DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Dr. Haluk Nurbaki (k.s.) nin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

kulihvani yazdı: 19 Nis 2011, 02:40 Onk. Dr. Haluk Nurbaki

Resim

Onk. Dr. Halûk Nurbâki, 2 Şubat 1924 yılında Nevşehir’in Nar kasabasında dünyâya geldi.
Annesi Nevriye Hanım Mevlevî terbiyesi almış ve Mesnevî sohbetleri yapan bir Hanımefendiydi.
Bu sohbetler sırasında Hz. Mevlânâ’nın son türbedarlığını yapan Mehmed Dede’nin sevgi ve himmetine mazhar oldu.
Halûk Nurbâki annesiyle yaşadığı bu mânevî atmosferin yanı sıra o dönemde babası Edip Ali Beyin yaptığı araştırmalar sonunda oluşan Aynî, Mısrî Sultan, Deli Bekir, Abdurrahim Karahisarî gibi pek çok Velî’nin hayatlarını anlatan eserlerle de gönül dünyâsının yapı taşlarını oluşturdu.
İslam Peygamberine olan aşkı ve sevgisi Afyon’da geçen çocukluk yıllarında atılan bu kıvılcımlarla başladı. Halûk Nurbâki tahsilinin ilk bölümünü Afyon’da tamam­ladı. Afyon Lisesini bitirdikten sonra İstanbul’a tıp tahsili için geldi.
Nurbâki 6 yıllık tıp tahsilinin İstanbul’da devam eden 5 yılında daha sonra kitaplarına yansıyacak olan ve Türkiye’de ilk kez veri olarak kullanılmaya zemin oluşturacak biçimde Almanya’dan Türkiye’ye gelen bilim adamlarından matematik, fizik ve kimyâ konularında özel dersler aldı.
Yine bu dönemde Nûr-u Osmâniye ve Beyazıt câmilerinde hadis dersleri aldı, bu sırada Şemsettin Yeşil ile tanıştı ve bu tanışma onda Ehl-i Beyt aşkını coşturdu.
Aynı zamanda Necip Fâzıl ile devam eden diyaloğu, ona İslâmî mücâdele insiyatifini öğretti ve netîcesinde 1950’li yıllarda dönemin çetin şartlarına rağmen Büyük Doğu cemiyetini kuran dokuz kişiden biri olarak yer aldı.
Bir süre sonra da bu cemiyetin genel sekreterliğine getirildi. Hareketli ve dinamik bir talebelik hayatı geçiren Dr. Halûk Nurbâki Tıp Fakültesi mezûniyeti sonrasında yurdun çeşitli yerlerinde hükûmet tabibi olarak çalıştı.
Memleketini adım adım gezerken pek çok mânâ sultanı, derviş ve meczuplarla karşılaştı. Bu ustalardan gönül sohbetlerinin nasıl yapıldığını gördü ve yaşadı.
1954 yılında mecbûri hizmetin son durağı olan Afyon’un Sinan paşa kasabasına geldi. Burada sohbetlerinde sık sık
Fâik ağabeyolarak andığı mürşidi Fâik Saraç Beyefendi ile tanıştı, derin dostlukları oldu ve kendilerinden mânâ eğitimi almaya başladı. Mânevî silsile 93 Harbi imamı Hâfız Osman Bedrettin, Şeyh Samini ve Şeyh Ali Septi vâsıtası ile Bahaeddin Nakşibend hazretlerine intikal ederken, diğer bir yandan da Abdülkadir Geylâni Hazretlerine gider.
Bu kanallardan aldığı mânâ bilimleri eğitimini pozitif bilimlere olan vukûfiyeti ile harmanlar. Bunu da yıllar yılı anlatır ve yazar. Yine bu sıralarda Diyarbakırlı Faik Yaşar Beyefendi ile tanışır, onunla da uzun yıllar mânâ fazında süren dostluğu gönlündeki Fahr-i Kâinat ateşini daha da coşturur.
Hayâtında karşılaştığı kişilerin ve olayların birer tesâdüf olmadığını iyi bildiği için bu kişi ve olaylarla gönül havuzunu alabildiğince doldurur. Sinan paşa kasabasından Afyon’a Hükûmet Tabibi olarak tâyin edilen Nurbâki bu görevinin yanı sıra Afyon Lisesi’nde Fizik, Kimyâ ve Matematik dersleri verir.
Babası Edip Ali Bey ile aynı okulda karşılıklı sınıflarda derse girmenin hazzını yaşar. 1961-65 yılları arası Afyon milletvekili olarak TBMM’de görev yapan Nurbâki, daha sonra Radioterapi ve Radiobiyoloji ihtisasını tamamladı ve kanser konusundaki çalışmalarını yoğunlaştırdı.
Fransa, İsviçre ve İngiltere’de mesleğiyle ilgili çalış­malarda bulundu. Bu çalışmalarına bağlı olarak
Radyasyon ve Miniklerin Evreni”, “Kanser”, “AIDS”, “İnsan ve Hayatgibi pek çok kitapları oldu.
Kanser (Onkoloji) Hastanesi Başhekimliği, Ankara Numûne Hastanesi Radioterapi ve Radiobiyoloji Ens­titüsü şefliği görevlerinde bulundu ve buradan emekli oldu. Numûne Câmiinde Cum'a vaazlarında bulunurken, hastanede ve muâyenehânesinde de mânâ soh­betleriyle irşad görevini yerine getirdi.
Numûne Câmisindeki vaazları bir dönemin ilgi odağı oldu ve pek çok ünlü katıldı, basın burada dile getirilen Nurbâki’nin farklı yorumlarına sık sık yer verdi. Yararlandığı kaynaklar olarak önce Yüce Kitabımız Sönmeyen Güneş Kur’ân-ı Kerîm ve hadisleri belirten Nurbâki, bunları anlamak noktasında muhatap olduğu üç ismi; Muhyiddin-i Arabi, Mevlânâ ve Abdulkadir Geylâni olarak sıralar.
Madde ile mânâ bilimlerinin esrarlı hikmetlerini birleştirerek eser­ler yazan Nurbâki, binlerce insanın hidâyet vesîlesi oldu. O, ALLAH’ın hoşnutluğunu kazanma sanatının Fahr-i Kâinat Efendimizden geçtiğini son derece iyi özümsediği için son nefesine kadar tüm mü'minlere de Efendimizin gönlünü edebilme- rızâsına ulaşma sanatını anlatmaya çalıştı.
1951 yılında, 27 yaşında iken İslâm'ın Nûru dergisinde neşretmeye başladığı yazılarını Büyük Doğu dergisinde sürdürdü. Zafer Dergisinde başyazarlık yaptı. İlk kitabı olan Tek Nur’u l956-57 arasında kaleme aldı, bu kitabı l959 da Sonsuz Nur tâkip etti. Bilime ve yeni gelişmelere merak duyan, İslâmiyet’in klasik, eksik ve günün teknik gelişmelerine uygun olmayan yorumlarından bunalan ve kaçan genç neslin inanç kapısı oldu.
Kurân’ın akıl almaz hikmetleri, çağları aşan bilimsel mu'cizeleri içeren bir kitap olduğunu gösteren yazı ve kitaplar yazan Nurbâki genç nesle
mü’min olmanın asil duygusunu kazandırdı. O müsbet bilimlerin kaynağının Kur'ân olduğunu gösterdi. Kur'ân’dan yola çıkarak bilimin gerçeğini ve insanlık için değişmez doğruları îzah etti. Hiçbir zaman bilimi Kur'ân’ı kanıtlamanın aracı olarak görmedi.
Yeryüzüne RABBimizin lûtfettiği tek gerçek ve değişmez yazılı dökümanın Kur'ân olduğunu her zaman ve her yerde herkese anlattı. Kur’ân yorumlarına, asr-ı saadete ve İslâm îtikadına dâir yirmi beşin üzerinde esere imza atan Dr. Haluk Nurbaâki son yıllarını İstanbul’ da İslâm’ın Nurdan Annelerini ve Yüce İslâm Büyükleri’ ni her ay verdiği konferanslarla anlatarak geçirdi. Çeşitli dergilerde ve gazetelerde yazılar yayınladı, tebliğler sundu.
Konferanslar, paneller, açık oturumlar, sohbetler hayâtının bir parçası oldu.
Yaşım müsâit olsa
İnananları analiz laboratuarı kurar mü’minlerin bunamayacağını gösterirdimdiyen Nurbâki, Radyo ve televizyonlardaki konuşmalarını son günlerine kadar sürdürdü.
Ehl-i beyt kölesi, Fahr-i Kâinat âşığı olan Dr. Haluk Nurbâki için
Ahlâk-ı Muhammedîvazgeçilmez bir ha­yat düsturu idi. Ömrünü bu dâvâya adamış sevgi adamı Dr. Haluk Nurbâki şu önemli sahalarda kalem ve kelâm sâhibidir.

1. Mükemmel bir ilim adamıdır. Eserleri bu tesbitin çok canlı şâhididir. Bilgi ile tecrübe kombinasyonu için­de pırıl pırıl, tâze, canlı eserler verdi.
2. Son derece mütevâzı' bir “gönül, ruh, tasavvuf” ehlidir. Sohbetlerinde ışıl ışıl bir rûhâniyetin tütmesi bu mümtaz vasfı sebebiyledir.
3. Yılmak bilmeyen bir azim ve şevk ile “gerçek bir İslâm mücâhidi” özelliği taşıyordu. 2 Haziran 1997′ de çok sevdiği İstanbul’da 73 yaşında âlem-i cemâle yansıdı. Arkasında binlerce seveni, yüzler­ce dervişi bırakan Dr. Haluk Nurbâki tam bir düğün (Şeb’i aruz) coşkusu ile Afyon’da annesi, baba ve merhum eşi Mesrûre hanımın yanına âlem-i ledünne ışınlanmak üzere tevdi edildi.

Bütün Eserleri:
* Tek Nur.
* Sonsuz Nur .
* Gönül Penceresinden Fahr-i Kâinat Efendimiz .
* Fatihanın Kırk Yorumu .
* Kutsal Mücâdelem.
* Kur’ an Mu'cizeleri.
* Kur’ânın Matematik Sırları.
* Namaz Sûreleri Yorumu.
* Sûre-i Yusuf’un Yorumu.
* Sûre-i Tekvir’in Yorumu.
* Gönüllerde Sema .
* Anadolu Mu'cizesi .
* Îmanla Gelen ilim 1-2
* Nurdan Anneler.
* Evrendeki Mu'cize.
* İnsan Bilinmezi.
* Gerçek Aşık Gerçek Âlim :Haluk Nurbâki.
* Bakara Sûresi Yorumu.
* Âyet-el Kursi Yorumu.
* Yasin Sûresi Yorumu.
* Bilim Açısından Îmanın Altı Şartı.
* Peygamber Çizgisinde Yaşamak.
* Velîler Deryâsından Katreler.
* Nur Dolu Geceler.
* Yüce İslâm Büyükleri.

Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

Dr.Haluk NURBAKİ

Sonsuz Nûr

Müslüman demek.: "Allah'tan selâm gelmiş olan" demektir. Öyle bir selâm ki, Fahr‐ı Kâinat hakkı için... Fahr‐i Kâinat; ezel ve ebedin yaratılış sebebi, maddesiyle mânâsıyla hilkatin esas sırrı...Fahr‐i Kâinatın Allahʹa gittiği, bizleri de lütfen ve tenezzülen götürmek amânında bulunduğu yoldur. O yol, SONSUZ BİR NÛR yoludur..

SONSUZ NÛR..

NEFS MÜCÂDELESİ.:

1. TÂRİFLER ve BAŞLANGIÇ.:

Nefsin terbiyesi, aşk ve mârifet, kulun en üstün oluşa intikal etme metodudur. Kitabımızın ilk üç kısmında tetkik ettiklerimiz ahlâk yollarında yürüyen her müʹmin, madde ve mânâ hayatının saadetinî kazanmış olur. Cennete pürüzsüz gider. Ancak kulun yaradılışındaki mûcizevî sır bu kadarla bitmez. Allahʹa giden yol, içimizdeki büyük kâinatın keşfi, insanın mahlûk çerçevesinde gaye ve ufka erişmesi, ayrı bir sanʹattır ve şüphesiz ki bu sanʹat Ahlâk‐ı MuhhaMMediʹnin en merkezî noktasıdır.

Bize şimdiye kadar yanlış bir takım anlamlar halinde öğretilen (ehlince yazılan hariç) tasavvuf ve şeriat bilgileri, ayrı iklimlerden geliyormuş gibi sunulduğu için, zîhinlerde çeşitli istifhamlar bırakmıştır. Onun için bir kaç noktayı Ahlâk‐ı Muhammedîʹnin ana kanunları halinde sıralamak isterim :

1-) Tasavvuf, şeriat diye İslâmʹda ayrı metodlar yoktur. Îslâmın bir tek metodu vardır; o da Ahlâk‐ı Muhammedîʹdir.

Bunun içinde ibadet de, âşk da, vicdan da, ilâhî emre itaat de, ayrılmaz ve çözülmez hamur halinde mezcolmuştur.

2-) Tasavvuf bir çok beyinsiz ve şuursuzların sandığı gibi bir nevî mistisizm veya platonizm değildir. İslâm tasavvufu Fahr‐ı Kâinat Efendimizin malıdır ve hiç bir tağşiş görmemiştir. Kitabımızın son üç bölümü okununca bu noktayı her okuyucu kendisi, kendi çözmüş olacaktır.

3-) Şimdiye kadar bir çok yazarların tasavvuf bahsindeki mütereddit çekingenlikleri bizi ilgilendirmemeli. Örnek olarak daima İslâmın ‐dost düşman herkesçe tanınan‐ büyük incileri alınmalıdır. Şüphesiz ki her yazılanın başında Kurʹân, her örnek insanın ufkunda Fahr‐ı Alem Efendimiz vardır ve Oʹnun yolu gayemizdir.

4-) Yine bâzı kabukta kalanlar, İslâm ahlâkına Efendimiz misal getirilince tuhaflaşırlar ve «O peygamberdi, söyledikleriniz O`na mahsustu, biz kaldırıp hazmedemeyiz» derler. Bu muhakeme tarzı Efendimizi anlamamaktan doğar. Efendimizin sırrı her bilgi ve zannın ötesindedir.

Bu dünyada Efendimiz ne yapmış ve ne emretmişse, tatbiki bize emir ve sünnettir. Hattâ ehlince malûmdur ki, Efendimiz ahlâk‐ı Muhammediyi nazarî olarak vermek ve amelî olarak bu ümmete onu göstermek için lütfen, bu bizim âleme teşrif etmiştir. Yoksa emirler ve Efendimizin yaptıkları, bizim için ve bize göredir. Şüphesiz ki Peygamber Efendimizin kendine has ahlaki örnekleri de vardır. Ancak bîzlere, tercihen ve kayden gelenler bu husus dışındadır. Bu örnekler daha çok velilerin lisanından sohbetlerde verilmiştir.

5-) Öteden beri gelen alışkanlık; okuyucuda, tasavvuf bahsinde : «Aslı hangi esasa dayanıyor? sorusunu uyandırdığı için, ilk üç kısımda mevcut emirlerin âyet ve hadisleri yazılmadığı halde, bu son üç kısımda daha çok hadis ve âyet vardır.

6-) Nefs bölümünü okurken daha iyi anlayacağımız şekilde, nefsin amansız düşmanı bizim en yâr dostumuz Ahlâk‐ı Muhammedîʹnin bu son üç bölümü olduğundan, bu kısımlar okunurken nefs daima bizi açmaza düşürmek ister. Biz ona hiç olmazsa akıl ve bilgi ile karşı koyabilmeliyiz. Kitabımızın gayelerinden biri de budur.

7-) Şu noktayı çok iyi bilmeliyiz ki; Efendimizin ismi eksik bir mealle şöyle açıklanabilir :

MuhaMMed.: En güzel hamd eden ve hamde uğrayan.
Mustafa.: En iyi arınmış.
İşte son üç kısım, bu iki sırrın açıklanmasından başka bir şey değildir. Hal böyle iken, artık Ahlâk‐ı MuhMMedî üzerinde Tasavvufʹun yerini «var mı, yok mu?» diye aramak gülünç olur.

Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


SONSUZ NÛR..

NEFS MÜCÂDELESİ.:

İNSAN KOMPLEKSİ

İnsanın lûgat mânası «göz bebeği» demektir. Bu tâbirden, bir taraftan insanın en üstün mahlûk oluşu kasdedilirken, bir taraftan da Allahın kendi cemalini seyrettiği pencere anlamı belirtilir. İşte nefs mücadelesi bu göz bebeklik vasfına lâyık olabilme metodudur.

İslâm fikir çilesi insan bütününü dört bölümde inceler, yâni insan dört unsurun birleşmesinden meydana gelmiştir :

1. nci unsur Ruh, 3. cü unsur Gönül,

2. nci unsur Nefs, 4. cü unsur Vücud ve Akıl.

Bütün ilim, her türlü metod ve anlamı ile bu unsurların kavuşup birleşme mekanizmasını tarif ve tespitten âcizdir.

Biz yalnız 4 unsuru teker teker izaha mezunuz.

1) Nefs: Biraz aşağıda tafsil edilecektir. İnsan kompleksinin en mühim unsuru muhakkak nefsdir ve bizim şahsiyet unsurumuzdur. Düşünme, hayat, muhakeme, irade gibi çeşitli kökleriyle bize yerleşen benlik şuuru, nefsdir. Bir ucu ile madde olan vücuda bağlı, bir ucu ile de madde dışı olan zaman ötesinde hududlanır.

2) Ruh : İçimizdeki bizden ötede mevcut olan şahsiyettir. Çok kere içimizde başka biri varmış da bize bizden ötede hitap ediyormuş gibi gelir. İşte o ruhumuzdur. Evvelce Tek Nurda da ısrarla belirttiğim gibi, İslâmdaki ruh anlayışı tamamen başka ve bâtıl inanış şekillerinden müberradır : Allah İslâmdan evvelki din ve kitaplarda ruha ait hiç bir emir vermemiştir. Diğer dinler ve çeşitli inanç müesseselerindeki ruh anlayış ve târifleri, indi ve bâtıldır. Kurân ruhu ehline en açık, ehilsize en kapalı şekilde : «Ruh emr âlemindendir.» emri ile vermiştir. Sırası geldikçe bu âyete ait açıklamalar yapacağız. Ruh, madde ve enerli dışındaki bir oluştur.

3) Gönül : Makarrı kalb olan bir seziş âlemidir. Sır, muhabbetin ve onun tezahürü olan tasarrufun alışveriş merkezidir. Aşk bahsi okununca onun yeri daha iyi anlaşılacaktır.

4) Vücûd : Bütünü ile ve merkezi olan beyin dolayısiyle akıl olarak tetkik edilir. Maddedir ve fâni hayatımızın bineğidir.

Bu dört unsuru iyice anlamak için çeşitli misallerde örnek vermeği uygun gördük.

Heyecan : Bu psikolojik olay, yukarıda saydığımız dört unsurun her hangi birinden doğabilir.İcabında diğer unsurlara da sirayet gösterir.

Bir açın nefis olan yemeğe duyduğu heyecan maddîdir; yâni alelâde fizyolojik bir hâdisedir. Bu yemek, sevgilinin sofrasında ise heyecan gönle sirayet eder. Haram bir lokmaya karşı duyulan heyecan nefsden doğar. Yine yemek üzerinde, meselâ bir mânâ dostunun evinde yiyeceğimiz lokmaya karşı duyduğumuz heyecan ruhdan doğar.

Şehvet gibi daha çok karışık bir heyecanda menşe nefsdir. Evvelâ vücudu, daha sonra da bütünümüzü nefs, şehvet heyecanına istilâ ettirir. Ruh çetin bir hal ile örtülür, gönül duyuşları alamaz, buğulu bir cam hâline gelir.

Daha asîl bir ruh heyacanı, meselâ Allah yolundaki bir heyecan, ruhdan veya gönülden neşet eder; zamanla bütün vücut bu asil duygunun fırtınasına kapılır.

Gönülden menşe alan bir âşkı hakiki heyacanı ise böyle bir zaruret ânıdır ki, o sırada kâinatın bütün maddesi o gönle düşse erir ve yok olur.

Bu dört heyecan menşe bakımından farklı, mahiyet bakımından ise ayrı ayrı potansiyeldedir. Bu farkı tadan bilir.

Bu günün İslâmdan ayrı görüşü; yâni psikoloii, psikomatik tıb vs. ilim şubeleri; insanı,«şahsiyet=beden+rûhî olaylar» şeklinde yorumlamaktadır. Onun için de heyecanı bir tek unsur bitir, «heyecan heyecandır» der ve geçer.

Batılı ilim adamlarının insan üzerindeki metafizik bilgi ve tecrübeleri de bu sakat tarifin üzerine binâ edildiğinden, akıl ve zevk, ilim karşısında iptal olmaya mahkûmdur. Onların rûhî olaylar dediği hâdiselerin ruhla alâkası olmayıp, nefsin dış zarına ait bilgiler olduğunu şimdilik bilmemiz ve onları bu zaviyeden seyretmemiz bizim îmanımıza has bir istihza zevki verir.

Yukarıdaki misali rüya üzerinde tatbik edersek :

Rüyada kompleksimizin ruh ve gönül kısmı tam faal ve hâkimdir. Beden nisbî bir hudut dahilinde rüyaya iştirak etmiştir. Hasta ve yorgunluk hallerinde bilhassa vücut rüyaya tesir edebilir. Nefs ise rüyada müşahit sıfatının ötesine geçemez ve rüyadan hissedar olamaz.

Onun içindir ki rüya; Rabbilâleminin, insanı büyük bir terbiye unsurudur. Şimdi yeryüzünde bu söylediklerimizi açalım : Hepimizce malûmdur ki; rüyada bir anda İstanbulda, bir anda Ankarada veya bazan ikisinde birden olabiliriz. Bu, mekân ötesi bir hâdisedir. Ruhun özelliğidir. Cenabı Hakkın, mekânı iflâs ettiren ruhumuzdaki sırrı bize tattırmasından doğar. Nefs uyandığında bu sırrı şöyle ifade eder : Bu gece rüyamda iken bir bakıma İstanbulda bir bakıma Ankaradaymışım der.

Bazan rüyamızda evvelce bildiğimiz bir şahsı görürüz. Ertesi gün akşama kadar o şahsın siluetini göz önünden silemeyiz ve tesirini geçiremeyiz. Bu, gönlün sırrıdır. Rüyada nefsin tesirinden âzâde olan gönül, o silueti aldığı için akşama kadar tesiri devam eder. Rüya bahsini açmışken başka bir sırrı da verelim : Rüya, âlemler sisteminde birinci sayfadan ötededir. Dolayısiyle insan kompleksini mekân ötesine iletebilir. Bu noktayı bir sohbet misali üzerinde çözelim :

İslâm bilgilerine sahip mümin ve mânâda oldukça niyet sahibi bir zâta felç gelir ve iki sene yatağa mahkûm eder. Bir gün rüyasında Mekkede namaz kıldığını görür. O zatın irfan ve ilmi, kendinin felçli oluşunu düşünerek durumun rüya olduğuna hükmeder. Bu arada namazdan sonra kadınlar safında aynı namazda bir de kadın görür. O zât duada iken, kadının namaz esnasında bir ayağını mûtemadiyen salladığını müşahede eder.

O şahıs, mânâ ilmine olan âşinalığı dolayısiyle rüyayı hayal değil de, ruh ve gönle ait bir gerçek bildiği için; uyanır uyanmaz, ertesi gün de namazı Mekkede, rüya halinde, kılmaya niyet eder.

Dûâsı kabul olur. Ertesi gün sabah namazını yine Mekkede kılar ve aynı kadını yine namaz kılarken ve ayağını sallarken görür. Namazdan sonra kadına rüya âleminde sorar :«Ayak sallamakla namazın bozulacağını bilsen gerek, niçin sallıyorsun» Kadın güler : «Biraz yürüyelim izah ederim» der ve adamın elinden tutup bir kaç adım atar. Bir eve gelirler. Evde bir beşik kendi kendine sallanıyor ve yanında bir adam yatıyor:. Kadın gayet tabii bir edâ ile :«Kocam» diyor, «namaza kalkmaz. Rahatsız olmaması için ayağımla camiden beşiği sallıyordum» Bizim felçli hâlâ rüyadadır. Utanır, af dileyip çıkacağı zaman kadın soruyor :«Nereye» Adam cevap veriyor : «Zaten rüyadayım, uykuya dönüyorum veya uyanmayacaksam camiye» Kadın tekrar gülümsüyor : «Burası Hindistan ve sen rüyada değilsin!». Tam heyecan ve şaşkınlık içerisinde olan zâta kadın tekrar hitap ediyor : «Sen Mekke camiiden çıkıncaya kadar rüyada idin. Ben Mekkeden Hindistandaki evime gelebilmek için mekânı açmak zorunda idim ve açtım. Âlemlerin birinci sayfası olan kâinattan çıktım, mekân ötesi diğer bir âlemde seyrederek evime geldim. Tekrar kâinata döndüm. Bu arada sen de mecburi benim mahrekimi takip ettin ve bedeninle beraber bütün kompleksini buraya kadar getirdin» Adam seviniyor :
«O halde felcim de iyi oldu» Veliyye annemiz :«Hayır, o iş şafii mutlak Fahri Kâinata ait rahmettir. Fakat sana yardım olarak bir müracaat usulü öğreteyim» diyerek, Hz. Sıddik Efendimizin Peygamberimize yazdığı bir duâyı talim ediyor ve o zat da bu duâyı okur okumaz madde ve mânâsı ile sıhhate dönüyor.

Gelelim ruh, gönül, nefs ve beden kompleksine dair diğer misallere : Görme fiilini tetkik edersek; bakmakla başlayan hâdise, göz ve beyindeki görme merkezinde birinci safhasını tamamlar. Bu safha badenin malıdır. O manzaranın verdiği mânâ, ruh ve nefse ait bir karışımdır. Eğer bizde o şekle dair intiba; huşû, insaf, zevk şeklinde tezahür ederse daha çok ruha; ihtiras, şehvet, korku şeklinde tezahür ederse nefse ait zuhûrat demektir. Ancak gördüğümüz eşyada sezdiğimiz mânânın menşei, ekseriya karışık ve tespiti güçtür. Her hangi bir ölü karşısında duyduğumuz huşû ve teessürlyet, zâhirde rûhî bir hâdise sanılırsa da aslında nefsin öz malıdır. Kezâ zâhirde nefse has bir olay sayılabilen bir çok fiiller, kaderi ilâhinin tezahürüne başlangıçsa, ruhdan menşeini almış demektir. Nefs terbiyesi bahsinde bu noktaya tekrar dönülecektir.

Görme fiilinde gönlün rolüne gelince : Aşka vesile olan bir bakış, üstün bir mânevi zevke götüren görmeler gönlün malıdır.

Şimdi insan kompleksinin bu dört elemanını, daha önceki tetkiklerimizin ışığında bir defa daha misallendirelim :

«Ruh, emr âlemindendir» derken, burada çözülmesi güç, çözülürken de çeşitli dimağlarda çeşitli istifhamlar uyandıran bir problemle karşı karşıyayız :

Beşinci kısım (Marifet), işte bu problemin metodlu olarak tasnifinden ibaret olacaktır.

Madde üzerinde bir misal verirsek : Çelik çekirdekli bir endüksiyon makarası mahiyetinde olan insan kompleksinde; ruh, çelik çekirdek kısmını teşkil eder. Nefse enerji ve kuvvet veren o çelik çekirdek olmasına rağmen, üstüne sarılmış tel mahiyetindeki nefs, hem ruha ait kudreti tahdit etmiş hem de onlara tek yönlü bir kudret hâsıl etmiş olur.

Gönle gelince : Gönül, bu endüksiyon makarasını çevreleyen, onu gayeye uygun şekilde çalıştıracak ayrı bir manyetik saha mahiyetindedir. Çalıştığı takdirde, ruha ters yönlü bir nefs kuvveti yerine, ruhu nefse besleten yeni bir kudret meydana getirir. Bu şekil fizikte çekirdeğin beslenmesi misaline uyar.

Gönle ait hakikî hikmetleri altıncı kısımda «aşk» olarak inceleyeceğiz.

Beden ve akıl, bu sistemin maddesi mahiyetindedir. Dördüncü kısmın asıl konusu nefs olduğuna göre şimdi nefsin tahliline geçelim.


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

NEFS MÜCÂDELESİ.:

2.NEFS.:

Nefsi tam olarak takdim etmeden, şimdiye kadar bize nefs hakkında yanlış öğretilenleri madde madde sıralayıp mantığımızdan tard etmeliyiz. Şöyle ki.:

1-) Nefs madde değildir. Şehvet de değildir. Şehvet bir fiildir, ekseriya nefse hizmet eder.

2-) Nefs bir arzu, istek, ihtiras gibi Meleke-i İnsanîye'den ibâret olmayıp çok girift ve muğlâktır.
İnsan melekeleri diye nitelendirdiğimiz hırs, ihtiras vs. nefsin bir takım tezâhüratı olabilir.

3-) Nefs, insan kompleksinin santralına oturtulmuş olduğu için her düşünce, hayat ve fiil nefsden geçerek tezâhür eder. Bizim çok kere kahramanlıkla anlattığımız, «nefsime şöyle hâkim oldum, ona böyle ders verdim!.» diye sarf ettiğimiz cümleler bizzât nefsden gelmektedir ve nefs bize istihzâ ile gülmektedir.

4-) Mü'min ve kâfir tasnifinde esas nefstir. Ruh ve gönül daimâ mü'mindir. Elestte secde eden ve etmeyen nefsdir. İnsanın ruhu şakî olmaz, nefsi şakî veya saîddir.

5-) Nefs, kudret ve mecâlini bütünüyle Kudreti İlâhîden almasına rağmen, Allah'lık dâvasındadır. Bu dâvasını gülünç olmamak için birden takdim etmez. Damla damla sızdırır.

6-) Nefs tek yönlü bir satıhta değildir. İç içe derinleşen sonsuz bir hacim gibidir. Yâni bir şahsa baktığımız ve onunla konuştuğumuz takdirde o şahsın nefsinin ancak dış yüzü ile tanışmış oluruz. Daha doğrusu o şahsın nefsi, o şahsı kendine râm etmek için basit bir sathını kâfi görmüştür. Eğer iş değişir de o şahsa Ahlâk-ı MuhaMMedî Metodu dahilinde bir iğne batırılırsa hemen derinliklerini bize bütün korkunçluğu ile gösterir. Daha da hırpalanırsa büsbütün vahşileşir. Onun için erbâbı, sadece dış görünüşü kesin ölçü kabul etmez. 0, nefsin derinliklerindeki sırrı arar. Yâni nefsler zan ve hayâlimizdeki şeklinden çok daha korkunçtur. Said (mü'min) nefsler derinliklerinin her noktasında aynı güzelliği coşturan nefslerdir.

7-) Nefs, öldürülmesi zarurî o!an bir düşman değil, kazanılması gereken bir kuvvettir. Ona düşman diye hitap edilmesi, bizden; yâni ruh ve gönülden olmadığı müddetçedir. Ruh ve gönül safında yer aldığı gün «Allah Gelini» diye çağrılır.

8-.) Mahşerde, kabirde ve cehennemde azâb çekecek olan beden ve ruh değil, nefstir.

9-) Nefs, gönlün Nûr-u İlâhîyi almasına mâni bir perde olarak hududlandırılamaz. «Tek Nûr»da da bir nebze temas ettiğim gibi nefs, ruh aynasının arkasında bir sırdır. Şöyle ki.:

Ruh, cam gibi şeffaftır. Allah, cemâlini rûh camında seyredemez. Aynanın arkasındaki sır gibi nefs, rûh camına sürülürse Âyine-i İlâhî alan insan teşekkül eder. Ancak aynada sır nasıl usûlüne göre sürülürse, nefs çamuru da rûh camının arkasına usûlüne göre sürüldüğü takdirde insan Âyine-i İlâhî olur. Yoksa nefs çamuru, gelişi güzel rûh camına sıvanırsa ruha perde olmaktan başka şeye yaramaz..

İşte Ahlâk-ı MuhaMMedî =>Nefs Çamurunu =>Rûh Camı arkasına usûlüne göre sürme metodudur..

10-) Nefs, bu şekilde üstün bir emânet, derin bir sır, girift bir hikmet olduğuna göre; onu terbiye ederken kırıp atılır bir hale getirmek çok feci bir hatâdır.

11-) Nefse ait yanlış bilgilerimizi düzeltirken bir noktaya daha temas etmemiz gerekiyor; o da «Akıl ve Ruh Hastalıkları » diye isimlendirdiğimiz delilik ve meczublukların menşe'i meselesidir.:

Bu hastalıkların çoğu, meselâ; depresyon, şizoik demanslar ve melankoli, nefs motorunun aldığı akaryakıtı yakamayacak hale gelmesi, yâni nefsin enerjisinî kaybetmesi demektir. Eğer nefs, ruh cereyanından hiç istifâde edemez hale gelmişse, o zaman insan kompleksi karakterini kaybedip, nebatî bir hayat başladı demektir. Menşe' nefsdir ve sebep daha çok beşerîdir.

Meczubluklar çok çeşitlidir, bunları şu üç gurupta toplayabiliriz.:

a-) Yukarıda bahsettiğim hastalıklar meydanında olanlar, yâni nefsin enerji kiyafetsizliği ile alâkalı bulunanlar.

b-) Alemlerin sâyfalarını gezerken hayrette kalan zümre. Bu zümrede İlâhî bir cereyan hükmü olduğu için, insan kompleksi hastalığa tâbir, câizse bütün olarak katılmıştır.

c-) Âşık ve nazlıların bir kısmı meczubîyeti tercih ederler veya takdir öyle kılar. Bu sınıftaki ferdlerin meczupluk hâli temâmen ruh ve gönlün galeyanıdır. Bazı kere bu sınıfa mensub olanlar, ellerinde olmadan bir çok hakikatleri kayda tâbi olmadan verirler.

Bu ana prensiplerin ışığı altında nefs üzerine verilen emîr ve tâbirleri inceleyelim.:

1-) Nefs çamurunun ruh camı arkasına ince bir sır halinde sürülmesine «Ahlâk-ı Hamîde» diyoruz. Yine nefsin bir çamur halinde ruh camına yığılmasına «Ahlâk-ı Zemime» deriz.

2-) Nefsin, ruh cereyanından aldığı sonsuz kuvvetle insan kompleksini direktifi altına alma hali
«Nefs-i Emmâre»dir ki, bu nefs kâfirdir ve beşerin büyük bir kısmı bu haldedir.

3-) Müşâhede halinde, yâni Allah'ı görmede bizzât nefs hissedâr olduğundan, subanalizi bu incelik cevherinde tatbik etmeli ve bilmelidir ki, bu hikmet yalnız Fahr-ı Âlem Efendimize verilmiş bir sırdır.

Allaha kavuşmak isteyen her ferd, bizzat Fahr-ı Kâinat Efendimizin imzasından geçmeden bir milim dahi kıpırdayamaz.

4-) Nefsin subanalizi (mücâhedesi), ancak kitabımızın ilk üç bölümündeki emirlere uymuş olanlara mahsustur. Yoksa haramdan sakınmadan, vicdan sahibi olmadan ve Emr-i İlâhi manzumesindeki ibâdetleri yapmadan bu çetin işe niyet dahi gülünç olur..

Yukarıda zikrettiğim üç bölümde evvelâ nefsin firar edeceği yolları tıkamış oluyoruz. Yoksa nefs, bu yollar tıkanmadan terbiyeye kalkıldı mı; ensesine büvelek girmiş öküz gibi fırlar.

5-) Nefs, bir bakıma vücudun her noktasını işgal eden bir gaza benzer. Bir noktada ona tazyik ettiniz mi, derhal başka noktada kuvvetlenir. Meselâ yalnız açlıkla yüklenirseniz şehvette yol bulur.

Nefs terbiyesi bâbında pek çok dalâl yolları olduğundan, Ahlâk-ı MuhaMMedî dışındaki metodların fosluğunu bir defa daha belirtmek için kısaca «fakirizm"e temas edeceğim :

Fakirizmde manzara şudur.: Nefsin kapıları kapanmış ve ona tek yönlü taarruza geçilmiştir. Onun için nefs üzerinde hiç bir muvaffak netice alınamaz. Nitekim bir fakirizm mensubu; kendini yıllarca aç bırakan bir Hint Fâkiri'nin telkin tesiri, karnını tıka basa doyuran hipnotizmacıdan daha ileri geçemez. Sırası gelmişken telkin ile tasarruf arasındaki farkı da belirtelim.:

Telkin.: Bütünü ile madde ve beyni, çok az kısmı ile nefsi ilgilendiren bir tesirdir. Gönül ve ruhla alâkası yoktur.

Meselâ telkinle Aşk-ı Mecazî üzerinde rol oynanamaz.

Kezâ ahlâk üzerinde de bir tesir icrâ edilemez. İman mevzuunda telkin ve hipnotizmadan nefs etkilenmez.

Tasarruf.: Ruh, beden, gönül ve nefs kompleksini emri içine alan bir telkin ve râbıtadır.

Tasarrufla bir kimse aşkı mecâzîye düşürülebilir (gönle etkisi nedeniyle). Ahlâkları, karakterleri değiştirilebilir (ruha etkisi nedeniyle). İmanın devamı sağlanır (nefse etkisi nedeniyle). Ve nihâyet yine tasarrufla her nevi beden hareketleri değişikliğe uğratılır. Bu son tesir hipnoz ve telkine benzemez. İyileşmeyecek bir hastalığı kökünden şifâya ulaştırır.

İslam dışında tasarruf yoktur. Yalnız Aşk-ı Mecâzi'de hafif bir tasarruf mevcuttur. Diğer şekiller; fakirizm vs. telkin hududunu geçemez.


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

NEFS MÜCÂDELESİ.:

A) NEFS-İ EMMÂRE

Şimdi nefsi terbiye metodlarına geçmeden evvel bir de nefsin mertebelerini ve sınıflanmasını târifler halinde sunalım.:

A) NEFS-İ EMMÂRE :

İnsan kompleksinin, nefsin emri altında bulunuş şeklidir. Zillet ve ahlâk-ı zemîme hâlidir. Beşeriyetin büyük kısmı bu haldedir. Dış şekli ile ne kadar mûnis ve kibar görünürse de, gizli vahşet ve pisliğini atamaz. Nefsin bu işlenmemiş kaba şeklinde bazı esaslı hususiyetler de vardır ki, bilinmesi pek lüzumludur. Bunları madde madde sıralarsak hem emmârede olan nefsleri teşhis etmiş, hem de nefsin hususiyetlerini bilmek bakımından bize anahtar olmuş bulunur.:

1-) Nefs-i Emmâredeki nefs, korkak, silik ve zibididir. Yâni asîl bir harekete, hüsnü hale karşı daima acz ve meskenet içindedir. Hakikat ve gayreti insaniye yolu kendine gösterildikçe, bin bir mazeretle zibidi ve zebunluğunu ispat eder. Bizzât kendine de hayrı yoktur. Kumar masasında sabaha kadar oturur; ilim, sohbet, sanat, fikir sofrasında bir saat tahammül edemez. Gayri meşrû yolda günlerini harcar; beşeriyet ve insanlık için saniyesini veremez. Bizzât kendi menfaatında da atılgan ve cesur değildir. Mecbur ve mahkûm olduğu çalışma hayatında sıkılarak, ezilerek çalışır; zevk ve iştahı azgınlaşsa da çıkış ânını bekler. Bu nokta öyle bir hikmettir ki, huzur denilen tatlı felâha kavuşmayan zor çözer. Zîra Nefs-i Emmâreden kurtulup zibidilik ve zebunluğa paydos çekti mi, en güç bir işte de çalışsa, en çetin korkular içinde de bulunsa, hâlini zevk ve huzurla takip eder..

2-) Nefs-i Emmârede bulunan nefs, haset ve cimriliğin buhranı içindedir.

Hased öyle çetin bir illettir ki; bu hissi taşıyan, kendinde olmayanın başkasında da olmasına tahammül edemez; için için erir. Peygamber ve velîleri inkâr edenlerdeki psikolojik faktör, çok kere bu hased damarından gıdalanır.: «Bende olmayan onda nasıl olur o halde onda olanı inkar etmeliyim!.» der ve inkâr eder.

Nefsin en çetin hususiyetlerinden biri de cimriliktir ve Nefs-i Emmârenin malıdır. Tasavvuf, cimriliği.: «vermez ve verene tahammül edemez» diye târif eder. Dikkat ederseniz muhitinizdeki pek çok fertte bu hastalık vardır. Bir fâkir gelince hem vermez hem de siz verince.: «Bırak ALLAH aşkına, o tenbelin ve varlıklının biri!.» der. İşte bu, cimriliğin ve Nefs-i Emmârenin vahim bir hasletidir.

3-) Nefs-i Emmâredeki nefs, reyb sahibidir. Reyb, yıkıcı bir şüphedir. Her hakikata karşı binlerce istifham, binlerce «acaba» deyişi, reybin ta kendisidir. Nefs-i Emmârede iken, insan kompleksini istediği cihete sürmek için acabalardan çok güzel istifade eder ve böylece insanoğlu dalâlette yuvarlanır, gider. iman ve İslâm, ölçülerinin en ince bir sırrı da bu acabalara toptan paydos çekiştir..

4-) Nefs-i Emmâredeki nefs kâfirdir, münkirdir. Kezâ Hz. Mevlânânın (Mesnevî Cilt IV.).: «Nefs kâfirdir, iman ettim demesine aldanma» emri budur. Hambelî Mezhebi mensublarına.: «Mü’min misin» denince.: «İnşallah» demeleri bu noktadan neşet eder. Hanefî Mezhebinde, emmârede bulunan bir ferdin de imanını kabule mecbur olması, nefsi namına değil, kompleksi nâmınadır. Yoksa her müslüman, emmâreden kurtulmadıkça kâfir bir nefs taşıdığını bilmelidir.

5-) Nefs-i Emmâredeki nefs yalancıdır. Yalanı âdeta huy edinmiştir..

Onun içindir ki Efendimiz.: «Mü’min yalan söylemez!.» buyurmuştur. Bu emri peygamberinin bir mânâsı da Müslümanın Nefs-i Emmârede kalmaz demektir.

Yalan, reyb ve küfrün öz malıdır. ALLAH’ın kendine şah damarından yakın olduğuna iman eden insan nasıl yalan söyler Söylüyorsa îmanındakî vahim derdi bilmelidir.

6-) Nefs-i Emmârede olan bencildir. Kimseyi sevemez. Ne insanlığa, ne insanlara, ne de mahlûku Hüdâ’nın hiç birine en ufak bir sevgi ve merhameti yoktur. Aksi iddiada ise yalancıdır. Azgın bir dinsizi putlaştırıp onu seviyor iddiasında olan bir dinsiz, bu iddiasında dahi yalancıdır. Çünkü Nefs-i Emmâredeki nefs için kendinden başka her şey sıfırdır..

7-) Nefs-i Emmârede olan, hırs ve gadab sahibidir; zâlimdir. Bu noktada pek ehemmiyetli bir genel kaideyi verelim.: ALLAH namına duyulan asil heyecan ve asil gadabın dışındaki her hırs, Nefs-i Emmârenin malıdır. Kezâ zulüm, kâfir nefsin saltanatıdır. Zâlimden mü’min olamaz.

8-.) Nefs-i Emmârede olan mütekebbir ve mağrurdur. Zîra gurur, nefsin ahlâkı zemîmesine ait en vahim bir derttir. Nefs öylesine mütekebbirdir ki ALLAH’a bile hükmetmek ve yalnız kendi saltanatını daim kılmak ister. Bu istek kendindeki cereyanın nereden geldiğini bilmeyiştir ve âlemi kesretin en enayice hasletidir. Nitekim gurur, nefs terbiyesinde en güç atılan, ilerideki satırlarda zikredeceğimiz nefs mertebelerinde bile mevcut bir haslettir..

9-) Nefs-i Emmârede olanda büyük bir mal ve can kaygusu vardır. Bu kaygu evham derecesinde dejenere olmuştur. Mal ve cana karşı, ALLAHın emri olarak gösterilen bir koruma şekli helâldir. Eğer bu hal dışında mal ve can sevgisi teşekkül etmişse, fert Nefs-i Emmârededir. Parmağının ucundaki sivilceyi görüp kanser diye telâşa düşen, malının elinden uçuvermemesi için envai çeşit tertip alan, mutlaka iman bünyesiyle kabili telif olmayan bir zillet içindedir. Onun içindir ki ALLAH Kur'ÂN-ında.: «Ben sizin îman iddianızı mal, can gibi mevzularda imtihana çekerim!» buyuruyor.

10-) Ve nihayet emmârede olan bir nefs, daima kaçar.: İyilikten, vicdandan, ALLAH ehlinden, fedakârlıktan; kendi ters yönünde daima sıçrar durur. Ancak bu kaçışdaki tezât, kendisine acı veren etkinin bizzât kendisi oluşundandır. Bu yüzden ALLAH Nefs-i Emmârenin bu kaçışına şu mesajı veriyor.:

«Nereye kaçıyorsun Kaçtığın şer bizzât kendinsin. Sen varlık iddiasında bulundukça ızdıraba mahkûmsun.»

Felâh bulmanın tek yolu MuhaMMedî Pota’da erimek, Ahlâk-ı MuhaMMedî’ye bürünmektir.

İşte bu «Sonsuz Nûr»un gâyesi, nefsin kendinden çektiği bu ızdırabı, felâhı hakikîye çevirmektir..

Muhterem okuyucu, eğer yukarıda yazılı olan arazdan bir tanesi ile dahi mücehhezsen, kendine emmâre damgasını bas ve aşağıdaki satırlar çerçevesinde subanalizine (nefis mücâdelesine) geç!..


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: SONSUZ NUR-DR.HALUK NURBAKİ

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

NEFS MÜCÂDELESİ.:

Şimdi nefsi terbiye metodlarına geçmeden evvel bir de nefsin mertebelerini ve sınıflanmasını târifler halinde sunalım.:

B) NEFSİ LEVVÂME.

Levm, kuşku demektir. Nefsi levvâme ise kuşkulanan nefstir. İnsanın içinden gelen bir hissin hangi menşeden geldiğini teşhis ve tesbit sanatına «levm etmek» denir. Bir ferdin emmâreden kurtulması için evvelâ kendinde teşekkül eden her fiil ve fikrin menşeini tesbit etmesi zarurîdir. Nefsle mücâdele, murakabe ile olacağına göre, bu ilk teşhis ve tespiti yapmak fevkalâde güç bir iştir. Bu girift ve muğlâk sanatın, yâni levmin anahtarları şunlardır :

KurÂN ve hadis hükümlerinin yardımı : Nefsin arzuları daima emri ilâhiye zıt olduğundan, içimizdeki isteğin hadis ve KurÂNa uyup uymaması ilk teşhis anahtarımız olacaktır. Ancak bu mevzuda büyük güçlüklerde karşılaşırız.

a) Çoğumuz KurÂN ve hadîsden habersizdir. Az çok malûmatımız olsa bile hangi emrin hangi noktada tatbikini tesbit eden idrakimiz kıttır.

b) Nefs çok kere KurÂN ve haciîs hükmünü tatbikte bize yanlış mantık yürütür.

Bu güçlüklerin telâfisi de şu noktalarda toplanabilir :

1) Bir mevzuda Kuran ve hadîs hükmünü bilmediğimiz takdirde içimizden tereddütsüz ve ısrarla gelen mânâya kulak vermeliyiz. Zîra nefs zebundur ve tereddütsüz ısrarlı bir isteyişte bulunamaz. Bu istekde hüküm veren mânâ, içimizdeki KurÂN Sırrıdır.

2) Kitabımızın ilk ve üçüncü kısmındaki esasları imkân nisbetinde tatbik ederek nefse zâfiyet aşılamak.

3) Velîlerin sohbetlerini, içinde, âyet ve hadîsle çözmeyi öğrenmek ve levmde bu noktalardan faydalanma.

4) Nefsin haramla dolu olmasına meydan vermeyerek, vücudumuzda levme imkân bırakmayacak kötü şarttan kabil olduğu kadar ötede kalabilmek. Bu bâbda İmâmı Rabbanî Hz. leri buyurur ki: «Nefsi en çok yıkan, ALLAH adına verilen zekât ve kılınan namazdır. Zira nefs sadakada bile kendine pay çıkarır» Onun içindir ki KurÂN, zekât ve namaz emrini 88 defa tekrarlamıştır.

C) NEFSİ MUTMAİNNE :

ALLAHın varlığına şüphe etmeden bağlanmış nefsi temsil eden bu devrede, nefsin bütün melekeleri kalmakla beraber ruh ve gönle ram olduğundan, artık kötü huylan tezahür edemez hale gelmiştir. Nefs-i Emmârede mevcut on umdenin hepsi Levvâmedeki Nefsde de mevcuttur. Ancak levm eden, bu halin farkındadır. Mutmainnede ise yine bu kötü hasletler mevcut olmakla beraber, kabına çekilmiş nefs îmana itminanla yaklaştığı için korkar olmuştur. İçimizdeki KurÂN, beklenmedik anlarda bize hakikati okur hale gelmiştir. Bu sırra hads (sezgi = doğuş) denir.

Ayetle mukayyettir ki, felâh ve cennete ait müjdeler ancak nefsi mutmainnede olanadır (Sûrei Fecr, âyet 2730). Emri İlâhideki bu incelik, insan olup hayvanlıktan kurtulmuş olmanın tek ve değişmez kaidesi, Nefsi Mutmainne'de oluş şartını kesin olarak beyan eder. Bu mertebedeki nefs, ruh ve gönlün hâkim ve âlî giderini tasdik etmiştir. Ancak kadere rızada bihakkın ufka gelmemiştir. Beşeriyet ve nefs seyyâliyetini zaman zaman göstermektedir. Çok ince levmleri, ilhâmı bihakkın almadığı için çözememektedir.

Bir misalle açıklarsak, son beyanımız daha iyi anlaşılacaktır. Kadere îmandaki duruma şu misali verebiliriz :

Başına her gelen felâketi sabırla karşılar, fakat zâhiren İslâmî hükümlere aykırı gözüken bir tecellî ile imtihana çekildi mi bocalar.

İnce levme bir misâl verirsek : Zâhirî âlim, mânâca boş bir zâta meftûn olur da; dışı kapalı, ilimsiz görünen bir Mânâ Arslanını görünce alâka duyamaz. (İlhamsız, bu ince levmi başarmak mümkün değildir). Buradaki levm, hassas bir kuşkuyla gerçeği aramaktır.

Bu mertebede ölen Cennet Ehlidir. İman feraseti ile hareket eder.


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

NEFS MÜCÂDELESİ.:

Şimdi nefsi terbiye metodlarına geçmeden evvel bir de nefsin mertebelerini ve sınıflanmasını târifler halinde sunalım.:

D-) NEFS-i MÜLHİME.:

Daha ileride bahsedeceğimiz nefs terbiye usullerinin tatbiki ile nefsdeki akıcılık, hakiki sahibine dönmüş gönül, insan kompleksinde öz mevcudiyetini izhara başlamıştır. Ruh efendiliğini bihakkın vücud iklimine tanıtma îmkânını bulmuştur. Bu noktada nefsi dolayısiyle insanı, kulluk mevzuu içinde, velâyet ihraz etmiş olarak görürüz. Bu hal maddedekl endüksiyona benzer. İlâhî cereyan geldikçe gönül telinden otomatik bir cereyan hâsıl olur, tasarruf başlar. Bu makamdaki bir şahsın yanında ne düşünürseniz, o mülhime nefs farkında olmadan müşkülünüzü çözer. İlhamlar, bilişler, oluşlar onun elinde değildir; lûtfu ilâhînin tezahürüdür.

Burada ince bir noktayı iyi bilmelidir.: Bir çok nefsler, şeytanın oynadığı oyuna düşer ve kendini mülhimede zanneder. Kendi kerâmetine inanır. Bu dalâlden kurtulmak için şu iki kaideyi iyice bilmelidir.:

Birinci Kaide.: Makam-ı Mülhime, kabir sırlarını çözmekle başlar. Eğer bir nefs, kabirde ölünün geçirdiği halleri ya da ötesi bir âlemde dinliyorsa Makam-ı Mülhime başladı demektir.

İkinci Kaide.: ilham alan şahsın, ilhâmı almak kendi ihtiyarında değildir. Bizzât kendi de bir seyirci ve her gelen ilham ve kerâmet kendine de bir çok şeyler öğretmektedir. Yoksa kendi varlığını ilham kaynağı sayarsa, zillet uçurumlarının dibine yuvarlanmıştır.

Nefs-i Mülhimede karar kılan bir ferde, Makam-ı Mülhime de denir. Kötü gider de (emmârede) olan bir fert, böyle bir zâtı görünce aynada kendi, çirkinliğini gören ûcûbe gibi Makam-ı Mülhimede olana saldırır, küfreder. Elinden gelirse her türlü fenâlığı yapmak ister. Bu noktaya Makam-ı Sâfiyede daha fazla temâs edeceğiz..

E-) NEFS-i RÂDİYE :

ALLAH Ceryanı'nı sezecek hale gelmiş olan Mülhime Nefs'de de son bir tasfiyeye ihtiyaç vardır. Şöyle ki.: Yaratılışta fevkalâde olan nefs, Makam-ı Mülhime'ye kadar hep normal şartlarda gelmiştir. Ruh ve Gönlü, safâ, rahat ve huzur içinde kabullenmiştir. Hattâ îmânı bile bu meltem havası içinde yeşermiştir. Bütün teslimiyetindeki ihlâsı göstermek için ALLAH ,nefs üzerine bir imtihan açar. Şartları biraz daraltır. Bu halde de nefs ihlâsında sebat eder, kadere bihakkın rıza gösterirse, makamı râdiyeye geçmiş olur. Bu makamdaki nefs için safâ da, cefâ da aynı zevk içinde tadılır..

Bu makama erebilmek için açılan imtihan şimdiye kadar bize çok kere yanlış tanıtılmıştır. Bu imtihanın 4 mümeyyiz vasfı vardır :

1-) Her şahsa açılacak imtihan (Makam-ı Mülhimeyi kazanmış olan şahsa), onun nefsinin ALLAH Laboratuvarı'nda tahlilinden sonra, o nefsin en çekindiği taraftan açılır. Onun için çok çetindir ve her hangi bir mal ve can kaybı ölçüleri ile ölçülemez..

2-) Bu imtihandaki çetinlik bizim ölçülerimize göre değildir. Meselâ bizim nazarımızda can ve mal kaybı çok güç bir çile iken, o imtihanda bir değer taşımayabilir. Başka bir bakımdan bir aşkı mecazî, bir dostun halk nazarında menfur olması sonunda bizim ona sâdık kalabilmemiz en çetin bir imtihan olabilir..

3-) Bu imtihanı verenin, sabrını da vereceğine îmarı edip; gözümüzde korkunçlaştırmamalıyız. İcabında dışarıdan görünüşte en çetin zannettiğimiz, halk nazarında menfur olup taşlanmak halinde, taşlananın zevk duyduğunu, bize de böyle bir imtihan gelince bizim de zevk duyacağımızı unutmamalıyız..

4-) Yine bu imtihanda, bütün kâinatın «Eman» ismine sığındığı Fahrı Kâinat Efendimizin baş mümeyyiz olduğunu, açılan bir sualin cevabını ancak O'nu ve EHL-i BEYtini bî-hakkın SEVmekle verebileceğimizi unutmamalıyız..

Böylece kader ve tecellînin her haline tam rıza gösteren nefs, Makam-ı Râdiye'ye yükselmiş olur. HÂHk'ın Celâli'ni yalnız sabrederek değil, zevk ve şevk alarak seyreder..


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

NEFS MÜCÂDELESİ.:

Şimdi nefsi terbiye metodlarına geçmeden evvel bir de nefsin mertebelerini ve sınıflanmasını târifler halinde sunalım.:

F-) NEFS-ı MERDİYYE.:

Kul, rızada tam ihlâs gösterince ALLAH.:«Mâdem ki sen benden razısın, ben de senden râzı oldum» buyurur Ve ALLAH'ın rızasını kesbetmiş mânâsına «merdiyye» makamı ihsan edilir. (Sûre-i Fecr, âyet 28)

Bu mertebede kulun elinde olan ve olmayan istekleri.. Cenâb-ı HAKk indinde katileşir. Duâlar otomatikman aynen tecellî eder.

Nefs her türlü hatâdan tenzih edilmiş, sahibine mahsus bir gelin haline dönmüştür. Onun dilekleri artık İnd-i İlâhîde mehr ve ikram ölçüsüne girmiştir. Öyle bir şahsiyetin zahirinde gördüğümüz hatâları, Fazîlet Makamından muamele görür. Biz kulken, sevgilimizdeki, herkes için leke zan olunan beni güzellik nişânesi sayarız da, ALLAH sevdiğinin her halini hoş görmez mi..

G-) NEFS-i SÂFİYE :

Âyine-yi İlâhî olarak ALLAH'a arz edilen has kul ve gelin oton nefs hiçliği ve sonsuzluğu içinde yine sonsuz olan Tecellî-yi İlâhî'ye kavuşmuştur. Kitabımızın muhtelif yerinde tekrar tekrar temas ettiğimiz «abdihâs arûsu ilâhî ve nazlılar» katarına dâhil olmuştur.

Bu mertebedeki kulun bizce bilinebilecek hususiyetleri şunlardır.:

Âyet mânası ile, bu kul her halinde Tecellî-yi İlâhînin matlûbudur. ALLAH «O'nun dili, eli benim» buyuruyor. "Böyle bir ZÂt-ı Âliye her yapılan (iyilik de kötülük de) ALLAH'adır." cevabı ondan gelir.

Böyle bir zatın hâtırı nazenini için ALLAH memleketleri, kıtaları imha ve ihyâ eder.

Abdihâs, onsekizbin âlemi her ÂN ziyâret eder. Meleklerin üstündedir. Zaman ve mekân onun oyuncağıdır, Beden de her ÂN zamÂN ve mekÂNın ötesine gidebilir.

Abdihâs, «ölmeden evvel ölüm» sırrına ermiştir. Bu ölüş ne demektir. Bir kaç kelime ile bahsedelim. Esasen İslâmda ölüm; ebedîleşmek için şekil değişmek demektir. İşte ölmeden evvel ölmek de, kâfir olan nefsin ölmesi; MuhaMMed (aleyhisselâm) boyasına boyanarak "arûs" halinde ihyâ olmasıdır.

«Küfr»ün lûgat mânâsı «perde» demektir. Kâfir, ALLAH'la kendi arasına nefsini perde eden, mânâsına gelir. Şeffaf olmayan nefs, şeffaflaşıp MuhaMMedî Pota'da eridi mi engel kalmaz. Korkunç olan nefs ölmüştür. Fakat o, perde yırtılmamış, yok edilmemiştir..

Nefsi öldürmek derken bu ince mânâyı iyi bilmeliyiz.


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

NEFS MÜCÂDELESİ.:

3. NEFSİ TERBİYE METODLARI

Nefs terbiye metodlare çok kere ehilsizlerce yanlış anlatılmış ve insan gözünde heyulâ haline getirilmiştir. Kurân ve onun tefsircileri oları velîler ilminden alınmış esasları sıralayacağız. İlk önce şu bir kaç noktayı ehemmiyetle belirtelim :

1) Nefs terbiyesi dünyayı terk değildir. Öyle olsaydı dünyaya gelmemize lüzum yoktu. Herkes âlemi ervahta imtihana çekilir, daha orada hallolurdu.

2) Nefs terbiyesi tek bir dâva değildir. Haramdan sakınıp, vicdan terbiyesini başarıp, ibâdetlerini tatbikle mümkündür. Tecellii ilâhî icabı bazı zâtıâlinin bazı anlarına bakıp kendimize garip kaideler çıkarmamalıyız. Bir derviş, terbiyesi sırasında iradei ilâhî ve efendisinin metodu îcabı muvakkaten ibadetini terk etti ise, o ferdin hususiyetidir ve hiç bir ferde taviz ve örnek olamaz.

3) Örnek, Fahri Kâinattır. Nefs terbiyesinde de, her şeyde de asıl Odur. Efendimiz dünyayı zâhirde terk etmediğine ve mevcut şartlara göre terbiye ve arınmayı metodlaştırdığına bakıp, bizler de zikri, sırasında içimizde ve sırasında da kılınçlarımızın, atom silâhlarımızın ucunda yapacağız.

4) Nefs, mânevî bir varlık (kadîm) olduğuna ve küfrün esas barınağı olduğuna göre, onun
şeffaflaştırılması ve îmanı hakikînin tecellîsi çok güç ve ancak sahibinin lûtfuna bağlıdır.

Nefsin terbiye metodlarını biz yedi maddede hülâsalandırıyoruz :

a) Levm etmek, b) ALLAH'ı anış, c) Fahrı Kâinatı anış (Salâvatı şerife okuma), d) Sadaka, e) Sohbet,
f) Nazar, g) Aşk (Bu bahis de son kısımda tafsil edilecektir).

A) LEVM ETMEK

Nesf bahsinde evvelce anlatıldı.

B) ALLAHI ANIŞ :

ALLAH'ı anış, Surei Bakara âyet 152de farz kılınmıştır «Zikredin (anın) beni, zikredeyim sizi...»

Kezâ Sûrei Âlâ âyet 1de : «Artık Rabbının âlâ ismini tenzih ve tesbih et» emri vardır.

Tesbih kelimesi bugün dilimize, göreneğimize öyle tuhaf intikal etmiştir ki; çok kimse tesbîhi bir takım kimselerin elindeki, ipe geçirilmiş nesne sanır. O tesbih, tesbih fiilinin adedini bilebilmek için bir sayı aracıdır. Aslında tesbih, anış ve zikrin bir türüdür. ALLAH'a Onun sübhanlığını dille veya gönülle beyandır. Bir kimse «Yâ Rabbi, sen bütün saltanatlardan ötede sübhansını» diye düşünse dahi tesbih etmiş olur.

Zikretmek de böyledir. Çok kimse zikri bir tarikat müeyyidesi sanır. Halbuki insan ALLAH'ı içten ve dıştan andı mı, ALLAH'a zikretmiş olur ki, bizim anlattığımız zikr budur.

Hakikatta pek çok kimse yanlış biliyor da onun için izah ediyorum. Anışın gayesi, insan kompleksini damla damla ALLAH ceryanı ile doldurmaktır. Bu arada nefsin küfr perdesi üzerinde nokta nokta mânâ pencereleri açmaktrr.

İnsan her nevî meşgale sırasında ALLAH'ı anmak ve zikrle mükelleftir. Ve makbul olan budur. Rûh, gönül, nefs muvazenesi böyle sağlanır. Yoksa dünya işi dünyanın diye ayrılık düşündük mü, Fahrı Kâinat sırrının çok uzağında kalmış oluruz. Zikrin en ideal şekli namazdır. Günlük işlerimiz arasındaki damla damla zikrimiz, namazda çağlayan gibi akmaya başlar. Ben bu günkü nesle,ALLAH'ı anışı, dinamoya benzeterek takdim ederim. Öyle bir dinamo ki gönül aküsünü doldurmakta.

Zikrin şekillerine gelince : İnsanoğlunun meşrebine göre hafi (içten, gizli), açık (lisânen) diye ayrılabilir. Hepsi birdir. Zaman zaman enfüste, zaman zaman âfakta (5. nci kısıma bak) olması daha hoştur.

«ALLAH» kelimesini söylemek her zaman zikr olur mu

Bu noktayı basit bir misalle cevaplandıralım : Bir sarhoşun türkü söylerken ALLAH demesi zikr olmaz. Aynı sarhoşun bir anlık maddi veya mânevî ızdırap icabı «ALLAH!..» demesi zikre başlangıç olabilir. Çünkü ızdırap zarurete, zarurette Samed kapısına koşmaya sebebiyet verir. Samed kapısına geldik mi de zikr olur.

Tersine misâl alırsak : Bir kimse sizin yanınızda iken gösteriş için «ALLAH» derse bu zikr olmaz. Çünkü Samed kapısını çalmadı. Kulluğunu bîhakkın düşünen, acz ve zaruretini idrâk eden her fert Samed kapısını çalmış olur. Bu iki misali yanlış anlamamalı. Bir sarhoş zikretti bir mümin dostum zikredemedi ıdemeyin. Metod ve ilimde misâl, mevzuun ekseriya iki kutup ucundan verilir. İncelik sınırları, böyle belirtilmiş olsun diye.

ALLAH'ı anmak için «esmâ» dediğimiz Cenabı Hakkın sıfatlarından olan şu isimler en çok zikr olarak yapılır

a) İsmi celâl : ALLAH

b) Kelimei tevhid : Lâ ilâhe illallah.

c) Rahmân ismi : Yâ Rahmân.

Bir de çift isimlerle zikr vardir

d) ALLAH'u Hayy.

e) Yâ Rahim Yâ Sabür.

Bu mevzuun teferruatı, şahsın tabına, bulunduğu icâbat ve tecellînin şekline göre değişir. Meselâ madde ve manâ zorluğu tecellî edince veya tab îcabı asabî mizaç olunca : «Yâ Lâtif» zikri; imtihanı ilâhî açılınca :«Yâ Rahîm Yâ sabûr» gibi.. Zikrde aded şart değildir. Günde iki defa Allah dese veya kalben zikretse zikretmiş olur.

Kezâ abdestli olmak da şart değildir (Abdestsiz zikredilsin mânâsı çıkmasın).

Son alarak, namaz sonundaki tesbih ve zikri inceleyelim : Tesbih unsuru olan Sübhânallah Sûrei Âlâda, Elhamdülillâh Sûrei Rahmânda, Allahû Ekber de bir çok âyetlerde zikri farz olmuştur. Namaz sonunda 33 adet ile okunması, yâni tahdit ve belirli oluşu sünnettir. Yoksa o
«Sübhânallah» demek farzdır. Miktardaki hikmete gelince : Zikr esnasında aded, aslında gönle dünya gailesi gelinceye kadar ortalama bir süredir. 33 defa zikr, gönle gaile getirmeyen ortalama rakamdır. Namaz sonundaki zikrde gönle gaile de gelse, zikr bozulrnaz; sünnettir. Yâni Fahri Kâinat Efendimiz tekeffül etmiştir. Her hangi diğer bir zikrde, anış esnasında kalbe başka şey gelirse, zikr şeklen devam etse de aslen kesilmiş, bitmiş olur
.

Bir de Kelimei Tevhid zikrindeki özelliği verelim : Bir kimse «Lâilâhe illallah» demekle nûru MuhaMMedîyi talep etmiş olur. O nûr da lütfen tecellî edince «Muhammedun Resûlallah» der. Hattâ gözü kapalı ise, «Muhammedun Resûlullah» derker gözlerini açması gerekir. Tevhidi kaç defa dersek diyelim, O nûru görmesek bile sonunda mutlaka «Muhammedun Resûlulallah» demek zorundayız.

Kelimei tevhid, bir anlamda : «Yâ Rabbi, her türlü gayriden temizlendim, gönlümde senin derdinden başka dert kalmadı» demektir.

C) FAHRI KÂİNATI ANIŞ :

Bir kimse şahsı hakkında, tasvîbi MuhaMMedî olmadan, ne emeğiyle ne ilmi ile, ne zikri ile, ALLAH'ı bulamaz.

Hayatta hiç olmazsa son nefeste âlemlerin Fahri Ebedîsiyle tanışabilmek için en kesin çarelerden biri bol bol Fahri Kâinatı zikirdir (Salâvatı şerife).

Salâvatı şerife Kurânda kesin olarak farz kılınmıştır ALLAH kitabı keriminde: «Ben Allah iken meleklerimle (beraber) sevgili Peygamberime salâvatı Şerife getiriyorum (Onu zikrediyorum). Ey iman edenler, siz de salâvatı Şerife getirin ve ben onu habibime ileteyim» buyuruyor,

Çok ince bir hikmettir ki, Fahri Kâinatı ancak ALLAH zikreder. Bizim zikrimiz onun namınadır ve ALLAH o zikri kabul buyurur.

Bir mümin günlük namazı esnasında kırk defa, namaz için camide beklerken ve namaz sonu civarında 5060 defa salâvatı şerifeyi otomatikman okur. Zikrin sayıca tam sonsuzluk verdiği nokta salâvatı şerife okumaktır. Hudut ve sınırsız her müslümanın her nefeste okusa bitiremeyeceği bir vecibedir. Bu zikri peygamberi, salâvatı şerifenin pek çok çeşitleri vardır. En kolay olanı ; «Allahümme salli âlâ seyyidinâ Muhammedin ve âlâ âli seyyidinâ Muhammed.»

Meali : «Allahım, Efendimiz olan Hz. MuhaMMede ve âline (ehli beyt ve bütün dostlarma) salât ve selâmımızı ulaştır.»

Bu kısa malûmatı dercettikten sonra şimdi Fahrı Kâinat: anışın ince hikmetini biraz daha açalım :

Âyetle mukayyettir ve her müslüman îmanla mükelleftir ki; kâinat, bütünü ile Efendimiz yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Yine her fert bilir ki, ALLAH'a herkes inanır. İnkârda olan bile aslında inanışını başka türlü beyandan başka bir şey yapmaz. Âyet mânâlarından biliriz ki, şeytan da ALLAH'a inanır. Firavun dahi ALLAH'a inanmıştır. Nitekim bu günün münkir ve zıt kutbu da ALLAHı tanımakta dolayısıyle gerek şeytan, gerek kâfir, ALLAHı kendi zan ve evhamında da olsa anmaktadır. Asıl kulluğa ve imana has özellik, fark, Fahrı Kâinatı zikretmektedir.

Fahri Kâinatı anış öyle bir sırdır ki, nefsin bütün hastalıklarının en kuvvetli ilacıdır. Onun içindir ki nefs, en çok Fahri Kâinatı anıştan kaçmak ister. Gerek madde ve gerek mânâda her türlü şerden ve sıkıntıdan kurtaran tek hikmet, âlemlere rahmet olarak indirilen Efendimizi anıştadır.

Efendimizi anışta esas, aşkı MuhaMMedîyi dâvet eder ki, kâinatı feth eden,:kuvvet de budur: Kalbin, rûhun, nefsin ve bedenin her türlü felâhı ancak aşkı MuhaMMedîdedir.

Fahri Kâinatı anışın zâhiri, salâvatı şerife okumaktır (Sûre : 33 Âyet : 56). Bâtını ise. Fahrı Kâinat ve âlini (ehli beyt ve dostlarını) sevmek, onları sevenleri sevmek, onları sevmeyenlerden nefret etmektir.

Bir müslüman, Fahri Kâinat düşmanı, ehli beyt düşmanı olandan nefret etmezse İslâm defterine ismini geçirtemez. Tarih boyunca İslâm fert ve cemiyetlerinin en çetin derdi bu olmuştur.

Fahrı Kâinat düşmanı evlâdı da olsa ondan nefret edecek. Ehli beyt düşmanı kardeşi de olsa ondan kaçacak. Aksine Fahrı Kâinat ve ehli beyt dostunu kendi evlâdından çok sevecek. Dâvâ budur. Bu meleke ile yoğrulan İslâm cemiyetini ezecek bir kuvvet yoktur. Bu boya ile boyanmış insanı ne şeytan ne hiç bir şey çelemez.

Bütün kâinatı, madde ve mânâsı ile ayakta tutan hikmet Fahrı Kâinat iken, bir insanın bu noktada da anlayış göstermemesi ancak nasipsizliktir.

D) SADAKA:

Hemen üstteki bahse ilgi kurarsak, Fahrı Kâinat ve ehli beyti sevene bir yardımda bulununca nefs yenik düşer. Hatta tasadduk ettiğimiz kimse, Fahrı Kâinat sevgilisi ise, öyle bir himmete maliktir ki, niyet ve zannımızda bile bizi ihya eder.

Onun içindir ki nefs vermekten kaçar. Bir ehline veririm de, insan kompleksinin başkanlığından düşer, ruh ve gönle idareyi teslim ederim diye âdeta vermemek, tasadduk etmemek için çeşitli bahaneler yaratır. İcabında âyet ve hadisle sizi vermemeğe iknaya çalışır.

Halbuki Sûrei Beledde buyrulmuştur: «Kurtuluş yolu kıtlık gününde anbarına ardına kadar açmaktadır». Hangi hüküm, bu nassı Kurânı tahlil ve tâdil edebilir.

Sadaka, maddeden vermek, hiç olmazsa verene vesîle olmak; mânâdan vermek, verene vesile olmak demektir. Maddeden tasadduku ibadetler bahsinde gördük. Burada mânâ tasaddukundan bahs edeceğiz.

Kurânın muhtelif âyetlerinde, hak üzre sabr, merhamet ve hak tavsiyesi her mümine farz kılınmıştır. Ve bir nevi sadakadır.

1) Hak tavsiyesi :(Sûrei Asr ve Sûrei Beled).

Her mümine sırası geldikçe levm ve sırâtı mustakimi öğretmek.

2) Hak üzre sabr tavsiyesi : Mümine gelen felâketlere karşı Allahdan sabr dilemeyi ve o sabr geldiği zaman hiç bir ızdırabın kendini sarsamayacağını öğretmek. Küfre sabr ve Fahrı Kâinat düşmanına sabr yasaktır. Onun için Hak üzre sabr denilmiştir (Sûrei Asr). ,

3) Merhamet tavsiyesi : Bahsinde gördüğümüz şekilde, merhamet tavsiye etmek : Merhamet masum olana ve Fahrı Kâinatı sevenedir. Unutmayalım ki bir kâfir küfründe inat ediyorsa, ona merhamet, onun küfrünün maddede de sona ermesini temenni etmektir.

Sadakanın üstün kıymetini Kurân şöyle târif etmekte ve her müminde bulunması gereken üç
şartın biri saymaktadır.

Sûrei Bakara, Âyet 23: «O ki mümindir; gaybe îman eder, namaz kılar, infâk eder»

Nefs, aslında değil vermek, verene bile tahammül edememektedir. (Bir çok misallerini hepimiz biliriz). Halbuki sadaka, bizzat hak ve hakikatın ta kendisidir. Adalet de bir sadakadır. Hakkı sahibine verirsek, adl üzre bulunmuş oluruz.

Son olarak belirtelim ki; sadaka bizzat kendi nefsimize vermekle başlar. Kur’ânın çizdiği sınırlar dahilinde kendi nefsimize vereceğiz. Hakikî hayatiyet bir sadakadır. Onu, kompleksimize hâkim mevkiinden alıp; ruh ve gönle râm etmek de bir sadakadır. Nefsi anormal besleyip (mânâ bakımından) çeşitli dertlere müptelâ edersek, ona hakkını vermemiş, tasadduk etmemiş oluruz. Hakikatta yalnız nefsin gıdası şehvet değildir. Zikr de onun bir gıdasıdır. Niçin nefsin bu noktadan ihmaline ve mânâ hayatiyle ebediyyen mahvına sebep o!alım

E) SOHBET :

Fahrı Kâinat ve Onun yoluna serilmişlerin hallettiği problemler, onların çözüm yolları sohbetin korusudur. Bu konu içinde sonsuz levm meselelerinin halini buluruz. Sohbetin en mühim önemi, sohbetin mevzuu olan zâtiâlinin mânen sohbet mahalline teşrif etmiş olmasıdır.

Nasıl ki riyazi ilimlerde, evvelce çözülen problemler yardımı ile yenileri kolayca çözülüyorsa; mânevî ilimlerde de sohbet yoluyla olgunlaşmak esastır. Çeşitli sohbetler mevzuunda, sohbetin ana hatlarını sunuyoruz :

Sohbet mânâ ilminin harfleridir. Mânâ lisanında cümle, bu harfleri bilmekle başlar. Sohbette Şeytanın yeri yoktur. Çünkü bizzat sohbetin ana dâvası olan Fahrı Kâinat o topluluğa el koymuştur. Kezâ sohbet, büyük velîlerîn mânevî zevklerinden verdikleri sadakadır. Kurânda vasiyyetleşme emri, sohbeti bir anlamda ibadet haline sokmuştur. Onun için sohbetlerin abdestli olarak takibi daha doğru olur.

F) NAZAR :

İhlâsla zikri MuhaMMedî yapan her nefse Allah bir nazar edici gönderir. insanın mânâ rüşdü tamamlanınca, Sahibi hakikî onu gelin olarak seçmiştir. Ve «bakış» diyebileceğîmiz nazar, bir rical tarafından zuhur eder.

Nazarın halk dilinde, bir de karşıdakini rahatsız edici şekli vardır. Bu mevzuumuzun haricindedir. Sırası gelince verilecektir. Bizim buradaki nazar anlamımız; bakınca âşk ateşini

çaktıran nazardır (ricâlin nazarı). Böyle bir aynadan akseden bakış (nazar), doğrudan, doğruya sahibine has bir hâdisedir. Ve ricâlin durumu nûru Muhammediyi muayyen zâviye ile aksettirmek halidir. Nazara ait müeyyideleri de mevzuun nezaketine binaen madde madde açıkça anlatmayı uygun gördük.

1) Nazar odur ki, Hz. Ömere Fahrı Kâinatın bakışıdır. Katl kasdiyle geldi, köle oldu. Nazarin hikmeti böylece ashaba o gün verilmiş oldu. Nefsi Ömer, menfilik ikliminden, varlıklar katarına bir anda döndü:

Nazar = ihya edici...

2) İbni Mülcem, kılıcını kaldırıp Hz. Âlî efendimize vuracağı anda o sırrın karşısında titredi, eridi. Ve kolu tutmaz oldu. Hz. Âli efendimiz nazar ettiler. Tekrar lâinin ,emeline, şer giderine mecal geldi ve vurabildi:

Nazar = iradei kül...

3) Hz. Hüseyin, Kerbelâda kendisine yardım için gelen, Türkistanlıya nazar ettiler. Bu nazar Eba Müslimi Horasaniye nakloldu ve mantık üstü zaferi sağladı :

Nazar = Zafer kudreti...

4) Sâhibi zaman, her sabah ufka nazar etmezse güneş doğmaz :

Nazar = Maddeye nizam verici...

5) Hz. Necmüddini Kübrâ, Moğollarla savaşırken şehid olmuştur. Savaşa girmekteki bir hikmeti de Moğollara nazar etmekti; etti ve kısa bir müddet sonra mahvoldular:

Nazar = Kahr edici...

6) Hz. Şems, Mevlânaya nazar etti ve yepyeni bir Mevlâna doğdu :

Nazar = Mânâ ilkah edici...

Marifet


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

A) METODLARIN ÖTESİ.:

Nazar bir ferde erdi mi anda mârifet denen hâl başlar. Mârifet, lisânla târifi, metodla tasnifi kabil olmayan bir iklimdir. Biz ancak benzeterek, misallendirerek izâha çalışacağız. Evvelâ mârifetin kompleksimizin elemanlarına intikali halinde ne tezâhür olur onu görelim. Böylece mârifeti uzaktan seyretmiş oluruz.:

1-) Bedene ait mârifetin tezâhürü.: Mârifette olan bir ferd, uzaklarda bulunan bir dostu mide bulantısı çekerse kusabilir, dostunun eli kesilirse kendinden kan akar..

2-) Nefs.: Mârifet Ehli bir şahsın nefsi tasarruftadır. Dostu celâllenir, asâbileşirse o da asâbileşir. Dostu büyük bir mülâyimete düşerse, kendisi de sükûnet bulur. Hattâ a dost zâhirde menfur olursa, o da menfur olur..

3-) Gönül.: Mârifet Ehli gönül, dostunun sevdiği gibi sever, onun nefret ettiği gibi nefret eder. Kendi gönlünde şahsiyet kalmaz. Fahrı Kâinat dostunu her yerde, her kılıkta bulur. Zevkle ağuşuna basar..

4-) Ruh.: Mârifet Ehli olanın ruhî hali şöyle anlatılabilir.: Heyecan ve aşkdaki hali, sâhibinin (mürşidinin) tarz ve lûtfuna bağlıdır. Kendindeki bir hadise ile ruhunda reaksiyon olmaz. Zevk ve şevki aynaya düşen ize tâbidir.

Bu ana maddeleri, evvelce de arz ettiğim gibi, mârifeti târif ve tefsir için değil, takdim için vermiş bulunuyoruz.

Nazar Âlemi ile bir hâl başlar ki, nazara uğrayan şahsa âdeta nazar edenin hâli sinmiştir. Kendini Mârifet Sâhibi zâtın rüzgârına kaptırmıştır..

Yaşlı bir zâta nazar edilmişse, ricalin kudretinden bir ışık ona geçtiği için en zinde bir erkeğin makinası gibi, vücut iç plânda gençleşir..

Sıradan bir ferd nazara uğrayınca arslan kesilir. İşte o ihtiyarın gençleşme, o ferdin kahramanlaşması sırrına mârifet denir..

Mârifet Denizine düşen kimsenin gönlü Kur’ÂN’ı derundan derûna hissetmeye başlar..

Mârifetde olanla, olmayanı açık bir misalle şöyle benzetebiliriz.: Mârifete adım atmayan bir çocuk ise, mârifette olan bir kadındır veya erkektir..

Mârifette olmayana mârifeti anlatmak, üç yaşındaki çocuğa cinsiyet farklarını izâh gibi güçtür..

Velîler, mârifet denizinde yüzdüklerinden, bize verebildikleri sohbetler o mârifetin bizim anlayacağımız misallerle beyanıdır..

Mârifeti daha derli toplu kavrayabilmek için şu dört bahsi açmamız gerekiyor.:

Enfüs ve Âfak, Îman Sırrı, Veledi Mânâ, Kulluk ve İncelikleri..


B) ENFÜS VE ÂFAK.:

Lûgatimizden ve edebiyatımızdan 50 yıldır kaybolan iki kelime... Bunlar yakın zamanda, belki de yüz yıldır yerinde kullanılmamış, onun için yeni nesle «objektif ve subjektif» tâbirleriyle öğretilmiştir. Halbuki «objektif» eşyâ ve maddeler üzerinde biliş, görüş demektir (obje = eşya).
«Subjektif» de indi, kendine ait biliş ve görüş demektir. «Afak ve âfaki, enfüs ve enfüsî» bambaşka şeylerdir. Enfüs ve âfak tâbirlerini öğrenmeden de bahsimizi tamamlamamıza imkân yoktur. Enfüsle âfakın mânâ zinciri şöyle sıralanabilir.:

1-) Lûgat Mânâları.:

Enfüsî.: Şahsî, ferdi, derunî, iç, öz (nefsle alâkası ancak harf bakımından); âfâkî, buudlara has, dış kabuk, zâhir, herkese açık olan görünüş demektir. Bu mânâlar, topluca ve zincir gibi bütün olarak enfüs ve âfakı belirtebilir..

2-) Edebiyat ve Felsefede Mânâsı.:

Enfüsî.: Derûn ve gizli olan öz mânâ (nitekim âyetlerin enfüsî mânâsından kasd budur).

Hâdisede ve eşyâdaki sır tarafı, kıymeti, hikmeti gösteren mânâ. Kaba şekliyle madde ise, atomdaki cevher; ışıksa titreşen enerjinin mâhiyeti, şahıssa onun içinde saklı olan istidat ve gizli kabiliyetleri.

Âfak.: Açık ve satıhda olan, hemen görünen mâna (âfâkî mânâ)..

Madde ise, dıştan görünen özellikleri; ışıksa, şiddeti ve rengi; şahıs ise, beden yapısı ve kalıp kıyafeti..

3-) Tasavvufta Enfüs ve Âfakın Mânâsı.:

Âfak.: Beşerîyyet hâli, lisânen ifâde olunabilinen mânâiar, zevkde, şevkde, ibadette, ahlâk ve fazilette sathîlik; samimiyetsizlik, imanda gösteriş, alışkanlık ve taklid..

Enfüs.: Fahrı Kâinat namına gönlün sırrı, ifâdenin iflâs ettiği zevkî mânâlar, şevk, ahlâk ve fazilette ALLAH namına hakikilik; imanda kalble tasdik zevki, bütün buudları muhtevi bir iç âlem..

Netice olarak âfak.: Âlem-i Suğra (dış âlem); bildiğimiz kâinat...

Enfüs.: Âlem-i Kübrâ (iç âlem) içimizde, bilemediğimiz bütün dış kâinat; muhitî mekânsız kâinat.

4-) Mârifet Bahsinde Enfüs ve Âfak.:

Âfak.: İçimizdeki sırra (Fahrı Kâinat aşkı) mahkûm her madde, hattâ hayat, fikir, düşünce ve zevk..

Enfüs.: Her zerreye hâkim, her sırrın biten mâverasında mekânsız sır. Her mekânı muhit; fakat bizden. İşte nazar, enfüs penceresini açan iksir..

5-) Hakikat ve Aşk İlminde Enfüs ve Âfak.:

Âfak.: Âlem-i Kesret, çokluk âlemi, kulluk..

Enfüs : Âlem-i Vahdet, sırrı MuhaMMedî (aleyhisselâm)..

Son yazdıklarımızdan; bilhassa mârifet bahsine ait satırlarımızdan yalnız maddeye inanan (ister münkir, ister şekilde kalmış müslüman geçinen) bir şey anlamadı. Belki de dudağını büktü. Şimdi enfüs ve âfakı matematik ve fizik bilgilerle o mantığa hitap ederek başka bir pencereden seyrettireceğim.:

Matematik ve Fizik İlimleri Bakımından Enfüs ve Âfak.:

İlk önce bir misâl vererek, mantığımızı madde ölçüleri üzerinde merkezîleştirelim.:

Elimize, tasavvurumuzdaki en ufak maddî zerreyi alalım. Ve bunun üzerini en ince tülle sarmaya başlayalım. O tülü o kadar saralım ki, ilk zerre en büyük seyyâreden daha büyük bir kürre haline gelsin. Şimdi o tülü kat kat açmaya başlayalım. Tülün her açılışı yeni bir âfaktır. Tâa ilk zerreye kadar, açıldıkça meydana çıkan her manzara âfaktır. Enfüs ise burada öyle bir sırdır ki, merkezdeki o zerre, tülün her katının her noktasını muhittir. Nasıl olur değil mi?. Halbuki bugünün fiziği olur diyor : 0 en küçük zerre elektrondur. Tülbentin her zerresi de elektrondan ibaret değil mi Hattâ atomun çekirdeği de madde itibariyle elektronun 1850 defa büyük şeklinden ibârettir.

Bu misâl bizi enfüs ve âfakı madde mantığı ile anlayışa götürdü. Şimdi başka bir misalle biraz daha yakın olalım.:

Geometri, bütün şekilleri, dâvaları ve nihâyet etrafımızdan bize tanıttığı eşyâyı nasıl beyân eder. Noktaların meydana getirdiği ve her zerresi noktalardan teşekkül eden buudlarla değil mi!. O buudlar vardır, görüyoruz, biliyoruz ve eşyayı buudların/boyutların kompleksi olarak anlıyoruz..

İşte bu buudlar ve topluca eşya âfaktır. Bütün görülenler buudlardan, buudlar da noktalardan ibâret değil midir!. Nokta nedir?. Buutları olmayan, fakat buutların temeli olan mevCÛD.
Ey maddeci! Bu geometri prensibini inkâr edebilir misin!?. Ve en ufak bir aldatıcılığın var mı O halde nokta işte geometrinin enfüsüdür. Buudu yoktur; fakat buutların her zerresi O’dur..

Fizikten diğer bir misal alalım.:

Sinüzoidal bir dalga hareketi düşünelim. Her hangi menşe’den yayılan hareket, titreşmede süratı ve dalga boyu denilen unsurlarına tâbi olarak eşyâ veya, madde üzerinde yayılır. Esas itibâriyle saniyedeki titreşme sayısı ne kadar fazla ise o kadar çabuk yayılır. Kozmik Işınların ve mezonların titreşme sayısı bir saniyede 1020 rakamiyle ifâde edilen sonsuzluğa yaklaşır. Bu sayının ifâdesi şöyle verilebilir. Yer yüzündeki bütün insanlar saniyede on defa elini sallasa ve bu titreşmeler uç uca eklense 100.000 senede kozmik ışının bir anlık titreşmesini sağlıyabilir. İşte bu ışının böyle astronomik sayıda titreşmesi, yayılma hızlarını sonsuza yaklaştırır. Bu mezon titreyişiyle bütün kâinatı onda bir saniyede dolaşır. İşte misalimizde böyle bir titreşim kaynağını örnek alırsak, kâinatın her yerinde bu ışın titreşmesi aşağı yukarı aynı anda hissedilir. Hareket ve menşe’i, mekân ve zaman unsurları bakımından çok ötelerde iken; ayrı ayrı yerdeki âletler aynı anda mezonu yanında gibi tesbit eder. İşte mezon âfaktır. Onun her yerde hissedilen mevcudiyeti ise onun enfüsüdür. Hareket enfüsü değildir. Yayılan o dalga hareketi ile belli olan izafi mevcudiyeti onun enfüsüdür. Zirâ bu mevcud, icâbında bir canlıyı öldürerek varlığnı isbat eder..

Enfüs ve âfakın maddede son bir izâhını yaparak mevzuumuza döneceğiz, bir canlının hayatîyyet şahsiyetini inceleyelim.:

Canlının hayatı hücreden başlar. Hücre maddî bir takım kimya maddelerinden ibârettir. Bu kimya maddeleri ile, hali harekette ve faaliyette bir canlılığın farkı, aşağı yıkarı hücrenin üreme kabiliyetindedir. Üremek de, bazı kimyasal maddeler alıp başka maddelere çevirerek kendine benzer yeni bir kimya terkibi hazırlamak demektir..

Şu halde bir canlı, kimya ve fizik bakımından cansızla farksızdır. Hücrenin nüve ve protoplazması hazırlanıp ayrı ayrı şişeye konsa veya bir kapta birleştirilse canlı meydana gelmez. En yeni virüs araştırmaları gösterdi ki, büyük ve organik bir kristal cisim canlı olabiliyor. Burada bir rûh kabulü fizikkimya bakımından câiz değildir. Bir hücrede mevcud bütün canlıya şâmil bir canlılık vardır. Hayattan bir varlık; hem herhücresînde hem hücrelerin bütününde, her noktasını zerre zerre saran, varlığın bütün mekânlarını istilâ eden hayatiyetle doludur. Hücresinin en müntehâsında mevcud, mekânı olmayan, sonra da bütün vücudunu saran bu hâdise nedir işte ister nebat, ister hayvan, dış teşekkülü (nokta nokta cüz’leriyle hücresi ve kimyası) ile âfakı teşkil eder. Her hücresinin son köşesinde, hem de bedenin her yerinde mevcud hayat hassası da enfüsü beyân etmiş olur..

Şimdi enfüs ve âfakı umumî ölçülerde tahlile devam ediyoruz.: Anlattıklarımdan, enfüs ve âfak, madde ve mânanın bir başka tarz ifâdesi gibi anlaşılmamalıdır. Zirâ madde olan bir enfüs, mânâ olan bir âfak olabilir. Bunları da bir misâlle inceleyelim.:

Madde olarak haram bir lokmanın mânevî feyze mâni’ oluşu, maddeden gelen bir hâdisedir. Amma enfüsî bir hikmettir. Her hangi bir yakının (mânevî dost değil) ölümüne acımak manevî bir hâdisedir, fakat âfaktır.

Mânevî hükümlerin enfüs ve âfak üzerindeki son sözü şudur.:

Fahr-ı Kâinat’a, Onun âline sevgi ve aşkta medhal olan her his, her hareket velev ki madde olsa enfusidir. Onun dışında her hayâl ve hal velev ki mânâda olsa âfakîdir..

Bir Atomun elektronu Fahrı Kâinat adına; raks eder; onun için enfüstedir..

Bir hücre dahi canlılık sırrını: Fahrı Kâinat için celb eder. Ve enfüstedir..

Bir elma renk ve kokusundaki haşmeti bir MuhaMMedîye vermek için taşır; enfüstedir..

Bir koyun, Fahrı Kâinat yoluna teslimiyettedir. Onun için enfüstedir..

Dilber-i Rânâ ve Arûs-u İlâhi olan ferd, Fahr-ı Kâinat Nûru’na iştiyaktadır. Onun için enfüstedir..

Bunun dışında madde ve enerjî, eşyâ fikri, hayat, zan hattâ şeref ve haysiyet, her türlü varlık; et, kan, yaprak ve zerrelerden kehkeşânlara kadar her şey âfaktadır. Hatta kesbettiği ibâdet ve tââtın karşılığı beklenen cennet de âfaktadır..

İşte mârifet, âfaktan enfüse dönebilme sanatıdır Orıun içindir ki bir çok kimselerin zannı gibi içe dönüklük değil, bütün dostlarda kendini hissetme ve kâinatın her zerresini kendine hissettirme sanatıdır.

Bir insan ilk üç kısımda belirttiğimiz mizan ölçülerinde muvâzeneleşir, sonra döner nefis değişimini tamamlarsa, onda enfüs sırrı tecellîye başlar. Böylece Ahlâk-i MuhaMMedî’de bir evvelki kısım bir sonraki kısma yepyeni bir insan hediye eder..


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

C-) VELEDİ MÂNÂ :

Bir gelin nâzeninliğiyle hazırlanan ferde ricalin nazarı değdi mi... enfüs ve âfak arasındaki izâfı zar çatlar; mârifet başlar. Mârif aynı zamanda, insan şahsiyet ve kompleksinde yeni bir hayat yaratmıştır. Bu yeni hayatın mümessili olan mârifet sırrına «mânâ çocuğu» denir. Kompleksdeki «kâfir nefs» ölmüş, ALLAH-la kul arasındaki çirkin perde (küfür) yerini bu nazenin tüle (veledi mânâya) terk etmiştir. Mânâ çocuğu enfüs ikliminden teneffüs ettiği için, mânâ çocuğuna sahip ferd, buutları yenmiş, âfaklardan, hudutlardan kurtulmuştur. Bütün eşya ve buudlar, bu yeni nesli kendinde hissettiği için tanır. Onun içindir ki elmadan buğdaya her gıda büyük bir haz içinde, ona gıda olabilmek için çırpınır.

Veledi mânâyı Hz, İsâ’ya benzetirler.: Vazife-i aslîsi küfür ve zulümle mücâdele. Gâyesi Fahrı Kâinatın teşrifini müjdelemektir. Onun içindir ki veledi mânâ zuhurunu hazmedemeyen cemiyet böyle bir zâtı hazmedemeyecek ve bu zât-ı âliyi kötüleyecek, menfur kılacaktır...

Hikmetlerin en incesi.: İnsan kompleksine veledi mânâ (Hz. İsâ'nın yaptığı gibi) Fahr-ı Âlem Efendimizin teşrifini haber verir.
Her an açık olan Fahr-ı Kâinat Sırrıyle teşerrüf, aşkla mümkündür..

Veled-i Mânânın en mühim tarafı şudur.: Vicdan dediğimiz varlık ancak veledi mânâda mevcuttur. Zira bir insanda nefs kâfirken hakikatla arasında perde iken vicdan dediğimiz kıymetli müessese nasıl çalışır O perde kalkar, Mânâ Çocuğu gelirse o zaman vicdan doğar. Muhyıddîni Arabî, Veled-i Mânâ'ya bizzat vicdan der. Vicdan bahsinde gördüğümüz gibi, sıratı müstakîmde olan o vicdandır..

Mânâ çocuğunu hakikî vicdan penceresinden seyredersek, hikmetleri şöyle sıralayabilirîz;

Vicdan.: Öyle nâzenin bir yavru ki ancak îman südü ile yaşar. En ufak bozukluk ölümüne sebep olur. Bu günün nesli vicdânı bir nevi ithal malı ciciliğinde görmektedir. Onun içindir ki ahlâkın aslî kaidesi olan vîcdan, ne ferdde ne cemiyette teşekkül edememektedir. Muhtelif örneklerle basitten girifte doğru mevzuumuzu tamamlayalım.

Bir kimse ki etrafında nâzik, kibâr tanınır; fakat en ince nezâketi göstermesi gereken anne ve babasına haşindir. Bir kimse ki hırsız ve rüşvet alana acır da, o hainin bir yetim hakkını düşünerek hemen cezâsını veremez. Bu şahıslarda vicdan müessesesinin varlığı nasıl düşünülebilir Bir kimse ki mukaddesatına dil uzatanla dosttur da, en ufak madde menfaatına dokunana düşmandır. Bir kimse ki yalnız tarihteki bilgisiyle İslâm düşmanlarını güya kötüler; yaşayan İslâm düşmanlarını ma'zur görür; vicdan neresindedir..

Halbuki Mânâ Çocuğunun yaşattığı vicdan bakın nasıldır.:

Şahsiyetine en ağır taarruzları af eder; mukaddesatina ve mânâsına en ufak kötülük edeni gönlünden ezel ve ebed hudutlarında tard eder. Zillet içinde birinin hatâsını hoş görmez, zahirde kaba davranır. Onu ikaz ve haklı göstermez ki, bu hatâ onda devam etmesin. Bir ferdin isyanına karşı içinden kan ağlar. Veliyullah sohbetlerinde buyurmuşlardır ki : «Bir kâfire, evlâdı dahi bizim kadar acıyamaz.»

Harplerde kılıcı ile ufuklardan ufuklara kahramanlık destanları yazan Hz. Ali Efendimiz'e ait bir hadiseyi dile getirmek istiyorum.:
Bir Bedevî, âşık olduğu kızı alabilmek için, kızın islâm düşmanı olan babasına Hz. Alinin başını getirmeyi vaad etti. Fakat Hz. Aliyi görünce paniğe kapılıp titremeye başladı.
Bunun üzerine Hz. Ali.: «Niçin elin titriyor Gönülleri ayıran başın bana lüzumu yok!.» buyurdu.

O baş ki, madde ve mânâda bizzat ALLAHın medâr-ı iftiharı. İşte veledi mânânın beslediği vicdan.: ALLAHın tecellî edeceği mekânsız nokta...

Bir noktayı daha belirtelim : Ehl-i Beyt ve dostları bu Veled-i Mânâyı doğuştan taşırlar. Onlar için kesbilik yoktur. Çok ince bir hikmettir ki, nasıl hakiki vicdan ancak îman sütüyle beslenirse, îman da ancak bu vicdanda yaşar. Yoksa nefsin heva ve hevesiyle sönmeye mahkûmdur.

İmanla vicdan maddede câzibe ve kuvvet gibidir. Nasıl ki câzibe olunca kuvvet doğar; fakat câzibe aslında kuvvetten doğarsa; îman ve vicdan da böyledir..

İman vicdandan doğar. Fakat vicdanın doğması için de şarttır, Su iç içe sırrı, Mârifet Ehlinin imanı üzerinde bir tahlil yaparak anlayacağız.


D-) İMANI HAKÎKÎ.:

Efendimiz Mekke fethinden dönerken.: «Asıl büyük cihada şimdi gidiyoruz» buyurdular.

Başka bir hadisde Efendimiz.:«Nefis; düşmanların en azgınıdır.» buyurdular. Demek ki marifete ermeyen bir insan, kompleksinde başkan olarak, kâfir nefsi taşımaktatır.

Tek NÛR’da iman müessesini bütün teferruatiyle tetkik ettik. Şimdi marifette olanın imanını, dolayısiyle imanı hakikiyi göreceğiz.

İman dediğimiz hâdise mücerret bir mefhum olduğuna göre, onu mantık ve havsalamızda elle tutulur hale nasıl koyabiliriz. Bu günün mantık ilmi ve fikir metodu ister kabul etsin, isterse anlayamasın hakikat şudur.: Mânevî veya mücerret mefhumlar müşahhas tezahürlerle bilinebilir. Meselâ.: Bir kimse sizi sevdiğinden bahsetse, sevgi mücerret bir mefhum olduğuna göre, bunu kesin olarak bilemezsiniz. Fakat siz, beşer icâbı itibardan düşer veya menfur olduğunuzda sevgiden bahseden o şahıs, size alâkasını eski ikbâliniz zamanındaki gîbi muhafaza ederse o zaman sevgi mücerret olmasına rağmen müşahhaslaştı demektir..

İşte îmanın mücerret anlamdan çıkıp müşahhaslaşması, dolayısiyle mevcudiyetinin varlığı, şu bir kaç ana kaide ile tesbit edilebilir.

1-) Îman ehli yalan söylemez.

2-) İman ehli namusundan zerresini feda edemez.

3-) Bir İman Ehli, mümini kardeş kabullenir. Ve bu kardeşlik paktı ebedîdir. Hiç bir şart onu değiştiremez. Bir müminin iffet ve şerefi çiğnenirken eğer yüreğimiz parça parça inlemez ise, îmanda notumuz sıfırdır.

4-) İman ehli dinine düşman olanın ızdırabını zevk, onun neş’esini kendi için elem soyar. (Bu kalbe ait bir duygudur.)

5-) İman ehli beceriklidir. Akıl ve mantığı ile çözemediği mevzuları hissiyle çözer. Daima sıratı müstakimde isbatı vücud eder. Garblı bunu çalmış ve yerinde olmayarak «sağ duyu» demiştir.

6-) Fahrı Kâinata, ihtiyarı içinde ve dışında büyük bir sevgi ile bağlıdır. Ona dost olana dost, düşman olana düşmandır.

7-) Kelime-i Tevhîdi bîhakkın yapmaktadır.

Biraz daha derine inersek îmanın müeyyidelerini şöyle müşahede ederiz.:

1-) Çok uzaklarda bir mümin ağlarken, yüreğinden kan gider. Bulunduğu iklimde bir mümin açsa, midesîne lokma koymaz.

2-) Fahrı Kâinatla bizzat müşerref olmuştur. Zira Şefkat-i MuhaMMedî öyle derin bir âlemdir ki, her mümini teker teker şereflendirir.

3-) Ümmet-i MuhaMMed içîn maddesini, hattâ mânasını, aşknı ve bütün mevcudiyetini fedâya hazırdır.

İşte marifetle başlayan hakikî iman budur. Kâinat, ayakta tutan bunlardır.

İşte Ehl-i Mârifettir ki, onun şahsiyeti büyük âlem (Âlemi Kübrâ) olmuştur. Sık sık işittiğimiz Büyük Âlem, Küçük Âlem tâbirleri marifet penceresinden seyredilebilir..


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

E-) BÜYÜK VE KÜÇÜK ÂLEM :

Tasavvuf lisânında âlemi kübrâ (büyük âlem) insandır. Âlem-i Suğra, yâni küçük olan âlem de bütün teferruatiyle kâinattır.

İşte İslâm Dini insanı bu açıdan mütalâa eder. ilk nazarda mantığa garib gelen bu tâbir, enfüs ve âfak bahsinden sonra kolayca anlaşılabilir. Bütün kâinat, âfakı teşkif ettiği için Küçük Âlemdir. İnsan ise enfüs iklimi ile dolu olduğu için Büyük Âlemdir. İnsan mârifete erdi mi, kâinatın her yerinde isbat-ı vücûd eder.

Şekillerin en gizli yerinden fışkırabilir. Artık insan, mantığın bize verdiği çizgilerin mahkûmu değil, bütün hatlar ve şekiller onun esîridir.

Vahdet-i Vücûd sisteminin yanlış anlaşılmış noktasından fikirleri kurtarmak için bir misâl üzerinde anlaşmamız gerekir :

Güneş dünyamızın her yerini aynı enerji ve hararet ölçüsü ile aydınlatır. Kimi yerde hararet, kimi yerde yangın, kimi yerde hayat ilh. Bu enerjiden çeşitli alışlarla istifâde etmektedir. Ve arz üzerinde güneş enerjisiyle hangi çeşit alışveriş olursa olsun, güneş, güneşliğinden bir şey kaybetmez.

Nûr-u MuhaMMedî de bütün kâinatı madde ve mânâsiyle sarmış, öyle sarmış, öyle bir sarış sarmıştır ki; her zerrenin mevcûdiyetinde o zerreden evveldir. Tekrar güneş misâline dönelim.: Arzdaki bir şahıs güneş ışığına bir mercek tutsa, merceğin odağında güneşin bir ufak numunesi doğar. Ve güneş güneşliğinden bir şey kaybetmez. İşte mârifette olanın hâli mercekten teşekkül eden güneş gibidir.: Sırr-ı MuhaMMedî’nin bir ferdde mevcûdiyeti Nûr-u MuhaMMedî’yi ne azaltır ne de çoğaltır.

Dış Âlemler ve bütün kâinat Küçük Âlemdir. Zirâ onun mevcûdiyeti Nûr-u MuhaMMedi sâyesindedir. Ve her noktasında bu sırrın varlığı, eşyâ ve kâinata varlık imkânı vermektedir. Nûr-u MuhaMMedî ise Büyük Âlemdir. Onun bir mercek ile merkezîleşmiş hayali olan gönül dahi Büyük Âlemdir. Zira bir ÂN için bütün kâinatı arza benzetsek, güneş nasıl arza nazaran Büyük Âlem olursa; arzla güneş arasına çok büyük bir mercek koyarak bu merceğin odağını arza isabet ettirirsek bu yeni güneş (buna fizikte hakiki hayal derler) yine arza nazaran Büyük Âlemdir. Ve bu hakikî hayal güneşinin mevcûdiyeti, asıl güneşi zerrece ne tesir altında ne de onu azaltma yolunda engel teşkil edemez.

Bu misâlden şu çıkıyor.: Bütün kâinat Küçük Âlemdir, Fahr-ı Kâinat, Büyük Âlem. Her insan gönül dediğimiz bir merceğe mâliktir. Bu mercek Aşk İlmiyle ayarlansa Nûr-u MuhaMMedî’de hakikî bir hayal elde olunabilir. Buna da “mârifet” diyoruz. İnsan da böylece Büyük Âlem olma şerefini bulabiliyor.

Mevzuumuzu Nefs ve Gönül âhengi bakımından biraz daha açalım.:

Madem ki büyük âlem istidadında yaratıldık, o halde bizdeki âlem de, dış âlemde gördüğümüz bütün hayır ve şerleri içine almaktadır.

Nefs, Küçük Âlemdeki ALLAH’sızı, Fahrı Kâinat düşmanını teşkil eder. Gönül, Fahr-ı Kâinatın Nûruna mekândır. Rûh, ALLAH’ın bir emr hükmü olarak, Hakkı temsil eder. Vücûd da bütün madde kâinatını sembolize eder.

Onun içindir ki, insan vücûdunda en son araştırmalar 99 elementin hepsinin de mevcûd olduğunu; kezâ yine en son araştırmalar, insan vücûdunda kozmik şuadan uzun dalga enerjilerine kadar bütün maddî varlıkların eksiksiz olarak bulunduğunu isbat etmiştir.

Rûh için, ALLAH KurÂN’ında : «Bendendi bana döndü» buyurmuştur. Nefs bakımından ise her ferdin zâmirinde bütün fenâlık mevcûddur. Bunlar madde madde hayvan ve insan tiplerinin şer taraflarını noktası noktasına temsil eder.
Daha derin bir tahlille.: Biz enfüsümüzde nefsimizi tesbit edip, bir derdimize bî-hakkın ilâç bulup, nefsin o noktadaki melânetini yok ettik mi; cemiyette de o şer yok olur (Nefsler bir bütündür). Bunu anlamak pek güçtür. Üstelik bir nefs bir noktada kanserleşti mi cemiyette o noktada fuhşiyat başlar. Âlem-i Kübra olan enfüsümüzden biz bütün insanlığa ait tecellî, dert, ızdırab, şer ve hayırların yerini kendimizde toplayıp tesbit edebiliriz (mârifet ehli için). Tersi de vâriddir; cemiyetteki ALLAH’sızın ahlâksızlığı nefse aksederek bir ferdin nefssinde azgınlık meydana getirebilir (avam nefsi için).

Âlem-i kübrâ ve Âlem-i Suğra’daki hikmeti bu sefer biraz daha müşahhaslaştıralım.:

Fahr-ı Kâinatın bu derin mânasını bildikten sonra mûcizeler ne kadar basit geliyor. Nitekim her ferdin gönül merceğini, istediği an Efendimiz kendi enfüsünde ve o ferdin âfakında istediği bir ayara koyabilir. Efendimiz bundan dolayı kâinatın maddî ve mânevî ızdırabının yegâne tabîbidir.

Ve yine madem ki Fahr-ı Kâinat bütün âlemi cebir mânâsiyle içten ve dıştan saran bir zarf, o halde her zerreye madde ve mânâsıyla sığınak bizzat O’dur.

İşte Âlem-i Kübrâ... Her MuhaMMedî’nin yaşadığı sonsuz iklim... Enfüs de, âfak da, bütün kâinat da (yâni Âlem-i Suğrâ) ancak o âlemin (Nûr-u MuhaMMedî’nin) imkânı ile var ve mevcûd olabilir.


E-) KULLUKTAKİ İNCE SIR.:

Kâinat madde ve mânâsiyie Nûr-u MuhaMMedî adına varken, Âlem-i Kübrâ dediğimiz Mârifet Ehli de o nûrdan ibâret olduğuna göre, kulluk ve biz bu sistemin neresinde bulunabiliriz İşte mârifette en çetin dâva budur. Çünkü Âlem-i Suğra (İnsan-ı Kâmil dışındaki her zerre) mutlak bir acz içindedir. Âlem-i Kübrâ, Fahrı Kâinat ve O’nun sırrıdır. Bizzât hitab eden ve ALLAHa muhatab alan mânâ budur. Bir insan, yâni şahsiyet, Âlem-i Suğrada ise mahkumdur, kabili hitab bile değildir. Âlem-i Kübrâda îse ALLAH ve Fahri Kâinat’ın hitab ve aşkı mevcûddur. Âlem-i Kübrâ sırrı tahakkuk eden iklimde kulluk mevcûddur. Âiem-i Kübrâ sırrı tahakkuk edip aşkı MuhaMMedî tecellî etti mi yok olacağız, öyle bir yokluk ki Mutlak Adem...

Emri ilâhî tekrar varlığımız: murad etti mi, Âlem-i Suğrada mevki alıp, ihtiyaç (Nûr-u MuhaMMedîye iştiyak) haliyle Samed Kapısında inleyeceğiz, Açacak ve tekrar Aşk-ı MuhaMMedî tecellî edecek. Yine yok olacağız... İşte Murâdı İlâhî ve kulluğun bihakkın mârifet lisâniyle târifi budur.

Zâten varlığımız menfi bir mevcûdiyettir. Kendimize şah damarımızdan yakın olan ALLAH’a, kalbimizden derin olan Sırr-ı MuhaMMedî’yi uzak farz ettik mi varız. O sırrı sezdik mi varlığımız yerini otomatikman hakikate terk eder..
Bugünün genç nesline anlatmak için bir misâl vereyim.:

Bir çukur ayna ile zahirî bir hayal elde etsek; bunun varlığı menfi bir varlıktır. Çünkü ayna önüne münasip bir mesafeye konan bir prizma bu sahte varlığı darmadağın tayflara ayırır. Dolâyısiyle yok eder. Menfi varlık kalkınca, meydana gelen tayf aslında hakikattır. Şimdi prizmayı kaldırsak, yine o mevkide hayal aynı yerde kalır.

Zâten ALLAH, cemâliyle Fahr-ı Kâinat Sırrı’nı insan kompleksine çözülmesi imkânsız bir hikmetle zerk etmiştir. Nefsi de araya mâni halk etmiştir. Kulluk san`atı odur ki; aşk kuvveti ile nefs tasfiye edilsin. O noktada Aşk-ı İlâhi Fahr-i Kâinat Sırrı’na ersin. İşte o Aşk Âlemi’nde nokta olabilmek, buudsuz bir mevki bulmak kulluktur. Yokuz, zirâ o âlemde yerimiz olamaz. Varız, çünkü o haşmetli sırra, buudsuz noktada intikal mahalliyiz. Kulluğun sırrı onun içindir ki muayyen bir zirveye yükselmek değil, ezelden ebede kadar bu yokluk ve varlık değişiminde sürekli kalabilmektir. Onun içindir ki, Ebu Leheb kırk yıl Fahri Kâinata muhabbet duydu, sonradan aynı noktada isbâtı vücut edemediği için mevkiini kaybetti. Îşte bir çokları tarafından yanlış anlaşılan bir nokta da budur. Tam yoklukta da iş bitmez; kulluk ezelden ebede sonsuz bir âlemdir. Varlığı ve kesret âlemine dönüşü murad edilirse döner. Çekil aradan deyince mutlak yoklukta sırlaşır. Kullukdaki bu târifi bizzât Efendimiz mîraçta Sevgilisine sunmuştur.

Mîraçda Fahr-ı Kâinat cevap verdi : «Yâ Rabbî, SEN’de olmayan bir şey getirdim!» ALLAHda olmayan ne olabilirdi Bütün buudlar, dehâlar, madde ve mânâsiyle hiç bir ferd, bunu bilemez ki!..

Cenâb-ı HAKk Habîbi’ne sordu.:«Ey Rahmet ve Bereket Hazinesi kıldığım Sevgili Mâşukum! BENde olmayan nedir?.»

Âlemlerin Varlık Sırrı Efendimiz.: «Yokluk getirdim Yâ Rabbî!.» buyurdu. Sonra, mîraçtan çok sonra... Bir gün Efendimiz buyurdu ki.: «En çok hoşuma giden sıfatım kulluktur... »

Âşk..

Mârifetle kulluğun ince sırrını öğrenen insanda nefs «nefîs» olmuştur. Bütün kabiliyetlerini «Aşk Cereyanı» ile işletir hale gelmiştir. Aşk öyle bir haldir ki, târif ve tafsîli imkânsızdır. Çünkü ALLAH’ın Zâtı’na has bir sırdır. Bütün bilgiler ve satırlar Sıfat Âlemi’nin malıdır. Hattâ duyuşlar bile. Bütün hisler, zanlar, ilim ve hayal topluca aşkı beyân etse, bir kâğıt üzerine gül resmi Yapmış olur. Halbuki aşk bir güldeki koku gibidir... Çizgilerden intişar etmez ki...

Aşkı en basit deyişle, gönül noktasından bütün mevcûdumuzun, kompleksimizin her zerresine yayılan ALLAH Ceryan’ı diye târif edebiliriz.

Mânâ Âlemi’nin sırrını tadan bir Velînin ağzından bir târif verelim.:«Düşünün ki kalabalık bir parktasınız (Kesret Âlemi). Sizi bir anda milyonlarca kilometre ötedeki yıldıza fırlattılar. Öyle bir mekân ki; bu fırladığınız nokta ışıkların uğrak vermediği, seslerin vahşî bir hayal gibi söndüğü, bütün dostluklarınızın iflâs ettiği iklim. Yalnız müthiş bir özleyişin, kahreden bir hasretin peşinde yokluğun merkezine çekiliyorsunuz. Sanki bu özleyiş ve sonsuzluk seferinin sonundaki yokluk sizsiniz. Böylece, bütün eşyâ gibi her şeyiniz, nokta nokta kâinatın sonsuz ufkuna dökülüyor. Ve sonra bütün eşyâ, hayal ve hatıralarınız, beyninizdeki en hassas hücreye teker teker yapıştırılıyor. Kezzabın acısı gibi kesrete dönüyorsunuz. Yapma bebekler gibi şekiller teşekkül ediyor. Ve sesler sanki: ağıtlarınızın bir nağmesi gibi.,. Tekrar boşluktan dünya parkınıza yağıyor. Sizde yalnız bir şey kalmıştır.: Sonsuz bir zevk.. Bütün kâinatın zevk lokması halinde yutulması bile bu zevkin yanında acı bir kinin gibi... »

İşte mevzû ve işte kelâm.: Kur'ÂN-ı Kerîmın mûcize oluşu,. Kaba beyinlerde ancak falan yıldızın mahrekini beyandayken, gönüllerde bu Aşk Âlemini beyândadır. Biz onun için mehaz olarak «Kalbi İnsan, KurÂN-ı Azimmüşşân» dedik.. Kurânın tefsiri olan satırlardan başka hangi eser bu iklimi bu seferi anlatışta mehaz yazılır. Yazılırsa, kepâze olmaz mıyız


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

A-) AŞK VE GÖNÜL.:

Lisanımızda aşk her ferdin anlayışına göre sınırlanmıştır. Halbuki o sınırsızdır. Ancak bazı noktaları birbirinden ayırabiliriz :

1-) Hissi hayvanî.: Erkeğin dişiye duyduğu câzibe..

2-) Aşkı mecâzi.: Hakiki aşkın gölgeliğine bile namzet olamayan sevgidir. Fakat tasavvuf ve ahlâkı MuhaMMedîde özel bir yeri var. Aşkı mecazinin en asîli : Erkeğin dişiye, dişinin erkeğe maddeyi yıkabilen her an zaruret edası taşıyan sevgisidir. Aşkı mecazî (kadın ve erkek dışında) eşya ve mefhum üzerinde de doğabilir ve yaşar (para, hayvan, ilim sevgisi vs.)...

Aşkı mecazîyi, Fuzûli bir bütün olarak vermiş, zerre zerre tattırmıştır. Aşkı hakikiye olan irtibatı da, Fuzûli lisanından bir «Leylâ Mecnun» ile tanınabilir. Biz onun lisânından aşkı mecaziye ait ince bir kaç noktaya temas edip geçeceğiz. Ve sonra aşkı bir bütün olarak tetkik edeceğiz.

Fuzûli der ki.: «Mecnun, Leylânın köyüne gelirken köpeklere taş atamadı... Bir defasında da Mecnunun haline acıyarak, ona yardım olsun diye askerleriyle birlikte Leylâyı kaçırmak isteyen arkadaşlarına ters düştü. Leylâ’nın askerleriyle savaşacağı yerde, kendine yardım edenlere ok atmaya başladı».

Gönül.: Aşkı anlamak için gönülü bilmek gerekir. Gönül enfüsümüzdür. Öyle bir radyo alıcısına benzer ki, trilyonlarca ötedeki karıncanın cam üstünde yürürken çıkardığı sesi görürcesine duyar. Bu tâbir edebi bir tâbir değildir. Gönül, bütün ışıkları hem gören hem duyan bir hassa taşır. Esasen fizikte bilinir ki : kulak başka tarzda yaratılsaydı ışıkları duyardı. Gönül, «Bûy-u MuhaMMedî» dediğimiz, Fahri Kâinat kokusunu hem duyan, hem gören, hem işiten harikulâde bir alıcıdır.

Çünkü gönül, ezelde Habibi Kibriyaya âşıktır. Onun için fizik, gönül plağı önünde iflâsa mahkûmdur. Hattâ mânâ da iflâs eder; gönlün hassas zevk ve özleyişi yanında...

Âşık.: İşte gönül plâğında, onun ses alma şeridinde, enfüsün manevrâsından gelen bûyu MuhaMMedî raksetti mi; o fert çırpınırcasına özleyişe, mekânları çöktüren yanışa, bütün ızdırapları meltem sanan parçalanışa düşer. Buna «âşık» deriz. Aşkı mecazî, özleyiş, çırpınış ve yanışta menşe itibariyle bûyu MuhaMMedîdendir de, maddi aracı nefs bulutunda gölge verdiğinden ikilik doğmuştur. Nefs önde davul zurna çalmıştır da mecazda kalmıştır. Sahibinin eline geçer nefs tülü kaldırılırsa, aşkı mecazide olan birden aşkı hakikîye düşer.

Aşk-ı Hakikiyi bilmeyene, mecaz aşkını şöyle misallendiririz.: Aşkı mecazîdeki yanış ve çırpınışlar, özleyişler, gönülde bir meltemse; Aşk-ı Hakikinin özleyiş ve çırpınışı atomik bir kasırgadır.

Aşka ait birkaç sohbet verirsek biraz daha açmış oluruz.:

1-) Hz. Nesîmiye ehilsizler saldırdılar. Derisini yüzüp tuz serptiler. O sultan sadece tebessüm etti! Ve saman doldurdukları derisinde enfüsleşip yürüyünce; ehil olanı, olmayanı korkunç panikle kaçtılar.

2-) Bilâli Habeşi Hz.lerini, imândan dönmesi için; kızgın çölde saatlerce kırbaçladılar. Sonra kanayan yerlerine kızgın taşlar bastırıldı. O sultan sadece bu azaplar azalınca üzülür. «Yalandan dönmüş görünebilirsin» emrine de.:«Bu zevkden beni mahrum etmeyin» diye cevap verirdi.

3-) Hz. Ebû Bekir Sıddîk, Efendimizle her yeni buluşmada yeniden ayrı bir zevke düşerler. Onun yanında bile Efendimize hasrette kalırlardı.

4-) Hz. Veys, aşkının tahammül ötesi sırrı dolayısıyle, Efendimizle maddede müşerref olamadı (Bu buluşamayışın diğer sebepleri muhtelif yerlerde anlatıldı).

5-) Âşıklar sertacı Hz. Fâtıma annemiz, Efendimizin zahirî ayrılığında (âlemi cemâle taşrifinde) buyurdu ki :

«Fahri Kâinatın âlemi cemâle teşrifiyle benim üzerime öyle bir musibet geldi ki, karanlığın üstüne gelse karanlığın rengi değişirdi.»

6-) Bir derviş aşk iksirini ilk tadışta, kılıcını çekip «ALLAH diyeni keserim» dedi. Yıllar sonra da o derviş dağdan odun çeker, o para ile şeker alır :«ALLAH diyene bir şeker» diye bağırırdı. Kim ALLAH dese şeker verirdi.

7-) Hz. Hasanda aşkın sırrı öyle billûrlaşmıştı ki her gören kadın gönlünde bu câzibeyi hissederdi.

Aşkın çeşitli hal ve anları vardır. Bunları nokta nokta gezdirmek mümkün değildir. Sohbetler halinde sunacağız.

Son olarak güzellik üzerinde mânâ ilminden bir kaç ilmî esas verelim : Bir güzelin, daim olan güzelliği Cemâlî ilâhiden doğar. Ve güneş ışığının aksi ve raksı gibi yayılmıştır. Bir de aşkı mecaza mukaddem ofan ân güzelliyi vardır. An güzelliği nûru MuhaMMedîden doğar. Güneşe karşı konan mercek gibidir. An güzelliğine tahammül imkânsızdır; gönül plâğında mutlaka aşkı mecazî başlar.


B-) VUSLÂT ve FİRKAT.:

Vuslat, Nûr-u MuhaMMedî'nin intişar anıdır; lûgat olarak, buluş, kavuşuş demektir.

Firkat.: Bu nûrun ikinci defa intişarına kadar geçen zamandır. Lûgatta, ötede oluş, ayrılışözleyiş demektir.

Kulluk sırrı yok olunca vuslat; tekrar kesrete dönüş firkattır.

Vuslat ve firkat ALLAH'a iken, niçin Nûr-u MuhaMMedî içindedir Bu sırrı şöyle kısa bir izahla açabiliriz : Kulluk, sırrında yok oluş ânı, ALLAH'ın kendi zâtından zâtına tecelliî ile Nûr-u MuhaMMedî'ye iştiyakından doğmaktadır. Biz varlığa, kesrete düşünce yeniden Fahrı Kâinatı ve Cenabı Hakkı tefrik ve Kuran emriyle kayıtlı olarak tekbir ve tevhid ederiz.

Vuslattaki zevki bir misalle anlatmağa çalışacağız : Bir prens düşünün, sarayı yaldızlarla süslü. Bütün güzellikler aşk ve cemâl içinde. Günün birinde hastalandı, her şeyi unuttu. Hasta hayalinde bir çöle düştü, kumlar üstündeki parlaklıklara bakıp neşelenmiyor. işte dünyanın bütün zevki o hasta rüyasının kum parıltıları, vuslat ise ilk muhteşem dekor.

Esasen vuslat kulluğun tükenişi olduğundan; kul lisan ve ölçüsü ile ne denir, ne bilinir. Ancak vuslattan ötede kalmış olmak, kulluk bakımından da öyle bir azaptır ki; kul vuslatla bu azaptan kurtuluşun en açık zevkini tadar. O halde vuslatta iki unsur vardır.:

a-) Gönlün dayanılmaz yanış ve çırpınışının dinmesi. Buna Kurân lisaniyle «felâh» deriz.

b-) Rûhun, bütün zevkleri iflâs ettiren hakikî zevke düşmüş olması, buna da «sürûr hali» denir.

Vuslatı tadan birinin, vuslatsız her ânına firkat diyorduk. Firkat bir bekleyiş ki ezilerek, bir özleyiş ki kavrularak. Firkat öyle bir kezzaptır kî gönlün her noktasını yakar. Yine ilâcı, dermanı kendisidir. Firkat sırrını en açık zevkiyle Hz. Mevlâna takdim etmiştir.:

«Ney denilen marifet insanını dinle.
Ayrılık şikâyetlerinin heyecanını iç»


diye başlayan Mesnevi, esasen bir firkatnamei şâhânedir. Nûr-u MuhaMMedî, Mevlânaya, Şems kanalından verildiği için, Şemsin ayrılışı hep bir firkattır. Son andaki ayrılık da pek incedir. Ölmüş değildir, ceset yoktur. Gelmez, çünkü bir damla kan vardır.

Firkat ve vuslatta ayrı ayrı zevk ve incelik vardır. Hepsi de birdir. Çünkü ALLAH dileği, ALLAH zevkidir. Ümmet üzerinde vazifeli olunca çok kere yokluktan kesrete tekrar döner ki, firkat böylece başlamış olur.

Vuslatta olduğu gibi firkatte de iki nokta vardır.:

1-) Gönle düşen yakıcı ateş, özleyiş. Bazen o kadar şiddetli gelir ki, elini göğüs kafesine sokup yüreğini parçalar. Bazen de Hz. Mevlânada olduğu gibi zerre zerre erir, beyaz bir kelebek gibi raks âleminde kaybolur. Bu oluşa «emnı aman» denir.

2-) Ruhdaki özleme ve yanışdan doğan zevk; ki bu devrede kul bazan firkatı tercih edip naz âlemine geçebilir. Buna da «nazlı sürûru» denir.

Vuslat ve firkatı, Cemâl ve Celâl tâbirleriyle karıştırmamalıdır. Celâlde hem vuslat hem firkat olabilir. Keza Cemâl Tecellîsinde de firkat olabilir. Hz. Mevlâna devrinde Cemâl tecellisi doğmaktaydı. Fakat Hz. Mevlâna firkatta idi. Bazı devirlerde, Celâl tecellisi ile seyretmekte iken de, hem firkatta hem vuslatta nazlılar mevcuttur.


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

C) MÂŞUK VE ÂŞIK .:

Aşkı, ALLAH ceryanına teslim ettiğimize göre; bu muhteşem hâdisenin zuhûru için bir tâlip gerekir. Bu tâlip otomatikman mâşûk olur. Kulun aşk faslında mevkii de mâşukluktur. Mevcudiyet ve varlığını yok ederek enfüsündeki nûru MuhaMMedî Sırrı'na eren kula «Abdi Hâs» denir. Bu noktadaki incelik, mâşukluğun firkatle ihtişam bulduğu içindir ki, firkatı çok uşşâk pek sevgili kabullenirler...

Mâşuk olan kul, aynı zamanda ilâhî aşka bir, «arûs» tur. Herkes bilmelidir ki, ALLAH Sevgisine yegâne muhatap Fahri Kâinattır. Kulun, yokluk iklimini fethederek Sırrı MuhaMMedîye enfüsde mustağrak olması dolayısıyla sevgili (mâşuk) olması mümkün olur. Buradaki en ince noktayı şöylece tesbit edebiliriz : ALLAH aşkına aday olabilmek için Fahri Kâinata öyle bir muhabbetle gideceğiz ki; enfüsde o nûra kavuşup onda yok olacağız. Ancak o zaman «büyük âlem» in vahdeti içinde, kulluğun hayalî bir görüntü halinde kayboluşu, aşkın tecellisini mümkün kılacaktır. ALLAH zâtından zâtına tecelli ile Nûr-u MuhaMMedîyi halk ettiği için AŞk ve onda Sırr-ı MuhaMMedî olan Mâşukluk doğmuştur.

Kulun âşık olması da mümkündür. Evvelce de arz ettiğim gibi mâşuk, ALLAH Ceryanı ile zerre zerre yandı mı, başka bir hal zuhur eder. Bu sefer âlemi kesrete dönüşte kulluk yalnız insan kompleksinin beden noktasında kalır. Nefs, Gönül, Ruh kısmı ALLAH boyasında öylesine yok olmuş, aşkı İlâhî Cezbesinde öyle erimiştir ki; o fertte yalnız ALLAH'a has bir hâdise, bir oluş kalmıştır. Bu kul artık âşık fazına geçer. Yeni bir dost arar. Ve nazar ettiği gönülde mânâ çocuğu ilhak eder. Hz. Şems böyle bir nazlı idi. Aşk fazında idi..

Âşık ve mâşuk fazları ve hikmetleri. daha fazla derine inilerek çözülemez. Yalnız mâşukluk ve âşıklık aynı kulda muhtelif devrelerde faz değişebilir. Âşıklığı "MuhaMMedîlik", mâşukluğu da "NaZLıLık" bölümlerinde bir daha inceleyeceğiz. Abd-i Hâsda iki hassadan biri veya her ikisi de bulunabilir. Yâni en sevgili kul, en öz ALLAH sanatı olan KuL, diye tavsif edebileceğimiz Abd-i Hâs : ya âşık, ya mâşuk fazındadır.

Âşık ve mâşukluk fazlarını bir elektrik misâliyle biraz sathileştirelim.:

Uzun sargılı bir tel makaradan elektrik ceryanı geçerse «manyetizma» denilen câzibe meydana gelir. Bu manyetizmayı aşka, ceryanı Fahri Kâinat Sırrı'na, makara ve teli arınmış ve terbiye görmüş nefse benzetelim. (Lâlettâyin bir telden; yâni her hangi bir Nefsden ceryan geçince muntazam bir manyetizma doğmaz). Bu tel makaranın yanına ikinci bir makara koysak, o makaradan ceryan geçmeden sırf birinci makaradan ceryan geçirerek ikinci makarada da manyetizma meydana getiririz. İkinci makara mâşuk mevkiindedir. Birinci makara âşık mevkiindedir. Bu hâdise fizikte «indüksiyon» ismini alır. Bu makaralar iç içe tespit edilirse; birinciden ceryan geçerken ötekinde hem cereyan, hem manyetizma meydana gelir. Eğer ceryan çabuk kesilir açılırsa, manyetizma daha kuvvetle meydana gelir. Ceryanın açılıp kapanması vuslat ve firkate benzetilirse; aşk manyetizmasının husûlü için firkat ve vuslatın zarureti anlaşılmış olur. İç içe makaradaki Âşıklık, Mâşukluk kıymeti de bir faz hikmetidir.

İcabında bir makara iki fazı da kendinde cem edebilir.

Abdi hâs olabilme, âşıklık veya mâşukluk mertebelerine yücelmiş bir kulun, en önemli vasfı her an ve şartta kulluğunu göstermesindedir. Hayat normal çizgilerle seyrederken, kulluk nispeten kolaydır. Yani, fakir fakirliği boyunca, zengin mesut, saadet içinde iken, hasta hastayken, hattâ elemde olan da elem içinde, kendine bir hayat tarzı (yaşama standardı) çizmiştir. O giderde Abdîyyetini izhar edebilmektedir. Halbuki fakir zenginleşince, sağlam hasta olunca, mesut bedbaht olunca, hattâ bedbaht saadete dönünce; ALLAH bekler ki, kul kulluğunu en nazik hudutlarla icra etsin. işte bir âşık milyonlar içindeyken, birden bire madde yokluğuna düşse, saadet içindeyken her zerresi eleme gark olsa; kulluğunu aynı zevk ve şevkle yürütür. Tersi de olabilir; ızdırapla inim inim inlerken birden sıhhat ve saadete dönünce de enfüsündeki emni amanı terk edemez. Çünkü aman, Fahrı Kâinatadır. Mesut da olsa aynı aman, yesde de bulunsa aynı amandır..

İşte aşkın potasında eriyen abdi hâs, her zerresiyle ALLAH gelinliği ve nazlılık sırrına eriverir.


D)ARÛS-u İLÂHÎ ve ÂLEM-i NÂZ.:

Her zerresiyle marifet iklimlerinde aşk ceryanıyle heyecanlanmış kul, yoklukla varlığın biribirini takip eden sırrını tadan mâşuk, ALLAH'a intizarın en dayanılmaz firkatındadır. Vuslatın da, firkatın da kendindeki mânâsı, bir ALLAH gelinliğidir. Zevk ve Neşesi ALLAH'adır. ALLAH SEVmiştir o Has KuLu,«NaZLım» diye ilân etmiştir. O kul, yalnız Beşerrîyyet Âlemine Fahri Kâinat hatırı için bağlıdır. Zevki ulvîsi, ümmeti MuhaMMede şefi olmak, irşada ve niyâza vesîle bulmaktan ibârettir.

O nazlıda duânın zuhûru, oluştur.

O nazlıda yıldızlara sert bir bakış, feleklerin mahrekini değiştirir.

O nazlı sabah fecrinde guruba tebessüm ederek bakmazsa, güneş doğamaz.

O nazlı şefaat niyâzı ile gönlünü yakmazsa, kimse Fahri Kâinat'a yol bulamaz.


Hz. Geylânî bu âlemde buyurmuş ki.:«Ey mürîdim, korkma! ALLAH'ın Celâl ve Cemâli BEN'im Nazımladır.» Yine buyurmuş ki :«Kâinatın sonuna kadar hangi fert, darda olur da (madde ve mânâda) beni imdada çağırırsa yetişir kurtarırım. Eğer çağırmaz ise rûzu mahşerde dâvacı olurum»

Âlem-i Nâz, ALLAH'ın kulluğa lütfen döndürdüğü sevgililerine has bir imtiyazdır. Nasıl ve nedeni gülünç olur. Kulluk bahsinde gördüğümüz Yokluk İklîmi nasıl bir iklimdir Ve o iklimde kul nerede Sâhibi hangi perdede Çözmek ancak kendi lütfiyledir. «O perde» dediğimiz, sonra da Aşk ve Mâşukluk bahsinde, «faz» dediğimiz keyfiyetlerden dönerek, kulluk âleminde bir görünüş ve var olabilme keyfiyeti, bütün ilimlerin iflâs ettiği bir «MîRaC» keyfiyetidir. Sahnede rolünün en ince teferruatını duyarak piyes oynayanı bir artistin vazifesi, kendi şahsiyetini rolü yanında silmektir. Nazlının kulluğu da Fahri Kâinat Adı'na oynadığı büyük rol yanında öylesine yok olmalıdır.

«Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım» Emr-i İlâhisi; ancak emir alarak kabullenilir, zevkine varılmazsa Nâzlılık Sırrı sezilemez..

Nazlılığın saltanatı mânevîsi otomatikmandır :

Hz. İbrahim Ethem, Van Gölüne bir iğne attı ve . «Ey Mahlûk-u Hudâ, bana iğnemi getirin!.»
buyurdu.

Her balık iki iğne getirdi…

İşte Âlem-i Nâz öyle bir âlemdir ki: ALLAH.: «BaNa dön!.» de; nazlı bu çıldırtan dâvete mukavemette dayanmaya çalışarak.:
«Yâ ÜMMet, ya Fahr-i Kâinatı sevenler, ya O'nun Ebediyen Sultan olduğunu kabul eden mü'minler!.» der ve nâz eder. Nazlılığın isim mânâsı budur işte..

ALLAH Gelini olan o kul, o nâza lâyıktır. Ve ALLAH her dilediğini merdiyye sırrı içinde ihyâ eder..


Bu son aşamaya «MuhaMMedîLik» denir.


Kaynak alıntı: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

E-) MuhaMMedÎLİK.:

Son üç kısımda tahlil ettiğimiz nefs, mârifet, aşk bahislerinin Kur'ÂN Emri ile izâhı.:

«Biz insanı kevnin en güzelinden yarattık (ahseni takvîm) » âyetinin tefsirinden ibârettir (Sûrei Tîn, âyet 41)

Ayeti kerimenin kelimelerini aynen Türkçe veremeyeceğiz. Aşikâr lûgat olarak.:

Takvim, kevn.: Yaratılan her şey, madde, enerji, nûr, rûh, vs..

Ahsen.: Güzellerin en güzeli.

Demek ki insan mayasında kâinatın en güzel sırrı var. Bu nedir?. Hiç şüphesiz ki kâinatın en güzeli, güzeller güzeli Fahr-ı Kâinat Nûru'dur. Bu sonucu da Sûre-i Tînde aynı sûrede Cenâbı HAKk vermektedir.:

Birinci âyetle Âlem-i Kesret'i, ikinci âyette Âlem-i Vahdeti kasdediyor. Demek ki ahseni takvîm, Tûr-i Sînîn denen gönülden intişar eden Nûr-u MuhaMMedî'dir. Cünkü Sûre-i Tîn birinci âyet (Tîn) kesrete, ikinci âyet vahdete (zeytin), üçüncü âyet (belde-i emîn) gönle delâlet eder. En güzel yaratılış sırrı olan ahsen-i takvim de, kesretten vahdete dönüş noktası olan Nûr-u MuhaMMed+iyi beyân buyurur..

Şimdi bir soru hatıra geliyor.: Her türlü tip ve karakterdeki insan nasıl olur da Sırr-ı MuhaMMedî'den meydana gelir.

Beşinci âyet oraya da cevap veriyor.:«Döndürüp aşağıların en aşağısı olan uçuruma ittik (çünkü o, kâfir nefsin kaçan, kaçıran kuvvetine râm oldu).» Demek ki insan, vahdete aşkı coşturan sırrı ile Nûr-u MuhaMMedî'den yaratıldı. Sonra nefsin kaçıran zıd ve menfi kuvvetine bağlandı. Eğer nefsin kaçan kuvvetine râm olup Aşk Deryasının asıl ceryanına bağlanmazsa, aşağıların en aşağıların; eğer nefsi vahdet deryasına çevirirse, aynı seyyal hızla ALLAH'a koşan güzeller güzeli oluyor..

Esâsen Fahr-i Kâinat Sırrı olmasa, ahbes (pek çok pis, daha murdar.) ahbesliğini yapmak için mecal bulamazdı. Bu demek değildir ki ahbeslik elde değil veya mâzurdur. Bilâkis melûnun melûnudur. Bu noktayı maddî bir misâlle şöyle kavrayabiliriz.: Güneş güle vurursa gül güzel koku saçar. Tezeğe gelince tezek teaffün eder (Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.) Güneş yine güneştir, ulvîdir. Gül de ulvidir. Fakat tezek suflîdir..

Zâten bütün eşyâ, Fahr-i Kâinat Sırrı'nı taşır. Ve o sırra ihânet edeni otomatikman imha eder. Yalnız ahbesde de, enfüsde bu sırdan vardır da eşya ona saldıramaz. Bu hak, yâni ahbesi imha hakkı yalnız mü'mine verilmiştir. Zirâ âşık, o habisde bu ulvi sırrın durmasına tahammül edemez. Onu imha eder. O, zaman da habisin habisliği yığılır kalır.


Hz. Âdem aleyhisselâm, o sırrı taşımasaydı tövbe bile nasib olmazdı.

Hz. İbrahîm aleyhisselâm, o sırrı taşımasaydı «Berden ve selâmen» emri gelip de ateş selâmete dönmezdi..

ALLAH'ın, kâfirin küfrünü imhâ etmesi bile bu sır hatırınadır. Esasen insan Esfel-i Sâfilinde bile kalsa, bu sır hatırına ilim, sanat, cesaret, keşif gibi ulvî iklimlerden mecal bulabilmektedir. Bir kâfirin ilmî mahareti ancak bu sırrın ince bir hükmüdür. Bu kaidenin dışında her şey yokluktur, âdemdir.

Bu sırrı maddî bir misalle bir daha izâh edelim; ondan sonra da asıl aşk bahsinin MuhaMMedilik faslına dönelim:

Kömürle elmasın aynı terkipte olduğu, aradaki farkın diziliş ve yön ayrılığından doğduğu en katî bir fizikokimya düsturudur. İşte her eşyanın Nûr-u MuhaMMedî'den hissesi, kömürün ve elmasın müşterek terkip keyfiyetine benzer. Elmas gibi sıralanış, Mü'minlik ve Âşıklık Meziyeti gibidir. Kömür de kâfiri temsil eder. Esasen cehennem, o kömürü elmas yapacak bir laboratuvardır..

Aşk ve Nûr-u MuhaMMedî, merkezden muhite yayılır ve hâkimdir. Aslında ALLAH, ALLAH'lığına âşık olduğu için, Nûr-u MuhaMMedî Tecellîsi'yle imkânlar iklimine yol vermiştir. Aşk, Fahr-i Kâinatın inhisarındadır. Onun için kul =>Hz. Fahr-i Âlem onu severse aşkı bulur. Sırâtı müstakim=>Fahri Kâinatın bize gelen aşk ve sevgisidir.
Dalâl ise bizdeki zan ve kuldan ALLAH'a giden geçittir. Onun için bir kimse farazâ ALLAH'ı görerek dahi iman etse dalâldadır; Fahri Kâinattan aşk mucibi çıkmadıkça elmas olunmaz.

Aşk bahsine dönüyoruz.: Aşk, Fahr-i Âlem'in inhisarında ve onun benzersiz olan sanatıdır.
Bunu şöyle ispat edebiliriz.: Aşk için güzellik kâfi sebeb değildir. Çünkü, aşkı mecâzide bile bir kadın ne kadar güzel olursa olsun onda aşk başlayamaz. Cemâl, Tecellî-yı İlâhîdir. İnsan onu alamaz, aşka yol bulamaz. Halbuki güzelin «ÂN Güzelliği» dediğimiz bir hâli vardır ki, gönül değdi mi aşkı mecazî başlar. An güzelliği, bir güzelin her hangi bir ÂNdaki harikulâdeliğidir. Ancak Nûr-u MuhaMMedî Sırrı'ndan doğar. Ve gönle dâvettir. Aşk ancak bu kanaldan yol bulur. Aşkı hakikîde ÂN Güzelliği nazardır. Gönle değdi mi kalbi sanûberî infilâk eder. Volkanik bir cağlayan gibi gönülden sırrı MuhaMMedî coşar. Nitekim Şems Mevlâna karşılaşması böyle volkanik başlamış, volkanik seyretmiş ve volkanik sonlanmıştır. Gönülden Sırr-ı MuhaMMedî Neşet etmezse, ALLAH gelmez. Çünkü ALLAH, ancak Nûr-u MuhaMMedîye âşıktır ve O sırrın neşet ettiği her noktaya tecellî eder. Madem ki ALLAH «Ben mü'minin qönlüne sığarım» diyor, o halde gönülde Fahr-ı Kâinat Nûru vardır.

İşte insan Ahlâk-ı MuhaMMedî Potasında erimek gönlünde bu volkanik tezahüre lâyık olabilmek için, sıra ile.:

Evvelâ; haram ve şerlerden sakınacak, ibadetlerini yapacak, karakter ve şahsiyeti üzerinde Efendimiz, Sultanımızın vicdânını taklidle tatbike çalışacak; sonra Nefs Problemini ele alarak, Nefs Terbiyesini sağlayacaktır. Ondan sonra kendine Mârifet İklimi'nde yol açılır, aşkın atomik roketi ile ALLAH'ına varır. En son noktadaki mevki de "MuhaMMedî"liktir. Çünkü ALLAH, Fahr-ı Kâinat'tan başka muhatap tanımamıştır. Bizleri, o boyada erimedikçe «Kulum gel!.» diye çağırmaz has bahçesine.. Bu yol çok çetin görülür ve öyledir de. «Bu zor yola nasıl akarım?.» dersen. çok büyük hata işlersin. ALLAH ümitsizi, kitabında böyle reddeder. «Ben nasıl başarırım» dersen, şirke düşersîn. Sen başaracak değilsin. Fahr-i Kâinat lûtfen ve Tenezzülen seni kurtaracaktır ALLAH, Kitâb-ı Keriminde bu ciheti «Seni âlemlere rahmet olarak gönderdim» diye izâh ediyor.

«Bende mecal yok, gelsin bulsun» dersen, büyük hata edersin. Kulluğunda yokluğu sen vereceksin, tevhide yol bulacaksın. Son şirk, «Kul. Fahri Kâinat, ALLAH» üçlemesidir. Bu şirki kendin bulup vahdete ircâ' edeceksin. Biz, Sonsuz Nûrda bu tevhîdi verdik. Unutmayalım ki "vahdet-i vücudcu"ların yanlış kısmı gibi düşünmekle değil.: Hiç kimse ne ALLAH olur ne de Fahr-i Kâinat. ALLAH'la Fahr-i Kâinat ne aynıdır; ne de aşk zuhurunda gayri. Çünkü ALLAH varken kula mevkî tâyin edilmez. Amma kulluk bahsinde izah ettiğim gibi bir noktanın yokluğu gibi bir kulda da yokluğu bekler ALLAH. Fahri Kâinat Sırrı, ALLAHın Tecellîsi'ne intikaldir. Ve ne birlikte ne de kesrettedir.

MuhaMMedîlik Makamındaki bir kul, Fahri Kâinat Boyasını her zerresine sindirmiş ve kendine ait bir şey kalmamıştır. Amma Fahr-i Kâinat değildir. Onun gayri da değildir. ALLAH o kula aşkı ile tecellî etti mi, Hakikî Tevhid hâsıl olur. ALLAH, Fahri Kâinat Sırrı'na öyle haristir ki; böyle tecellî ve bu tecellîye mazhar gönülde; insanda, ALLAH'ın ALLAH'lığından gayri, Zâtîyyetinden başka sıfat kalmaz.

MuhaMMedî o'dur ki, Kur'ÂNda kendine emredilen en nâzik emri bilir. Otomatikman o emri tatbike koşar. Öylesine ki, vuslatı pahasına. O inceler incesi emir şudur.: «Size verilen her şeyden ümmete infâk edin». Ona verilen en yüce şey AŞKktır, ALLAH'tır. İşte aşkı, ALLAH'ı, diğer mü'min kardeşlerine verebilmek için koşar.. Mürşidlik başlar. Şems olur..

Hz. Geylânî'nin her an ümmete yetişmesindeki sır budur. «Velilerin boynu ayağımın altında» buyurması, işte bu âlî makamın açık ilânıdır. Bu noktada bir hikmet de şudur.: Mîr'ac sırasında Hz. Geylânî âlemi lâtîfden koşup geldi. Boynunu Fahri Kâinatın ayağının altına koydu. Cünkü mir'acda, ümmete MuhaMMedîlik fermânı lûtfedilecekti. Kâinatın, her zerrenin Efendisi SultÂNımız buyurdu ki.:«Velîlerimin boynu da senin ayağının altında olsun!.» ve öyle oldu...

Demek ki şimdiye kadar gördüğümüz hassalardan iki tanesi var ki=>MuhaMMedîliğin Sırrıdır :

Birincisi.: Ümmet hesâbına Efendimiz gibi fedakârlık ve ümmeti ALLAH cemâline dâvet. Buna =>irşad deriz.

İkincisi; Ümmet hesabına belâları kendine çekiş ve, ümmet imtihanına sînesini paratoner olarak celbediş. Buna da=>belâgerdanlık denir.

Belâgerdanlığın en öz misâli Kerbelâ olayıdır.

Hz. Veysin, Fahri Kâinatı görmeyenlere (zâhirde görmeyenlere); yâni bizlere şefaat için Asrı Saadette infakta Efendimizle teşerrüf etmemek fedâiliğini de evvelce arz etmiştim (üveysîlik).

Şimdi Fahr-ı Kâinat Efendimizin, bütün kâinatın evvel ve âhîr belâgerdanlık örneğini bize nasıl verdiğini seyredelim :

ALLAH Zâtından Zâtına, sonra Sıfatlarına tecellî etti. Bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün âlemleri yarattı. Sonra da bütün haşmetiyle emretti.:«Ben=>Sizin rRABBınız değil miyim?.»

Bu emir bütün iklimleri en ince köşelerine, bütün zerreleri enfüs ve âfakda en derin noktalara kadar istilâ etti. Her şey sessizdir. Celâl ve Cemâlin, aynı haşmetle tecellî ettiği bu zaman ötesi halde; kim! hangi eşya! zerre! madde! ruh! nefs! varlık iddia edebilirdi Her şeyi, her doluluğu boşluk, her boşluğu bu âli hitâb doldurdu. Ve sonra korkunç sessizlik her zerrenin üzerine derin karanlıklar gibi çöktü.

«Evet» demek de «hayır» demek kadar korkunçlaşıyor, her nokta lîme lime yokluğa koşuyor; bu emrin haşmetinden kaçıyordu.

Ve işte bir ses bütün âlemleri yok olmaktan, Celâlin bütün haşmetine rağmen kurtardı. Bu ses, Fahr-i Kâinatın sesi idi : «Evet RABBimizsin.»

Ve işte kâinat ve âlemler, her eşya yeniden var olmanın zevkini tattılar. Korkunç yokluğun sinesinden fırladılar.

Ve ALLAH emretti.:

«Bu sesin, bu belâgerdan aşkın hatırı için bütün âlemlere, zerrelere, atomlara, meleklere mevcudîyyet imkânı verdim.»

Ve böyle olduk..

İşte MuhaMMedî, bu eserin, bu ilâhî aşk volkanının fışkırdığı gönüldür..

Eğer bu ses olmasaydı, hiç bir şey olmazdı. Bu ses olmasaydı, ALLAH, ALLAH'lığının gizli hazinesini bildirmekten vazgeçerdi.

Var olmak da, ölmek de, aşk da, vuslat da, firkat da bu sesin yüzü suyu hürmetinedir.

Bu eser de o İlâhî Nağmenin, «Evet!.» diyen Sadâ-yı MuhaMMedî'nin (sallallahu aleyhi vesellem) yoluna serilen bir nâmedir.



Kaynak alıntı.: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

E-) FÂTİHANIN AHLÂK AÇISINDAN TEFSİRİ.:

Bütün âyetlerin, tefsir ilminde bir zâhir, yedi enfüsi olmak üzere sekizer mânâları vardır. Ancak Fâtihanın mânâsı sonsuzdur. Biz Fâtihaya ait mânâları her kitabımızın mevzuu çerçevesinde, son kısım olarak vermekteyiz. Şimdi Fâtihanın ahlâk açısından tefsirini sekiz bölümde tetkik edelim.

A) ZÂHİRÎ MÂNASI :

a) Hamd, âlemlerin rabbı ALLAHın

b) (O ALLAH ki) Rahmân, Rahim

c) (O ALLAH ki) din gününün, meliki; sana ederiz kulluğu, ibâdeti, senden dileriz avni istianeyi (Yâ Rab),

(Sırâtı müstakimin tefsiri) :

d) Bizi sırâtı müstakime hidayet eyle

e) Kendilerini inam ettiklerinin yoluna

f) Mağdûp ve dâllinde kalanların yoluna değil.

B) NEFSE HİTAP EDEN MÂNA :

Âyet 1: Ey nefs, ruhundan neşet eden şu hitabı dinle: Hamd âlemlerin rabbı olan ALLAH'a mahsustur.

Bu sesin menşeini ve sana ilk işittirilen ânı düşün Ve hatırla ki dinin, yolumuzun ilk ceryanı düşünüş, dönüş ve hutırlayışla başlar. Tereddüt ve istifhamlara düşme.

O Rabbın :

Âyet 2 : Rahmân Rahîmdir.

Rahmân : Bütün mahlûkatın merhamet ve şefkatı, rahmân srfatının milyarlarda biri nisbetinde... bu ismin tecellîsidir.

Rahmân sıfatı : ALLAH isminden sonra Zâtın en yakın olan sıfatıdır. Bundan dolayı Rabbil âleminin sıfatları olan tecellîlerde daima rahmeti üstündür.

Rahîm ismi ise yalnız inananlara has bir rahmet çeşmesidir. Aslında Fahri Kâinat adına doğmaktadır. Ona inananlara otomatikman bu çeşmeden sunulur.

İki âyetin birden toplu tefsirine gelince : «Ey nefs Rahmân ve Rahîm olan Rabbına hamde, niyâza mezunsun. Vâkıa senin nefse has özelliğin dolayısiyle Rabbından kaçmak istersin. Fakat ALLAH senin çamuruna hamde döndürecek iksiri de koymuştur.» Bu hitâbı ruh yapmaktadır. Fakat nefs, bu ilk hücum karşısında afallayıp, hemen aşağılık duygusuna düşmeğe çalışır, korkar ve istifham döker. Buna karşılık âyet, Rahmanîyet ve Rahîmiyetteki esrârı sunarak insanoğlunu bir defa daha kurtarır. Bu coşkun rahmet karşısında nefs hâfâ tereddüt ederse, o nefs kâfirdir. Bu hükmümüzü 3ncü âyetten keşf ediyoruz. Zira ruh mütekellimi ağzından ALLAH bu defa Celâlini ilân ediyor:

Âyet 3:(O ALLAH ki) Din gününün sâhibidir.

Ey nefs, geçici saltanatlara, bâtıl kuvvetlere ve evham zevklere aldanma. ALLAH her ânın olduğu gibi, her ânın ötesindeki din gününün, kıyamet gününün mutlak sâhibidir. Mâlik ve melîkidir. Saltanatların zâhir ve fâni şekillerinin yok olduğu gün (kıyamet), küfrün ve isyanın paydos emriyle münafığın gırtlağında lokması bırakıldığı gün (Dünyada İslâmın dilediği İslâm zaferi) ve nihayet fânî alan senin dünya hayatın, sona erip perde açıldığı an (ölüm saati) :

O Haşmeti ilâhîyi daha iyi anlayacaksın..

Burada «din günü» ismi ile üç esas kasdediliyor :

a) Kâfirin hesap günü; Kıyâmet.

b) Münâfığın hesap günü : İslâm saltanatı ve ihtişamı.

c) Müşrikin ölüm saati.

İşte kâfir, münâfık ve müşrik sınıfının hangisinde ise nefse; mâlikler mâlîki, melikler melîki, hâkimler hâkimi olan ALLAH'ın kudreti beyan olunuyor.

Eğer nefs, üç noktadan hangisinde olursa olsun bu hitap karşısında dönerse o da kabul ve tevbe.

Bundan sonra âyetteki mütekellim değişiyor. 4ncü âyeti, nefs başta olmak üzere bütün insan kompleksi topluca okuyacaktır :

Âyet 4: Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden istiane dileriz.

İmânın tezahürü burada başlar. Mademki ALLAH'a inandım, gel kulluk yalvarış ve isteyişinde tek kapı olan ALLAH kapısına sığın.

Eğer ateş, “yak” emri almazsa yakmaz; bıçak “kes” emri almazsa kesmez, sırrına inanmazsan sen yalancısın; ALLAHa kulluk edemezsin. Sabrın ALLAHdan gelmedikçe, sabredemiyeceğine inanmadıkça kulluk edemezsin.

Ne eşyadan, ne paradan, ne zâhir bir kuvvetten bir tek fayda çıkmayacağına inanmazsan kulluk yapamazsın..

Eğer atomun, hidrojenin, roketin beynine sıkılacağı emrine rağmen : “Vız gelir ve Sâhibinin dediği olur” diyemezsen kulluk edemezsin. Eğer elinde bir tek sopa dahi olsa ALLAH ve ALLAHın sevgilisine karşı açılan savaş kampanyasma karşı her ne surette olursa olsun mücadeleden korkarsan kulluk edemezsin.

İşte o zaman sen namazda “İyyâkenabüdü ve iyyâkenestain” dedin mi ALLAH emreder : “Kapayın sahtekârın, münâfığın perdesini” ve perde, hikmet, sır, kurtuluş yolları toptan kapanır.

Şimdi âlemi İslâmın manzarasına bakın ve Fâtihadaki bu noktayı düşünerek, ahvâli perîşandaki sırrı kendiniz çözün.

Eğer nefs : 1nci âyet okununca ALLAH'a iman ederse ehassıhas (hasların, seçkinlerin seçkini), ikinci âyette iman ederse has (seçkin), üçüncü âyette iman ederse avcım zümresindeki nefstir. ALLAH, hangi halde olursa olsun samimî olarak 4ncü âyeti okuyan nefse : “Öyleyse dile benden ne dilersen” der.

Ve nefs insan kompleksinin bütün unsurlarıyla :

Âyet 5: “Bizi sırâtı müstakîme hidâyet eyle” der.

Çünkü isteklerin gaye ve zirvesi budur. Bunu kul dileyemiyeceği içindir ki, âyet bu dileği otomatikman insana iekrar ettirir. Sırâti müstakim içinde ALLAH'a kavuşmaktan tutun da, bütün maddî refah ve oluşlara kadar hepsi vardır.

Sırâti müstakîm sonsuz istikamette intişar eden ve ALLAH'a giden yegâne asfalt caddedir. Bu caddenin iki yanı, îtiraf ve tefrikle çevrili. Daha ileride “gadaba uğrayanların ve dâllinde kalanların” uçurumları ile ayrılır. Sırâti müstakîm asfaltı, nûru MuhaMMedinin intişar sahası, ahlâkı MuhaMMedinin sarayıdır. Kitabımızın 2 ve 3ncü kısımlarındaki bütün oluşların toplu mânası «sırâtı müstakîm»dir. Bu yol kendi mantık ve bilgimizle bulunmaz. Ancak iyi niyet ve kulluk isteyişimize karşı Rabbımızın verdiği bahşiş, hidayet ve lûtufdur. Sıratı müstakîm, ALLAH'dan kula gider, kuldan ALLAH'a giderse dalâl yolu olur.


Bu yolun tafsili alttaki iki âyette yapılmaktadır. Yâni sırâtı müstakim, âyetle şöyle tefsir edilir :

Âyet 6: 0 yol ki kendilerine nîmet verilenlerin yoludur.

Demek ki, sırâtı müstakîmin ALLAH lisânından tarifi; «İn’am ettiklerimin yolu» olarak emradiliyor.

İnâmdan kasd : Sây ve gayretlerimizin ücreti olmayıp, hakiki sahibimiz tarafından lütfedilen, bütün maddi ve mânevî bahşişlerdir.

ALLAH; insanı, kulluğunda niyet ve gayret gösterince, sonsuz madde ve mânâ nimetlerine gark eder. İşte bu ihsanlar külliyesine uğramış olanların yolu «sırâtı müstakîm»dlr.

Âyet 7: Mağdubîn ve dâllîn değil.

Sirâti müstakîmin sonsuzlaşan ufukları bir uçdan dalâl, bir uçdan gadaba uğramışlarla çevrilidir.

Gadaba uğramışlar, elestte secde etmemiş olanlardır. Menfi kutbun böylece ikiye ayrılmasındaki hikmetler şu noktalarda toplanır :

1) Nefs her zaman dalâl ve gadap zümresine akmaya meyyaldir. Bu akıştan ancak sırâtı müstakîm kurtarır bizi.

2) Dalâlde olan nefs, kısıriığı ve cüceliği sebebiyle Hakkı göremeyen nefstir. Dâllîn zümresindeki nefsler; akıl ve muhakeme süzgecini ebter ve silik şahsiyetine göre çalıştırır. Câhil ve ahmak dinsizler bu gurupta toplanır; müşrikler ve kâfirler sürüsü. işte dâllîndir.

Gadabı ilâhîye uğrayanlar, nefs kabiliyeti menfilikte işleyen zümredir; münafıkları teşkil eder. Bu gurupta toplanan nefs ve insanlar, akıl ve muhakeme süzgeçlerini çalıştırırlar. Fakat oradan aldıkları müsbet intiba ve ilimleri doğru mânâlandırmazlar. Nefslerindeki menfiliğin şiddeti, hakikatleri şiddetle reddeder. Kitabımızda şahsiyet yapmak metodumuza uygun olmamakla beraber çok ehemmiyetli olan «dâllîn» ve «mağdub» sınıfını tefrik için bir kaç misal vereceğim :

Nemrut, Firavun ve yakın tarihdeki din düşmanları meselâ Lenin dâllin zümresindendir. Çünkü bunların nefs ve şahsiyetleri cüce ve ebterdir. Din düşmanlarının “mağdûb” olabilmeleri için, evvelâ çok üstün bir ilme ve zekâya sahip olmaları lâzımdır. Yukarıdaki şahsiyetler ilme de mahcup ve rezil olmuş tiplerdir. Biz, ilme sâhip kimseyi, Garp ve Şark kültüründen eksiksiz bilgi iktisap etmiş olarak kabul edlyoruz. Dünyanın her yerinde bu, kaldei külliyedir. Yoksa yarım gömlek bir tahsille, gazete malûmatı ile ve basit bir espiritüel zekâ ile ALLAH dâvasına cephe alana bütün kâinat, akıl ve mantık güler. İşte bu zümre (dâllîn), dalâlde kalmış, karanlıkta kalmış, şaşırmış olan zümredir. «Divinya komedia» yazarı Dante de bu câhillerdendir.

Mağdubîne misal : Perde arkasındaki Siyonist Yahudi şeflerdlr. Ne yazık ki bu sahada bir kaç isim versek, siz de tanımazsınız. Bu noktadaki şahsiyetler hangi milletin tâbiyetinden olursa olsun, hangi renkte boyalı bulunursa bulunsun, ismi münafık, ırkı İsrail, vazifesi cemiyet ahlâkını yıkmaktır. İcabında: Çok çetin bir din âlimi rolüne de girebilir. İster ismi Salamon ister Falomon olsun.

Mağdupla mücadele güçtür. Münafık, ehli tarafından teşhis ve itlâf edilebilir.

Dâtlînle mücadele kolaydır. Açık düşmandır. Aslında dâllîn de, gadaba uğrayan da mutlaka madde ve mânâ perişanlığına mâhkûmdur.


Kaynak alıntı.: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

C) RÛHA HİTAP EDEN MÂNÂ :

Âyet 1: Ey emr âleminin gizli bir sırrı halinde yarattığım (rûhu insan), âlemlerin Rabbı olan ALLAH'ın, seni Rab ismi ile terbiye edecek ve âyetle hamdin dört sırrını tattıracağım. Ancak sen :

«Hamd âlemlerin rabbı olan ALLAH'ın»
hitabına insan halinde topluluğunu muhatap kıl..

Âyet 2: Rahîmiyetten aldığın gönül sırrı ve Rahmâniyetten aldığın rûhî sırla bu îman ve insan lokomotifini hamd rayları üzerinde bana doğru sür.

Âyet 3: Nefse hakikî mâlikin ben olduğumu tanıt ve zaman ötesi saltanatımı öğret (Din gününün sahibi).

Âyet 4: Yâ Rabbi, ancak sana yaparız secdeyl. Elestte yaptığımız gibi, şimdi de bu âlemi kesafette sözümüzü tutacağız. Abdiyet (vâkıa elestte secde eden ve etmeyen nefstir, amma rûh bu secdenin muharrik enerjisidir) ve sana kavuşmak için ancak senden istiane dileriz.

Âyet 5: Lütfet bizi Fahri Kâinatın rahmet caddesine. Bizim yerimiz Efendimizin sır sarayı olsun.

Âyet 6: O yol ki, nur demeti ruhların yolu, rahimiyetin tecellisi olarak nûru MuhaMMedî ile
şereflendirdiğin nimetler iklimidir (Kendilerine inam ettiklerinin yolu).

Âyet 7: O nûrdan mahrum kalanların ve sırrı Fâtiha'dan Şifa bulamayanların yolu değil.

D) GÖNLE HİTAP EDEN MÂNA :

Âyet 1: Ey zâtımdan zâtıma tecellî ederek yarattığım, nûru MuhaMMedîden bir zerre taşıyan gönül! Âlemler içinde bana hamdi ancak sen yaparsın. «Hamd» Rablık sıfatımla sana zerk edildi. Esasen insanı, Habibimin sırrı ile bana hamd etsin diye yarattım. ilk şükrü ite hamdin birinci iklimi; enfüsdeki sırrına senin asilyetine «Mahmudiyyet» tattırarak hamdin ikinci iklimini açacağım. Sen o mest halinle kaybolursun ve sırrı MuhaMMedi iklimi açılır ki; bu da hamdin üçüncü iklimi ve buutudur.

Bu inşadan neşet eden vuslat ve firkatle; kendinde Hamd edenin de, ben olduğumu sezersin. Bu da hamdin dördüncü iklîmidir.

Âyet 2: Seni Rahîm tecellimden halk ettim. Rahmân sıfatımla da sana insaniyet sıfat ve suret verdim.

Âyet 3: Aslında her tasarrufun sahibi benim. Sende bana karşı neşet eden iştiyakta benim (Mâliki mutlak).

Âyet 4: Nefsin sana verdiği lezzetleri at, yalnız benden haz al (gönlün kulluğu). Senin iştiyak ateşini benden başka söndürecek mecal olmadığını ilân et (gönlün istianesi).

Âyet 5: Nûru MuhaMMedî olan caddeye beni ilet yâ Rab.

Âyet 6: Âşıklar ordusunun safına.

Âyet 7: Gönlü senden gayrisiyle dolmuşların (dâllîn) ve mühürlenerek körleşenlerin yoluna değii (mağdubîn).

E) VUSLATTA OLANA HİTABI:

Âyet 1: Hamd, «Rab» ismimle terbiye ettiğim, âlemi kübrâ olan senin (abdihasım olan senin) gönlündeki tecellime mahsustur.

Âyet 2: Rûhunda duyduğun rahmâniyeti, gönlünde duyduğun rahîmiyeti ebedî kıldım. Verdiğimi almak şanımdan değil.

Âyet 3: Bütün saltanatların ilga olduğu gün, senin Cennet ötesindeki niyâzın olan «Zülcelâl vel ikrâm» sırrımı yine sana vereceğim. Din gününün sahibiyim. Senin beni aradığın her ânın da, sana tecelli ve tasarrufumla mutlak sahibiyim.

Âyet 4: Yâ Rab, senden ayrı ânım geçmez. Senden ve zâtından başka ilâç bu gönle derman olmaz.

Âyet 5: Bizi (gönül, ruh, nefs, vücut), nûru MuhaMMedî intişarında dâim kıl.

Âyet 6: Nazlıların yolu olan o nurda ebedîleştir.

Âyet 7: Senden ayrı kalanların, seni duyamayanların yolunda değil.


Kaynak alıntı.: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: DR.HALUK NURBAKİ-SONSUZ NUR

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

SONSUZ NÛR..

F) FİRKATTA OLAN İCİN FATİHANIN MANASI:

Âyet 1: Özleyiş ve bekleylşin sırrı «hamd»dır. Âlemlerin Rabbı olan ALLAH'a hamdet. Firkat yanışının merhemi, Fahri Kâinatın sırrı olan hamddedir.

Âyet 2: O Rahmandır. Onun için özleyiş ve bekleyişde yanana bir maddei mahsus vardır.

Âyet 3: Unutma ki firkatın, aslında zaman gibi bir evhamdan ibarettir. Yoksa ben sana her an
«Şah damarından yakınım» sırrını verdim. Zaman hayalini kaldırdığım gün (Din günü) gönlünün mutlak sahibi yalnız benim.


Âyet 4: Yâ Rabbî, seni özleyişden başka muhtaçlığım kalmadı. Yâ Rabbî, senin verdiğin merhemi yine özleyiş bekleyiş ve kavruluşta buldum.

Âyet 5: Bizi nûru MuhaMMedînin şifâı mutlak olan caddesine hidâyet eyle.

Âyet 6: O yol ki «Arûsu İlâhilerin yoludur.

Âyet 7: Ne ihtiyaç (ALLAHtan gayrine muhtaç) içinde bulunarak zahir şifâ dileyenlerin, ne de senin iştiyakından mahrumların yoluna değil.

G) NAZLI İÇİN FATİHANIN SIRRI :

Âyet 1: Nazlım! Senin nazın benim hamdimdir. Çünkü ben, Fahrı Kâinatın ALLAH'ıyım (Rabbil âlemin bu demek, zira âlem Fahri Kâinat sırrından ibarettir).

Âyet 2 : O sır :

a) Kâinatı yarattım Habibimin hayırı için (rahmet).

b) Onun civarında ona sevgiler yarattım, yine onun sırrı için (Rahîmiyet).

Âyet 3: Bir an gelecek ki Habibimden başka bütün zâhir hayalleri ifna edeceğim. Senin nazına sığmayan o zâhir saltanatları iç ve dış plânı ile yok edeceğim.

Aslında ALLAH nasıl her günün sahibi iken kendini «Din gününün sahibi» diye ilân ediyorsa; Fahr i Kâinattan başka bütün saltanatlar sahte olduğu halde; o gün, ayrı bir hikmet olarak Fahri Kâinatın tam şefi günüdür.

Âyet 4: Ümmeti MuhaMMede kendinden başka zevk verme ve kendinden gayri ihtiyaca zebûn ettirme.

Âyet 5: Bütün mümin kardeşlerimi sırâtı müstakîme hidayet eyle.

Âyet 6: O bize verdiğin yola.

Yoksa ümmetsiz o yolda benim de mecalim yok.

Âyet 7: Takdirinin, mutlak menettlği (mağdûb) ve sana koşma da mecalsiz (dâllîn) olanlardan etme (mü’minleri). Efendimizi sevenleri, benim nazım hatırı için onlardan kılma.

Nazlı, Fâtihayı ümmeti MuhaMMed için ister.

H) MuhaMMedİLER İÇİN FÂTİHANIN SIRRI :

Âyet 1: Ey benim aşkım olan kulum, sen sırrı hakîkim olan nûru MuhaMMedîden hisseder bir zerresin. Bana hamdi işte o sır yapar (1nci hamd).

Bu hamdi duyduğun lçin hamdet (2nci hamd). Gönlünde kâinat ötesi sırrımla tecellî halindeyim, hamd eden benim (3ncü hamd). Hamd, Hâmid, Mahmud benim (Âlemlerin Rabbıyım). Ancak hiç bir hikmetin çözemeyeceği bir «hal» dir ki; sendeki MuhaMMedîlik sırrı ile, senden intişarı, kendi kendime tecellî ve hamd ederim. İşte sen cisim ötesi halinde seven ve sevilen içindeki birleşme sırrısın (4.ncü hamd).

Âyet 2: Nûru MuhaMMedî Rahmâniyetimden, gönlünde yanan aşk çerağı Rahimiyetimden doğar. “Rahîm” ismim, şefkatı MuhaMMedî; “Rahmân” ismim aşkı ilâhimdir.

Âyet 3: Zaman içindeki kesret seni üzmesin, ezel, ebed, zaman ötesinde nûru MuhaMMedî ve aşkı Ahmedimden başka hiç bir sırrım yok.

Bu âlemi kesret seni üzmesin ey MuhaMMedî. Bu kesret âleminde münafığın kahrolduğunu göreceksin.

Âyet 4: Yâ Rabbî, benim sırrım ve yaratılışıma lütfettiğin o nûr, senden başkasına açık olamaz (kulluk). Ve senden başkasına meyledemez. Sırrın olan o nûr, «mâzâgal basar ve mâ tega» hükmüne uygun olarak yalınız sana cezbolunur (istiane).

Âyet 5: Habibine müştâkım. Bütünümle beni o nûra gark eyle. MuhaMMedî olan abdihas, bu âyeti okuyunca derhal nûru MuhaMMediye gark olur. Taklit olan bizim namazlarımız o sırra izafedir.

Âyet 6: Dâim Fahri Kâinatla birlikte kalanlardan eyle bizi (îmânın hakikî mânâsı).

Âyet 7: O nûrun gayrından ve gönlümüzde leke bırakan her türlü oluştan bizi ırak et. Gönülleri mânâ rahatsızlıklar ile dolu olanlardan etme bizî. Her türlü mânâ derdinden, her türlü parazitten bizi uzak tut.

İşte abdihas, Fâtihanın bu âyetini okuyunca bütün madde, rûh ve gönüldeki dertler yok olur. Nefs kompleksinde, ALLAH yoluna has bir coşkunluğa erişir. Fâtihanın sırrı budur, Gönlün, nefsin ve rûhun yegâne şifa hikmeti; nûru MuhaMMedî ile müstağrak olmaktır.

Fahri Kâinatın sırrını tecelli ettiren, madde ve mânâsını açan Fâtiha okununca kâfir nefs, îmân eder.

Aşık ve zevklerin en ötesinde mest kalır.

Gönül, çûşu hurûşunu öteler ötesinde bulur.


İşte Fâtihanın lûgat mânâsındaki mühürleri açan, iklimleri feth eden hikmeti budur. Bizim îmânımız odur ki, Fâtiha okununca (yukardaki şartlar olmak kaydiyle) Fahri Kâlnat Efendimiz madde ve mânâ olarak tecellî eder. Yani, madde olarak Efendimiz bizzat teşrif eder.


Kaynak alıntı.: Dr. Haluk Nurbaki-Sonsuz Nûr
Resim
Cevapla

“►Haluk Nurbaki◄” sayfasına dön