PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan
ANILAR, KERÂMETLER, HAYATI'ndan KESİTLER.:

HÜSEYİN KANYILMAZ



İÇİNDEKİLER.:

NEDEN YAZDIM.:

I. BÖLÜM.:

BAKRAÇLI AMA HAFIZ'dan MÜNİR DERMAN HAZRETLERİ'ne
YURDANUR HANIM.
İLK TANIŞMA.
TESÂDÜF YOKTUR.
BİR AİLE GİBİ OLMUŞTUK.
ABDESTSİZ ZİYARETÇİ.
ABDESTSİZ HAZIRLANAN YEMEĞİ YEMEZDİ.
ABDESTİN LEDÜNNî MANASI.
YALAN VE KIZILDERİLİLER.
TAYY-ı MEKÂN NEDİR.
TAYY-ı MEKÂN HALİNE ŞÂHİD OLDUM.
MESUDE HANIM ÖRNEĞİ.
İNANILMAZ TAYY-ı MEKÂN OLAYLARI: ŞAZİYE ANNE.
MERKEZ EFENDİ'NİN MANEVİ TELEFONU.
ATATÜRK'ün SINAV SORUSU.
HAZRETİ ÖMER'İN NİL NEHRİNE MEKTUBU.
NECİP FAZIL'ın GIYABINDA BİR DAMLA GÖZYAŞI.
MİLLİ EĞİTİM BAKANI HASAN ALİ YÜCEL İLE.
HAVA KİRLİLİĞİ VE SAD SÛRESİ 36. ÂYET.
RUS SAVAŞ GEMİSİNDEN TRABZON'a BOMBARDIMAN.
HAÇKALI HOCA'dan TAYY-ı MEKAN.
EPİLEPSİYE UZAKTAN TEŞHİS VE TEDAVİ.
İSTESEK ONU YAKARIZ.
ESKİŞEHİR'de Büyücü TATAR HOCA.
KÂiNÂTIN SIRRI ONDA.
MANSUR EFENDİ'den MEKTUP.: "ONU GÖREN ONA YAKLAŞAMAZ."
MEVLÂNÂ TÜRBESİ'NDE.
TARİKAT FAALİYETİ İCRA ETMEZDİ.
KUR'ÂN-ı KERİM VE ONBİR CİLTLİK LEDÜNNî TEFSİRİ.
CELÂLLENİNCE SESİNİ FISILTIYA ÇEVİRİRDİ.
NEDEN "SIRLAR" DEMİŞ.?
HERŞEY ALLAH'da HAZIR ve NAZIRDIR.
BUDA, PİSAGOR ve VAHİY.
KURŞUNDAN KORUYAN MUSKA.
BÖCEKLERE EMİR.
BÜYÜ ÇÖZME.
HAYVANLARLA KONUŞURDU. (HAZRETİ SÜLEYMAN HİKMETİ).
FARE HELÂL MALA DOKUNMAZ. (TECRÜBE EDİLMİŞTİR.)
MEVLİD-i ŞERİF NASIL YAZILDI?.
MÜNİR DERMAN HAZRETLERİ'nin BİLDİĞİ YABANCI DİLLER.
DERMAN HOCA'nın YEDİKLERİ, YEMEDİKLERİ.
MOLLA FENARİ HAZRETLERİ'nin RÜYÂSI.
ÇAR NİKOLA ve ŞEYH ŞAMİL.
TEŞEKKÜRÜN GERÇEK MÂNÂSI.
AKVARYUMDA BALIK, SAKSIDA ÇİÇEK.
OLTA İLE BALIK TUTMAK DOĞRU DEĞİLDİR. (HİLENİN, ALDATMANIN HER ÇEŞİDİNE KARŞIYDI)
ÜRPERTEN BİR ANI: SON NEFESTE İMAN.
SAĞ ELİNİN AVUÇİÇİ PROJEKTÖR ve AYNA GİBİYDİ.
İHLÂS... İLLE İHLÂS.
YENİ DOĞAN BEBEĞİN SONU ATILMASIN.
PROF. DR. DERMAN HZ'nin SAĞLIK İÇiN TAVSİYELERİ.
EşRARENGİZ Bill HASTALIĞIN ESRARENGİZ TEDAVİSİ.
TELEFONLA TEDAVİ.
NAR KABUĞU.
İNCİ MERCAN.
HASTALARA OKUMANIN ETKİSİ.
SES KASEDİNDEN SESLENİŞ.
SİVRİHİSAR'da KIBLE DÜZELTME.
İZNi OLMADAN ÇEKİLEN FİLM ve FOTOĞRAFLAR ÇIKMAZ, YANARDI.

II. BÖLÜM.:

HAYATINDAN KESİTLER.
ÖZ GEÇMİŞİ.
HALVET.
OKUDUĞU OKULLAR.
ESRARENGİZ ZİYARETÇİLER.
FRANSA DöNüşü.
ARABİSTAN DöNüşü.
ŞARK HİZMETİ.
BOZÜYÜK'te HÜKÜMET TABİPLİĞİ.
ESKİŞEHİR'de 22 YIL.
KORE SAVAŞINDA.
ALMANYA'da 15 YIL.
HANECİOĞLU OTELİ'nde.
KEÇİÖREN SANATORYUM'unda.
ODASI EĞİTİM SINIFI GİBİYDİ.
1989 SONBAHAR.: "BIRAKIN ARTIK GİDEYİM!."
VEFÂTI..
KABRİ.
GAVS MAKAMI.
KIRKLAR MECLİSİ.
ŞECERESİ ve ÂİLESİ..
KİTAPLARINI NASIL YAZARDI?
MEKTUPLARI.
TASAVVUF HAKKINDA.
TARİKATLAR HAKKINDA.
YAKIN DOSTLARI.
KADINLAR HAKKINDA.
NASİHATLARI ve TAVSİYELERİ.
SAHTE HALİFELER..

SONUÇ.:
FOTOĞRAFLAR.
ÂHiR KELÂM FASLI..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

NEDEN YAZDIM.:
Münir Derman Hz. ile 1978 yılında tanıştık. Vefât ettiği 1989 yılına kadar on bir yıl çok sık görüştük ve sohbetlerinde bulunduk. Sohbetleri öyle bir mutluluk ve haz veriyordu ki söylediklerini yazmak aklımızdan geçmezdi.
Vefâtından iki yıl sonra eşim rüyâsında görmüş.: "Hüşeyin beyaz bir defter alsın ve benden öğrendiklerini yazsın.” demiş. Güzel, ciltli bir defter aldım. Üzerine etiketini de yapıştırdım. Ama bir türlü başlayamadım.
Dost toplantılarında illa Derman Hoca'dan bir anı anlatmamı istiyorlardı. Aklıma gelen bir anıyı anlatıyordum. Çok etkileniyorlardı. "Bunları neden yazmıyorsun? Yaz da hepsini okuyalım” diyorlardı.
Üniversiteli öğrenciler, tez hazırlayanlar, kitap yazmak isteyenler geliyor, bilgi istiyorlardı. Elimde yazılı bir şey olmayınca nasıl yardımcı olabilirdim?
Sonunda, vefâtından 25 yıl sonra, 2O14 yılında hatırlayabildiğim kadar anıyı kaleme almaya karar verdim. Böylece hem eşime rüyâsında söylenen sözü yerine getirmiş olacak, hem de Derman Hoca hakkında bilgi isteyenlere bu notları çoğaltıp çoğaltıp verecektim.
Dostumuz merhum Ahmet Kılıçarslan "Evliyaullah'tan Dr. Münir Derman'ın Hayatı ve Mektupları” adlı, çok kıymetli bir kitap yazmıştı. Bizim böyle bir iddiamız yok. Biz sadece bize ait olan kişisel anılarımızdan bir kısmını kaleme aldık. Derman Hoca'mızın anısına ve onu sevenlere bir hizmetimiz dokunursa kendimizi mutlu sayacağız..

Hüseyin Kanyılmaz..
Ankara 2O14..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim
kaddesallahu sırrahu..

I. BÖLÜM..

BAKRAÇ'Lı Â’MÂ HAFIZ'dan =>MÜNİR DERMAN HAZRETLERİ'ne...

Yıl 1975. TRT Ankara TV'de “Saz ile Söz ile” adıyla 6 bölümlük bir program hazırlıyordum. İLk Bölüm Maraş İli Halk Ozanlarız Program araştırmasına Elbistan'dan başladım. Yörenin tanınmış halk ozanlarını soruyordum. "Bakraç Köyünde bir Â'mâ Hafız var: İrticâlen şiir söyler!." dediler.
Bakraç Köyü yakınmış. Afşin'e 10 km. mesafede. Hafızın evini buldum. 70 yaşın üzerindeydi. Gözleri görmüyordu. Gerçekten kafiyeli, dörtlükler halinde, şiirle konuşuyordu. Bana şiirle “hoş geldin” dedi. Dörtlükler ağzından su gibi akıyordu. Konuşmaya, niyetimi söylemeye fırsat bulamıyordum. Birden fark ettim ki söylediği şiirler konu ile ilgiliydi. Ben sormadan soracağım sorulara cevap veriyordu. Çok şaşırmıştım. Bu ne tesâdüf diye düşünürken, tesâdüf diye bir şey olmadığı anlamında sözler dökülüyordu ağzından. İçimden sınamayı düşündüm. Tahmin edilmesi mümkün olmayan konularda sorular kurguladım. Eksiksiz cevaplar geliyordu. Ne söyleyeceğimi şaşırmıştım, Gerçi tasavvuf literatürümüz Evliyâ Kerâmetleri ile doluydu. Amma, biz onları hoş, tatlı menkıbeler olarak okurduk.
TV program çekimi için söz alıp kalktığım sırada.: “Dur sana bir duâ vereyim, otobüse binerken korkmazsın!.” dedi.
Yâ sabır!. Otobüs, uçak gibi araçlarla yolculuktan biraz korkuyordum. Ama bunu kimseye söylenmemiştim. Duâyı almadan çıktım. Ankara'ya döndüğümde Âmâ Hafız’ın etkisi halâ devam ediyordu. Bir türlü aklımdan çıkaramıyordum. Bir iş için apartman komşumuz Yurdanur Hanım’ın evine gittim..

YURDANUR HANIM.:
Yurdanur Şendir Danıştay'da yüksek hâkimdi. İlk fırsatta söze girdim ve Bakraç Köyünde yaşadığım inanılmaz olayı anlattım. “Nasıl olur?” diyordum. “Böyle bir şey olabilir mi?” Yurdanur Hanım dedi ki.: “O da bir şey mi, daha neler var neler... Dr. Münir Derman Hazretleri'ni görsen, tanısan...”
Dr. Münir Derman Hazretleri'nin kerâmetlerini uzun uzun anlattı Yurdanur Hanım. Eskişehir Devlet Hastanesi'nde yaptığı ameliyatları, doğuştan âmâ (kör) bir gencin gözlerini kerâmeten nasıl açtığını, bacağını hızara kaptıran bir işçinin kopan bacağını iki gün sonra nasıl yerine taktığını, yine bir lise öğrencisinin otobüsün altında parçalanan bacağını nasıl yerine diktiğini... Tıbben imkânsız görünen bu ameliyatları kerâmeten gerçekleştirdiğinin apaçık olduğunu ve daha nice kerâmetlerini anlattı. Artık yadırgamıyordum. Afşin'li Hafız buzları eritmişti. Demek kerâmet ehli ve kerâmetler sadece kitaplarda değilmiş. İnsanın karşısına capcanlı çıkabiliyormuş.

Sıra Operatör Dr. Münir Derman Hazretleri ile tanışmaya gelmişti. Ankara'da değilmiş. Almanya'daymış. Yurdanur Hanım, Ankara'ya geldiğinde bizi tanıştırmaya söz verdi. Bu arada Almanya'dan gönderdiği mektuplarından söz ediyordu. Yurdanur Hanım Derman âilesinden biri gibiydi. Eşinin çok yakın dostuydu. Kızı ve torunlarının öz teyzeleri gibi yakındı. Münir Derman Hoca bâzen Almanya'ya yalnız gidiyormuş. Eşi Ankara'da kaldığı zaman, bir ilacını içmeyi unutsa Hoca’nın sesini duyarmış.: “Cahide ilacını iç!.” ya da.: “Ateşte yemeği unuttun. Dikkat et yanmasın!.” gibi... Cahide Hanım.: “Yapma Münir korkuyorum!.” dermiş.
Üç yıl kadar bir süre Münir Derman Hazretleri ile tanışamadık. Haberlerini Yurdanur Hanım
dan aldık. Nice kerâmetlerini dinledik..

İLK TANIŞMA.:
Yıl 1978 idi (Tanışmamızın 41. yılı) Yurdanur Hanım kapıyı çaldı.: “Münir Hocam gelmiş hadi gidiyoruz!.” dedi.
Münir Derman Hoca Ulucanlar 'da Hanecioğlu Oteli'nde kalıyordu. Evi yoktu. Otelde bir süit dâire ayırtmış, Almanya'da olduğu zamanlarda da o dâire kapalı kalıyormuş.
Merhum Ahmet Kılıçarslan, “Dr. Münir Derman'ın Hayatı ve Mektupları.” kitabında Münir Hocanın 22 yıl çalıştığı Eskişehir Devlet Hastanesi'nde 120 bin kayıtlı ameliyatı bulunduğunu yazıyor. Almanya'da yaptığı ameliyatların sayısını bilen yok..
(40 bin ameliyatla ünlü kalp cerrahı M. De Bakey'i Guinness Rekorlar kitabına alanlara duyurulur.)

Demek istiyoruz ki, bir evi ve bir tek dikili ağacı yoktu. Hastalardan para almıyormuş. Para karşılığı ameliyat ve tedavi yapmazmış.: “Aldığım maaş bana yeter!” diyormuş.
Yurdanur Hanım’ın ile beraber Hanecioğlu Oteli'nin birinci katındaki büyük salona çıktık. Derman Hoca bir masada 5-6 kişi ile sohbet ediyordu. Biz boş bir masaya oturduk. Yurdanur Hanım.: “Hoca misâfirlerini yolcu edince buraya gelir.” demişti. Öyle de oldu. Münir Hoca misâfirlerini merdiven başına kadar geçirdi, uğurladı.: “Bunu herkes için yapıyormuş. Çok çok ince bir insan.” diyordu Yurdanur Hanım.: “Bir nezâket timsalidir O!.”

Dönüşte masamıza geldi, Hâl hatırdan sonra sohbete başladı. Yıllardan beri aklıma takılan bir konu vardı. Kimse ile konuşup tartışmadığım, kendi kendime sorduğum ve cevabını bulamadığım bir soru.: “Dünyada bu kadar zulüm var, işkence var. ALLAH bunlara nasıl izin veriyor?” diyordum. O anda aklımda öyle bir soru yoktu. O benim takıntımdı. Münir Hoca tam da bu konu ile söze başladı.: “Bazıları derler ki.: "ALLAH dünyadaki kötülüklere, zulme nasıl izin veriyor?”
ALLAH, dünyaya bir pencereden bakmaz. Kâinat Penceresinden bakar. Meselâ bir kurt ceylanı parçalarsa, bu ceylan için bir felâket olur. Canı gider yavruları yetim kalır. Bu ceylanın penceresinden böyledir. Oysa kurdun penceresinden bu bambaşka görünür. Onun için büyük bir şölendir. Yavrularına bir ziyafettir. Büyük mutluluk ve sevinçtir. Kâinat penceresinden bakılınca tam bir denge kurulmuştur. Bir tarafın felâketi ve üzüntüsü, diğer tarafta neşe ve mutluluğa dönüşmüştür..”
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

TESÂDÜF YOKTUR.:
O gün konuşulan diğer konuları hatırlamıyorum. Bu konuşma beni çok etkilemişti. Benim düşünce dünyamdaki bu takıntı ile söze başlaması tesâdüf olabilir miydi? Tesâdüf deyince aklıma geldi. Münir Hoca zaman zaman söylerdi.: “Tesâdüf diye bir şey yoktur. O kelime sadece lügatlerde vardın Gerçekte ise Tertib-i İlahî vardır. Tesâdüf denen her şey Tertib-i İlahî, Takdir-i İlahî'dir."

BİR ÂİLE GİBİ OLMUŞTUK.:
Ziyârtlerimiz oldukça sık devam etti, Çoğu zaman Yurdanur Hanım ile beraber gidiyorduk. İki gün gitmesek Üçüncü gün Yurdanur Hanım.: “gidelim!:” diyordu. O, âileden biri gibiydi. Biz de zamanla öyle olduk. Hocanın sohbetlerinin tiryakisi olmuştuk. Eşim ile Yurdanur Hanım ve Hocamın eşi Cahide Hanım çoğu zaman salonun başka bir köşesine çekilir, aralarında sohbet ederler, ben de Hocamın masasında onunla baş başa kalırdım. Bâzen birkaç ziyâretçi gelir, masada 3-5 kişi olurduk. Münir Hoca etrafına fazla insan toplamazdı. Ona pek yaklaşamazlardı.
Kimseyi kovmazdı ama abdestsiz ona yaklaşılamazdı. Anlaşılmaz bir şekilde daha gelmeden engellenir, karşısına çıkamazlardı. Böyle birkaç olaya tanık olduk..

ABDESTSİZ ZİYÂRETÇİ.:
Yurdanur Hanım anlatmıştı. Bir arkadaşı ile ziyârete gitmişler. Yalnız kaldıklarında Hoca ona söylenmiş.: “Biliyorsun ben abdestsiz ziyâretçi kabul etmiyorum. Niçin o abdestsiz arkadaşınla geldin?.” demiş Hoca. “Hocam ben ona söylemiştim. Abdest aldım.” demişti. “Hayır, o abdestsizdi.” demiş Hoca...
Yurdanur Hanım’ın dikkatini çekmiş. Arkadaşının saçları hiç bozulmuyormuş. “Saçların hiç bozulmuyor. Sen her gün kuaföre mi gidiyorsun? Abdest alırken saçların bozulmuyor mu?” demiş. Arkadaşı.: “Naylon bone takıyorum saçım bozulmasın diye.” Demiş. O zaman arkadaşının abdestinin sahih olmadığını anlamış..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

TESÂDÜF YOKTUR.:
Münir Derman Hoca çok farklı özelliklere sahip bir İnsÂNdı. Abdestsiz hazırlanan yemeği, abdestsiz kesilen hayvanın etini yemezdi, Eşim bunu bildiği için titizlikle abdestini alır ve ona götüreceği yemeği öyle hazırlardı. Yaprak sarmasını pek severdi. Ama bir veya en çok iki tane yer, buzdolabına kaldırırdı. Onu, birer ikişer günlerce yer bitiremezmiş..
Cahide Hanım (eşi) eşime söylemiş.: “Bazıları yemek getiriyor ama senin yemeğinden başkasını yemiyor, otel çalışanlarına gönderiyor.”
Abdestsiz hazırlananı bilirdi. Nasıl bildiği de onun sırrı. Bir gün yemeğe dâvet etmiştik. Çok az yerdi. Biraz biftek aldı ve kalktı. Lavaboda onu çıkarmış. Eşim bunu fark etmiş. O da eşimin fark ettiğini anlamış.: “Kızım üzülme, senin bir kabahatin, kusurun yok. Hayvanı kesen kasap abdestsizmiş!.” demiş. ALLAH sırrını takdis etsin. Annesi ona abdestsiz süt vermemiş. Annesi de devamlı abdestli bulunurmuş.
Kitaplarında da sık sık tekrarlar.: “Abdestsiz yemeğin, içmeyin, konuşmayın...”
Mürşidi Ömer İnan Efendi de öyle yaparmış. Bir gün kırda bir grup yürüyorlarmış. Ömer İnan Efendi durmuş ve toprakla teyemmüm etmiş. “Hocam!” demişler, “50 metre ileride bir çeşme var. Orada abdestinizi tazeleyebilirsiniz." Omer İnan Efendi.: "Oraya kadar yaşayacağımı nereden bileyim. Ölürsem ALLAHin huzuruna abdestsiz mi çıkayım!." demiş.

ABDESTİN LEDÜNNÎ MÂNÂSI.:
Bir akşam televizyon seyrediyordum. Dini-Ahlâk programı yayınlanıyordu. Programda abdest konusu geçti. Meâlen söylüyorum: Arabistan çok tozlu bir ülke inmiş. Burada İnsÂNlar çok kirleniyormuş. Temizlik için abdest emredilmiş vs... vs... Ertesi gün dâireye gittiğimde programın sorumlusu ile karşılaştım.: "Akşam ki programda böyle bir konuşma geçti sen o metni görmedin mi?.” dedim. “Gördüm” dedi. “Abdest temizlik için mi emredildi?.” dedim. “Ya ne için?” dedi. “Peki, kutuplar kar altında, orada toz yok. Abdest almayacak mıyız? Ya da sen biraz önce abdest aldın ve tutamadın yellendin. Neren tozlandı? Neren kirlendi? Niçin yeniden abdest alıyorsun?” dedim. Program yapımcısı hiç bir şey söyleyemedi. Gitti. Hanecioğlu Oteli'ne gidip Münir Hoca ile görüştüğümde konuyu anlattım. “Program sorumlusu bir şey söylemedi.” dedim. Münir Hoca.: “Onlar bilmez oğlum, söyleyemez. Abdest temizlik değil, abdest akittir. ALLAHa söz vermedir. Temiz olmayan zaten abdest alamaz. Abdest ellerimizle yüzümüzdeki uzuvlarla (ağız, dil, göz), dimağımızla, kulaklarımız ve ayaklarımızla ALLAH'ın emirlerine aykırı bir iş yapmayacağımıza söz vermektir. Su bu sözleşmede şâhiddir. “Ve cealnaminel mai külli şey-in Hay” âyetinde ALLAH.: "Her şeyi “SU”dan halk ettik” diyor. İşte her şeyin halk edildiği suyu şâhid göstermiş oluyoruz. SU bulamadığımız yerde teyemmümün mânâsı da budur. O zaman da toprağı şâhid tutuyoruz. Tabii ki bu sözü unutmayalım, sık sık tekrarlayalım diye abdesti bozan şeyler konmuş. Bunun mânâsını bilen kişi abdestli iken hiçbir kötülüğe tevessül edemez. Dâima abdestli gezen kişi ALLAH’a verdiği sözün sorumluluğunu hiç aklından çıkarmaz!.” dedi..

Resim
LEDÜNNî.: (İlm-i Ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, Esrar-ı İlâhiyyeye de bişgi kazandırır. Bu ilm-i Şerifin Hocası ve Sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimizdir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı izâm (aleyhisselâm) ve Ehlullâh-i Kiram kaddesallahu sırrahu Efendilerimizdir.


أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ
Resim---“E ve lem yerellezîne keferû enne’s- semâvâti ve’l- arda kânetâ retkan fe fetaknâhuma, ve cealnâ mine’l- mâi kulle şey’in hayy (hayyin), e fe lâ yu’minûn (yu’minûne).: İnkâr edenler (kâfirler), semâların ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra BİZ, o ikisini (birbirinden) ayırdık. Ve her canlı şeyi “SU”dan yarattık. Hâlâ inanmazlar mı?” (Enbiyâ 21/30)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

YALAN ve KIZILDERİLİLER.:
“Yalan çok mühim bir meseledir. Yalanın tövbesi yoktur. Küfürdür. Dinden çıkmaktır. Yalanın her türlüsü ALLAH'ı inkârdır. Şah damarınızdan yakınım diyor. ALLAH her şeyi bilendir. Yalana cüret eden işte bu gerçeği inkâr etmiş oluyor. Yalan içkiden, kumardan, zinâdan daha kötü bir şeydir. Bunların tövbesi var ama yalanın tövbesi yoktur.” diyordu Derman Hoca...
Kızılderilileri çok severdi. Bir gün dedi ki.: “Kızılderililer yalan söylemez, isteseler de söyleyemezler. Onların kanında bir madde eksik. Onun için yalan söyleyemezler, (Bir kimyasal madde. Hoca o maddenin adını söylemişti ama yazmamıştım, unuttum.)”
M. Derman Hoca'nın yakınında bulunmak, onu dinlemek öyle bir haz veriyordu ki, adeta İnsÂNı sarhoş ediyordu. Not almayı aklımdan bile geçiremiyordum. Şimdi çok pişmanım. Neleri kaybettiğimi O aramızdan ayrıldıktan sonra fark ettim..

Eski Türklerde de yalan yoktu. Dede Korkut Hikâyelerinde bunu görüyoruz. Nadiren bir yalancı çıksa cezâsı ölümdü. Herhalde bugün artık kanımız karıştı, o madde bize de bulaştı (Bu da benim yorumum olsun). Kızılderililer de artık melezleşti. Belki onların da kanı karışmıştır.
Biliyoruz ki Kızılderililerin de soyu Türk'dür. 10-15 bin sene önce Sibirya'dan Bering Boğazını geçerek Alaska'ya çıkmış, oradan Amerika'ya yayılmışlar. Bering Boğazı'nın genişliği 50 km kadardır. Çukçi Yarımadası'ndan (Asya) bakıldığında Alaska (Amerika) görülür. Tam da Kuzey Kutup dairesinde bulunan boğazın suları öyle donar ki, kervanlar rahatlıkla geçer.
Bu konuyu merak edenler Reha Oğuz Türkkan'ın “Kizılderililer ve Türkler” kitabını okuyabilirler. Orada Reha Oğuz Bey, Kızılderililerin Türk soylu olduğunu çok açık delillerle ispat ediyor. Kızılderililer de artık okuyor, bunları biliyor Teksas'da iş kuran bir dostum anlatmıştı, yanında çalışan bir Kızılderili.: “Men Türkem, men Türkem.” diyormus. Kendisi de Kızılderili dilinde yüzden fazla Türkçe kökenli kelime tespit etmiş..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

TAYy-ı MEKÂN NEDİR?..

M. Derman Hazretleri'ni ziyâret için Hanecioğlu Oteli'ne gitmiştim. Salonda bir masada oturuyordu. Önünde daktilo ile yazılmış on sayfalık bir metin vardı. Almanya'dan bir Türk, M. Derman Hoca'ya mektup yazmış.: “Siz "Tayy-ı Mekân" yapmayı biliyormuşsunuz. Bana da öğretin.” mealinde bir mektup. Münir Hoca üşenmemiş, ona on sayfalık bir yazı ile cevap yazmış. Adamın adresini verdi. Bunu ona gönder dedi. İstersen önce oku. Yazıyı okudum. Gönderilecek kişi ile ilgili tek kelime yok. Yazı mükemmel bilimsel üslupta bir makaleydi. Sonuna kendi el yazısı ile birkaç cümlelik bir paragraf eklemişti. Özeldir diye edeben o paragrafı okumadım.
“Hocam, göndermeden önce bunun fotokopisini alabilir miyim?” dedim. İzin verdi. Fotokopiyi alırken de el yazılı paragrafı kapattım. Orada ne yazmıştı bilmiyorum..
Tayy-l Mekân konusunda böyle bir yazı belki hiç yazılmamıştı. Televizyon kanallarında yayınlanan dini programlarda bir, iki yerde rastlamıştım. Tayy-ı Mekânı ışınlanma olarak tanımlıyorlardı. Bir büyük Velî’nin kendi kendisini ışınlayarak başka yere göndermesi gibi. Oysa Derman Hoca'nın yazısına göre Tayy-ı Mekân ışınlanma değildi. Işık hızı, elektrik hızı, elektro manyetik dalgaların (radyo, Tv, telsiz) hızı saniyede 300.000 km. Oysa Tayy-ı Mekân saniyede “300.000 + delta” gibi bir hızla yapılır diye formüle etmişti. Bu rakamlarla ifâde edilemeyecek bir hız. Rûh Hızı veya Düşünce Hızıydı. Işık, Kutup Yıldızı’ndan ancak 45 yılda gelir. Oysa düşündüğün ÂN oradasın veya RÛH’un oradadır. Binler, milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki galaksilere bile, ruh hızıyla, düşünce hızıyla anında ulaşılır..

Yazıda Tayy-ı Mekân'ı kimler yapabilir, nasıl yapılır uzun uzun anlatılıyordu. Çok doyurucu bulmuştum. Hoşuma gitmişti. İnançlı arkadaşlarımla paylaşmak istiyordum. Dâirede oda arkadaşlarımdan biri çok dindârdı. Namaz vakitlerini kaçırmazdı. Dini konularda bilgiliydi. Fotokopiyi ona verdim. Okudu. Son derece rencide edici uygunsuz bir şey söyledi. Kırıldığımı belli etmedim ama çok kırılmış, üzülmüştüm. Bir daha herkese göstermedim. Sene 2014...yaklaşık 35 yıldır o yazıyı saklıyorum..
1997 yılında Hocamın vefâtından 8 yıl sonra “ALLAH Dostu Der Ki” serisinin 3., IV. ve V. ciltleri çıktı. ALLAH razı olsun. Notlarını saklayan yakın dostları bu ciltleri kitap dünyasına kazandırdı. III. cildin 114. sayfasına da “Tayy-ı Mekân Nedir?” yazısını koymuşlar. İnceledim. Baştan dokuz sayfa (122'ye kadar) bendeki, Almanya'ya gönderdiğim orijinal fotokopinin kelimesi kelimesine aynı. 123., 124. ve 125. sayfalar sonradan ilâve edilmiş. Belli ki Hocam yazıyı biraz daha genişletmiş. Tamamını okumak isteyenlere III. cildi bulmalarını öneririm..

TAYy-ı MEKÂN HALİNE ŞÂHİD OLDUM.:

M. Derman Hocam bir gün.: “İman dediğin abdest gibidir. Çok çabuk kaçabilir.” demişti. “Yalan söyleyince de iman gider ve ALLAH korusun geri gelmez.”
Yalandan çok korktuğum için Tayy-ı Mekân halini gördüm demiyorum. Şâhid oldum diyorum. Büyük Velîler kerâmetlerini şov yapar gibi göstermezler. Gizlerler. Ancak bazı olayları kafanızı çevirince fark eder, şâhid olabilirsiniz.. Öyle oldu..
Bir Pazar günü 2-3 yaşlarındaki kızımı Ayrancı'daki çocuk parkına götürmüştüm. Demir borulardan oluşan, çemberleri yükseldikçe daralan, koni biçiminde bir kuleye tırmanıyordu. Ayağı kaydı ve kafasını demir borulara çarpa çarpa düştü. Baygın halde eve getirdim. Daraldığımız zaman Münir Hoca'ya koşardık. Yine öyle oldu. Otelden çıkmış, nereye gider? Meşrutiyet Caddesi’nde küçücük bir dükkânı olan Muharrem Bey dostuydu. Oraya koştum. Sordum. “Gelmedi.” dedi. Dükkânın sokağa açılan küçük bir kapısı vardı. Başka kapı ve penceresi yoktu. Muharrem Bey tezgâhın arkasında yalnızdı. Tezgâhın önünde 3-4 müşterinin ayakta alışveriş yapabileceği çok dar bir alan vardı. İçeride kimse yoktu. Başımdan kaynar sular dökülüyordu. Nerede bulacaktım Hocayı? Çocuğun hali ne olacaktı? Kapıya çıktım. Sağa sola baktım. Sokağın öbür ucundan geliyor olabilir mi? Gelen yoktu. Bütün hücrelerim “imdad!.” çağırıyordu.
Muharrem Bey'e haber bırakayım dedim. Kafamı çevirdim Münir Hoca içerde bir tabure üzerinde oturuyordu. Ben kapının ortasındaydım. Beni iteklemeden kimse geçemezdi. Belli ki “Tayy-ı Mekân” ile gelmişti. O dar alanda tabure, sandalye de yoktu. Belli ki taburesiyle gelmişti. Tabii ki bunları sonradan düşünüyorum. O an bir şey düşünecek halde değildim.
Hemen elini öptüm, çocuğun halini anlattım. Hiçbir şey söylemedi. Sadece dudakları kıpırdamaya başladı. Görünüşte duâ ediyordu. Duâ hali epey uzun sürdü. Sonra, “Tamam oğlum, git.” dedi. Eve döndüğümde çocuk oynuyordu, Bir operatör doktor, bir cerrah, kafası demirIere çarpmış, baygın yatan bir çocuğa uzaktan.: “Tamam oğlunu git.” der mi? Daha sonra bütün bunları düşündükçe bir tahmin yürüttüm. O duâ eder görünüp beni orda oyalamış; Tayy-ı Mekân ile gidip manevî ameliyatını yapıp dönmüştü. Tabii ki buna inanmak kolay değil. Ama daha nice örnekler var..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

MESUDE HANIM ÖRNEĞİ.:

Eşim anlattı. Bir nikâh dâveti için dostumuz Ekmel Bey'in evindeymişler. Salondaki camlı dolapta M. Derman Hoca'nın çerçevelî bir fotoğrafı varmış. Dâvetlilerden tanımadığı bir Hanım fotoğrafla ilgilenmiş.: “Kim bu? Nerede şimdi?” gibi sorular sormuş. "Dr. M. Derman Hoca, vefât etti." demişler. Hanım anlatmış.: “20 sene önce beni Almanya'da ameliyat eden doktor bu...” demiş. Kendisi Dikmen Semti’nde oturuyormuş. 20 yıl kadar önce karnında, rahim yakınlarında, şiddetli ağrı yapan bir hastalığa yakalanmış. Doktorlar sebebini bulamıyorlarmış. Bir gün yine ağrıları artmış. Kocası telefonla doktoruna ulaşmaya çalışıyormuş. O sırada yatak odasının yüklük tarafından bir kapı açılmış. İki sağlık görevlisi onu bir sedyeye yatırıp evden çıkarmışlar. “Seni ameliyat için Almanya'ya götürüyoruz!.” demişler. “Ben hazır değilim. Yakınlarımla vedâlaşmadan nasıl gelirim?” demiş. Birden yakınları etrafında toplanmış. Vedâlaşmışlar ve kendisini Almanya'da bir hastaneye götürmüşler. Oradaki doktor.: “Seni ameliyat edeceğim.” demiş. “Siz kimsiniz?” diye sorunca.: “Doktorum, adım Münir.” demiş. Ameliyatla karnından büyükçe bir parça ur çıkartmış. “İşte buydu seni hasta eden. Bir organın arkasında kaldığı ve rengi de rahimle aynı olduğu için doktorlar bunu görememiş.” demiş. Ameliyattan sonra tekrar evine bırakmışlar. Geldiğinde kocası telefonun başında halâ doktoruna ulaşmaya çalışıyormuş. Kocasına.: “Bırak arama, ben ameliyat oldum iyiyim.” demiş, Kocası önce inanmamış.: “Ne zaman? Nerede ameliyat oldun?.” Olanları anlatınca kocası bir türlü inanamıyormuş. Kapanmış ameliyat yarasını ve çıkan parçayı göstermiş. Bütün bunlar saniye veya dakikalar içinde oluyor. Belli ki Tayy-ı Mekân ile hasta götürülüp getirilmiş. Ameliyat normal değil mânevî bir ameliyattır.
Ondan sonraki zamanlarda, dost âileler arasında yapılan sohbet toplantılarına eşiyle birlikte Mesude Hanım da geldi. Tanıştık. Birkaç kez biz de onlara gittik. Sohbetlerde olayı duymamış olanların ısrarı üzerine tekrar anlattığı oldu. Aydın bir me’mur emeklisi olan kocası da tanık oluyor ve bu İnsÂN idrakinin sınırlarını çok çok aşan olaya artık o da inanıyordu. Zâten Mesude Hanım'ı tanıyanlar onun ne kadar ciddi, ne kadar doğru sözlü olduğunu bilirler..

ŞAZİYE ANNE ÖRNEĞİ.:

Başka Velîlerin Tayy-ı Mekân olaylarına da tanık oldum. Derman Hocam ile ilgili olmasa da Tayy-ı Mekân konusu geçmeden anlatmak istiyorum..
1993 yılı Ramazan ayındaydı. “Ramazan geldi, hoş geldi.” adıyla bir TV filmi çekiyorduk. Ekip ve sanatçılarla Hacı Bayram Câmii önüne gelmiştik. Epey uzaktan kısa boylu bir adam üzerime doğru geliyordu. Beni hedef aldığı belliydi. Üzerinde morumsu kızıl renkte bir elbise (ceket-pantolon) vardı. Başı açık saçları çok kısaydı.
Orta Asyalı tipi vardı. Tam önüme geldi ve durdu.: “Bana 20 Lira ver, Ramazan boyu sana duâ edeyim.” dedi. Dilenciye hiç benzemiyordu. Vermeye niyetlendim. Cüzdanım arka cebimdeydi. Meydanın ortasında elimi arkaya atıp cüzdan çıkartmak ayıp olacak gibi geldi. 3-4 metre ileride câmi köşesini siper alıp, parayı çıkartmayı düşündüm. “Az bekle, şimdi geliyorum.” dedim. Köşeyi siper alıp parayı çıkarttım. Yanlış hatırlamıyorsam 50 lira çıkartmıştım. Döndüğümde adam yoktu. Câminin dört tarafını dolaştım. Çay bahçelerini aradım. Nedense bulmak için ısrarla arıyordum. O morumsu kızıl elbisesiyle uzaklardan görülecek biriydi ama bulamadım..

Sabahtan eşimi Ayrancı'da çok yakınımızda oturan Şâziye Anne'ye bırakmıştım. Şâziye Anne akraba değildi. Tanıyan herkesin mânevî annesi, nur yüzlü muhterem bir hanımdı. Ona “evliyâ” derlerdi. Kendisine söylendiğinde kabul etmez.: “O sizsiniz çocuklarım. Benim aynamda kendinizi görüyorsunuz.” derdi.
Mesâi bitince eşimi almak için doğru Şâziye Anne'ye gittim. Kapıyı Şâziye Anne açtı. Elinde 20 lira vardı. Anne şefkatiyle takılması, lâtife etmesi hoşuma giderdi. Yine öyle yaptı. Gülümseyerek.: “Seni cimri seni, sen bugün bana 20 liraya kıyamadın. Al şu parayı...” Zorla 20 lirayı cebime koydu. İçerde eşimle arkadaşı Semirâmis Hanım bir şey anlamadan bizi seyrediyorlardı. Eve gidince olayı anlattım, “Şâziye Anne bugün Hacı Bayram'da, değişik bir görünümle beni sınadı.” dedim. “Bütün gün beraberdik. Yanımızdan hiç ayrılmadı. Hacı Bayram'a ne zaman, nasıl geldi?” diyordu eşim.
Daha başka tanık olduğum Tayy-ı Mekân olayları da oldu.. Burada bu kadarı yeter diye düşünüyorum..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

MERKEZ EFENDİ'nin MANEVî TELEFONU.:
Derman Hoca anlatmıştı. Merkez Efendi (1463-1551 yılları arasında yaşamış büyük âlim, büyük velî) bir dervişini İstanbul'dan Suriye'ye yollamış (Halep veya Şam'a tam hatırlamıyorum). Bir Efendi'nin adını adresini vermiş. Efendi'ye 3 adet de incir göndermiş. Derviş dağları tepeleri aşmış. Efendi'yi bulmuş. Fakat incirin birini yolda yediği için iki incir teslim etmiş. Efendi İstanbul'a doğru yüzünü çevirmiş.: “Yahu Merkez sen bu adamınla kaç incir gönderdin?." diye seslenmiş. Merkez Efendi'nin sesi duyulmuş.: "3 incir!..” Efendi.: “Hani.. O bana iki incir getirdi.” demiş. Dervişin kafasının tası atmış.: “Mübarekler mâdem birbirinize bu kadar yakındınız niçin bana bu kadar yolu aylarca yürüttünüz?.”

“Bugün bunu cep telefonları ile herkes yapıyor!.” diyenler çıkabilir ama bu aynı şey değil. Onlar radyo dalgalarını, elektromanyetik dalgaları kullanan cihâzlarla konuşmadı. Hiçbir cihâzı vasıta yapmadı. Mânevî tekâmülleri ile nefislerinin engelinden kurtularak, ruhları ile yaptılar. Bu da bir çeşit sesle tayy-ı mekândır. Bedenleriyle değil sesleri ile tay'dır..

ATATÜRK'ün SINAV SORUSU.:
M. Derman Hoca liseyi bitirdiğinde Avrupa'ya öğrenci göndermek için bir sınav açılmış. Sınavda Atatürk de varmış ve bizzât soruları soruyormuş. Atatürk, Derman Hoca'nın yanına oturmuş.:
-Söyle bakalım Napolyon mu büyük Mustafa Kemal mi?.
-İkisi de büyük asker..
-Aralarında fark yok mu?
-Var olmaz mı?
-Nedir?.
-Birisi cumhuriyeti yıktı, imparatorluğa çevirdi. Öbürü imparatorluğu cumhuriyete çevirdi.” demiş.
Bu cevap Atatürk'ün çok hoşuna gitmiş. Elini arkadan öbür taraftaki omzuna atmış ve sıkı sıkı kendisine doğru çekmiş. O sınavda Fransa'ya gönderilmek üzere 8 öğrenciyi Atatürk bizzât seçmiş biri de Münir Derman...

HAZRETLERİ ÖMER'in NİL NEHRİNE MEKTUBU.:
Derman Hoca Fransa'da öğrenci iken onun düşüncelerine hayran olan ve adını “Küçük Filozof” takan profesör varmış. Bir gün.: “Gel bakalım Küçük Filozof, halledemediğim bir mesele var. Bakalım sen ne diyeceksin?.” demiş ve meseleyi anlatmış. Mısır Pirâmitleri üzerinde çalışıyormuş. Mâlum her pirâmidin bir mezâr odası var. Orada yatan Firavun'un bakış istikametinde bir delik bulunurmuş. O delikten Firavun gökyüzünü görüyormuş. Fakat bütün pirâmitlerde göğe açılan bu deliklerden kutup yıldızının görünmesi gerektiği halde 100 derecelik bir açı sapması ile delikler boşluğa bakıyormuş. Hepsinde de aynı 100 derecelik sapma ile... “Bunun sebebini çok araştırdım bulamıyorum.” demiş profesör.
Münir Hocam.: “Dur sana Hazreti Ömer zamanından bir olay anlatayım. Belki bir ilgi kurarız.” demiş.
Hazreti Ömer'in halifeliği sırasında Mısır Valisi, Hazreti Ömer 'e bir haberci göndermiş. Mâlum her yıl Nil Nehri belli bir mevsimde taşar. Yatağına çekilince geride bereketli bir çamur bırakır. Mısır'ı doyuran bu bereketli çamurdur. Fakat belli bir periyotla (50 yılda bir mi demişti hatırlayamıyorum.) Nil'in taşmadığı oluyormuş. Tabii ki o yıl kıtlık olacak. Önceki kavimler Nil'in taşması için o yıl bir bâkire kızı kurban verirlermiş, Yine kurban verilmesi gerekiyormuş. Tabii ki Müslüman Vâli bunu Hazreti Ömer´e sormuş. Hazreti Ömer Nil Nehri’ne hitâben bir mektup yazmış.: “Ey Nil! Eğer kendine göre kendi iradenle akmıyorsan (taşmıyorsan) akma!. Ama ALLAH'ın emriyle, ALLAH için akıyorsan akmalısın (taşmalısın)!.”
Mektubu haberciye vermiş.: “Bunu Mısır Vâlisi'ne ver. Nil Nehri'ne atsın!.” demiş Mektup Nil'e atılmış. Nil o yıl ve ondan sonra gelen periyotlarda hep taşmış. Rejimi düzene girmiş Bir daha kurban istememiş..
Münir Hoca demiş ki profesöre.: “Muhtemelen ALLAH, Müslüman Halifesinin bu isteğini geri çevirmemek için ve Nil'in kaynaklarında bir iklim değişikliği yapmak için dünyanın eksenindeki açıda bir değişiklik yaptı. Firavun mezârlarından Kutup Yıldızına bakan açıdaki 10 derecelik sapma da muhtemelen o zaman meydana geldi."
Bu yorum karşısında profesör hop oturup hop kalkmış.: “Gel benim Küçük Filozof’um sana bir bira ısmarlayayım!.” demiş.
“Ben Müslümanım bira içmem!.” demiş Hoca..

Not.: Biliyoruz ki dünyanın ekseni yörünge düzlemine dik değil. 23' 27” eğiktir. Dik olsaydı mevsimler meydana gelmezdi. Yaz olan her yer hep yaz, kış olan her yer hep kış olurdu. Ekseninin eğik olması mevsimleri meydana getirir. 23' 27 değil de 13,15 derece olsaydı ya da 30 derece olsaydı bölgelere göre iklimler, yağışlar tamamen değişirdi. Ekvator yağmurları, savan kuşaklarının kurak ve yağışlı dönemleri yer değiştirirdi. Burada demek istenjyor ki belki Nil'e mektup olayından önce eksen eğikliği 23' 27" değildi. Sonra değişti. Ekseninin eğimi değişince Nil'in kaynaklarındaki yağışlar değişti. Eksenin açısı değişince doğal olarak Firavun Mezârlarından kutup yıldızına bakan açılarda da kayma oldu..
Hazreti Ömer'in mektubunu bir yana bırakalım da bir de olaya bilimsel açıdan bakalım. Münir Derman Hoca, pirâmitlerdeki açı sapması ve Nil Nehri'nin akış rejimindeki düzelmeyi aynı sebebe bağlamış. Dünyanın eksenindeki eğiklik derecesinin değişmesine... Bu tespit tamamen doğrudur, bilimseldir. Pirâmitlerin birinde açı sapması olsaydı temelde çökme gibi sebepler aranabilirdi ama profesörün dediğine göre hepsinde aynı sapma var. O halde yerkürenin uzaydaki pozisyonu, pirâmitler yapıldıktan sonra değişmiş. Bu değişiklik ancak eksen açısının değişikliği ile olur..
Nil Nehri'nin rejimindeki değişiklik de aynı sebebe bağlıdır. Nil'in kaynakları ekvator ve savan bölgelerinden toplanır. Çölü geçerek Mısır'a ulaşır. Bu iklim kuşaklarındaki değişiklik de ancak eksenin açısındaki değişiklikle olur. Başka şekilde ilmen mümkün değildir.
Dünyanın ekseninin eğikliği değişir mi?. Evet değişir! Milyonlarca yıl süren jeolojik devirlerde çok değişmiştir. Jeolojide okuyoruz. 4 buzul devri ve 4 buzullar arası devir... Buzul devirlerinde buzullar orta kuşaklara kadar yayılmıştır. Avrupa'yı buzulların kapladığını gösteren birçok iz var. Jeolojik devirlerde nasıl olmuş da kutup kuşağı orta kuşaklara inmiş. Bu ancak eksen eğikliğinin değişimi ile olur. Demek ki eksenin açısı ciddi ölçülerde küçülmüş, tekrar büyümüş. Pirâmitlerdeki açı sapması da gösteriyor ki; pirâmitlerin yapımından sonra da bir açı değişikliği olmuş. Nil Nehri'nin rejimindeki düzelme Hazreti Ömer zamanına denk geldiğine göre, açı değişikliği de o yıllarda olmuş demektir..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

NECİP FAZIL'ın GIYABINDA BİR DAMLA GÖZYAŞI..

Hanecioğlu Otel’e gittiğim bir gün Münir Hocamı salonda yalnız oturuyor bulmuştum. Masanın üzerinde bir dergi vardı. (Büyük Doğu olduğunu sanıyorum) Dergideki bir yazıya dikkatimi çekti. “İstersen oku!.” dedi. Necip Fazıl Kısakürek'in Münir Hoca hakkında çok kısa bir yazısıydı. Özet olarak Necip Fazıl, Münir Hoca’nın bir yazısını okumuş. Yazıda Nuh'un Gemisi’nde bitler, pireler ve onların hikmetinden bahsediliyormuş. Necip Fazıl özetle.: “Ne mutlu ki bu devirde böyle şeylere inanan, imanlı doktorlarımız hala var.” diyordu.
Ben yazıyı okuduktan sonra Hoca anlattı. Fransa'da öğrenciyken arkadaşlarının takıldığı bir kafeye uğramış bir gün. Kafenin barına aşırı alkollü biri gelmiş ve orada da içmeye devam ediyormuş. Arkadaşları.: “Biliyor musun bu zat Necip Fazıl Kısakürek. Çok mâlumatlı çok bilgili kişidir. Çok da iyidir. Şu alkol tutkusu olmasa...” demişler. Münir Hoca çok üzülmüş gözünden bir damla yaş gelmiş..

Türkiye'ye gelip giderken Abdülhakim Arvasî Hazretleri'nin Dergâhı’na uğrarmış Münir Hoca. Bu sefer de uğramış ve Arvasî Hazretleri’ne olayı anlatmış. Çok üzüldüğünü gözünden bir damla yaş geldiğini söylemiş. Arvasî Hazretleri.: “Üzülme oğlum, o bir damla yaş boşa gitmez.” demiş. “Sonradan öğrendim ki...” dedi Münir Hoca, Necip Fazıl Arvasî Dergâhı’na intisab etmiş ve Arvasî Hazretleri'nin mânevî eğitimine girmiş. İşte böyle mânevî büyükler, hidâyetten nâsibi olan kulları mıknatıs gibi çekerler ve eğitirler..

Not.: Abdülhakim Arvasî Hazretleri, doğumu 1860 vefâtı 1943 Ankara, Bağlum kabristanında metfun. Necip Fazıl Kısakürek, (1904-1983) ünlü şâir, 1943-1978 yılları arasında “Büyük Doğu Mecmuası”nı çıkardı. Bu konuşmada söz tanışmalarına gelmedi ama bir yerde okudum. Münir Hoca ile Necip Fazıl, Arvasî Dergâhı’nda tanışmışlar Detayını bilmiyorum.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

MİLLİ EĞİTİM BAKANI HASAN ALİ YÜCEL İLE..

Münir Derman Hoca ile Hanecioğlu Oteli'nin salonunda sohbet ediyorduk. Konu nasıl açıldı hatırlayamıyorum. Hocam üniversitede ders verdiği yıllara gitti. DTC Fakültesi salonunda bir konferans veriyormuş. Ön sıralarda devlet ricâlinden, yüksek kâdemeden şahsiyetler varmış. Bir yerde Münir Hoca'nın söylediklerini bazı şahsiyetler kabul etmemiş ve sözünü kesmeye başlamışlar.:
“Nereden biliyorsun?”, “Böyle şey olamaz.”, “Kimden öğrendin?” gibi karşı çıkışlar olmuş. Derman Hoca konuyu anlatmaya ara vermiş.
“İzin verin nereden öğrendiğimi size bir hikâye ile anlatayım!.” demiş. Anlatacağı hikâyenin yayınlandığı derginin tarihini, sayısını, sayfa numarasını bile söylemiş. “İnanmayanlar o dergiyi bulsun, okusun!.” demiş (O derginin adını, yayın tarihini bize de söylemişti ama hatırlayamıyorum. 1880'li yıllar gibi kalmış aklımda yanılmış olabilirim.).
Hikâye özet olarak şöyle.:
İstanbul medreselerinin birinde tembel bir öğrenci varmış. 6-7 sene aynı sınıfta okumuş, hiçbir şey öğrenememiş. Arka sıralarda oturur, sorulan hiçbir soruya cevap veremezmiş. Zâten akranları çoktan okulu bitirmiş. Yeni gelen çocuklar arasında o iri bir delikanlı olarak dikkati çekiyormuş. O yıllarda İstanbul'da, halkın deli dediği yarı meczup bir kişi, “Köpekçi” namıyla tanınan bir adam yaşıyormuş. Köpekçi, İstanbul'u semt semt dolaşır, başıboş köpeklerin toplandığı yerlere gider, onlara yiyecek verirmiş. Tembel öğrenciye köpekçiye gitmesini tavsiye etmişler. O senin zihnini açar demişler. Öğrenciyi gören köpekçi elinden yakalamış.: “Hadi bakalım seninle köpeklere yiyecek dağıtmaya gidiyoruz!.” demiş. İstanbul Yeditepe, öğrenciye koştura koştura köpekleri beslediği yerleri dolaştırmış. Son gittikleri yerde ihtiyar, sakat bir köpek yerde yatıyormuş. “Öp bakalım bu köpeğin elini!.” demiş. Köpekçinin şakası yok. Öğrenci çekine çekine köpeğin elini öpmüş.
Medreseye döndüklerinde, Hoca ne sorsa, tembel öğrenci elini kaldırıyor, Hocanın istediğinden çok daha detaylı olarak soruları cevaplandırıyor, hatta Hocanın bilmediği şeyleri bile anlatıyormuş. Hoca öğrenciyi çağırmış ve kürsüye oturtmuş.: “Bundan sonra burada müderris sensin. Kürsüyü sana bırakıyorum!.” deyip çıkmış.
Derman Hoca konferansın konusuna dönmüş.: “Gerisini o dergiden okursunuz!.” demiş.
“Bunları nereden biliyorsun?”, “Nereden öğrendin?” gibi sataşmalarla sözünü keşenlere de demiş ki.: “İşte ben de, zamanında böyle bir köpeğin elini öpmüştüm. Oradan öğrendim.”
Tabii bu cevap bazılarının hiç hoşuna gitmemiş ve Münir Hoca'yı mimlemişler. Bir kusurunu bulmak için görevlendirilmiş bir müfettişi sınıfına göndermişler..
Soğuk bir kış günü müfettiş gelmiş. Sınıfta kalorifer yok. Sınıfta öğrenciler paltoları ile oturuyorlarmış. Müfettiş dinlemiş. Münir Hoca'nın dersinde kusur bulmak mümkün değil ama görevi kusur bulmak.
“Bu öğrenciler niye palto ile oturuyorlar? Sınıfta palto ile oturulur mu?” demiş. Münir Hocam.: “Müfettiş Bey görüyorsunuz sınıf çok soğuk, çocuklar üşüyor. Paltolarını giymelerini ben söyledim.” demiş. Müfettiş.: “Olmaz efendim, sınıfta palto ile oturulmaz. Bunu nasıl söylersin, Böyle ders olmaz!.” diye karşılık vermiş. Bunun üzerine Münir Hoca.: “Müfettiş Bey, bakın benim paltom yok. Paltoyla ders vermiyorum ama çocuklar üşüyor. Buna mecburuz.” diye cevap verdiyse de Müfettiş yine.: “Nasıl olur efendim! Böyle ders mi olur...” gibilerinden söylenmeye devam etmiş. Belli ki müfettişin laftan anlayacağı yok. Önceden kurgulanmış, öyle gelmiş. Münir Hocam bir öğrenciye kapıyı açtırıyor. Tekme tokat müfettişi kapı dışarı ediyor. Çantasını alıp sınıfı, görevi ve hatta Ankara'yı terk ediyor. İstanbul'a gidiyor..

Ara nOt.: Dip not yazamadığım için bir ara not yazıyorum. Anlaşılan Münir Hocam bu tembel öğrenci hikâyesinin bir kısmını, konferansta sözünü kesenlere cevap için anlatmış. Merhum Ahmet Kılıçarslan, "Dr. Münir Derman'ın Hayatı ve Mektupları." adlı kitabında yıllar sonra Münir Hoca'nın Eskişehir'de görevli iken bu konuyu tekrar ele aldığını ve bir konferans halinde tam olarak sunduğunu, tembel öğrencinin Şeyhülislâm Nevşehirli Molla Hüsrev olduğunu, 22 yıl şeyhülislâm olarak görev yaptığını anlatmış.
Biz de hikâyenin tamamını merak edenlere merhum Kılıçarslan'ın kitabını tavsiye ederiz..
Münir Derman Hoca, İstanbul'a gittikten sonra, Profesör Sabahattin Eyüpoğlu, Milli Eğitim Bakanı ve dostu Hasan Ali Yücel ile görüşüyor. Münir Hoca'nın çok iyi Fransızca bildiğini, çok değerli bir şahsiyet olduğunu anlatıyor. Uygun bir işte değerlendirmesinin iyi olacağını konuşuyorlar. Hatta Hasan Ali Yücel Bey'in batı klasiklerini Türkçe 'ye kazandırmak için kurduğu tercüme dairesinin uygun olacağını da düşünüyorlar, Bakan Hasan Ali Yücel, Münir Hoca'yı Ankara'ya dâvet ediyor. Ulus'ta o zamanlar devlet büyüklerinin devam ettiği Ankara Oteli'nin yemek salonunda buluşuyorlar. Hasan Ali Yücel, Sabahattin Eyüpoğlu ve Münir Derman Hoca üçü bir masaya oturuyorlar. Komşu masada da İlköğretim Genel Müdürü oturuyormuş. Münir Derman adını duyunca ilgilenmiş. “Benim müfettişimi sen mi dövdün?. Nasıl döversin?” gibi sözlerle çıkışmaya başlamış. Münir Hoca.: “Bakan Bey bu sizin adamınız değil mi? Bunun terbiyesi eksik herhalde, sizden izin almadan sizin masanızda nasıl konuşur? İzin verin onun terbiyesini vereyim.” demiş. Bakan.: “Sus sen oradan konuşma!'.” diye genel müdürü paylamış.
Konuşma tercüme dairesindeki görev üzerine yoğunlaşmış. Sohbetimiz burada kesilmişti..
Başkalarından duydum ki, Münir Hoca o dairede epey çalışmış. Batı Klasiklerinden birçok eseri Türkçeye kazandırmış. Hatta şuur altı psikolojisinin ve psikanaliz metodunun yaratıcısı ünlü Freud'un eserlerini de Türkçeye Münir Hoca kazandırmış dediler..

(Özdamarın Notu.: Köpekçi namı ile tanınan Hazret Kelbi Hasan Efendidir. Kırkkandilin Meczublar kitabında hazret hakkinda bir miktar bilgi var..)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

HAVA KİRLİLİĞİ ve SÂD SÛRESİ 36. ÂYETi.:

1981 yılı Aralık ayındaydık. Ankara'nın üzerine tarihte görülmemiş bir kirli hava çökmüştü. O zaman daha doğalgaz gelmemişti. Kaloriferlerde çok kirli linyit kömürleri yakılıyordu. 15 günü geçmiş, hiç rüzgâr esmemişti. Yaprak kıpırdamıyordu. Ağır kükürt gazı yüklü kömür dumanından on metre ilerisi görünmüyordu. Hastanelerde bile kalorifer yaktırılmıyor, taşıt araçları bir gün tek, bir gün çift plaka trafiğe çıkabiliyordu. Yaşlılar, çocuklar dayanamıyordu. Toplu ölümler başlamıştı. Daha dört aylık bebek olan kızım, kirli havadan zehirlenmiş, koma halinde oksijen çadırına alınmıştı. Televizyonlarda evlerin içinde amonyak gazı gezdirilmesi tavsiye edilmiş. O da zehirli olduğundan şişenin kapağını açıp biraz odaya bırakayım dedim, Cesaâret edemedim. Dozunu nasıl ayarlayacaktım. Gece çocuklar uyumuş ben uyuyamıyordum. Evlerin içi dışarıdan farksızdı. Sabaha çıkıp çıkmayacağımız belli değildi, Bir filmde izlemiştim. 1538 yılı Preveze Deniz Savaşında Andrea Doria, haçlı donanması ile Barbaros Hayrettin Paşa'yı Preveze Körfezi'nde kuşatıyor. Rüzgâr onların lehine... Barbaros bir kâğıda bir âyet yazıp geminin direğine asıyor. Rüzgâr lehimize dönüyor ve Preveze Deniz Zaferi kazanılıyor..

Dar zamanda çaresiz kalan İnsÂNın aklına neler gelmez. Kur’ÂN'da o âyeti bulup okumak aklıma geldi. Belki bir rüzgâr eser de hava temizlenir. Elime Kur’ÂN tercümesini aldım. Fihristte rüzgâr ile ilgili âyet arıyorum. Rüzgâr, bora, tayfun, ne kadar eş ve yakın anlamlı kelime biliyorsam aradım. Hiçbiri ile ilgili âyet bulamadım. Ertesi gün dâireden yıllık izin aldım. Ankara'dan kaçmaktan başka çâre yoktu. Bileti akşam Aydın otobüsüne aldım. Kızılay'a inmişken Münir Derman Hocam'a uğrayıp vedâ edeyim dedim. O günlerde Hocam, Tarım Bakanlığı'nın arkasında bir özel hastane vardı. Oraya geliyordu. Müdür dostuymuş, onun odasında otururdu. Gittiğimde müdür odasının kapısı açıktı. Münir Hoca da yalnız oturuyordu. Gözleri görmüyordu. Henüz katarakt ameliyatını olmamıştı. Dışarıdan kendisine baktığımı hissetti.: “Hüseyin, sen misin oğlum?.” dedi. İçeri girdim. Karşısında boş bir koltuğu işâret etti oturdum. Bana.: “Çıkar oğlum bir kâğıt kalem.” dedi ve not defterimi çıkardım. “Yaz oğlum, o âyet Sâd Sûresinin 36. âyetiFe sehharnâ” diye başlar.” dedi, yazdım. Defteri cebime koydum. Düşünüyordum. Acaba nedir bu âyet?. Niçin bunu bana yazdırdı? Soramadım. “Eve gidince Kur’ÂN mealinden bakarım.” dedim. Hanım valizleri hazırlıyordu. Yolculuk telaşından gece yarısı Kur’ÂN'da âyet aradığımı unutmuşum. Kur’ÂN-ı Kerim'i açtım. Sad Sûresi 36. âyetin mealine baktım. Hazreti Süleyman'ın emrine rüzgârın verildiği ifâde ediliyordu. O zaman anladım ki gece aradığım âyeti vermiş.
Ben Dikmen'deki evimde gecenin yarısı Kur’ÂN-ı Kerim'de âyet arıyorum. Kimseye fısıldamamışım bile. Bulamayıp yatmışım. Münir Hoca en az 15 km uzakta Ulucanlar'da bundan nasıl haberi olmuş? Bu kerâmetten öte bir şey, nedir ben de bilmiyorum..


فَسَخَّرْنَا لَهُ الرِّيحَ تَجْرِي بِأَمْرِهِ رُخَاء حَيْثُ أَصَابَ
Resim---“Fe sehharnâ lehur rîha tecrî bi emrihî ruhâen haysu esâb(esâbe).: Bunun üzerine rüzgârı ona musahhar (emre amade) kıldık. Onun emri ile dilediği yere hafif hafif eserek giderdi.” (Sâd 36/38)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

RUS SAVAŞ GEMİSİNDEN TRABZON'a BOMBARDIMAN.:

Yine bir ziyâretim sırasında, Hanecioğlu Oteli'nin salonunda oturuyorduk. Münir Derman Hoca, Mürşidi Ömer İnan Efendi'den söz açmıştı. Birinci Dünya Savaşında, Trabzon önlerine bir Rus savaş gemisi gelmiş, başlamış Trabzon'u bombalamaya... Münir Hocam 8-10 yaşlarında. Babasıyla Ömer İnan Efendi Trabzon'un üstünde yüksekçe bir yere çıkmışlar. Ömer İnan Efendi eliyle bombaları savuşturur gibi bir hareket yapıyormuş. Gemi bütün toplarıyla şehri bombardıman ediyor, Fakat şehirde hiçbir yangın, hasar görünmüyor. Gemi bombardımanı bitirince uzaklaşıyor. Herhalde dürbünle bakıyorlar. Şehirde duman ve yangından eser göremeyince geri dönüyorlar. Ambarlarındaki bütün mermileri büyük gürültülerle şehrin üzerine boşaltıyorlar. Yine hiçbir duman, hiçbir yangın yok. Ömer İnan Efendi bir el hareketi ile mermileri patlamadan şehirden uzaklaştırmış. “Bunu ancak tasarruf sahibi büyük velîler yapılabilir.” diyordu Münir Hoca. Bir süre sonra bu olayı başka yerde de dinledim. Âdeta doğruluğu tasdik olunuyordu. TRT'de bir arkadaşın odasında üç-beş kişi sohbet ediyorduk. Eğitim şubesi müdürü Trabzonluydu. Sözü Birinci Dünya Savaşı'nda Trabzon'u bombalayan Rus gemisine getirdi. Bombardıman sırasında babası bir kahvenin bahçesinde oturuyormuş. Elinde de av tüfeği varmış. Rus gemisi bombardımana başlayınca kalkmış. Av tüfeği ile gemiye ateş etmeye başlamış. Herkes gülüyormuş.: “Yahu sen delirdin mi? Av tüfeğiyle gemi vurulur mu? Senin saçmaların zâten oraya ulaşmaz. Otur şuraya!.” demişler. Babası demiş ki.: “Ben de bileyrum oraya ulaşmaz ama karı gibi duracak mıyız? Bir şeyler yapmamız lazım!.”
Burada arkadaş halkın mücadele ruhunu vurgulamış oluyordu. Ben hiçbir şey bilmiyormuş gibi sordum.: 'Ee, peki ne olmuş? O bombardımandan Trabzon çok zarar görmüş mü?.” Şöyle bir duraladı Trabzonlu arkadaş.: “Yok yahu hiçbir mermi patlamamış. Sonradan mermileri boş bir alanda yığılı bulmuşlar.” dedi. O günkü Trabzonluların çoğu bu olayı biliyor ama nasıl olduğunu, mermilerin hiçbirinin niçin patlamadığını nasıl hepsinin bir yere yığıldığını belki düşünen bile olmadı. Herhalde doğal karşıladılar. Arkadaş bunları söyleyince bizim sohbet grubundan da kimsenin bu olağanüstü durum ilgisini çekmedi. “Nasıl olur böyle bir şey. Hadi mermiler patlamadı. Bütün şehre atılan mermilerin hepsi nasıl aynı yere düştü?.” diye merak edip soran olmadı. Ben de sesimi çıkarmadım. İnanmazlar vebâl altına girmiş olurum diye düşündüm..

Resim

HAÇKALI HOCA'dan TAYY-i MEKAN.:

Gençlik yıllarımda “Türkiye'nin Gizemleri” adlı bir kitap okumıuştum. Yazarını hatırlamıyorum. Kitap folklorik bir derleme niteliğindeydi. Çanakkale Savaşlarında bir bulutun içinde kaybolan İngiliz taburu, Nemrut Daği'ndaki esrarengiz olaylar, Türkiye'nin birçok bölgesinde sırrı çözülemeyen gizemli olaylar konu edilmiş; Karadeniz Bölgesi'nde de “Haçkalı Hoca” namıyla tanınan gizemli bir şahsiyetten bahsedilmişti. Rize, Trabzon, Samsun gibi birbirine uzak illerde, aynı gün, aynı saatte görenler birbirine anlatıyormuş. Kitap tasavvufî bilgiler ışığında yazılmadığı, halktan derlenen bilgilere yer verildiği için olay Tayy-ı Mekân kavramı ile açıklanmıyor, gizemli olaylar listesinde inceleniyordu. Ben de henüz tasavvufî konularla ilgilenmiyor, biraz merak, biraz hayretle okuyup geçiyordum. Yıllar sonra tasavvuf ehli kişiler ve tasavvufî konularla tanışınca olaylara bakış açım değişmişti.
Her zamanki gibi Hanecioğlu Oteli'nin salonunda birkaç kişi Münir Derman Hoca'yı dinliyorduk. Konu Tayy-l Mekân idi. Derman Hoca kendi yaptıklarını asla söylemez, başkalarından veya menkıbelerden anlatırdı. Bu kez de Haçkalı Hoca'yı seçmişti (Haçkalı Hoca ile aynı mürşidden, (Ömer İnan Efendi'den feyz alımşlardı.) Haçkalı Hoca 1864-1949 yıllarında yaşamış.
Olay Ramazan ayının sıcak yaz günlerine denk geldiği bir zamanda, Karadeniz sahilinde geçiyor. İftar saatine 15 dakika kalmıştır. Yemekler, sular hazır. Masada Münir Derman Hoca ve Ömer İnan Efendi de var. Haçkalı Hoca da orada ve ayakta duruyor (Ömer İnan saygısından oturmaz). Ömer İnan Efendi: “Efendi'ye.: “Haçkalı, sizin o dağ köylerinde kuyulara kar basarlar. Yazın da kar bulunurmuş. Hadi git de bir bakraç kar getir. Suları soğutalım!.” demiş. Haçkalı kaybolmuş. Kısa bir süre sonra bir bakraç karla dönmüş. Gideceği yere 24 saatte varılamazmış.
Ömer İnan Efendi.: “Bak Haçkalı, bu halinle sakın gurur, kibir getireyim deme. Biz verdiğimiz gibi bunu geri de alabiliriz. Biz isteseydik işte böyle uzanır (elini karlı dağlara doğru açmış ve kapamış) dağlardan kar alırdık.” demiş ve masanın üzerine bir avuç kar koymuş..
Tabii ki inanmak zor. İkisi de Tayy-ı Mekân. Büyük velîler için bunlar zor değil. Menkıbeler benzer olaylarla dolu.
Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri Anadolu'dan Karadeniz'e doğru elini uzatmış. Geri çektiğinde yeninden balıklar dökülmüş. “Karadeniz'de bir gemi batıyordu kurtardık!.” demiş. İşte yaşayan tanıklardan misâl...
(Özdamar'ın notu: Hazretle ilgili daha fazla bilgi için Kırkkandil Yayınları'ndan çıkan “Haçkalı Baba” adlı kitaba bakabilirsiniz.)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

RUS SAVAŞ GEMİSİNDEN TRABZON'a BOMBARDIMAN.:

Yine bir ziyâretim sırasında, Hanecioğlu Oteli'nin salonunda oturuyorduk. Münir Derman Hoca, Mürşidi Ömer İnan Efendi'den söz açmıştı. Birinci Dünya Savaşında, Trabzon önlerine bir Rus savaş gemisi gelmiş, başlamış Trabzon'u bombalamaya... Münir Hocam 8-10 yaşlarında. Babasıyla Ömer İnan Efendi Trabzon'un üstünde yüksekçe bir yere çıkmışlar. Ömer İnan Efendi eliyle bombaları savuşturur gibi bir hareket yapıyormuş. Gemi bütün toplarıyla şehri bombardıman ediyor, Fakat şehirde hiçbir yangın, hasar görünmüyor. Gemi bombardımanı bitirince uzaklaşıyor. Herhalde dürbünle bakıyorlar. Şehirde duman ve yangından eser göremeyince geri dönüyorlar. Ambarlarındaki bütün mermileri büyük gürültülerle şehrin üzerine boşaltıyorlar. Yine hiçbir duman, hiçbir yangın yok. Ömer İnan Efendi bir el hareketi ile mermileri patlamadan şehirden uzaklaştırmış. “Bunu ancak tasarruf sahibi büyük velîler yapılabilir.” diyordu Münir Hoca. Bir süre sonra bu olayı başka yerde de dinledim. Âdeta doğruluğu tasdik olunuyordu. TRT'de bir arkadaşın odasında üç-beş kişi sohbet ediyorduk. Eğitim şubesi müdürü Trabzonluydu. Sözü Birinci Dünya Savaşı'nda Trabzon'u bombalayan Rus gemisine getirdi. Bombardıman sırasında babası bir kahvenin bahçesinde oturuyormuş. Elinde de av tüfeği varmış. Rus gemisi bombardımana başlayınca kalkmış. Av tüfeği ile gemiye ateş etmeye başlamış. Herkes gülüyormuş.: “Yahu sen delirdin mi? Av tüfeğiyle gemi vurulur mu? Senin saçmaların zâten oraya ulaşmaz. Otur şuraya!.” demişler. Babası demiş ki.: “Ben de bileyrum oraya ulaşmaz ama karı gibi duracak mıyız? Bir şeyler yapmamız lazım!.”
Burada arkadaş halkın mücadele ruhunu vurgulamış oluyordu. Ben hiçbir şey bilmiyormuş gibi sordum.: 'Ee, peki ne olmuş? O bombardımandan Trabzon çok zarar görmüş mü?.” Şöyle bir duraladı Trabzonlu arkadaş.: “Yok yahu hiçbir mermi patlamamış. Sonradan mermileri boş bir alanda yığılı bulmuşlar.” dedi. O günkü Trabzonluların çoğu bu olayı biliyor ama nasıl olduğunu, mermilerin hiçbirinin niçin patlamadığını nasıl hepsinin bir yere yığıldığını belki düşünen bile olmadı. Herhalde doğal karşıladılar. Arkadaş bunları söyleyince bizim sohbet grubundan da kimsenin bu olağanüstü durum ilgisini çekmedi. “Nasıl olur böyle bir şey. Hadi mermiler patlamadı. Bütün şehre atılan mermilerin hepsi nasıl aynı yere düştü?.” diye merak edip soran olmadı. Ben de sesimi çıkarmadım. İnanmazlar vebâl altına girmiş olurum diye düşündüm..


Resim

HAÇKALI HOCA'dan TAYY-i MEKAN.:

Gençlik yıllarımda “Türkiye'nin Gizemleri” adlı bir kitap okumıuştum. Yazarını hatırlamıyorum. Kitap folklorik bir derleme niteliğindeydi. Çanakkale Savaşlarında bir bulutun içinde kaybolan İngiliz taburu, Nemrut Daği'ndaki esrarengiz olaylar, Türkiye'nin birçok bölgesinde sırrı çözülemeyen gizemli olaylar konu edilmiş; Karadeniz Bölgesi'nde de “Haçkalı Hoca” namıyla tanınan gizemli bir şahsiyetten bahsedilmişti. Rize, Trabzon, Samsun gibi birbirine uzak illerde, aynı gün, aynı saatte görenler birbirine anlatıyormuş. Kitap tasavvufî bilgiler ışığında yazılmadığı, halktan derlenen bilgilere yer verildiği için olay Tayy-ı Mekân kavramı ile açıklanmıyor, gizemli olaylar listesinde inceleniyordu. Ben de henüz tasavvufî konularla ilgilenmiyor, biraz merak, biraz hayretle okuyup geçiyordum. Yıllar sonra tasavvuf ehli kişiler ve tasavvufî konularla tanışınca olaylara bakış açım değişmişti.
Her zamanki gibi Hanecioğlu Oteli'nin salonunda birkaç kişi Münir Derman Hoca'yı dinliyorduk. Konu Tayy-l Mekân idi. Derman Hoca kendi yaptıklarını asla söylemez, başkalarından veya menkıbelerden anlatırdı. Bu kez de Haçkalı Hoca'yı seçmişti (Haçkalı Hoca ile aynı mürşidden, (Ömer İnan Efendi'den feyz alımşlardı.) Haçkalı Hoca 1864-1949 yıllarında yaşamış.
Olay Ramazan ayının sıcak yaz günlerine denk geldiği bir zamanda, Karadeniz sahilinde geçiyor. İftar saatine 15 dakika kalmıştır. Yemekler, sular hazır. Masada Münir Derman Hoca ve Ömer İnan Efendi de var. Haçkalı Hoca da orada ve ayakta duruyor (Ömer İnan saygısından oturmaz). Ömer İnan Efendi: “Efendi'ye.: “Haçkalı, sizin o dağ köylerinde kuyulara kar basarlar. Yazın da kar bulunurmuş. Hadi git de bir bakraç kar getir. Suları soğutalım!.” demiş. Haçkalı kaybolmuş. Kısa bir süre sonra bir bakraç karla dönmüş. Gideceği yere 24 saatte varılamazmış.
Ömer İnan Efendi.: “Bak Haçkalı, bu halinle sakın gurur, kibir getireyim deme. Biz verdiğimiz gibi bunu geri de alabiliriz. Biz isteseydik işte böyle uzanır (elini karlı dağlara doğru açmış ve kapamış) dağlardan kar alırdık.” demiş ve masanın üzerine bir avuç kar koymuş..
Tabii ki inanmak zor. İkisi de Tayy-ı Mekân. Büyük velîler için bunlar zor değil. Menkıbeler benzer olaylarla dolu.
Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri Anadolu'dan Karadeniz'e doğru elini uzatmış. Geri çektiğinde yeninden balıklar dökülmüş. “Karadeniz'de bir gemi batıyordu kurtardık!.” demiş. İşte yaşayan tanıklardan misâl...
(Özdamar'ın notu: Hazretle ilgili daha fazla bilgi için Kırkkandil Yayınları'ndan çıkan “Haçkalı Baba” adlı kitaba bakabilirsiniz.)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

EPİLEPSİYE UZAKTAN TEŞHİS ve TEDÂVİ.:
Bursa'da çok yakınım olan bir genç kızda ruhî rahatsızlıklar başlamıştı. Zaman zaman saldırgan da oluyordu. Önce akıl ve ruh hastalıkları doktorlarına gidildi. Şizofren teşhisi koydular. İlaçlar dâhil hiçbir tedâviye cevap vermiyordu. Çâresiz kalınca kuştan medet umulur demişler. Hocalara, hüddamcılara başvuruldu. Bursa yetmedi, nerede bir hüddamcı (cinci) duydularsa çağırdılar. Adapazarı'ndan Balıkesir'den gelenler oldu. Çâre yok!.

Hasta gittikçe ağırlaşıyor, hezeyanlar, saldırganlıklar atıyor. Sonunda Bursa Tıp Fakültesi Hastanesi'nin ilgili bölümüne yatırılmış. Yemiyor, içmiyor, konuşmuyor. Refakatçi kalan annesini, ablasını bile tanımıyormuş. Bana, Ankara'ya telefon açtılar.: “Çok ağır, doktorlar ölümünü bekliyor!” dediler. 10 gün olmuş bir şey yemiyor, su içmiyormuş. Yemeden uzun zaman yaşanır ama susuz yaşanmaz. Darda kalınca Derman Hocamız’a koşardık. Vakit kaybetmeden Hanecioğlu Oteline gittim. Hoca salonda bir masada yalnız oturuyordu. Aceleyle Bursa'dan gelen haberi anlattım.: “Doktorlar ne diyormuş?” dedi. “Şizofren teşhisi koyduklarını, ümitsiz olduklarını, hastanın komada son anlarını yaşadığını söylemişler!.” dedim. Bir saniye sürmeyen bir şekilde duraksadı. O duraksamayı biz çok görmüştük ve Tayy-ı Mekân ile gidip geldiğine inanırdık. “Tayy-ı Mekân ışınlanma değildir.” demiştik. Işınlanmada kaybolma vardır. Tayy-ı mekânda kaybolma olmaz. Işınlanma fizik olayıdır. Tayy-ı Mekân ise ruhsal olaydır. Beden fiziğin değil ruhun emrinde olduğu için, aynı ÂNda itab yüzlerce, binlerce yerde görünebilir.
Bir saniyelik duraksamadan sonra Münir Hoca.: “Hayır oğlum şizofreni değil, epilepsi yani sara!.” dedi. Tam teşekküllü Üniversite Hastanesi'nin doktorları, bütün tahlil ve tetkikleri sonucu şizofren teşhisi koyuyorlar. Münir Hoca 400 kilometre uzaktan ve hastayı görmeden epilepsi diyordu..

Bir kâğıt peçetenin ucundan tırnak büyüklüğünde bir parça kopardı. Başparmak tırnağından küçüktü, büyük değildi. Üzerine yatık durumda bir “v” harfi yazdı. Şöyle “<” büyük veya “>” küçük işâreti olarak da kullanılır.
“Sen şimdi Bursa'ya gideceksin. Bu kâğıdı suyun içine atıp, bu sudan içireceksin. Gerisini daha sonra hazırlayacağım.” dedi. ALLAH'ım bu neydi? Muska değil. Âyet değil. Belki tek bir rakam. Herhalde uzaktan mânevî müdahalede bulunacak. Bu da himmetini gizlemek içindir diye düşündüm..

Bursa'ya gittim. Hastanın ablası.: “Aman amca, bunu suya atamayız. Doktorlar çok kızıyor.” dedi. Gitmeden bir metal sürahi aldık. İçinde bir şey görünmesin diye. Hastanın yanına girmeden nöbetçi doktorla görüştüm.: “Biz Eğitim Enstitüsü'nde “Ruh Sağlığı” dersleri okuduk. Terimlere âşinâyım. Teşhisinizi bana terimlerle anlatabilirsiniz.” dedim. Teşhisleri şizofreniymiş. Epilepsiyi düşündürecek bir işâret görmüşler ama bir daha tekrarlamamış. Tekrarlarsa omurilikten sıvı alınıp tahlil edilecekmiş..

20-30 kişilik koğuşta hasta tek başınaydı. Diğer hastalar bayram iznine gönderilmiş. Bizim hasta ayak ve kol bileklerinden karyolaya bağlanmıştı. Ancak oturuş durumuna kadar bağlar serbest bırakıyordu. Boşaltım sondaya bağlanmıştı. Başında “Ferit” adında bir hasta bakıcı ve annesi vardı. Beni tanımadı. Zâten annesini ve ablasını da tanımıyormuş. 10 gündür yiyip içmediği gibi uyumamış ve konuşmamış.
Ferit'in dışarı çıktığı bir anda suyu metal sürahiye boşalttık ve tırnak büyüklüğündeki kâğıdı suya attık. Oradan bir miktar bardağına aldık. İçirmek mümkün değildi. Elleri bağlı olduğu halde, baş hâreketleri ve püskürtme ile reddediyor, ağzını açmıyordu. Dudaklarını dişlerinin arasına bastırarak zorla ağzını açtırdım ve bir kaşık suyu boğazına boşalttık. Yutkundu ve bir kaşık su midesine indi. 10 gündür uyumayan kız birden uykuya daldı. İki dakika kadar uyudu, uyandı. Beni fark etti.: “Amca hoş geldin. Yengem nasıl? Çocuklar nasıl? Nesrin Hanımlar nasıl?” diye akıllı akıllı sorular soruyordu.
Ferit birden kayboldu. Nöbetçi doktora gitmiş.: “O hasta Ankara'dan gelen Amca ile konuşuyor!.” demiş. Doktor koşarak odaya girdi.: “Aynur Hanım, amca ile konuşuyormuşsun bizimle niye konuşmuyorsun? Biz sana ne yaptık? Bizimle de konuşsana kızım!.” dedi. Hasta gayet sakin ve aklı başında.: "Sizinle ne konuşmamı istiyorsunuz Doktor Bey? Ne konuşayım?”' dedi. Doktorun sanki aklı başından gitti. 10 gündür sesini işitmedikleri hasta gayet akıllı konuşuyordu. “Tamam tamam... Bu kadar yeter!.”' dedi. Kaçar gibi çıktı. Hasta.: “Acıktım.”' dedi. Ferit koşarak mutfağa gitti. Soğumuş yemeklerden getirdi. Hasta 10 günlük açlığın üzerine yedi de yedi. Bol su içti ve tekrar uyudu..

Ankara'ya döndüğümde Münir Hoca muska gibi katlanmış bir kâğıt hazırlamıştı. Herhalde muska idi.: “Bunu gümüş bir muhafazanın içine koysunlar. Kolye gibi devamlı boynunda taşısın.”' dedi. 40 gün sonra hasta sıhhatine kavuşmuş olarak taburcu edilmiş..

Olayın üzerinden 30-35 yıldan fazla zaman geçti. Hasta sıhhatli bir hanım olarak hayatta. Konu üzerinde konuşurken Münir Hoca açıkladı.
"Doktorlar.: “beyin sıvıları yükseldi, beyin sıvıları alçaldı.” der. Neden alçalıp, neden yükseldiğini söyleyemezler. Epilepsi de o varlıkların, cinlerin işidir. Beyine isâbet ettiği zaman, beyin sıvılarını etkiler."' dedi. Daha birçok ruhî ve bedenî hastalığa sebep olabiliyorlarmış. İstanbul'da Tıp Fakültesinde öğrenciyken, ruh ve akıl hastalıkları doktoru ünlü Prof. Dr. Mazhar Osman Hocalarıymış. "O bilirdi. Fizyolojik sebeplerden kaynaklanan hastalıkları kendi tedâvi eder, cinlerin sebep olduğu hastalıklar için Arap Hoca vardı; onu çağırır, okuturdu.” dedi.
“Hocam, Bursa'daki hastaya çok Hoca ve hatta cinci çağırıp okuttular. Hiçbirinin faydası olmadı.” dedim.
Hoca güldü.: “Oglum, onların (cinlerin) arasında öyle âlim olanlar var ki, Kur’ÂN'ı ezbere bilirler. Uzun ömürlüdürler. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz'in arkasında namaz kılmış olanlar var. Senin Hoca dediklerinin onlara etkisi olmaz.”'
Derman Hoca'nın onlar üzerinde de tasarrufu vardı..

İSTESEK ONU YAKARIZ.:
Bir kadın zaman zaman evinde pelerinli bir adam görüyor, korkuyormuş. Münir Hoca'ya bunu söyledim. “Biz o şeyi istesek yakarız ama ALLAH'ın mahlûkudur, kıyamayız. Merak etmesin. Ben gider ona görünürüm. Onu yadırgatırım. Bir daha gelemez!.”' dedi. Nasıl gitti? Korkuttu mu? Nasıl yadırgattı? Bilmiyoruz ama problem bitmiş oldu..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

ESKİŞEHİR'de BÜYÜCÜ TATAR HOCA.:

Daha önce olayı Yurdanur Hanım'dan dinlemiştim. Bir gün Münir Hoca kendisi de anlattı. Eskişehir Devlet Hastanesi'nde çalıştığı yıllarda, bir gün hastaneye bir kadın getirmişler. Kadın çığlık çığlığa.: “Ölüyorum, çatlıyorum beni kurtarın!.” diyormuş. Karnı balon gibi şişmiş. Doktorlar başına toplanmış. Ne yapacaklarına karar veremiyorlar. Münir Hocam.: “Hastayı bana bırakın, siz gidin o benim hastam.” diyor. Hastayı odasına alıyor kadının poposuna bir tekme vuruyor. Kadın öğürerek içindekileri çıkarıyor ve rahatlıyor. Bakın şimdi.: “10 dakika sonra iki kadın daha gelecek!.” diyor. Aynen 10 dakika sonra.: “Ölüyorum, patlıyorum!.” diye çığlık atan iki kadın getiriliyor. Önce gelen kadına.: “Siz büyü yaptırdınız değil mi? İtiraf etmezseniz ölürsünüz!.” demiş. Biraz tehdit, biraz korkutma ile itiraf ettirmiş ve bir daha böyle işlerle uğraşmayacaklarına dair söz almış. Onlara da birer tekme... Onlar da boşalmış ve rahatlamışlar..
Bakın demiş.: “10 dakika sonra esas suçlu gelecek.” Aynen 10 dakika sonra meşhur büyücü Tatar Hoca'yı taksiyle yetiştirmişler.: “Ölüyorum, çatlıyorum, kurtarın...” çığlıklarıyla... Münir Hoca.: “O kadına sen büyü yaptın değil mi? Gebereceksin, seni kurtarmayacağım.” demiş. Tatar Hoca.: “Aman doktor, ne istersen yaparım. Beni kurtar.” demiş. Karnı davul gibi şişmiş. Münir Hoca.: “Yatırın masaya bunun karnını deşicem.” demiş ve büyücüyü masaya yatırmışlar. “Söyle bakalım, bir daha büyü yapacak mısın?” diye Münir Hoca tarafından tövbeler, yeminler ettirilmiş. Münir Hoca büyücünün davul gibi şiş karnına eliyle bir vurmuş, büyücü aşağıdan yukarıdan boşalmış ve kurtulmuş.
Gelelim olayın yorum ve tahliline...
Haddim olmadığı halde bundan sonrası benden. Seri halinde bir büyü ve kurtarma operasyonu görüyoruz. Büyü yapma olduğu gibi büyü bozma teknikleri de var ama burada bir büyü bozma tekniği uygulanmıyor. Tekme ile büyü yaptıranlara geri gönderiliyor. İkincisinde de yapana geri gönderiliyor. Önce büyünün ne olduğuna bakalım. Büyü vardır ve İslâm dininde yasaktır. Yapan da, yaptıran da kâfir olur. İlkel kavimlerde ve putperestlerde daha çok yapılır. Putperestler Hazreti Peygambere de yaptılar. Felak ve Nas sûreleri bunun için indirildi. Büyüyu cinciler yapar. Eskiden onlara “hüddamcı” denirdi.
Hüddam, hâdeme ile aynı köktendir, Hüddamcı'nın emrinde o varlıklardan belli sayıda var (Hatırladığım kadarıyla Medyum Memiş 8 askerim var diyordu TV'de...). Çağırdıkları zaman gelir, emrine girer. Onların yazdığı muskalar, emirlerindeki varlığa yazılmış emir, tâlimat niteliğindedir.: “Git, falan kişiye şu kötülüğü yap!.” gibi. Tabii ki emri alan varlık gider, O kişiyi savunmasız bulursa emri uygular. Ne zaman uygulayamaz? Kişi abdestli geziyorsa, ALLAH'a sığınmışsa, Felâk ve Nâs Sûrelerini, Âyet-el Kürsî'yi okuyorsa, haram yemiyorsa, ALLAH'a kulluk görevlerini unutmuyor, tam yapıyorsa koruma altındadır. Kısaca tam bir Müslümansa o varlık yaklaşamaz. Sahibinin emrini yerine getiremez. Çok şükür o kadar korkulacak şey değiller..
Gelelim anlatılan olaya... Bize göre Derman Hoca o tekmeyi kadına değil ona musallat olan varlığa vurdu. Dayak yiyen varlık, öcünü almak üzere, sebep olan kadınlara koştu. Oradan da dayakla kovulunca ona o görevi veren sahibine koştu. Öcünü ondan almak istedi. O varlıkların dünyası ayrı, bizim ki ayrıdır. Onlarla iş yapmak haramdır, yasaktır ve tehlikelidir. Bulaşmayalım savunmasız da kalmayalım..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

KÂİNÂT'ın SIRRI O’nda..

Münir Derman Hoca hayatının son iki buçuk yılını Keçiören'de Sanatoryum Hastanesi'nde geçirdi. Kendisine, tefriş edilmiş güzel bir oda ayrılmıştı. Eşi Cahide Hamınla orada kalıyordu. Haber Yurdanur Hanım'dan geldi. Son zamanlarda hastalığı epey artmış. Bazı varlıklar etrafında toplanıyor, Hoca'yı huzursuz ediyorlarmış. “Bir hoca bulun, okutun!.” demiş. Yurdanur Hanım söylemese inanmazdım. Böyle bir talep hocanın tarzına uymuyordu, Yine de araştırdım. Tanıdığımız bir Hasan Efendi vardı. Tasavvufî Sohbet açardı. Üniversite öğrencilerinden az sayıda bir cemaati de vardı. O varlıklara tasarruf ettiğini de biliyordum. Hasan Efendi'yi buldum. Derman Hoca'yı tanımıyormuş, Hastalığını ve bazı varlıklar tarafından rahatsız edildiğini söyledim. Birlikte Keçiören Sanatoryum Hastanesi'ne gittik. Münir Hoca ayakta, odasınm içine geziniyordu. Bizi ayakta karşıladı. Hasan Efendi ile tek kelime konuşmadılar. "Hocam!. Yurdanur Hanım bazı varlıklar tarafından rahatsız edildiğinizi söyledi. Siz isterseniz onları kovarsınız.” dedim, Münir Hoca.: “Oğlum hastayım. Onlarla uğraşacak halim yok!.” dedi. Oturmadık. İzin istedik çıktık. Hasan Efendi halden hale giriyordu.: “Yahu O ne büyük bir zâtmış. Ben böyle büyük birini hiç tanımadım. Kendisine bir şey sordum. Cevâbı semâvâttan geldi. Kâinatın bütün sırrı onda... O varlıklar ona hiçbir zarar veremez. Onlar sır peşinde.: “Hasta haliyle ağzından bir sır kaçırır da kaparız!.” diye etrafında toplanıyorlar. Kâinatın bütün sırrı onda!..” dedi.
Ben varlık da görmedim. Hasan Efendi'nin soru sorduğunu ve cevâbını semâvâttan aldığını da işitmedim. Onlar aralarında mânevî lisânla sessiz konuştular herhalde..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim
kaddesallahu sırrahu..

MANSUR EFENDİ'den MEKTUB.: “O’nu GÖREN O’na YAKLAŞAMAZ!.

Sık sık bahsettiğim Yurdanur Şendir, (Danıştay'da yüksek hâkim) apartman komşumuzdu.. Münir Derman Hazretleri ile ve daha dört mânevî büyük ile bizi o tanıştırmıştı. Yine haber ondan geldi. İstanbul'da Mansur Işıdan adında Münir Derman Hazretleri'nin yetiştirdiği bir Şeyh varmış. Avukat Mansur Işıdan'ın 100 bin kadar da müridi varmış. Ankara'da müridlerine bir mektup yazmış. Mektubun teksir edilmiş bir parçasını bana da gösterdi Yurdanur Hanım. Mansur Efendi, Ankaralı tanıdıklarına özetle şöyle diyor.:
“Ankara'da Hocam Mürşidim Münir Derman Hazretleri'nin kıymetini bilin. O zamanın Ebû Hureyresî'dir. Kutupların Kutbudur. Zâhirî ve Mânevî İlimlerde yeri doldurulamaz büyük bir Velîdir. Ankara'ya geliyorum. Görüşmek için yanıp tutuşuyorum ama görüşemiyorum. Karşısına çıkamıyorum. Onun gerçeğini gören ona yaklaşamaz. Karşına çıkamaz. Onun etrafındaki kişiler onu göremeyenlerdir!.”
Bu ifâdelere göre biz onu göremeyenlerdendik. Gören nasıl görüyor ve neden ona yaklaşamıyor? Yurdanur Hanım'a sordum açıklayamadı. Kendisine soramazdım. Edeben soramazdım. Sık sık ziyâretlerine gittiğimiz, kerâmetlerine tanık olduğumuz mânevî annemiz Şâziye Anne'ye soracaktım. İlk ziyâretimizde sordum. Şâziye Anne.: “Oğlum, güneşe bakabiliyor muyuz? Gözleriniz kamaşır. Güneş gözlüğüyle bile bakamayız. Biliyorsun Güneşe bakmak için isli cam kullanılır.” dedi.
Bu sözlerden çıkardığım anlam.: Münir Derman Hazretleri'nin gerçeği öyle güçlü bir nur idi ki, ona bakmaya tahammül edilemezdi. Bizlerden gerçeğini gizlediği için biz ona rahatça yaklaşabiliyorduk..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

MEVLÂNÂ TÜRBESİ'nde..

Münir Derman Hazretleri, kalabalık bir heyetle Konya'da Mevlânâ Türbesi'ne gitmişler, Üst düzey bürokratlar çoğunluktaymış. Ziyâretçilerin hepsi türbeye girmiş. Derman Hoca girmemiş, dışarıda beklemiş. Çıktıklarında biri hocaya takılmış.:
“Ne o doktor içeri girmedin. Beğenmedin mi?.” demiş.
Münir Hoca, Mevlânâ'nın meşhur beytinin Farsçasını okumuş ve.: “Tabii ki anlamadın. Tercüme edeyim.” demiş.
“Ne olursan ol, puta da tapsan, ateşe de tapsan, bin kere tövbeni bozsan da yine gel!.” mealindeki beyti tercüme etmiş.
“Görüyorsun ki beni çağırmıyor. Ben puta da tapmadım, ateşe de tapmadım. Tövbe mi de hiç bozmadım. O beni çağırmıyor. Belli ki sizi çağırıyor!.” demiş.

Zamanında Hocası Ömer İnan Efendi O'na.: “Konya'ya gidersen türbeye girme. Sen girersen o ayakta duran yatar!.” demiş.
Bu sözle Ömer İnan Efendi ne anlatmak istedi. Bunu sormadım. Halâ da anlamış değilim. Boyumu aşan konular üzerinde düşünme gereğini duymuyorum.
Bu konuyu geçmeden değinmek istiyorum. Münir Derman Hoca.:Mevlânâ” demezdi. “Celâleddin-i Rûmî Hazretleri” derdi. “Celaleddin-i Rûmî Hazretleri.: “Ben Mevlana'yım!.” dememiştir!.” derdi.
Bu ismi kim, ne zaman koydu bunun konusu geçmedi. Burada yine bilgi kırıntılarımla bir tahlil yapmak istiyorum. Arapça'da “nâ” eki birinci çoğul şahıs ekidir. Yani Türkçedeki “mız” eki “Mevlâ'mız” anlamına gelir. “Mevlâ” kelimesinin bildiğimiz yaygın olarak kullanılan anlamından başka bir anlamı daha mı var? Varsa o anlamda mı kullanılmıştır bilemiyorum..


Resim
Bâzâ bâzâ her ânçi hestî bâzâ,
Ger kâfîr u gebr u put-perestî bâzâ,
İn dergeh-i mâ, dergeh-i növmîdî nîst,
Sad bâr eger tövbe-şikestî bâzâ.:


Gene gel, gene. Ne olursan ol,
İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta,
İster yüz kere tövbe etmiş ol,
İster yüz kere bozmuş ol tövbeni.
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı;
Ne olursan ol yine gel!.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

TARİKAT FAALİYETİ İCRÂ ETMEZDİ.:

Münir Derman Hoca ile ömrünün son 11 yılında çok beraber olduk. Sohbetlerini dinledik, birebir sohbet ettik. Bir tarikata mensubiyeti hakkında bilgim olmadı. Dedesi Ahmet Ziyâüddin Gümüşhânevî Hazretleri'nin padişâhlara danışmanlık ettiğini, “Tarikatlarda Usul” adlı eseri olduğunu biliyordum. Münir Derman Hazretleri'nin de beş post sahibi olduğunu yani beş tarikatın büyüğü olduğunu söyleyenler vardı ama bir tek müridi olduğunu, tarikat faaliyeti yürüttüğünü görmedim. Konuşmalarından tarikat bağı olmadığını düşünürdük. '”Bektâşî Tarîkatı'nı Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri kurmadı. Kendisinden 150 yıl sonra Balım Sultan kurdu. Mevlevî Tarikatı'nı Sultan Veled kurdu. Bayrâmi Tarikatını Hacı Bayram-ı Velî değil, sonradan gelenler kurdu.” derdi. Derman Hoca, 1989 yılında hakka yürüdü. Aradan 25 yıl geçtikten sonra hatıralarımı kayda geçirmeye karar verdiğim de, tarikatlarla ilgisi konusunda hiçbir şey bilmediğimi gördüm. Yakınlarına sorup bilgi edinmek istedim. Torunu Gül Hanım'a sordum. Gözlemlerimiz doğruymuş. Gül Hanım, hiçbir tarikatla ilgisi olmadığını söylediler. “Tek yol Allah'ın yoldur, Resûlullah'ın yoludur.” dermiş.
Bir gün otelin salonunda oturuyorduk. Üç yaşlı sakallı geldi. Derman Hoca'ya tarikat şeyhlerinden yakındılar. Yıllar önce bir tarikat şeyhine bağlanmışlar. Şeyh onları derslemiş (Mânevî tekâmülleri için zikir görevleri vermiş.). Kimine günde beş bin zikir, kimine onbeş bin zikir veriyormuş. Bütün görevleri, zikirleri yıllardır yaptıkları halde hiçbir gelişme sağlayamamışlar. Ne yapmaları gerektiğini sordular. Münir Hoca onların bir güzel taklidlerini yaptı.: “Onbeş bin zikir çekilir mi? “Yâ Allah!. Yâ Allah!..” “Kızım bak kapı çalıyor. Yâ Allah!..” “Bak oğlum telefona... Yok, pencereyi kapatın, yok bilmem ne... Yâ Allah!..”
“Böyle yapıyorsunuz değil mi? Sayı doldurmak için zikir yapılmaz oğlum. Bir defa hakkını vererek “Allah!.” deyin, düşer bayılırsınız. Getirin o şeyhinizi onun sakallarını yolayım!.”
dedi..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

KUR’ÂN -ı KERİM VE ONBİR CİLTLİK LEDÜNNî TEFSİRİ..

Münir Derman Hoca çok güzel Kur’ÂN okurdu. Küçük yaşta hafız Nigar Hatun'dan Kur’ÂN öğrenmiş ve 9 yaşında Kur’ÂN 'ı ezberlemiş. Daha sonra hocası büyük velî Ömer İnan Efendi Hz. ile pekiştirmiş.
Fransa'da öğrenimine devam ederken Suudi Arabistan Prensi ile tanışır, arkadaş olurlar. İstanbul'da Tıp Fakültesini bitirip doktor olduktan sonra prens kendisini Suudi Arabistan'a dâvet eder. Orada 5 yıl Kraliyet Sarayı'nda doktor olarak çalışır. Orada çalışırken Mısır'da ünlü El Ezher (Câmii'ü’l- Ezher) Üniversitesi'ni de bitirerek mânevî ilimler doktorası yapar. Arapçayı, Araplardan çok daha iyi konuşur ve yazar hale gelmiştir. Kur’ÂN 'ı tercüme ve tefsir edebilecek bir âlimdir artık. Nitekim “Kur’ÂN -ı Kerim'in 11 ciltlik Ledunnî Tefsiri”ni yapmış, yayınlamamış, kimseye göstermemiş. Bir yerde saklıyormuş. Onun çalışmalarını yakından bilen Yurdanur Hanım'ın söylediğine göre,: “Daha zamanı gelmedi!..” diyormuş.
Biliyoruz ki Ledünn İlmi, Sır İlmidir. ALLAH İlmidir. Halk onu anlayamaz, hazmedemez. Halk için helâl olan Şeriat İlmidir. Hazreti Resûlullah Ledünn İlmini bilirdi. Kimseye söylemezdi. Sadece Hazreti Ali ve Hazreti Ebûbekir’e öğrettiği söylenir. Bir de Ebû Hüreyre ile konuşurdu derler.
Kur’ÂN -ı Kerim'in yedi tayfı olduğu söylenir. Bu, bir âyetin zâhiri, herkesçe anlaşılan bir anlamı olduğu gibi, gizli, iç içe yedi anlamı daha var demektir. Büyük velîler, dervişlerini eğitirken önce âyetlerin açık anlamlarını, sonra idrak seviyeleri yükseldikçe ikinci, üçüncü, yedinci anlamlarını açıklarlarmış. Münir Derman Hoca, 11 ciltlik Ledünnî Tefsir yazdığına göre, âyetlerin gizli anlamlarını da açıklamış demektir.
Bir gün Münir Hoca'ya bunu sordum. 11 ciltlik Kur’ÂN tefsiri'ni yazmışsınız, bir sponsor bulup onu yayınlatsak dedim.: “Oğlum, ben onu 40 yıl önce yazmıştım (1940'lı yıllar). O günün Türkçesiyle yazmıştım. Bugün için çok ağır. Oturup sadeleştirmem, yeniden kaleme almam gerekir." dedi. Cevabı pek tatmin edici bulmadım. Belli ki henüz halka açılmasını doğru bulmuyordu. Kendi el yazısıyla yazdığı bu 11 ciltlik eser nerede?. Kimde kaldı?. Bilmiyorum..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

CELÂLLENİNCE SESİNİ FISILTIYA ÇEVİRİRDİ..

"Lâterfe'û esvâteküm fevka savti’n- nebîyyi.: Seslerinizi Peygamber'in sesinden fazla yükseltmeyin!.”
Hucûrât Sûresi'nin ikinci âyetinde geçen bu emri, Münir Derman Hoca sık sık tekrarlar ve kendisi de harfiyen uyardı. Sesini yükselttiğini hiç duymadım. 11 yıl çok sık görüştük. Masasında oturdum. Sohbetini dinledim. Hastayken ziyâret ettim. Hiçbir zaman yüksek sesle konuştuğuna veya bağırdığına şâhid olmadım. Celâlliydi. “Kızdığı zaman bağırırdı ya da bağırdı!.” diyenlere, yazanlara rastladım. Kesinlikle yanlış algılamadan kaynaklanan sözler bunlar. Aksine celâllendiği zaman bağırmamak, sesini yükseltmemek için sesini fısıltıya çevirirdi. O fısıltı öyle keskin ve tonlaması celâlîyyet ifâde eden bir fısıltı olurdu ki, işiten onu bağırmak gibi algılardı. Çünkü bağırmaktan çok daha etkili bir fısıltı türüydü. Onun için bazılarının anılarında “bağırdı.” diye geçen sözler işte bu celâlîyyet halindeki fısıltının şiddetli etkisidir ve yanlış algılamadan kaynaklanmıştır.
Hucûrât Sûresi'ndeki bu âyet bazı kaynaklarda Resûlullah'ın huzurunda yüksek sesle konuşmayı önlemek için, onun huzurunda yüksek sesle konuşmayı yasaklamak gibi yorumlanmaktadır. Oysa âyet bugün de orada duruyor ve Derman Hoca onu her zaman ve herkes için emir sayarak uymakta azâmî titizlik göstermiştir. Bizlere de.: “Konuşurken sesinizi Resûlullah'ın sesinden fazla yükseltmeyin!.” derdi. Resûlullah Efendimizin de sesini hiç yükseltmediğini söylerdi.
Buna göre, alçak sesle konuşmak hem farz, hem de sünnettir. Düşünenler için bu ne güzel bir edeb, ne yüksek bir ahlâktır. Birçok kavga hatta cinâyetlerin bile çoğu ses tonunu ayarlayamayan, bağırıp çağıranlar yüzünden çıkmaz mı?. ALLAH bizleri Kur’ÂN ve Peygamber Ahlâkı’ndan ayırmasın!.


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ أَن تَحْبَطَ أَعْمَالُكُمْ وَأَنتُمْ لَا تَشْعُرُونَ
Resim---“Ya eyyuhâllezîne âmenû lâ terfeû asvâtekum fevka savti’n- nebiyyi ve lâ techerû lehu bi’l- kavli ke cehri ba’dıkum li ba’dın en tahbeta a’mâlukum ve entum lâ teş’urûn (teş’urûne).: Ey iman edenler! Seslerinizi peygamber'in sesi'nden fazla yükseltmeyin. Ve o'na sözü, birbirinize bağırdığınız gibi bağırarak söylemeyin. Siz farkında olmadan amelleriniz hebâ olur.” (Hucurât 49/2)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

NEDEN “SIRLAR” DEMİŞ?.

Münir Derman Hz.'nin “Allah Dostu Der Ki...” adlı bir cilt, “Allah Dostu Der Ki... Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu” adlı beş ciltlik eseri var. Bu kitaplarda bazı konuları bir yere kadar yazar. “Bundan sonrasını yazamam sırdır!.” gibi ifâdeler kullanır. Bu tür ifâdelere Muhiddin-i Arabi Hz.'nin kitaplarında da rastlıyoruz..
Bir gün Derman Hoca'ya sordum. “Muhiddin-i Arabi Hz.inin kitaplarında olduğu gibi kendi kitaplarında da bu tür ifâdeler olduğunu” söyledim. “Bu sırları neden yazamadıklarını, mânevîyattan mı yasak konduğunu” sordum. “Hayır oğlum, konmuş bir yasak yok. Biz yazabiliriz fakat olan okuyunca, size olur. Tahammül edemezsiniz. İmanını kaybeden bile olur!.” dediler.
Ebû Hüreyre Hz.'nin sözlerini düşündüm. Resûlullah Efendimiz ile ledünnî konularda sohbetleri olurmuş. Sahabeler.: “Ne konuştunuz?” diye sorduklarında.: “Söyleyemem. Söylersem sen dinden çıkmışsın, kâfir olmuşsun dersiniz!.” dermiş.
Yine Ebû Hüreyre.: “Ben Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'den iki çeşit ilim aldım. Bunlardan biri size anlattığım ilimlerdir. İkincisini de söylersem boğazımı keserler. İkinci ilim Sırlar İlmidir. Herkes bunu anlayamadığı gibi ALLAHu TeÂLÂ da onu herkese vermez.” diyor.
Münir Derman Hz.inin “Allah Dostu Der Ki...” adlı kitaplarında Osmanlı tarihinden bazı konular ders kitaplarına geçmemiş yönleriyle anlatılıyor..

1596. Haçova Meydan Savaşı'nda düşman padişâhın çadırına kadar gelmiş. Savaşı kaybetmek üzereyken padişâh III. Mehmet otağındaki altın sandıktan Peygamberimizin hırkasını çıkarmış ve giymiş. Bozguna uğrayan asker birden canlanır ve zafer kazanılır. Preveze Deniz Savaşı'nda da benzer bir mucizevî olay yaşanır. Haçlı donanması 600 parça gemi ile Türk donanmasını Preveze Körfezi'nde kuşatır. Rüzgâr onların lehinedir. Gemi sayısı 4 kat fazladır. Ümitlerin kesildiği anda Barbaros Hayrettin Paşa Kur’ÂN-ı Kerim'den Sad Sûresi'nin 36. âyetini yazıp kadırgasının direğine astırır. Birden rüzgâr yön değiştirir. Bizim yelkenler şişer, onların boşalır ve zafer Türk donanmasının olur..

Yavuz Sultan Selim olayını da bir kaç satırla verelim. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinde Şam'dan sonra Mısıra yönelir. Sina Çölü’ne girmişlerdir. Yavuz atından inip kum üzerinde emekleyerek (dört ayak) yürümeye başlar. Ordu şaşkınlık içinde... Bir iki kilometre gittikten sonra dua eder ve atına biner. Geçilmez dedikleri Sina Çölü zâyiat vermeden kolayca geçilir. Korkudan kimse soramaz neydi o hal diye. İstanbul'a döndükten 3 ay sonra ancak sorarlar. Yavuz Sultan Selim.: “Hazreti Peygamber aleyhisselâm önde kum üzerinde yalınayak yürürken, ben nasıl ata binerdim!.” der. Orada Peygamberimizi sakalsız görmüş. Onun için Yavuz ölünceye kadar sakal bırakmamış.
Münir Hoca'ya, “olayların ders kitaplarında yer almayan bu yönlerinin sır olarak mı verildiğini” sordum. “Sır falan yok oğlum!.” dedi. Görevliler günlük olayları yazar, akşam padişâha sunarlarmış. Padişâh.: “El Hak doğrudur!.” diye tasdik eder, ondan sonra arşive konulurmuş. “Tomar-ı Osmaniye” denilirmiş bunlara.
Münir Hoca.: “Osmanlı arşivleri bu tomarlarla dolu ama okuyan kim. Ben 6 ay arşivde çalışarak bunları çıkardım!.” dedi.


فَسَخَّرْنَا لَهُ الرِّيحَ تَجْرِي بِأَمْرِهِ رُخَاء حَيْثُ أَصَابَ
Resim---“Fe sehharnâ lehu’r- rîha tecrî bi emrihî ruhâen haysu esâb (esâbe).: Bunun üzerine rüzgârı ona musahhar (emre amade) kıldık. Onun emri ile dilediği yere hafif hafif eserek giderdi.” (Sâd 38/36)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

HERŞEY ALLAH'da HAZIR ve NAZIRDIR..

Yine bir gün Hanecioğlu Oteli'nin salonunda birkaç kişi bir masada oturuyorduk. Münir Derman Hoca alışılmadık bir şey söyledi.: ALLAH her yerde hazır ve nazırdır .”sözü doğru değildir. “Her şey ALLAH'ta hazır ve nazırdır.” Doğrusu budur.”
dedi. O güne kadar her yerde söylenen ve binlerce defa işittiğimiz.: ALLAH her yerde hazır ve nazırdır.” sözü idi. Masada kimseden ses çıkmadı. Konu değişti. Bilmiyorum anlamışlar mıydı? Doğrusu ben anlamamıştım ama ben de bir şey sormadım. Günlerce, hatta bir ay bu konu kafamı kurcaladı. Bir gün hoca salonda yalnızken gelmiştim.: “Hocam, bir süre önce.: “ALLAH her yerde hazır ve nazırdır sözü yanlış, her şey ALLAH'da hazır ve nazırdır.” demiştiniz. Ben bunu anlayamadım. Biraz açıklar mısınız?” dedim. Her zaman olduğu gibi çok kısa bir misâlle açıkladı.: “Deniz mi balıkta hazır ve nazırdır? Balık mı denizde hazır ve nazırdır?” dedi. Bir soru ile konuyu çözmüştü. Tabii ki balık denizde hazır ve nazırdır. Her şey de ALLAH'ta hazır ve nazırdır..


ResimBUDA, PİSAGOR ve VAHİY.

Buda'nın hikâyesi mâlum.: Zevk ve Sefâ içinde yaşayan bir adamken, bir gece bir incir ağacının altında (ya da Bo ağacı) tefekküre dalar. “Yirmi dört saat” diyenler var, “iki gün” diyenler var. Bu inzivâya çekilişin ardından kendisinde bir aydınlanma başlar. Kafası yepyeni fikirlerle dolar. Bu fikirlerin bir inzivâ sonucu oluşması, Semavî Dinlerdekine benzer inançlar ortaya koyması bana düşündürücü gelmişti. Hele hele.: “Acıların kaynağı hırstır, doyumsuzluktur. En büyük düşman bencillik, nefistir. Nefis yenilirse ebedi huzura kavuşulur (Nirvana'ya erilir).” gibi düşünceleri İslâmî Tasavvufa ne kadar benziyor.
“Nirvana'ya ulaşmak için birbirinizi, hayvanları, bitkileri sevin.” kuralları, on büyük günahın Tevrat'daki “On Emir”i çağrıştırması... Bütün bunlar tesadüf müdür? Yoksa “O'na da bir çeşit vahiy mi geldi?.” diye düşündüğüm olmuştu.

Bir gün Münir Hoca'ya sordum.: “Buda'ya da vahiy gelmiş olabilir mi?.” “Hiç şüphen olmasın!.” diye yanıtladı. Bir de Eski Yunan filozoflarından Pisagor'un adını söyledi. “Onun fikirleri de vahiy kanalından.” dedi. Belfes Mabedi’nin kapısına altın harflerle yazdırdığı şu cümleyi de ekledi.:
- Adet, kâinatın.
-Tekâmül, hayatın,
-BİRLik ALLAH'ın kanunudur..

Hatırladığım bir âyet meâli.: “Hiçbir kavim yoktur ki biz ona bir mürşid göndermiş olmayalım.” Kur’ÂN-ı Kerim'de adı geçen yirmi sekiz peygamber ve adı geçen binlerce mürşit ile gönderilenlerin unutulan, unutulmayanları,
tarafından yeniden düzenlenip tamamlanmış ve Resûlullah Efendimizle Kur’ÂN-ı Kerim olarak gönderilmiştir.

(Özdamar'ın notu.: Derman Hoca'nın sözünü ettiği kimseler, Peygamber Efendimizden yüzyıllar önce yaşamış bilgelerdir. Tevhid Zevkine sahib olan bilgeler, kendi devirlerinin bölge peygamberleri ya da peygamber vekilleri olabilirler. Âdem Safiyullah ve Muhammed Habibullah aleyhumusselâm Hazretleri arasında binlerce vahye muhatab peygamber var. Dinin itikat, ibâdet ve muamelat fasıllarında değişmeyen tek şey tevhiddir. Tevhid Zevki'ne sahib olan bilgelerde Vahiy ve Nübüvvet Rayihasının olma ihtimali yüksektir.)


إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَإِن مِّنْ أُمَّةٍ إِلَّا خلَا فِيهَا نَذِيرٌ
Resim---“İnnâ erselnâke bil hakkı beşîren ve nezîrâ (nezîren), ve in min ummetin illâ halâ fîhâ nezîr (nezîrun).: Muhakkak ki BİZ seni, hak ile müjdeleyici ve nezir (uyarıcı/mürşid) olarak gönderdik. İçinden bir nezir gelip geçmiş olmayan hiçbir ümmet yoktur.” (Fâtır35/24)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: PROF. DR. MÜNİR DERMAN'dan ANILAR..

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

Resim KURŞUNDAN KORUYAN MUSKA.:

İstanbul'da tanıdığımız bir genç vardı. Hava Harp Okulu'nu bitirmiş, pilot olmuştu. Çok zeki bir genç olduğu için istikbalini parlak görür, ona P derdik. Gel gör ki, bizim genç pilot uçmaktan korkuyormuş. Birlikte Derman Hoca'ya gittik, tanıştırdık. Tabii ki problemini söylemedik. Münir Hoca.: “Birkaç gün daha buradaysa, İstanbul'a dönmeden önce bana uğrayın!.” dedi.
Niçin istedi bilmiyoruz. Belki bir siparişi vardır, diye düşündük.
Tekrar uğradığımızda, elinde iki muska vardı.: “Bunları sizin için yazdım. Gümüş bir muhafazaya koyun, üzerinizde taşıyın. Bunu taşıyana kurşun işlemez. Denenmiştir. Kore'de Amerikalılar horozun boynuna astılar, makinalı tüfekle taradılar, horoza isâbet ettiremediler.” dedi. Muskanın birini genç pilota, diğerini bana verdi. Biraz tereddüt ettim galiba. Ya da şaşırdım. Çünkü ben öyle bir şey düşünmemiştim.: “İstemezsen takma, başkasına veririm!” dedi. “Yok, yok hocam takarım!.” dedim. Gümüş bir kolye içinde taşımaya başladım.
Bu arada genç pilottan haber geldi. Uçma korkusundan eser kalmamış. Havada taklalar, ters taklalar, her türlü akrobasiyi yapıyormuş.
Birkaç yıl sonra bana da Azerbaycan'da program çekme görevi çıktı. Ermeniler Karabağ'da onbir Azerbaycan şehrini işgal etmişler, Terter Şehri’ne dayanmışlardı, Terter düşerse Gence'yi de alırlar, Azerbaycan'ın yarısını işgal etmiş olurlardı.
Bakü'de başkanlık sarayından bize bir Rus asıllı şoförle bir minibüs tahsis ettiler. Terter'e gittik. Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Yakın menzilli füzeler üstümüzden ıslık sesi gibi sesler çıkararak geçiyordu. Terter'in top ve füze mermileri ile yıkılmış semtlerinden filmler çektik. Akşam olmuştu. “Kalanı yarın çekeriz!” dedik. Rus asıllı şoför ayak diredi.: “Ben bu gece burada kalmam. Ben giderim!.” diyordu. Ben ikna etmeye uğraşıyordum.: “Görüyorsunuz üstümüzden geçiyorlar, mermiler kafamıza düşecek değil, korkmayın!.” diyordum. Galiba Münir Hoca'nın muskasından cesâret alıyordum. Kameramanımız Alyat Burç'u bütün TRT tanır. Hiçbir şey umurunda değil. Ölümle şakalaşan biri O. Diğer kameramanımız Osman, çantasında daima birkaç Kur’ÂN-ı Kerim taşır, gittiği yerlere hediye götürürdü. Onda da korkudan eser yok. Top mermileri üzerimizde vınlayarak uça dursun! O zaman inancın ne büyük bir güç olduğunu yaşayarak görmüş oldum. Amma Rus asıllı şoför tir tir titriyordu.: “Hadi ben gidiyorum!” diye tutturdu. Durduramadık. Geceyi komşu Rayon İmişli'de geçirdik..


Resim BÖCEKLERE EMİR.:

Aşağı Ayrancı'da kottan bir dâiremiz vardı. Dâire ön bahçeden aşağıda olmasından dolayı olsa gerek, eve kocaman kocaman böcekler giriyordu. Herhalde bahçe toprağından geliyorlardı. Özellikle ışıklar sönünce meydan onlara kalıyordu. Bir iş için kalktığımızda, ışıklar yanınca önümüzde kaçışıyorlardı. İlaçlamakla tükenecek gibi değillerdi, çünkü dışarıdan yenileri geliyordu. Bir gün otele gittiğimde Münir Hoca'ya sordum. Bunlardan kurtulmanın bir yolu yok muydu? Ben bir ilaç, bir formül önerir diye düşünüyordum. Öyle yapmadı. Bir kâğıda bir iki cümlelik bir yazı yazdı. Yazı kırmızı mürekkeple Arapça yazılmıştı. Okumaya çalıştım, okudum da. Devlet lisân okulunda altı ay kadar Arapça derslerine devam etmiştim. Tabii ki altı ayda Arapça öğrenilmez. Yarım buçuk Arapçamla yazıyı çözmeye çalıştım. Bir duâ yahut âyet değildi. Bir emir, bir hitap niteliğinde idi. Sanki birilerine.: “Bu hâneye bir daha gelmeyin!.” diyordu. Dediğim gibi yarım Arapçamla metni tam anlayamadım. İyi Arapça bilen birine okutup tercüme ettirmeyi düşündüm amma hiçbir zaman buna fırsat bulamadım. Masa üzerine fotoğraf koyduğumuz, camlı bir fotoğraf çerçevemiz vardı, Yazıyı o çerçeveye yerleştirdik ve evin görünen bir yerine, aynen fotoğraf gibi koyduk. Böceklerin evden ayağı kesilmişti. Sürüyle gezen böceklerden bir tane bile göremiyorduk.
Gölbaşında, bahçeli, iki katlı evimiz yapılıyordu. Birkaç yıl sonra bitti ve oraya taşındık. Giderken yazıyı da götürdük, fotoğraf çerçevesi ile görünür bir yere koyduk Kırmızı yazı ile çerçevenin içinde güzel de görünüyordu Soranlara.: “Bir tanıdığımızın el yazısı, hatıra olarak saklıyoruz.” diyorduk. Gerçekten de Hocamızın çok değerli Arap harfleri ve el yazısı ile güzel bir hatırasıydı. Hatıra değerine, böceklere etkisinden daha fazla önem veriyorduk. Orada da böcekler bizi rahatsız etmedi. Bahçemiz ve komşu bahçeler her türlü böcek ve haşere ile dolu olduğu halde evin içine giren olmuyordu.
.

Resim BÜYÜ ÇÖZME.:

Eşimin tanıdığı bir Hanımın sürekli başı ağrıyordu, Hiçbir doktor tedâvi edememişti. Sebebini de bulamıyorlardı. Eşim bir gün arkadaşına diyor ki.: “Bizim Almanya'dan emekli Prof. Dr. bir Hocamız var. Doktorların doktorudur O. Senin baş ağrına belki bir çâre bulur. İstersen götüreyim seni. Para da almaz...” Karı koca karar veriyorlar. Ben ve eşimle birlikte hep beraber Hânecioğlu Oteli'ne gittik. Hocamızın masasına oturduk.:
“Kızım sana sürekli büyü yapıyorlar. Onun için bu baş ağrılarını çekiyorsun.” dedi. Büyü yaptıranın bir hanım olduğunu söyledi. Yaşını, boyunu, saçının rengini, şeklini, bütün özelliklerini hanım karşısındaymış gibi anlatıyordu. Karı koca ikisi de büyü yaptıranın kim olduğunu anlamıştı. Adamın çok yakını olduğu için kocası pek ihtimal vermedi herhalde ve biraz duraksadı. Galiba inanmamıştı. Münir Hoca adama döndü.: “İsmini de vereyim mi, ister misin?” diye sordu. Adam kızardı, sıkıntılandı, ter bastı.
Olay Münir Hoca'ya intikal ettikten sonra bitmiş demekti. O himmetiyle olayı çözer; bir şey yapmak gerekmez. Ama O, her zamanki gibi himmetini gizleyecekti. Onlara bir şişe su verdi.: “Bir pompa alın, bu suyu içine doldurun ve evin her tarafına sıkın, bir şeyiniz kalmaz.” dedi ve problem bitti.
Münir Hoca himmetini her zaman gizlerdi. Tedâvi olamadıkları hastalıklarına duâ için gelenler olurdu. O.: “Ben hekimim, reçete yazarım.” der, reçetesine bir aspirin yazar, gönderirdi. Hasta iyileşir ama Münir Hoca'nın HİMMETİ'nden haberi olmaz, aspirinden iyileştiğini sanırdı..
Cevapla

“Münir Derman (k.s) Kimdir?” sayfasına dön