İBNU'L-VAKT

Cevapla
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen gullale »

Resim
Cihanın ZübdesiVaktin Oğlu

İnsan hâli üzre imiş.
Vaktin oğlu tâbiri, insanın, içinde bulunduğu mânevî hâlin ürünü olduğunu imâ eder.
Kâmil insan, zaman ve mekânı da temsil eder.
Zamanın sâhibi (sâhibü'z-zaman) denmesi bu sırdandır.
Zaman, kürevidir.
Kozmik devirlere ilişkin kitabında Guenon, zamanın kozmik hakîkatini ayrıntılı biçimde anlatır.
Zaman, kronolojik, lineer değildir, zamanın gerçeği, dâirenin başlangıcından yine aynı yere doğru
dâirevi/kürevi dönüşü ve başlangıçla sonun birleşmesiyle belirir.
Yetkin insan (insan-ı kâmil), zaman ve mekânın tedbiriyle yükümlüdür.
Onda iki dünyânın esenliği tecelli eder.
ALLAH ism-i camii, kâmil insanda mütecellîdir ve zamanla ebediyetin kesiştiği anlar bu tecellîlerde ortaya çıkar.
Târihin ve mekânın içinden geçen mânevî deneyimleriyle yetkin insan, ibnu’l-vakt’tir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, Divân’ındaki bir
gazelinde şöyle der :


İki cihânın zübdesiyim cânibim cânân ile
Ben mekânıyım kânımın kânım bana mekân imiş


Yetkin insan, iki cihanın özü ve çekirdeğidir.
Her yönü Sevgili’ye bakar ve bütün yolları O’na çıkar. Ben, kaynağımın mekânıyım, kaynağım da bana mekândır…
Burada zaman ve târihin kürevî niteliğine bir atıf vardır.
Mebde ile müntehâ, baş ile son, dâirenin başlangıç ve bitiş noktası kâmil insanın bizâtihi kendisinin ve hayâtının çizgisidir. İnsan kaynağındadır ve kaynağı da insandadır.
Bu, hem insanın maddî beden hem de ona Rahmanî Nefes’le üfürülmüş olan Ruh için geçerlidir. Ruh, bedene mazruf ve zarftır, beden de rûha.


Ayrı bilenler ayrıdır uşşâkını mâ’şûkîden
Ben cânıyım cânânımın cânânım bana cân imiş


Varlıkta ikilik yoktur. Varlık birdir ve öte âlemlerde tektir. ALLAH’ın mutlak tekliği, tecellînin olduğu şehâdet âleminde birlik şeklinde belirir. Seven ve Sevgili birdir. Seven, Sevilen ve Sevgi tektir.
Âşığı Sevgili’den ayrı bilenlerin kendileri ikilik âlemindedirler. Kendileri Sevgili’den ayrı düşmüştür. Can, Cânân’ın cânıdır. Can ile Cânân, aynı Cân’dandır.
Burada zaman ve mekânda birlik ilkesi de söz konusudur.
Tecellî kesintisiz olduğundan, ALLAH her an yeni bir şe’n’de bulunduğundan, mekânlar ve zamanlar çeşitlenmektedir. Târihe bu birliğin içinden bakıldığında, zaman ve mekâna anlam veren ilkeye doğru gidilir ve zamânın kürevî niteliği, insanın ve
hayâtın serencâmını hakîkî bir biçimde aktarır.


Ben bir dürr-i sencîdeyim kânımdır ummân içinde
Ben kânıyım ummânımın ummânım bana kân imiş


Kâmil insan, seçilmiş bir incidir. Dürr-i yetim, Efendimiz (sav)’dir. O, kâmil insan’ın kendisi, kökeni ve örneğidir. Diğer nebîler ve velîler, nûru O’nun üzerinden alır.
Kâmil insan, Zât’ın tecellisidir. Harakânî hazretlerine atfedilen bir sözde, ‘sufi gayr-i mahluktur’ denmiştir. Hazret’in bu sözü üzerine pek çok şerh yazılmıştır.
Ahmed Avni Konuk’un Füsus şerhinde şöyle denir:


Madem ki Hak Teala nefsini Zâhir ve Bâtın olmakla vasfetti ve Zâhir isminin mazharı olmak üzere şehâdet âlemini;
Bâtın isminin mazharı olmak için dahi gayb âlemini yarattı ve madem ki insan şehâdeti yani cismâniyyeti ile zâhiri ve gaybı
yâni ruhâniyyeti ile bâtını idrak ediyor; şu halde cesed-i müsevva olan âlem ‘şehâdet’ ve bu cesed-i
müsevvânın rûhu olan ve Âdem’den ibâret olan halife, ‘gayb’dır. Zira mânâ sûret perdesi arkasında muhtefidir. Nitekim bu mânâya işâreten Cenâb-ı Mevlâna buyurur :

‘Adem’in cismani sûreti olan bu heykel, bu kalıp, bir nikab ve perdeden ibârettir. Bu sûrete taalluk eden mânâ ki, insanın
hakîkatinden ibârettir ve bu hakîkat ise, İlâhî sûretten ibâret ve ‘ALLAH’ ism-i camiinin mazharıdır.
Kâbe-i Muazzama Zat isminin mazharı olmak itibariyle nasıl ki bilcümle secdelerin kıblesi olmuşise, Zat isminin mazharı olan bizim hakîkatimiz dahi öylece secdelerin kıblesidir. Ve bu mânâya işâreten Ebu’l-Hasan Harakâni (k.s),

Eğer benim hakîkatimi bilseydiniz, bana secde ederdiniz

buyurmuştur. İşte bu sırdan dolayı, selâtin-i sûriyye kendi teb’asıyla dâimâ ihtilat etmeyip, kendi sarayında ihticab eder. Hadd-ı zâtında sultan sûreti itibariyle, efrad-ı reâyadan mümtaz değildir. Fakat onda icab-ı saltanat olarak, bir izzet ve azâmet mânâları vardır ki, bu itibarla teb’asından mümtazdır. Bu manalar ise, ‘gayb’dır. Ve gayb ihticabı iktiza eder. Sûret mânâdan münfekk olmadığı için, sultanın sûreti manasına tebean ihticab eyler.


Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, beytin ikinci mısrâında bu derin sırra işâret eder:

Ben denizin kaynağıyım, deryâ benim kaynağımdır/kaynağımdandır…


Ya’kûb-veş âh eylerim Yûsuf benimle yâr iken
Ben dürrüyüm Ken’ân’ımın Ken’ân benimle kân imiş


Yusuf’um ben, Yusuf’un aynıyım, Yusuf’la birleşmiş, O’nun sırrına karışmışım, lâkin Yakub gibi
ah eylerim.
ResimResim
‘Ah’ kelimesi, Lafza-ı Celâl’dir. ALLAH lafzının ilk ve son harfleridir. Yakub’un feryâdı da ALLAH’adır, ney’in şikâyeti gibi O’na hasretle inlemektedir.
Bu, insanın kaynağında iken de onu özlemesidir.
Zira, ALLAH’ta seyrin sonu yoktur.
Ben Kenan’ın incisiyim, Kenan’ın kaynağıyım.
Kenan varoluş olarak da okunabilir. Yetkin insan âlemin kalbidir, varlık denizinin incisidir.
Kenan’ın kaynağı benim, zira varlık birdir.


Hızr ile buldum hayâtı ben sırr ile erdim ana
Ben âb-ı hayât aynıyım aynım bana ayân imiş


Hayâtı Hızır ile bulmak, hayâtın hayâtı olan tahkîkî îmna ermek, ALLAH’ın Hayy sıfatı ile ebediyen diri kılınmaktır. Bu sır ile ALLAH’a ermektir.

Ben âb-ı hayat aynıyım..’ı iki yönlü okumak
mümkündür :

Ben, ölümsüzlüğün sırrıyım, bizâtihi kendisiyim. Ve/veyâ, ebedi saadetin ayn’ı, yâni
kaynağıyım. Diğer beyitlerde ‘ayn’ kelimesinin kullanılmış olması bu sırrı güçlendirmektedir.
Ben kâmil insanım, âlemin özü, özetiyim, kâinat deryâsının incisiyim, kaynağım bana âyandır, sırrı bana açılır, zira devri tamamlar, başa dönerim, zaman benimle biter, başladığı yere döner, ben kaynağa dönen ve döndürenim.


Şol vahdete yol bulmuşum âhir o yol ben olmuşum
Îkânı tahkîk görmüşüm tahkîk bana îkân imiş


Vahdet, ALLAH’ın, gayrı üzerinden Kendi Kendini birlemesidir, saf ve katışıksız tevhittir. Vahdete ulaşmış ve sonunda kendim bizatihi vahdetin yolu olmuşum.
İlahî hakîkat’in sırlarını kesin bir bilgi ile bilmişim bu benim için tahkik düzeyinde, nihâi düzeyde bir yakîn hâline gelmiş, bilgi içgörüye içgörü bilgiye dönüşmüş.


Hulûsî’yi bî-çâreyim her derdlere men çâreyim
Ben seyrimin hayrânıyım seyrim bana hayrân imiş


Kâmil insan, mânevî dertlerin dermânıdır. Kendisi bîçâredir, yâni acz ve fakr hâli üzeredir, bu hâl, ona lütuf kapılarını aralar ve Yunus’un dediği gibi

dertlilere derman olur

Seyrinin hayrânıdır, seyri de kendisine hayrandır. Burada kozmik devir tamamlanmaktadır.
Zaman başladığı yere dönmekte ve hakîkatin sırrı tamamlanmaktadır.
Târihe ve zamâna bu irfanın içinden bakmak gerekir.


Sâdık YALSIZUÇANLAR
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen gullale »

Resim

İbnü'l-vakt olma, sâlikin, yaşadığı ânın gereklerini çok iyi düşünerek, faaliyetlerini ALLAH nezdinde en evlâ ve en faydalı sayılan işlerden başlamak sûretiyle, en küçük bir zaman parçasına pek çok iş sıkıştırarak, HAKK'ın bahşettiği imkânları, ilâhî mevhibeler adına yedi veren, yetmiş veren, yediyüz veren.. tohumlar gibi değerlendirmeye çalışmalıdır ki; bu bir mânâda ilâhî vâridât ve işâretlerin geldiği kaynağa yönelme ve istikâmette aktif beklemeye geçip HAKK'a tahsis-i nazar edip, irâdesini Hazreti Murad'ın irâdesine tâbi kılarak vaktin ve hâlin bulunmadığı noktaları kollama demektir. Hazreti Mevlânâ, mebdei "vakit", müntehâsı da "lâmekan ve lâzaman aralığı olan" böyle zevkî ve hâlî bir mertebeye ki -biz buna vücub ve imkân arası mülâhazasını işâret eden "Kâb-ı kavseyni ev ednâ" (Necm, 9) makâmının izdüşümü de diyebiliriz- şöyle işâret buyururlar:
Sofi ibnü'l-vakt örneğidir;
sâfiye gelince o vakitten de hâlden de hâlidir.
Enbiya-ı izâm, Asfiya-ı fihâm, evliya-ı kirâmın, irsal, tavzif ve tekrim dönemleri, makro planda birer kapı aralama ve ilâhî vâridlerle dünyâları şereflendirme, nurlandırma vakitleridir. Bu kudsîlerin neşrettikleri envârın istilâ ve ihâtasının genişliği ölçüsünde vakit, vakitler sultanı ve bu kutlu zaman parçasının gece gündüz çerçevesindeki dilimleri de eyyâmullah
(ALLAH günleri) sayılmasına karşılık, onların temsil ettikleri aydınlık düşüncenin daralması, büzüşmesi, hattâ yeryüzünde büyük ölçüde mahrumiyetlerin yaşanmasına da, zamanın hazana uğraması, vaktin kararması diyebiliriz.

Fethullah Gülen, Sızıntı, Ağustos 1996, Cilt 18, Sayı 211
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen gullale »

Resim

Sâfî olan kâmil insan ise, tamamıyla ALLAHın aşk denizine batmıştır. Aslında o, kimsenin oğlu (yâni kimseye bağlı) değildir. Vakitlerden de, hâllerden de kurtulmuştur


Zaman, üzerimizdeki ALLAHın büyük nimetlerinden biridir. Zamânın asıl sâhibi ALLAH Teâlâ'dır. Ölçüsüzlükler içerisinde geçirilen zamanlarda, suçlu olan zamânın kendisi değil o zamânı hoyratça tüketenlerdir. Kurân; dehr(1),asr(2), belirlenmiş vakit anlamında kıyâmet(3), kıyâmet ve ân anlamında sâat, yıl anlamında sene ve âm, ay anlamında şehr(4), gün karşılığı olarak yevm, günün dilimleri olarak gündüz(nehâr) fecr, sabah, kuşluk (duhâ) öğle (zuhr), ikindi (asr), akşam (mağrib), yatsı (ışâ) ve gece (leyl) ve ân, kavramlarıyla zamandan bahsetmektedir.

Kurân'da değişik zaman dilimlerine yemin edilerek zamânın önemine dikkat çekilmiştir. Ve'l-asr, ve'l-leyl, ve's-subh, ve'd-duha (Asra, geceye, sabaha, kuşluğa yemin olsun) gibi. Bu yeminler, zamânın izzetinin ilâhi dille tescilidir. Zaman azizdir, ne kadar çok olursa olsun değerinden bir şey kaybetmez. Aynen su misâli. Zaman hayattır, zamânı israf hayâtı israf, yâni intihardır. Hayâtına bozuk para gibi harcayanlara ALLAHtan umut kesmemelerini tavsiye eden âyet esrafu ala enfusihim (nefislerini israf edenler)(5) tasvirini yapar(6). Kurân'ın önemine vurgu yaptığı, Hz. Peygamberin muhafazasına dikkat çektiği zaman olgusuna sûfîler, ayrı bir önem vermektedir. Her şeyden önce onlar, ânı yaşamaya da'vet ederler. Dünle avunmak, yarının kaygısına gömülmek yerine kişinin içinde bulunduğu ânı fırsat telakki etmesini isterler. Bu nedenle vaktin kılıç gibi keskin olduğuna dikkat çekerler.
Nakşibendîliğin temel prensiplerinden
"hûş der dem" ve "vukûf-ı zamanî" terimleri vaktin en güzel şekilde değerlendirilmesini öngörür. Zamânın izâfiliğini kabul edip zaman kaydıyla kayıtlanmamaya davet ederler. Fevt-i vakti, fevt-i ruhtan daha acı görür ve zaman bilincine sâhip olunmasını isterler. Bahsettiğimiz bu açılımları farklı bir yazımıza bırakıp biz bu yazımızda, sûfîlerin zamana yaklaşımlarında dikkat çeken iki noktaya değinmek istiyoruz.

Bunlar İbnul-Vakt ve Ebul-Vakt kavramları.


İlk dönemlerden itibaren İbnu'lvakt (vaktin çocuğu, vaktin uşağı) deyimini kullanan sûfîler, bununla, bir vakitte yapılması en uygun olan işi gerçekleştiren ve belli bir zamanda kendisinden isteneni yapmakla meşgul olan kişiyi kastetmişlerdir(7). Geçmiş ve gelecek zaman dervişin umûrunda değildir. Onun önem verdiği zaman içinde bulunduğu ândır. İlahî irâde ile yönetildiği ve her vakitte, vaktin gerektirdiği şeyleri yaptığı için ona ibnu'l-vakt denilmiştir. Tasavvuf klasiklerinde vakt kavramı genelde hâl cihetinden ele alınmaktadır.
Tasavvuf ehli arasında sûfî ve sâfî denilen kimseler vardır. Sûfi, vaktin oğludur, yâni vakit neyi gerektiriyorsa onu yapar. Sûfiden yüksek olan sâfî ise, hâlden ve vakitten kurtulmuştur, ilâhî tecellîye mazhar oluşunun farkına varmış, kendisini tam mânâsıyla arındırmış, HAKKta fânî olduğu için vakit ona tâbi olmuştur.
Yâni vakit sözüyle, kendi irâdeleriyle değil HAKKın irâdesiyle yaşadıkları hâli kastederler. Sûfî yaşadığı İlâhi tecellilerin tasarrufu altında olduğundan, hâllerin hükmüne tâbîdir. Bu yüzden
«filân kimse vaktin hükmü altındadır denilir. Bu sözün mânâsı, kulun kendi irâdesinden alınıp HAKK ile berâber olması, demektir.(8) Davranışları dînî hükümlere aykırı olmamak şartıyla sûfînin içinden geldiği gibi hareket etmesi makbul sayılmıştır.
Ebu Ali ed – Dekkak (ö. 405 /1014)ın ifâdesine göre vakit; içinde bulunduğumuz hâldir. Eğer dünyâda bulunursak, yâni zihin ve kalbimiz dünyevî düşüncelerle dolu ise vaktimiz dünyâdır, Eğer âhirette bulunursak vaktimiz âhirettir. Eğer neşeli isek vaktimiz neşedir, hüzünlü isek vaktimiz hüzündür(9). Bu sözü ile ed-Dekkâk vakti, fert tarafından yaşanan ve onun üzerinde gâlip olan hâl diye tanımlamaktadır.
Zaman kavramı yerine kullanılan vakt terimi, belirli bir tasavvufi hâlin yaşandığı ânı, yâni şimdiki zamânı ifâde ettiğinden, sûfîye ânın çocuğu, kendini tamâmı ile âna veren kişi denmiştir. Buna göre ibnu'l-vakt olan sûfî, mânevî hâlleri tecrübe eder, irâde ve hürriyetini işe katmadan ilâhi tecellîye teslim olur ve onun getireceği oluşu yaşar. İâhî tecellîleri temâşâ eden sûfî gaşyolur, duygulanır, heyecanlanır, içi içine sığmaz. Bir tür cezbe ve coşku hâlindedir. Ânlarını HAKK ile huzurlu geçirmekten dolayı, etkisi ve hükmü altında kaldığı neşe, sevinç ve coşku gibi bast (açılım) hâllerine bürünmekten dolayı şükreder. Ondan ayrı kalmaktan, mâsiva ile oyalanmaktan dolayı da tövbe eder, zira bunu gaflet olarak görür. Ya da hüzün ve kaygı gibi kabz (tutukluk) hallerine dûçâr olduğu zaman bunlara sabır ve metânet gösterir.

Niyazi Mısrî bu konuda:


Ne maziyem ne müstakbel, her ânın anesiyim ben der(10).

Sûfî, içinde bulunduğu ânın ne kadar farkındaysa o kadar saygındır. Onu her ânı biricik olduğu kadar nefsinin her bir ânı da biriciktir.
Bazı tasavvufî metinlerde, nefsin her bir ânına nefes, yâni soluk denir. Buna göre, sûfîlere de nefes ehli(ehlul enfas) denir; çünkü onlar her nefeste, her solukta ve her ânda, nefsin biricikliğinin tam bilincinde olarak yaşarlar(11).
Mânevî tecellilere açık olan ve sürekli bir değişim içinde bulunan sûfî, sonsuz ilâhi tecellilerin etkisiyle hâlden hâle, renkten renge girer. Saatin yelkovanı gibi hiç durmadan bir ândan öbür âna intikal eder, bir ânı ötekine uymaz, bir yükselir, bir inerler, sâbit bir manzaraları, yerleşik bir makamları yoktur. Kendisine âriften sorulduğunda,
" Burada idi şimdi gitti "(12). tanımlamasında bulunan Zünnûn-ı Mısrî, ârifin iki vaktinin benzer olamayacağını, değişim hâli içerisinde bulunduğunu, kendisini HAKKın idâresine verdiğini ifâde etmektedir. Bu özelliklerinden dolayı ibnu'l-vakt olan sûfîye telvin erbâbı denmiştir.
İbnu'l-vakt geçmiş ve gelecek kaygısı, kuruntusu taşımadığı için ânı genişletmiş, zamânın fâniliğini
Külle yevmin huve fi şe'niâyeti ile idrak etmiş ama yaratılışın sürekliliğine dayanan bilinci benimsemiştir(13).

Tasavvufu, vaktin ilmine vâkıf olmak olarak tanımlayan Ebu Süleyman ed-Dârânî (ö.215/831) kişinin hâlini muhafaza etmesini önemsemektedir(14). Cüneyd-i Bağdâdî'ye ârifin özelliği nedir diye sorulduğunda, Ârifin özelliği; suyun, kabının rengini alması gibidir(15) demek sûretiyle, her vakitte, o vakit için en uygun olan hareket tarzını icra etmek olduğuna işârette bulunmaktadır.
Vaktin gereğini yerine getirmeyen sûfîyi Mevlânâ, târikat anlayışına aykırı hareket etmekle suçlamaktadır.

Şöyle ki:


Ey arkadaş, sûfî, bulunduğu vaktin oğludur. Bu iş yarın olsun, yarına kalsın demek, tarîkat anlayışına uymaz. Yoksa sen, sûfî bir er değil misin? Veresiye veriş ile elde bulunana yokluk gelir. (16)

Bayezid-i Bistamî, İbnu'l-Arabî, Melâmetîler ve Muhammed İkbal gibi yaratıcılık için sürekli değişimi esas alan şahsiyetlerden biri olan Niyâz-i Mısrî (ö.1105/1694) de ibnu'l-vakti, insan üzerine hâkim olan hâl diye nitelemektedir. Tasavvufta genel kanı temkin ehlinin üstün olduğu ise de Niyâz-i Mısri sonsuzluğa doyumsuzluğu, ilâhi tecellilerin sürekliliğini beyan sadedinde kendisini ibnu'l-vakt olarak divanında şu şekilde nitelemektedir:

İbnu'l-vaktim beni ebul-vakt olmazam,
Abd-i Mahzum ben tasarruf bilmezem
(17).

Vaktin gereğini yerli yerince gerçekleştirmeyi sürekli dile getiren sûfîler, diğer yandan vakti de putlaştırmamaya dikkat çekerler. Bu gerçek onların diliyle şu şekilde beyan edilir:

Sûfi… vaktin oğludur, fakat safı olan Tümden, ululuk sâhibinin aşkına batmış gitmiştir; gerçekte kimsenin oğlu değildir; vakitlerden de kurtulmuştur, hallerden de. (18)

Genel anlamda telvin ehli kabul edilen ibnu'l-vakt erbâbı yolun yarısında görülürler. Asil pâyenin ebul-vaktte olduğunu düşünürler.
İbnu'l-vakt her an değiştiğinden o, telvin (renkten renge girme) makâmındadır.
Bu güzel ve zevkli bir makam olmakla berâber en üstün makam değildir. Bunun üzerinde temkin (istikrarlı ve sâbit olma, yâni renksizlik) makâmı vardır. Bu makâma erenlere ebu'l-vakt (vaktin babası) denir. Bunlar zamanla değişmezler, zamandan etkilenmezler, tersine zamânı değiştirir ve etkilerler.

O hâlde ibnul-vakt zamâna ve hâline mahkum ve mağlub iken, Ebu'l-vakt zamâna hâkim ve gâlibdir. Hürriyet şâirinin dediği gibi:


Eder tedvir-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihan titrer sebat-i pâ-yı erbâb-ı metânetten


Temkin ehli olan metin ve istikrarlı sûfîlere dıştan bakıldığında sıradan bir insandan farklı gözükmezler, onlarda herhangi bir fevkalâdelikte gözükmez. Ama iç dünyâları çok fırtınalıdır.

Mevlânâ bu makam ehli için:


“Sûfî ibnu'l-vakt bâşed der misâl Lîk sâfî fârigest ez vakti hâl=> Sûfî ibnu'l-vakttir, ama sâfî (kâmil insan) vaktin ve hâlin üstündedir”(19).
Ebul-vakt olan sûfî, kendini şe'niyetin akışına bırakmaz, yâni mahkum değildir o. Âna hükmetmek ister. Sıfat ve isimlerin tecellileriyle yetinmez, Zât tecellisine yükselmek peşindedir. Karar altına alınan tecelliye teslim olmak yerine karârın verilişine katılmak isterler. Yâni hâllere mağlubiyet yerine hâllerin sâhibine katılmayı esas alırlar. Bu kararlı durumları onlara temkin erbâbı denmesine sebep olmuştur.
Temkin sâhibi sûfî bir inip bir çıkmaz. Sürekli ve yerleşik bir makâma ulaşmıştır. Yolda değildir, menzile varmış, oturacağı yere oturmuştur. Temkinle kastedilen kula açılan ölümsüz gerçeğin perdelenmeden, hep parıldamasıdır. Telvin ve temkin durumu insanın özü itibariyledir.
Dış varlığımız, yâni beden sürekli olarak telvin hâlindedir(20). Kendi zamânını tam görmek isteyen ona uzaktan bakmalı, bir başka deyişle zamânın önüne geçmeli, ya da üzerine çıkmalı. Dolayısıyla günün içinde değil de üstünde ve önünde yaşayanlar zamâna uymazlar, zamânı kendilerine uyduran büyüklerden olurlar(21). O nedenle Gerçek âşık, hâllerin emîridir; hâllere hakimdir. o; hâle kapılıp kalmaz, hâle mahkum olmaz. Aylarda, yıllarda o ay gibi nûrlu, parlak olan üstün varlığa kul, köle olmuşlardır. ibnu'l-vakt olan sûfî hâlden hâle giren telvîn vasfına sâhipken, içinde bulunduğu hâle uygun olarak değişim yaşarken, ebu'l-vakt olan sûfî yaşadığı hâller sonucunda renksizlik makâmında sükûnete ermiş ve temkin ehli olmuştur.

Mevlânâ telvin ve temkin ehli kişilerin gelişim serüvenini şu şekilde anlatmaktadır:


O söyleyince, hâl, onun buyruğu altına girer. O isteyince, gölge varlık olan bedenleri can hâline getirir. HAKK yolunda oturup kalmış, hâli beklemekte olan kişi, işin sonuna varmamıştır. Hâle hâkim olan kâmil insanın eli, hâl kimyâsıdır. Elini oynatınca bakır, onun sarhoşu olur, yâni altına çevrilir. Kâmil insan dilerse, ölüm bile tatlılaşır; diken ile neşter onun elinde nergis ve beyaz gül olur. Hâle bağlı kalan insan ise, hâl gelince yücelir, yükselir; hâl gelmeyince eksilir, aşağılara düşer. Sûfi, hâle kavuşup değeri arttığı için vaktin oğlu olmuştur. Yâni, geçmişi geleceği düşünmez, bulunduğu vaktin gereğini yapar. Fakat sâfî olan kişi, vakften de, hâlden de kurtulmuştur. Gönlü tertemiz olan sûfi kişi, vaktin oğludur, ama babası imiş gibi vakti avucu içine almıştır. Onu sımsıkı tutmuştur.
Sâfî olan kâmil insan ise, tamamıyla ALLAHın aşk denizine batmıştır. Aslında o, kimsenin oğlu (yâni kimseye bağlı) değildir. Vakitlerden de, hâllerden de kurtulmuştur. O, doğurmayan bir nûra batmıştır. Doğmamak, doğurmamak ise ALLAHın vasfıdır. Eğer diri isen, git de böyle bir aşkı ara! Yoksa sen, çeşitli (değişip duran) vakitlerin kulusun, kölesisin. Sen kendi şeklinin, bedeninin çirkin ve güzel olmasına bakma da, kendinin aşkına ve isteğine bak!
” (22)

Tasavvuf ehli arasında sûfî ve sâfî denilen kimseler vardır. Sûfi, vaktin oğludur, yâni vakit neyi gerektiriyorsa onu yapar. Sûfiden yüksek olan sâfî ise, hâlden ve vakitten kurtulmuştur, ilâhî tecellîye mazhar oluşunun farkına varmış, kendisini tam mânâsıyla arındırmış, HAKKta fânî olduğu için vakit ona tabi olmuştur. Özetle sûfîler, vaktin muhafazasına her şeyden daha fazla önem verirler. Her ân ALLAHın zikri ile iştigal etmek isterler Onun rızÂsı dışında yaşam sürmek istemezler. İmtihan mahalli olan dünyâ hayâtında fırsatları değerlendirmeyi, ömrü bereketli kılmayı, basit arzulara, bitmek bilmeyen tûl-i emellere kapılmamaya özen gösterirler. Yaptıkları halvet, riyâzet, mücâhede, seyr u süluk, ibâdet, taat, zikir, tefekkür ve Kurân ile iştigal sonucu ilâhi tecellilere mazhar olacaklarının bilincindedirler. Mânevî hâllerle giriftar olup sonsuzluğa kanat çırpmak isterler. Yaşadığı mânevî heyecanın tatlığına da kapılmayıp vakte hâkim olmaya, zamâna yön vermeye ve zamânın eskitemediği bir değer olmaya özen gösterirler.

İnsanların aldandığı iki kıymet var: Biri sağlık diğeri zaman. Maalesef günümüzde en fazla çarçur edilen de bunlar. Para kazanmak için sağlıklarını kaybedenler, sağlıklarına geri kavuşmak için paralarını harcamak zorunda kalırlar.
Vaktin darlığından en fazla şikâyet edenler, boş vakitlerini gereği gibi değerlendirmeyenlerdir.


Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Doç. Dr. Kadir ÖZKÖSE


Dipnotlar
1- Casiye, 45/24; İnsan, 76/1.
2- Asr, 103/1.
3- Araf, 7/187; Hicr, 15/38; Saad, 38/81.
4- Tevbe, 9/36.
5- Zümer, 39/53.
6- Mustafa İslamoğlu, Yürek Devleti, Denge
Yayınları, V.Baskı İstanbul 1991, 73.
7- Ebul-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyri, er-Risaletul-Kuşeyriyye fi İlmit-Tasavvuf, haz.Maruf Zerrik, Ali Abdülhamid Baltacı, Dârul-Hayr, Beyrut 1993, 55.
8- Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Tasavvufun Esasları -Avariful-Maarif Tercemesi- haz..H.Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık İslam Mecmuasının Hediyesi, İstanbul 1990, 657.
9- Kuşeyri, Risale, 55.
10- Süleyman Uludağ, İnsan ve Tasavvuf, Mavi yayıncılık, İstanbul 2001, 230.
11- William C. Chittick, Tasavvuf Kısa Bir Giriş-, çev. Turan Koç, İz Yayıncılık, İstanbul 2003, 113.
12- Tacul-İslam Ebu Bekir Muhammed el- Kelâbâzî, et-Taarruf li-Mezhebi Ehlit-
Tasavvuf, tah. Mahmud Emin en-Nevevi, el-Mektebetul-Ezheriyyetu lit-Turas,
Kahire 1992, 162.
13- Afet Ilgaz, İbnül-Vakt, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, 11.
14- Ali b. Osman Hucvirî, Keþful-mahcûb, İngilizceden Arp. çev. Mahmud Ahmed Madi Ebul-Azaim-Ýsmail Ebul-Azaim, Dârut-Turâsül-Arabî, Kahire 1974, 139.
15- Kelâbâzî, et-Taarruf, 162.
16- Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, çev.Velede Ýzbudak, haz.Abdülbaki
Gölpınarlı, MEB Yayınları, Ankara 1998, I/11, b.133-134.
17- Mustafa Aşkar, Niyazî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, 338.
18- Annemarie Schimmel, İslamýn Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999, 135-136.
19- Uludağ, İnsan ve Tasavvuf, 231.
20- Yaşar Nuri Öztürk, Kurân ve Sünnete Göre Tasavvuf, Yeni Boyut, İstanbul 1998, Sekizinci Baskı, 349-350.
21- Vehbi Vakkasoğlu, Öğretmenin Not Defteri 5, Cihan Yayınları, İstanbul 1992, 73-74.
22- Mevlânâ, Mesnevî, III/115-116, b.1420- 1437.

Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen gullale »

Resim
Hz. Mevlânâ, Derviş veled-i zaman değildir, 'ibnü’l-vakt'tir.diyor.
Zamânın câri olan âdetlerine kendini kaptırıp giden adam değildir derviş. Gelen hâdiselerin içersinde vaktini harceder veled-i zaman. Derviş bu değildir.diyor.
Derviş, gelen hâdiseleri, zamânın getirdiği hâdiseleri hemen irfanıyla çözer, oradan kendisine lâzım olan hakîkati bulur, bulmakla kalmaz, hayatına tatbik eder, vakit içinde vakit doğurur, vaktin çocuğu olur.diyor.
Bırak zamânı geçirmeyi,
"Eriştiği zamanların içersinde idrâkiyle irfânıyla hemen ameli tatbik eder, o zamanın meyvasını alır.diyor. İbnu’l-vakt ve veled-i zaman. Müthiş bir târiftir bu. Muazzam, dahiyane bir ifadedir bu, deniliyor. Batıda bunu söyleyebilecek bir adam yetişmemiştir. Aşamamışlardır bu sözü.

Sûfî World-alıntı
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen gullale »

Resim

Mest-i câm-ı aşk olub bezm-i hakîkatte cem ol,
Pür safâ ol bâde-i sâfi ile bî-gam ol
Kıl tevekkül, kimseye dünya için bâr olma hiç
Taht-ı gâh-ı mülk-i istiğnâda Şâh-ı âlem ol

Her kimi görsen ki cevri dûr eyle,
Merhamet kıl ehl-i derdin yâresine merhem ol
Sûr u mâtem şâd ü gam hayr u şer nef ü zarar
Cümle Hakdan olduğun bil de hâmûş u ebkem ol

Dost u düşman yâr u ağyar ile meşgul olmayup
İbn-i vakt ol, çekme gam, zevk ile dâim ol
Nây-ı Mevlanayı dinle Mesneviden al sebak
Anla Bişnev remzini sırr-ı Aliye mahrem ol

Nefsini bil, gafil olma, men aref dersin oku
Kalma sûretde sakın ya hû hakiki Âdem ol
Hakkı anla, Hakkı dinle, Hakkı söyle, Hakkı gözet
Hakkı bul hem Hakkı bil hem ehl-i Hakla hemdem ol

Bir hakîkattir, hakîkat ehli anlar Hak sözün
Kıl özün insan, Kuran ile sen de tevem ol
Kalb-i mümin beyt-i Hakdır, arş-ı Rahmandır Celâl
Âdem-i mâna ol evvel, sonra arş-ı azâm ol


Şeyh Ahmed Celaleddin-i Mevlevi
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen gullale »

ResimEvliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tafsûncî; "Ben, evliyânın arasında turna kuşu gibiyim. O, kuşlar arasında boynu en uzun olanıdır. Hangi talebemin bir sıkıntısı olursa, yardımına uzanırım." buyururdu. Yüksek hâl sâhibi Şeyh Ebü'l-Hasan Ali el-Hînî, onun böyle söylediğini işittiğinde, bu sözünden pek hoşlanmadı. Elbisesini çıkarıp bâzı şeyler söyledi.

Şeyh Abdurrahmân bir müddet sustu. Sonra talebelerine dönüp;


"Bu kimse, ALLAHu Teâlâ'nın inâyetine kavuşmuştur. Bedenindeki kılları gibi, vücûdunun her zerresi, inâyet-i Rabbâniyeye erişmiş bir kuldur."

dedi ve ona elbisesini giymesini söyledi.

O da;
"Ben, üzerimden çıkardığım şeyi bir daha giymem." dedi.

Şeyh Abdurrahmân da bahçeye döndü ve hanımına hitâb ederek;


"Ey Fâtıma! Bana giydiğim elbiseyi getir." diye seslendi.

Hanımı, bu sesi işitti ve elbise getirirken yolda karşılaştılar.

Hanımının getirdiği elbiseyi alıp ona verdi ve;
"Senin şeyhin kimdir?" diye sordu. O da; "Benim şeyhim Abdülkâdir-i Geylânî'dir." diye cevap verdi.

O ise;
"Ben, onun ismini, ancak bu yerde işitiyorum. Halbuki ben, kırk seneden beri HAKK kapısının eşiğini aşındırıyorum. Onu ne girerken, ne de çıkarken aslâ görmedim." dedi ve yanındaki talebelerinden bir grubuna dönüp buyurdu ki:

Bağdâd'a gidip, Şeyh Abdulkâdir-i Geylânî'ye varınız ve kendisine selâmımı söyleyiniz!

Ayrıca ona;
"Şeyh Abdurrahmân, kırk senedir HAKK kapısında imiş. Sizi girerken ve çıkarken orada görmemiş!" deyiniz.

Şeyh Abdurrahmân, bu sözleri söyleyip talebesini yola çıkarırken, Bağdâd'da Abdulkâdir-i Geylânî de, yanında bulunan Muzafferu'l-Cemâl, Abdulhak el-Harîmî ve Osman es-Sarifînî'ye buyurdu ki:


"Sizler, hemen yola çıkınız! Yolda Şeyh Abdurrahmân-ı Tafsûncî'nin talebelerine rastlayacaksınız. Karşılaştığınızda, onları geri çevirin ve berâberce, doğru Şeyh Abdurrahmân-ı Tafsûncî'ye varıp, ona şöyle deyiniz:

"Şeyh Abdulkâdir'in size selâmı var. HAKK kapısının derekelerinde, eşiklerinde olan kişi, Abdulkâdir'de olanı göremez deyin. Ben oraya SIRR kapısından girip çıktığım için, beni kimse görememektedir. Ben oraya, bâzı işâretlerle girip çıkarım. Filanca zamanda, filan elbiseyi giymiştin. Sana onu giydiren bendim. O elbise, Rızâ elbisesidir. Filanca gece de, bir işâretle teşrif çıkışı yapmıştın. İşte, fetih teşrifi olan o da benim elimden geçmiştir. HAKK kapısının derekelerinde, on ikibin velînin huzûrunda İhlâs sûresi tarzında olan yeşil velâyet elbisesini sana giydirirlerken, söyle bakalım bu da benim elimden geçmemiş miydi?"

Onlar, bu emri alıp, yarı yolda karşılaştıkları talebeleri ile Şeyh Abdurrahmân'ın huzûruna gelerek, Şeyh Abdulkâdir-i Geylânî hazretlerinin sözlerini tam tamına anlattılar. O da;

Şeyh Abdulkâdir, doğru söylemiştir. Evliyâlıkta Vaktin Sultânı ve tasarruf sâhibi, şüphesiz odur! demek sûretiyle onun büyüklüğünü tasdîk etti ve ona bağlandı.



Vaktin oğlu olmak;

Oğul olmak VAKTE ise, burada Baba ZAMAN yerinde kullanılıyor ise,
"Baba" nın yâni "zaman" ın geçmişine ve geleceğine varis olan, bâtına bağlanan halkası zâhire bağlayan halkası ibn(oğul).

Oğul, babasının yedi göbek ceddine uzanan mîrasa sâhibi. Babasının babasından ona babasından ona da babasından …. . Vaktin oğlu ta'biri ile de vaktin evvelinden alınan verâset ile âhirine taşınılan emânet sâhibi olmayı anlayabilir miyiz? Bâtın olanı zâhir olana taşıyan
fi’l-fulki’l-meşhûnhükmünde ve hizmetinde gibi...

Zaman içinde tayy eden olarak anlatılmakta tasavvufta. Bir mertebe olarak belirtilmekte. Ancak tayy-ı zaman ve tayy-ı mekânda, her zaman ve her mekân içinde vucûd bulabilmek iken ve kendisine iltaf edilen bu ayrıcalığı kendi aklının kemâline ve diğer akıllardan irşâdına vesîle edilerek hasbî habîbî hizmete adanmış iken, ibnu’l-vakt olmak, AKLın cem üzerinde kıyâmet-i kubrâyı tasadduk edecek me'muriyyete atanmışlığı gibi düşünüyorum.

Bu özelliği ile vaktin oğlu sırrına mazhâr olan velî kul, ân-ı vâhid’de ömür süren gâfil, şaşkın, dâllin
AKLın BÂTINda, SADRına ilâhe illâ ALLAH muhammedun rasûlullah kelimetullahını fısıldayarak âhir necâtına vesîle olandır anlıyorum. İBNu'l-VAKT'in gaflet uykusunda, DALLîn şaşkınlığında, AKIL sarhoşluğunda olan insanların UY-ANmasına hizmet edecek niyyet-isti'dad ve yetkisinde olduğunu düşünüyorum. AKLın, SADRına, SIRR hânesine EHADiyyeti fısıldayarak "ben"in KIYAMına hasbî hizmetkârlık yapabilen ve yapacak olandır inancındayım.

Vaktin Oğlu, Evvel Âhir arasında bulunabilir ve evvel kulağına fısldayabilir.


Resim


قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ


Kul eûzu bi rabbi'n-nâs(nâsi).

De ki: “Ben insanların RABBine sığınırım.



مَلِكِ النَّاسِ


Meliki'n-nâs(nâsi).

İnsanların melikine (mâlikine).



إِلَهِ النَّاسِ


İlâhi'n-nâs(nâsi).

İnsanların İlâhı'na (sığınırım).



مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ


Min şerri'l-vesvâsi'l-hannâs(hannâsi).

Hannas'ın vesveselerinin şerrinden.



الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ


Ellezî yuvesvisu fî sudûri'n-nâs(nâsi).

Ki o (hannas), insanların göğüslerine vesvese verir.



مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ


Mine'l-cinneti ve'n-nâs(nâsi).

İnsanlardan ve cinlerden (insanların RABBine, Meliki'ne ve İlâhı'na sığınırım).

(NÂS 1-6)


Sadak'ALLAHu'l-AZÎM

"min şerri'l-vesvâsi'l-hannâs" "ellezî yuvesvisu fî sudûri'n-nâs" âyet-i kerîmelerinde "hannas" ın insanın SADRına verdiği vesvese, arka planda insanın SADRına FISILDAMAsı, HİSSedişine yön vermesi, günümüzdeki hipnoz ya da subliminal mesajlar benzeri bir durum anlayabiliriz.

Kurân-ı Kerîm'in mânâsının ANlaşılması, YAŞAnması
AKIL-NAKİL TAMMlanması- TÜMMlenmesi OLmadan Sünnetullah-Şe'nullah ile Emrullah Murâdullah bağı kurulamamakta.

HİZBU'LLAH TERCİHinin, KÂLÛ BELÂ KAVLinin HAKÎKÂTine rucu hizmetkârı Mehdî-Mesih ANlayışı,
"Hidâyet ettiricilik" - "TEMASS ettiricilik" Zulûmatın kalkması, Tağut'un hükümsüz kalması ÂHİR-i MUTLAK olan NETÎCEye götürücü anlam taşıdığını düşünüyorum.

ZAMAN üstü - MEKÂN dışı, esrâ eden İBNu'l-VAKTin SURR nefesini SADRa üflemesi olarak anlıyorum...

ALLAHu a'lem!

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim
İbNu’l-VaKT o ki;

AKLın ARKı
nAKLin fARKı
>KÂR-u-BeLÂ
-> çİLE çARKı!..


*

RaSÛL >ALLAH.. ReSÛLuLLAH
SÖZün >SESi ->KeLÂMuLLAH
>ŞeÂNda -> şu ÂNda ->el ÂN
EHL-i BeYT ELİ -> EHLuLLAH!..


celle celâluhu
aleyhumu's-selâm
sallallâhu aleyhi ve sellem..



ZEVK 5436

“şÖYLE” si “bÖYLE”si yOktur!.. O ->“ÖYLE”dir ->BULut giBi..
“KULLuğun KoRKu gÖLgesi”n -> İÇindeki -> “UMUT” ->giBi..
“KaVSeyni’l- VaKTi’l- KÂRİB”in -> “NûR-u MîM”de teCELLÎsi
->“RaSÛLuLLAH”a HiZMette ->“A L L A H’ın ELİ’n TUT!” giBi!..


26.05.13 -> 00:33
ayzağa->istnbl..



heVÂ dEĞİL -> heVEs dEĞİL!
NeFHÂ-yı Ra ->Nefes dEĞİL!
-> NE AYNıdır -> NE AYRıdır!->
her şey DEnen > herKES dEĞİL!..


*

ReSÛLunü >DUYu -> ALLAH
DUYduğuna >UYu -> ALLAH
MuHiTi-MeRKEZi -> TEK-BİR
LÂ HuVE İLLÂ HUyu-> ALLAH!..


celle celâluhu..
sallallâhu aleyhi ve sellem

إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللَّهَ يَدُ اللَّهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ فَمَن نَّكَثَ فَإِنَّمَا يَنكُثُ عَلَى نَفْسِهِ وَمَنْ أَوْفَى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللَّهَ فَسَيُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا

Resim---(yâ MuhaMMed) Şüphesiz sana biat edenler, ancak ALLAH'a biat etmişlerdir. ALLAH'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de ALLAH'a verdiği ahdine vefâ gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir.
(Fetih 48/10)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen nur-ye »

ZEVK 1267

AKLın izafî yorumu -> Ebu'l-Vakit > İBNU'L- VAKİT
HaKK'ta HaKK'tan HaKK'a HaKK'la, Bezm-i Elesttteki akit
-> Başın buyruk OLan AKIL -> üCRRetini peşin ister!.
İKİ tarafı tezgâhlar -> CeNNet – Huri -> Altın -> Nakit!...


31.12.95 23:03

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen nur-ye »

AKDini BİL!
nAKDini BİL
İBN u EBUl-
VAKTini BİL!..

Resim

ZEVK 5473

ÜSTün ALTı SAĞın SOLU.. ARDa ÖNdü kul ihvÂNi!
Ehl-i Beytin YEDuLLAHı -> YEDi YÖNdü kul ihvÂNi!
E LESTü BeLÂ-mız AKTi.. MîM Merkezin İBNUl- VAKTi
MeryeM -> İSÂ-SîN DOĞurdu.. geRi DÖNdü kul ihvÂNi!..


03.07.13 11:40
brsbrs..dvr-iâlemmtktktrstkksayışğmd

Resim


ReNKlendiren; Gül Kardeşimiz
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


AK DELik-le KaRA DELik
HuNNeSle KuNNeSi giBi
AKLen-nAKLen BİZ-Bİlelik
BİZ BİR-İZ NeFeSi SEVgi!.

*

AYyIşığı SEVdÂ-DUYu
UYutaBİLmek UYKUyu
İnsÂNın kenDİ ÖZünde
SAATleri Yut-AN KUYU!..

*

herÂN şeÂNa -> İŞtirAKk
NAZ-NiYAZın NEFesi HAKk
->İLİM -> İrADE -> İDRAKte
RABBına KUL-Abdi OLmaKk!..

*

KÛN feyeKÛN -> AKTi YAZmak!
Şu ÂN -> ŞeÂN nAKTi YAZmak!
-> İBNul- vAKT --> NÛR-u NÛN
BEN-im İŞİm -> vAKTi YAZmak!..

*

MUHİTin MERKEZ MİLi HaYy
YÂD ELLerde YÂR DİLi HaYy
SEVgilimden -> AYIRan YÂR
->OLdu bANa SEVGİLİ HaYy!..

ZEVK 5815

KÛN feyeKÛN her ÂN ->ŞeÂN.. -> HaLiFe-MuHaLiF İnsÂN!
BaBa TOHUMm! ->ANA TARLA! >KaDER HAmuRun YOĞurur!
BİL->BUL->OL->YAŞA >şeÂNı YALAN! dı ya YAŞANmayAN!
hER VaKiT ->MERYEM >ihvÂNim.. ->KENDİ İSÂsın DOĞurur!..

aleyhumu's-selâm...

16.01.14. 22.54
brsbrs..tktktrstyşşğmmdst

nOT:
SEVgi-MuHABbet -> SıRr-ı SıFıR tohumu ki;
EFfrADına CÂMi.. -> AğYÂRına MâNibir SıRR ki;


EBu’l- VaKT-in -> ÖZüne HUu!
ÜMMü’l- VaKT-in kÖZüne HUu!.
İBNu’l- VaKT-in >sÖZüne HUu!..
BiNTü’l- VaKT-in >gÖZüne HUu!...

**

AK DELik-le KaRA DELik
HuNNeSle KuNNeSi giBi
AKLen-nAKLen BİZ-Bİlelik
BİZ BİR-İZ NeFeSi SEVgi!.:


فَلَا أُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ
Resim---
“Fe lâ uksimu bil hunnes (hunnesi): Şimdi yemin ederim o sinenlere (gündüzleri gözden kaybolan yıldızlara),” (Tekvîr 81/15)

Bundan sonra hayır, hünnese (merkezî çekim kuvvetine) yemin ederim.

HUNNES, "hânis" kelimesinin çoğuludur. Hans ve hunûs, büzülüp sinmek veya gerilemek ve geri kalmak mânâlarına lazım
(geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olduğuna göre hânis; sinen, gaip olan veya sindirip gaip eden yahut geri kalan veya gerileten demek olur.
Burada hans, çoğunlukla lazım
(geçişsiz) mânâda kullanılarak geri dönmek ve sinmek demek olur. Dolayısıyla "hunnes", sinenler veya geri dönenler mânâlarıyla tefsir edilmiştir.


الْجَوَارِ الْكُنَّسِ
Resim---
“El cevâril kunnes (kunnesi): O akıp akıp yuvasına gidenlere,” (Tekvîr 81/16)

Cevalan edene (merkezî çekim kuvvetinin etrafında, yörüngede dönene).

Cereyan kökünden türetilmiş olan "câriye"nin çoğulu, akanlar demek olup "el-Hunnes"in sıfatı veya ondan bedeldir. "Yuvasına girenler" Bu kelime, "kânis" kelimesinin çoğuludur. Kânis, süpürmek mânâsına kens'ten türemiş olması durumunda süpüren; künûs mastarından türemiş olmasına göre de kinas (kümes) a giren demektir. Kinâs, ceylanların ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yatağına, yuvasına denir ki, kumu toprağa kadar süpürüp açtığı için böyle denmiştir. Çokları bu "cevâri"nin gezegenler, özellikle "5 yıldız" adı verilen Zühal, Müşteri, Merih, Zühre ve Utarid gezegenleri olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bunlar güneş ile beraber akıp gider, sonra geri dönmüş görünür, sonra da güneşin ışığında gizlenirler. Görme itibariyle geri dönüşleri hunûs; güneşin ışığında gizlenişleri künûs'tur, demişlerdir ki eski yıldız falcıları bu 5 yıldıza "hamse-i mütehayyire" yani "beş gezegen" adını vermişlerdi. Birçokları da genel olarak bunların yıldızlar olduğunu nakletmişlerdir. Bunun şu şekilde izahı yapılmıştır: Çünkü yıldızlar gündüzleyin siner, gözlerden kaybolurlar. Geceleyin de künûs eder, yani yataklarındaki ceylanlar gibi ortaya çıkar, doğarlar. Fakat künûs'un böyle yalnız ortaya çıkmak, görünmek şeklinde tefsir edilmesinde bir kapalılık vardır. Onun için daha doğru olmak üzere şöyle denilmiştir: Çün kü yıldızlar, gündüzleyin ufuk üstünde oldukları halde bile gözlerden gizlenirler. Bu sinmelerine hunûs denilir. Doğduktan sonra da batarak ceylanların yuvalarına girdikleri gibi, ufkun altına girerler. Buna da künûs denilir.


فَلَا أُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ
Resim---
“Fe lâ uksimu bil hunnes (hunnesi): Şimdi yemin ederim o sinenlere (gündüzleri gözden kaybolan yıldızlara),” (Tekvîr 81/15)

Bundan sonra hayır, hünnese (merkezî çekim kuvvetine) yemin ederim.
Hunnes: sinenler. akışın tersi, pusma, büzülme, sinme, gerilemek.. YUTucu Kara DELİKler gibi..

الْجَوَارِ الْكُنَّسِ
Resim---
“El cevâril kunnes(kunnesi): O akıp akıp yuvasına gidenlere,” (Tekvîr 81/16)

Cevalan edene (merkezî çekim kuvvetinin etrafında, yörüngede dönene).
Kunnes: yuvalarına girenler. belli güzergah, yuvaya girme, hareket halindeki cismin yuvası. DOĞurucu AK DELİKler gibi..
Cariye: akış..
Bu âlemde Sünnetullah üzere her ÂN Şe’ÂNullah Câridir, her AN yeniden Yaratış sürer gider. Her ne ki Zâhiri varsa Bâtını da vardır.
Onun için MuhaMMedî MeLÂMette Madde-Mânâ ki Teknik ile Tasavvuf İÇli-Dışlıdır..
Merkezkaç Kuvveti varsa Merkezçek Kuvveti de vardır..

Çekim gücünü bilimsel olarak ilk tarif eden ve matemetik formüle döken Isaac Newton (1642-1727) olmuştur.
Çekim gücü Zerreden Kürreye hayatı doldurmuştur. OLuşun SeBBeha Sırrıdır..
İlmî-Fennî BİLişler-BULuşlar OL-ANın Anlaşılmasından ibârettir ve GERÇEK karşısında devede kulak değildir..
İlahî CeRR Kanunları Sistemin tümünü kapsar.. Top gibi yusyuvarlak Dünyanın her noktasında yaşayan kendisini yukarda sanır ve Okyanuslar boşalıp gidemez.. Bunun için varsa gücü Dünyanın Yerçekim gücünü yenmelidir.
Zerre-Atomda da Çekirdek elekteronu hem iter-Merkezkaç hem de çeker-Merkezçek Kuvveti uygular ki, elektron ne çok çekilip çekirdeğe girip birleşemez ve ne de fırlatıp sonsuza gidemez..
İlahî DENGE-DÜZEN TaMMdır..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İBNU'L-VAKT

Mesaj gönderen nur-ye »

ResimRahmetenlilâlemîn..

BAŞı->SONu
SÖZünü BİL!.
Onda>"Onu
ÖZ ünü BİL!..


ResimSadakallahulazîm...


AKD-ini BiL!
nAKD-ini BiL!
İBN-u EBU’l…
>VAKT-ini BiL!..


ZEVK 5450

ÜSTün ALTı.. SAĞın SOLu.. ARD-a >ÖN-dü kul ihvÂNi
EHL-i BeYTin YEDuLLAHı… -> YEDi YÖN- dü kul ihvÂNi
BezM-i beLÂ-mızın AKDi.. MîM MaHŞeRin İbnu’l- VAKTi
MeRYeM >İSÂ-sın DOĞurdu ->GERİ DÖN- dü kul ihvÂNi..
aleyhumu's-selâm..


03.06.13 -> 17:26
brsbrs..mksmcâmisi…


AKD: Antlaşma.. SÖZleşme..
nAKD: GEÇer para.. hayat…
VAKT: her ÂN.. al-ver NEFesi..
Resim
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön