ÂDEM VE HAVVA

İslam Tarihinde önemli günler, olaylar, hatıralar.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

ÂDEM VE HAVVA

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

ÂDEM VE HAVVA

ALPEREN GÜRBÜZER

Allah-u Teala âlemi emirden toprağa “ol” emriyle emredince Âdem (a.s) topraktan yaratılmış oldu. Derken topraktan yaratılan Âdem’e ruh üflenip ilk insan hayata göz kırpmış oldu. Özellikle bu fermanla ilk insanın alnı ışıl ışıl parlayıverdi. Öyle ki; insanoğlu biranda hayata gözlerini açmanın sevincini yaşadı.
Allah-u Teala daha sonra çamurdan yarattığı Âdem’e tazimde bulunmak için Meleklerine:
—Âdem’e secde edin, diye emir buyurdu. Bu emir karşısında İblis hariç bütün melekler secde etti. İblis aynı zamanda meleklerin hocası olup çok bilge bir mahlûktu. Sadece bilgi mi? Elbette ki hayır, ibadette de onlardan öndeydi, üstelik her zerrede secde etmediği yer kalmamıştı da.
Hak Teala İblise:
—Niçin emrime uymadın?
İblis:
—O topraktan ben ise ateşten yaratıldım cevabını vererek itirazda bulundu. Tabiî ki itiraz ederken bilgeliğini ve amelini sermaye bilmişti, sandı ki bunca amel ve sermaye onu kurtaracak. Oysa İblis bu çıkışıyla ilk defa kendi görüşünü üstün bilip Allah’a karşı kıyas yapmış oldu, onca sermayesine güvendi ama nafile. Zira kıyas yapmanın bedeli olarak ilahi huzurdan tard ediliverdi.
Gerçekten itirazın bedeli ağır olmuştu. Nitekim İblise ebedül ebed lanet halkası geçirilerek ansızın huzurdan kovulur da.
Bu arada İblis:
— Madem tard edildim, hiç olmazsa bana mühlet ver kullarını saptırayım der.
Allah Teala imtihan gereği:
— Peki, ama şunu bil ki benim yolumdan giden samimi kullarımı doğru yoldan çıkarmaya gücün yetmeyecektir.
Böylece şeytan verdiği sözü yemeyip o gün bugündür kıyamete kadar üstlendiği şer tohumlarını saçmaya devam ediyor, edecekte. Fakat Allah (c.c) buna karşılık peygamber ve onun varisleri vasıtasıyla mü’minleri destekleyeceğini vaat ederek insanoğlunu imtihana tabii tutmanın yolunu açtı. Nitekim insanoğlu için ilk imtihan Allah Teala’nın Âdem ve Havva’ya:
— Cennetimde dilediğiniz gibi yaşayabilirsiniz ancak şu ağaca (muhtemeldir ki buradaki ağaçtan murat buğday) yaklaşmayın diye beyan buyurmasıyla başlar.
Âdem ile Havva cennette yaşamalarına devam ederken bu arada şeytan da bir şekilde yolunu bulup yasak olan ağaçtan haberdar olmuştu. Hatta kendince ilahi huzurdan kovulmanın intikamını almak adına seferber olur da. Tabii cennetin kapısına geldiğinde her türlü manevrayla Tavus’a bin bir türlü dil döker. Tavus bu durum karşısında;
—Seni cennete alamam, ancak bunu yapsa yapsa kardeşim (yılan) yapar dedi.
Gerçekten de kardeş yılan cennet kapısına geldiğinde şeytan ona;
—Ağzını aç deyince cennet kapısından girmeyi başarır da. Derken şeytan her türlü hilelerinin nihayetinde Âdem ve Havva’nın yanına gelir ve onlara:
— Şu ağaçtan yerseniz ilelebet, sonsuza dek cennette kalırsınız telkininde bulunur. Havva daha ilk baştan şeytanın sözlerine kanar da. Aslında her ikisi de şeytan olduğunu bilemediler, üstelik şeytan yemin billâh etmişti. Belli ki her ikisi de yemin eden yalan söylemez diye düşünmüşlerdi.
Şeytan Âdem’e vesvese verince içine biranda korku düşüverdi. Hatta ne yapsam da sonsuza kadar cennette kalabilsem diye için için derin düşüncelere dalmıştı. Fakat Havva annemiz kadınlık ruhundan mı olsa gerek şeytanın vermiş olduğu başaklardan bir tanesine tav olup yer de, diğer birini de saklayıverir, arta kalan beşini ise Âdem’e getirerek onunda yemesini sağlamak için dil döker. Hatta yediği yemişi öve öve bitiremez de. Âdem bu hususta eşine; Allah’ın emri var dediyse de Havva annemiz ısrarla:
— O affedicidir der.
Âdem (a.s) buna rağmen sözüne aldanmadı, ama bu sefer Havva annemiz Âdem’e cennet şerbeti içitiverir. Tabii birazdan şerbetin etkisiyle Âdem’in üzerine ağırlık çöker, ardından üzerine rehavet bürüyünce Allah’a verdiği sözü unutmuş oldu. Dahası Havva fırsattan istifade saklamış olduğu yemişi Âdem’in ağzına bırakınca yutuverdi. İşte insanoğlunun ilk imtihanı bu hadiseyle başlar. Nitekim Cebrail, Âdem ve Havva’yı Allah'ın emri gereği yasaklanmış ağaca tamah ettikleri için, cennet yurdundan çıkarıverir. Böylece şeytanda muradına ermiş olur. Cebrail daha sonra da şeytanın cennet kapısından girmesine aracılık eden Tavus ve yılanı çıkarır.
Emri ilahi gereği Âdem (a.s) ve Havva yeryüzüne ayrı ayrı yerlere indirilir. Yani Âdem (a.s) Serendap dağına, Havva Cidde’ye, Tavus Yemen’e, Şeytan Mısır’a konuk edilir. Bu arada Hayye diye tabir edilen yılan ise Isfahan'a konuşlandırılır. Bu olay aynı zamanda bize kalkık kuyruk (rove betle-Ocypus olens) ismiyle zikredilen bir böceğin ürettiği sihirli diyebileceğimiz iki ilaç vasıtasıyla gösterdiği manevraları hatırlatır. Şöyle ki;
Malum böcek, ilaçları tıpkı şeytanın cennete bir yolunu bulup girme operasyonuna benzer bir hamleyle karınca yuvasına girip karıncalarla bir arada yaşamak ve beslenmek için üretmektedir. Derken karınca yuvasının giriş kapısında duran nöbetçinin müdahalesine fırsat vermeden karnının ucundan salgıladığı damlayı yere bırakıp onu cezp etmeye çalışır. Nitekim nöbetçi yere bırakılan salgının tadına bakar bakmaz kendinden geçip bu böcekle hemen dost oluverir. Böcek bununla da kalmaz emelleri uğruna bir nevi hipnotize işlemi diyebileceğimiz yöntemi nöbetçi karıncaya tatbik edip karnını bile yalatmaktan imtina etmez. Böylece nöbetçi karınca birinci ilaçla ona dost olup, ikinci ilaçla da (yöntemle) sadece dost olmakla kalmaz onu çenesiyle tutar tutmaz yuvanın tam merkezine yerleştirmesi bir olur. Hatta böcek bu arada taşınmada kolaylık olsun diye yuvarlanıp top haline gelmeyi becerebilecek her türlü oyun sergileyebiliyor. Her neyse biz asıl konumuza dönersek,
Âdem (a.s) ve Havva bin pişmanlıkla yeryüzünde yıllarca ağlayıp tövbe etti.
Neyse ki Âdem (a.s) yıllarca ağlamanın ardından lisanından dökülen:
— Ya Rabbi Muhammed (a.s)’ın hürmetine mağfiret eyle cümleleri kurtuluşuna vesile olur.
Bu durumda Allah-ü Teala:
— Ya Âdem Habibim Muhammed’i nereden bildin?
Âdem (a.s):
— Bana ruh verdiğinde gözümü açtığımda senin isminin yanında onun ismi vardı, dolayısıyla bundan hareketle Habibini çok sevdiğini anladım.
Hak Teala:
— O halde Habibim hürmetine tövbeni kabul ettim, der.
Cebrail (a.s), Hz. Âdem’e Hac etmenin adap ve erkânını öğreterek Arafat’a çıktılar. Havva’da Âdem’i bulmak ümidiyle, Cidde’den Arafat’a gelip birbirlerine ancak yıllar sonra kavuşabildiler. Arafat’a çıkmak aynı zamanda hem Hac, hem de ayrılıkların son bulması demektir. Bir başka ifadeyle Arafat vuslattır.
Âdem ve Havva’dan çocuklar oldu, hatta her doğan çocuk ikiz doğdu. Derken Allah (c.c) bir batından gelen erkek ve kızın bir başka batından gelenlerle evlenmesini emreyledi. Bu arada oğulları Habil ve Kabil arasında kıskançlık bürüdü. Çünkü Âdem (a.s) İklima’yı Habil’e, Lübüda’yı da Kabil’e nikâhlamıştı. Ancak İklima daha güzeldi. Bu yüzden kıskançlık doruğa ulaşınca ilk cinayet Kabil tarafından gerçekleşiverdi. Anlaşılan, ilk cinayet kardeşkanı akıtmakla başlamış. İşte bu hadiseden sonra dünyanın gidişatı iki kutup üzerine cereyan eder. Habil merhametin, güzelliğin ve iyiliğin kutbu, Kabil ise kötülüğün ve fesadın kutbu oldu. Âdem (a.s) bu duruma üzülse de dünya var oldukça hem kötüler, hem de iyiler sahnede yerini alacaktır elbet. Şairin; Oluklar çift birinden nur, diğerinden kir akar dediği kaçınılmaz alın yazısı işte bu olayla gerçekleşir.
Habil’in ölümünden beş yıl sonra Şit (a.s) dünyaya geldi. Şit (a.s) Âdem’in bir nebze de olsa üzüntüsünü almıştı. Çünkü o nur, bu sefer onun alnında parlıyordu.
Artık Âdem (a.s)’ın ahir ömrü yaklaşmış ve hastalanmıştı. Dahası son ebedi yolculuğuna koyulurken Şit (a.s)’a vasiyet etti. Oğluna dedi ki;
— Oğlum şu beş şeyi unutma; Dünya fani, her işin sonunu nereye varacağını düşün sonra işe koyul. Hatta bir işe başladığında kalbine sıkıntı hâsıl olursa işi bırak, istişare ederek işlerini halletme yolunu tercih et, sakın ola ki kadın sözüyle hareket etme.
Hz. Âdem (a.s) son maddede geçen kadın sözüyle hareket etme vasiyeti belli ki Cennet yurdundan Havva annemizin telkinine kapılmanın bedelini ağır ödemesinin tesiri olmuş.
Vasiyetinin ardından en son nefesinde oğluna:
— Ey Şit! Hak yol üzere ol, deyip ruhunu oracıkta teslim eder.
Velhasıl; ilk insan aynı zamanda ilk peygamber olarak bu dünyadan göç ettikten sonra Şit (a.s) ilahi emaneti devr alır. Derken insanoğlunun ikinci peygamberi olarak yoluna devam eder. Zaten bu yolda durmak yola devam esastır.
Vesselam.

En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 20:41 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

EBU CEHİL VE DİĞERLERİ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

EBU CEHİL VE DİĞERLERİ

ALPEREN GÜRBÜZER

Bir gün Abdullah b. Cid’an’ın evinde verilen bir ziyafette Amr b. Hişam pervasızca Muhammed’i itmeye başlar. O yıllarda her ikisi de delikanlı yaştaydılar. Muhammed b. Abdullah önce aldırış etmez, fakat o iki üç kez itip kalkmayı tekrarlayınca bir anda kapışıverdiler. Tabiî ki bu kapışma esnasında “Adı güzel kendi güzel Muhammed” bir darbede Amr b. Hişam’ı yere seriverdi. Sadece yere serivermekle kalmayıp aynı zamanda Amr b. Hişam’ın ömür boyu unutmayacağı şekilde bacağından kan akmaya başlar da. Oysa şimdiye kadar hiç o böylesine yenilgiyi tatmamıştı. Araya girip olayı yatıştıranlar olsa da ilk mağlubiyette bacağından aldığı darbe izi ölene kadar silinmeyecekti. Sanki bu iz ilahi bir güç tarafından cümle âleme ibretlik cinsten damga gibiydi.
Amr b. Hişam (Ebu Cehil) belli ki olaylardan hiç ders almamışçasına ileri ki yıllarda şirretliğine devam etmekten geri durmayacaktır. Şöyle ki; Resulüllah’a peygamberlik geldiği dönemlerde, Allah Resulü Kâbe’de namaz kılarken; burada namaz kılamazsın diye tehdidinde bulunmuş, ama Efendimiz (s.a.v) hiç islimini bozmaksızın namaza durmuştu. Nitekim bu konu ile ilgili vahiy iner de. Allah-ü Teala mealen; “Bu tür davranışlarda bulunanın azıp kudurduğunu, namaz kılındığı zaman engellemeye çıkar ve ısrar eder bu huyundan vazgeçmezse cehennem zebanileri çağırırız, sakın ona boyun eğme” beyanıyla Habibine moral veriyordu adeta. Bu ayetler bir şekilde Ebu Cehil’in kulağına gelince daha da sinirlenip;
— Bir daha onu namaz kılarken görürsem ayağımla çiğneyeceğim, tarzında çıkış yapar.
Gerçekten de Allah Resulü yine Kâbe’de namaz kılarken Amr b. Hişam adım adım ilerlemeye başlar, ama o an ne gördüyse irkilip geri çekilmek zorunda kalır, etraftan seyredenler sebebini sorduklarında;
—Ateşle dolu bir çukurun bir anda önüme çıkıverdiğini görünce sarsıldım, ister istemez nevrim döndü, dolayısıyla ilerleyemedim, cevabını verir. Tabiî ki verdiği bu cevap dinleyenleri tatmin etmemişti, hatta yine her zamanki gibi o bildik cümleleri sarf ettiler:
—Ya! Ebu Cehil sen hayal görmüşsün galiba, ya da sihirlemişler seni…
Zaten Ebu Cehilde bütün bu ilahi uyarıların şokunu atlattıktan sonra cehaletine cehalet katacak örnekleri sergilemeye devam edecektir. Zira arkadaşlarının bu konudaki endişelerine gerek kalmaz da.
Yine bir gün Rasulüllah namaz kılıyordu, bu seferde komşusu Ukbe b. Ebi Muayt giydiği izarını boğazına geçirerek boğmaya kalkıştı. Durumu gören Ebubekir Sıddık (r.anh.) derhal müdahale ederek onu bir hamlede yere savurdu, derken yaşanılan bu olayda Ebubekir hafif sıyrıkla çıkabildi ancak.
Başka bir gün ise Allah Resulü namaz kılarken çirkince deve işkembesini üzerine bıraktılar, alaysı gülüşmeler ve kahkahaların karıştığı bir ortamda Efendimiz (s.a.v) bekliyordu ki biri gelip alsın diye, ama hiç kimse işkembeyi alma cesareti gösteremedi. Neyse ki Müslümanlardan biri koşup kızı Fatıma’ya haber salınca, annemiz yerinden fırlayıp babasının üzerindeki pislik dolu işkembeyi alıverdi. Allah Resulü secdeden doğrulunca kızıyla göz göze gelmişti. Ki; o an gül kokulu kızını tebessümle selamlar. Zira o hem müminlerin, hem de velilerin annesidir. O Fatimat’üz Zehra’dır. Bir nebze olsun gül kokulu kızı üzüntüsünü almış, ama Allah Resulü belli ki bu olaydan incinmişti. Hatta arş-ı ala bu incinmeden titremişti. Öyle ki Efendimiz (s.a.v) ellerini Kâbe’ye doğru kaldırıp:
—Allah'ım sana malum, onları sana havale ediyorum, diyerek üç kez zahiren bu münacatını tekrarlar da.
Biranda kahkahalar durdu, fakat yerine “Ya bu sözler tutarsa” kaygısı sarar herkesi. Nitekim Rabbül Âlem'in: “Allah’a ve Resulüne eziyet vermeye çıkanları Allah dünyada da ahirette de lanetlemiştir” ( Ahzab–27) ayetiyle Amr b. Hişam’a değişmez hüküm gereği lanetlenmeye müstahak Ebu Cehil unvanı verilmiştir. O artık bundan böyle Cehaletin Piridir. Hakeza Amr b. Hişam ismi bu tür çirkef davranışları ile unutulup, kıyamete kadar EBU CEHİL lakabı ile anılacaktır.
Rasulüllah’ın namazına karışanlar bu defa da Kur’an’a dil uzattıkları gibi ayetleri uydurduğu yalanını yaymaya başladılar. Onlar yaya dursunlar Allah-ü Teala Resulü vasıtasıyla; Bütün ins ve cin âlemi bir araya gelse bir benzerini meydana getiremezler vahyi ile karşılık verir. Bu meydan okuma karşısında seslerini kısmak zorunda kaldılar. Tabii bu arada yine boş durmazlar. Ebu Cehil zihinleri bulandırmaya devam ederekten derhal bir fikir ortaya atıp, şöyle der;
—Ay’ı ortadan ikiye bölsün ve tekrar eski haline döndürsün bakalım, savunduğu dava ne derece doğruymuş bir görelim, el mi yaman, bey mi yaman, işte o zaman anlarız.
Allah Resulü:
— Peki, eğer ay ikiye bölünüp eski haline gelirse Allah’a ve benim Peygamber olduğuma inanacak mısınız?
Ebu Cehil:
—Tamam, fakat hemen bu gece olursa, karşılığını verir.
Artık nefesler tutulmuş, yediden yetmişe herkes havanın kararmasını bekliyordu. Nihayetinde ortalık iyiden iyiye alaca karanlığa bürünmüş, gözler gökyüzüne çevrilmişti. İşte o an gelmişti. Gerçekten de gökyüzünde bir bıçağın gireceği kadar ay ikiye yarılmıştı bile. Tabi bitmedi dahası var; ay yeniden eski haline dönüşebilmiştir. Derken bu mucizevi olayla birlikte herkesin yüzünde şaşkınlık oluşur.. Fakat aralarında öyle biri var ki o hariç. Malum o Ebu Cehil'den başkası değildir.
Ebu Cehil apaçık mucize karşısında her zamanki gibi pişkinliğini göstererek:
—Gördünüz mü yine, O hepimizi hem sihirledi hem de büyüledi, diyerek olayı çarpıtmaya çalışıp sözlerini şöyle noktalar:
—Lat ve Uzza adına yemin ederim ki dışarıdan gelecek yolculardan bu olayın aslı astarını soruşturup senin yalanını ortaya çıkaracağım, der.
Nihayet gelen yolcu kabilesine meseleyi sorduklarında dediler ki;
—Evet, o gece ayın ikiye ayrıldığını ve sonra da eski halini aldığına şahit olduk.
Böylece beklemedikleri cevabı almış oldular.
Ne yazık ki herkesin gözü önünde cereyan eden bu apaçık mucizeye rağmen hiç bir şey olmamışcasına müşrikler bildiklerini okumaya ve ipe sapa gelmez bir dizi isteklerini sıralamaya başladılar:
— Dağları yürütsün.
—Yurdumuzu genişletsin.
— Irmaklar akıtsın.
—Geçmiş atalarımızı diriltsin.
— Peygamberliğini tasdik edecek melek göndersin.
— Göğü üzerimize parça parça indirsin.
— Allah’ı ve melekleri karşımıza çıkarsın, gibi sözlerle ortalığı velveleye verdiler. Utbe bir davet sırasında bu teklifleri Allah Resulüne sundu. Allah Resulü cevaben:
—Benim görevim bu manasız isteklerin yerine getirmek değil, asıl vazifem tebliğ ve irşattır diyerek oyunlarını bertaraf eyledi. Netice itibariyle Allah Resulü onların yanından ayrılmak zorunda kalır. Fakat o esnada Resulü Ekrem ilerlerken ardından halasının oğlu Abdullah b. Ebi Ümeyye yetişip:
—Kavmin sana bu kadar teklifte bulundu, sen ise aldırış etmedin, yemin ederim sana asla inanmayacağım, deyince Rasulüllah (s.a.v) sessiz kalmayı tercih edip bir tek kelam bile dahi etmedi. Neyse ki Habibullah Haneyi Saadetine döndüğünde kendisini rahatlatacak ayetler nüzul olmaya başladı:
Dediler ki, bizim için şu yerden bir pınar fışkırtıp akıtıncaya kadar, sana asla inanmayız… Ortasından da bol su nehirler akıtasın… Semayı parça parça halde üstümüze düşüresin… melekleri şahit getiresin.. semaya çıksın, ona çıktığında asla inanmayız, ta ki bize okuyacağımız bir kitap indirsin.. De ki suphanallah.. Ben ancak bir insanım, bir peygamberim.. De ki benimle sizin aranızda şahit olarak Allah'ın bulunması yeter. Hiç şüphe yok ki, O kullarının yaptığından haberdardır ( İsra: 90–98).
Aslında her nüzul olan ayet bomba niteliğindeydi, öyle ki müşrikler:
— Keşke Kur’an bir inişte ya da toptan indirilmiş olsaydı, demek zorunda kalmışlardır.
Ebu Cehil müteaddit defalar:
—Baksanıza amcası Ebu Talib’e başvurularımız ortada kaldı, adam hepimizi uyutmayı başardı, hatta işi sürüncemeye bırakarak işi soğutma yolunu seçti. Yeğeni ise müthiş bir sihirbazmış meğer. Üstelik ayı bile ikiye böldü, artık yeter bu iş burada kalmamalı, gerekirse 100 deve ödülle işini bitirelim, ne dersiniz?
Oradakiler:
— O zaman kolaysa sen yap, derler.
Ebu Cehil bu sözler karşısında yutkunarak alnından dökülen soğuk terleri silmek zorunda kalır. Neyse ki orada bir adam imdadına yetişircesine:
— Bu işi yapsa yapsa Hattab'ın oğlu Ömer yapar deyince rahatlayıverdi.
Oysa Rasulüllah (s.a.v)’de ara sıra:
—Allah’ım bu dini ya Ömer’le yahut Amr’la (Ebu Cehil) aziz kıl, diye dua ediyordu, müminlerde İlahi makama ulaşan duaya her defasında âmin sesleri ile karşılık veriyordu.
Allah Resulünü öldürmek niyetiyle yola koyulan Ömer, yolda kız kardeşinin de Müslüman olduğunu duyunca biranda beyni dönüverdi, önce kız kardeşinin evine gitmeye karar verir. Fakat eve yaklaştığında şimdiye kadar hiç duymadığı kelama kulak kabarmak zorunda kalır. Sonrası malum eve girdiğinde burcu burcu okunan ayetler hem kendinden geçirmesine, kendine getirmesine vesile olur.. Derken Kur’an tilaveti ruhunda dalgalanma meydana getirdiğini hissedince:
—Bu ne hoş kelam, çok etkileyici söz, deyip yumuşar da. İşte ruh ikliminde yaşadığı fırtınanın akabinde Allah Resulünün yanına varıp imanla şereflenir. Böylece o gün Erkam b. Ebul’un evi bayram sevincine boğulur. Çünkü Allah Resulünün duası yerini bulmuştu. Gerçekten Ömer'in Müslüman olması çok mühim bir hadiseydi. Zira Mekke’de iki insanın sözü geçerliydi ki, bunlardan birinin İslam’la müşerref olması sıradan bir olaymış gibi es geçilebilecek değildi. Bu yüzden bu büyük buluşma çok büyük yankı buldu. Ki; o güne kadar gizli gizli kılınan namazlar Ömer’in Müslüman olmasıyla birlikte açıktan kılınmaya başladı. Dile kolay bu Ömer, en ufak sataşmanın kendilerine getireceği bedelin pahalıya mal olacağını düşünen müşrikler müminlerin bir sonraki namaz kılmalarını engelleme cesareti gösteremediler.
Müşrikler artık son çarelere başvurmaya başladılar. Hatta Kureyş’in ileri gelenlerinin görüşme talepleri oldu. Peygamberimiz; buyursun gelsinler, dedi. Geldiler de, ancak Allah Resulünün yanındakilerini inceden inceye süzdükten sonra burun kıvırıp:
—Onlarla bir arada oturamayız, dediler. Allah Resulü anında gelen vahiyle kendilerini elit tabaka sayan tayfaya cevabı gecikmedi:
—Rabblerinin rızasını dileyerek sabah akşam ona dua eden fakirleri huzurunda sakın kovma. Onların hesabından hiçbir şey sana ait değildir(Enam:51,52, Müslim:4/1878).
Vahyin ardından gülmeye başladılar; baldırı çıplaklar mı, açlıktan nefesi kokanlar mı Allah’ın ikramına layık oalcaklar, diyerek alay ettiler. Yine Rasulüllah şu ayetleri tane tane okumaya devam etti:
Böylece biz insanların bir kısmını diğer kısmıyla imtihan ettik. Bunlar mı Allah Tealanın aramızdan seçip ihsan ettiği kişiler desinler diye. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil mi? (Enam: 53–54)
Müşrikler vahyolunan ayetlerden hala ders almadan Bilal, Ammar, Yasir vs. ile aynı terazinin kefesine koyulma endişesiyle hidayet şemsiyesinden uzak kaldılar. Allahü Teala:
Kâfirler şöyle dediler: Eğer O Peygamberin getirdiği din hayırlı, doğru olsaydı bizden önce biçare kâfirler koşup ona sarılmış olmazlardı. Onlar… Maksatlarına ulaşamayınca bu defada: Bu Kur’an eskiden uydurulmuş bir yalandan ibarettir(Ahkaf–11).
Yeni bir teklifte bulundular, dediler ki:
— Bize Rabbi'ni tanıt.
Peygamberimiz kısa ve özlü olarak İhlâsı Şerifeyi okudu: De ki o Allah tekdir, hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır.
Kısa ve özlü tariften böyle İlah mı olur diyeceklerdi, nitekim de dediler. Rasulüllah (s.a.v) işi sürekli yokuşa sürenlere meydan okuyan ayetle cevap verdi:
Sizin.. İbadet ettiğiniz putlar bir araya gelseler, bir tek sineği bile yaratamazlar. Eğer o sinek, putlardan üzerilerine sürülmüş olan bir şeyi kapmış olsa onu alamazlar. Kovalayan aciz, kaçan aciz..(Hacc-73)
Bu ayetlerle daha da patlayan volkana döndürdü müşrikleri, hemen kararlarını açıkladılar:
Dönüşümlü ibadet teklifi yaptılar, yani bir yıl bizim putlarımıza, diğer yılda senin Rabbine dediler.
Allah Resulü:
— Ben sizin Allah'ı bırakarak taptığınız putlara ibadet etmekten nehy ederim (Enam: 56).
— De ki… Ben sizin ibadet ettiğiniz putlara ibadet etmem.. Sizin dininiz size aittir, benim dinimde bana aittir( Kafirun suresi).
Gelen bu ayetler bomba etkisi yapsa da başka başka yollar denemekten geri kalmadılar.
Ubeyy b. Halef elindeki kemiği Rasulullah’a göstererek:
— Bunları kim diriltecek?
Rasulüllah:
—O’nu yaratan diriltecek elbet ve hayat verecek, senide cehenneme tıkayacak deyip oradan ayrıldı. Bu arada Cibril Emin Yasin suresini vahyetti:
İnsan görmedim ki biz onu tek bir damladan yarattık.. Çürümüş kemiklere kim hayat verecek dedi… O Allah ki size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da siz şimdi onları yakıp duruyorsunuz. Allah’ın emri bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sadece ‘ol’ dediği zaman, o oluverir. Dönüş ancak O’nadır (Yasin.77–83).
Ubeyy b. Halef (Ümeyye) iyiden iyiye sinirlendi, dedi ki:
— Bir atım var, onu özel olarak besliyorum, bunu bilmiş ol ki seninle mücadeleye kararlıyım ve seni öldüreceğim.
Allah Resulü hiç metanetini bozmadan:
— Aksine ben seni öldürürüm ya Übeyy, diye cevap verdi.
Gerçekten de ileri ki yıllarda bir savaşta bu söz yerini bulmuştur. Çünkü Allah sevgili dostunu yalancı çıkarmaz.
Kâfirler inanmasalar da elbet Allah nurunu tamamlayacaktır, ne diyelim hidayet Allah’tan, O Gafururrahimdir.
Amenna saddak.
En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 20:42 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

AHİRETLE İLGİLİ AYETLER VE MÜŞRİKLER

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

AHİRETLE İLGİLİ AYETLER VE MÜŞRİKLER

ALPEREN GÜRBÜZER



Ardı arkası kesilmeyen toplantılar. Yani Darünnedva da yine kahkahalar, alaylı tavırlar ve bildik yorumlar. Üstelik inen ayetleri her defasında kendi aralarında irdeleyip adaba mugayir yorumluyorlardı. İçlerinden biri bu konuşmalar arasında şunları dile getirdi:
— Güya o’nun peygamberliğine inananlar cennete gideceklermiş, hatta cennetin en başköşesine oturacaklarmış ne dersiniz arkadaşlar?
Arkadaşlarından cevap gecikmedi:
— Cennette masal, cehennem de, hepsi hayal türü şeyler. Bir kere doğru dürüst bir din olsa biçare insanlar bizden önce koşup Muhammed’e biz tabii olmazlardı, şeklinde ipe sapa gelmez sözler sarf ettiler.
Akabinde bu konu ile ilgili ayet nazil oldu. Bakın Allah Teala bu konuda:
—Kâfirler iman edenler hakkında şöyle dediler: Şayet bu din hayır ve saadet getiren bir din olsaydı, fakirler, köleler, biçareler bizden evvel davranıp ona koşmazlardı… Bu Kur’an eski bir yalandan ibarettir… Bu Kur’an… Arapça bir dil ile zulmedenlere azap haberini vermek, iyilik yapanlara müjde olmak üzere gönderilen bir kitaptır… Onlar mahzun da olmazlar. Onlar cennetin ashabıdırlar.. (Ahkaf 11–14) diye beyan buyurdu.
Nihayet Hac mevsimi gelip çatmıştı. Tabii Darünnedve’de bu konuda ele alınmıştı. Üstelik gelen Hacıların o’na kanmaması için tedbirler alınması konusunda mutabakata vardılar da. Zira toplantıda biri;
—O’nu yalancı diye tanıtalım,
Diğeri söze karıştı;
—Deli olsun,
Bir başkası;
—Kâhin daha şık düşer.
Diğeri;
—Şair desek olmaz mı?
En son gelen teklifle;
Sihirbaz yakıştırmasında karar kıldılar.
Nebiyi Ekrem'in Hacılar üzerindeki etkisini silmek için sihirbaz tanıtımına başladılar, Allah’ın Habib-i tüm bu menfi propagandalardan yılmadan usanmadan yüklenmiş olduğu misyon gereği tebliğ görevine cansiperane devam etti ve hatta gelen ayetlerle de toplantılarda alınan kararlar anında Allah tarafından Resulüne bildiriliyordu. Nitekim gelen ayeti kerimede:
—Nakur denilen Sur’a üfürüldüğü zaman işte o gün kâfirlere pek çetin, pek zor bir gündür... Hayır, onu asla bırakmayacağım. Çünkü o bizim ayetlerimize karşı alabildiğine inatçı bir kâfir kesilmiştir. Çünkü O, … Bu Kur’an başka değil… bir sihirdir… insan sözüdür dedi.
Ben onu Sekar cehennemine sokacağım… O insanları yakıp kavuran bir ateştir. Üzerinde vazifeli 19 tane melek vardır ( Müdessir, 8–30).
İnen bu ayetler Darünnedva toplantılarının gündemine girip;
— Vay be, 19 melek cehennemde hazır vaziyette bizi bekliyormuş. Dahası kahkahalar eşliğinde kendinden geçiyorlardı.
Onlara güle dursunlar ahrete iman konusunda ile ilgili ayetler hız kesmeden üzerilerine ültimatom varı sağanak sağanak yağmaya devam ediyordu:
— Biz Cehennemin muhafızlarını hep meleklerden yaptık… Kâfirlerde Allah bu sayıyı bildirmek suretiyle ne kastetmiştir desinler. İşte Allah dilediğini böyle şaşırtır, dilediğini hidayete erdirir. Rabbinin ordularını da ancak kendi bilir… Cehennem ise insanlar için ancak bir hatırlatma ve öğüt vesilesidir (Müddesir–30).
Ahiretle ilgili ayetlerden etkilenmiş olsa gerek ki Rasulullah'ın komşusu Adiyy b. Rebia da sorgulamaya başladı:
— Anlat bakalım öldükten sonra dirilmek nasılmış?
Peygamberimiz gayet sakin bir şekilde ahireti anlattı, o da dinledi ve sonra şöyle dedi:
— Ya Muhammed! Sözünü ettiğin Rabbin şu birbirinden ayrılmış kemikleri bir araya getirip diriltecek öyle mi?
Rasulullah ikna olamayacağını anlayınca oradan ayrılmak zorunda kaldı. Çünkü ne söylese ciddiye almıyordu. Bu arada Kıyame suresi nazil oldu:
— İnsan zannetmesin ki biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyiz.
Doğrusu biz onun parmak uçlarını bile tesviye etmeye hazırız.. Dönüp dolaşıp varılacak, durulacak yer Rabbinedir… (Kıyame 1–15)
Her nazil olan ayetleri alay konusu etseler de akıllarında geçen; ‘Acaba, bu söylenen kelam ya doğru çıkarsa’ kuşku halini dillendirmeseler de belli ki zihinlerini meşgul ediyordu. Gerçekten de dünyaya yeni adım atan her insanın parmak izleri birbirini tutmaz. Nitekim bu mucizevî ayeti celile, günümüz bilgi teknolojik gelişmesiyle aydınlanmıştır zaten.
Müşrikler inen ayetlerden öyle bunaldılar ki; Hiç olmazsa bu Vahiy iki şehrin ileri gelenlerinden iki kişiden birine indirilseydi demeye başladılar. İki büyük insandan kastettikleri de Mekke’de Velid b. Muğire ile Taifde Urve b. Mesud Sakafi idi.
Kendi aralarında bahsettikleri bu konu yine vahiy ile aydınlığa kavuştu:
— Şu Kur’an iki memleketten bir adama indirilseydi ya dediler. Rabbi'nin rahmetini onlar mı taksim ediyor? Onların.. rızklarını biz bölmüşüz (Zuhruf 31–32).
Bu ayetler açıkça ihtar niteliğinde olmasına rağmen Peygambere verilen tüm nimetler bize verilmedikçe iman etmeyiz karşılığını verdiler. Bunun üzerine Allah-ü Teala:
—…Bize vahiy inmedikçe inanmayız dediler. Allah peygamberlik vazifesini nereye ve kime vereceğini en iyi bilendir… Şiddetli azaba uğrayacaklardır (En’am 124) diye beyan buyurdu.
Müşrikler cephesinde durum böyle, ya Müslümanlar?
Nüzul olan ayetler müşrikler için eza, Müminler içinse felah ve nur kaynağıydı. Bu arada asıl Müminler için tek teselli kaynağı Rasulullah'ın kendileri için buyurdukları müjdeleyici ayetlerdi:
—Nice yüzler vardır kıyamet günü nurlarla pırıl pırıl olmuştur. Rabbine nazar edicidir (Kıyame 22–23).
Müminler ise gelen ayetlerle övülüyor ve onların nasıl davranması gerektiği hususları açıklığa kavuşturuluyordu:
—…Allah'ın kulları yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler… Onlar ki Rablerine secdeler ve kıyamlar yaparak geceler… Onlar harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik yapmazlar. Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler. Zina yapmazlar. Kimde bunları yaparsa günahının cezasına kavuşur… (Furkan 63–69)
Furkan suresini dinleyen Müminler:
— Ya Rasulullah! Biz cahiliye döneminde zina yaptık, adam öldürdük, putlara secde ettik, bu durumda ne yapacağız şimdi, bizim halimiz nice olur dediler.
Nebiyi Ekrem endişelerini giderecek ayeti kerimeleri beyan buyurdu:
— Ancak tövbe eden ve Salih amel işleyen insan böyle değil. Çünkü Allah onların kötülüklerinizde iyiliğe çevirir. Kim tövbe ederde Salih amel işlerse muhakkak ki Allah’a döner… Cennet ne güzel bir karargâh, ne güzel bir makamdır… (Furkan 70–77)
Böylece bu son gelen ayetle Müminler rahatlayarak derin bir nefes almışlardır. Çünkü dinimiz zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı bir dindir.



En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 20:43 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

Evet Aziz Kardeşim yine çok güzel bir derleme az ve öz ve de çok şey anlatan türden.
Esasında ilgi çeken noktalardan bir tanesi de cahiliye dönemi müşriklerinin
modern ki ben ona post-modern diyorum yaşadığımız çağda da aynı tarzdan soruları hala soruyor olmalarıdr ki bu devirde ALLAH'ı inkar ve red kapılar tamamen kapatılmış olmasına rağmen!
Kur-an 'ın inzal olduğu o 23 yıllık dönem ve yaşananlar sanki bir model ZAMAN gibi. Günümüzde de iman edenler ve inkar edenler aynı sualleri sormakta ya da aynı girdaplarda boğulmakta, benzer sıkıntılar veya olaylar insanın var olduğu her dönemde yaşanmakta ve bu kur-an Alemlerin rabbi tarafından hikmetle inzal olmuş mukaddes bir kitap, rahmetenlil alemin'in mübarek dudaklarından iman edenlere tebliğ edilmiş ve yine o dünyalar güzeli tarafından bizzat yaşanmış ve yaşatılmış her dem, her nefes diri bir KİTAB...

İşte bu sebepten ötürü hiçbir zaman geçerliliği değiştirilemeyecek ve herşeyin çok açık ve net olduğu bizzat Alemlerin Rabbi tarafından korunmuş ve korunacak olan mübarek bir KİTAB!
OKUYABİLENLERE, YAŞAYABİLENLERE NE MUTLU!
ALLAH HEPİMİZE BU MUKADDES KUR-AN'ı ve ONUN HABİBİNİ;
ANLAMAYI ve ANLATMAYI, YAŞAMAYI ve YAŞATMAYI nasip ve müesser eylesin İNŞALLAH-u RAHMAN!

Esselamun aleyküm rahmetullahu ve berakkatuhu daimen ve ebeden!
Kullanıcı avatarı
derunilale
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 268
Kayıt: 27 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen derunilale »

MBurak yazdı:Evet Aziz Kardeşim yine çok güzel bir derleme az ve öz ve de çok şey anlatan türden.

ALLAH HEPİMİZE BU MUKADDES KUR-AN'ı ve ONUN HABİBİNİ;
ANLAMAYI ve ANLATMAYI, YAŞAMAYI ve YAŞATMAYI nasip ve müesser eylesin İNŞALLAH-u RAHMAN!

Esselamun aleyküm rahmetullahu ve berakkatuhu daimen ve ebeden!
ve aleyne ve aleykümselam ebeden daima güzel kardeşim..âmin..
Değerli abim, kardeşimin de buyurduğu gibi gerçekten çok güzel bir derleme..bize ulaştırdığınız için Allah razı olsun..Hakk ve batılın mücadelesi, insanlık âleminin var olduğu günden beri süregelmiştir.."Oluklar çift, birinden nur akar birinden kir"
ne mutlu ki Hakk'a tabî olanlara Onu yaşayanlara..

"Kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.." (Saff Suresi, 8. Ayet)
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/kjkjkjkop4.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

slm

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

paylaşımlarınız için çok teşekkür ederim.
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

HABEŞ YURDUNA HİCRET

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

HABEŞ YURDUNA HİCRET


ALPEREN GÜRBÜZER


Müslümanlar için her geçen gün hayat dayanılmaz hale gelmişti. Bu yüzden Habib-i Kibriya Efendimiz:
— Habeş ülkesinde adaletli bir hükümdar var, umulur ki orada felah bulursunuz, sözleri üzerine inananlar doğup büyüdükleri topraklardan gizliden gizliye Habeşistan’a göç ettiler. Müşrikler onların göç ettiklerini sonradan farkına varsalar da, zaten epey uzaklaşmışlardı. Gerçekten de Peygamberimizin buyurduğu gibi adaletli hükümdardı, artık özgürce ibadet edebiliyorlardı, hatta gurbet hasretinin dışında her şey yolunda gidiyordu. Fakat bu arada müşriklerde boş durmuyordu. Şöyle ki;
Kureyş'in ileri gelenleri Habeş’e göç eden Müslümanları rahatsızlık etme adına iki kişilik heyet gönderirler. Gelen heyet Habeş Kralı Necaşi’nin huzurunda eğilmenin yanı sıra, yere kapanıp geliş maksatlarını dile getirdiler:
— Ülkenizde barındırdığınız insanları başınıza dert açmadan onları bize teslim ederseniz huzur bulursunuz.
Habeş Hükümdarı Necaşi:
—Ülkeme gelen her kim olursa olsun, şunu bilin ki benden güvence dileyen insanlar benim misafirimdir, onları sizlere veremem. Hem madem buraya kadar gelmişsiniz, yine de onları çağırıp neymiş mesele bir sorayım.
Bunun üzerine emrindeki memurlara onları huzura getirilme talimatını verir. Böylece emir yerine getirilir. Fakat Müslümanlar huzura müşriklerden farklı olarak eğilip bükülmeden selam vererek çıkarlar.
Necaşi:
— Şimdi anlatın bakalım, orada duran arkadaşlar sizi geri almak için gelmişler, nedir aranızda ki mesele?
Tabi huzura çıkanlar adına Cafer b. Ebi Talip söz alıp, şöyle der;
— Ey Hükümdar! İsterseniz onlara sorun, biz esir alınmış köle miyiz ki bizi ülkenizden alıp götürmek istiyorlar?
Necaşi bu sefer Müslümanları geri götürmek için gelen iki kişilik heyet adına söz alan Amr b. As’a sorduğunda,
Amr:
— Evet, onlar köle değil.
Bu cevap karşısında Cafer b. Ebi Talip:
—Ey Hükümdar! Yine sorun biz cinayet işleyen birer cani miyiz?
Hükümdar sorulan soruyu aktarınca, Amr:
— Hayır, onlar katil değiller, dedi.
Cafer sözlerine devam etti:
— Yine sorun Ey Hükümdar! Bizler dolandırıcı mıyız, herhangi bir kişiye borcu olan insanlar mıyız?
Tabi Amr, bu akıl dolusu sorular karşısında iyice sıkışmıştı, mecburen gerçeği itiraf etmek zorunda kalıp;
— Hayır, onların kimseye borcu yok, deyince Habeş Kralı:
—O halde Ey Amr! Derdiniz davanız ne? Bu kadar problemsiz insanları neden geri götürmek istersiniz, doğrusu anlamış değilim.
Amr:
Ey Hükümdar! Onlar atalarının dinlerini terk edip Muhammed’e tabii oldular.
Habeş Kralı Cafer’e yöneldi:
— Ne dersin bu konuda?
Cafer b. Ebi Talip:
— Ey Melik! Muhammed (s.a.v) peygamber olmadan önce cahiliye içinde yüzüyorduk. Çok şükür O’nu görmenin sayesinde bir olan Allah’a ibadet eder olduk. Böylece haram ve helali bildiren İslam dinine mensup olmakla hayatımız nizama giriverdi. İşte tüm suçumuz cehaletten kurtulmamızdır. Tam huzuru yakalamışken ardından dayanılmaz baskılar gelmeye başladı, kendi öz yurdumuzda parya muamelesi görünce ülkene hicret etmek zorunda kaldık.
Necaşi:
— Peki, sizleri çağırdığımda huzuruma geldiğinizde neden eğilmediniz?
Cafer:
— Bizim dinimizde Allah’tan başka kimseye secde edilmezde ondan.
Necaşi Amr’a dönüp;
—Bana sığınan insanları ve hakkımda hüsnü zan besleyen bu insanları size teslim etmek için geçerli bir neden bulamıyorum der. Böylece Amr ilk hamlesinde amacına erişemedi, ama hiçte işin peşini bırakmak niyetinde değildi. Ertesi gün aklına bir plan gelip hemen harekâta geçer de. Şöyle ki; Necaşi’ye Müslümanların dinlerine iyi gözle bakmadıkları haberini uçurdu. Bunun üzerine Habeş Kralı Müslümanları tekrar huzura alıp şöyle der:
— Güya sizler Hz. İsa hakkında olumsuz laflar ediyormuşsunuz doğru mu?
Cafer müminler adına söz alıp Hz. İsa hakkında Peygamberimizden öğrendiklerini aktardıktan sonra Meryem suresini okuyup Kelamı kadimin diliyle açıklık getirdi:
“Ey Habibim kitapta Meryem’i de zikret. Hani O ailesinden ayrılıp doğu tarafa bir yere çekilmişti… Bizde O’nu ruhumuz Cibril’i gönderdik, O bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: …benden uzaklaş, rahat bırak.
Dedi ki:
— Ben sana tertemiz bir oğlan çocuğu bağışlamam için Rabbin tarafından gönderildim…
Nihayet Cibril’in üfürmesiyle Meryem gebe kaldı… Sonra Meryem doğduğu çocuğu yüklenip kavmine geldi. Dediler:
— Ey Meryem! Babasız oğlan doğurup getirdin, anan da iffetsiz bir kadın değildi.
Meryem çocuğa işaret etti:
— Çocukla nasıl konuşalım dediler.
İsa dedi ki:
— Ben Allah’ın kuluyum, bana kitap verdi ve Peygamber yaptı.
— İşte Ey Habibim, Meryem oğlu İsa hakkında gerçek söz budur”(Meryem 16–36)
Cafer b. Ebi Talip ayetleri okurken bu arada Habeş Kralının gözlerinden inen yaş damlaları etrafta bakanların gözünden kaçmazda. Bu arada Necaşi yere eğilerek yerden bir çöp alıp, bomba etkisi yapan;
—İsa ile sizin aranızda anlattıklarınızdan bir ufacık çöp kadar sapma yoktur, tarzında tarihe geçecek o müthiş bitirici sözü söyleyerek Amr’ın hevesini ve planlarını boşa çıkarır.
Habeşistan da bunlar olurken Mekke de ise Allah Resulü Necm suresini okuduğunda kıraatini secde ayetleriyle bağlar. Öyle ki secde ayetlerini işiten kâfir Müslüman herkes secde ediverdi. Müşrikler Kur’anın o müthiş belagati karşısında etkilenmiş olsalar gerek ki secde etmekten kendilerini alamamışlardı. Bu durum döne dolaşa Habeşistan'a göç etmiş Müslümanların kulağına da gelir. Tabi bir kısım Müslümanlar işin aslını sorup soruşturmadan hemen onların Müslüman olduklarına kanaat getirip hemen dönüş için yola koyulurlar. Nihayet Cidde’ye kadar varırlar da. Onlar sandılar ki kendilerini kardeşlik duygularıyla bağırlarına basacaklar, ama iyi niyet içeren boşa ümitmiş meğer. Üstelik o kadar da yol katetmişlerdi. Sınıra gelenler arasında sadece himaye bulanlar rahatça Mekke’ye geçebiliyordu, himayesiz geçenler ise rahatsız edilip aklın almadığı her türlü baskı ve hakaretlere maruz kalıyorlardı. Hatta bunlar arasında Osman b. Mazum’da himaye bulup rahat rahat Mekke sokaklarında dolaşanlar arasında idi, ama bu durum içine sinmemişti. Nasıl sinsin ki, kardeşleri tekme dayak dövülürken kendisinin gezip dolaşması ona ağır geliyordu. Nitekim bu duygu ve düşünceler eşliğinde soluğu Velid b. Muğire’nin yanında alıp himayesini geri almasını ister. O da:
— Peki, sen bilirsin, der.
Böylece Osman b. Mazum bu cevap karşısında rahatlamış bir halde sadece Allah’ın himayesini tercih edip Mekke sokaklarında gezmeyi yeğler. Bir anlamda durmak yok, çileli hayata devam der.
Hâsıl-ı kelam ne kadar çile o kadar ecir.



En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 20:44 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

AKABE’DEN MEDİNE’YE

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

AKABE’DEN MEDİNE’YE

ALPEREN GÜRBÜZER
Resulü Ekrem haccetmek üzere can yoldaşı Hz. Ebubekir ile birlikte Hacca gelen kabilelere İslamiyet’i tebliğ ediyorlardı. Tabii müşriklerde boş durmuyorlardı, onlarda her gelene Muhammed’den uzak kalın telkininde bulunuyorlardı.
Peygamberimiz Hacılar arasında dolaşırken biranda Yesrib’in Hazrec Kabilesinden altı kişilik grupla karşılaşıp göz göze geldiler. Bu grup kendilerini tanıtarak; Yesrib’den geliyoruz dediler. Hoş beş sohbetin ardından Rasulullah’ın sohbetinin tesiriyle hep birlikte Akabe’de iman ettiler. Rasulullah bu buluşmadan son derece memnun kalmıştı ve onlarla oracıkta vedalaşıp yola koydu.
Altı kişilik grup memleketlerine döndüklerinde emin oldukları kişilere bu yolu anlatıp sayıca on iki kişi oldular. Öyle ki; bir yıl önce altı kişi olarak buluştukları Akabe’ye, bu seferki hac mevsiminde on iki kişi olarak dönüp yeniden Allah’ın Habibi Resulü Kibriya ile görüşme şerefine nail oldular.
Hazrec Kabilesinin on iki iman eri sordular:
— Ya Rasulullah! Sayende imanla şereflendik, ancak imandan sonra hayatımızda daha başka hangi kural ve ahkâma riayet edeceğiz? Bu konuda bizleri aydınlatır mısın?
Habib-i Kibriya bu soru üzerine gözleri ışıl ışıl parlayan, kalpleri iman dolu Yesrib (Medine) halkının bu on iki ashabıyla oracıkta ahitleşti. Böylece tarihler bu büyük buluşma sonucu Akabe’de varılan mutabakata (anlaşmaya) Birinci Akabe beyati dediler. Nitekim beyat hadisesi Allah Resulünün elinden tutup şu cümlelerle gerçekleşti;
Allah’a şirk koşmamak, herhangi birinin malını çalmamak, fuhuş yapmamak, çocukların canına kıymamak, iftira yapmamak ve hayra karşı gelmemek üzere söz verdiler. Rasulullah beyat aldıktan sonra sözlerine şöyle devam etti:
— Kim bunlardan birini işlerse Allah isterse bağışlar, isterse ceza verir diye beyan buyurduktan sonra on iki iman erine bundan böyle neler yapılması gerektiği hususunda söz alıp onlara güç kattı. Onlarda;
Allah'tan başka hiçbir mabuda tapmayacaklarını, yukarıda zikredilen ahkâma inşallah uyacaklarını tekrarlayıp beyat ettiler. Beyati'n ardından yurtlarına dönme aşamasında dediler ki:
— Ya Rasulullah! Bize bir adam gönderseniz de bizlere Kur’an öğretse.
Rasulullah bunun üzerine bu işle Musab b. Umeyr’i görevlendirir.
Musab b. Umeyr Yesrib’e görevli gittiğinde, onun sohbetleriyle iman halkası daha da büyümeye yüz tutar. Özellikle kendisinin kendine özgü tatlı bir lisanı ve alçak gönüllü davranışlarının bir tesiri olsa gerek Sa’d b. Muaz ve Useyd gibi iki önemli simayı halkaya dâhil etmesine vesile olabilmiştir. Derken bu iki ismin Müslüman olmasıyla Yesrib Müslümanlarına daha da bir güven gelip, içlerinde korkudan eser kalmaz da. Artık inanmış erler Müslümanlık adına hizmette yarışa seferber olabilirlerdi, oldular da. Zira öyle canla başla çalıştılar ki; bu yılki Hac kervanı için beş yüz kişilik kafile kaldırabildiler. Allah Resulü Yesrib’den gelenlerin sayıca çoğaldıklarını görünce, yine Akabe’de buluşup ahitleşmeye davet etti. Onlar da dediler ki:
— Ya Rasulullah! Madem öyle, bizim yurdumuza şeref vermeni talep ediyoruz, bu gece Akabe’de buluştuğumuz yerde bu teklifimizi değerlendirip cevap vermenizi istiyoruz.
Yesrib’liler Akabe’ye geldiklerinde Rasulullah amcası Abbas ile birlikte orada bekliyorlardı.
İlk sözü Abbas aldı, dedi ki;
— Ey Yesribliler! Yeğenim bizim aramızda, gereği kadar korumamız altında. Bununla birlikte o sizin aranıza dâhil olmak istediğini söyledi. Fakat o’na gereği kadar sahip olamazsanız, hatta yüzüstü bırakırsanız şimdiden kararınızdan vazgeçseniz iyi olur.
Oysa Abbas peygamberimize iman etmemişti, Ebu Talibin vefatından sonra da gereği kadar ilgilendiği söylenemezdi, ama yinede bu sözleri sarf etmesi anlaşılır gibi değildi.
Yesrib halkı adına söz alan Es’ad b. Zümre Abbas’a hitaben:
—Hiç kuşkunuz olmasın, istediğiniz taahhüdü alabilirsiniz dedikten sonra Rasulüllah'a dönerek:
— Ya Rasulüllah! Ne emrediyorsan emret, emrine amadeyiz, bizlerden istediğin taahhüdü alabilirsin.
Bu kararlı sözler karşısında Habib-i Kibriya:
— Bu yolda kınayanın kınamasından korkmamak üzere, şahsınızı, ailenizi ve çocuklarınıza sahiplendiğiniz gibi beni de sahipleneceğinize söz verin deyince,
Dediler ki;
— Bütün bunları yaparsak mükâfatımız ne olacak?
Allah Resulü:
—Rıza-i Bari ve cennet var, dedi.
Hep bir ağızdan:
— Ya Rasulüllah! Kabul ediyoruz dediler
Evvela Ber’a b. Ma’rur ileri atıldı:
— Elini uzat Ya Rasullulah! Deyip beyat aldı ve ardından diğerleri takip etti. Böylece beyatlaşma tamamlanıverdi.
Allah Resulü beyat alanların arasından kendine on iki kişi vekil tayin edip bu tayin edilen vekillere gidecekleri yerde bu dini nasıl tebliğ edeceklerinin talimatını verdi. On iki rakamı aynı zamanda bizlere Hz. İsa’nın Havarilerini hatırlatır. Kim bilir Allah Resulü mutabaat olsun diye mi bilinmez, ama özellikle içlerinden sadece on iki nakip seçtirdi. Nitekim dokuzu Hazreç, üçü ise Evs kabilesindendi. Nasıl ki Hz. İsa (a.s) kendine vekil tayin ettiği on iki kişiye Havari dediyse, işte bu on iki kişiye de Nukaba-i İsna Aşer denilmesi gayet tabii bir olaydır.
Yesribliler bu yılki hac ziyaretinden hem Allah Resulü ile beyatlaşmanın hem de yurtlarına şeref vereceğinin sözünü almanın sevinciyle döndüler. Artık gözler o’nun Medine’ye avdet edeceği güne çevrildi. O anın çabuk gelmesi için kendilerinden neler isteseler feda etmeye razı bir ruh iklimine sahiptiler. Ne mutlu bu duygu ile yüklü Medine halkına. Onlar bu örnek davranışlarıyla çoktan Ensar sıfatına layık oldular bile.
En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 20:45 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

BEDRİN ARSLANLARI

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

BEDRİN ARSLANLARI
ALPEREN GÜRBÜZER


Yıllardır zulme maruz kalan Ashabı Kiram, Rasulullah’ın mübarek dilinden Allah tarafından savaş izni verildiğine dair ayetleri dinleyince çok sevindiler. Bu demektir ki; bundan böyle olaylara seyirci kalınmayacaktı. Öyle ki; Müslümanlar “artık yeter gayrı” diyecek noktaya gelmişlerdi, hatta sinelerinde taşıdıkları sabır taşları lime lime parçalanır gibiydi. Zira onlar öz yurtlarından hicret etmek zorunda kalmışlardı. Nasıl yürekleri parçalanmasın ki, çünkü üzerilerinde hala yılların çilesi vardı. Neyse ki bu sefer onca meşakkatin ardından pembe şafakların doğacağı vaktin geleceği ümidiyle kolları sıvamaya hazırdılar.
Peygamberimiz savaş izni alır almaz Şam civarına giden ticari kervanın kuşatma altına alınması doğrultusunda derhal süvari birliğinin çıkarılması emrini verir. Böylece müşriklere bizde varız mesajı verilip, bundan böyle eskisi gibi buralardan rahatlıkla transit geçilemeyecek kararlılığı sergilenecekti. Bu arada Ebu Süfyan başında bulunduğu ticari kervanla birlikte elde ettiği kazanca güvenip güya dinimizi yok edeceği hevesiyle dönerken, diğer taraftan Allah-u Teala, Cebrail vasıtasıyla Resulüne; iki sonuçtan birinin elde edileceğini müjdeliyordu. Şöyle ki; Rabbül âlemin ya kervan ele geçecek, ya da o kervanı himaye etmek için Mekke’den yola çıkan ordunun hezimete uğratılacağını önceden bildirmiş oldu.
Nüzul olan vahiy üzerine Resulü Ekrem arkadaşlarına kervanın gelmekte olduğunu haberini verdikten sonra derhal yola çıkılması gerektiğini, umulur ki kervanı ele geçirmek bize nasip olur telkininde bulunur. Derken Ebu Süfyan’da kervanın kuşatılma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını fark ettikten sonra Gıfar kabilesinden Zamzam isimli şahsı ücretle kiralayıp ona;
—Tez elden git kervanın tehlike ile karşılaştığını Mekke'ye bildir, talimatını verir. O da Mekke’ye vardığında avazının çıktığı kadarıyla;
— Ey Kureyş topluluğu! İmdat! İmdat! Yetişin! Ebu Süfyan’ın ticari kervanı ele geçirilmek üzere! Diye ardı sıra çığlıklar atınca sağdan soldan koşanlar büyük bir kalabalık oluşturdular. Ebu Cehil fırsattan istifade belki de ömründe hiç bulamayacağı kalabalığı hemen değerlendirip;
— Haydi! İleri! Hurra! Haydi! Hep beraber savaşa, diyerek toplanan kalabalığa savaş çağrısı yapar.
Bu arada Habib-i Kibriya Efendimizde Mekke’den gelen ordunun yola çıktığını öğrenir öğrenmez ashabını toplar, ama iş işten geçmiş olur. Çünkü Ebu Süfyan’ın kervanı Bedir mevkiine gelip sahil yoluna doğru sapmıştı. Allah Resulü bu durumda;
— Artık bu noktadan sonra ticari kervanı ele geçirmek imkânımız kalmadı, yapmamız gereken şey Mekke’den gelmekte olan orduyu karşılayıp, Allah’ın vaat etmiş olduğu savaşı kazanmak olduğunu beyan buyurdular. Hatta bu konuda arkadaşlarının düşüncelerini almayı da ihmal etmez. Fakat ashaptan bazıları; buraya kervanı ele geçirmek için geldiklerini, şimdide kalkmış savaştan söz ediyorsunuz siteminde bulunanlar oldu. Neyse ki Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Mikdat b. Velid gibi yürekli birkaç önde gelen sahabe devreye girip; “Bir zamanlar Hz. Musa’nın savaş teklifine karşılık İsrail oğulları’nın olumsuz cevap verdikleri duruma düşmeyeceklerini” dile getiren kararlılık örneği ile biranda işin seyrini değiştirebilmişlerdir. Hatta bununla da sınırlı kalmayıp, Allah’ın Resulüne olan sevgilerini kefenlemeye hazır olduklarını şu cümlelerle tamamlarlar;
— Ya Rasulüllah! Kanımızın son damlasına kadar yanındayız, Senin uğruna can feda.
Böylece bu duygular eşliğinde tüm sahabe yeniden güç tazeler.
Habib-i Kibriya bu kararlılık karşısında; o halde vakit tamamdır, hedefimiz Bedir, deyip savaş emrini verir.
İşte Müslümanlar cephesinde tüm bunlar yaşanırken, Ebu Cehil’de Ebu Süfyan'ın başında bulunduğu kervanın kazasız belasız Mekke’ye vardığı haberini işiten müşrik arkadaşlarının burun kıvırmasına muhatap kalır. Şöyle ki arkadaşları; madem kervan kurtulmuş, o halde savaşa ne gerek var diye görüş belirtmişlerdi. Fakat Ebu Cehil zorda olsa kafalarındaki bu düşüncelerini silmeyi ve yeniden savaş için ikna etmeyi başaracaktır.
Anlaşılan her iki taraf içinde artık savaş kaçınılmazdı. Hatta Bedrin aslanları Bedir’e varmıştılar bile.
Ashap;
—Ya Rasulullah! Buraya kendi isteğinle mi konakladın, yoksa vahiyle mi?
Efendimiz (s.a.v):
— Kendi irademle deyince ashap:
— Ya Habibullah! Müsaaden varsa müşriklerin suyollarını kesecek nokta olan Bedir kuyusunun yanı başında konaklasak olmaz mı?
Habib-i Kibriya Efendimiz istişareye göre hareket edip, peki der.
Bu arada konakladıkları yerde Kureyş ordusundan birkaç kişi su aramak için gezinirken Müslümanlarca yakalanıverir. Allah Resulü o kişilere:
— Kureyş’in yerini derhal bize bildirin, uyarısında bulunur.
Onlarda:
— Şu tepenin arkasında deyince yakayı kurtarıp, salıverildiler.
Allah Resulü son kez Bedir sahasını yerinde inceledikten sonra ellerini açıp;
—Ya Rabb! Yarın müşrikleri hezimete uğrat. Onlara fırsat verme, diye duada bulundu.
Müslümanlar hem Efendimizin duaları, hem de yağan rahmet yağmur eşliğinde o gece yorgun bedenlerini dinlendirerek hep birlikte derin uykuya dalarlar. Uyandıklarında her iki tarafta birbirini yakından gördüler. Artık göz göze gelmişlerdi. Derken müşriklerce belirlenen adamlar karşısına Müslümanların cenahından Hamza, Ali ve Ubeyd’e çıkar er meydanına. Zira her savaşın başında er dilemek usuldendir. Böylece er meydanında yerini alan Hamza ve Ali düşman rakiplerini bir hamlede yere seriverirler. Ubeyde ile Utbe ise sadece birbirlerini yaralayabilmişlerdi. Bu manzara karşısında Müminler ilk vuruşta rakiplerini alt etmenin heyecanıyla adeta gök kubbeyi tekbir sesleriyle inletiverirler.
İşte bu coşku içerisinde savaş başladığında Habib-i Kibriya elinde bulunan çakıl taşlarını müşriklerin üzerine savurur, tabii savurunca neye uğradıklarının şaşkınlığıyla dağılmaya başladılar. Belli ki sıradan bir savurma değildi. Mana âleminde gelen bir hamleydi. Nitekim Allah-u Teala:
—Attığın zaman o taşları sen atmadın, Allah attı, beyanıyla bildirir de.
Gerçekten ilk hamle mühimdi, derken toz duman içerisinde Muaz biranda Ebu Cehil’e denk gelir, tam fırsatı yakalamışken hemen kılıcını çıkarmasıyla biçmesi bir olup yerde kıvranmasını sağlar. Tabii Ebu Cehil’in oğlu İkrime de babasının yerde acı acı kıvrandığını görünce boş geçmez, o da Muaz’a bir darbe indirip kolunun birini koparır. Önemi yok, kopan kol olsun, baksanıza Muaz öyle bir imana sahipti ki tek koluyla da olsa Ebu Cehil’in öldüğünü sanıp bir başka alanda savaşa devam edebilmiştir. Derken Allah’ın vaat ettiği savaş Müslümanların zaferiyle neticelenir. Aslında bu savaşın ötesinde bir anlamda Arşı Ala'nın 'Bedrin arslanlarının ölsek de gam yemeyiz' haleti ruhiye'siyle giriştikleri cansiperane mücadelesine titreyip eşlik ettiği mucizevî rabbaniye hadisesidir. İşte şairin; Bedrin Aslanları ancak bu kadar şanlı dediği ilk zafer gönüllerde böyle yankılandı. Tabii her şey burada bitmez, asıl can alıcı bir husus vardı ki merak konusuydu. Nitekim o merakı giderecek talimat gecikmeyip Rasulullah'ın (s.a.v) Abdullah b. Mesud’a Ebu Cehil’in ölüler arasında bulunmasını talep etmesiyle son bulur. Talimat gereği ölüler arasında aramaya koyulan Abdullah b. Mesud bir de ne görsün o ölmemiş, yerde acılar içerisinde kıvranıyormuş meğer. Derhal harekete geçip, kendi kendine fırsat bu fırsat deyip, göz göze geldiklerinde o an gırtlağına ayağını basıp sakalını çekince Ebu Cehil ölmüşten beter oldu. Kim bilir Ebu Cehil bir zamanlar koyun çobanı diye küçümsediği Abdullah b. Mesud tarafından sakalı çekildiğinde neler düşünmüştür. Fakat o yine de can hayliyle, son nefesini vermekte iken bile:
—Zafer kimin, işgüzarlığında bulunabilmiştir.
Umduğu haberi alamadı tabii.
Çünkü Abdullah b. Mesud ona:
— Zafer Müslümanlarındır, cevabını vermişti. Sonrası malum Abdullah b. Mesud daha fazla konuşmasına fırsat vermeden, oracıkta kellesini koparıp layık olduğu yere gönderir. Hâsılı Ebu Cehil bir kuru hayal uğruna tüm yaşananlardan ibret almadan bir zamanlar köle diye hakir gördüğü Abdullah b. Mesud'un elinden “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” denilen anı işte böyle yaşayarak noktalar. Efendimize kesik başı gösterildiğinde ise Rasulullah (s.a.v):
—Allah’a hamd olsun. Bu ümmetin en büyük Firavunu buydu, sözleriyle Bedrin aslanlarının duygularına tercüman olur.
Hatta zaferden sonra bile Müslümanlar kaçanların peşini bırakmayıp yakaladıklarını esir ediyorlardı, cesetler ise kör bir kuyuya dolduruluyordu. Belli ki, Mekke’de matem söz konusu, Müslümanlar da ise senelerce ezilmişliğin, hor görülmüşlüğün, bin bir türlü daha nice zulüm ve çileleri üzerilerinde atmanın sevinci vardı. Öyle ki; “zafer inananlarındır” muştusu Medine'ye ulaştığında Yahudiler şok oldular, orada kalan Müslümanlar da sevinçlerinden Allah’a şükreylediler.
Şimdi sıra savaş sonrası elde edilen ganimetlerin paylaşılmasına gelmişti, fakat birazcık olsun ganimetler tartışma konusu olmuştu. Dolayısıyla bu meselenin aydınlatılması için Resulü Ekrem vahyin gelmesini bekledi. Nihayet gelen vahiyde Allah (c.c):
—…De ki bu ganimetlerin taksimi Allah’a ve Resulüne aittir… Ganimetlerin taksiminden bazı kimselerin hoşlanmayışı, Rabbi'nin seni.. savaş için evinden çıkarması gibidir. Çünkü Müminlerden bir gurup savaşa çıkmayı hoş görmüyorlardı.. bu savaş hususunda, göz göze ölüme götürülüyormuş gibi seninle mücadele ediyorlardı.. O vakit Allah size yük kervanı yahut silahlı birlikten biri sizindir diye vaat ediyordu. Sizde silahı olmayan kervanın size ait olmasını arzu ediyordunuz. Halbuki Allah.. kâfirlerin arkasını kesmeyi murad ediyordu.
Allah size Bedir harbinde… Tadın ey kâfirler bu mağlubiyeti. Birde kâfirler için cehennem azabı vardır.
Siz Bedirde o kâfirleri kendi kuvvetinizle öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Ey Habibim düşmanlara bir avuç taşı attığında onları sen atmadın fakat Allah attı. Allah kâfirlerin hilelerini boşa çıkarandır ( Enfal 1–18).
Yine bu hususta Allah-ü Teala:
“-Bilin ki kâfirlerden ganimet olarak aldığınız beşte biri Allah’a aittir: Peygambere, Peygamberin akrabasına, yetimlere, fakirlere ve yolda kalmışlara dağıtmak üzere ayrılacaktır… Eğer Allah’a inanmışsanız taksim böyle olacaktır.. O vakit Allah.. Onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu”(Enfal,41–44) diye beyan buyurdu.
Bu ayetler üzerine Habib-i Kibriya ganimetlerin beşte birini bir tarafa ayırdı, geri kalanlarını iki hisse süvariye, bir hisse yaya olanlara verir. Hatta muharebede bulunmayıp Efendimiz tarafından görevlendirilen ve bulunmak istediği halde bulunamayanlar için bile bir hisse dağıtılır.
Sıra esirler konusuna gelindiğinde Hz. Ömer onların öldürülmesinden yana bir tavır ortaya koyar. Hz. Ebubekir ise fidye verilmesi (kurtuluş akçesi) taraftarıydı. Derken Allah Resulü istişarenin gereği çoğunluğun kararına uyarak esirlerden fidye alıp onları serbest halde bırakılmasında karar kılar.
Konumuzu Dursun Ali Erzincanlı'nın o müthiş Bedir klibinde geçen dizeleri ile bağlayalım:
Bedir
Hazırlanın uzunca bir yolculuk var şimdi.
Asr-ı saadete Cezîretül araba gidiyoruz.
Bismillah diyin
Bedir’e öyle girin
Gökte melekler, yerde siz
Ve bekleyin sessiz...
Gelince
İyi bakın onlara;
Hem kendi zamanlarının
Hem tüm zamanların en cesur yiğitleridir onlar
Gökte yıldız; yerde arslandır onlar
Yüz yirmi beş bin beden
Ama bir tek ruh,
Muhammedî ruhtur onlar


Aslanlar çıkmıştır Medine’den
Şimdi yoldadır Bedrin Arslanları
İşte bakın şu Hz. Umeyr
Aslan yavrusu.
Yaşı küçük diye geri çevirecek Rasulullah
Ama öyle ağlıyor ki Umeyr izin veriyor nebi
Ey Sad bin Ebi Vakkas!
Sen bağla kardeşin Umeyr’in kılıcını
Boyu kısa bağlayamıyor.

Hz. Hamza’nın belinde iki kılıç duruyor.
Attığı her adım bir kalbi durduruyor.
Ey Hamza
Gördüğün hiçbir şeyden korkmazsın bu doğru
Ama heybetini gizli tut
Yürüyüşün ölümü korkutuyor.

Dinleyin Âlemlerin Sultânını
O konuşunca rüzgar bile susuyor;
“Ey ashap! Hazır mısınız?”
Sad bin Muaz ayakta:
“Ya Rasulallah!” diyor
“Seni hak dinle gönderen Allah’a and olsun ki,
Sen bize şu denizi gösterip dalarsan,
Biz de seninle birlikte dalarız.
Allah’ın bereketiyle yürüt bizi!”
Tebessüm buyuruyor Habîb-i Zîşan!
O, gülünce suya kanıyor susamışlar.
Güller açıyor yüreklerde.
Kederler unutuluyor.
O gülünce, cennetler yaratılıyor.
Gülüyor nebi ve yürüyorlar!
Mekke’de çekilen acılar dinmiş
Yürüyorlar!
Sanki yıldızlar yere inmiş.
Önlerinde Kâinatın Güneşi

İşte Hz. Ömer ve Hz. Ali
Biri Hattaboğlu!
Biri Haydâr-ı Kerrar!
Ve kol kola
Ölümün ağzına giriyorlar!

Bedir’de baba oğul,
Bedir’de kardeş kardeşe...
Mekke müşrikleri Üç yiğit istiyorlar önce
Üç yiğit gösterin aranızdan bize.
Melekler Âlemlerin sultanına bakıyor
Kimi işaret edecek Sultan-ı Rasul.
Çünkü o işaret edince ay ikiye bölünüyor.
Acaba mübarek elleri kime uzanacak;

“Kalk ya Ubeyde! Kalk ya Hamza! Kalk ya Ali!”
Gördünüz mü yiğitleri!
Hamza’yı gördünüz mü?
Nasıl da salına salına gidiyor.
Ya Ali?
Sanki gökten iniyor, velilerin babası!
Ubeyde ayağından yara alıyor
Efendisine gidiyor hemen
“Ya Rasulallah, ben şehit miyim?” diyor
“Evet sen şehitsin”


Ve dua ediyor efendiler efendisi;
Rabbi Rahimine uzatıyor ellerini

“Allah’ım bana yaptığın va’dini yerine getir.
Allahım bu bir avuç insanı helak edersen,
Artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.

Bir fırtına kopuyor Bedir’de...
Hz. Mikail’in komutasında bin melek Rasulullah’ın Sağında!
Bir fırtına kopuyor Bedir’de
Hz. İsrafil’in komutasında bin melek Rasulullah’ın solunda
Ve bir fırtına daha!
Hz. Cebrail,
Bin melekle Rasulullah’ın önünde
Üç bin melek alaca atlarla.

Ey Ebu Cehil!
Ne oldu?
Düğüne gider gibi çıkmıştın Mekke’den
Bedir’e çalgılarla, güle oynaya gelmiştin.
Sen Allah’ın Resulünü
Ve O’na sevda çekenleri
Sahipsiz mi sanmıştın?

Dönüyorlar Bedir’den.
Esirler arasında Peygamber amcası Hz. Abbas!
Vakit gece...
Esirlerin elleri bağlı
Abbas'ın elleri sıkıca bağlı
Bir inilti yayılıyor geceye.
Uyuyamıyor rahmet peygamberi...
Ya Rasulallah niçin uyumuyorsunuz?” diyor sahabeler.
“Amcamın iniltisi uyutmuyor beni”
ve hemen Ashâb-ı Güzin
Çözüyor peygamber amcasının ellerini.
Rasulullah öğrenince durumu emir veriyor:
“Tüm esirlerin çözün ellerini!”

Dönüyorlar Bedir’den,
Esirler arasında Peygamber damadı var.
Fidye karşılığı serbest kalacak.
Allah Resulüne bir gerdanlık uzatılıyor
Kızınız Hz. Zeynep göndermiş,
Beyinin fidyesi olarak...
Şefkat peygamberinin gözleri doluyor.
Çünkü bu gerdanlık,
Kızının düğününde Hz. Hatice’nin taktığı kendi gerdanlığıdır.
Yaşlı gözlerle konuşuyor nebi;
“ O’nu salıverseniz, gerdanlığı da Zeynep’e gönderseniz olur mu?
“Olur, Ya Rasulullah sen üzülme!
Sen bize canlarımızdan daha azizsin!
Buyur, canımız feda sana yeter ki sen üzülme!”

Dönüyorlar Bedir’den
Sevgilileri dua ediyor
Peygamber duasıyla dönüyorlar;
“Kuluna yardım eden, dinini üstün tutan Allah’a hamd olsun.”
Hamd olsun Âlemlerin Rabbi’ne
Hamd olsun Âlemlerin Sahibi’ne.
Velhasıl Bedirle; savaş öncesi, savaş anı ve savaş sonrası birçok konu aydınlığa kavuşturulmuş oldu.
En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 20:45 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4961
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Allah razı olsun. Bedir; yiğitliğin er meydanı, sadakatın harman yeri olarak anılır. Ölümüne varım demek ve şehit olmayı gaye edinmiş can dosdların gülerek Rabbine kavuştuğu gönül meydanıdır.

Selam olsun Rasulullah sav'e
Selam olsun Bedrin Aslanlarına,
Selam olsun İslamın gönül şehitlerine...
Selam olsun Ümmet-i Muhammede...
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

slm

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

Evet GÖNÜL MEYDANI, çok güzel. Allah razı olsun.
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

UHUD VE OKÇULAR

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

UHUD VE OKÇULAR

ALPEREN GÜRBÜZER

Ebu Süfyan Bedir yenilgisini içine sindiremeyince halkına şöyle seslendi:
—Şunu iyi biliniz ki; onlardan intikamımızı alıncaya kadar ne koku sürünmek, ne de kadınımla ilişkiye girmeyeceğime yemin olsun.
Hatta Karısı Hind’de ona eşlik edip:
— Yemin olsun ki babamı ve amcamı öldüren Hamza’nın ciğerlerini söküp dişlerimle çiğnemezsem bana eyvahlar olsun diye and içti.
Bu arada Cubeyr b. Mu’tim ise yapılan bu yeminlerin etkisiyle kölesi Vahşi’ye:
— Sen savaşmayacaksın, sadece fırsatını bulduğun anda mızrağını Hamza’ya doğrultup öldüreceksin. Tabii bunun karşılığında hürriyetine kavuşacaksın. Yeter ki intikamımızı al der.
Nitekim Vahşi; kendini atış talimlerine adar da. Ve bir gün yine atış talimi için gidiyordu, yolda Ebu Süfyan’ın karısı Hind'le karşılaşır. Hind Vahşi’yi görünce;
—Bak Vahşi! Şayet Hamza’dan intikamımızı alırsan benden de sana mükâfat var, der. Belli ki Hind Bedir’i hiç unutmaya niyeti yoktu. Tabii onun açısından kolay değil, Bedirde oğlu, kardeşi, babası ve amcasını kaybetmişti.
Derken yapılan intikam yeminlerin ardından hazırlıklar tamamlanır ve ordu hareket etmeye başlar. Neyse ki Peygamberimiz (s.a.v), amcası Abbas’ın gönderdiği mektup sayesinde ordunun Mekke’den yola çıktığından haberdar olur. Madem öyle, Rasulüllah (s.a.v) Medine'de kalıp düşmanı karşılamak fikrindeydi. Fakat Ashab-ı Güzin'in çoğunluğu düşmanla baş başa çarpışma isteği karşısında bu fikrinden vazgeçer. Derhal zırhını giyinip ordusuyla Uhud’a seferber olur. Uhud’a vardığında ise ordunun sırtını Uhud dağına verecek şekilde karargâhını kurdurduğu gibi elli okçuyu da Uhud dağının diğer yüzüne mevziilendirip arkadan gelebilecek muhtemel saldırılara karşı önlem alır. Hatta okçulara şöyle emir verdi:
“ —Sizin göreviniz sadece muhtemel saldırılara karşı arkadan bizi savunmaktır. Sakın ola ki benden işaret gelmedikçe yerlerinizi terk etmeyesiniz, hatta cesetlerimizi kuşların kaptığını görseniz de yerinizden ayrılmayın..”
Artık savaş kaçınılmazdı, nihayet iki ordu karşı karşıya geldiğinde kılıçlar kınından çıkmıştı bile. Derken savaş kıyasıya hınca hınç başlar başlamaz Hz. Ali ve Hz. Hamza yıldırım hızıyla bir anda savaş alanına dalmasıyla birlikte düşmanı şaşkına çevirmesi bir olur. Böylece müşrikler anlık şokla kaçmaya başladılar. Bu arada onların kaçtığını gören okçular heyecanlanıp zaferin Müslümanların lehine olduğuna kanaat getirirler. Hatta kendi aralarında:
— Artık ne duruyoruz, baksanıza zafer bizim, o halde biran evvel gidip ganimetlerimizi toplamaya koyulalım diye konuşur oldular. Okçuların komutanı arkadaşlarının bu tavırları karşısında yerinizden ayrılmayın dediyse de, onları bir türlü ikna edemedi. Tabii okçuların böyle yerinden ayrılması zaferin seyrini değiştirecektir. Şöyle ki; Halid b. Velid Uhud'un öteki yüzüne hamle yapıp okçuların terk ettiği yerden savaş alanına daldığında kaçmakta olan müşrikleri tekrar hücuma kaldırmayı başaracaktır. Böylece savaş sil baştan ister istemez yeniden hız kazanır. Bu arada Vahşi ise pür dikkat Hamza’yı gölge gibi izlemekle meşguldür. Derken o an geldiğinde mızrağını atmasıyla göğsüne saplaması bir olur ve Hz. Hamza şehit düşer. Böylece Vahşi ciğerlerini vahşice söküp Hind’in karşısına çıktığında;
— Ey Hind! Müjde! Müjde! İşte benden istediğin ciğer bu, diye takdim eder. Tabii Hind bununla yetinmez, bıçağı alıp Hz. Hamza’nın şehit düştüğü yere koşar. Ve cesedin yanına vardığında kulağını ve burnunu kesip, güya kendince intikam duygularını gidermiş olur. Akabinde Vahşi’yi tebrik eder. Hatta çok iyi iş başardın diyerek onu taltif eyler de.
Bu arada savaşta bir yandan devam ediyordu ki; Rasulüllah (s.a.v)’ın önünde sancağı tutmakta olan sahabeye bir kılıç darbesinin isabet edip oracıkta yığıldığında, o müşrik’in Peygamberimizi vurduğunu sanıp var gücüyle;
—Ey Ahali! Muhammed’i öldürdüm! Diye nara atar. Oysa sancağa sıkı sıkıya sarılıp şehit düşen Musab’dan başkası değildi.
Tabii bu sevinç naraları Müslümanların bir kısmı üzerinde şok etkisi yapıp Allah Resulü yoksa savaşmanın ne anlamı var düşüncesine yol açarken, bir kısım sahabenin zihninde ise Allah Bakidir düşüncesini oluşturup savaşa devam etmesine yarıyordu. Derken birazdan gelen haber yüreklere su serpiverdi. Çünkü O (s.a.v) yaşıyordu. Ve Müslümanlar bu haberden derin bir nefes alıp tekrardan moraller yenileniverir yüreklerde. Bu moralle Resulüllah’ın etrafı daha da bir etten duvar örülerek gelen saldırılara karşı koydular. Fakat saldırılar bir türlü durmak bilmiyordu. Nitekim Allah Resulünün yüzüne fırlatılan taşın isabet alması dengesini kaybetmesine yol açıp çukura yuvarlanmasına neden olur. Yine de o her şeye rağmen beddua etmeksizin ellerini açıp;
— Allah’ım! Kavmime hidayet ver. Onlar ne yaptığını bilmiyorlar niyazında bulunur. Böylece bu dua ile âlemlere rahmet Peygamber tavrı örneği sergilemiş olur.
Yapılan duaların ardından yine bir kılıç darbesi daha Rasulüllah'a isabet edeceği esnada bu sefer sahabeden Talha b. Ubeydullah derhal yerinden fırlayıp elinin çolak olması pahasına o darbeyi önleyebilme şerefine nail oldu. Anlaşılan sevgili uğruna, hak ve hakikat yolunda eli çolak olmak en büyük ödül olsa gerektir. Derken savaş sona erdiğinde Ebu Süfyan Ömer’e;
— Ey Ömer gelecek sene buluşma yerimiz Bedir sahası olacaktır unutma diye seslenir.
Hz. Ömer(r.a):
— Peki der.
Rasulullah savaş alanını gezerken bir anda sevgili amcasının yürek parçalayıcı cesedini gördüğünde çok üzülür.
Aslında mağlubiyetin mesuliyeti emir gelmeden yerlerinden ayrılan okçulara aitti, ama düşünebiliyor musunuz rahmet Peygamberimiz (s.a.v) bu konunun bile üzerine fazla gitmemiş, sadece:
—Kardeşlerimiz bize yazık etti demekle yetinmiştir. Bu arada Uhud şehitleri Fahri Kâinat Efendimizin talimatı doğrultusunda yıkanmadan defnedildiler.
Bu arada Bedir’in intikamın almanın sevinciyle yola koyulan müşrikler ise ilk mola yerlerinde içlerine korku düşüp şöyle dediler;
—Aslında onları elimize geçirmişken köklerini kazıyabilirdik, belki de ileri ki günlerde güçlenip başımıza dert açabilirler.
Bu sözler karşısında Ebu Süfyan'ın yüzü kızarmaya başlar, hatta bocalar bir duruma girer de. Belli ki bu endişe onu da sarar içten içe.
Onlar telaşlana dursunlar Rasulullah(s.a.v)’da Uhud’dan ayrılan müşriklerin geri gelme ihtimalini göz önünde bulundurup onları takibe alır, hatta gece olduğunda ateş yaktırmakla onlara gözdağı verir de. Maksat yüreklerine korku salmaktı.
Böylece müşrikler takip edildiklerini anlayınca korku ve endişeleri bin kat daha artıp Ebu Süfyan’a şöyle sitem ettiler:
—İşte gördünüz mü başımıza geleni, tam elimize fırsat geçmişken hemen savaş alanını terk ediverdik, oysa hepsini imha edebilirdik.
Ebu Süfyan:
—Artık yeter, tartışmaya gerek yok, zaten yeterince ders verdik, işi tadında bırakmakta yarar var, deyip kendince deşarj olur. Böylece bir yıldır tuttuğu yemin gereği bekârlık hayatına son verir.
Velhasıl; Uhud’la ilgili son hüküm Allah-u Teala katında şöyle değerlendirilir:
— Şayet size Uhud’da bir yara isabet etmişse o kavme de Bedirde bunun benzeri olan bir yara isabet etmiştir. Biz… insanlar arasında bazen lehte, bazen aleyhinde olmak üzere döndürüp dururuz. Bu ise: Allah Tealanın iman edenleri tertemiz hale getirsin, kâfirleri murdar bir ölümle mahvetsin diyedir. Allah zalimleri sevmez.
Böylece son hükümle birlikte Uhud yenilgisinin hikmeti inananların dikkatine sunulmuş olur.

En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 20:47 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

HZ. ALİ (K.V) VE NİZAM-I ÂLEM

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

HZ. ALİ (K.V) VE NİZAM-I ÂLEM

ALPEREN GÜRBÜZER

Hz. Ali'nin (k.v) hilafet dönemine baktığımızda ihtilafların kaynağında kabile ruhunun, nizama karşı başkaldırışı söz konusudur. Öyle ki, Haricilerin nizama başkaldırışı Müslüman kanının akıtılmasına yol açmıştır. Zaten Nizamsızlığı ilke edinen Harici güruhundan başka ne beklenirdi ki. Maalesef onlarda hukuk tanımazlık, kuralsızlık had safhada olduğundan kendilerini nizam karşıtı bir cephede bulmuşlardır. Kelimenin tam anlamıyla Hz. Ali (k.v.) kurallılığın timsali, Hariciler de kuralsızlığı ilke edinmiş temsilcileridir.
Bakın, Hariciler Sıffın vakasında Hz. Ali’yi önce hakeme (tahkime) başvurmaya zorlamışlar sonrasın da zorladıkları tahkimi reddetmişlerdir. Derken Hz. Ali'ye (k.v.) doğrudan cephe almışlardır. Hariciler Nizam-ı Âlem iksirinden bihaber olduklarından her daim hukuktan yana tavır koyan Hz. Ali'ye (k.v.) karşı zorluk çıkarmışlardır. Hadi buna idrak yanılması desek bile, peki kan dökmek niye? Demek ki hislerle hareket etmek kardeşkanının dökülmesine sebep olabiliyor. Nitekim nizamsızlık ruhunun galebe çalmasının Haricilikle ilgili bağı Sıffın Vakası’dır. Malum, Sıffın’da içtihat farklılığı neticesi karşı karşıya gelen Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasında ki mücadelede savaşın tam Hz. Ali’nin lehine dönüşeceği esnada Kur’an sayfaları mızrakların ucuna bağlanmasıyla birlikte; “Allah’ın kitabı aramızda hakem olsun” teklifi savaşın seyrini değiştirmeye yetmiştir. Tabii Hz. Ali (k.v.) bu mızraklara bağlanan Kelam-ı Kadim’in bir hile olduğunun farkına varmakta gecikmez. Ancak ordusuna; “Kur’an kaldırma hadisesinin bir hile, iki yüzlülük ve tuzak olduğunu ve savaşa devam edilmesi” gerektiğini ikaz etse de tüm bu çabalar sonuç vermeyecektir. Öyle ki, nizam’dan nasiplenmemiş kabile ruhu Hz. Muaviye’nin tahkim isteğini (hakeme müracaatı) Emir’ül Mü’minin’e kabul ettirir de. Kabul ettirdiler de ne oldu, tahkim için her iki tarafın temsilen seçtiği elçilerin karşılıklı görüşmeleri esnasında Amr İbn-i As’ın ustaca hamlesiyle Hz. Ali'nin (k.v.) “Emir’ül Mümin” sıfatı hakem kararıyla kaldırılmasına neden olmuştur. İlginçtir bu gelişmelerin ardından Hz. Ali’yi tahkime zorlayanlar bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirttirecek cinsten tam tersi bir tutum takınarak bu sefer de “Allah’tan başka hüküm verici yoktur” ayetini sloganlaştırıp devlet başkanını kâfirlikle suçlayacaklardır. Hani söz namustu, hani akitten dönülmezdi, maalesef bir çırpıda verilen söz rafa kaldırılabiliyor. Dedik ya kuralsızlık, hukuksuzluk, hislerle hareket etmeyi gerektiriyor. Şayet Hz. Ali (k.v.) gibi “Ahitleştiğiniz zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin, Allah’ı kefil kılarak pekiştirdiğiniz yeminleri bozmayın” ayetini ölçü alsalardı sözünün eri olacaklardı. Hadi bundan vazgeçtik madem gafil davranıp Emir’ül Mümini zorlayarak da olsa bir şekilde hakeme gitmişsiniz, hiç olmazsa ahitleşmenin gereğini yerine getirmek gerekmez miydi? Ne mümkün, artık bu aşamadan sonra Kur’an-ı Kerim’in ahkâmına ters düşmek pahasına sözlerini yemişlerdir. Evet, hakem olayı bir kırılma noktasıdır. Üstelik Hariciler ismine uygun davranıp Hz. Ali'den (k.v.) ayrılmışlar da. Derken tarihte kanlı olayların yaşanmasına kapı aralamışlardır.
Bilindiği üzere “La hukme illa lillah-Hüküm yalnız Allah’ındır” ayetinin buyruğuna ilim kapısı Hz. Ali’nin bakışı ile hislerle hareket eden bilgiden yoksun Haricilerin bakışı başkadır. Hakeza, “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirdir” ayetinden anladıkları da farklıdır. Tıpkı günümüzde Sünni ulema’nın Kur’an-ı Kerim ayetlerine verdiği gerçek mana ile Ehli Sünnet dışı radikal grupların yükledikleri anlam kaymasına benzer bir durum vardır ortada. Ayetler iyi tetkik edildiğinde, “küfür” ithamının muhatabı Müslümanlar değil Yahudilerle alakalı bir husus olduğu anlaşılır. Ehlisünnet âlimlerimiz bu nedenle Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen bir Müslüman’ın küfre girmeyeceğini, sadece günahkâr olabileceğini beyan buyurmuşlardır.
Cehalet gerçekten çok kötü bir hastalıktır, çevreye de zarar veren bir maraz durum. Üstat Necip Fazıl kitabına; ‘Çöle inen nur’ ismini vermesi boşa değil elbet. Nurda ışık var, karanlıkta cehalet vardır. İşte bu yüzden çöl insanının İslam medeniyetinin ortaya koyduğu şehirleşme, devlet organizasyonu, müesseseleşme gibi bir dizi nizam ve kaidelere intibakı kolay olmadı. Çöl ruhunun nizama geçişte ki tavrı hep sancılı geçmiştir. Resulullah'ın (s.a.v) “Kim çölde oturursa katılaşır, kim av peşinde koşarsa yitirir ve her kim saltanata geçerse bozulur” hadis-i şerifi tüm hızıyla İslam âleminin birçok yerinde yaşanmış ve devam etmişte. Hariciler nizam ve asayiş mevzularına o kadar yabancı kaldılar ki kendi dışındakileri rahatlıkla tekfirlikle (kâfirlikle) suçlayabiliyorlardı. Hatta kendi vehimlerini hakikat sanıp iman mücadelesi haline dönüştürmüşlerdir. Belli ki kapasiteleri ancak buna yetiyordu, bilgiden yoksunluk ister istemez onları nizamsız kılmıştır. Oysaki her önüne geleni kâfirlikle suçlayıp kan dökmeye kalkışıldığında ortada ne nizam kalır, ne de devlet. İşte görüyorsunuz, kötülüğe karşı elle müdahalenin devlet eliyle olduğunu beyan eden fıkıh âlimlerimizin tavrıyla, Kuran’da ki ayetleri kendi kişisel his ve hesaplarıyla karıştıran militan Müslüman anlayışı çok farklıdır. Herkes ceza verme yetkisini kendinde görmeye kalkışırsa, ortalığın hali nice olur, anarşi ve kargaşanın kol gezeceği muhakkak.
Anarşizmin zıddı nizam, intizam ve adalet gibi öğeler hukuku ayakta tutan en önemli ilkelerdir. Bu yüzden İslam uleması siyasi mevzuları iman konusu yapmaz, meseleleri daima fıkıh veya bir takım kurallar çerçevesinde ele alıp nizami içtihatta bulunmak esastır. Tabiî ki bunda Hz. Ali'nin (k.v.) açtığı Nizam-ı Âlem çığırı ve hukuki kaidelerinin ehlisünnet âlimleri üzerinde çok büyük bir etkisi olmuştur. Zaten Peygamberimizin (s.a.v); “Ya Ali ben Kur’an’ın tenzili (nüzulü inişi) üzerine harb ettim, sense tevili (yorumu-içtihadı) üzerine harb edeceksin” hadisi bu gerçeğe işarettir.
Allah ve Resulünün buyruğunu derin anlamını, ya da Kur’an’ın nüzul sebeplerini ve gayesini bilmeden körü körüne kuru mantık garabeti sergilemek Haricileri başkaldıran grup haline düşürmüştür. Kaldı ki karşılarına aldıkları cenah küffar olsa gam yemeyiz, bizatihi Müslümanı hedef almışlardır. Tarih boyunca da hep böyle olmuştur. Sorgusuzluk, sualsizlik, nizamsızlık ve devletsizlik diz boyu olup hayatlarının büyük bölümünü bir hiç uğruna geçirmişlerdir. Bilhassa hakem olayında her iki lideri de kâfirlikle suçlayacak kadar had ve hududu aşmışlardır. İşte bu noktada artık bu kadarda gayri yeter cinsten, bir yandan Hz. Ali'nin (k.v.) halife içtihadıyla Haricilere karşı verdiği mücadele, diğer yandan Hz. Muaviye'nin (r.anh) mülk ve saltanat içtihadıyla karşı koyan bir dizi hadiseler yaşanmıştır. Kim bilir belki de gizli bir güç bu tip hadiselerden ders çıkaralım diye sanki bize; ister halife içtihadıyla isterse mülk ve saltanat içtihadıyla mücadele verilsin, ortada nizamla nizamsızlık arasında bir kavganın varlığı dikkatimize sunulmuş gibi.
Elbette ki bu konu bu kadarla da sınırlı değil, Haricilerin nizamsızlıklarından alınacak daha birçok ibretlik dersler var. Gel de ibret alma, bakın giriştikleri birçok kanlı eylemlerde Haricilerin gözleri öylesine dönmüş ki meselenin boyutu Hz. Ali'yi (k.v.) şehit edecek noktaya ulaşır da. Önce Yüce Halifeyi tekfir ilan ettiler, yetmedi bu ilanı meşrulaştıracak öldürme eylemine girişmişlerdir. Derken ilim ve hikmet kapısı Nizam-ı âlem misyonu yüklenmiş ve Allah indinde Allah’ın Aslanı ithafına mazhar olmuş bir halifenin sabah namazı için haneyi saadetinden mescide koyulurken ansızın bir Harici militanının suikastına uğrayıp aldığı darbeler sonucu şehit olmuştur. Bakın O, Allah’a yürürken (şehit) bile son nefesinde Nizam-ı âlem dersi vermeyi ihmal etmeyip katili için şöyle demiştir;
“Ben fevt olursam bunu da kısasen katlediniz. Ey Abdülmuttalip oğulları! Emir’ül Müminin katl olundu diyerek Müslümanların kanına dalmayınız, benim için ancak katilim katl olur.” İşte suçların şahsiliği prensibi bu sözlerde ziyadesiyle mevcut bile. Hatta bu vasiyet, İslam’ın engin hukuki anlayışını ortaya koymaya yeter artar da. Gerçekten de suçların şahsiliği prensibi bugünkü evrensel hukuka rehber olmuşta. Asırların birikmiş fanatizm duygusu Hz. Ali'nin (k.v.) canına kıydı ama insanlık Nizam-ı âlem meşalesinin ne demek olduğunu bu olayla birlikte anlamış oldu.
Maalesef Haricilerin iliklerine kadar işlemiş kin ve nefretle karışık fitne ruhu ayeti kerimeleri kendi kafalarına göre yükledikleri anlamla her günah işleyeni kâfir ilan etmeleri sonucunu doğurmuştur. Elbette ki böyle bir tabloyla yola devam edilemezdi. İşte bu yüzden Hz. Ali'nin (k.v.) onlara hitaben Nizam-ı âlem içerikli sözlerinin satır aralarında geçen vergi, yol, refah ve düzen gibi kavramlar harici ruhuna hep yabancı kalmıştır. Madem öyle, Haricilerin devlet geleneğinden yoksun bir kabile anlayışından İslamiyet’e geçiş yaptıklarında İslam’ın aşıladığı yerleşik düzene yönelik ürettiği devlet kavramı karşısında bocalayıp durmasına şaşmamak gerekir. Bir kere onlar İslam öncesi çöldeki kavgalara alışmışlar, İslam’la birlikte alışkanlıklarını bir çırpıda terk etmeleri zor olmuş olsa gerek ki Kur’an-ı Kerim de geçen birtakım ayetleri kendi his telkinlerine alet edip Nizam-ı âleme başkaldırmışlardır. Onlar hislerle hareket etmeyi alışkanlık hale getire dursunlar Hz. Ali’nin ektiği Nizam-ı âlemi düstur edinmiş İslam anlayışı; fıkıh, tefsir, hadis, kelam, akaid vs. ilim dallarıyla sosyal hayatın her alanına damgasını vurur da. Nitekim Hariciler pılını pırtısını toplayıp tarih sahnesinden silinirde. Sonunda kazanan nizamsızlık değil, Nizam-ı Âlem'e güç katan medeniyet hamlesidir. Nedir o güçtür derseniz, gayet açık; Hz. Ali'nin (k.v.) Haricilerle karşılıklı söz düellosunda (münazarasında) verdiği o müthiş Nizam-ı âlem içerikli cevaplarından anlayabiliriz pekâlâ. İşte o söz konusu münazarada geçen nizami sözler:
Hz. Ali (k.v.):
“Ey inat edip bizden ayrılmış cemaat! Bilmiyor musunuz ki ben hakemlere, Allah’ın kitabı ile amel etmeyi şart koşmuştum. Dememiş miydim ki Şamlıların bu istekleri hileden başka bir şey değildir. Siz o zaman hakem deyip, başka bir şeyi kulaklarınız duymadığından, ben de mecburen Kur’an-ı Kerim’in dirilttiğini diriltmek, öldürdüğünü öldürmek şartlarını koşarak işi onlara bıraktım. Onlar ise keyiflerine göre hareket ettiler... Bunlar pekâlâ bildiğiniz halde baş kaldırmanızın sebebi nedir? Niçin isyan ettiniz” (Bkz. Haricilik ve Şia, Taha Akyol S.78).
Haricilerin, bu nizam içeren sözlere karşı cevabı:
“Biz hakemlere razı olduğumuz zaman, kâfir olduk ve bundan dolayı tövbe ettik. Sen de bizim gibi tövbe edersen seninle beraberiz. Yoksa seni başımızdan tamamıyla atarız” şeklinde olmuştur.
Hz. Ali'nin (k.v.) bu sözlere cevabı ise:
“Kendi kendime kâfir oldum mu diyeceğim. İçinizden birini seçin onunla konuşalım, eğer cevaptan aciz kalırsam Allah’a tövbe ederim. Aksine seçeceğiniz cevap vermezse Allah’tan korunun” tarzındadır.
Seçtikleri İbnü’l Kevva:
“Söylediklerinde haklısın, fakat hakeme müracaatı kabul etmekle biz büyük bir günaha girdik ve bunun için tövbe ettik. Allah’a tövbe et, af dile sana dönelim” deyip adeta ipe un sererler.
Hz. Ali (k.v.) bu tavır karşında şöyle mukabelede bulunur:
“ Zaten her günahtan dolayı Allah’a tövbe ederim ben.” (Bkz. a.g.e. S.79)
İşte Hariciler bu müthiş ve akıl dolusu nizami sözler karşısında hemen tevil yolunu işletip;
“Gördünüz mü kâfir olduğunu kabul etti” diyecek kadar haddi aşacaklardır.
Tabii bu arada tartışma bitmez, bütün hızıyla devam eder de. Ve Hz. Ali (k.v.):
“Ben iki hakem değil, sadece Ebu Musa’yı, O’nu da sizlerin zoruyla tayin ettim. Amr-ı ise Muaviye tayin etti.”
İbnü’l Kevva:
Ebü Musa Kâfirdi.
Hz. Ali (k.v.):
“Ne zaman kâfir oldu? Gönderildiği zaman mı? Hüküm verdiği vakit mi?”
İbnü’l Kevva:
“Hüküm verdiği vakit.”
Hz. Ali (k.v.):
“Şu halde sen de tasdik ediyorsun ki, ben onu hüküm vermek üzere Müslim olarak yolladım. Senin fikrince ben gönderdikten sonra kâfir olmuş. Resulü Ekrem eğer bir Müslüman’ı kâfirlere hak dine davet için göndermiş olsaydı adam da onları hak din
Yerine başka bir şeye davet etseydi, bundan Resulullah sorumlu olur muydu?”
İbnü’l Kevva:
“Hayır olmazdı.”
Hz. Ali (k.v.):
Şu halde Ebu Musa dalalete düşmüşse bana ne? Ebu Musa’nın dalaletinden dolayı kılıçlarınızı çekip halkın yolunu kesmek size helal olur mu? (A.g.e. S.80).
İşte görüyorsunuz Hz. Ali'nin (k.v.) bu akıl dolu kurallı sözleri, İbn’ul Kevva’yı susturmaya yetmiştir, ama Hariciler yine kınında durmaz, bu kez:
“Dön gel, O’nunla konuşulmaz” deyip fitne ve nizamsızlığı kızıştırmaktan geri durmayacaklardır. Sadece kızıştırsalar gam yemeyiz, bunun yanı sıra Hz. Ali'nin “Her günahtan dolayı Allah’a tövbe ederim” sözüyle hâşâ kâfirliğini ikrar etti iftirasıyla sağa sola propaganda edeceklerdir. Derken Nehrevan Savaşı vuku bulduğunda son derece başıboş, hukuk tanımaz, disiplinden yoksun bu küçük Harici grubunun yaptığı iftirayı hayatlarıyla ödeyecektir. Bu savaşta ancak 9–10 kişi firar edip kurtulacaktır, ama kaçıp kurtulanlar boş durmayacaktır, ilerde bunlardan bir kaçı Doğu İran’da Sicistan Haricileri’ni, diğer bir kaçı Yemen’de Yemen İbadiler’ini ve diğer Kuzey Afrika’ya gidenler de bir başka Harici topluluğu oluşturacaklardır.
Anlaşılan fitne hareketleriyle mücadele etmek hiçte kolay değilmiş. Kökünü kazıdığını sanırsın bir bakarsın bir başka zaman ve mekânda her an karşımıza sil baştan yeniden çıkabiliyor. Zira fitne tohumu soluğu İran, Yemen ve Kuzey Afrika'da alsa da bunun intikamını Hz. Ali'yi (k.v.) şehit ederek ödeteceklerdir. Bakın Nizam-ı âlem ve ilmin kapısı Hz. Ali'nin (k.v.) son nefesteki anlarını Cevdet Paşa nasıl izah ediyor:
“Hz. Ali (k.v.) o vecih ile vasiyetlerini ifa ettikten sonra dünya kelamı söylemedi. Kelime-i tevhit ile hatm-i kelam eyledi. Bir vefa dünyadan darı ukbaya göçtü. Namazını ise Hz. Hasan (r.anh) kıldırır.”
Her ne kadar acı büyük olsa da ardından bıraktığı hukuki kaidelerin yürürlüğe geçmesi kayda değer bir hadisedir. Zira Hz. Hasan (r.anh) babasının hayatı boyunca mücadele verip miras bıraktığı hukuk ve nizam anlayışının takipçisi bir tavır sergiler de. Gerçekten de suçların şahsiliği prensibi gereği Hz. Ali'yi (k.v.) şehit eden İbn Mülcem’i idam ettirir de.
Kelimenin tam anlamıyla Hariciler koca bir devri anarşizm ve nizamsızlıkla kana boyamışlardır. Gerçekten de Hz. Ali (k.v) gibi kurallı hareket eden Emir'ül Mü’minin’i (Devlet Başkanını) bile küfürlükle suçlayıp şehit etmeleri düşündürücü bir durumdur. İşte insanoğlunun nizam anlayışı kıt olmaya görsün bir bakmışsın tipik kabilevi duygular kabardığında Allah'ın Aslanı Hz. Ali'ye bile suikast düzenleyip cinayet işlenebiliyor. Maalesef ufuksuzluk, dar görüşlülük ve bilgiden yoksunluk onları Nizam-ı âlem karşıtı konuma getirmiştir. Zaten haricilik başkaldıran ve nizam karşıtı bir hareket demektir. Şayet Hz. Ali (k.v.) Hariciler gibi kabilevi ruhla hareket etseydi hilafet meselesinde bir Haşimi olarak, Emevi kolundan Hz. Osman’a itiraz edip nizamsızlığın öncüsü olabilirdi, ama o öyle yapmayıp tam tersi nizami ve kurallı davranmanın gereğini yerine getirip Hz. Osman’ın yanında yer almıştır. Üstelik yumuşak tabiatlı Hz. Osman'la (r.anh) zaman zaman istişare ederek nizamsızlığa ve fitneye (anarşi) karşı uyarmış ta. Derken Hz. Osman’ın (r.anh) şahadetinden beş gün sonra seçimle Emir’ül Mümin olarak idareyi ele alır almaz ömrü boyunca nizam kavgasının başlayacağı günlere adım atacaktır.
Hâsılıkelâm; Hz. Peygamber’le (s.a.v.) başlayan “tenzil” kavgası, Hz. Ali (k.v.) ile “tevil” mücadelesine dönüşür. Belli ki; tenzilin ve tevilin de bize bıraktığı en büyük miras; ‘İla'yı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem esprisidir.
Vesselam.
En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 20:47 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

İ’LÂY-I KELİMETULLAH

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

İ’LAY-I KELİMETULLAH DAVASI

ALPEREN GÜRBÜZER

İ’lây-ı Kelimetullah, Allah adını yüceltmek demektir. Dolayısıyla insanın hem iç, hem dış dünyasında Lafza-i Celâl (Allah lafzını) zikrini sıkça anması yücelmesine vesile olacaktır. İç dünyalarında Allah zikrinden yoksun gönüller, İ’lây-ı Kelimetullah’ın mana ve ruhundan uzak kalmaya mahkûmdurlar. Kalp Allah’ı zikretmeyince, hem iç âlem, hem de dış âlem felah bulamaz. Ne yazık ki Allah’ın zikrinden gafiliz. Oysa O’nu anmak bir ömre bedel ab-ı hayattır. Ah! İ’lây-ı Kelimetullah’ın mana ve ruhunu bir bilebilsek, bak o zaman istikamet üzere yaşamak ne demek idrakine varmış olacağız. Bakın Türkler İslâm’dan önce cihan hâkimiyeti mefkûresi uğruna savaşırken, İslâm’dan sonra bu mefkûremiz İ’lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem ülküsüne dönüşüp cihat karakteri kazanmıştır. Gerçektende Türkler, İslâm’la kaynaştıktan sonra bir başka hüviyet kazanıp bu uğurda can vermeyi şeref bilmişlerdir. Neydi bu şeref? Hiç kuşkusuz canından aziz bilip gözünü kırpmadan seve seve uğruna feda edeceği ülküydü bu. Öyle bir ülkü ki; İ’lây-ı Kelimetullah uğruna sınır tanımaksızın cümle âleme nizam verme davasıdır. Bilmem yeryüzünde Allah adını, iç ve dış âlemde yüceltmek kadar böylesine ulvi bir dava var mı? Şüphesiz böyle bir duygu selinin alternatifi yok. Nasıl olsun ki, “Yeryüzünde Allah diyen bulundukça kıyamet kopmayacaktır” hadis-i şerifi bunu teyit ediyor zaten. Dün nasıl ki İslam’ı yeryüzünde silmek için Haçlı ittifakı kurulmuşsa bugün de aynı maksatla başka isimler altında örgütlenip rolüne devam ediyorlar. İşte Çeçenistan, işte Bosna, işte Irak, işte Filistin, işte Mısır, işte Suriye bunun en hazin trajik örnekleridir. Maalesef göz göre yaşanan bu acı tabloya rağmen Hıristiyan batı, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında sırra kadem basıp sessizliğe bürünmüşlerdir. Sadece sessiz kalsalar gam yemeyiz insanlıktan bihaber halde olaylara seyirci kalmayı yeğlemişlerdir hep.
Bir zamanlar Söğüt’te başlayan İlây-i Kelimetullah davamız, Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Şimdi ise geldiğimiz nokta: Sakarya! İşte Necip Fazıl’ın Sakarya, Sakarya diye şiirine döktüğü feryat bunun içindir. Gerçekten de oluklar çift akar, birinden nur diğerinden kir. Madem öyle, kirlenmişliğe son verecek “Ayağa kalk Sakarya” ruhuna ihtiyaç var. Zaten Sakarya bir ayağa kalkarsa, ne Bosna, ne Çeçenistan, ne Filistin, ne şu, ne bu, hiçbir ülkede gözü yaşlı analara, yürekleri dağlanan babalara şahit olmayacağız demektir. Bundan öte mazlumların gök kubbeyi inleten o yakarışları Allah indinde elbet karşılık bulacaktır. Bakın Osmanlı gittiği yerlerde kan, zulüm, kin ve nefret tohumları ekmedi. Yediden yetmişe herkesi adaletle yönetti. Bizim topraklarda azınlıklar bile kendi krallarından görmediği insani muameleyi, İslâm şemsiyesi altında yaşamışlardır. Bir kere Devlet-i Aliyye’nin kuruluşunda sevgi hamuru vardı, istesek te zulmedemeyiz. Söğüt’te Osman Gazi ve Şehy Edebali’nin toprağa ektiği ulu çınar tohumu tutmuşta. Öyle ki bu ulu çınar etrafında Orhan Gazi, Yıldırım Bayezid, Murat Hüdavendigar, Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman gibi nice yüce padişahlarımız birbiri ardınca sıralanmışlar. İyi ki de sıralanmışlar, onların dalına tutunduğu bu koca çınardan serpilen bin bir lezzette meyve ve çiçekler açtıkça insanlık soluk almıştır. Malum insanlığa soluk aldıran bu leziz meyveler “Ordu-Medrese-Tekke” teşkilatlanmasından başkası değildir. Ne var ki daha sonrasında bu soylu ağaca bir haller olmuş, her ne oluyorsa dallar kuruyup yapraklar yavaş yavaş solmaya tuttuğunda artık meyve vermez oldu. Ne medreselerimizden, ne dergâhlarımızdan, ne de ordumuzdan söz eder olduk. Zira Osmanlı alafrangalaşmaya başlamıştı, alafrangalaştıkça da gerileyip Sakarya’da dura kaldık. İlginçtir eski ihtişamımızdan çok şeyler kaybetmemize rağmen şimdilerde dünya, yeniden Sakarya’dan başlayacak bir dirilişten çekinmekte. Belki de Aliya İzzet Begoviç’in; “Türkiye bir ayağa kalkarsa, dünya ayağa kalkar” sözlerindeki o müthiş ince içerik, batı âlemini içten içe kuşkulandırmaya yetiyor. Öylede olsa korkunun ecele faydası yok, biliniz ki Allah ismi anıldıkça kıyamet kopmayacaktır. Düşünsenize İsmi azam bütün Esma-i İlahiye’yi kuşattığı gibi, tüm insanlık bu güzel isimlerin tecellisi yüzü suyu hürmetine hayatını idame edebiliyor. Madem öyle, kalpte Allah adını sıkça anıp Esmâ’ül Hüsna’nın mânâ ve ruhuna sadık kalmak gerekir. İşte bu yüzden Resûlallah (s.a.v.): “Bedende bir et parçası vardır, düzelirse bedenin hepsi düzelir, bozulursa beden hepten bozulur. Dikkat edin o da kalptir” buyurmuştur. Hakeza Şah-ı Hazne (k.s.) bu hadis-i şerifin ışığında; “... Kalp’te 70 küsur şube vardır. Nefsinde 70 küsur başı vardır. Kalp kuvvet bulursa hararetinden nefs başlarını geriye çeker. Kalpte zikir yoksa nefsin başları hücum eder” ifadeleriyle kalbe ait gerçek gıdanın İlây-i Kelimetullah olduğunu belirtmiştir. Gavs-ı Bilvanisi Seyyid Abdulhakim el Hüseyni (k.s.) ise bu meyanda hadis-i şerifte geçen et parçasının mecâzi olduğunu vurgulayaraktan, kalbin ruhani yüreğe bağlı bir hakikati camia olduğunu, et parçasının onun aynası olduğunu beyan etmişlerdir. Bir başka ifadeyle ruhun aynası kalp, kalbin aynası yürek, kalbin vasıtası akl-ı selimdir. Aslında bütün mesele kalbi çalıştırıp çalıştıramamakta gizlidir. Şayet kalbi “Lafza-i Celâl” zikri ile beslersek İlây-i Kelimetullah iksiri hem iç, hem de dış âlemimizde an be an gerçekleşebilir. Aksi takdirde kalp gaflet içinde karanlığa mahkûm kalıp, iç ve dış âlemimiz tarumar olacaktır. İşte bu yüzden Evliyaullah, kalbin iki yüzü olduğunu, birinci yüzünün cesede baktığını, ikinci yüzünün de ruha baktığını beyan buyurmuşlardır. Keza yine bedenin arşı “kalp” ruhun arşı da “Âlem-i emr”’ olduğunu belirtmişlerdir.
Bakın, Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de; “Gerçek müminler Allah anıldığı zaman kalpleri titrer” (Enfal- 2) beyan buyurmakta. İşte bu gerçekler ışığında Peygamberimiz (s.a.v.);“Allah’ım korkmayan kalpten sana sığınırım” niyazında bulunup kalbin ehemmiyetini ortaya koymuştur. Demek ki; kalpler ancak İ’lây-ı Kelimetullah zikriyle aydınlanabiliyor. İ’lây-ı Kelimetullah davası öyle bir ulvi bir dava ki hiçbir dünya metası onu satın alamaz. Dava Allah’ı çokça anıp, iç âlemimizi pirüpak eyleyerek dış âlemde örnek bir mümin olabilmektir. Bu da yetmez “Onlar ticaretle de meşgul olsa dahi Allah’ı zikirden alıkoymaz” ölçüsüyle hayatımızı renklendirmemiz icab eder. Şayet renklendirebilirsek Allah Teâlâ’nın beyan buyurduğu; “Onların ticaretleri, alışverişleri, Allah’ı hatırlamalarına mani olmaz” (Sûre-i Nur 37) ayetinde ki o ince mânâ kurtuluşumuz olacaktır. Nitekim bir gün Bahauddin Nakşibend (k.s.) Mina pazarındayken bir genç dikkatine mucip olur. Nasıl dikkat çekilmesin ki, genç tacir o esnada elli bin altın civarında alış veriş yapıyordu. O an her ne oluyorsa Şah-ı Nakşibendî (k.s.) bir an o gencin dünyaya daldığını sanır. Fakat sonra gencin kalbine nazar ettiğinde bir bakar ki kalbi “Allah, Allah...” diyor. Yine bir başka günde Şah-ı Nakşibend (k.s.) Kâbe’nin eşiğinde aksakallı bir yaşlı bir ihtiyarın ağladığına şahit olur. Kâbe’nin eşiğinde ne için ağlanır? Elbette ki her kim olursa olsun Allah için ağlar diye düşünür, oysa ihtiyarın kalbine nazar ettiğinde, birde ne görsün Allah’tan gayri (dünyalık) bir şey istiyor. Bu misalden de anlaşıldığı üzere, zahirimiz (dışımız) halkla, batınımız (içimiz) Hakk’la olması lazım gelir. İşte bu yüzden arifler bu hale “Halvet der encümen” demişlerdir. Anlaşılan, halk içinde bir şeylerle meşgul olsak bile iç dünyamızda Allah adını yüceltmek insana “Eşref-i mahlûkat” özelliği kazandıracaktır.
Malumunuz, kalp ile tasdik, dille ikrar ilmi tevhid’dir. İnsanın bu ölçü doğrultusunda yaşaması ise ameli tevhid olarak nitelenir. Zaten İ’lây-ı Kelimetullah tevhid şuuruyla mana kazanıp Kelime-i Şehadet’le taçlanır. Nitekim cennet anahtarı Kelime-i Şahadet’ten ibaret üç dişli anahtar diye teşbih edilir. Ve bu dişler; ihlâs, teslimiyet ve muhabbetten başkası değildir. Bu üç unsur bir araya geldiğinde açamayacağı kapı yoktur. İşte bu manada Kelime-i Şehadet kurtuluş anahtarımız olur.
İhlâs, Allah’a kullukta samimiyetin ifadesidir. Teslimiyet, tevhid sancağına şeksiz şüphesiz râm olmaktır. Muhabbet ise tevhid meşalesine can-ı gönülden sevgi duymaktır. Öyle ki bu konuda Resulü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Benim ve benden önceki enbiyanın söyledikleri en hayırlı kelime; Lâilahe İllallah’tır. Bilesiniz ki; yedi kat gök ve yedi kat yerin terazinin bir kefesine, Kelime-i Tevhid’de bir kefesine konsa bu kelime ağır gelir.” Gerçektende kelime-i tevhidin önemine binaen Evliyaullah’ın bir kısmı bu zikri saliklerine en başta değil de, belirli aşamalardan geçirdikten sonra verirler. Yani belirli aşamaları kat etmiş müritlerine “Nefy-i İsbat” zikri telkin etmişlerdir. Belli ki vücut kıvam aldıktan sonra veya letaifler asıllarına dönüp çalıştıktan sonra Kelime-i Tevhid ( Nefy-i isbat) dersi verilebiliyor. Derken bu hak edişi elde eden salike zikrin en yücesi Kelime-i Tevhid zikri uygulanır.
Demek ki bir salik, önce Lafza-i Celâl (Allah Lafzı) kalp zikri talimiyle yola koyulup akabinde letaiflere (sır, ehfa, ruh, hafi, nefs-i natıka) geçilir. Zikir letaiflerde etkisini gösterdikten sonra tüm vücuda dağılır. Böylece o vücut “Lafza-i Celal” zikriyle adeta kimya veya altın olup artık zikirleşir de. İşte bu aşamadan sonra hak ediş gerçekleşir. Yani kimya veya altın değerinde bu vücut Kelime-i Tevhid zikrini hak ettiğinden Allah dostları bu noktada nefy-i isbat dersi telkin eder. Derken seyr-i süluk yolunda ilerleyen saliki Allah’a ulaştırırlar. İşte görüyorsunuz Seyr-i süluk seferi ancak ve ancak İlay-i Kelimetullah’ın mana ve ruhuna sadık kalmakla mümkün olabiliyor.
Bir kere yola çıkmışsak başlangıcından bitimine kadar olan süreçte niyetimizi halis tutmak mecburiyetindeyiz. Zira niyet hayır, akıbet hayırdır. Madem öyle, insan bir şekilde kalbini günahlardan koruması için başlangıçta niyetini sağlam tutup Lafza-i Celal zikrine devam etmesi gerekiyor. Resulü Kibriya’nın (s.a.v): “Kul günah işlediği zaman, bu onun kalbinde siyah bir nokta olur” beyanı bunu teyit ediyor. Besbelli ki kirlenmeye karşı en etkili koruyucu ilaç, Allah adını kalpte yüceltmektir. İşte İ’lây-ı Kelimetullah (Allah adını yüceltmek) diye dillendirdiğimiz bu dava sözde değil özde etki yapması için mutlaka Allah adını sıkça kalpte anmak gerekir. Bu da yetmez, öyle zikretmeli ki Allah adı âlem-i emirle bağlantılı letaiflere sirayet edebilsin. Hatta letaif zikri mahallinde kalmayıp vücudun her zerresine yaymak gerek. Ki; Nefy-i isbat (kelime-i tevhid) zikrine erişebilelim. İşte bu zikre erişildiğinde İ’lây-ı Kelimetullah’ın mana ve ruhuna ermiş mümin olunur. Dahası Allah’ın Kur ‘an-ı Kerim’de buyurduğu: “(Öyle) adamlar (vardırlar ki) onları ne bir ticaret ne bir alışveriş, Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyamaz” (Nur 24 -27) ayet-i celilenin müjdesine erişilir. Nitekim Allah Resulü (s.a,v.) bu yüce mertebeye ulaşmış olanı şöyle müjdeler; “Kıyamet gününde kulların en büyük derecesi Allah’ı çokça ananlardır.”
Evet, ne mutlu o insanlara ki, yanık gönülleri sayesinde İlay-i Kelimetullah iksiri ile huzura eriyorlar. Allah adı ve Habib’inin adı ezan sedalarıyla her saniye cümle âlemde yankılanır da. Şair diyor ya, bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli, aynen öyle de dünyanın her yerinde okunan Ezân-ı Muhammedî’nin yaktığı İ’lây-ı Kelimetullah meşalesi ebediyen sönmez de. Bakın İnşirah Suresinin dördüncü ayetinde mealen Allah (c.c.) Habib’i için; “Senin ismini (şarkta, garbda yer kürenin her yerinde) yükseltirim” buyuruyor. Gerçekten de garba (batıya) doğru bir tül derecesi (111,1 km) gidilince namaz vakitleri dört dakika gecikiyor. Bu demektir ki her 28 kilometre gidişte aynı vaktin ezanı birer dakika aralıklarla tekrar okunmaktadır. Böylece dünyada Ezân-ı Muhammedî’nin okunmadığı bir an yoksun kalmaz. Derken 24 saat içerisinde tüm kâinat Ezan sesleriyle yankılanıp cümle âlem nasiplenmiş olur.
İ’lây-ı Kelimetullah davası o kadar kutsi bir dava ki, Osmanlı’da Kelime-i Şehadet getiren her kim olursa olsun bütün hukuki ve siyasi haklara bir anda kavuşabiliyordu. Devletin en üst kademelerine yükselme imkânı da sağlanıyordu. Nitekim birçok vezir-i azamın etnik kökeni farklıydı. Olsun önemi yok, esas olan Kelime-i Şehadet getirmektir. Hıristiyanlar kendi dindaş ve ırkdaşlarından bile adalet ve hürriyeti esirgemişlerdir. Dünyada hiçbir millet Osmanlılar kadar kendi dilinden, dininden ve ırkından olmayan insanlara adaletle muamele etmemiştir. Hatta 1848 Macar ihtilalında Ruslar Hıristiyan Macarları kılıçtan geçirirken o yıllarda binlerce mülteciyi bağrına basan tek devlet Osmanlı olmuştur. Osmanlı’yı merhamet ve adalet kılıcı yapan sır; İ’lây-ı kelimetullah davasından başkası değildir. Gel gör ki; biz İ’lây-ı Kelimetullah davasıyla sekiz asır önce İspanya’ya uzanan halkada adaletle hükmederken geldiğimiz noktada İspanya’da tek bir Müslüman bırakmamışlardır. İşte İ’lây-ı Kelimetullah’ın öncüleri ile haçlı ruhunun öncülerinin arasındaki fark budur.
Şurası muhakkak; İ’lây-ı Kelimetullah duygusundan uzak kalmak perişanlık doğurmaktadır. Bu ideali mutlaka kalbimize işlemeliyiz. Bakın Rasûlallah (s.a.v.); “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil kalplerinize ve amellerinize bakar” buyuruyor. Hakeza yine Allah Resulü (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde ise; “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır, kâfirin niyeti ise amellerinden şerlidir” beyan buyurarak niyetimizi halis kılmamıza dikkat çekmiştir.
Velhasıl; iç âlemimizi İ’lây-ı Kelimetullah idealiyle donatmadıkça dış âlemimiz nizam bulamaz.
En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 20:48 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

HACE AHMET YESEVİ(K.S)

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

PİR-İ TÜRKİSTAN

ALPEREN GÜRBÜZER


Pir-i Türkistan, Yesi doğumlu olup babası Hâce İbrahim, annesi Ayşe hatundur. Körpe yaşta annesini, yedi yaşındayken babasını kaybedip ablası Gevher Şehnâz’ın yanında yetim büyümüştür. O, tâ çocukluk çağında ileride büyük bir zat olacağını gösteren davranışlarıyla dikkat çekmiş hep. Nitekim Türkistan Hükümdarlarından Yesevî, ülkesindeki kuraklığın sona ermesi için bütün âlimleri toplayıp dua ve niyazda bulunmalarını ister ama netice vermez. Hükümdar her şeye rağmen “acaba aramıza katılmayan birisi mi oldu” diye araştırıp sordurmayı ihmal etmez de. İyi ki araştırıp sordurmayı ihmal etmemiş, gerçekten tüm araştırmalar sonucu; Ahmet’in daha henüz toy yaşlarda olduğundan olsa gerek çağrılmadığı anlaşılır. Ve gelsin diye haber salınır. Elbette ki, Ahmet bu durumu ablasına danışacaktır, çünkü onun yanında büyümüştür, hürmeten kendi başına buyruk olması doğru olmazdı. Bu durumda ablası; “Babamızın vasiyeti gereği senin tanınma zamanının gelip gelmediğini, Kırgızistan’dan Arslan Baba’ya gönderilen, ondan da babana hediye edilen, şimdiyse rahmetli babamızın tâ baştan beri işaret buyurduğu Yesi camiinde seni bekler durumda ekmek sofrası tayin edecektir. Üstelik kimselerin açıp seremediği bir sofra bezidir. Şayet sen o sofrayı açabilirsen bil ki tanınma vaktin gelmiştir, var git” der. O artık Yesi yolundadır. Derken Hâce Ahmet kendisini bekleyen Yesi camiinde sanduka içerisine yerleştirilmiş ekmek sofrasını açtığında sanki açılan sofra bezi değil, açılan bütün gök kapılarıdır. Öyle ki, o an zaman ve mekân durup ona yol vermiştir. Sofra bezi sahibini bulmuştur. Madem öyle yediden yetmişe herkes bu sofradan istifade etmeliydi, eder de. Nitekim bir miktar sofrada bulunan ekmek kırıntılarını hükümdarın huzurunda bulunan âlimlere Fatiha okutturup öyle ikram edecektir. Şimdi sırada herkesin beklediği yağmurun yağma hadisesi vardır. Müthiş bir kalabalık toplanmıştı, daha önceleri ulemaya gelen kalabalığın üç beş misli bir kalabalık vardı. Pür dikkat gözler ona odaklanmıştı. O da İnşallah Allah yüzümüzü ak çıkarır düşünceler eşliğinde karakıl çadırına çekilecektir. Malum, Allah Resulü Hıra’da ilk oku emrine muhatap kalıp hane-i saadetine döndüğünde vahyin tesiriyle Hatice annemize 'üzerimi ört’ demişti. Aynen öyle de Hâce Ahmed’de ana yadigârı cürcüneğine (bir tür örtü) bürünüp Allah'tan niyazda bulunacaktır. Zaten o peygamberin yolunu yol bildiğinden edilen dua yüce makamdan geri çevrilmezdi. Zira birazdan gökyüzünde şimşek eşliğinde beliren bulut örtüsü yağmurun yağacağını muştular bile. Böylece büyük iştiyakla beklenen yağmur bardaktan boşalırcasına yağıp dereler, çaylar ve toprak suya doyacaktır. Madem dağ taş, toprak ve her ne varsa kana kana suya doydu, o halde Hâce Ahmed üzerine örttüğü ana yadigârı cürcüneğinden başını çıkarabilirdi, çıkardığında yağmur diner de. Artık karakıl çadırından çıktığında ağzından çıkan ilk cümle; “Dağ yerinde mi” sorusu olacaktır. Tabii eniştesi Baksı Bekir Fakih Beğreğ cevaben; “Yerinde değil! Doruk uçtu dereyi doldurup düzleşti” dediğinde Allah’a şükredecektir. O şükrederde bu mucizevî olayı gören hükümdar şükretmez mi, elbette o da Allah’a hamd edip bu kez Hâce Ahmed’den kendi isminin kıyamete kadar baki kalması için dua talebinde bulunacaktır. Hâce Ahmet bunun üzerine; “Âlem'de her kim bizi severse, bilsin ki senin adınla bizi yâd eylesin” diye dua eyler. İşte o gün bugündür, o söz konusu hükümdarın ismiyle birlikte Hâce Ahmet Yesevî diye anılır. Ne de olsa o, Baba Arslan’ın talebesidir. Hani bazı insanlar için; şu adam baba adam derler ya, gerçekten de o, öyle bir babacan adamın rahleyi tedrisatından geçip aslanlar gibi icazet almış bir Pir-i Türkistan’dır. Bu yüzden onu Pir-i Türkistan Ahmet Yesevî diye ne kadar ansak azdır. Bu arada Baba Arslan ömrünün son demlerinde adına uygun davranıp Buhara’ya gitme hususunda ona işaret vermeyi de ihmal etmeyecektir.
Baba Arslan kabrinde rahat uyuyabilirdi artık. Zira yetiştirdiği Ahmet Yesevi şimdi Buhara'da emin ellerdedir. Öyle ki; işaret edilen Buhara’da Yusuf Hemedani’den el alıp manevi ilimleri tahsil ettikten sonra Nakşibendiye yolunda halifelikte alır. Malum, Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbeti, Ali Farmedi Tursi’den (k.s.) sonra Yusuf Hemedani'ye devr olunup öyle neşvünema bulmuştur. Aslında Yusuf Hemedani’nin (k.s.) lakabı İmam-ı Rabbani'dir. Fakat o bizim İmam-ı Rabbani sözüyle anladığımız zat değildir. Bilakis o, Orta Asya'ya, Türkiye'ye ve bütün Avrupa yakasına bu Tarikatı Nakşibendî’ye nispetini yayan kol başıdır. Şöyle ki; bu kolun, bir ucundan Abdulhalık el Gücdevani (k.s.), diğer ucundan Ahmed Yesevî tutacaktır. Çünkü Yusuf Hemedani (k.s.) her ikisinin de şeyhidir. Tabii bitmedi, dahası var; Bektaşi tarikatının bir nispeti de Yusuf Hemedani’ye (k.s.) dayanır. Keza Mevlevi tarikatının bir nispeti de öyledir. Her şeyden öte Yusuf Hemedani (k.s.) Saadat-ı Nakşibendî’ye nispetini Abdulhalık el Gücdevani’ye (k.s.) devretmekle günümüze uzanan halkada bu nisbeti Türkiye’ye taşıyan Gavs-ı Bilvanisi Abdulhakim el Hüseyni gibi bir zatın farkına vardık. Öyle ki; Gavs-ı Bilvanisi bu nisbeti Suriye’de Şah-ı Hazneden (k.s) devr alıp adına Buhara dediği Adıyaman’ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde sürdürecektir. Kendisinin vefatıyla birlikte bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbeti oğlu Seyda Hazretlerine devr olunmuş, ondan da Gavs-ı Sani’ye (k.s) geçmiştir. Öyle görünüyor ki; bu kutlu yolun nabzı Menzilde kıyamete kadar atmaya devam edecek gibi. İşte bu yüzden Yusuf Hemedani ismi üzerinde çok duruyoruz. Zira onun vefatıyla birlikte arkasından bu yolu devam ettirecek ve adından söz ettirecek iki isim bırakmıştır, biri Hâce Ahmet Yesevî, diğeri Abdulhalık el Gücdevani’dir. Şayet bugün Şahı Hazneden, Gavs-ı Bilvanisi’den, Seyda’dan ve Gavs-ı Sani’den söz ediyorsak onların irşat faaliyetlerine borçluyuz.
Hâce Ahmet Yesevî şeyhi Yusuf Hemedani’nin vefatından sonra bir süre orada kalıp talebe yetiştirecektir. Sonrası malum talebelerini Abdulhalık el Gücdevani’ye emanet edip Yesi’ye dönecektir. Aslında dönüş onun için bir tür açılıştır. Öyle bir açılış ki; Yesi ışığı kısa zamanda alev alıp Türkistan, Maveraünnehir, Horasan ve Harezm’e kadar dalga dalga yayılacaktır. Bu arada irşat faaliyetlerinden fırsat bulduğunda ise boş durmayıp kaşık ve kepçe imal ederekten geçimini temin edecektir. İlginçtir kendi eliyle yapmış olduğu kaşık ve kepçeleri maiyetinde bulundurduğu öküze satması için heybesine koyup öyle uğurlardı. Zaten sarı öküz de vazifesi gereği kaşık ve kepçeleri alacak her kim olursa ücretini heybeye koymadıkça o kimsenin yanından ne ayrılır, ne de peşini bırakırdı. Asla hizmette kusur eylemezdi. Gel de perişan halimize yanma, öküz bile hayvan haliyle hizmette kusur eylemezken acep bizim halimiz nice olur. Bu yüzden bu menakıbı belki bir değil, bin düşünüp hayıflanmak gerekir.
Anlaşılan o ki; Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî’nin farkı etkisinde gizli. Tabii sofilerinin sayısı yüz bine yaklaştığında bu etki kimilerini harekete geçirip onu çekememezlik had safhaya ulaşacaktır. Sadece kıskançlık, çekememezlik olsa yine gam yemeyiz, birde buna ilaveten güya erenler meclisine örtüsüz kadınların geldiği yaygarası koparılacaktır. Belli ki fitne kazanı boş durmayacaktı. Neyse ki, bunu duyan makam sahipleri araştırdığında bunun bir yalan olduğu anlaşılır. Yine de Hâce Ahmet Yesevî bu işin peşini bırakmaz, iftira edenlerin de bulunduğu bir ortamda elinde ağzı mühürlü bir kutuyu kim almak isterse ona teslim edeceğini beyan eder. Talebesi Hâkim Ata dışında hiç kimse cüret edip ortaya çıkamaz, derken kutuyu Hâkim Ata’ya teslim alıp emir gereği kutuyu Horasan ve Maveraünnehir’e götürecektir. Tabii mühürlü kutu buralara geldiğinde bu seferde acaba kutunun içinde ne var ne yok diye herkesi merak sarar. Merak bu ya, âlimler ve iftira edenler hep bir arada kutu etrafında toplanırlar. Artık nefeslerin tutulduğu, gözlerin kutuya odaklandığı an gelmişti. Nihayet gözler pür dikkat içerisinde kutu açıldığında hayret mi hayret, kutunun içerisinde bir araya konulmuş bir miktar ateş ve bir miktar pamuk vardı, ama ateş kıpkırmızı alev halde, fakat pamuk yanmıyordu. Tabii bu manzara karşısında hepsi dona kaldılar. Onlar şaşa kalsınlar burada verilmek istenen mesaj; pamuk beyaz olduğundan leke kabul etmez, ateş ise şeytanca karalama ve iftira istidadında olanları temsil ettiği manasınadır. Dolayısıyla ateş saf ve berrak olanı nasıl yaksın ki. Tıpkı İbrahim'in ateş içerisinde yanmadığını görenlerin bir kısmı iman halkasına dâhil oldukları gibi, bu hadisenin akabinde gerekli mesajı alanlar da tövbe eyleyip sofi halkasına dâhil olmuşlardır.
Hakeza yine bir başka menakıpta geçen Merv şehrinde Mervezi namında bir âlimden bahsedilir. Söz konusu âlim önceden zihninde belirlediği üç bin soruyla güya Hâce Ahmet Yesevî’yi köşeye sıkıştıracağı düşüncesiyle maiyetiyle birlikte yola koyulur. Tabii Hâce Ahmet Yesevî feraset ehli bir zat, onun geliş gayesini bilmez mi, elbette ki Allah’ın bildirdiği ölçüde bilir. İşte bu yüzden o daha buralara ayak basmadan halifelerinden Muhammed Danışmend’e; Merveze’nin hafızasında kayıtlı üç bin husustan bin mevzuyu silmesini söyler ve silinir de. Sonra dönüp diğer talebesi Hâkim Ata’ya aynısını söylediğinde o da gereğini yapıp geriye bin mevzuu kalmış olur. Ki, bu arta kalanda huzura alındığında halledilecektir. Nitekim Mervezi Yesi’ye vardığında huzura alınır, ama hıncı dinmediği her halinden öyle belli eder ki huzurda Hâce Ahmet Yesevî’nin karşısına çıktığında; “Allah-u Teâlâ’nın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin” diye serzenişte bulunacaktır. O böyle yaparken, tam aksine Pir-i Türkistan soğukkanlılığını elden bırakmadan; “Hele bir sakin ol, üç gün misafirimiz ol, daha sonra görüşürüz” deyip erdemli bir tavır sergileyecektir. Gerçekten de üç gün boyunca en iyi şekilde misafir edilmesi bir yana Mervezi’nin içindeki kurtlarını dökmesi için kürsü bile kurulur. Ancak hevesi kursağında kalacaktır. Şöyle ki Hakim Ata'nın Allah'ın izni ve şeyhinin talimatıyla geriye kalan bin mevzuuyla alakalı tüm sualleri himmetle hafızasından siliverecektir. Tabii Mervezi bir şeyler konuşmak istese de halden hale girip bir türlü konuşamaz ve çareyi daha öncesinden not düştüğü evraklarını yoklamakta bulur. Ne var ki bu seferde sahifeler yazısızdır, yani silinmiş görür. Elbette ki bunca keramet karşısında bir insan âlimde olsa eşiğine yüz sürüp tövbe eylemesi gerekirdi, tövbe eder de. Hatta o tövbe etmekle kalmaz Pîr-i Türkistan'ın rahleyi tedrisatından geçip tasavvufun “Hamdım, yandım, piştim” tüm aşamalarını geçtikten sonra irşat maksadıyla Yesi’den ayrılıp Horasan’a gönderilir de.
Tabii bitmedi, dikkat çeken bir menakıp daha var. Şöyle ki;
Pir-i Türkistan’ın varlığından rahatsız olan Yesi Şehrine yakın ahalisinin çoğu Hıristiyan olan Sabran (Savran, Suri) adlı bir kasaba vardı. Sanki bu kasaba pusu kurmak veya iftira etmek için kurulmuş bir meskûn mahaldi. Nitekim bir zaman sonra sığırı parçalayıp gece gizlice Pir-i Türkistan’ın Hanekahına (Tekke) bırakırlar. Sabah olduğunda dergâh önüne gelip sığırı aramak bahanesiyle içeri girmek istediklerinde, Pir-i Türkistan'da girin der, ama onların fütursuz ve destursuzca dergâhın önünde toplanmalarından çok üzülmüş olsa gerek ki canına tak dedirttiren cinsten; “Girin köpekler, girin itler” tarzında sözler sadır olur. Belli ki Pir-i Türkistan çok incinmişti. Bu sözün üzerine Allah’ın dostunun incinmesinin dünyadaki en ufak cezası diyebileceğimiz bir hadise vuku bulup adamlar köpek haline dönüşür. Ve akabinde böyle bir siluet içerisinde etlere hücum edeceklerdir. Her şeye rağmen Pir-i Türkistan tıpkı Allah Resulünün Hayber fethi yıllarında ziyafet sofrasında zehirli eti sunan bir gizli eli affettiği gibi, o da merhamet edip eski hallerine kavuşacaklardır. Fakat yinede hainliklerine alamet olsun babından vücutlarında bir iz kalır da. Hatta gelecek nesiller için bir ibret vesikası olsun babından bu izler çocuklarına da geçer.
Menakıblardan anlaşıldığı üzere Pîr-i Türkistan hayatını sünnet-i seniyye üzerine tanzim etmiş bir zattır Öyle ki; Allah Resulü 63 yaşında vefat ettiği içindir ki bu yaştan sonra yeryüzünde bulunmayı kendine zul görüp yer altına girmiştir. Tabii merdivenle inilen bir mezara benzeyen bu hücrede ömrün geri kalan kısmını ilim öğreterek, ibadet ve taatte bulunarak geçirmiştir. Bu yüzden burasını iyi anlamak gerekir. Asla dünyadan el etek çekmek gibi algılamamalıdır. Şayet öyle olsaydı burda uzun yıllar boyunca orada öğrenci yetiştirip onları irşat için göndermezdi. Adeta o, daracık hücrede “ölmeden önce ölünüz” düsturunu yaşayarak hizmetini devam ettirmiştir. Her ne kadar Halifelerinden Seyyid Mansur Ata ilk günleri yer altındaki çilehaneyi görünce çok üzülse de, bir gün daracık zannettiği yerin bir ucunun doğu, diğer ucunun da batı olduğunu gördüğünde kaygılarının yersiz olduğunu anlar. Derken Hâce Ahmet Yesevî gerçek anlamda vefatı 1193 ( H.590) yılında gerçekleşip, bu tarihte Hakka yürüyecektir. O bundan böyle gönüllerde yaşayacaktır. Öyle ki, bu dünyadan göç etmiş olsa da bir emirin rüyasına da girecek bir gönül abidesidir o. Şöyle ki;
Emir Timur Han Buhara’ya gitmek üzere yola çıktığında Türkistan’a uğrayacağı sırada Hâce Ahmet Yesevî rüyasına girip, kendisine şöyle der; “Ey Yiğit Buhara’ya çabuk git, orada inşallah fetih sana nasip olur. Senin başından çok hadiseler geçse gerek. Zaten orada ki insanlar senin gelmeni istiyor.” Tabii böyle bir rüyaya can kurban, hemen uykudan uyanır uyanmaz bu müjde karşısında soluğu Türkistan Hâkiminin yanında alır. Derhal Türkistan Hâkimine birtakım hediyelerin yanı sıra çokça para verip Hâce Ahmet Yesevî’nin kabri üzerine muazzam bir merkad (türbe) yaptırmasını emreder. İşte Timur’dan günümüze bütün ihtişamıyla ayakta kalabilen bu türbe Hicazdan sonra en çok ziyaret edilen makam olma özelliğine erişecektir. Ziyarete her kim gidiyorsa ister istemez o’nun Türkün manevi başbuğu olduğu bilgisini de edinmiş olmaktadır.
Malum Pir-i Türkistan’ın yaşadığı zamanda Karahanlılar hâkimdi, bu dönemde dergâhında yetişen Türk’ün alp’i onun sayesinde erenlik kimliği kazanmıştır. İyi ki alperen kimliği kazanmışlar. Çünkü bu kimlikle birlikte Türkün önce Orta Asya’dan Anadolu Selçuklusuna, oradan Osmanlı’ya uzanan halkada üç kıtada hükmeden bir cihangir devletin zuhuru gerçekleşir. İşte bu kimliğin her halkasında yer alan Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş-ı Veli, Şeyh Edebali, Hacı Bayram-ı Veli gibi maneviyat büyükleri Pir-i Türkistan’ın gösterdiği ışık doğrultusunda Asya, Anadolu ve Balkanları saracak irşat faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bu yüzden Pir-i Türkistan’a meftunuz. Sadece biz mi, elbette ki hayır, bütün Tarik-i Aliyelerde ona çok meftun. Tüm kaynaklara bakın, Halvetiye, Bektaşilik, Mevlevilik gibi birçok tarikatların bir nisbeti Hâce Ahmet Yesevî’ye dayandığını görürsünüz. Hemen hepsi bu pınardan beslenip dal budak saldıklarından, söz konusu Tarikatı Aliyelerin pirleri adından Horasan Erenleri diye söz ettirmişlerdir. Nasıl söz edilmesin ki, baksanıza Hâce Ahmet Yesevî’nin yaktığı ışık onlar vasıtasıyla hala aydınlatmaya devam ediyor. Hatta bunu 75 yıl komünizm esaretinde din ve dilleri unutturulmaya çalışılan Türklerin özgürlüklerine kavuştuklarında bile hala gönüllerinden silinmediklerinden anlıyoruz. Keza yine onu esir Türk illerinin her birinin Türk-i Cumhuriyetlerine dönüştüklerinde hiçbir şey olmamışçasına hala taptaze diri bir şekilde hayatlarında yaşamaları ve merkadına gelip ruhuna Fatiha okuyarak yâd etmelerinden anlıyoruz.
Hâsılı kelam; şimdi o sadece Türk dünyasının değil bütün insanlığa ışık olacak günlerin eşiğine geldiğini dile getirebileceğimiz Pirimizdir.
Vesselam.
En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 20:50 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1111
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

Değerli kardeşimiz, bu değerli katkınızdan Allah cc razı olsun.
Gençliğimizin kültür kaynağı ve değer yargılarını bilmesi ne kadar önemlidir.
Dünya siyasetine ve olanlara bakan her vicdan sahibi göz bunu görmektedir.


Anayurdun ANA PÎRİ AHMED YESEVÎ (kaddesallahu sırrehu) yaşı;
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in,
HAKK'a yürüme yaşı olan 63 e ulaştığında,
yer altına yaptırdığı bir hücrede inzvaya çekilip bir daha çıkmamıştır.
Bu halveti kendi Hikmetlerinden dinleyelim.
Hayır dua ve himmetleri bizimle olsun.
ALLAH Tealâ rahmetini bol eylesin.


Sabah erken pazartesi günü yere girdim
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...
Altmışüçte sünnet dedi işitip bildim
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Yer üstünde dostlarım matem tuttu
Bütün âlem "Sultanım " deyip nara çekti
Hakk'ı bulan gerçek sûfiler kanlar yuttu
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Elvedâ deyip yer altına adım koydum
Aydın dünyayı haram kılıp Hakk'ı sevdim
Zikrini söyleyip yalnız olup yalnız yandım
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

"Tâhâ" okuyup akşam ve geceler kaim oldum
Gece namaz gündüzleri oruçlu oldum
Bu hâl ile yer altında daim oldum
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Altmış gece altmış gündüz bir kez yemek
Tan atana kadar namaz kılıp bir kez selâm
Altmışüçte oldu ömrüm sonunda tamam
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Hakk Mustafa ruhu gelip oldu imam
Bütün varlık yer altında oldu köle
Çok ağladım Hakk Mustafa verdi müjde
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Mi'rac gecesi "Gözümün nuru evlad..." dedi
Elimi tutup "Ümmetimsin ümmet" dedi
"Sünnetimi sıkı tutasın gönüldaşım" dedi
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

"Kıyamette yol kaybedersen yola salayım
Muhammed deyip susamış olsan elini tutayım
Evladım deyip elini tutup cennete girdireyim...
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Ey dostlar bu sözü işitip şevkim arttı
"Ümmet" dedi, iç ve dışım nura battı
Nurunu salıp cemâlini Hakk gösterdi
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Cemalini görüp ruhum uçup arşa kondu
Musa gibi varlığım tutuştu yandı
Mecnun gibi eş ve dosttan kaçıp saklandı
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Yer altında eziyet çektim çok zorluk
Döşek yastık taştan yapıp çektim sıkıntı
Ey dostlar bu dünyada yok dinlenmek
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Ta zorluk çekmedikçe vuslatı nerede?..
Hizmet kılmadan hâl derdi olmaz peyda
Can ve gönlünü kılmadıkça Hakk'a tutkulu
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Yer altına girdim ise kendimden geçtim
Gözümü açınca Mustafa 'yi hazır gördüm
İsyan ve cefâ eden ümmetlerin hâlini sordum
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

"Ey evlad benden sorsan hani ümmet,"
"Ümmet" dedi göğsüm dolarak hasret yarası
"Ümmet için çok çekiyorum Hak'dan külfet"
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Ümmetlerimin günahlarını her Cum 'a aftet
Alıp geleyim ya Muhammed sen bunu ayır
Ta ki ağlayıp secde eyleyim Tanrı 'ya affet
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Her Cum 'a affet ümmetlerin günahını
Alıp geleyim ya Muhammed gör bunu
Ümmetlerin neler kılar Ahmed seni
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Ben melekten utanç duyarım ey ümmetim
Yaratan 'dan korkmaz mısın düşük himmetim
Gece yatmadan ibadet etsen hoş devletim
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Yer altına girdim dostlar iradesiz
"Âmin" deyiniz âl, ashab ve dört-yar
*
Ümmetlerin suçunu bağışla Allah 'ım
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...

Kul Hoca Ahmed ben ikinci defteri söyledim
İki âlem eğlencelerini meye sattım
Ölmeden önce can acısının zehrini tattım
Mustafa 'ya mâtem tutup girdim ben işte...


* Dört halife kastediliyor.
Resim
Cevapla

“►İslam Tarihi◄” sayfasına dön