2008 Ağustos Haber Arşivi

2008 yılına ait aylara göre haber/makaleler.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

2008 Ağustos Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Tarih: 02.08.2008 Saat: 03:23 Gönderen: kulihvani

Resim

SÛFİ KİMDİR ?..

“What is Englightenment Magazine “ yazarlarından Carter Phipps’in Şeyh Tosun Bayrak El-Cerrahî ile görüşmesi:

Çeviren: Barbaros SERT

WIE: Dünyada olup ondan olmamak ne demektir?
ŞEYH TOSUN BAYRAK: İzin verin bu sorunuzu bir hikaye ile açıklayayım. Sûfizm’de Şeyh-ül ekber olarak anılan İbn Arabî, Mekke’ye seyahat ediyordu, ve Tunus’dan doğru geçti. Tunus’ta , ona orada kudsal bir adamın yaşadığı ve onu ziyaret etmesi gerektiği söylendi. Bu kudsal kişi, kumsalda bir çamur kulubede yaşayan bir balıkçıydı ve günde üç balıktan fazla yakalamaz, ve bu balıkların gövdelerini fakir ve açlara dağıttıktan sonra, kendisi kafalarını kaynatır yerdi. Yıllardır her gün bunu böyle yapıyordu. Manastır hayatı yaşıyordu, kendisini dünyadan tamamen boşamış bir kişiydi, ve tabi İbn Arabî onun bu disiplininden çok etkilenmişti. Bu yüzden bu balıkçıyla konuştu ve balıkçı ona sordu,”Nereye gidiyorsun? Kahire’den geçecekmisin?” İbn Arabî başını sallayarak evet dedi ve balıkçı “Benim şeyhim oradadır. Onu lütfen ziyaret edip benim için kendisinden tavsiyede bulunmasını istermisin, çünkü bunca yıldır bu sekilde mütevazi bir şekilde yaşayıp dua etmeme rağmen ruhsal hayatımda her hangi bir ilerleme gösteremedim. Lütfen ondan benim için tavsiyede bulunmasını isteyin."dedi.

İbn Arabî, ona bunu yapacağına dair söz verdi, ve Kahire’ye vardığında şehirdeki insanlara bu şeyhin nerde yaşadığını sordu, onlar da "Şu tepenin üzerindeki koca sarayı görüyormusun? O işte orda yaşar” dediler. Sonra bu tepedeki güzel saraya gitti , kapısını çaldı ve çok güzel karşılandı. Onu büyük, lüks bir bekleme odasına getirdiler, yemesi için yiyecek verdiler, ve rahat olmasını sağladılar. Fakat şeyh kralı ziyaret etmeye gitmişti. Ve sûfiler normal olarak kralları ya da yüksek pozisyondaki insanları ziyaret etmezler. Yasaktır, çünkü onlar ALLAH ile aramizda ek bir perde, dünyaya bir ek bağlantı olurlar.
İbn Arabî bu lüks odada şeyhi beklerken, pencereden dışarıya baktı ve bir alayın yaklaştığını gördü. Şeyh güzel bir Arap atı sürüyordu ve büyük bir türban, elmas yüzükler, kürk bir kaban giyiyordu, ve bütün bir alay muhafız askerleride yanından kendisine eşlik ediyordu, ve büyük bir sükse ile saraya vardı. Fakat çok iyi bir insandı, ve geldi İbn Arabî’yi sıcak bir şekilde selamladı, ve oturarak konuşmaya başladılar. Konuşmanın bir anında, İbn Arabî : “Sizin Tunus’ta bir öğrenciniz var” dedi. Ve Şeyh “Evet biliyorum”. İbn Arabî : "O sizden ruhanî yaşantısı için tavsiyede bulunmanizi istedi” dedi. Şeyh : ” Eğer bu dünyaya çok bağlı ise, hiç bir yere gelemeyecektir” dedi.
Bu İbn Arabî’ye çok şaşırtıcı geldi, fakat geriye dönüşte Tunus’ta durakladı. Orada ki balıkçıya gitti, ve balıkçı derhal sordu ”Şeyhimi gördünmü?” .
İbn Arabî: “Evet, şeyhini gördüm” diye cevap verdi.
Balıkçı : “Ne dedi “ diye sordu.
İbn Arabî rahatsız bir şekilde, “ Şeyhiniz biliyorsunuz ki büyük lüks bir yerde yaşıyor” dedi.
Balıkçı cevapladı : ”Evet biliyorum. Ne dedi?”.
Öyle deyince İbn Arabî ona : ” Bu dünyaya bağlı olduğun müddetçe, asla bir yere gelemeyeceğini söyledi.” Ve balıkçı ağladı ve ağlamaya devam ederek : ”Haklı” dedi. "Her gün , bu üç balığın vücutlarını insanlara verdiğim zaman, kalbimde onlarla beraber gidiyor. Her gun, keşke sadece kafaları yerine bütün bir balık yeseydim derken şeyhim büyük bir lüks içinde yaşar fakat onun hakkında hiç bir şeye itibar etmez. O onlara sahip olmuş yahut olmamış onun için hiç önemli değildir kendisine hiç dokunmaz bile” dedi.
İşte dünyada olupta dünyadan olmamanın mânâsı budur. Bunun anlamı, sûfiler olarak, bizim dış dünyada olup dünyaya iştirak etmemiz gerekiyor, fakat dünyaya aşık olmadan. Bize şöyle diyen bir hadis var:
”Dünya, eğer size ALLAH’ı hatırlatıyorsa sizin dostunuzdur, ve eğer size ALLAH’i unutturuyorsa sizin düşmanınızdır.”


Resim

WİE: Bir Sûfi mistiğinin : “dünyayı bırakmak mülkü, eşi, çocuğu bırakmak demek değildir, fakat ALLAH’a itaatkar olarak hareket etmek ve ALLAH ile ilgili şeyleri dünya ile ilgili olan şeylerin üstüne koymaktır” dediği kaydedilmiş.
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Kesinlikle. Bir diğer hadis bize der ki ALLAH dünyaya emrettiğinde, dünyaya şöyle dedi : “Ey Dünya, birisi eğer senin kulun olursa ona kölelerin en kötüsü olarak davran. Döv onu. Onu sıkı çalıştır ve öldüğünde onu ez. Fakat eğer o Benim kulum olursa, ona iyi bak ve öldüğünde onu tıpkı bir annenin çocuğunu kucakladığı gibi kucakla.”
Bunun mânâsı eğer siz ALLAH’ın kuluysanız, o zaman dünya sizin hizmetçiniz olacaktır ve size itaat edecektir ve sizi zengin ve başka her şey edecektir. Ve öldüğünüzde, sizi bir annenin şefkatiyle nazikce kucaklayacaktır. Fakat eğer ALLAH’ı unutursanız ve dünyaya kul olursanız, o zaman dünya sizi kamçılayacak, tekmeleyecek, ve sizi mahvedercesine çalıştıracaktır. Ve öldüğünüz zaman sizi ezecektir.


Resim

WIE: “Dünya” ile tam olarak ne kastediyorsunuz?
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Eşiniz, çocuklarınız, eviniz, işiniz, bankadaki paranız, şirketteki pozisyonunuz, politik ihtiraslarınız, geceleyin yatağınız, sabahleyin düşünüz, kahvaltınız - her şey!

WIE: Arapçada bir sözcük vardır: “dünya” diye bu sözcük bunun yanında “dünya” ya da “dünyasal hayat” demektir. Öyle görülüyor ki, dünya hakkında sık sık negatif olan bir şey ya da bizi doğru yoldan çıkaran bir şeymiş gibi konuşuluyor.
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Bu doğru. Bir çok insan bu şekilde düşünüyor, fakat bir düzeltme yapmama izin verin, bu noktayı anlamak çok önemli. Eğer dünya size ALLAH’ı unutturuyorsa, eğer size nerden geldiğinizi, görevinizin ne olduğunu, ve nereye gidiyor olduğunuzu unutturuyorsa, eğer sizi aptallaştırıyorsa o zaman o sizin düşmanınızdır. Fakat eğer o size burasının sadece bir geçiş yeri olduğunu, bir sınav yeri olduğunu, burasının yaratıldığınız şeyi yapıyor olduğunuzu kanıtlama yeri olduğunu hatırlatıyorsa, o zaman iyi bir yerdir, iyi bir şeydir ve harika bir arkadaştır..


Resim

WIE: Çoğumuz için dünyanın önce geldiğini ve bizi Tanrı’dan uzaklaştırdığını söylemek doğru olurmu?
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Bu dünyanın kabahatı değildir. Sizin hatanızdır. Şeytanın hatası değildir. Sizin dünyaya bağlılığınızdır. Dünya güzel. ALLAH onu güzel yarattı. Onun her noktasında O’ndan tecelliler var. O, çirkin hiç bir şey yaratmamıştır.
Görüyorsunuz ki, Sûfiler hilkatin sadece bir ayna olduğuna inanırlar. Aynanın önünde hiç bir şey yoksa, ayna hiç birşey yansıtmaz. Fakat onun önünde ALLAH var, bu yüzden bütün hilkat ondan bir tecellidir. Biz hilkat aynasında O’nun niteliklerini, ALLAH’ın niteliklerinin yansımasını görürüz. Ve bizim olduğumuz şey bu. Hilkatteki her şey ALLAH’ın nitelikleridir. ALLAH değildir, fakat ALLAH’tandır. Bu yüzden dünyada hiç bir sorun (hata) yok. Ondan ilâh ediniyorsanız bu sizin hatanızdır. Dünyanın hatası değildir.

WIE: Bir çok Sûfi şeyhlerinin eşleri ve aileleri var, iş sahibiler, ve bazılarının hatta büyük sultanlar oldukları söylenir. Bir şeyhin ya da bir dervişin yada ruhsal arayış içinde olanın bütün bu karmaşanın ve dünyanın ayartıcı şeylerinin ortasında yaşayıp ve hala doğru şeyi yapmasına imkan veren nedir? Biz dünya içinde dünyaya bağlılık arzetmeyen bir yönde nasıl hareket edebiliriz?
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Bu sorunun cevabı çok basit. Genç bir Alman bayan bu soruyu şeyhim , Şeyh Muzaffer Ozak Efendi’ye sordu, ve o da dedi ki: “Kızım, biz çok talihliyiz, çünkü bizim elimizde ALLAH’tan olduğuna inandığımız kitabımız Kur’ân var.” İncil bir hadis ayarındadır. Diğer bir sözle, o bize İsa’nın ne yaptığını yahut İsa’nın ne söylediğinden bahseder. Fakat biz inaniyoruz ki Kur’ân sözcük sözcük, harf harf, nokta nokta ALLAH tarafindan Muhammed (A.S)’a vahyedilmiştir. Onun mübârek dudaklarından dışarı çıkmıştır, ve su son 1500 yıldır onun tek bir noktası bile değişmemiştir.
Fiillerimizin doğru ya da yanlış olup olmadıklarını anlayabilmemiz için üç tane mihenk taşımız vardır. Fakat uygulamalısınız! Arkanızı yaslanıp oturamazsınız, çünkü o zaman ölüsünüz. Şimdi, eger (yapılan)fiil, ALLAH’ın Kur’ân da size yapmanızı söylediği bir şey ise, o kesinlikle doğru bir harekettir. Kur’ân da 1000 yapılması gereken (yapılmalı) ve 1000 ‘de yapılmaması gereken (yapılmamalı) şeylerin olduğu söylenir. Ben onların hepsini tabi ki bilmiyorum. Belki 100 şeyi biliyorumdur, ve hatta bunlar dahi yoruma bağlıdır. Bu yüzden bu mihenk taşı, hareketinizin gerçekten altın ya da sahte olup olmadığını gösteren test, zor bir testtir.
Bir sonraki mihenk taşı peygamberimiz Muhammed A.S’ı taklid etmektir. 1500 yıl önce yaşamasına rağmen , Muhammed A.S asla yalnız değildi, ve onun yaptığı her şey ve söylediği her şey kaydedildi. Suyu içişinden, eşleri ile olan ilişkilerine, banyoya gidişine kadar (yaptığı ya da söylediği) hiç bir şey sebepsiz değildi. Onun söylediği ve yaptığından bahseden yüz binlerce hadis mevcuttur ve bunları anlaması daha kolaydır çünkü yorum gerekli değildir.
Üçüncü mihenk taşı ise vicdanınızdır. Vicdanınıza sormak zorundasınız: “Yapmak zorunda olduğum bu hareket, bu fiil dünya için, onun için, benim için, çimen için, kedi için, kaplumbağa için faydalı olacakmı, faydalı bir hareketmi? Ya da tam tersimi olacak, ağrıya ve acıya sebep olacakmı?” Eğer o faydalı ise doğrudur, faydası yoksa yanlıştır.
Bütün bunların özetine indirğemek gerekirse, biz durmadan doğru hareket etmek (doğru fiiller işlemek) için burdayız. Irak’a bazı acıları sarmak için yardım etmek üzere yaptığım bir yolculuktan henüz döndüm. Yetimhâneleri ve hastahâneleri ziyaret ettim ve bir çok sayıda acı ceken insana özellikle çocuklara bağışta bulunabildim. Ve kişisel deneyimlerim hakkında hemen hemen asla konuşmazken, oradaki deneyimim halen benden kolay kolay gitmemiştir, çünkü tuhaf bir şey oldu. Irak’taki bir kaç günümde, ben orada değildim. Hareket (eylem, davranış, faaliyet) oradaydı, şeyler oluyordu, fakat sanki ben orada değilmişim gibi. Ve hissettimki bu aldığım çok büyük bir ödüldü. Ve benim için bu kâfidir.


Resim

WIE: Belki bu dünyadaki en iyi çeşit davranıştır.
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Öyle umuyorum. Orada olmaksızın faaliyet. Türkçe’de bir söyleyişimiz vardır. Hiç diye. Hiç bir şey demektir. Ve hedef bu dur.

WIE: Ruhsal (mânevî) murakabemizi derinleştirmek için dünya ile ilişkimizden geri adım atmak üzere inzivaya çekilmemiz gereklimidir?
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Peygamberimiz Muhammed A.S hakkında, onun yoğun mânevî hallerinden dolayi kendisinden geçtiği ve hatta kendi eşi Ayşe’yi dahi tanıyamadığından bahseden güzel hadiseler vardir. “Siz kimsiniz ?“ derdi ve o da : ”Ayşe” derdi, ve o yine sorardı : ”Ayşe kim?” görüyormusunuz, o orada değildi. Öyle uzaktaydı ki kendi eşini dahi bilmiyordu. Ama sonra başka zamanlarda mübârek başını eşinin kucağına koyup dinlendirdiği zaman: ”Ayşe başımı seviyor” derdi. Bu yüzden o bile azıcık bir rahatlığa ihtiyaç duyuyordu. Dünyaya geri gelmek zorundasınız. Görüyorsunuz ki biz bu dünya üzerindeyiz, ve görüyorsunuz ki bu vücuttayız, ve onun ihtiyaçları var. Geri gelmek zorundasınız.

WIE: Kendi yaşantınızda, sizin çok başarılı bir ressamdınız, fakat kariyerinizi bıraktınız, şöhret ve serveti bırakarak kendinizi ruhanî bir hayata adadınız. Sizin kendi hayatınızı geride bırakıp sizi böyle bir adım atmaya sevkeden şey ne idi?
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Aslında eşim ve ben ikimizde ressamdık ve biz bunun güçlü bir şekilde egomuzu beslediği kanaatine vardık. Sanat, sanat sergileri, ve kabul edilmek ve başarılı olma sebepleri, benlik için inanılmaz besinlerdir ki bunlar Sûfi’nin düşmanıdır. En son, Roma’ya bir heykeltraş arkadaşı ziyarete gittiğimizde, orada çok güzel genç bir kız vardı ve arkadaşım beni onunla tanıştırdı. Ve o bana öyle çok hayranlık duyuyordu ki. Dedi ki : ”Oo, sizi biliyorum. Resimlerinizi çok seviyorum.” Tamamıyle beni övüyordu, ve ansızın benliğin yükselip: “Aha! Bu güzel ruhanî kız sana senin müthiş bir ressam olduğunu söylüyor” dediğini hissettim. Bu yüzden dedim ki : “ Aman ALLAH’ım! Tamam bu iş bitti.!” Benliğin kafasına vurdum ve hepsini bitirmeye karar verdim.

WIE: Sûfi geleneğinde, ruhanî hayatta çok derinleşmiş kişiler için dünya ile olan ideal ilişki nedir?
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Kendi yaptığım ve ögrencilerimden yapmasını istediğim şey, onların dünyadaki yerini ya da görevlerini , bu dünyadaki işlevlerini bulmalarıdır. Ve buldukları zaman, yapabildikleri kadar en iyi şekilde onu ifa etmeleridir. Ve onu bulmaları ve yapmaları için ALLAH’ın yardımını istemeleridir. Örneğin, bir kişi koleje gitmek isterse ve belli şeyleri çalışmak isterse, sık sık uygunluk (kabiliyet) testine girer. Böylece daha büyük ve dahada mantıklısı olarak, uygunluk testlerinde kendimizi geçmek ve bu dünyaya ne yapmak için getirildiğimizi keşfetmek zorundayız ve sonra onu yapabileceğimiz kadar iyi yapmalıyız. Bir kişinin dünya ile ilişkisi böyle olmalı diye düşünüyorum.
Otuz yıl önce, birisi bana bir Sûfi ve bir Şeyh olacağımı söyleseydi, ona gülerdim ve : “Sen neden bahsediyorsun?” derdim. Bu nedenle, siz BEN YAPTIM diyemezsiniz. Sonuçta , onu sizin için ALLAH’ın yapması lâzımdı. Dua ettiğimiz zaman ellerimizi açmamızın sebebi bu dur. Elleriniz açıksa, ve onlara bir şey düşerse, yakalayabilirsiniz. Fakat elleriniz açık değilse, yakalayamazsınız. Düşer gider. Bu yüzden açık olmak zorundasınız, ve bütün yapabileceğiniz şey bu. Kalbini aç bile demiyorum. KENDİNİZİ , HERŞEYİ - VÜCUDUNUZU, AKLINIZI, POTANSİYELİNİZİ açmak zorundasınız. Her şeyi açık tutmalısınız ve görevinizin ne olduğuna dair bir yön ve işaret almayı ummalısınız. Ve görevinizi bulduğunuz zaman, görevinizden doğru kendinizide bulacağınızı düşünüyorum..


Resim

WIE: Sizinde dediğiniz gibi, Sûfizm genel olarak dünyadan el çekmeye önem veren bir ruhanî gelenek olarak tanınmıyor. Fakat, el çekmek (inziva hayatı, ruhbanlık v.s) , Sûfi geleneğinde ruhsal birlesmeyi arayışta önemli bir rol oynarmı? Sûfi mistiklerinden bir çok hikayeler okudum ki bunlar “aldatıcı” dünyanın “sınırsız hileleriyle” tehlikelerinden bahsediyor ve arayanları ondan (dünya) “dua kanatları” ile uçarak uzaklaşmaları için teşvik ediyordu. Bu, el çekmek ya da dunyanın sunduklarını kendinden uzaklaştırmanın mânevî hürriyet ve Tanrı ile birlik halinde olmada en güvenli yol olduğu izlenimini veriyor.
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Bizim disiplinimizde, biz bu düşünce ile hem fikir değiliz. Buna zıt olarak, el etek çekmenin (inziva hayatı yaşamanın) bir günah olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilirdim. El çekmenin mânâsı şu ki; ben susamışım ve O, ALLAH, bana bir bardak su veriyor ve ben O’na: “Hayır sağol” diyorum. Bu günahtır! Örneğin , ALLAH namazlarımızın rekat sayılarını yolculuk durumunda indirmek için bize bir lütufta bulunuyor. Ve bazi ahmaklar diyor ki : “Hayır. Ben yolculuk yapmıyormuş gibi namazlarımı kılmaya devam edecedim.” Bu bir hakarettir. Günahtır. Çünkü ALLAH size bir hediye sunuyor ve siz: “hayır hediyenizi saklayın” diyorsunuz. Bu el çekme işi kibirin aşırıya kaçmış halidir. Bu sadece benim görüşüm değil, bu Sûfilerin görüşüdür. Her ne teslim alıyorsanız onu almalısınız ve onu faydalı bir şekilde kullanmalısınız. Onu istemiyorsanız, ihtiyacı olan başka birisine verin! Elhamdülillah yeterince param var. Fakat eğer bana bugün bir milyon dolar verirse, onu reddetmiyeceğim. Onu alırım ve ihtiyacı olanlara veririm ve kendimede bir kısmını ayırırım. Kendime eskisi yerine yeni bir araba alırım, ve belki 150 dolarlık bir çift ayakkabı. Günüm gün olurdu!
Bu yüzden manastırlara gitmek yok, Himalaya’lara tırmanmak yok, başının üzerine külleri dökmek yok ve bağdaş kurup çiviler uzerinde oturmak yok. Dışarıya dünyaya gidip ıştırak etmelisiniz. Örneğin, kendi hocam , Şeyh Muzaffer Efendi, yemeyi severdi, iyi yiyeceği severdi. Ve çok sevdiği bir eşi vardı. Derdiki , “Paramı? Cebinde çok fakat kalbinde hiç olmalı.”

WIE: Ya İsa örneği ne olacak? Sûfi bir peygamber olarak biliniyor ve o insanların dünyayı arkalarında bırakıp onu izlemeleri için teşvikte bulundu.
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Arapçada biz İsa (A.S)’ a “RUHULLAH”, ALLAH’in RUHU- ya da daha doğru şekliyle “RUHU MİN ALLAH”, yani ALLAH’in RUHU değilde ALLAH’tan RUH deriz. Bakın İsa (A.S) saf ruhtu, ve bir insan saf bir ruh olamaz. Onun öğretim metodu örnek olma yöntemi değildi. Aslında, her kim ona benzemeyi (onu örnek alarak yaşamayı bizim Muhammed SAV’i örnek alışımız gibi) denediyse arslanların ağzına gitti, ya da manastırların karanlık odalarında yahut hiç bir kimse için bir faydası olmayan rahibe okullarında kayboldu . Onun mesajı benzeme yolu ile değildi, fakat söylediği şeylerden doğruydu. Bu yüzden , İsa (A.S)’in öğretisinin dünyayı terketmek olduğu fikrinize katılmıyorum. Öyle ki bazı insanlar onu benzeme yoluyla, yani onu taklid ederek takip etmeye çalıştılar. Fakat, onun öğretisini izlemek mümkündür.

WIE: Bugün, Amerika’da büyüyen bir ruhanî hareket mevcut ki bu geleneksel ruhanî yollar ve öğretiler (dinlerin öğretileri) için çok kritik bir hal aldi, özellikle bu dünya ve bir üstün Tanrı arasında bir ayırım vurgulayanlar. Bu yeni filozofi; dünyevî yaşamlarımızın en bayağı görünüşlerinin (hallerinin) dahi doğal olarak kudsal olduğunu ve ruhsal uyanış için potansiyel bir araç (binek) olduğunu iddia ediyor. Böyle konular içeren, kudsal cinsellik, kudsal sporlar, ve iş yerinde mânevîyat (ruhanîlik) benzeri kitaplar, sürekli daha daha popüler oluyor, öyleki bunun sonucu olarak mânevî olanla ve dünyevi olan arasındaki hududlar belirsiz hale geliyor.
Elizabeth Lesser, “Yeni Amerikalı Mânevîyati” isimli son kitabında “ Dünyanın saadeti, insan aklının kendi iç sınırlarını aşmış olma halinin verdiği saadetten daha az değildir”, diye yazıyor ve “ biz gerçekten, mânevî yolu izlediğimiz sırada, kendi saadetimizi takip edebiliriz, ister bu saadet kudsal bir metin okumak ya da maraton koşmak olsun…v.s” böylece sorum su ki : bu yeni mânevî akımın takipçileri doğru yoldamı? Nihayetinde, tam olarak kudsal bir hayat ve dünyevi bir hayat arasindaki fark nedir? Her hangi bir fark varmı?
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Onların söyledikleri bir bakıma doğrudur. Eğer maraton koştuğunuz sırada, koşmanıza izin veren kuvvetin ALLAH’tan olduğunu, üzerinde koşuyor olduğunuz zeminin ALLAH’tan olduğunu ve içinize çekip dışarıya verdiğiniz nefesin ALLAH’tan olduğunu düşünüyorsanız o zaman bu deneyim gerçekten İncil’i kibirli bir şekilde okumaktan daha önemlidir. Fakat bakın, onlar bunu öğretmiyorlar ki. Onların söyledikleri şey kudsal metinlerden alınmadır fakat onların bunu söylemekteki asıl niyeti, maraton koşmanın Kur’ân’a eşit olduğunu söyleyerek , Kur’ân ı yürülükten kaldırmaktır. Onların önermeleri doğrudur fakat hareketleri ve niyetleri yanlıştır.
Bakın, dünyada hiç bir şey yeni değil. Fakat onlar biz 21.yy’da yaşadığımızdan dolayı, şeylerin değiştiğini düşündüklerinden dolayı böyle konuşuyorlar. Hiç bir şey değişmedi. Hayatın biraz daha basit olması haricinde, mağara adamı için geçerli olan aynı şey şimdide geçerlidir. Hayat daha karmaşık oldu, fakat biz halen ayni büyüklükte beyne sahibiz. Ve biz aynı hayır ve şerre, doğru ve yanlışa, tatlı ve acıya, karanlık ve ışığa sahibiz-her şey uzun süredir varlık sürdürüyor. Deve uçak oldu, fakat her şey aynı. Bugün yaşadığımız sorunların hepsi İsa (A.S) zamanında da mevcuttu. İncili okuyun. Hainler oradaydı. Hırsızlar oradaydı. Katiller oradaydı. Politikacılar oradaydı. Herkes oradaydı, ayni şeyi yapıyorlardı! Bu yüzden insanlara yeni çözümler bulunması gerektiğini düşündüren nedir? Onlara, İsa (A.S)’dan daha iyi bildiklerini düşündürten nedir? Kibirliler, ve sorun bu işte.


Resim

WIE: İslamî öğretilerde, bizim dünyevî günlük hayatlarımızın sürekli gönüllü teslimiyet ve tanrının dileğine teslim olmaktan doğru kutsallaştığını söyleyebilirmiydiniz?
ŞEYH TOSUN BAYRAK: O bu kadar basit değil. Teslimiyet, evet, fakat idrak (farkındalık) ile teslim olmak. Kör teslimiyet değil. Mistik ile Ortodoks arasındaki fark bu dur. Ortodoks kör bir şekilde teslim olur, ve kör bir teslimiyette, olaya hayal gücü karışabılır. Sûfi, mistik, anlamaya çaba gösterip teslim olur, ve bu nedenle yediği şeyin tadına bakar. Ortodoks McDonald’da yer ve sonra bir Fransız lokantasına gidip orda bourguignon bifteği yer. Onun için ikiside aynı şeydir. Lezzetine varamaz, sadece teslim olur, yer. Fakat Sûfi seçim yapar. Hamburgerin tadı kötüdür ve o bunun farkına varır, bu yüzden gidip bourguignon bifteği yer. O dininin tadına bakar ve ne yapıyor olduğunu bilir. İsteyerek teslim olur ve bir şeyin iyi lezzet vermediğini ve diğerinin verdiğini bilir. Fark bu dur.

WIE: Yeni Amerikan Ruhanîliğinde (mânevîyatinda), bu çeşit yüksek bir otoriteye teslimiyet yerine , bir çok insan kendi-otoritesinden bahsediyor ve diyorlarki “yaşamlarımıza uyan KENDÌ metod ve mânevî uygulamalarımızı bulmak için dünyanın mânevî geleneklerinden bize uygun olanını seçerek almak bizim kendi bileceğimiz iştir”.
ŞEYH TOSUN BAYRAK: İşte orda ayvayı yersiniz. Orda saçmalarsınız. Orda küstahlaşırsınız. Diyorsunuz ki: Ben ALLAH’tan daha iyi biliyorum. Ben İsa A.S’dan daha iyi biliyorum. Ben Musa A.S’dan daha iyi biliyorum. Ben marifet ehli şeyhlerden daha iyi biliyorum. Gördünüzmü, “BENİM” dememiz yasaklanmıştır. “BANA” dememiz yasaklanmıştır. Bu BENİM fikrim. Bu BENİM görüşüm. Bu BENİM doğrum. Unut onu, o sadece disiplinsizliktir. Bu kendini ululamaktır, kendini İLÂH edinmektir. Ve bu ölümcüldür. Ve bu insanlar, ölürler. Onlar yaşayan zombiler. Bu hayatı hakikat mefhumu olmadan, gerçeklik kavramı olmadan, hayalleri ile yaşarlar. Kendi hayallerinde yaşarlar, ve hayallerinde ölürler ve öldüklerinde uyanıp “Oh, Aman ALLAH’ım, ben kendime ne yaptım?” diyecekler.
6000 yıldır Yahudilikte, 2000 yıldır Hrıstiyanlıkta , 1500 senedir İslam’da, yüzlerce binlerce hakikat ehli mânevî öğretmenler kendilerini buna adadılar, ve onlar insanın dünya ile, hayat ile ahiret ile olan ilişkisini bulup tasfiye ettiler. Ve buyrun şimdi, biraz psikoloji, biraz filozofi öğrenmiş adamın ya da kadının birisi geliyor ve bütün şeyi reddediyor. Milyonlarca insan, zeki insanlar, sadık insanlar bunu kendi ihtisası yaptılar. Biz bir uzmanlık periyodunda yaşıyoruz, fakat bu insanlar süper-uzmanlar. Ve onların dokümanları burda, sözleri burda, prensipleri burda. Tartışmaya bile değmez.
ALLAH bu insanlara yardım etsin. Söyleyeceklerimin hepsi bu. Ve ALLAH onları affetsin.


Resim

WIE: Benim son bir sorum daha var. Mânevî yolda hangi noktada dünyaya hizmette olmaya hazırız?
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Başlangıçta, ortada ve sonunda. Bu Kur’ân dadır. ALLAH dedi ki: "Ben cinleri ve insanlan ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım."[Zariyat 51/56]. İbadetin mânâsı “hizmet” tir. Fakat “tapınma” anlamı da vardır. Bu yüzden hakiki tapınmak hizmettedir. ALLAH dedi ki: “Ben insanları bana hizmet etsinler diye yarattım". Fakat ALLAH’ın hizmete ihtiyacı yok. Zıt olarak, o bizim hizmetimizde. Yaşamlarımızdaki her dakikada, bize hizmet ediliyor. Nefes alıyorum, bana nefes aldıran O. Nefes veriyorum, bana nefes verdiren O. Bana kahve getiren O, bana kahveyi içiren O. Günün yirmi dört saati, hepimize- mikroptan tutun hilkatin en yüksek olanına kadar sürekli bizim hizmetimizde. Bu yüzden, insanları Ona hizmet etsinler diye yarattığını söylemesnin mânâsı nedir? Kısacası, O’nun hilkatine hizmet etmektir. Eğer biz yaradılışça üstün isek, o zaman hilkatte bizim gibi olan diğerlerine, ihtiyaçta olanlara, ya da bizim altımızda olanlara hizmet etmek, yardım etmek zorundayız. Yaradılışımızın amacı bu dur.
Bu yüzden dediğim gibi, hizmet doğduğunuz andan itibaren son nefesinizi vereceğiniz ana kadar olmalı, fakat ne yönde olduğunu keşfetmek zorundasınız. En önemli şey budur. Ne şekilde ve usülde hizmet edeceğimizi bulmak zorundayız.

WIE: Söylediğiniz her şeye dayalı olarak, Sûfi bakış açısında öyle görülüyor ki, mânevî yaşamlarımızın nihai ifadesi dünyada bulunuyor. Bunu size sormak istedim çünkü bazı “Doğu” ve “Batı” daki büyük geleneklerde “arıyor olduğumuz şey ahirettedir ya da bir gelecek doğum olayında bulunur” deniyor.
ŞEYH TOSUN BAYRAK: Hayır. Cehennem burada. Cennette burada. Her şey burada.

Ingilizce Link: http://www.wie.org/j18/bayrak.asp
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2008 Ağustos Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Tarih: 15.08.2008 Saat: 16:42 Gönderen: kulihvani

Resim

HİKMET

dostemin

Hikmet, gizli ilahî gayedir ki ucundan biraz vâkıf olanlara Âlim, Hâkim diyorlar.
Hikmet’in özü, hedefi ; O TEK olanın ululanması, aşk ile O’na ulaşılması, sadece O’nun varlığının, hükümranlığının, güzelliğinin, tek Mâşuk olmasının ilânıdır ki, O bu ilahî gayeyi her an tahakkuk ettirmekte…
Yaratılan tüm evrenlerde hep O’nun adı zikredilmekte…
Çeşit çeşit dillerden söylenir ; kimi Subhânallah der tesbih eder, kiminin dilinde hamdele yani Elhamdülillah, vargücüyle tekbir getirenlerse der Allahuekber ve sesli sessiz tehlil çekerler Lâilâheillallah!..
O diller birleşir titreşirler Hu! Hu!…
Evvel, Âhir var olan TEK olandır O…
Her an bir oluştadır O…
Her oluş bir hikmettir…
Hikmet hikmet içindedir, hepsi başka biçimdedir…
Nolur hisset bunu ve edeple, huşû ile izle bu muazzam oluşumu!..


Hikmet nerde diye sorsan hikmet biçim içindedir
Biçimine aldanma sen hikmet hikmet içindedir
Bir hikmet yok bin hikmet var gönül gözü içindedir
Biçimine aldanma sen hikmet hikmet içindedir…


Hikmetleri görmek için gönül gözü açılmalı
Tefekkürle Hakkı anıp masivadan kaçılmalı
Hikmeti çok Yaradan’ın esrarına ulaşmalı
Biçimine aldanma sen hikmet hikmet içindedir…


Mahlukatın işlevi ne, görevi ne, sıfatı ne
Hâlık bilir hikmetini enfüste ne, âfakta ne
Hikmet vardır her ef’alde, O’dur bilen hikmeti ne
Biçimine aldanma sen hikmet hikmet içindedir…


Hikmet nedir diye sorma onu ancak Mevlâ bilir
Her oluşta hikmet vardır hikmetini Allah bilir
Lütuf eder sır verirse bir de Kâmil İnsan bilir
Biçimine aldanma sen hikmet hikmet içindedir…


Hikmetinden sual olmaz hikmet bin bir biçimdedir
Neden böyle denilemez hikmet hikmet içindedir
Her işte bir hikmet vardır hepsi başka biçimdedir
Dost Eminim aldanma sen hikmet hikmet içindedir…


Basîretle bakmanı engelleyen perdeleri, mâsivâyı kaldır aradan ki, her oluştaki hikmetler görünsün.
Her oluşumda olduğu gibi sen de bu hikmetlerden bir parçayı temsil etmektesin…
Şaşma hiçbir oluşuma her şey birbirini bütünleyen parçacıklardır… İyi, kötü gibi nitelemeler yanlıştır, çünkü her şey mükemmel oluşumun olmazsa olmazlarıdır…

İnisiyatif yani tasarruf etme hakkı sadece O’nundur.
Yanılıp kendini ayrı bir varlık görme, yanarsın…
Sen sadece ilahî gaye içinde bir parçasın, ayan-ı sabite’nin zuhurusun, yaparım sanır fakat ona aykırı hiçbir şey yapamazsın, hâlâ öyle düşünüyorsan acırım sana çünkü câhil ve zavallısın!..

Ey dost!
Ne olduğumuzu bilelim yani hiç olduğumuzu bilelim.
Hikmet neyse onun ucundan kıyısından bir noktası olarak geldik, kulluk edip gidelim.
Yüce Allah’ın rızasını kazanıp gidelim ki gittiğimiz yerde gülelim…
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2008 Ağustos Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Tarih: 16.08.2008 Saat: 02:56 Gönderen: kulihvani

http://www.muhammedinur.com/resimler/Rsm_396.jpg

HASAN DAĞI Yayla Notları-II

Latif YILDIZ

Gelin gibi Başından salkım-saçak bulutları hiç eksik olmayan Hasan Dağı, her baharda çıkan Yayla Göçleriyle bir cünbüş başlatır.
Bizce bilinen-âşinâ oyun yeniden ve değişik oynanır burada!
Asırların anısı yeniden dillenir yanık kaval seslerinde ve,
“Hoş geldiniz!” karşılamalarında..
Kaşık sesi yankılanır Bozboyun Yamaçlarında..
Şehrin karmaşık ve sıkıcı stresinden habersiz bu Yörük Yöresinde ve Töresinde İNSAN Olmanın neşesini tanır ve yaşarsınız!
Burcu burcu kekik kokan koyun sütü içer, yoğurdunu yer ve:
“Keşke önceleri tanısaydım bu Yerleri ve bu Güzelim İnsanları!" dersiniz..
Bu dağlarda her taşın ve her başın size anlatacak acı-tatlı ama gerçek bir öyküsü vardır!...


Resim

Bu dağların geceleri en gürültücü çobanı Dokuz Hasandır.
Elinde olmadan karanlıktan korktuğu anlatılan Dokuz Hasan’ın bu hâli herkesçe bilinir.
Hava kararır kararmaz sürüsünün ardındaki Dokuz Hasan’ın tiz sesiyle dağlar çınlar :
“Haay!.. Hooov!.. Şiiistt!..Yaaaah!.. Oohaaahaaa!..”
Davar (koyun-keçi) sürüsüne : “Yürüyün, durmayın, otlayın!..” demek için dese de aslında karanlıktan korkması hastalık hâlindeymiş..
Yanında yanaşık çoban arkadaşı olsa da dağdan taştan korkarmış..
Üzümlü marka kısa tekli kırma tüfeğinin sesi bazı geceler karanlığı yırtar da:
“Kurt gelmesin sürüye diye attım!” der..
Çok misafir perver ve koçak bir adamdır Dokuz Hasan..
Torunu Hasan’a takılmak için şeker verip : “Ne haber ula doksan dokuz Hasan!” dediğimde Dokuz Hasan’ın gözlerinin içi mutlulukla güler hep..

Dokuz Hasan’ın karısı Güççülü Anşa 140 cam kadar boyu ile obanın en çok koşturanıdır.
Koyun, keçi, inek, dana, it, köpek derdinde ve peşinde..

Daha dün akşamı hava kararmıştı, Dokuz Hasan’ın gelini koşarak girdi dağdan obaya.
Bağırıyordu: “İnek yalım (dik kayalar) başında kaldı indiremedik, anam da orada yetişiiin!”
Oba bir anda hareketlendi.
O yalımdan düşen bir inek ölmüştü geçen yıl.
Yahyanın Musa ile Orucun Oktay urgan (kalın ip) alıp el fenerlerini yakıp koştular.
Biz de yürüdük dağlara Hacı Mahmut’la..
Biz daha bir beleni aşana kadar ineğe ulaşmış, ipi başına bağlayıp indiği yerden çekip çıkarmışlardı..
Güççülü Anşa Bacı kocasına kızarak : “Bu ineği aldı geldi başımıza ovadan, dağ bilmiyo daş bilmiyo, zamanında inip gelmiyo ötekilerle..” diye homurdanıyordu..
Ve insanlar gerçekten anca beraber kanca beraber yaşamaktaydılar bu dağlarda…


***

Çoban Murtaza bu dağların en kıdemli çobanıdır.
Kilisin oğlu veya Şah diye anılır bu dağlarda.
“50 yıldır davar güderim bu dağlarda, basmadığım yer kalmadı!” demekte.
Çok koçak ve yiğit yürekli bir yörüktür.


Yörük Yörük yörüdü
Kıllı deri sürüdü
Yörük bizim dostumuz
Ağzı kırık testimiz
Yörüktür bizim aslımız…


Çoban Şah da karacaoğlanın da mensub olduğu Kargın Yörüklerindendir..
Bu dağlarda asırladır Yörük töreleri her bahar yeniden yaşanır..
Aşk türküleri söylenir.
Hasan Dağında yayla kuralları kesindir.
Bu dağlarda her canlının toprağa tutunup kök salması ve varlık göstermesi için tüm hünerinin gösterme mecburiyeti vardır…
Toprağa düşen her tohum birkaç damla rahmetle başını çıkarınca davarların yemesinden ve tepelemesinden kurtulması, çiçek açıp tohum vermesi âdetâ bir mucizedir.
Toprağa çivilenmiş gibi yapışmış sert çayırlar, bu dağa mahsus çalılar, kevenler ve özel bitkiler…
Ana kural ise; dalını, yaprağını, çiçeğini kaybetsen de kökünü korumalısın!..
Çoban Şah gibi dalın şah olmasa da kökün kesin şah olmalıdır…


***

Resim

Siz de bir gün bu dağlarda yurt edinirseniz sabah ezanı, çılgınca kuş sesleriyle uyanırsınız …
Boz renkli Corruk Kuşunun ala kuyruk erkekleri yerden yükselir, gök yüzünde sabit durur ve dans edercesine türlü türlü nağmelerle dişisine kur yapar..
Sonra birden bire dişisi yerden fırlar erkeğine ulaşır, birlikte ok gibi dalarlar yere doğru ve bir kaya başında göz önünde çiftleştiklerini görürsünüz..
Corruk Kuşlarının o tiz sesleri tüm dağları doldururcasına bitmez tükenmez bir zevk konseri gibidir..
Şimdilerde yuva, yumurtlama ve yavru mevsimi..
Bir geleni deliğine, bir keven kucağına, bir kaya kovuğuna veya bir çalı dibine yuva yaparlar ve hep gözetir dururlar birileri yaklaşınca..
Yeşil-mavi çilli 4-5 yumurtaya kuluçka yatar dişisi de erkeği hep böcü-börtü yiyecek taşır durur ona..
Gider gider gelir yuvaya..
Yavrular çıkınca iki çift gaga hep dolu girer boş çıkar yuvadan..
Yavrular bir çıt duysalar anında yuva kaçarlar hemence..
Geçen yıllarda çadırımızın hemen önünde yuva vardı.
Yavrular sırayla çıkar güneşlenirdi.
Bir çıtırtı duyunca bir anda deliğe dalıp yok olurlardı.

İnsanı görünce yuvasına kaçtığından Çıtdelik denilen kuş da corruk kuşunun benzeridir.
Kayalara konar ve kuyrukları durmadan iner kalkar.
İbibikler obalardan uzak dururlar.
Her ikindi ve sabah erkence “Hüd! Hüd!” leri yankılanır dağlarda.

Kınalı keklikler bazen fırrrr diye kalkar önümüzden süzülerek karşı yamaca inerler..
Yuvası buralardadır ve çokça yumurtlar.
Bulan çobanlar kaldırırdı yumurtaları eskiden şimdiyse bozmamaktalarmış.
Sabah ezanı ve akşam gün inme vaktinde baskın erkek keklik sesi çınlatır Bozboyun Belini “gak guburrak gaak!”
Bu dağlarda boz keklik de bulunur…

Tübülü Kuşu, Karnıala, Çalı Kuşu, yanına varıncaya kadar gizlenip bekleyen ve bir anda pırradan uçan Çoban Aldatan Kuşu, parmak başı kadar ufacık simsiyah ve göğsü al renkli Kaya Kuşu..

Ve daha niceleri..

Bir yerde kara kartallar gök yüzünde daireler çizerek dönüyorsa obadaki kadınlar :
“Falan yerde kartal dönüyor, ya bir davar taşa düştü ayağı kırıldı kaldı ya da öldü orada leş var!” derler.
Kartallar zirvedeki çok yüksek ve sarp yalımlarda yuva yaparlar..
Dağ faresi, tavşan, bazen de küçük oğlak-kuzu alır kalkarlar..

Çoban Şah : “Eskiden kuş çoktu her yerde.. Ne zaman aşağılarda ekinlere gübre attılar kuşları da yok ettiler dağlarda.. Ot ilacı attılar ot çeşidi komadılar. Devletin başka işi yok gibi bizim meşeliğe bir çift dağ domuzu koymuşlar birkaç senede yüzlerce ürediler.. kurtlar koyunlara zarar verirler ama domuz yavrularını da yerlerdi, kurtları da vurduk şimdiyse domuzlar eteklerdeki köylerde ekin tarla mahsül komamakta tar ü mar etmekteler…”

Tilki tavşanda bulunmakta bu dağlarda, av yasağı varmış ama kaçak av da çokmuş..
Çoban Yahya : “Zalım adamlar kekliklerin yuvası var, yumurtası var, yavrıları var dimiyorlar ağabey!” diye dert yandı..

Cuma günleri namaz için Helvadere Kasabasına yayan inerken meşe ormanlarının içinden geçeriz kestirmeden..
Derinlerden Dudu Kuşu, Yusufçuk ve Şakırdak Bülbül sesleri Kumru inlemelerine karışır..
Hülasa sessiz dağları dinlersiniz.
Bitmeyen bir kuş korosu senfonisi duyarsınız..
Obalarda hiç kimsenin umurunda değildir bu sesler..
At, eşek, inek, dana, koyun, kuzu, keçi, oğlak ve köpek sesleri insanlarınkiyle karman çorman karışır ve duyulur durur gün-gece boyunca..


***

Resim

Obamıza yeni gelen eşlere gelin hoş geldi şenliklerinin bayraktarı Çoban Oktayla Ağeşme’ye suaya gittik.
Su kuru dere dibindeki kar suyu kaynağundan dolsurulup eşeklere yüklenerek plastik bidonlarla taşınır.
Çoban Oktay emektar eşeğine “kadife” adını takmış..
Apı’nın oğlu Mıstık laf atıyor : “Kadife de kadife haaa!” diyor.
Çoban Oktay kükrüyor : “Ulaa Mıstık, Apının omzundan kurşun atmak değil mârifet, erkeksen muhanete çık da konuş!..”
Bizler gülüşürken Çoban Oktay : “Babasının malına sahip çıkmıyo gonuşuyoo!” dedi.
Ve kendisinin emektar eşeği “kadife” nin hikayesini anlattı:
“Hacım, iki yıl öncesiydi Korulukta iki koyunum birden kuzulamış ve sürüden kalmışlar.
Habar geldi.
Alıp gelmeye gonşulardan eşek istedim, eşeğim yoktu.
Kimi : “Palanı yok” dedi
Kimi : “Kolanı yok” dedi.
Çok üzüldüm, muhanete muhtaç olmuştum.
Kayseri Develideki asker arkadaşıma telefon edip : “Bana bir eşek lâzım!” dedim.
O da : “Gel sen! Eşek ne ki al götür!” dedi.
Gittim ki arkadaşım şaka yapmış ama yine de sıpalı bir eşek buldu bana.
Develi nere Aksaray Karkın Köyü nere?..
Eşek ile sıpasını kattım önüme köyden köye 4 gün geçti getirdim köye..
Kim isterse verdim yine de veririm..
İşte bu kadife o kadife..
Hacım benim neyim varsa el emeği alın teridir!”
Gerçekten Çoban Oktay herkesin yardımına koşan yiğit yürekli bir Anadolu adamıdır.
Bazen coşarda sürüsünün ardında : “Ziynebim Ziynebim!” Türküsünü kendi bestesiyle dinletir dağlara ve bizlere..
Sesi Yardıbaşı’nada yankılanır…


***

Gelintırnağı, gelin göbeği, koyun memesi, ısırgan, sıyırga, sarı çalba çiçeği, mor çalba çoktur bu dağlarda..

Çalbalar çiçek açtı
Yaylanın tadı kaçtı
Kalkın gidek ablalar
Yaylanın tadı kaçtı…


Bende bu dağların nesine geldim
Meleşen kuzunun sesine geldim
Bir yiğit ölmüşde yasına geldim
Kanlı Kavak ahım kaldı dağlarda…


***

Resim

Herkes ne ederse Nine!..

Hasan dağı’nın bir orman köyünde yaşanmış..
Kimi deli kimi veli dermiş…
Her sabah keçilerini önüne katar meşeliğe götürür akşama dönermiş..
Kimi görse : “Herkes ne ederse kendine eder!..” dermiş.
O köyde yaşayan yaramaz-geçimsiz bir kadın :
“Deli Nene! Biri seni öldürse kendine mi eder?” dermiş.
Velî Nene : “Hee anam kendine ider!..” dermiş..
Kadınlar kahkahayla gülerlermiş geçimsiz kadına..
O da buna içerlemiş hep..
Kızgınlığından
Bir gün tandırda ekmek yaparken bakmış ki Nene yine keçileri önünde dağa gidiyor.
Neneye kızgınlığından hemen bir yağlı börek hazırlamış ama içine de fare zehiri koymuş biraz..
“Al Nine afiyetle ye azığın olsun!” demiş.
Nine : “Sağ olasın cankızım ne kadar iyisin sen!” demiş de azık dağarcığına onu da koymuş…
Geçimsiz kadın : “Herkes ne ederse kendine mi eder bu gün görürsün!” demiş.

Velî Nene Memişin Meşelikte keçilerini otlatırken bir genç görmüş yolda şehirden köye gelmekte:
“Canoğul! Hele gel soluklan su iç, azığımdan ye!” demiş.
Genç tanımış Velî Neneyi severmiş, dönmüş gelmiş el öpmüş :
“Askerden bu gün döndüm Nenem!” demiş.
Velî Nenede dualar etmiş Geçimsiz kadının verdiği yağlı böreği vermiş, su içirmiş, yolcu etmiş..
Genç köye girince bir kızılca kıyamet kopmuş!..
Velî Nene de duymuş çığlığı nehâl bu diye koşmuş köye kanter içinde..
Geçimsiz kadın öğrenmiş oğlundan derdinin aslını da başlamış saçlarını yolmaya..
“Ah bana! Vah bana! Herkes ne ederse kendine eder edermiş! Delî Nene değil Velî Neneymiş! Yetiş ninem oğlumu zehirledim seni zehirleyecekken!” diye ağıtlar yakmış..
Velî Nene, hünerini göstermiş delikanlıyı kusturmuş ve kurtarmış..
“Herkes ne ederse kendine eder bu dünyada!..” demiş sessizce..
O gündür bu ğündür dağ köylerinde bir efsane olarak anılır olmuş “Herkes Ne Ederse Nine!” diye kalmış adı..
Türbesi gariplerin umut kapısı olmuş Velî Nenenin …


***

Resim

“Karıncanın kardeşi var, bu dağlarda kimse yalnız değil!”

Deli Anşa

***

Resim

ÖKSE OTU..

Hasan Dağını eteğinde yemyeşil meşe ormanı.
Bulduğu yerden fışkırmış göğe uzanan umutlar
Parmak başı kadar yemyeşil, sert ve acı çağla yüklü dağ erikleri.
Çiçeği burnunda dağ armudu-ahlat dalları..
Topluca duran alıç ağaçları..
Seyrine doyum olmayan çiçekler, binbir desen ve renk kelebekler ve ürkek kuşlar..

Birden gözünüze kurumuş bir bir ağaç rastlar..
Ama dallarında yemyeşil bir küme dipdiridir..
Ökse otu!..
Bu asalak-parazit bitki nedense hep meyve ağaçlarına yerleşir.
Gövdesine kök salar, o ağacın Özünü emer durur ve sonunda kurutur…
İstenemyen bu misafir, kurutuncaya kadar bırakmaz pençesini..

Ben ilk okulda okurken Obruk Yaylamıza çıkardık öküzleri yaymaya, otlatmaya, gütmeye..
O zamanlar bu arsız ökse otlarını Lop Armut dallarında asılmış yemyeşil görünce çeğmel ile vura vura kırardım da sular fışkırırdı içinden..
Öküzlerin apış arasına gizlenen parazit kenelerle meyve ağaçalarını kurutan bu asalak ökse otlarına hep kızmışımdır..

Ne acıdır ki bu hal insan hayatının içinde de hep yaşanır durur…
Göz bebeklerimiz gibi BİZim BİRimiz olan İslâm Dinimize bir bakın!.
Artniyetli-iyiniyetli, bilir-bilmez, anlar-anlamaz nice kimseler göreceksiniz ki ökse otları gibidirler…
Şahsileşmiş, şirketleşmiş ve ambalajlanmış cemaatlar, tarikatlar ve tekeller…
Hükümleri askıya alınmış Kitabullah Kur’ân-ı Kerîm yetim gibi..
Sünnetleri suskun veya ÖZünü yitirmiş uygulamalarla Resûlullah Muhammed (sav) öksüz gibi..
Ökse otları yemyeşil!..
Ökse otları arsız!..
Ökse otları haksız!..

Her mahluk gibi kaderini yaşayan yaşlı ve yalan Dünyada;
Her iyi, güzel, doğru, hayr ve hak olan düşünce ve inanca bir yolunu bulup;
Kötü, çirkin, yanlış, şer ve bâtıl olan ökse otları üşüşecektir..
İnsan aklının kulluk imtihanı da budur zaten..

Ökse otundan kurtulmanın tek çaresi köksüz kökünü söküp atmaktır..
Sanki her şeyi yutan hava gibi küllî şeye muhit olan Dâim-Kâim Allah’ımız!.
BİZe BİZden de yakîn olan hayyu’l-Kayyum Allah’ımız!.
Lafzı Allahuzülcelâl’in, sesi Resûlullah Muhammed (sav)’in her an var OL-AN Kur’ân-ı Kerîm’imiz!..
Hakkın ve hayrın Hayyı Rahmetenli’l-âleminimiz (sav) ve BİZ!..
Nur-u Mim’i biliş, buluşla nefsin kandini bilişi…
Nur-u Mimle oluş ve yaşayışla nefsin RABBini bilişi ve gerçek kulu oluşu…

Bendeniz BİZe ökse otsuz gönül bahçeleri dilerim!..
Bu sene de Hasan Dağı Tahta Yaylamızdan esintiydi bunlar ve zevklerimiz..

Muhammedi muhabbet dualarımı sunarım…

16. 06.2008 08:55
H a s a n D a ğ ı
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2008 Ağustos Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Tarih: 22.08.2008 Saat: 14:09 Gönderen: kuihvani

Resim

SADAKAT SIRRI

KUL İhvanî

ZEVK 1491

Kâinâtın Kölesi oldum! Kanaat yok! Tevekkül yok!
Tamahla-Hırs-Şehvet-Gazab, KALBimi Virân eyledi!
Ehl-i Nifâk, Ehl-i Riyâ, Ehl-i Dünyayyım! Derdim çok!
SORdum SIRRIn SIDDIK’ına: “Otur Oğlum!..Otur!..” dedi..


28.07.1999 12:59
Lârâ Sahilleri..


Bu bir ZEVKtir ki NEFSim!..
Doğru OKU!
AŞKı ANla!..


Ömrümün o zamAN Dilimleri çok ilginç İmtihan Sorularıyla geçmekte idi..
Çok erken emekli olmuş, Mimar olduğunu söyleyen oğlumla bir de ortak alıp büro açmış iş yapmaya uğraşmaktaydık..
Resûlullah sav’in Özel ve Güzel yardımıyla 1954 yılından beri Antalya’da yaşayan ve Siirtli Hafız diye meşhur olan Muhammed SIDDIK Hekim Hocamla Benden taleb ve O’ndan dâvet olmaksızın Resûllah sallalahü aleyhi vesellem’de yeniden buluşmuştuk.
İlk defa 1971 yılında görüşmüş ama Aksarayda olunca yakınlaşamamıştık.
1980 sonrası sadece dinlemeye zaman zaman gider tek kelime olmaz sadece: “Nasılsın?” derdik…
Bir zamAN geldi ki hep BİZ ve BİR OLduk!..

Her ikindi nazmından sonra belki 40 yıldır süren SOHBETHÂNEsinde buluşurduk.
Kapısında hâlâ asılı duran “BUYURUN!” küçük levhasıyla orası meczub, akıllı, yerli, yabancı olup olmadığı sorulmayan ve harika çaydan yeter deyinceye kadar içilen ZEVKHÂNE idi…

SIDDIK Hocam daha 7 yaşını bitirmeden kendi iki gözü kör iken yine iki gözü doğuştan âmâ olan Meşhur bir Hafızdan, harfsiz-okumasız sadece SES ile Kur’ân-ı Kerîmi HIFZ etmiş nâdir HAFIZlardan idi.
Sanırım 1967 de ise bir Kadir Gecesinde tüm Kur’ân-ı Kerîmi Yatsı ve Teravih Namazı olmak üzere 33 rekatta hatmetmiş ve kayda alınmıştır..
Baştan sona bu kayıt-kasetleri şu anda bendenizde de mevcuttur.
Hızlı okumayı takib etmek için Kudsal Gecelerde 5,5 saatte Hatmederiz şükür..

İşte bu ortam içindeydik..
O akşama Kandil Gecesiydi..
Fatma Ana ve kızım Ahsen oruç tuttular ve akşama dondurma getirmemi istediler..

Sohbete katıldım..
O zamanlar bendeniz gelmeden Hocam sohbete başlamazdı, beklerdi de insanlar elimde olmadan geç kalsam:
“Hocamı bekletme!” derlerdi..
Hocam çok severdi bendenizi: “Vallahi-Billahi-Tallahi Abdüllatifi çok seviyorum!” dedi bir gün!
“Seni benimle buluşturan RABB’ime hamd olsun!” dedi..
Dedi amma bu kıskançlık ateşini de yaktı!..
Kasetlere aldığı sohbetlerini 4 cilt kitab hâline getirdim..
Yüzlerce kasete sohbetlerini aldım..
Hocamla bazı hususları payşamazdık.
Kendisi eski tasavvuf sistemini aynen uygulardı..
Oysa Zaman yeni AŞK, MEŞK ve İNSANlara gebeydi..
Tarikatın karışmış zinciri yerine bizzât Resûllah sallalahü aleyhi vesellem’i İmam-ı Mutlak ve Mürşid-i Mutlak BİLmek-BULmak-OLmak ve YAŞAmak zamANındaydık…
Bunda hem fikirdi ancak alıştığını da uygulardı..

Neyse..
O gün karşılıklı otururken içimden: “Acaba BİZ bu İŞin neresindeyiz? Bir görsek de Kalbimiz yatışsa!” dedim.
Sohbet 1-2 saat sürerdi.
Bitti, çıktım büroya uğrayıp bir şey aldım ve dondurmacıya yürüdüm..

Ama kendimi bir ANda bir mahalle içinde buldum.
Aklım yerinde ama hatırlamam-hafızam sıfırdı.
“Burası nere?” diye sordum bazılarına ama çıkaramamaktaydım.
Anladım ki bir yakaza içindeydim.
Akşama 1 saat yoktu.
Yaşlı bir kimseye: “Bakınız ben yabancı oldum buralarda bir mescid var mıdır? Lütfen beni ulaştırsan!” dedim.
Merkez Bankasının arkasındaki ufacık ve çok eski Mescide getirdi gitti..
İçeri girdiğimde tam ortada tıraşı çok uzamış gibi kısa sakallı rençber gibi yanık yüzlü birisi âdeta taş gibi donmuş kalmıştı.
Selâmı vs alacak hâli yoktu.
Kafamın bir kısmı çalışmataydı.
2 rekat namz kıldım.
Ben de oturdum ZİKRe..

Ama bir ANda Kerbelâ Çölünün dağlarla buluştuğu bir Vâdi başında buldum kendimi..
1989 yılında Ümre haccına giderken hepimiz uyuyakalmışız da, Kerbelâ Ziyaretine vakit harcamak istemeyen Adana’lı şöfürümüz yolu sapıtıp buralar gelmiş ve askarlerle epey uğraşmıştık da tekrar İmam Hüseyin (as) a dönmüştük çölden çıkabilmek için…

Tek başıma kan-ter içidnde idim.
Bana: “ 9 Şiir Şehrin harab olmakta!.. Kum Seli basmakta koş-yetiş!” denmişti.
O zamnalar 9.uncu AŞK Defterim bitmişdi.
Vâdiye girdim ki yukarıdan aşağı korkunç bir Kum Seli akmakta ve her şeyi yutmakta idi...
“Demek ki KIYAMET kopmuş ben anlamamışım!” dedim..
Öylesine sert bir rüzgâr esmekte idi ki:
“Bu ne rüzgârı Yâ RABBî!” diye haykırdım.
Gökler dolusu bir ses Türkçe olarak:
“Azîzü’l- Hakîm Rüzgârı!” buyurdu.
Bana en yakın ve son 9.uncu Şiir Şehrimin binbir GÜL-Çiçek ve Köşkleri de kuma teslim olmakta ve yutulmaktaydı..

O ANda hemen önümde 7 Mezar oluştu.
“Hayret bunlar Benim Mezarlarım! Ben ne zaman ölmüşüm?” dedim.
Hemen ayaklarımın ucundakini rüzgâr kazımış-açmıştı..
Kol ve bacak kemiklerim çıkmıştı dışarı.
Birisini aldım, elimde un-ufak oldu.
“Belki de 500 yıl olmuş BEN öleli! Bu BENim BEDEN MEZARIM!” dedim.
İkincisinde çoğu kurumuş ala kanlı bir deri parçası vardı.
“Bu da NEFS MEZARIM!” dedim.
Üçüncüsü âdeta leğende bir SU gibi idi.
“Bu da KALB MEZARIM!” dedim.
Dördüncüsü ise Yakamoz hâlinde bir Şûle pırıltısı idi..
“Bu da RUH MEZARIM!” dedim.

Ben mezarlarıma bakarken bir anda Kum Selinin ayaklarımı geçip dizime çıkıverdiğini görünce var gücümle Vâdinin sol yamacına koştum.
Çok dik ve sarp yamaçta tuttuğum her şey elime gelmekte ve Kum Seli ise benle yükselmekte idi.
Sağ olduğumdan emindim ve korkum korkunçtu..
Bâzen bir köklü ota tutunup çıkarken tırnaklarımın söküldüğünü ve kanlar aktığını görmekteydim..
Kan-ter içinde çabaladım durdum var gücümle..

Ve binbir ZORlukla bir yere çıktım ki aşağıda kıyamet koparken burası âdeta CENNET gibi idi..
Oturdum SEYR ettim..
Çok yorgun ve yapayalnız idim.
Anlatılmaz serinlik, güzellik ve kokusu olan bir rüzgâr esmekteydi.
“Bu ne rüzgârı Yâ RABBî!” diye yalvardım.
Yine Gökler dolusu bir ses Türkçe olarak:
“Rahmânü’r- Rahîm Rüzgârı!” buyurdu…

Çok rahatladım ama yapayalnız kalıştan korktum!
Kalkıp da tepenin zirvesine çıkınca az ilerde tek bir ağaç ve tek dalı sanki şemsiye gibi!
Altında ise Muahmmed SIDDIK Hocam..
Sırtını ağaca dayamış, sol bacağı üzerine oturmuş sağ dizi dikili, elinde İnciden bir tesbih var ve tek tek ZİKR etmekte..
Ve aşağıdaki fırtınayı SEYR etmekte idi..
Sadece koyu gri bir bulut kaplamıştı aşağıyı..
Onu görünce nasıl heyecanlandım anlatamam!
Yanına koşarak ve bitkin bir hâlde vardım.
Belki anlatacaktım neler olduğunu!
Ama dilim boğazıma dolmuş gibiydi ağlayamamaktaydım!
Hocamın altında bir kişilik Bizim Aksaray el dokuması Halı Seccade vardı.
Sağ tarafında az bir yer kalmıştı.
Hocam orayı göstererek bana bakmadan ve SEYRini bozmadan:
“Otur Oğlum!..Otur!..” dedi..

Bendeniz başımdan geçenleri insanlara yararı olsun diye anlatırım bu nedenle de bazı kısımları sanırım sansürlenir ki hatırlayamam.
Burada da sonra neler oldu hatırlamamaktayım.
Hatırladığım ise;
Baktım ki her yön sonsuz sayıda ve büyüklükte dağlar-tepeler ile çevrilmişti..
“Hocam BİZ burada hapis gibi ebediyen kaldık mı? Yol yok! Yön yok!” dedim..
Hocam tesbihli sağ elini çevirerek KIBLE YÖNÜne getirdi ki az ilerde gözleri kamaştıran bir NUR Hüzmesi İçinde RAVZA-yı MUTAHHARA gözüktü..

“Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin Abdike ve Nebîyyike, ve Rasülûke ve Nebîyyi’l-Ümmiyi ve alâ âlihi, ehl-i beytihi vessahbihi!”
“El hamdülillahi Rabbülâlemîn!” dedik..

Bir gün sonraki sohbete geldiğimiz de Hocam:
“ANLAt bakalım Abdüllatif oğlum! Resûllah sallalahü aleyhi vesellem’e güvenenin eli hiç boşta kalır mıymış?” dedi..
“Allahü Zülcelâl ve Resûllah sallalahü aleyhi vesellem BİZe GÜVENmekte! Biz ise Allahü Zülcelâl’e ve Resûllah sallalahü aleyhi vesellem’e GÜVENip GÜVENmemekte denenmek olan KULluk İmtihanı içindeyiz!” buyurdu..

Ve aktı gitti Söz-Sohbet-Zevk-Hazz Seli..
Gönülden Gönüle..
İşte bu ZEVK o günün ve ANın hatırası…

Muhammedi Muhabbetlerimle…
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2008 Ağustos Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Tarih: 28.08.2008 Saat: 23:41 Gönderen: kulihvani

Resim

NÜBÜVVET ve VİLÂYET
...
Bu gelişimde Ankara’da kendi varlıklarını lâikiyle bilmemişler gördüm.
Suâl soruyor da.
Belki anlayamayacaksınız bazı yerlerini çünkü onun suâline...
İrşad makamına daha ayak basmamış, kendilerine meşâyih süsü vererek etrafına mürid toplamış, irşâd davasında bulunurlar.
Müridleri vardır.
Bir diğerine: “Sultanım! veya Efendi Hazretleri!” hitâbıyla kendilerini dünya halkına Velî tanıtırlar.
“Biz Mârifet Ehliyiz!” derler…
Evliyâ sözlerini, tasavvufî cümleleri satan tellallara rastladık...



Evliyâ sözlerini, tasavvufî cümleleri satan tellallara rastladık...
Sin, Lâm yazın. Tın yazın. Elif yazın. Nun yazın!
Bunu okuyun.
“Sultan” değil mi?
Bu Sîn in mukabili Yâ Sîn dir.
Yâ Sîn dir.
Ondan sonra Lâm geliyor. Elif Lâm.
Tı, Tâ-Hâ ve Ta, Mim, Sin..
Aynı zamanda Nun, Nur Sûresi anlaşıldı mı?
Onlar Sultanın mânâsını verirler.
Arapça da Sultan Kur’ân dilinde Burhan demektir.
Delil mânâsı demektir.
Bir diğerine: “Sultanım! veya Efendi Hazretleri!” hitâbıyla kendilerini dünya halkına Velî tanıtırlar.
“Biz Mârifet Ehliyiz!” derler.
Evliyâ sözlerini - Tasavvufî Cümleleri satan tellallara rastladık. Mârifet ilimdir.
Bu ilimle Rabb’ıyla arasındaki perdeyi kaldırmaya yarar.
Mârifet sahibi her şeyin sıfatını görür.
Hakikatini göremez.
Sıfatların tevhidi, mârifettir.
Bu tevhidi bilmekle Velî olmuş olmazsın.
Hakikati göremezsin.
Eğer eşyanın zâhirini gören Velî olsaydı, hiç kimse azaba müstahak olmazdı.
Mârifet sahibi bile hayır sahibi değildir…
Herifi uçuyor görürsün ilâ nihaye...

Hatta Yediler, Yediler başka, Kırklar, Üçyüz Vilâyet sahibi değildir.
Vilâyet sahibi değildir.
Bu mürşidler Vilâyet Makamına ayak basmış olsaydı irşâd davasında bulunmazlar ve kendilerini halk arasında aziz bilip ve HAKK katından uzak olmazlardı.
Kendilerini Velî tanırlar bunlar.
Rasûlullah, âhrete intikal eder etmez Nübüvvet Allah’ ın izniyle Vilâyete tebeddül olundu.
Nübüvetün hükmü tamam oldu.
Vilâyet Devri ortaya çıktı.
Rasûlullah Efendimizin RUHÎ KUDRETİ evliyâda zâhir oldu.
Evliyâ öyle kimselerdir ki bütün Âleme ve her şeye gizlidir.
Her ilmi bilirler.
Dünya halkı tasarrufun kimin elinde olduğunu bilmediğinden dolayı evliyâ, zamanında bilinmez.
Zâhirî varlığı her ne kadar gizli değilse de hakikî SIRRı gizlidir.
Bu gün Vilâyet Devri olduğu için Kudret Makamı evliyânındır. Evliyâya sürülen, Rasûlullah’ın nübüvetidir.
Bugün bir bu Velî, bundan üç yüz sene evvel üç bin kilo yükü varsa bu gün otuz bin kilodur.
Çünkü âhrete, kıyamete yakın Allah’ın sevmediği işler o kadar çok olacak ki Cenâb-ı Allah gazab vermesin diye, Rasûlullah’ın ruhanîyeti müteessir olmasın diye Velîler omuzlarının üzerine almışlardır.
Eskiden bir Velîyi kızdırmak için on sene uğraşacaksak bu gün üç yüz sene beklememiz lâzım.
Allah bu derece Es-Sabûr Esmasıyla tecellî ediyor.
Kavm-ü Lût iki mahalle idi, l500 kişi idi.
Nuh’un Kavmi 2000 kişi idi.
Musa’nın 1200 kişi idi.
Bir anda Cenâb-ı Allah onları hâk ile yeksan etti.
Kavm-i Lût’un otuz sene de yaptığını bu gün yarım saatte yapıyor beşeriyet.
Adamlar!...

Çünkü Rahmetenlilâlemindir.
Rahmet şu demektir.
Şu elimize be her santimetrun murabba sahayı havanın bir kilo otuzüç gram te’sir eder.
Bir puan tuttuğumuz zaman nasıl şişer.
Havayı ref’ edin mizanda tutulur.
Rahmette böyledir.
Rasûlullah efendimizin Cesed-i Mübarekleri arzda iken RAHMETi hâlâ devam ediyor.
Âhirete yakın kıyamete yakın hadis bu.
En son Mekke’de kopacak kıyamet.
Beş dakika sonra da Medine’de.
Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil Aleyhisselâm inecekler.
Cesed-i Rasûlullah’ı aşağıya inip koparacaklar.
O, onun şiddeti görmesin diye.
Korkmasın diye.
Onun için Rasûlullah müteessir olmasın diye yukarı böyledir.
Dünya halkı da:
(Bir Hanım sormakta:)
“Efendim ama bu dünyadan hayatından başka, başka bir dünya daha olabilir mi? Başka bir Âlem daha olabilir mi?”

Halkın arasında gizli yürüyenler vardır.
HAKK’tan başka onları kimse bilmez.
Bunlara eşyanın sıfatları da perde olmaz.
Onlar gizli bir şey, onlara gizli bir şey yoktur.
Dilerlerse bir anda şarktan garba varırlar.
Bunlara EHLULLAH derler.
“Benim ümmetimin âlimleri Ben-i İsrail peygamberleri gibidir.” Hadis-i Şerîf.
Buradaki âlimlerden maksad Evliyâlardır.
Nübüvvet Makamına bu dünyada Evliyâdan başkasının erişmesine imkan yoktur.
Hatta Vilâyet ve Nübüvvetin ikisi de bir NURdur.
O NURun, Velînin varlığından vücudundan doğup çıkınca buna VİLÂYET denir.
Nebînin varlığından çıkarsa, buna da NÜBÜVVET denir.
Bu NURun açıklanması Enbiyâya farzdır.
Peygamberlere.
Evliyâ’ya men’ edilmiştir.
Çünkü Nübüvvetlik-Peygamberlik addia etmiş olur.
Onun için yasaktır.
Derhal kâfir olur.
Her hâlin kendine has ÖZü ve SÖZü vardır.
Konuşması belki birden bire anlaşılamaz.
Fakat konuşmalarında bir HEYBET sezilir.
Her Velînin kelâmı başkadır.
Her biri kendi MAKAMına göre konuşur.
İrşad ederler, ilme bürünmüştürler.
Affederler.
Halkın ayıbını örterler.
Cefaya da bicamildirler.
Aslında Allah’tan gelen fakat zâhirde kullardan görünen hallere razı olurlar.
Bunlar aşikâr olsalardı.
Halka da eziyet addetmiş olsalardı hakkında çekişmeye ve muharabeye girişmiş olurlardı.
Onların bu gizlenmesi Hakk tarafından halka bir merhamettir.
Halka belli olan bir Velî ancak zâhirdeki ilmiyle belli olur.
Vilâyet Sırrını kimseye göstermezler.
Her Velîyi gizleyen bir çok perdeler vardır.
Perdeler çeşitlidir.
Herkes Velîyi anlayamaz.
Birçokları inanmaz, mu’teriz kalır.
Bu da bir sırdır.
Eğer halkın hepsi onun büyüklüğünü kabul etseydi.
Yalan isnad edenlere de karşı sabır halinden alacağı ecri bulamayacaktı.
Şâyet hepsi yalancılık isnad etseydi o zamanda HAKK’a şükredemeyecekti.
Onun için iman iki türlüdür.
Birisi SABIR
Bir diğeri ŞÜKÜR.
Bu günün ulemâ ve mürşidlerinin ağzında bir TASAVVUF kelimesi gidip durur.
Tasavvufun özü vardır hakikati vardır.
Fakat ağızda dolaşan ismi yoktur.
Bu gün yalnız sadece ismi var.
Özü kalmadı, hakikati de yoktur.
Tasavvuf yazıları, kitapları, o Velînin yaşadığı haldir.
Bir kimsenin içi dışından daha değerli ise,
Bir kimsenin içi dışından daha değerli ise onun adına VELÎ derler. Bu kadar!...
İçi dışı aynı olursa ona da ÂLİM derler.
Bir kimsenin dışı içinden kıymetli olursa ona da CÂHİL tabakası derler.

Sana dâima, size dâima söyledik, yazdık, imâ ettik.
Fakat sen bildiğin gibi gidersin, her şeyin dibini öğrenmek sevdasındasın.
Yoksa bir lâhzada iş biter!
Fakat aslında kaybettiğini söyleyip, başka bir kağıda yazılmış yazanın el yazısı bile, değil.
Onun ricâ ve selâmını aldık onun hatırı içindir.
Hatırı zamanında neredeyse akıp gidiyor.
Her şeyin sonu vardır.
Onun için bedastan laflarından uzaklaş oğlum!
Maddî Planda çalışanlar, Mânâ Makamlarının sözlerine ve adamlarına da muhtaçtır.
Bu son cümleyi yurdumuz kaybettiğinden bu günkü duruma düştük.
Gördüğüne, işittiğine inan!
Hükmünü sonra kendin bil ve de bul!
Sofrada kalktıktan sonra dökülen ekmek parçalarını, düşen pirinç tanelerini yiyenin gözü açılır.
Bu laf on ciltlik kitâbın ÖZÜdür.
Böyle olursan gezdiğin yerlerdeki ağaçlar, kurtlar, taşlar ve hayvanlar seninle konuşup söyleşirler.
Bu sözleri söyleyecek kimse kalmadı.
Yerlerini de dolduracak da yok.
Kütüphaneler kırk senedir kapalı.
Kitapları okuyacak da yok.
Başka yazı, başka lisân, başka zihniyet.
Daha seninle bile mektubu bile yazamıyoruz birbirimize eski Türkçe.
Ben sağdan yazarım.
Sen soldan başlarsın.
Muhterem Efendim!
Sayın, Bay good!
Memleketimizde elli, kırk senelik nesil Bit Pazarından toplanmış uydurma kelimelerle câhiliyet lisanı kuruldu.
Amma bir bakıma iyi oldu.
Belli olacaklar ortaya bütün üryânlığıyla çıktı.

Akşemseddin Hazretlerinin babası, Şeyh Hamza adında kerâmetleri olan bir zâttır.
Şeyh Hamza Akşemseddin yedi yaşında iken Allah’ın emri ile Amasya’ya gelip yerleşti.
Kavak Mahallesinde.
Hâlen kabirleri ordadır.
Şeyhü’l Hamza âhirete intikal edip kabre konduğu gece sırtan kurdu adındaki bir canavar kabrini açar.
Cesedini yemek ister.
Şeyh elini çıkartır.
O canavarın boğazından sıkar öldürür.
Ertesi sabah halk ziyârete geldiğinde merhumun elini dışarıda görürler.
Herkes hayret içindedir.
O anda kalb gözüaçık olan Ârif bir zât da orada bulunur.
Zikredilen zât: “Kurdu tuttuğundan meyyitin elinin yıkanması gerekir!” der.
Ve yıkarlar.
Hakikaten de eli içine çekilir.
O zamandan beri merhuma “Kurtboğan Şeyh” derler.
Şimdi o diyârda bu adla anılır.
Şeyh Hamza’yı tanımazlar.
Bu hikayede ne var?
Ara bul!..

İşte bu günün menkibesi.
Elinin yıkanması gerektiğini bilecek, o kadar ulemânın, mürşidlerin arasında bir tek gölge bile yok maalesef.
Kiminle konuştu isen, hepsi kendi büyüklüğünü izhar ve kabul ettirmek sevda ve gafletindedir.
Nakşibend Şeyhleri, Rifaî Halifeleri, bunların müridleri, mürşid diye bize tanıttırılan bey-namazlar.
Alevîyim diye geçinen, pos bıyıklı güsulsüz câhiller.
“Ehl-i Beyti seviyorum!” diye Ehl-i Beyti rencide edip Allah’ın Rasûlulu’nun ruhunu ta’zib eden, dindâr görünen yerine göre kendine makam veren münafıklar gördüm.
Aralarında menfaat kisvesine bürünerek onlara bilmeden tâzim ve hürmet eden, aklı ermediğinden küfr içerisinde olan, tamamıyla şirke düşmüş insanlar gördük.
Tantanalı laflarına kapılıp onların peşinde koşan temiz gençleri gördük.
Bir diyârda mânevî kalb hışır olur, küfür olur, münafık çoğalırsa o diyârın zâhirî, maddî, iradî nizamı da düşmüştür.
Her türlü iş ehlinin gayrına tevdi edilirse, kıyamete intizar edilmiş bir süre beklenip durmaktadır.
Kıyamet alâmetlerini saymaya hâcet yok!
Ne soruyorsun?
Şu oldu, şöyle olacak diye laf etmeye de lüzum yok.
Bütün insanların kendileri teker teker bir nev’i kıyamet alâmetidir.
Artık maddeten ruhlara, bu âlemin alâmetleri intikal etmiştir.
(Sohbetlerinden)


KELİMELER:


İrşad: Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı Kur'aniye yolunda selâmetle devam ettirmek. Allah'a ibadet ve itaata kavuşturmak. Veli bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması. * Ist: Hak ve hakikatı arayan kimselere bir mürşid-i ekmelin Kur'ânî ve İslâmî eserleriyle veya sözüyle Sırat-ı Müstakim olan İslâmiyet yolunu tanıtması ve tarif etmesi. İmanı kuvvetlendiren ve inkişaf ettiren tahkikî ve yakînî delillerle hak ve hakikatı talim ve tedris etmesi. (Bak: Mürşid)
Mürid: İrade eden, istiyen. * Tarikata girmiş olan. Şeyhin veya mürşidin şakirdi, talebesi.
Meşâyih: Şeyhler. Pirler. İhtiyarlar.
Mukabil: Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.
Burhan: Bürhan. Delil, hüccet, isbat vasıtası. * Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas. * Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet.
Tellal: Dellal. İlân edici. Yüksek sesle bildiren. * Müşterileri çeken. Davet eden.
İlâ nihaye: Sona kadar, nihayete kadar. Böylece devam eder.
Tebeddül: Başkalaşmak. Değişmek. * Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek. (Bak: Hudus)
Nübüvet: (Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (C.C.) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak
Müteessir: Te'sir altında kalmış. Acımış yahut sevinmiş. Hissiyatına dokunmuş. * Üzüntülü.
Sabûr: f. Çok sabır gösteren, çok sabreden.
Tecellî: Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.
Hâk : f. Toprak. Turab.(Hâk ol ki, Hüdâ mertebeni eyleye âli.Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâkk-ı kademdir.)
Yeksan: Beraber. Bir. * Düz. * Her zaman.
Beşeriyet: İnsanın tab' ve hilkati ve fıtrî halleri. İnsanlık.
Santimetrun murabba: Santimete kare. Cm2
Te’sir: Bir şeyde eser ve nişane bırakma. * Vasıfları ve halleri değiştirme. * İşleme, dokuma, iz bırakma. * İçe işleme.
Ref’: Kaldırma, yüceltme, yukarı kaldırma. * Lağvetme, hükümsüz bırakma.
Mizan: Terazi, ölçü, tartı. * Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. * Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir. * Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesap. Sağlama.
Şark: Doğu. Güneşin doğduğu taraf.
Garb: (C: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı.
Ben-i İsrail: İsrâil oğulları. Yahudiler. Yahudi.
HEYBET: Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.
Âşikâr: f. Belli, meydanda, açık. Bedihi.
Addetmek: Saymak. İtibar etmek. İttihaz etmek.
Muharabe: (C.: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal.
Mu’teriz: İtiraz eden. Kabul etmeyen. Bir şeyi beğenmeyip bozulmasını isteyen, aksini iddia eden.
İsnad: Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek. * Bir nesneye, bir şeye dayanmak. * Birisi için, bir şeyi yaptı demek. İftira etmek.
İmâ: İşaret etmek. İşaretle anlatmak. İşaret.
Bedastan: f. Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı.
Zihniyet: Düşünce. Düşünce yolu. * Anlayış. * Kafa
Üryân: intikal
İntikal: Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
Meyyit: (Mevt. den) Ölü. Cansız. Ölmüş.
Menkibe: Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe.
İzhar: Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek
Rencide: f. İncinmiş, kırılmış.
Ta’zib: Azab verme. Eziyet etme. Men eylemek.
Kisve: Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet.
Şirk: En büyük günah olan Allah'a (C.C.) ortak kabul etmek. Allah'tan (C.C.) ümidini keserek başkasından meded beklemek. (Şirkin mânası mutlak küfürdür.) (Politeizm)
Tantana: Çok lüks içinde olmak. Gösteriş. Gürültü patırtı.
İradî: İrade ile alâkalı, iradeye dâir.
Tevdi: Emanet vermek, bırakmak. * Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi. * Mutlaka terkedip bırakmak.
İntizar: (Nazar. dan) Gözlemek. Ümidederek beklemek.
Hâcet: (C.: Hâcât) İhtiyaç, lüzum, muhtaçlık.
Nev’i: Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.
Alâmet: İz, nişân, işâret.
İntikal: Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.

Resim
Cevapla

“2008” sayfasına dön