatında şeri ölçüleri göz önünde bulundururdu. Kılık kıyafetine azami derecede önem verirdi. Gayet temiz ve şık giyinmeye dikkat ederdi. Ağırbaşlı ve otoriter bir yapısı vardı. Kendisi mizah sever bir yapıya sahipti. Onun şu cümlesi bu konudaki bakışını göstermektedir.: “Bizim nizami hayatımızın ana kaynağı, ALLAH ve RESÛLÜnün bizim gibilere emir ve tavsiye olarak gönderdiği, İlahî Hikmetlerin içindedir. ALLAHIN RESÛLÜ’nün yaşayış şekli, bize yeter, bunun dışında model aramaya gerek yoktur.”
44 44 (Yaman, a.g.e., s. 27. 25.)

En çok meşgul olduğu şey zikrullahtı. Günün beş saatini istirahat için ayırır, kalan süreyi de çalışmak veya ibâdetle geçirirdi. Çektiği bütün zikri, evradı 1001 ile tamamlardı. Bunu kendisine mânâ âleminde verdiklerini söylerdi. Bir defasında.: “Evladım beni şeyhimin vefâtından sonra yetiştirdiler, benimle çok ilgilendiler!.” diyerek üzerindeki mesûliyeti ifâde etmiştir. Kabir ziyâretlerine önem verdiği vaki idi. Ankara’da sık sık Hacı Bayram Veli’yi ziyâret eder, onunla mânen irtibatlı olduğunu ifâde ederdi. Bir keresinde Hacı Bayram Veli’ye kırılır ve onu ziyâret etmez. Oğlu Hacı Bayram Câmii’nde imam hatiptir. Öyle iken, bir türlü o câmiye gelmez. Ziyâret etmezdi. Bu kırgınlığın son bulduğunu beyan için yakınlarına.: “Neyse, yine gönlümü aldı.” buyurmuştur.
Bir gün mangalın bütün harlığıyla yandığı bir kış gecesi, çocukları etrafına toplar ve şu konuşmayı yapar.: “Evlatlarım, ben size bir hakikat anlatmak istiyorum. Görüyorsunuz ki halk arasında bir derviş düşmanlığı vardır. ALLAH’ı zikreden dervişlere ve ya onları idare eden şeyhlere cephe alma durumu vardır. Bu düşmanlık mesnedsiz ve yanlıştır. Doğru değildir. Tarikata bir nevi hayali bir müessese olarak bakılıyor. Dervişler tenkit ediliyor. Bakın evladım!.” Deyip bundan sonra, çocukların meraklı bakışları arasında, elini mangala uzatır, oradan bir ateş parçası alır, elinin ortasına koyar ve.: “Bakın çocuklar siz bu ateşten korkuyorsunuz, ateşin özelliği yakmaktır; ama ALLAH dilerse, ALLAH'tan izin alınırsa, ateş yakmayabilir, ona hâkim olabilirsiniz. Bir su gibi elinize ayağınıza serinlik verir. ALLAH TeÂLÂ bizim çektiğimiz bu esmâya mükâfat olarak bize bu burhanı vermiştir.” der ve ateşi yerine koyar.
4545 (Yaman, a.g.e., s. 25. 46 Sert, e.g.e., s. 32. 26)

Mustafa Yardımedici 1968 yılında, âilesiyle beraber hacca gider. Bu sırada üşütür. Yurda dönünce de rahatsızlanır. Gülhane Askeri Hastanesi’ne kaldırılır, kanser teşhisi konur ve ameliyatına karar verilir. Ancak yakınlarına.:” Evladım beni yaramayacaklar, ben ya bu gece ya da sabah RABBimin Huzuru’na, O’nun yarattığı şekilde varacağım!” der ve sabaha karşı vefât eder.
Mustafa Yardımedici, vefât etmeden önce oğullarını ve müridlerini başında toplamış, kendisinden sonra yerine geçecek halifenin, Galip Kuşçu olduğunu, mührün ona verilmesini istemiştir.46

Ankara dışında olan Galip Kuşçu’ya, bilâhare emânet tevdi edilir. Ankara'da faaliyetine devam etmektedir. Hüseyin Kara ismindeki müridine de halifelik verilmiş olup, ancak onun Ankara'da dergâh açmasına müsaade edilmemiştir. Ancak isterse, Ankara dışında dergâh açabileceği söylenmiştir..

b-) SOFU ÖKKEŞ MARAŞLIOĞLU.:
Sofu Ökkeş Efendi, alay ve tabur imamıydı. Kendisi emekli olmuştu, muska falan yazmaya başlamıştı. Ali Sezai Efendi'nin de asabı bozulmuş, tembih etmiş, yine yapınca.: “Bırakın Mustafa'mın eli altında toplanın!.” demiş. Hem görevde iken, hem de emekli olduktan sonra vefâtına kadar, dergâhın derslerini, Kanlıdere civarındaki evinde devam ettirmiştir. Sofu Ökkeş Efendi 16.02.1971 tarihinde rahmetli olunca, oğlu Abdullah Efendi dersleri devam ettirmiştir. Abdullah Efendi’nin de 01.02.1978 tarihinde ölümü ile yalnız kalan ve sayıları da azalan dergâhın dervişleri, diğer dergâhlara intisâb etmişlerdir.
47 47 a.g.e., s. 29. 48 a.g.e., s. 22. 27

c-) HASAN GALİP KUŞÇUOĞLU.:
1919 yılında, Çorum'da dünyaya geldi. Nesebi, Fatih devrinin astronomi âlimi Ali Kusçu'ya dayanır. Tasavvufî bir ortamda yetişti. Anne ve babası derviş olup, amcası Hacı Bekir Kuşçuoğlu, Nakşî ve Mevlevi Şeyhi idi. 19 yasında iken 7 tarikattan icâzetli Çorumlu Hacı Mustafa Anaç Efendi’nin, tek çocuğu Fatma Hanım’la evlendi. 7 kız ve 1 erkek çocuktan oluşan âilesinin geçimini, mobilya ustası ve tüccar olarak temin etti. 1950 yılında Ali Sezai Kurtaran’ın halifesi, Kadirî ve Rifaî şeyhi Maraşlı Hacı Mustafa Yardımedici’ye intisâb etti.48
Kendisine 1956 yılı beraat gecesinde irşad vazifesi (hilafet) verildi. Bir kaç ay sonra bu görev şeyhi tarafından kendisine tebliğ edildi. Bu tarihten itibâren vaaz, sohbet ve zikirleriyle insanların irşadı için çaba harcadı. Tasavvufî ve Dinî görüşlerini, yazmış olduğu eserlerde ve yapmış olduğu sohbetlerde dile getirmeye çalıştı. Ana gâyesi; insanların tasavvufu, hurafeye bid'ata kaçmadan, bilimsel, teknolojik ve sosyal gerçeklerle tenakuza düşmeden, kardeşlik içerisinde yaşamalarıdır.49


ALİ SEZAİ KURTARAN’ın TASAVVUFİ GÖRÜŞLERİ.:
“İslam, ALLAH’ın iradesine teslimiyettir. ALLAH yarattığı her şeyden kulunun istifâde etmesini ister. ALLAH kullarına kendisine karşı ibâdet etmek, oruç tutmak, hayır işlemek gibi vazifeler vermek suretiyle, ruh ile beden arasında ahenkli bir denge kurar. İslam bu suretle seçkin bir zümrenin değil, aynı zamanda bütün insanlığın dini olmuştur. İslam, cismanî olduğu kadar, ruhanî bir dindir. İslam, insan hayatının bütününü kapsayan bir sistemdir.4

ALİ SEZAİ KURTARAN’ın BAZı GÖRÜŞLERi.:

AŞKk.:
Aşk, aşırı derecedeki sevgi, muhabbet, yakınlık anlamlarına gelir. Sevene âşık, muhib; sevgiliye habib ve mahbûb denir. 74
Kur’ÂN ve hadiste de bu iki kavramın kullanıldığını görmekteyiz.7575 Maide, 5/54; Âl-i İmrân, 3/31.

Tasavvufta aşka, ALLAH’a vuslat yolunda, salikin elde etmesi gereken en önemli makam gözüyle bakılır.76
Sufîler, aşkı, ALLAH’ın yaratma dürtüsü olarak gösterirler. Onlara göre aşk, tanımlanamaz. Ancak aşkın etkilerini anlatmak mümkündür. Kâinatın sırrı aşktır. ALLAH Sevgisini uyandıran şey, her şeyden önce ALLAH’ın insanlara karşı duyduğu sevgidir. Eğer ALLAH, insanları zâten sevmemiş olsaydı, onların O’nu sevmeleri mümkün olmazdı. ALLAH insanları onlara olan sevgisinden yaratmıştır.77 76 (Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2006, s. 137.)
ALLAH’ı bilen O’nu sever. O’nun hakkındaki bilgisi arttıkça, sevgisi de artar. Sevginin kuvvetli olanına da aşk denir. Aşkın anlamı aşırı derecede sevgi demektir.
(Sezai Kurtaran, Nasihat Risalesi, s. 18; “O onları sever, onlar da O’nu severler”. Maide, 5/54. 63)

Bu sebeple Hz. Peygamber’e müşrikler, Hira Mağarası’na sık sık gitmesi ve ibâdet etmesi sebebiyle.: “Muhammed (kendi) RABBine âşık oldu.” ifâdesini kullanmışlardı. 7878 (Sezai Kurtaran, a.g.e., s. 18.)
ALLAH TeÂLÂ’yı seven tevhid emrine uyar, O’nun emir ve yasaklarına sıkıca bağlanır ve hükmüne teslim olur. ALLAH’ın kullarıyla kurduğu bağ, kulların ALLAH’a besledikleri muhabbetle farklı şekillerde oluşmaktadır.79 79 (a.g.e., s. 22.)
ALLAH Aşkı (sevgisi), bütün hal ve makamlara sirayet eder. ALLAH Aşkı, en son makam ve en üstün derecedir. Hak kendisini aşkla nitelemiş ve “Vedûd” diye isimlendirmiştir.80 80 (Uludağ, a.g.e., s. 60.)
Bu Muhabbet Makamına erişildikten sonra diğer makamlara ulaşmamak diye bir şey olmaz. Çünkü şevk, ünsiyet, rıza ve bu gibi makamlar muhabbetin meyvelerindendir. Muhabbetten önce gelen her makam (tövbe, sabır ve zühd) ise, muhabbetin ancak başlangıçlarından biridir.81 81 (Sezai Kurtaran, a.g.e., s. 17.)
Muhabbete (aşka) ulaşan kişide hayret, dehşet ve şahsî nitelikleri kaybetme vardır.8282 (a.g.e., s.21; Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l Evliyâ, Erkam Yayınları, İstanbul, 2007, s. 248-257.)
“Kulun kalbine doğan saygı hissi ALLAH Sevgisinin alâmetidir. ALLAH Aşkının alâmetlerinden biri de sevgiliyi çok zikretmektir. İki insan arasında yaşanan Mecazî Aşkta bile sevgiliyi düşünme, anma, görme istekleri oldukça yoğun yaşanır. Zikrullah, ALLAH TeÂLÂ’nın kulunu sevdiğinin bir delilidir. O, ALLAH’ın kuluna yaptığı en büyük lütuflardan biridir.”8383 (Sezai Kurtaran, Tasavvuf Risalesi, s. 73.)

“Kulun ALLAH celle celâlihu’ı sevdiğinin alâmetleri ve halleri kişiden kişiye değişebilir ve farklı anlamlarla, tezahürlerle ortaya çıkabilir. ALLAH’ın kuluna olan muhabbeti ise kuluna hayır dilemesi ve rahmet etmesiyle gerçekleşir. ALLAH sevdiği kuluna her türlü ni’meti ihsan eder, dünya ve âhiret sevâbı verir, Cehennemden onu emin kılar, günahtan korur, yüce haller ve yüksek makamlar ihsan eder.”8484 (Sezai Kurtaran, Nasihat Risalesi, s. 19.)
“Aşk ilâhîdir. Mecazîsi varsa da bu Mecazî Aşk vuslatla bittiği için hiç bir önem ve kıymeti yoktur. Aşk-ı İlâhi ise vuslatla arttığı için dünyadaki en kıymetli şeydir. Aşk-ı İlâhîyi elde etme yolunu ifâde eden pek çok sözü mevcuttur. Bunlardan ikisi şöyledir.: “Ya RABBi!. Ezel-i Bezminde bir damla ilim vermiştin. O damlayı ulaşmak için yanıp tutuştuğu ummana sen eriştir. ALLAH'tan AŞKInı isteyin. Kuru odun gibi olmayın. ALLAH'a aşk, ALLAH'a kulluk yapmadan elde edilmez ALLAH'a kulluk yapmadan.: “Ben ALLAH'a âşığım!.” diyorsa bir kişi; onun âşık olduğu, ALLAH değildir.”85 85 (Sezai Kurtaran, Tasavvuf Risalesi, s. 77. 64)
Bu dünyaya gelmeden önce insan; ALLAH'a büyük bir bağlılıkla ALLAH'ın.: “Elestü biRABBiküm?” hitabına “belâ!” demiş, ilk muhabbet hâsıl olmuştur ve O'nu sevmiştir. Aşk-ı İlâhiyi elde etmek, ALLAH'a ibâdetle vuku bulur. Bunun dışındaki âşıklık iddiaları kuru bir sözden başka bir şey değildir. İlâhi bir aşk vardır. Aşk ilâhîdir, ALLAH'a olan hayranlıktır aşk, O'nu idrak etmektir aşk, O'ndan korkmak, emri üzere yaşamaktır aşk, o anıldığı zaman, iç âleminden yaşlar fışkırmaktır aşk. İç âleminden dışarıya bazen vurur bazen vurmaz, çok zaman vurmaz. O gözyaşları pek sızmaz, pek enderdir, ALLAH orada da korur, riya olur diye göstermez gözyaşlarını, içine akıtır. İşte sonsuz rahmet-i ilâhi. Aşk, aşk-ı ilâhi, başka aşk yok.86

**

KADIN.:
İslam’dan önce kadın, hak ve özgürlükler konusunda kısıtlamalar yaşamıştır. İslam ile birlikte, pek çok hakka sahip olmuştur. Kur’ÂN, birçok yerde, mümin ve Müslüman erkeklerden, onlar ile aynı dini mükellefiyetleri paylaşan Mü’mine ve Müslimelerden de bahseder.103
“Tarih boyunca kadın bir hizmetçi, bir köle olarak görülmüş, bir eşya gibi alınıp satılmış, mülkiyet, miras gibi temel hak ve hürriyetlerden mahrum bırakılmış, insanca yaşamasına ve gelişmesine önem verilmemiştir. Oysa kadın bir taraftan annelik vasfıyla insan varlığına sebep olan, eş sıfatıyla dünya hayatının iniş ve çıkışlarında erkeğe yol arkadaşlığı yapandır. Kadınlar İslam dini ile tarih boyunca kavuşamadıkları hak ve özgürlüklere kavuşmuşlardır. İslam kadın hakları konusunda pek çok yenilik getirmiş, kadına hak ettiği değeri vermiştir. Sadece birkaç tanesini sayacak olursak; Yüce ALLAH Bakara 187. Âyett.: “Onlar sizin elbisenizdir, siz de onların elbisesisiniz.” buyurarak bu konuyu oldukça açık kılmıştır. Zira ALLAH katında kadın ile erkek eşittir, kadın ve erkek bir bütünün iki parçası gibidir. Erkeklerin kadınlara sevgi ve şefkat göstermeleri emredilmiş, kadınların da erkekler gibi ilim öğrenmeleri farz olarak görülmüştür.”104
İslam tasavvufunun başlangıcına gidecek olursak, Rabiatü’l-Adeviyye ilk karşımıza çıkacak olan sufîdir. ALLAH korkusunun ve zühdün yoğun bir şekilde yaşandığı dönemde, ALLAH aşkını ve ümidi ilk dillendiren sufî, Rabia’dır.105
Örtünme ile ilgili âyetler,106 toplumda kadının korunması, incitilmemesi ve neslin devamının sağlanabilmesi için bir gerekliliktir. İnsanların huzurlu bir şekilde yaşayabilmeleri ve âile kavramının devam edebilmesi için kadın ve erkeğin örtünme ile ilgili hükümlere riayet etmesi gerekir. Bu ayetler insanların maddi ve manevî menfaatlerini sağlamayı amaçlar. Kadınların haklarını kısıtlamayın.107 “Kadın hürmete ve sevgiye lâyık kılınmıştır. Erkek gibi bazı hallere mukavim ve tahammülü olamaz. ALLAH emrinin hilafına hareket etmedikçe, kadınlarla alakalı olarak müstakil bir bölüm açmıştır. Rahmet-i İlahî kadınlar için daha hoşgörülü, ferahlatılmış ihsan edilmiş olup, erkeklerin hayatlarında maddi ve manevî ilahî imtihanları kadınlara tanınan müsamahalı teklifata eş değer olmayıp, kadın maddi ve manevî yapısı ile erkeğe eşdeğer yaratılmamıştır. Kadınlara bahşedilen rahmeti ilahî, erkeğe nazaran daha iltimaslı kılınmıştır. Fakat her şey maksada ve hikmete mebnî yaratıldığı değeri taşır. Noksanlık gibi görmemek gerekli olup, yaratılan her şey yaratıldığı değeri ile değerlidir. Birini diğerine karıştırma zulüm olur. Bu hikmeti bilmek kadına karşı vazifemizi idrak, Hazret-i ALLAH'a karşı edebdir. Tertibi Tanzim-i İlâhiyi, kulluk vecibesini yerine getirmek kastı ile bilmek edebdir.”108
“Kadının en yüksek makamı hatunluktur. Kadından şeyh olmaz. Kadından şeyh olamayacağı meselesi, kadının değerinin tartışılmasıyla ilgili değildir. Kadın muhteremdir, hatundur. Kadının öyle durumları vardır ki ona da, erkek varamaz.
Kadını Makam-ı Velâyette imiş gibi muameleye tabi kılmak kadına ezâdır. Kadın cemaate namaz kıldırmak için imam olamaz. Az çok inanan insan kerahetli icraata iltifat etmez. Peygamberimiz Efendimizi hanımlarından, Efendimizin manevî vazifesine ve yaşantısına herkesten daha çok vâkıf, ilmi, irfanı müsaid, Hazret-i Aişe (radiyallahu anha) Vâlidemiz, çok müşkül durumda kaldığı halde, imamet iddiasında bulunamadı. Zîra manevî vazifeler; Ricâl-i Gayb ve Kırklar Meclisi ricâlden müteşekkil olup, kadın bu mecliste vazifeli olmamıştır.” demiştir..
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: DERMÂN BABAm kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen gullale »

Resim

HACI GALİP HASAN KUŞCUOĞLU
(Hüseyingâzi - Mamak - Ankara)

1919 (H. 1335) tarihinde Çorum Üçhudutlar Mahallesi Osmancık Cad. Nu. 70’te dünyaya geldi. Nüfusa 27 Mart 1921tarihi ile kayıtlıdır. Babası H. Hasan ve Annesi Fatma KUŞÇUOĞLU’dur. 2’si erkek 2’si kız olmak üzere 4 kardeşin (Rufe, Ali KUŞÇUOĞLU ve Huriye, Galip Hasan) en küçüğüdür. İlkokulu Çorum Taş Mektepte başladı. Babasının işi gereği 1930 yılında Samsun Bozkurt İlkokuluna naklen geçti. 1932 yılında tekrar Çorum’a döndü. Çorum’da Paşa Hamamını işleten babasına yardım etmek amacıyla 1935 senesinde Ortaokul 2. sınıftan ayrıldı. Önce Ali Kamit’in yanında 3 ay, daha sonra da Kadifezâdelerden Hacı Mehmet, Hacı Ömer ve Hacı Yusuf kardeşlerin yanında 3 sene kadar çalışarak marangozluk mesleğini öğrenip kendi atölyesini açtı. Sportmen bir yapıya sahip olup Çorum Şehir futbol takımı formasıyla sağ açık oynadı. Voleybolda da smaççı idi. 1939 yılında 19 yaşında iken, Rufai Şeyhi 7 tarikattan icazetli Çorumlu Hacı Mustafa ANAÇ Efendi’nin kızı Fatma Hanımla evlendi. Bu evlilikten 7 kız ve bir erkek çocuğu dünyaya geldi. 1941 – 1945 yıllarında 44 ay süreyle Gümüşhane Torul’da askerlik hizmetini yaptı. Askerlikten terhis olduktan 15 gün sonra annesi Fatma Hanım vefat etti. Çankırı’da DDY İstasyon binası ve Lojmanları inşaatında çalıştı. Tahminen 1949 yılında Çankırı’dan Ankara’ya geldi. Önce Cebeci Ortaokulunun arkasındaki sokakta ikamet etti. Daha sonra Anafartalar Caddesindeki(eski) adliye binasının karşısına taşındı. İş yerini Hacıdoğan Pala Sokak No: 29 adresinde açtı. 1952 yılında Ankara Marangozlar Esnafı Odasının kurucuları arasında yer aldı. Babası H. Hasan KUŞÇUOĞLU 1953 yılında vefât etti.1961 – 1962 yıllarında Siteler Semtine taşındı. 1969 senesinde Hüseyingazi Başak Mahallesinde satın alınan arsa üzerineilk Dergâhını (Tevhid Camii)1979 yılında inşa etti. Başak Mahallesinde Dergâhla aynı zamanda Dervişleriyle birlikte inşa edilen evlerde oturdular..

1992 yılında Antalya’ya gitti. Antalya’da zaman içerisinde Mazı Dağı ve Ahadlı Dergâhlarını inşa etti.
2010 yılında da Manevi emir üzerine İstanbul Beylikdüzü Gürpınar’a yerleşti. İstanbul’da Gürpınar ve Fındıklı Dergâhlarını inşa etti. Kayınpederi Hacı Mustafa ANAÇ efendinin evi ile birlikte alınan civar evlerin bulunduğu Kunduzhan 1. Caddeye Çorum Dergâhını inşa etti. İnşa edilen dergâhların tasarımı Galip Efendi tarafından bizzat yapılmıştır. İnşaat işlerini yerinde nezaret etti. Mevsim koşullarına ve ihtiyaca binaen bazen, Ankara’da, bazen Antalya’da ve bazen de İstanbul Gürpınar’da ikamet etti. Eşi Fatma Hanım 9 Eylül 2004 tarihinde vefat etti.
1992 yılında Antalya’ya gitti. Antalya’da zaman içerisinde Mazı Dağı ve Ahadlı Dergâhlarını inşa etti.
2010 yılında da Manevi emir üzerine İstanbul Beylikdüzü Gürpınar’a yerleşti. İstanbul’da Gürpınar ve Fındıklı Dergâhlarını inşa etti. Kayınpederi Hacı Mustafa ANAÇ efendinin evi ile birlikte alınan civar evlerin bulunduğu Kunduzhan 1. Caddeye Çorum Dergâhını inşa etti.İnşa edilen dergâhların tasarımı Galip Efendi tarafından bizzat yapılmıştır. İnşaat işlerini yerinde nezaret etti. Mevsim koşullarına ve ihtiyaca binaen bazen, Ankara’da, bazen Antalya’da ve bazen de İstanbul Gürpınar’da ikamet etti. Eşi Fatma Hanım 9 Eylül 2004 tarihinde vefat etti.
Makamın talimatı üzerine 15.03.2011 tarihinde Ali Yetkin ŞEKERCİ Efendiye, 19.01.2012 tarihinde de Atıf UZUNÖMEROĞLU Efendiye Halifelik vazifelerini tebliğ etti.
14 Aralık 2013 tarihinde Ahirete irtihal etti. Bakanlar Kurulundan alınan izinle 15 Aralık 2013 tarihinde manevi talimat ve vasiyeti üzerine İstanbul Beylikdüzü Gürpınar Dergâhına defnedildi..

Bildiği hakikatleri etrafına tatlılıkla, sevdirerek anlatması; tasavvufu siyasetten uzak tutma hususunda son derece hassas olmakla birlikte, demokrasi, cumhuriyet ve insan haklarının yanında olduğunu her fırsatta vurgulaması yine Galip Efendi’nin önemli hususiyetlerindendir. Tasavvufi ve dini görüşlerini.:
1. Muhtaç Olduğumuz Kardeşlik,
2. Tasavvuf ve Zikrullah,
3. (Merhamet-i İlahiden Hikmet-i İlahi Olan Asra Uyumlu) Rahmet Damlaları,
4. Metafizik 1,
5. Metafizik 2,
6. Kur’an’da Tesettür Hicap ve Edep,
7. Hikmetli Sözler, (Ehli Halden Derlenen Hikmetli Kelam ve Yaşantılar)
8. Mini Hac Rehberi,
9. Mü’minlere Nizamı İlahiden Bir Katre! İnkârcılara Allah Kelamı İle Uyarı!
10. Galibi Vazifelilerin Tarik-i Müstakim Mekarimi Ahlâk El Kitabı ve İslami Tasavvuf Prensipleri
isimli eserlerinde dile getirmiştir. Bu kitaplarından herhangi bir telif ücreti almamıştır.
Ayrıca çok sayıda gazete, dergi ve TV programlarında röportajları yayınlanmıştır. Sohbetleri ve zikirleri kurucusu bulunduğu Galip Hasan Kuşçuoğlu Kültür – Eğitim ve Yardım Vakıflarına ait internet siteleri ile Youtube’de yayımlanmaktadır. Sohbetleri ve zikir kaset ve CD’leri ücretsiz olarak dağıtılmıştır.
Dünyanın önde gelen dini liderleri ve Devlet başkanlarına İslam’ı anlatan mektuplar göndermiştir. Mektuplarına cevaben söz konusu devlet ve din adamlarından teşekkür mektupları almıştır. Bu mektuplar, Ankara, Antalya, Konya, Gaziantep, Şanlıurfa ve diğer şehirlerde açılan galibi dergâhlarında sergilenmektedir.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde sayıları milyonu aşan ihvanı bulunan ve dergâhının zikir halakaları kurulan Hz. PirH. Galip Hasan KUŞÇUOĞLU (K.S) Peygamber Efendimiz’in (S.A.V) gerçek varisidir.
Galip Efendi, geçimini hayatı boyunca marangozluk ve ticaretten alın teri ile temin ederek minnetsiz yaşamıştır.
Şeyhlik vazifesi verildiği tarihten hayata gözlerini yumduğu tarihe kadar Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde bulunan Tevhid cami ve dergâhlarında sohbetler yapmıştır. Adına kurulan vakıflar aracılığı ile tespit edilen gerçek fakirlere günlük gıda maddesi, ekmek, kömür gibi maddi ihtiyaçlarının görülebilmesi için yardımda bulunulmasını sağlamıştır. Kendisinin ve Dervişlerinin Allah rızası için yaptıkları yardımları kimselere reklam etmeden ve kimseyi rencide etmeden sağlamıştır. Karşılıksız öğrenci bursları verilmektedir. Vakıf kesinlikle ticaretle iştigal etmeyen gerçek bir yardım kuruluşudur. İmece usulü iş görülür. Dergâhını siyaset ve maddi çıkar ilişkilerinden uzak tutma konusuna oldukça özen göstermiştir.
Onun en önemli gayelerinden birisi de, insanların, İslam’ı, tasavvufu ve hayatı hakiki manasıyla anlayarak, hurafeye, bid’ate kaçmadan, bilim, teknoloji ve sosyal gerçeklerle tenakuza düşmeden, kardeşlik içerisinde yaşamalarıdır. Bütün insanlığı manevi vazifesinden istifade etmeye çağırmaktadır.
Allah rahmetini ve tasarrufatını üzerimizden almasın..
Resim
Cevapla

“Münir Derman (k.s) Kimdir?” sayfasına dön