2009 Kasım Haber Arşivi

2009 yılına ait aylara göre haber/makaleler.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

2009 Kasım Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

ÖYLE AĞIZLAR GÖRDÜM Kİ!..
Tarih: 01.11.2009 Saat: 14:24 Gönderen: kulihvani

Resim

ALLAH DOSTU
Münir DERMAN (ks)


ÖYLE AĞIZLAR GÖRDÜM Kİ!..

Ben senelerdir öyle ağızlar gördüm ki.
Sarımsak ile içki arasında bütün pislik kokuları orda.
Ben gine öyle ağızlar gördüm ki gül ve reyhan kokuyor!..
Ben gine öyle ağızlar gördüm ki gül ve reyhan kokuyor.
Öyle dudaklar gördüm ki küfür içinde.
Öyle dudaklar gördüm ki hikmet, güzel sözlerle, doğruluk akıyor dudaklarından..


Öyle mideler biliyorum ki içi haram ile tıklım tıklım dolu.
Öyle mideler biliyorum ki haram sokmamak için aç kalıyor adam!..

Öyle vücudlar gördüm ki elbisesi ile cildi arasında pireler, bitler, ter kokusu içinde.
Yine öyle vücudlar gördüm ki gül bahçesi kokuyor...



Sûreti güzel olan içi her zaman güzel değildiiiiir.
Fakat içi güzel olanın yüzü daima nur ile tecellî eder ve güzeldir?
Dışı süslemek, koku sürünmek gösteriştir.
Sen içini süsle, sende gizli olan güzel kokular güzellikler kendiliğinden ortaya çıkar.
Bu böyledir fazla düşünmeyin!.
Ama efendim felan Hoca böyle söyledi: “Bu böyledir!”
Kalbinde Nur-u Rasûlullah vardır.
Canlıların onu muhafazasında ne güzellikler yaratmıştır Cenâb-ı Allah.
Sen göremiyorsun, bilmiyorsun diye akıl mantıkla boşuna çifte atma.
Sonra görünmeyen Birinin tokatını yer insan!

Onun için aziz cemaat.
Daima söylediğim gibi abdestli geziiin!
Gece namazinâ kalkııın!
Gece namazında hiç olmazsa ömrünüzde bir defa, Hafız Efendinin mihrabda okuduğu âyet-i kerimeyi yüzünden hiç olmazsa bir defa ömrünüzde okuyun!
Allah cümlemizi islah eylesin!
Âmin!


Yâ Rabbî!

Es selâtü vesselâmu aleyke Yâ Seyyidî Yâ Rasûlullah!
Huzbiye’dîhi kad tâkat hilleti edrikni yâ Rasûlullah!.
Yâ İlahî biz asi değiliz.
Kabahatimiz vardır. Onu Nur-u Rasûlullah hürmetine reddi debb eyle Yâ Rabbî..
Midemize haramı, haramı nasîbi müyesser eyleme Yâ Rabbî.
Evimize, çoluğumuza çocuğumuza helâl lokma nasîbi müyesser eyle Yâ Rabbî.
Hastalarımıza şifâ, dertlilerimize devâ, sıkılmış olanlara ferahlık ihsan eyle Yâ Rabbî!
Hükümetimizi koru Yâ Rabbî!
Memleketimizi her türlü düşman istilasından, âfat-ı belâiye, âfat-ı maraziye, âfat-ı semâviyeden muhafaza buyur Yâ Rabbî!
Son nefesimizdeki buyurun: “Eşhedu enlâ İlâhe illallah ve eşhedu enne muhammeden abduhu ve rasûlullahu kelimei tayibesiynen can vermek nasîbi müyesser eyle Yâ Rabbi!
Kalbimizdeki Nur-u Rasûlullahın penceresini açmada bize yardım eyle Yâ Rabbî!
Yarın âhirette huzurunda Rasûl-i Kibriyanın elini öpmek nasip eyle Yâ Rabbî!
Bizi namazlarımızda, oruçlarımızda her türlü ibadetimizde İndi- İlahîde kabul u makbul eyle Yâ Rabbî!
Bize dirilik, sıfat, afiyet ihsan eyle Yâ Rabbî!
Lillahi’l- Fatiha!



SETR-İ AVRET

Muhteremler!
Sayınlar demedim, muhteremler dedim.
Sayın kelimesi de muhteremin mukabilidir.
Muhterem, kerem sahibi demektir.
Sayın insan kendi say’ı ile rütbesi ile kazanabilir.
Zengin olur, büyük bir meslek sahibi olur sayın ismini alabilir.
Fakat muhterem kelimesi Allah tarafından verilir.
Kerem sahibi demek.
Kerem, İlimnen, fennen, paraynan ele geçmez.
Allah’ın keremine sahip olmak demektir.
Sizde Allah’ın keremi şu kadarcık olmazsa başınızı secdeye koyamazsınız. Onun için size muhteremler dedim.
Hepinizin içinde Nur-u Rasûlullah Allah’ın korkusu vardır.
Onun için Allah Dostları Rasûlullah’ın mukerremiyeti olanların bir sözü vardır.
“Men lem yekün insanen la ya’rufu kadere’li insan.”
“İNSAN olmayan insanın kadrini bilmez.”
İki ayaklı, gözlü, burunlu değil.
Buradaki insan İnsan-ı Kâmil demektir.
Rasûlullahı memnun etmiş Allah’ın rızası yolunda gitmiş ve mertebe kazınmış insan demektir İnsanı kâmil.
İnsanın kıymetini insan bilir demektir.
İnsan-ı Kâmil her insana, her şeye iyi merhamet gözüyle bakan demektir. Böyle insan insandaki kıymeti derhal yüzüne söylemez.
Onun için tekrar gine bir büyüğün sözü vardır.
“El ârif la yete kellem.”
Bilen adam la yetekellem söylemez.
Vel mütekellim la yâ ârif.
Çok zırzır eden, konuşanda bişey bilmez.
Bu şey demektir “Edebli olmak lâzım.”
Ney çalarlar bilirsiniz. Güzel sesler çıkar ondan.
Fakat ney bir kamışla çalınır. Farkında değildir.
Âlemde her secdeye başını koyan şöyle düşünecek âlemde kendinizden başka nimet verilmiş hiçbir kul bulunmadığını düşüneceksiniz daima.
“Efendim bize ne nimet verdi?”
Nimet verilmemiş olsaydı Rasûlullaha inanıp secdeye Rahmâna başınızı koymazdınız.
Bundan daha büyük nimet mi olur.
Onun için bize en büyük nimet verilmiştir Allah tarafından diyeceksiniz. Ne cehennemleri var.
Ne azaplar var bu dünyada başlıyor.
Onun için en büyük nimet Secde-yi Rahmâna başını koyanlara vermiştir.
Onun için küffara kıymet etmeyin.
Kış gelir başım ağrıdı. Aman üşüdüm.
Bilmem bu akşam yemek bulamadım diye katiyen Secde-yi Rahmâna başını koyan Allah’tan şikâyet etmez.
Kader zincirini tırnaklamaz.
Tırnaklarınızı içine çekin kedi gibi!
Bir belâ geldiği zaman katiyen onun için üzülmeyiniz.
Çünkü Allah’ın takdirine isyan etmiş olursunuz.
İşte şirk, hakiki gizli şirk budur.
Herif senelerce namaz kılar, hacca gider, para sarf eder.
Şunu eder, bunu eder. Öküz gibi durur.
Onun için küçük bir şikâyet ettiğimiz zaman çünkü Cenâb-ı Allah’ın izni olmadan hiçbir yaprak bile kımıldamaz.
O halde bunu anlamakta güçtür.
Kaza kader hikayesi o, çok ince, uzun iştir.
Onun için bir belâ başınıza geldi mi yüzünüzü ekşitmeyiniz.
Çünkü Allah’ın kaderine isyan etmiş olursunuz.
Allah’ın kaderine isyan ettiniz mi şikâyet edecek Makam aramış demektir insan.
Değil mi bir şeye kızdı mı bir yere şikâyet.
O halde Allah’a ikilik verirsiniz. Şirk buradadır.
Allah birdir, ikidir, üçtür demenken insan kâfir olmaz.
Asıl kâfir olacak buradadır.
Onun için sırat kıldan incedir bilirsiniz, kıl.
Öyle kıl işte buradan başlar kılıç.
Edebsiz adam sokaktan geçerken korkar: “Beni tutacaklar mı?” diye.
Allahçıl adam dümdüz yürür. İşte sırat budur.
Böyle kıllar, mıllar, inceler minceler.
Bunlara bakmayın!
Bunlar insanların aklına sokabilmek için söylenmiş.
Sırat köprüsü var ama öyle bilmem efendim kıl kuyruğundan yapılmış değil onlar.
İşte sırat burada başlar.
O halde en büyük nimet şu câmide şu bir avuç müslümana verilmiş ki secdeye başınızı koyabiliyorsunuz.
Onun için sabaha kadar ağlasanız, günlerce ibadet etseniz bu nimetini yerini veremeyiz.
Yarın âhirete hepimiz gideceğiz.
Âyet-i kerime de diyor ki “Yâ Rasûlüm herkes ölecek, Sende öleceksin.” Rasûlullaha söylüyor Cenab-ı Allah hepimiz bir gün gelecek giç birimiz kalmayacağız.
Başka bir nesil gelecektir.
Onun için aşağıda bu adam doğru mu söylüyor, yoksa düzme mi söylüyor belli olur.
Onun için aşağıda oğlum buz gibi hesap var. Aklına istersen sok.
İstersen sokma. İstersen sok ama, istersen imkanı var.
Vallahi de billahi de aşağıda hesap var.
Onun için Allah indinde kıymet kazanmak lâzımdır.
Allah indinde kıymet kazanmak için ta’zim ile olur.
Ta’zim nedir? Hürmet demektir.
Onun için Kur’ân-ı Kerimde buyuruluyor anaya babaya hürmet Hz. Rasûle hurmettir.
Hz. Rasûle hurmet, Cenâb-ı Allah’a hürmettir. Ta’zim budur.
Anaya babaya isyan, Rasûle isyandır.
Rasûle isyan Allah’a isyandır.
Bu şu demektir. Kendi ana baban değil. Kendi ana baban.
Zâten kendi ana babana isyan eden insan değildir.
Onu zâten düşünemez hiç.
Burdaki ana baba bütün insan neslidir.
Herkese hürmet edeceksin.
“Efendim hürmet edersem ne olur?”
Benim anam babam yok. Oğlum. Anaya, babaya hürmet Rasûle, Rasûle hürmet Allah’a.
O halde sinsilei merakible gidiyor Cenâb-ı Allah’a. “Rabbb” diye gitmiyor.
Cenâb-ı Allah yalınız kulunnan bir namazda karşı karşıya gâyet kolay gelir.
Allahuekber dersin huzura çıkarsın.
Öteki işlerde mertebe lâzım.
Ölüne bir Fatiha göndermek için bile Rasûlullaha gönderiyorsun o kanaldan gidiyor.
Mü’mine yalınız Cenâb-ı Allahla karşı karşıya gelmek bir namazda müsaade edilmiştir.
“Allahuekber!” dedi mi Allah karşınızda.
Giriyorsunuz birbirinize hemhâl oluyorsunuz.
Ötekili işlerde mertebe lâzım.
Cenâb-ı Peygambere bile vahiy gelirken Cebrail tankerini dolduruyor. Gelip Rasûlullaha hortumunu uzatıyor öyle veriyor.
Rasûlullah da bize veriyor.
Onun için ta’zim iledir bu. Anaya, anadan Rasûle.
O anan baban yok, cesedine edeceksin.
Allah sana “şah damarından daha yakinim” diyor.
Cesede ta’zim edersen kendi vücuduna Allah’a ta’zim edersin.
Allah’a ta’zim etmiş olursun.
Onun için abdestli bulunmak sana senden yakin olan büyük Allah’a bir edebtir.
Onun için daima abdestli gezin diyorum. Şimdi anladın mı.
Daha bunun çok derinleri var.
Bunun derinlerini de dedi mi artık havuzun başından hiç biriniz ayrılmazsınız.
Yahutta ibriknan gezer herif sokağa giderken.
Aman abdestim bozulacak.
Sokakta durur abdest almağa başlarsın.
Deli diye tımarhaneye gönderirler, gezersin.
Onun için size Ezan-ı MuhammedîSallallahu Aleyhi Vessellem sesini işittiğiniz dakikada abdestli bulunun.
İşittiğiniz zaman abdest almayın.
Ezan yaklaştığı zaman abdestli bulunun.
Güneş batarken abdestli bulunun.
Güneş doğarken abdestli bulunun, senedini de sormayın!.
Güneş doğarken, çıkarken kendin abdestli olmuş ol.
Doğarken abdest alma.
Bi de güneş batarken abdestli duruun.
Ezanı Rasûlullah abdestli bulun.
Ezanı işitip de abdeste gitme.
“Efendim ben öyle gidiyorum”
Eeee git.
Öyle de olur olmaz demiyorum.
Amma biz başka şeyden bahsediyoruz muhteremler.
İslâm dininde bir avret kelimesi vardır. Setr-i avret.
Avret kelimesi Muhiddini Arabî bunu şöyle târif eder.
Kur’ânda sev’e kelimesi geçer sev’e.
Hafız hangi âyettedir bu.
Haaa Hafız yok mu içinizde. Sev’e.
Avret demek; insanın açığa çıkmasından utandığı ve gizli kalmasını istediği cismanî lezzetlerin, ahlâkî rezâletlerin, hayvanî arzuların, canavarca fiilerin her birine “avret” ismi verilir.
Arabçada “Setr” örtmek demek.
Eskiler setre derlerdi çekete bilirsiniz. Örten demek. Setr, örmek.
Örtmek de Arabçada utanarak, hicab duyarak edebten dolayı Settar Esmâsına hürmeten örtmek demektir. Settar örtücü.
Sana şah damarından daha yakin onu örtüyorsun kendini değil.
İçinde pislik dolu olan bağırsaklarını örtmüyorsun.
Kendini örtüyorsun. Onun için setr bütün vücuda lâzımdır.
“Ama efendim yok da avret yerini mi örtüyorsun?”
O avret yerini örttüğün zaman kendin için o, kendin için o!
Settar için değil.
Efendim yok. Cenâb-ı Allah rızkını kesmiş herifin.
Bakâlim yalınız vücudunu örtüyor.
Öteki işler için ne diyecek diye, imtihan için.
Erkek ve kadında setr-i avret müşterek cepheleri olduğu gibi hususî tarafları da vardır.
Çıplak gezmek insanı nasıl vücudunu hasta yaparsa, kışın çıplak gez. Hasta yatan, zaturre olun, şu olur bu olur yaparsa.
Setr-i avretsizlikte mânevî düzenden bozar.
İnsanın ruhunu berbat eder.
Yüz kızarmasını, yüzü hani bazı utanır da, o ruhun hicabıdır.
Cesed utanıyor demektir!
“Kul dan utanmayan Allah’tan utanmaz!” derler.
Dedelerin sözüdür.
Onun içi setr-i avret yedi türlüdür oğlum setr-i avret.
Etrafı için setr-i avret. Kimse bana bakıp da şöyle bu ne biçim adamdır ne biçim şeydir diye bana bakmasın diye şetr-i avret vardır.
İkincisi yakini için setr-i avret. Çocuğun, karın, kocan için kadınsa.
Bazı herifler vardır. Evin içinde kimsesi yok. Çoluğu çocuğu yok çırılçıplak gezer.
Bu ne islâmdır. Ne hristiyandır, ne mecusidir. Bu bir âlemdir bu.
Hiçe sayıyor Allah’ı.
Bu çok ayıp bir şeydir .
Hamamda da bazıları böyle yapar.
Aman aman aman secdeye başını koyan böyle şey yapmaz.
Huzur için setr-i avret. Nasıl ?
Efendim bazısının kravatı iri olur da canı sıkılır düzeltir.
Böyle yapar. Kendi huzuru için rahat edemez.
Bu da setr-i avrettir. Kendisi için setr-i avret.
Allah için setr-i avret. Yani El Settar Esmâsı için.
Şirkten kurtulmak için setr-i avret.
“Efendim ben baktım da bir kadın çıplak geziyor!” muymuş da efendim niye geziyormuş.
Sana ne. Dağ başında evliyalık kolaydır.
Tutamıyormuş kendini.
Ulan sen hayvansın. Hayvanlar bile muayyen zaman tutuyorlar kendine. Martta dama çıkıyorlar.
Öteki devirde edeb içinde.
Hanı birisinin iki kardeş varımış.
Evliya imişler bunlar.

Bayburt’tan yukarı Osluk denilen bir köy vardır.
Bayburt’ta gidenler varısa Gümüşhane ile şey arasında Osluk.
Buradan Hüsmen Efendi ile Kadri Efendi iki.
Hüsmen beş altı yaş büyük Kadri Efendiden.
Abdulhamid zamanında.
Kadri Efendi İstanbul’da Kapalı Çarşıda kunduracılık yapıyor.
Hüsmen de Oslukda Bayburt’un o Osluk köyünde çoban.
On onbeş sene birbirini görememişler.
Hüsmen Efendi bir torbaya doldurmuş sütü almış sırtına.
Binmiş gelmiş Trabzon’a oradan binmiş vapura haydi İstanbul’a.
Çoban kıyâfetiyle. Gelmiş, bulmuş kardeşini Kapalı Çarşıda mevsimde kış. Mangalda var orda.
“Nasılsın kardeşim?”
“İyiyim!” demiş.
Asmış torbayı oraya sana süt getirdim. Süt duruyor, torbanın içinde. Damlama yok. Eeee o kadar da hüneri olsun beyim. Allah yolunda bu kadar uğraşmış.
Torbanın içinde de sütü aktırmasın. O kadar hüneri olsun onun.
Acayiplik yok. Öteki de “Nasılsın kardeşim?”
“İyi işte!”, sarmaş dolaş olmuşlar.
O sıra Hüsmen ayağa takılmış mangala, mangal devrilmiş.
“Telaş etme!” demiş Kadri Efendi de toplamış şeyleri, mangalın içine kömürleri.
Onun da hüneri o.
Doldurmuş eli meli yanmamış.
Yanmamış. Yanmaz haaa. Ulan bir basit maşa tutuyor ateşi.
Bi de insan da. İnsan maşayı icad etti. İnsan niye tutmasın.
Ama benim elim yanıyor. Senin elin el değil ki yanmasın.
O sıra da diyor bir hristiyan madamı girmiş ayakkabı alacak.
Kadri Efendi oturtmuş kadını “bu ayakkabı böyle” falan derken bizim Hüsmen Efendi kadının ayağına dikmiş gözünü.
Derken süt çırp çırp çırp başlamış damlamağa.
Kadın gitmiş. Kadri Efendi demiş: “Abi demiş Osluk’da dağ başında evliyalık kolay. Burada asıl!”
Bazınız kızarsınız.
Efendim şimdi zaman şöyle karışmayın.
Sen kendini tut. Sen kendini hakiki tutarsan hiçbir şey görmezsin.
Hiç kimseye kimsenin söz söylemeye hakkı selahiyeti yoktur.
Ne dinen, ne kanunen, ne nizamen, ne edeben, ne nezaketen. Kendiliğinden setr-i avret tenasül a’zazsı açık olan mahlukta yoktur.
Göster bana bir mahluk ki tenasül a’zası açık olsun.
Hiç birinin yoktur. Kimisi tüynen, kimi kuyruk.
Yalınız insanda tenasül a’zası açık olduğu için insana setr-i avret emrolunmuştur.
Gözün burnun kulağı, yerin yemeğin vücudun için sihatin için bir çoook setr-i avretler vardır.
Bunları bir her müslümanın bilmesi lâzımdır.
Eğer bunu böyle yaparsan vücudun yarın Huzur-u İlahîye ye gittiği zaman bir şeyden utanmaz.
Utanmadı mı mezarda insanın cesedi çürümez.
Cesedin çürümesi, yarın cesede ruh geldiği zaman bakıp da:
“Yahu ben bu cesede iken şöyle edebsizlikler yaptım!” diye utanıp da Allah’tan Yâ Rabbî beni affet dememekten alı koymasın kendini diye Cenâb-ı Allah cesedi bile yok ediyor.
Onun için cesedine setr-i avret.
Nasıl olur muş cesede setr-i avret?
Elinde elma var yiyorsun, yere düştü al hemen.
Yok sokma ağzinâ yıka ye! Eline al yıka ye!
Aldığın üzümü yiyeceksin yıka ye!
Öküz gibi böyle hırsız gibi doldurma ağzına!
Bazısı hıyarı alır böyle sümüğünen beraber yer.
Bu İslâm değil!
İşte setr-i avret!
Bunlar insanı mahveder.
Aziz cemaat namaz kılmak kolay, hep kılıyoruz.
Namazın bize vereceği çengellerle Cenâb-ı Allah’ın makamlarına yükselmek için bunları yapmak lâzım.
Hııı pençereden dışarı burnunu, bi de kıçına sür!
Yahutta bak etrafına köprüye sür, duvara sür, ağaca sür.
Bu setr-i avretsizlikdir.
Bu insanın bin senelik namazını an-ı vahidde yok eder.
Onun için her şeyi gizlemek lâzım.
Evin içinde kimse yok diye çırıl çıplak gezme.
Onun için Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerimde tedâvi olunuz diyor. Vücudunuza hastalık gelirse tedavi olunuz diyor.
Yani: “Vücudunuzda Ben Hayy Esmâsıyla varım, Bana hürmet edin, Ben iyi besleyin!”
“Ben kulumla görürüm. Kulumla işitirim. Kulumla yürürüm!” hikayeleri bunlardan başka bir şey değildir.
Onun için vücud ibadetlerin hareketleriyle fenâlığa meyyal taraflarını temizler.
Sende ne. Setr-i avretle, vücuduna bakmakla, nefis, mânevî, ruhanî tarafını Nurlu kimselerin sohbet ve telkinleriyle ibadetin görünmeyen feyz kapılarından içeri girmeye başlar insan.
O zaman bu feyz iki türlü gelir.
İlk tarafta içerden, kendinden, kendini temizlersen, kendinden gelir, sonra da dışardan gelir.
“Kendinden nasıl?”
Hepimizde salâvat-ı şerife getirin.
Nur-u Muhammedînüvesi vardır biliyor sunuz.
O nüve açılır, kestane kabuğu gibi yarılır.
Vücud nurlanmağa başlar. Bu nuru görmek çok güç.
Göründü mü, ziyâya koşan kelebekler gibi ötelerden.
“Öte neresi?”
Anlamadıysan yuhhh sana.
Ötelerden yıldırım suratıyla feyz ve nurlar size yağmağa başlar!



KELİMELER:


Mükerrem: Hürmet ve tâzim edilen. İkram olunmuş. Muhterem. Kerim olan.
Küffar: (Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler.
İnd: Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir.
Ta’zim: Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak.
Mertebe: Derece. Basamak. Rütbe. Pâye.
Avret: Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım. Kadın. Zevce. Nikâhlı. Gece uykuya yatacağı vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde "avret" denir. Öğlen ve öğle uykusu zamanına da kezâ aynı isim verilmiştir.
Setr-i avret: Başkalarına gösterilmesi haram olan yerleri örtmek. Şer'an örtülmesi lâzım gelen yerlerini örtmek. (Bak: Avret-Tesettür)
Settar: Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten.
Tenasül: Türemek. Nesil yetiştirmek. Üremek. Birbirinden doğup türemek.
A’za: (Uzv. C.) Bedenin her bir uzvu. Bir cemiyete mensup kimse.
Meyyal: Çok meyleden, eğilen. Çok istekli, düşkün.
Nüve: Çekirdek, asıl, menba.


ÂYETLER:

Allah’ın keremi ne:

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
.
Resim---" Ve le kad kerramna beni ademe ve hamelnahüm fil berri vel bahri ve razaknahüm minet tayyibati ve faddalnahüm ala kesirim mimmen halakna tefdiyla:
Andolsun ki, Biz adem-oğullarını mükerrem kıldık ve onları karada ve denizde (nakil vasıtalarına) yükledik ve onları leziz, temiz şeylerden merzûk ettik ve onları mahlûkatımızdan birçokları üzerine ziyâdesiyle üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)

Yâ Rasûlüm herkes ölecek, Sende öleceksin:

إِنَّكَ مَيِّتٌ وَإِنَّهُم مَّيِّتُونَ

Resim---" İnneke meyyitüv ve innehüm meyyitun: Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer 39/30)

Şah damarından daha yakinim:

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
.
Resim---" Ve le kad halaknel insane ve na'lemu ma tuvesvisu bihi nefsuh ve nahnu akrabu ileyhi min hablil verid:
Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Kasım Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

RASTGELE!
Tarih: 08.11.2009 Saat: 21:31 Gönderen: kulihvani

Resim

RASTGELE!

Halim
Mina
Gariban


“Rastgele!..” derler…
Denize açılan balıkçılara söylenir daha çok.
Oysa “Rastgele” bir şey yoktur ki hayatta…
Rastgele olan tek şey belki de bizim hükümlerimizdir…

İnsanın algısı OLAN’ a dönüktür… Dolayısıyla hükmü de…
Gözlemlenen olaya ilişkin insan zihninde mutlaka bir yorum… bir hüküm oluşur.
Bu hüküm, KABUL’e ya da RED’de ilişkindir…



Halim:
“Rastgele!..” derler…
Denize açılan balıkçılara söylenir daha çok.
Oysa “Rastgele” bir şey yoktur ki hayatta…
Rastgele olan tek şey belki de bizim hükümlerimizdir…

İnsanın algısı OLAN’ a dönüktür… Dolayısıyla hükmü de…
Gözlemlenen olaya ilişkin insan zihninde mutlaka bir yorum… bir hüküm oluşur.
Bu hüküm, KABUL’e ya da RED’de ilişkindir…

“Böylece ikisi yola koyuldu.
Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi.
(Musa) Dedi ki: "İçindekilerini batırmak için mi onu deldin?
Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın." (Kehf Suresi, 71)”

“Andolsun sen şaşırtıcı bir iş yaptın” diyor Musa as.

Ne kadar da bildiğinden emin…

Biz de hayatta sık sık böyle hükümler veririz ve olanlara şaşarız
Musa as. gibi… Çünkü olan olayın gerçek nedenini,
hikmetini bilemeyiz o an…

Ve bilmediğimizi de unutur da biliyoruz sanarız…

İnsanın geleceğe dair planları daima kendisi için iyi olduğuna inandığı
şeylerle doludur.

Daha iyi şartlarda yaşamak, mutlu olmak, başarılı olmak vs. ile doludur
yarına dönük zanlarımız…

Yarın ölmek, yarının olmaması, güneşin doğmaması veya tüm varlığını
kaybetmek gibi olaylar ise hiç yoktur sanki hayatta da hiç onu
bulmayacaktır…

Ve biz şaşarız; "Bu niye oldu şimdi !!!!"diye… Şaşarız çünkü sanmışızdır ki
hayat bizim planladığımız gibi gidecektir ya da öyle gitmek zorundadır …
Sanki bizimmişçesine hayat ve sanki bizmişçesine hayatımız üzerinde tek
hakim olan…

Yaşadığımız sıkıntılı bir günün ardından bizim istemediğimiz RED ettiğimiz
bir şey olmuş demektir… İstemeyiz çünkü biz sadece o an gördüğümüze
dair bir hüküm vermekteyizdir. Ama;

BİR’ isi şaşırtıcı bir iş yapmıştır… Çünkü;

“İnsan hayra dua eder gibi şerre dua eder. İnsan çok
acelecidir. “
İsra Suresi 17/11

O anda yaşadığımız hal nedeniyle… sanki beynimizde
şimşekler çakar tıpkı bir flaş patlaması gibidir yaşadığımız şok… Ve
algımız tıpkı bir fotoğrafa bakmak gibidir… Sadece o an olanı görürüz...
Eksik gördüğümüzü de unuturuz...

Bir Fotoğrafa bakarken bile gördüğümüzün yalnızca o fotoğrafı çekilen şey olduğunu sanarız.

Oysa o anda fotoğraf makinasının flaşından çıkan ışığı görmekteyiz…

Gün içinde gördüğümüz tüm şeyleri de gün ışığı ile görürüz de ŞEY-ler
kalır aklımızda…

Zâhiri olarak gördüğümüzü dahi eksik gördüğümüzün farkına varmazken…
düşünmezken… Yaşanan bir olayın tüm yönlerini görebileceğimizi
düşünmek hayalcilik olur…ZAN olur…

Olan şeyin bir öncesi vardır ve bir de sonrası… Tek başına o andan ibaret
değildir o olay ama insan kendisinin tek başına olmadığını unuttuğu için
olan şeyi de kendi başına rastgele olan bir şey zanneder…

“…Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın…”
(Hud Suresi 11/56)

Perçeminden tutanı unutmuştur insan…

NEFS kulak ise AKIL sözdür…

Unutmasa akıl… Doğru şeyler söylese de NEFS’ i zor durumlara sokmasa
ne güzel olur…

Ama nasıl bilsin ki akıl doğruyu… Ancak bildiğini doğru sanmaktır marifeti…

Oysa sürekli değişen alemde doğrular da değişmektedir…
Zamana, mekana ve imkana göre… Meselâ;

Domuz eti yemek haramdır ama başka imkanı olmayan bir insanın
ölmeyecek kadar yemesi haram değildir…

Namaz Müslüman olana farzdır… Ama özel günlerinde kadınlar bundan
muaftır…

Bebekken altımızı ıslatmak doğruydu bizim için en doğal hakkımızdı…
Şimdi ise şaşılacak bir iştir…

“Hiçbir şey bilmediğini bilmen için çok şey öğrenmen
gerekir” demiş birisi…

Belki de bunun içindir hayatta sık sık yaşadığımız üzüntüler… sıkıntılar…
Bize her şeyin bildiğimiz düşündüğümüz gibi olmadığını anlatmak…
hatırlatmak içindir…

Hz.Ali (kv);
“Allah’ı istediklerimin olmamasıyla bildim”
buyuruyor.

İstediklerimiz olmadıkça ya da istemediklerimiz oldukça bizden beklenen
budur elbet... Allah'' ı analım... bilelim...
Fakat insan zihni “OLUMSUZ” u unutmaya meyillidir…
Acılar, üzüntüler canını acıtır ama unutulur zamanla… ve hayat akar gider
bir şekilde…

Sonra insan bir bakar ki geriye doğru…
Üzüldüğü… dert sandığı… çile sandığı şeylerin hiç birisi
"Rastgele" değilmiş…
Kendisinin şu an bu halde olması için hazırlanan bir proğramın
uygulaması imiş…İnsanın kendisine rağmen İŞleyen...

Çünkü insan rastgele gelmemiş ki bu dünyaya… Onu burada var edenin
bir muradı var imiş…

Bu murad aynı zaman da o kulun da kalbinden geçen şey imiş…
Çünkü o bunu dilemiş bir şekilde…
Yaşadıkları kendisi için lazım ve layık imiş…

Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır.
Hud Suresi 70/19

İnsan sabredemezmiş yaşanan şeyi neden yaşadığını
gerçekten şaşmaz bir bilgi ile bilinceye değin…

Ve Rabbına kulluk yap tâ sana o yâkîn gelene kadar
Hicr Suresi 15/99


Mina:
Birbirine uygunluk (muvafık oluş). Rast gelme.

Kâinat, ALLAH’ın kudret kalemiyle yazılmış muhteşem bir kitaptır. Bu kitap, baştan sona tevafuklarla doludur. Güneş ışığının gözümüze uygunluğundan, organlarımızın birbirine uygun olmalarına kadar her şeyde nice tevafuklar vardır.

Tevafuk, rast gelme manasında da kullanılır. Meselâ, evde otururken, birden içimize dışarıya çıkıp dolaşma hissi doğsa ve çıktığımızda sokakta, yıllardır görmediğiniz bir dostumuzla karşılaşsak bu bir tesadüf, bir rastlantı değil; tevafuktur, ilâhî bir ikramdır.

Rabb’im hikmet sahibidir, her işi hikmet doludur Sevdiği kullarını da hikmetten nasiplendirir Öyleyse, “Ya Rabbî! Bana hikmet ver ve beni hayırlı kulların arasına dahil eyle!” (Şuara-83) demeli de hikmeti, her kula nasip olmayan bu mavera iksirini arzulamalı..


ARZULAMAK, KAVUŞMANIN ÖNSÖZÜDÜR

Kişi arzulamalı ki kalbi ve ruhu kavuşmaya layık bir hâl edinebilsin
Ama hikmet çok yükseklerde uçan bir kartaldır ki sıradan duygu-düşünce sahiplerinin bahçesine konmaz...

“O hikmeti dilediğine verir Kime hikmet nasip edilmişse, doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler” (Bakara-269)

İşte bir hikmet avcılığı: “Ashaptan Ebu Hallâd (ra) anlatıyor: Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: “Bir kimseye dünyaya karşı zühd ve az konuşma hasletlerinin verildiğini görürseniz ona yaklaşın (ve sözlerini dikkatle dinleyin) Çünkü o hikmetli sözler eder veya ona hikmet ilham edilir”

Hikmet ne yemeğe benzer ne eğlenmeye Dünyadaki her zevkin, güzelliğin üstünde ve ötesindedir Kalbin ve ruhun derin bir buutta kendine gelmesiyle belirir ki bu hâl, bütün dünya ilgilerinin, kaygılarının uzağında insanı mutlak Hikmet Sahibi’ne çeker durur....


M SAİD TÜRKOĞLU

Rastgele…Tevafuğu...Sonrası da Hikmeti ÇAĞRIştırdı İÇimizde...
Cenab-ı Hak razı olsun inşallah Halim Can...
muhammedi sevgiyle...


Halim:
Cenab-ı Hak senden de razı olsun inşallah Mina Can...

Tevafuk dediğimiz kelimeye ve türevlerine beraber bir bakalım inş....
Belki başka açıları da görürüz Allahın izniyle...

TEVAFUK; Birbirine uygunluk. Muvâfık oluş. Rast gelme hali. Nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak.

NİZAM; Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. * İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. * Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet.

TEVAFFUK; (Vefk. den) Muvaffak olma, başarma

VEFK; Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.* Tesirli dua.

MUVAFİK; Uygun. Yerinde. Denk.

MUVAFFAK; Başarmış. Gâyesine erişmiş. Ulaşmış. Başarılı.

Bakın burada altı çizili kelimelerde...

Nizam... İcaba uygun yapılan kanun...Uygun olma... Gayesine ulaşma... Başarma vs...

Bunlar bir iradeye has kavramlardır. Biz bu iradenin muradını bilemediğimiz içindir ki olan şey bizim için TEVAFUK'' tur... TESADÜF'' tür...

Tevafuk veya tesadüf dediğimiz şey olan olaya ilişkin değildir bana göre...
Olan olay karşısındaki aczimize, hikmetten yoksun oluşumuza verilen isim ve sıfatlardır...

Sevgi ve selam ile


Barboros:
Sevgili Halim can,
Bu güzel yazı için Allah razı olsun kardeşim.
Ben başka söz bulamıyorum, hep rıza arıyorum BİZe ondan ötürü Allah razı olsun demekteyim hep yazılarımıza.

RASTgele ve TESADÜF kelimelerini birlikte incleyelim dilersen ve görelim bakalım bize neler verecekler.
Önce bir TESADÜF kelimesine bakalım. Tesadüf etmek fiili arapçada "Müsadefe" demekmiş. Burada bir SADEFE ve SADAFA koku ile karşılaşıyoruz. O zaman bu Sad -Dal- Fe ile yapilan kelimelere bir göz atalım. Aşağıda bu kelimeye ilişkili olan bazı arapça ve farisî kelimeleri listeleyelim:

Def'': Ortadan kaldırmak, Öteye itmek. Mâni'' olmak. Savmak.Savunmak. Himaye etmek.
Fık: Bir dâvayı müdafaa için başka bir dâva açmak

Daf'': Necis, pis.
Duf: (C.: Düfuf) Def.

Sadef: Deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. Sert, parlak ve şeffafa yakın madde. İnci kabuğu.

Sedef: Karanlık ve aydınlığın karışması. Gece ve sabah. Sabahın evveli.
Sadefe: (C.: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu. Kulak içi.

Esdaf: Sadefler, inci kabukları. Midye ve isridye gibi deniz mahluklarının şeffaf, parlak kabukları.

Sad'': Yarılmak, yarmak. Kesmek, kat''etmek. Göstermek. İzhar etmek. Beyân ve meyl etmek, açıklamak.

Sada'': Kasd ve teveccüh eyleme. Bir şeyi âşikâre söylemek.
Mevkiine tevcih ve isabet ettirmek. Kat''etmek. İzhar ve beyan etmek. Yarık ve çatlak. Bir şeyi ikiye yarmak

Bu kelimelerin manalarına bakılırsa Te-SaDaFa içteki sahip olunan daimiyetin zuhuru yani OL-AN olur daimiyet devam eder, sen buna engel olamazsın . Te harfi ses getiren yani senin gördüğünde şaşırıp kaldığın olaydır. Istiridye kabuğundaki zuhur eder.

"Def" ile batından öteye def edilmek ötelenmek yani zâhir olmak, aşikar olmak. Bir olay zuhur ediyor ve bu olay sizin tedbiriniz dışında. Def kelimesindeki savunma ve mani olma koruma manalarına bakarsak Sa-Def ''te bir manilik söz konusu neye mani olma var neyi savunuyor "def"? Sizin tedbirinize ve açığa çıkacak olayın çıkması için olayı savunuyor.

ANsızın gelir şaşırtır, bir tedbir alamazsınız, engelleyemezsiniz olmasını. Bir sebebe dayalı olmuştur OL-AN. O zaman Sedef içindeki olay incisini vakti gelinceye kadar korur, büyütür ve şartları oluşAN''a dek bekler, ve her işin bir vakti vardır. Vakit gelince, Te harfiyle olay incisini zâhire DEF eder, DEF'' TEn( çalgı aleti DEF) bir ses gelir ozaman ve o boş kalan SADEF(istiridye kabuğu) kabuklarının arasına seni koyar bu sefer ve kabuklarını kapatır da hapsolursun, senin bir şey yapmana fırsat kalmadan senin tedbir almana mani OLAN bir hadise zuhur eder. Seni bağlar ve sen elin kolun bağlı şekilde sadece izlersin. Buna işte acizâne anladığım kadarıyla TESADÜF derler Halim Canım. Halkın TESADÜF diye bahsettiği OL-AN böyle bir TESADÜF işte. Şimdi benim bu yazdığım yazıda böyle bir TESADÜF oldu şuANda işte.

SAD harfi için Bawa Baba biçimlendiricidir şekil vericidir der. SADEF''te, kabukları içinde inciyi şekillendirir. Bizim SADrlarımızın Fi sinde ne şekilleniyor acaba , habirem kalıptan kalıba dökülüyor, bir parlıyor bir batağa saplanıyor. Allah yardımcımız olsun ne deyim. Bunu o âyet-i kerimedeki SADR lar deşildiğinde cümlesine şahid olunca anlıyacağız sanırım.

Bak bu eski kandiller vardır hani parmağını sokarsın içine (fi sine) bir Mum diker kandil yaparlar. Gördün mü hiç sen onları aynı SAD harfi gibi yahut SIN harfi biçimindedir üzerine mumu dikince Nar ve Nur ikisi birden geliverir olur sana NeFiS bir maNZARa. Sine içindeki Nur mu Nar mı artık Allah bilir doğrusunu.

Şimdi bu RAST gele tabirini inceleyelim. RAST kelimesi dilimizde makam olarka müzikte RASTI diye kullanılır. Acemce bir kelimedir demek ki Acemi bir kelime bu. Biz bu tabiri dediğin gibi balıkçılıkta kullanırız ama buna bir isim ekleriz ya HAYYdi RAST gele deriz yahut bir iş için ALLAH RAST getirsin deriz. Rasti kelimesine osmanlıca sözlükten bakınca

Rastî: Doğruluk, gerçeklik

Rast Gelmek doğru ve gerçekliğe gelmek, Allah hayr versin Halim can. Rasta gel emi. ST harflerinde bir iSTemek manası vardır hep der hocam yani arzu vardır dilek vardır, gizli dua vardır. Re ise Rızadır Resüldür ama biz Rıza diyelim. RAST ta bir Rıza arama isteği vardır. Rast gele emi ! İstediğin, dilediğin , aradığın Rızayı bulasın. Biz hangi denizden balık avlarız Halim can ? Bize RASTgelsin, doğrusu düzğünü ve hayr ol-an rast gelsin , bize dilediğimiz ve aradığımız Allah rızası gelsin inşaallah. Allah rızası dileyerek başladığımız yazıyı , Allah rızası dileğiyle bitiriyoruz. Al sana SADEFin iki kabuk parçası, RIZAda bunun incisi OL-SuN inşaallah cAN DoST...

Selam sevgi ve dua ile
Gariban


MİNA:
Değerli Gariban Can....

Allah rızası dileyerek başladığın yazınla, BİZce amin deriz..

Allah razı olsun demek Allahü teâlâ, seni razı olacağı hale getirsin manasında bir duadır. ...diye BİLiriz..
BİR de, Bir şeyi istemek, ona nâil olmak demektir; Zirâ Allâhu Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez...deriz...

inşallah öyledir...
Gariban yazmış:
Rasti kelimesine osmanlıca sözlükten bakınca

Rastî: Doğruluk, gerçeklik

Rast Gelmek doğru ve gercekliğe gelmek,

Allah c.c rast GETİRsin O zamAN...


Halim:
Eyvallah Mina Can, Gariban Can…Yüreğinize bereket inşallah…

Biliyor musunuz… Bazen böyle bir konu üzerinde düşünürken
toparlayıp ta yazmak öyle zor oluyor ki…

Çünkü kelimeler bir türlü yerli yerine oturmuyor içimde…
Hepsine değineyim desem o zaman hem yazı uzayıp gidiyor
hem de konu bütünlüğü kayboluyor…

Değinmeyim desem o zaman da bir şeylerin eksikliğini duyuyorum…

İşte böyle olunca o zaman sizlerin bu değerli paylaşımları katkıları
imdadıma yetişiyor. Söylemek isteyip te söyleyemediklerimin yanında
nice nice de yeni şeyler öğreniyorum. Eksiklerim tamamlanıyor ve BİZ
BİRliği içinde her şey daha güzel görünüyor gözüme gönlüme…

Allah CC. Razı olsun gönüllerini BİZimle paylaşanlardan…

Herkes aynı şeyi görse zaten Mina Can… Muhabbete ne gerek…

Sen öyle gör… ben böyle… diğeri daha başka güzellikte…

Her gönül bir şekilde görür... Çünkü görüp te sevdiği KENDİsidir…
.

Ey nefsim! Deme:
"Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş
(Pek çok sevmek. Bendelik etmek. İbâdet etmek.) eder.

Derd-i maişetle (Geçinmek derdi ve zorluğu. Maişet derdi.)
sarhoştur." Çünki ölüm değişmiyor.

Firak,( Ayrılık. Ayrılmak. Hicran.) bekaya kalbolup başkalaşmıyor.
Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor.
Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür''at peyda ediyor.

Hem deme: "Ben de herkes gibiyim.
" Çünki herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.
Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise,
kabrin öbür tarafında pek esassızdır. Hem kendini başıboş zannetme.

Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi
nizamsız gayesiz göremezsin.

Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?

Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller.

Riale-i Nur Sözler-170

Basîr ve Alîm''dir. Tesadüf onun işine karışamaz. İşte o Zât-ı Zülcelal''dir ki, şöyle ferman ediyor:


اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ * وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ
.
deyip, hem kemal-i kudretini ilân, hem kudretine nisbeten Haşir ve Kıyamet gâyet sehl ve külfetsiz olduğunu beyan ediyor. Emr-i tekvinîsi, kudret ve iradeyi tazammun ettiğini ve bütün eşya, evamirine gâyet müsahhar ve münkad olduklarını ve mübaşeretsiz, mualecesiz halkettiği için icadındaki sühulet-i mutlakayı ifade için, sırf bir emirle işler yaptığını, Kur''an-ı Mu''ciz-ül Beyan ile ferman ediyor.

Hasıl-ı kelâm: Bir kısım âyetler eşyada hususan bidâyet-i icadında gâyet derecede hüsn-ü san''atı ve nihâyet derecede kemal-i hikmeti ilân ediyor. Diğer kısmı; eşyada, hususan tekrar icadında ve iadesinde gâyet derecede sühulet ve sür''atini nihâyet derecede inkıyad ve külfetsizliğini beyan eder.

(Sözler - 197)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Kasım Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

TASAVVUF VE SÛFÎ
Tarih: 16.11.2009 Saat: 23:50 Gönderen: kulihvani

Resim

TASAVVUF VE SÛFÎ
Kul İhvanî

Ebu Alî Rüzbâri (kaddasallahu sırrıhu): “Tasavvuf ibâre (cümle, parağraf) ilmi değil, işaret ilmidir” buyurur.
Bunu derken tasavvufî kitâb okumak v.s. mesele değildir.
İşaret, ibârenin içindeki SÖZün ÖZündekidir...


Tasavvuf: Mâsivâ Mes’uliyetine düşmemek için insaf ve edeb ilmidir.

Cüneyd (kaddasallahu sırrıhu): “Dildeki sözün, kalbdeki özünü aşmasın!.. Kâal (söz) hâli geçmesin!” dediğinde:
“Hâl nedir?” diye sorana ise Cüneyd (kaddasallahu sırrıhu):
“Lâ havle vela kuvvete illâ billahi’l-aliyyü’l-âzim. Hasbunallah ve ni’mel vekil” buyuruyor.


Çünkü, hâli; HAKK (celle celâluhu)’nun Hazır ve Nazır olması, güç ve kuvvetin O’nda olduğu ve vekil edinilmesinin şart olduğu şeklinde idrak edip anlıyor ve yaşıyor.

Kur’ân harfleriyle ALLAHÛEKBER yazıyorsun, bu ibâredir.
İşaret ise Elif, Azametullah; Lâm, Heybetullah; He, Kurbullah ve özümde de sözümde de ekber olan ALLAH (celle celâluhu)... görüşüdür.
Onun için:
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “İftitah tekbirinde: “ALLAHÛEKBER Zü’l-Melekûti ve’l-Ceberûti ve’l-Kibriyâyi ve’l-Azamet!” buyuruyordu.

“ALLAHÛEKBER!” ibâresinin işaret ettiği ise:
Zâhirî sanatın ve saltanatın, bâtınî İlâhî kuvvet ve kudretin, ezelî kibriyânın ve ebedî azametin Mutlak Sahibi ALLAH en büyüktür.
Çünkü Azemetullah irfânından huşû’, Kudretullah irfânından huzû’ doğar...
İRFAN’ın hakikatı ise; Hakk-ı ZÂT’ı ve ZÂT-İ HAKK (celle celâluhu)’yu bilmektir.
HAKK (celle celâluhu)’nun Zâtını ve Zâtının kulu üzerindeki haklarını bilmektir.

Harisi Muhasibî (kaddasallahu sırrıhu): İlmiyle âmil olanı âlim, hakikatle hâmil (yüklü) olanı ârif diye nitelemiştir.

Onun için tasavvuf, tahalluk (öğretim, eğitim, terbiye, ahlâklanma) ilmi ve tahakkuk (ilmin, bilgi irfânına dönüşü olan mârifet) irfânıdır.

Ârif: İlâhî aşkın ulvî gerçeğini bilen ve bilgisi hakikî zevk olan kâmildir.

İnsan-ı Kâmil ise, sürekli ve sonsuz olan ilâhî varlık akımını; yâni şimdi-şu anda; Şe’enullahtaki “kün-fe yekûn!..” akışını seyreden, tecellî tezgâhının şıkırtısını duyabilen ve Muhammedî muhabbet, merhamet, hasbî hizmet ve hakikate mazhar olandır.

Ârif isen sen de HAKK (celle celâluhu)’ya dön, halkı ölü gör ve dört tekbir getir...

Ârif o kimsedir ki nefsi üzerindeki hâkimiyet ve himmeti ALLAHÜZÜ’l-CELÂL’in rızasıdır...
Ârif için nefs, HAKK Teâlâ yolunun bineğidir.
Nefsi bezdirmeden ve azdırmadan kullanabilmek mârifet hüneri ister...
Elbette selin taşkınlığı hasretten, deryanın durgunluğu DOST’tandır.
Çile rüzgarlarının dalgalandırması ise ayrıca bir zevktir.
Aslında âşıklar için çoşmalar, taşmalar, hayrette kalıp şaşmalar hepsi “Ayna”nın önündedir ve aynanın ardında (sırr’ın arkasındaki a’mâ’da) Sükûn, Sükût, Huzûr ve Heybet vardır...
Tıpkı yüzü dalgalarla coşan denizin özünün (içinin) dinginliği gibi...
Onun için bu yolda iki ata binilemez ve emel eli (mâsivâ) olana eren eli (Mevlâ) olamaz (uzatılamaz)...

İyi dinle ve iyi anla ki ârif olan âşık; altı yüzü (dört duvar, tavan,taban) ayna olan bir oda (İNSAN) içinde iken; öz ve göz yaşıyla can camını delip arkasındaki sırrı silen ve sonsuzu seyredendir...
Şeffaf vücûdunun içi dışında, dışı içinde ve çırılçıplaktır...
Bu letâif lâtifesinin lâtifliğini anlamak da hikmettir...

Ahmak olan âlim ise altı yüzlü bu dünyanın esiridir...
Sağı-solu-önü-arkası- altı-üstü vardır; ancak özü (içi) donmuştur ve kördür...
Yedinci yönden yoksundur...

Muhammedî Merhameti, Muhabbeti, Hasbî Hizmeti ve Hakikati binbir yönden işlemeye azm ediyoruz.
Çünkü İrfana, âriflerin izindeki işâretleri takip ederek ulaşabiliriz.
Dosta giden yol, DOST’un Dostlarının dilleridir.
ALLAH (celle celâluhu)’ya giden yol ALLAH Dostlarının kalbinden geçer.
Onun için biz; HAKK’a giden yolda; halkı, ma’zûr (özürlü, uyandırılmaya muhtaç) görür ve dikkat ederiz.
HAKK (celle celâluhu)’nun halkına, halk gözüyle bakıp nefret etmeyiz de HAKK özüyle bakıp merhamet ederiz.
İnsanın bâtını tekemmül kaynağı Kur’ân-ı Kerîm ile zâhiri tekemmül meydanı olan bu âlem arasında; Makam-ı Mahmud’da oturan Muhammed (Aleyhi’s-Selâm), yüzdeki kesretle özdeki vahdeti, tevhid terazisinde tahkik tekemmüle dönüştürüp ümmetine ikrâm etmektedir.

İlim vasıtalı iken; irfân vasıtasız, ilhâmî ve vehbî dir.
RABB (celle celâluhu) ile kulu arasındaki tek engel davadır.
Dava etmekten RABB’imiz (celle celâluhu)’ya sığınırız.
Mânâyı zevk ediyoruz.

Biz âcizâne arz ettiklerimizi; Muhammedî Nesl-i Cedidi, bâtıl ve şerrin uşaklarından korumak ve uyarı hasbî hizmeti için yapmaktayız...
Onun içindir ki ikide bir ya Kur’ân-ı Kerîm ya da Hadis-i Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e başvuruyoruz.
Sırât-ı müstakîm (istikamet üzere olan sırat: yol) gerçekten kıldan ince, kılıçtan keskin ve gerili bir tel gibidir.
Solunda Tefrit Uçurumu ve sağında İfrat Uçurumu vardır.
Ayağını bastığın kopmaz ve tek ip (Habli’l-Verid) ise Şerîatı Garra olup i’tidal üzeredir.
Böylesine iki cehennem (dondurucu Zemherira Tefrit Cehennemi ile Yandırıcı Cahîm İfrat Cehennemi) üzerine gerilmiş bir telin (İmkanla İmtihan olan SIRAT KÖPRÜSÜ) üzerinde yürüyecek nefs canbazının uyur, uyurgezer, sarhoş, kaypak, kalleş, dönek v.s. olmasını nasıl düşünebiliriz ALLAH aşkına...
Nefsimize; Hakkı-bâtılı, hayrı-şerri ilimle iyice öğretip, edeble eğitip, terbiye edip ve irfânla antrenman yaptırıp, îkan (kani, tatmîn olmuş, emin, kendine ve RABB’ine güvenen bir nefs olarak) ve besmele ile yola çıkarıp dua etmeliyiz!..
İşin başı bu ve sonra seyr-ü-sülûk...

Tasavvuf ”Tek Gerçek”i bilme, anlama ve yaşama hazzıdır.
Tek Gerçekse; bu âlemde, TEVHİDULLAH’a şehâdettir.
İnsan nefsi öyle muhteşem ve mükerrem dekâik (incelikler) ve hakaik (hakikatler) ile mücehhezdir ki formüle edilip, işleme geçirildiğinde; can bazarındaki tevhid telini (sırat köprüsü) Biiznillahi Teâlâ geçer ve ”son uç” ta ALLAHÜ ZÜ’l-CELÂL’in:


يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً فَادْخُلِي فِي عِبَادِي وَادْخُلِي جَنَّتِي

Resim --- '' Ya eyyetuhennefsulmutmeinneh. İrc'i ila rabbiki radiyetem merdiyyeh. Fedhuli fi 'ibadi. Vedhuli cenneti. : “Ey Mutmaîn (kesin inanmış, kani’olmuş, tatmîn olmuş) nefs! RABB’ine dön! Razıyeten (O’ndan razı olmuş bir kul olarak) ve Merzîyyeten (kendisinden razı olunmuş bir kul olarak) ! Kullarımın (Muhammedî oluş şuûruna nâil olan) içine gir (katıl) ! Ve cennetime (Darü’s-Selâm’a, selâmet yurduna, Cemâl âlemine) gir (buyur) !” (Fecr 89/27-30)
İlâhî hitabı ile karşılanır...

Bu âlemde insanın (nefsin) ömür boyunca süren bu sırât-ı müstakîm yolculuğunun başlangıcı Emrullah’a seyr-ü-sülûk (imkanla imtihan), sonucu ise nefse va’dedilen Muradullah’tır. ALLAHÜ ZÜ’l-CELÂL ise va’dinde sadıktır:


رَبَّنَا إِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لاَّ رَيْبَ فِيهِ إِنَّ اللّهَ لاَ يُخْلِفُ الْمِيعَادَ

Resim---''Rabbena inneke camiun nasi li yevmil la raybe fih, innellahe la yuhliful miâd.: “RABB’ımız! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan Sensin. ALLAH asla va’dinden (sözünden) hulfetmez (caymaz).” (Âl-i İmrân 3/9)

Sıddık Sûfî, Kâmil Ârif, İlâhî Aşık olan Muhammedî Mü’min; hayal ile değil hakikatle, tasavvur ile değil; Muhammedî Tasavvuf vuslatı ile muradı olan Muradullah’a nâil olur.
Murad, Muradullah olur…
Onun için Ebu Bekir Sıddık (radiyallahu anhu): “Benim imânım Cebrail (Aleyhi’s-Selâm)’ın imânı gibidir.”
İmâm-ı Alî (keremullahi veche): “Görmediğime ibâdet etmem.” ve
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “RABB’imi RABB’imle buldum.” buyuruyorlar...
Unutma ve aklından hiç çıkarma!..
Seni dünya hayatı aldatmasın:
(Casiye 45/35 bkz.),
İçinde iki kalb yok (Ahzâb 33/4 bkz.),
ALLAH Teâlâ’nın ni’metlerini hatırla: (Ahzâb 33/8 bkz.),
Ahde sadık ol: (Ahzâb 33/23 bkz.),
RABB’ımız (celle celâluhu) bizimledir: (Muhammed 47/35; Sebe’ 34/50; Tâ Hâ 20/46; Tevbe 9/40 bkz.) ve
Muhammed (Aleyhi’s-Selâm) bizim tek özel ve güzel örneğimizdir:
(Ahzâb 33/21).
Ancak, yan gelip yatmayız ve tevhidimizi riske atamayız!..
İlâhî kuralları kesindir.
Biliyorsun, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), sabah namazına kalkamadılar sanıpta Alî (keremullahi veche) ile Fatımatü’z-Zehra validemiz’in başucuna oturup ve iki parmağı ile işaret ederek: “Ey Fatıma! İki rekat sabah namazını kılmadın ise vallahi baban Muhammed (sav)’e güvenme.!” buyuruyor...

Hz Fatıma Validemiz (r a ), henüz süt emmekte olan Hazret-i Hüseyin hastalandığı için sabaha kadar uyuyamamıştı Evlâdının inleyişi karşısında gözlerine sabaha kadar uyku girmedi Hz Hüseyin sabaha doğru bir ara uyur gibi olduğunda, Hz Fatıma bulduğu ilk fırsatta kâinatın sahibine yönelerek sabah namazını eda etmişti Kendisini çaresiz bırakan uykuya ancak bundan sonra vakit ayırabilmişti
Sonra, mescid-i şerifte sabah namazını kıldıran Peygamber Efendimiz (a s m ), âdeti üzere onun evine teşrif etmişlerdi Hazret-i Fatıma Validemizi uyur vaziyette görünce, onun sabah namazını kılmadığını sandı
– Ey kızım Fâtıma, Peygamber kızıyım diye sakın namazı terk etme! Beni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, namazını vaktinde kılmadıkça cennete gireceğini zannetme, diyerek, namazın hiçbir şekilde ihmal edilemeyeceğini belirtti Buna karşılık Hz Fatıma:
– Canım babacığım, sabaha kadar uyumadım Sabah namazını kılıp yattım, deme gereği duydu O zaman Efendimiz (a s m ), sevgili kızını şöyle müjdeledi:
– Müjdeler olsun sana kızım! Âhirette böyle sıkıntılar görmeyeceksin


(Namazı Yaşayanlar/Said Demirtaş/Nesil Yayınları)

Ve yine:
Resim --- Ebu Hureyre (radiyallahu anhu): “(Önce) en yakın akrabanı uyar!” (Şuarâ 26/214) âyeti celîlesi inince Resûlullah (sav) Kureyş’i dâvet etti ve (konuşmasının bir yerinde): “Yâ Fatmâ! Nefsini ateşten kurtar! Ben sizin için ALLAH yanında hiçbir şeye sahib değilim!” buyurmuştur.
(Müslim, Îmân 348)

Elbette uçalım, kaçalım demiyoruz!.
Ancak düşmeden ve sapmadan Muhammedî iz üzere yürüyelim, yapmamız şart olanı yapalım...
Ki Berru’r- Rahîm olan RABB’ımız Allah celle celâlihu lûtfü ikrâm ve ihsân eylesin!...


إِنَّا كُنَّا مِن قَبْلُ نَدْعُوهُ إِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّحِيمُ

.
Resim ---''İnna kunna min kablu ned'uh, innehu huvel berrur rahîm.: “Evet Biz bundan önce O’na dua ediyor, korumasını istiyorduk. Gerçekten O, EL BERRÜ’R-RAHÎM (iyiliği bol, merhameti çok) olandır.” (Tûr 52/28)

Ne varki hiçbir zaman unutmamamız gereken şey; nefsi, bâtıl ve şerre çeken dünya sevgisi olup kulun imkanla imtihan âleminde dâima uyanık ve ayık bulunması gerekmektedir:
Resim--- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Hubbu’d-dünya re’sü küllî hatieti ve hubbüke’ş-şey’e yu’mi ve yusimmü: dünya sevgisi bütün hataların başıdır. Bir şeye olan sevgin seni kör ve sağır yapar” buyurmuştur.
(Enes (ra) dan; Kütüb-i Sitte Rezin ilâvesi; Beyhâkî, Şu’abü’l-imân; Hadisin ikinci yarısı Ebu Dâvud, Edeb 125-5150’de tahric edilmiştir.)

Azîz kardeşim,

Şu anda, ne halde ve kim olduğunu “Düz Ayna”da seyret!.
Doğru ve herşey olduğu gibi i’tidal üzere optimum gösteren Muhammedî Aynada...
İfrat, maksimum ve aşırılık olan “İç Bükey” aynada dev gibi görürsün kendini!..
Tefrit, minimum ve aşağılayıcı “Dış Bükey” aynada ise cüce sanırsın kendini!..
Onun için önce Sırât-ı müstakîm üzere İlâhî Aşk Aynasına bak!..
Aklın var ise vicdanındaki (merkezde) düz ayna emrine âmâde (hazır) demektir.
Şeffaf cam ve sırsız ayna ise fetih ve keşif ile ilerideki tekemmül işleridir. tevhidin tecellî temâşâsı...

Biz; birbirimizin Duacısı, Hasbî Hizmetçisi ve Hürmetçisiyiz... Çünkü Muhammedîyiz...
Muhabbete, Merhamete ve Hasbî Hizmete Mecbur ve Me’muruz. Hakikat-ı Muhammedîye’ye ise Muhtacız...
Bu âlemde; hâşâ noksan aramaya değil, mükemmeli seyredip yaşamaya ve şâhid olmaya geldik.
Lâf yakıştırıp, söz tokuşturmuyoruz...
Biz; bir babanın özden de öz, evlâdlarıyız...


Resim--- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ben size, babanız makamındayım.” buyurmuştur.
(Ebu Dâvud, Tahere 4)

MuhaMMedi MuHABBEtle..
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Kasım Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

ONLAR GÜL KOKUYOR!
Tarih: 30.11.2009 Saat: 14:00 Gönderen: kulihvani

Resim

ONLAR GÜL KOKUYOR!
Ayşe Güler

Kanın gövdeyi götürdüğü, İbrâhim (a.s)'ın unutulduğu, kız evlatlarının zâlimce katledildiği (aydınlıkların daha doğarken toprağa gömüldüğü) hâinlerin, zâlimlerin, kâtillerin yaşadığı o dönemde dahî içindeki o HAYYat doluluğunu her sabah güneşin doğuşuyla tekrar yaşayan Hz Hatîce Anamız…

Her dâim korku ve ümit içerisinde, sıkıntılara, çevresindeki cehâlete, vahşete, sabah güneş doğuşunda içinde kımıldayan o genişlik ile şâhid Hz Hatîce Anamız.
Her dâim kurtuluş ümîdini yüreğinde barındıran, bu cehâletin elbette sonu gelecektir diye ÖZünde DUYan Hz. Hatîce Anamız...

Yaşama sevincini bir çiçek tohumu gibi içinde saklayan ve bu tohumu yeşertmek için beklediği ilim suyu, İrfan Güneşi Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in yolunu gözlediği Hz. Hatîce Anamız.

O, Kâinâtın Sevgi Membağının içicisi…

Rasûlullahımız(sav)’in rızık dolu kabı…

O ALLAH’ın Rasûlune (sav) ilk îman eden kadın…

Daha çocuk yaşta anasız-babasız kalan canımız, ciğerimiz, her zerremiz, RABBimiz (cc) ile bağımız Rasûlullâhımız (sav)’in ilk eşi, ilk sevgilisi.
Hz. Hatîce Anamız başarılı bir iş kadını sevgi dolu bir anne ve eş idi.
Babası Huveylid gibi ticâretle uğraşıyor, annesi Fâtıma gibi ustaca seviyordu.
Hz. Hatîce Anamız sevgi dolu bir âilenin nur topuydu.
Kızların diri diri toprağa gömüldüğü, çölün içi kan dolu bir tencere gibi kaynadığı bir dönemde Hz. Hatîce Anamız dünyâya gelmişlerdi.
Bu dünyâya geliş bir düğün havasında kutlanmış, tüm halka Huveylid tarafından kız evlâdının değeri îlan edilmiş, ve çöldeki bu karmaşanın sukûn bulacağı sinyalleri keskin bir şekilde verilmişti.

360 putun yerle bir olduğu ve yerle bir olan putların her zerresinin: “ALLAH! VÂHİDu’l-KAHHÂR ” diye haykırdığı ama haykırışı henüz haykırandan başkasının duymadığı bir doğumdu bu.

Hz. Hatîce Anamız kendisi gibi pak, temiz annesi tarafından özenle, sevgiyle ve RABBimizin kadına bahşetmiş olduğu o en güzel duygularla yetiştirilmişti.
Aklımızın ermediği ama gönlümüzün duyup duyurduğu hallerle yetiştirilmişti.

İki defâ evlenmiş ve eşlerini elleriyle toprağa vermek zorunda kalmıştı.
Evlatlarıyla avunmaya çalışırken bir yandan da ticâretle meşgûl olmaktaydı.
Ancak her geçen gün onun için hayat zorlaşmakta ve katlanmakta olduğu acılar ağır gelmekte idi.

İş hayâtındaki en önemli nokta malını, mülkünü bir anlamda şerefini nâmusunu gözünü kırpmadan teslim edebileceği birisini bulmaktı.

Gönlümüzün efendisi, güzeller güzeli, emin, güvenilir her şeyi ile saf, tertemiz Efendimiz (sav) vesîleler ile Hz. Hatîce Anamızın kervanına, malına mülküne bir anlamda şerefine, nâmusuna sâhip çıkmakla görevlendirildi.

Bu görev vesîlesi ile Efendimiz rızkına Hz. Hatîce Anamız’da emin ellere kavuşmuştu.

Çocuk yaşta anasız babasız kalan Efendimiz, RABBimizin sonsuz şefkati, ilgisi, sevgisi ile Hz. Hatîce Anamız vesîlesi ile tanışmıştı.
RABBimizin sâdece kadından akan en güzel nîmetlerine Hz. Hatîce Anamız vesîlesiyle kavuşmuş ve hayâtının sonuna kadar da Hz. Hatîce Anamızın bu vesîle oluşunu hayırla anmıştı.
ANmakla kalmayıp ümmeti ile buluşturmuştu.
Fâtıma Anamız, peygamberimizin (sav) ümmeti ile buluşturduğu RABB’imizden bir hayr değil miydi?

Hz. Hatîce Anamız her dâim Peygamberimizin (sav) bir sığınağı, bir limanı olmuştu.
Alev alev yanan çölde peygamberimizi gönlünde bir gül gibi yetiştirmiş, O’nu zarar vermek isteyen her türlü haşarattan tüm Ana Canlılığı ile koruyup kollamıştı.

Canım Rasûlullah’ım (s.a.v) hayâtının sonuna kadar dilinden düşürmediğin, yüreğinden de çıkarmadığın eşin, sığınağın, limanın, annen, sevgilin, can yoldaşın şimdi şu an da yüreğimde “SEN” diye atıyor.
SANA olan sevgisini, aşkını, hayranlığını haykırıyor.

O’nun bu haykırışı beni o çölün vahşetine çekiyor.
O vahşete tanık olmaya davet ediyor.

Evet o vahşete şu AN burada tanığım.

Nur topu gibi doğan bir bebek daha doğduğu AN hırsın, öfkenin, kînin pençesine düşüyor…
Ebû Cehil'den hiç farkı olmayan, ve işiyle evi arasında 360 tâne putuna her gün defâlarca tapan, nur topu gibi bebekleri sevgisizlikle, ilgisizlikle, zâlimce, hâince toprağa diri diri gömenlere bugün lise köşelerinde ellerinde sigara, uyuşturucu ile dolaşan ve oradanda bar bar gezen, RABBimizden haberdâr olmamış ve ata yâdigârı putları kanlarında gezdiren gençleri görerek şâhidim.
Şâhidliğim kendi hatâlarımız yüzünden yaşadığımız sıkıntılar sonucu RABBimiz'in el KÂBID ismi şerîfine olan şâhidliktir, kaderim kadar...
Had safhalarda bir sıkıntı yumağıyım..
Hz Hatîce anamızın o cehâlete tanık olduğu gibi...
O cehâlet bugün şu an yaşanıyor...

Hz. Maşite Anacığım, saçlarından seni tavana asan, tırnaklarını tek tek söken Firavun’a karşı sen değimliydin: “Lâ ilâhe illâ ALLAH Mûsa kelîmullah” zikriyle HAYYat bulan?

Sümeyye Anacığım Ebû Cehil gibi adı batasıcaların adı battıkça RABB’imizin adını yükselten sen değil miydin?
Hz. Maşite Anamızın zikrini şâhidliğinle tamamlayan değil miydin?
Kızgın bir fırına koyulur gibi çölün kalbine fırlatılan bir çığlık değil mi senin haykırışların?

Sümeyye Anamıza ve âilesine Rasûlullah (sav) cenneti müjdelemişti, Hz Maşite Anamıza o ızdırap içerisinde kundaktaki bebeğin dile gelip cenneti müjdelediği gibi...

Sümeyye Ana! Adıma 99 defter açıldı.
Hesâba çekileceğim 99 defterim var.
Kâtipler ellerinde kalem habire yazmakta hayâtımı. Hesap günü RABBim soracak bana: “Bu defterlerde yazılanları inkar ediyor musun?” diye!

RABBim!
Sen mutlak kemâl sıfatların sâhibisin..
Bense kemâlata mecbur bir kulunum.
Benim kemâlâtım senin mutlak kemâl sıfatlarına şâhidliktir.
Yazıcı melekelerinin adıma açıp yazdığı 99 defter senin Kurân-ı Kerîm’ine olan şâhidliğimin yazılmasıdır.

Sümeyye Anamız ve onun eşi Yâsir Babamız İslâm’ın ilk Eş-ŞEHÎD esmâsının mazharlarıdır.
O güne kadar senin yolunda canını veren Maşite Anamız ve Eş’i gibi sayısız Eş-ŞEHÎD mazharları Sümeyye Anamız ve Yâsir Babamızla kemâl buldu şâhidlikleri…

Hz. Hatîce Anamızın sabahları çöle dalarak, güneşle berâber aydınlanan yüreği gibi, Îsâ (a.s)'ın müjdesini beklediği gibi her sabah bende evimin karşısındaki dağa bakarak, Îsâ (as)'ın müjdelediği Nebî'yi duyacağım ümîdi içerisinde RABBimizin el-BÂSIT oluşuna şâhid olacağım ümîdi içerisindeyim....

RABBimiz!

Adımıza açtığın 99 deftere şâhid yaz bizi...

EŞ ŞEHÎD Defterine Sümeyye Anamızla berâber yaz adımızı!..
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Kasım Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

ÎSÂ (as)
Tarih: 30.11.2009 Saat: 23:27 Gönderen: kulihvani

Resim

ÎSÂ (as)
Muhammed Rahiym Bawa Muhyiddin (ks)
Tercüme: Barboros SERT

Bir çocuk Bawa Muhyiddin Hz’lerine sorar: "Îsâ (as) kimdir ya da ne dir?"
Bawa Muhyiddin (ks): Sen Îsâ (as) peygamberin kim olduğunu mu bilmek istiyorsun? O senin Rûh’undur.
Arabça bir Kelime vardır: “Lâ ilâhe illâ Allahu va innî Îsâ Rûhullah” der.
Bunun mânâsı: “Allah’tan başka ilâh yoktur, bunu tâkip eden bir peygamber vardır, ve Îsâ Allah’ın Rûhu’dur (Allah’tan Ruh’tur)”.

Şimdi bu senin bu günlerde bulduğun bir şey değil.
Hatta İnsan halk edilmeden evvel Allah’ın kereminden bir Nur geldi ve Allah onu Ruh olarak isimlendirdi, ve bu bunun yanında Îsâ (as) olarakta isimlendirilir.
Şimdi bu bin dokuz yüz yıl önce söylenilmiş bir şey değil.
O bir çok milyon yıl önce denilmiş bir şey, iki yüz milyon yıl önce denildi o.
O bu ziyâ ki bolluk Nûr’undan gelmiştir.
O bu Meryem (as) dan gelen sûret değildir.
Şimdi ben bu araştırmayı bir zamanlar yapmıştım.
Şimdi bu dört dinde bu hazîneyi aramaya gittim.
Bu dinlerin her birisi bana büyük ünvanlar verdiler.
Ve ben bir çok ülkede yaşadım.
Kudüs’te bulundum.
Roma’da bulundum.
Hindistan’daki Tirupa’da idim.
Ve Seylan’daki Âdem Tepesinde idim.
Ve bunun gibi bir çok yerlerde yaşadım.
Bir müddet Himalaya Dağlarında idim.
Onlar bana Swami, Derviş, Kutb, ve Bişop gibi büyük ünvanlar verdiler.
Bu insanlardan ben bunları aldım.
Fakat aradağım Hazîne’yi bulmadım.
Bu yüzden sonra dedim ki: “Peki. Ben şimdi aradığım Hazîne’yi bulmalıyım.”
Sonra ben yol boyunca ilerlediğimde O’nun Rahmetinden biraz aldım.
Ve benim için bütün bu bulduğum şeyler ile konuşmak gerekli oldu. Ve bir çok, bir çok insanla konuşmak gerekli oldu.
Toprakla konuşmak zorundaydım,
Ateş ile konuşmak zorundaydım,
Su ile konuşmak zorundaydım,
Hava ile konuşmak zorundaydım
Bedenim ile konuşmak zorundaydım;
Ruhlarım ile konuşmak zorundaydım,
Şeytanlar ile konuşmak zorundaydım,
Hayat ile konuşmak zorundaydım;
Ve bir çok şeylerle onlarla doğrudan konuşmak zorundaydım.
Ve onlarla direkt olarak konuşmaya başladığımda, Ruh ile konuşmak zorunda olmak gerekli oldu.
Ve bu Ruh ile konuştuğum zaman, Ruhların Hükümranlığından bana ilişkin olan Ruh geldi.
Bu Ruhlar Âlemi’dir ya da Ruhların Hükümranlığı.
Öyle ki Nur, bu ziyâ, Allah’tan geldi, ve bu ziyâdan Ruh geldi , ve Ruh’tan ziyâ geldi, ve bu ziyâdan İrfan geldi.
Ve bu şeyleri kendim keşfetmek zorunda idim.
Îsâ (as) bir örnek bir gösterim (mİSÂL, tanım) olarak geldi.
Ruh ile konuştum ve sordum: “Senin doğan ne dir, senin zaman periyodun ne dir? ve böyle şeyler.”

Ruh, iki diğer kuvvet ile iş görür (onları kullanır).
İki kuvvet vardır; bir ciheti Allah’a, İlâhî Güce bağlıdır, ve diğer ciheti Rûhu’l- Kudüs’e (Kudsal Ruh) bağlıdır.
Allah’ın Nûru ve bu Saf Ruh ya da Rûhu’l- Kudüs var, ve bu Ruh bu ikisinin merkezinde konumlanmıştır.
Şimdi Rûhu’l- Kudüs bir Saf Isı ya da Saf Buhar gibidir.
Bu Meryem (as)’a 2000 sene once gösterildi.
Bu üç hâl Ruh Âleminde mevcuttur.
Birisi sıcaklık (ısı) sûretindedir.
Birisi Nur sûretindedir.
Birisi Bolluk (bereket) sûretindedir.
Bu bu Güçtür. Bu üç Güç bu Ruh Âlemindedir.
Bu her insanın sûretinde mevcuttur.

Sıcaklık, Buhar, ya da Saf Nefes bu nefestir.
Ve bu nefes genelde ılıktır. Ve bu nefesin kuvvetinden doğru çıkarılan Ruh idi. Ve bu Rûh’un Nûru Allah’tır.
Bu bolluk (bereket), bu Rûh’un Nûru Allah’tır, ve Güç Allah’tır.
Ve insana bu Rûh’u iten şey bu Rûhu’l- Kudüs’tür ya da bu Saf Nefes ya da bu ılık Ruh.
Bu üçü bütünüyle Âlem-i Ervah’tan ayrıdır.
Ve bu Ruh bunun yanında Îsâ (as) diye isimlendirilir.
Ve o bunun yanında Nur Muhammed ya da Güzellik (Hüsn) yâhut Nûrun Bolluğu (Bereketi) adlandırılır.
Ve Ruh bu Nur’dan gelen bir Ziyâ idi.
Bu Rûh’un gölgesi yoktur.
Dilediğin her ne âleti kullanırsan kullan asla Bu’nun fotoğrafını çekemezsin, çünkü O’nun biçimi yoktur, şekli yoktur, gölgesi yoktur.

Bu RUH bunların hiç birine sâhip değildir.
Ve bunun yanında benzer bir şekilde Allah’ta gölgesiz, biçimsiz, şekilsizdir.
O’nun rengi yoktur; ışığa sâhip değildir.
Fakat bütün yaratılanların bir biçim ve bir şekli vardır.
Ve her hilkat bir gölge düşürür.
İrfan (Hikmet) Nûru ve Allah (cc)’nun gölgesi yoktur.
Allah bunu Meryem (as) vasıtası ile kanıtlamıştır.
O evli değildi. Şimdi Yusuf (*) onun kocası değil idi, ve o hâlen bir bâkire idi.
Tapınakta hizmet ederken o asla bir adamın yüzüne bakmamıştır. Bu yüzden bu nedenle, bir adamın yüzüne asla bakmayan birisi, Yusuf’un yüzüne de asla bakmadı.

Sonra Allah’ın Cebrâil (as)’a emri geldi ve Cebrâil (as) onu Meryem’e indirdi (ilkâ eyledi) (Nîsâ 4/171).

Bu emir: “ Ben sana güzel bir bebek vereceğim” e ilişik bir emirdi (Meryem 19/19).

Bâkire Meryem (as)’in Cebrâil’e verdiği cevap: “Ben bir erkeğin yüzüne asla bakmam. Bu yüzden, ben bir erkeğin yüzüne bakmadığım halde Allah bana nasıl bir çocuk verebilir ki? Ben sadece Allah’tarafından hizmetimi yapıyorum. Allah, nasıl bana bu çocuğu verecek ki?” (Meryem 19/20).

Böylece sonra Cebrâil (as): “ Allah O sana ne vermek dilediyse sana onu verecektir. Şimdi Allah ne erkek ne de dişidir. Belki sana O’nun vereceği çocukta ne erkek ne de dişi dir.”

Ve derhal Meryem (as) sordu: ”Sen kimsin? Sen erkek misin yoksa dişimisin?”
Cebrâil (as) cevap Verdi: “ Ben ne erkeğim ne de dişiyim.”
Sonra Meryem (as): “ Öyle mi? Eğer Allah bana bir çocuk vermeyi diliyorsa, versin o zaman (öyle olsun).”

Şafağın sökme vaktinde Cebrâil (as) indi.
Bütün semâvî (cennetsel) varlıklar ve 124 bin peygamber duâ etmeye başladılar.
Bütün velîler Allah’a ibâdet etmeye başladılar.
Bütün evren ve hilkat Allah’a ibâdet etmeye başladı.

İşte bu ses ile Cebrâil (as): “Meryem , Allah bu Nûr’un sana verilmesini emretti. Kıbleye doğru bak, ve RABBini huzurunda bul. Kıble istikametinde baktığında bunu senin beşinci kaburgana üfleyeceğim. İlki Elif, ikincisi Lâm, üçüncüsü Mim, dördüncüsü Ha, beşincisi Dal, ve beşinciden doğru üfleyeceğim. Bu beş harf ‘Elhamd’ olarak gelir, ve Sûret Elhamd’dan zuhur eder.”

Sonra Meryem (as) Kıble’ye bakarken, Cebrâil (as) bu Nûr’u Meryem (as)’a gönderdi.
Nur girdiği zaman, içeriden yakıcı bir his geldi. Bu Hava dır.
Bu içeri giden sıcaklıktır ve içeri itti Nûru.
Cebrâil (as)’ın ağzından gelen saf havadır ki bu pîr u pâk (noktasız, beneksiz) saftır.
Bu Ruh, Îsâ (as) dır. Onun vücûduna gittiği anda, o titredi.
Kalb ve vücûdunun sırt kısmı titredi.
Bir korku ânında bizim de titrememizin nedeni budur.

Bundan sonra Meryem (as)’ın bir yerde kalmasına izin vermediler, bir yerden diğerine gitmek zorunda idi ve büyük güçlük ve zorluklara mâruz kaldı.
Ve çocuk doğduğu zaman o (Meryem) doğumun normal safsızlıklarına (katışıklıklarına) sâhip değildi.
Çocuk Kudüs yakınında doğdu.
Îsâ (as) bir hurma ağacı altında doğdu, bir inek ahırında değil.
O doğum sancılarını çekerken bir hurma ağacının altında uyumaktaydı.
Sonra Allah semâvî melekleri ona refâkat etsinler diye gönderdi.
Onlar nâzikçe rahmi tutan dört güvercin gibi geldiler.
Ve çocuk doğdu.
Çocuğun doğduğu AN onlar çocuğun yere değmesine izin vermediler (engel oldular).
Çocuğu yakaladılar ve çocuğu açtıkları bir elbise (bez, kumaş) üzerinde refâkat ettiler (tuttular, durdurdular).
Fakat anne bilinçsizdi (baygındı).
O hiç bir şey bilmiyordu.
Ve sonra diğer göksel varlıklar geldiler ve onu çevrelediler ve çocuğu taşıdılar ve sonra çocuğu annesinin yanına koydular.

Ve sonra iki ya da üç semâvî melek geride kalarak, diğerleri gittiler.
Onlar geride kaldı ve ona refâkat ettiler.
Sonra Meryem (as) gözlerini açtı ve çocuğu tamâmen temiz ve giydirilmiş buldu.
Yukarı baktığı zaman, hurma ağacının dalı indi ve hurmalardan ağzına bal damladı.
Űç gün boyunca hurma dalı onu bal ile besledi.
Üç gün yâhut dört gün sonra Meryem (as) ayağa kalktı ve bebeği aldı.
Yusuf orada değildi...

Sonra o yürüyerek Mekke’ye doğru ilerledi.
O gidiyorken, bu insanlar onu terk ederek kendisini fuhuş ve çeşitli suçlamalarla itham altında bıraktılar.
Meryem (as) çocuğa işâret etti ve o henüz küçücük bir çocuk olmasına rağmen insanlara:
“Ben Allah’ın kuluyum. O beni bir peygamber yaptı ve bana bir kitap verdi. Beni MüBâReK kıldı. Bana tüm hayâtım müddetince SaLât etmemi ve zekât vermemi ve anneme iyi olmamı emretti. Ve selâm benim üzerimedir doğduğum gün. Selâm benim üzerime olacaktır öleceğim gün. Selâm benim üzerime olsun geri geleceğim gün.” (Meryem 19/29-33)

Sonra o (Meryem) ülkeyi terketmek zorunda idi ve dışarı çıktı.
Allah’tan gelen Nur idi, ve Cebrâil (as)’a gelen bir sesti, ve bu sesten Nebîlere gelen bir açıklamadır (manâ, anlatım, izah ).
Ve insanın kalbinden bu geldiği zaman, bu bir hutbe bir vaaz olur. Ve o bir kitaptan geldiği zaman bir gösterimdir (örnek, illüstrasyon). İnsan bunu okuduğu zaman ve öğrenmek istediğinde o bir oyun (rol yapma), bir drama sahnesi olur.
Bu o değildir. Bu sadece ilimdir.
Böyle bunun gibi, sen de ona gitmelisin ve kitabın içine gitmelisin (BİL), SESi BUL, ve Nûru BUL ve bunun ANlamını ve Rahmeti, ve TAMM olan ve Mükemmel OL-AN NÛRu, ve bu Nûrun nasıl bu noktaya (yere) indiğini.
BİZ adımları İZleyerek tâkip etmeli ve içeri girmeli ve sonra yolu İZleyip tâkip etmeliyiz.
Siz bu NOKTAya geldiğinizde o zaman onu anlayacaksınız.
Sâdece o zaman BİZ Îsâ (as)’ın kim olduğunu anlayabiliriz.
Elif BİR’dir.
Bu evvel’den gelir, bu Ruh halkedildiğinde Bu oradaydı.
Allah: “Yâ Muhammed, Sen olmasaydın hiç bir şeyi yaratmazdım. Bu NUR olmaksızın hiç bir yaratık meydana gelmezdi (MekÂNa çıkmazdı).” der.
Tüm Hilkatin SIRRı ve Küllî şey ki Allah’ın Esrârıdır, bunun içinde anlaşılmalıdır.
Ve eğer sen oraya gider ve görürsen, şekilsiz olan, TAM olan, Nur olan Rûh’u bulacaksın.
Bu ne bir din ne bir dogma ne de felsefe değildir.
Allah’ın Emânetidir. O’nun Emâneti, Mülkü, O’nun ÖZüdür.
Bu bize emânet olarak verilmiştir ve bizim Görevimiz bunu, bize Emânet olarak verilmiş olan RÛHu, O’na , Allah’a geri döndürmektir.
Bu geri döndürülmeli.
Bu yüzden bunu anlamaksızın, bizim sadâkatlerimiz, ve salatlarımız ve bizim kör inançlarımız beyhûde olacaktır.
Bu yüzden Hakîkatte bunu öğrenmeliyiz.
Orada sadece bir cevher (öz) vardır, ve bu Nur’dur, ve Nur için bir çok isimler verilmiştir.


(Muhammed Rahiym Bawa Muhyiddin (ks) ve Kuran.)

(*) Burada ismi Yusuf olarak geçen zât Yusuf (as) ile yahut Aramatyalı Yusuf ile karıştırılmasın, günümüz incillerinde Hz.İsâ''nın doğum oncesi ve çocukluk döneminde ismi geçmektedir. 1870 yılında Roma Katolik Kilisesi o dönemdeki papanın onayıyla kendisini Baş Aziz olarak ilân etmiştir. Hristiyan kaynaklarında, mesleğinin marangoz olduğu, İsâ (as) bir nevi babalık yaptığı, fakat kendisinin İsâ (as)''ın babası olmadığı, Yahudi kanunlarınca birlikte yasamadıkları halde Meryem (as)''ın kocası olarak kabul edildiği, Meryem (as) ''ın Küdüse İsâ (as) 12 yaşındayken gittiklerinde yanında refakatçi olarak bulunduğu söylenmektedir. İsâ (as)''ın çocukluk dönemlerınde kendisinden söz edilir, ve kendisinden her hangi bir söz aktarılmamıştır.


HADİS:

Resim---“Levlâke levlâke lema halaktü’l eflâk – Eğer Sen olmasaydın varlığı yaratmazdım.”
(Aclunî, Keşfu’l–Hafâ: 2/232)


ÂYETLER:
.
يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِي دِينِكُمْ وَلاَ تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ إِلاَّ الْحَقِّ إِنَّمَا الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّهِ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِّنْهُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَلاَ تَقُولُواْ ثَلاَثَةٌ انتَهُواْ خَيْرًا لَّكُمْ إِنَّمَا اللّهُ إِلَـهٌ وَاحِدٌ سُبْحَانَهُ أَن يَكُونَ لَهُ وَلَدٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَات وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَفَى بِاللّهِ وَكِيلاً
Resim---“Yâ ehlel kitâbi lâ taglû fî dînikum ve lâ tekûlû alâllâhi illel hakk(hakka) innemel mesîhu îsebnu meryeme resûlullâhi ve kelimetuh(kelimetuhu), elkâhâ ilâ meryeme ve rûhun minh(minhu), fe âminû billâhi ve rusulih(rusulihî), ve lâ tekûlû selâseh(selâsetun) intehû hayran lekum innemâllâhu ilâhun vâhid(vâhidun), subhânehû en yekûne lehu veled(veledun), lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard(ardı) ve kefâ billâhi vekîlâ(vekîlen): Ey kitap verilenler, dininizde aşırılığa gitmeyin ve Allah hakkında yalnızca gerçeği söyleyin! Meryem oğlu Mesih İsa, yalnızca Allah''ın peygamberi, Meryem''r ulaştırdığı kelime''si ve ondan bir ruhtur; başka birşey değil. Gelin Allah''a ve O''nun peygamberlerine iman getirin ve «üçtür» demeyin. Bundan vazgeçin; hakkınızda hayırlı olur! Allah, ancak bir tek İlah''tır, haşa O''nun bir oğlu olması asla düşünülemez. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O''nundur. Vekil olarak da Allah yeter..” (Nîsâ 4/171)

قَالَ إِنَّمَا أَنَا رَسُولُ رَبِّكِ لِأَهَبَ لَكِ غُلَامًا زَكِيًّا
Resim---“Kâle innemâ ene rasûlu rabbiki li ehebe leki gulâmen zekiyyâ (zekiyyen): Ruh (Cebrail): «Haberin olsun, ben sana tertemiz bir oğlan vermek için Rabbinin elçisiyim sadece!» dedi. (Meryem 19/19)


قَالَتْ أَنَّى يَكُونُ لِي غُلَامٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ وَلَمْ أَكُ بَغِيًّا
Resim---“Kâlet ennâ yekûnu lî gulâmun ve lem yemsesnî beşerun ve lem eku bağıyyâ (bağıyyen): Meryem: «Benim nasıl çocuğum olabilir? Bana hiçbir insan dokunmamıştır. Ben iffetsiz de değilim» dedi.” (Meryem 19/20)


فَأَشَارَتْ إِلَيْهِ قَالُوا كَيْفَ نُكَلِّمُ مَن كَانَ فِي الْمَهْدِ صَبِيًّا
Resim---“Fe eşâret ileyh (ileyhi), kâlû keyfe nukellimu men kâne fîl mehdi sabiyyâ (sabiyyen): Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. Onlar; «Biz beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?» dediler.” (Meryem 19/29)


قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللَّهِ آتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا
Resim---“Kâle innî abdullâh (abdullâhi), âtâniyel kitâbe ve ce’alenî nebiyyâ (nebiyyen) :O: «Haberiniz olsun ben Allah''ın kuluyum. O, bana bir kitap verdi ve beni bir peygamber yaptı.” (Meryem 19/30)


وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا أَيْنَ مَا كُنتُ وَأَوْصَانِي بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ مَا دُمْتُ حَيًّا
Resim---“Ve ce’alenî mubâreken eyne mâ kuntu ve evsânî bis salâti ve’z-zekâti mâ dumtu hayâ (hayyen) : «Beni, nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekat vermemi emretti.» (Meryem 19/31)


وَبَرًّا بِوَالِدَتِي وَلَمْ يَجْعَلْنِي جَبَّارًا شَقِيًّا
Resim---“Ve berren bi vâlidetî ve lem yec’alnî cebbâren şakıyyâ (şakıyyen) : «Beni anneme hürmetkar kıldı. Beni zorba ve isyankar yapmadı.» (Meryem 19/32)


وَالسَّلَامُ عَلَيَّ يَوْمَ وُلِدتُّ وَيَوْمَ أَمُوتُ وَيَوْمَ أُبْعَثُ حَيًّا
Resim---“Ve’s-selâmu aleyye yevme vulidtu ve yevme emûtu ve yevme ub’asu hayâ (hayyen): «Doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün selam ve emniyet benim üzerimedir.» (Meryem 19/33)


***********************************

Re: ÎSÂ (as) (Puan: 1)
Gönderen: Gariban ([email protected]) Tarih: 02.12.2009 Saat: 14:50
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)

E-L-H-M-D: İnsanın iç kalbini meydana getiren ya da iç kalbde bulunan 5 arap harfi. Allah’ı hamd eden kisim. Elif, Lam, Ha,Mim ve Dal. Bunlardan Elif:Allah’ ı,
Lam: İrfan yahut kutbiyat Nur’unu,
Mim: Muhammed (SAV)’i,
Ha: Fiziksel vucudu temsil ediyor ve
Dal: Dunyayi temsil ediyor. Bunlar kamil insanda birlesip hamdi gerçeklestiriyor.



Re: ÎSÂ (as) (Puan: 1)
Gönderen: nur-ye Tarih: 20.02.2010 Saat: 01:08
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)

Elhamdülillahi Rabbil alemin
Esselatu vesselamu aleyke Ya Resulullah
Esselatu vesselamu aleyke Ya Habiballah
Esselatu vesselamu aleyke Ya Seyyide evvelin vel ahirin



garibAn cANım ellerine sağlık Baha BABAmızın HİMMETi daim üzerimizde olsun İNŞAALLAH!
Resim
Cevapla

“2009” sayfasına dön