ben cehennemlik miyim?
Gönderilme zamanı: 05 Haz 2012, 14:56
"İçimde adını koyamadığım karanlıklar var.Herşeyin farkındayım;hayatın,ölümün,imanın,cennetin,cehennemin,öldükten sonra geri dirilişin...
Düşünüyorum;bu dünyaya Rabbime kulluk etmek için geldiğimizi,bu dünyanın bir bekleme salonu olduğunu,ahiretimiz için bir tarla hükmünde olduğunu,birgün mutlaka öleceğimizi...Bazen bu prensiplere göre hareket edebiliyorum.Ama bu yeterli değil!Ben her an,her saniyeRabbimin rızası doğrultusunda yaşamak istiyorum! Ayaklarım ağrıyana kadar rabbimin yolunda,Onun uğrunda hizmet etmek istiyorum...
Ama olamıyorum! Nefsime hakim olamıyorum.Herşeyin farkındayım..Ama bişey yapamıyorum işte!Bana hizmet etmek nasip olmuyo...Çünkü buna ilk önce layık olmak gerekiyor biliyorum.Ama ben Rabbime layık bir kul olamıyorum.Efendimiz'(s.a.v)layık bir ümmet olamıyorum...
Allah'ım nefsime hakim olmak,ipini elime geçirmek istiyorum ama bunu başaramıyorum!!!
Rabbim!Zordayım..Kara bulutlar çöküyor kalbimin üstüne ..Kör bir kuyuya düşmüşüm çıkamıyorum sanki...
Rabbim senden başka gidecek hiçbir kapım yok.Kendimi sana havale ediyorum.Bana güç ver.Ömrümü sürekli bu gel-git lerle geçirmek istemiyorum...
Hayırlı bir kul olmak istiyorum.Efendimizin(s.a.v)seveceği,razı olcağı bir kul olmak istiyorum.Rabbim bunu "
alıntı
"Cennete kimler girer? Kim cennetliktir, kim değildir, bunu hangimiz bilebiliriz ki?. Bir kula cennetlik vasfı kazandıran ameller vardır, bunları biliriz şüphesiz… Fakat her amelin de, bize kapalı olan, niyetle alakalı olması sebebiyle kalplerde gizli kalan, bize saklı birer veçhesi vardır. Amel makbul müdür, değil midir, bu sebeple kul hangi mevkidedir, bilemeyiz.
Bazıları vardır, pek de meraklıdır cennetliklerin listesini oluşturmaya… Onun kafasında, falanca mutlaka cennetliktir. Fakat onun bu düşüncesi, herkese karşı hüsn-i zan beslediği için değildir. Öyle olsa âmennâ ve saddaknâ… Fakat aynı şahsın nazarında filancanın varacağı yer ise, ancak cehennemdir. Nereden bildiğini sormayın, o bilir.
Cenap Şahabeddin’in çok güzel bir sözü vardır: Eslâfımızdan biri: “Herkesin maksûdu bir amma rivâyet muhtelif” demiş. Bazen de rivayet bir olur da maksud değişir; Taze çemen mevzû-i bahs olunca, öküz de şâir gibi: “Pek severim!” der.
“Cennete girer.” dediğiniz şahıs ile maksadınız kıldığı namaz ise, bizzat Allâh Teâlâ buyurmuyor mu: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” diye. Yok eğer kastınız tuttuğu oruç ise: Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz buyurmuyor mu: “Nice oruçlar vardır, sahibine kalan sadece açlıktan ibârettir.” diye…
Çok mu güzel Kur’an okuyor? “Nice Kur’an okuyanlar vardır ki, okudukları hançeresinden aşağıya inmez.” Bu da diğer bir hadîs-i şerîf.
Mütevâzî mi dediniz? Samimiyetini nereden bileceksiniz? Tevâzûun güzelliği sâdır olduğu noktanın irtifâı ile mütenâsiptir, diyenler var. Tevâzûun çirkinleştirdiği insanlar da yok mudur? Bilir misiniz, bazılarının mütevâzîliği kibrinden ileri gelirmiş.
Çok infak ehlidir, belki de cömerttir değil mi? “Desinler” diye infâk ediyorsa, “cömertliğimle milleti çatlatayım, milletin gözü feragat görsün” dersindeyse: “Onlar kigösteriş yapmaktadırlar…” Bu âyeti de bilmeyenimiz yoktur.
Endişem o ki, benim bütün bu ibadetleri hafife aldığım düşünülsün. Esas mesele gönüldedir, onu da kimse bilmez anlayışı ile, “benim kalbim temiz” türünden mesnetsiz iddialara kapı açılsın… Tabii ki kimin kalbinin temiz olduğunu da en iyi Allah bilir.
Herhalde bu meseleye dair anlatmak istediklerimi, şu iki güzel menkıbe en iyi sûrette izah eder:
Eski bir tarihte, Anadolu’nun bir beldesine uğrar Hızır Aleyhisselam. Maksadı halkın ahvaline muttali olmak, yardıma muhtaç olanlara kol kanat germektir. Belde ahâlisinden iki kişi çok dikkatini çeker. Birincisi şehrin ibadete en düşkün insanıdır. Mescid kuşudur âdetâ… Belli başlı ibadetlerden kalan vaktinde dahi boş durmayıp sürekli zikreder, düşünür, tefekkür eder. Kîl ü kâle, boş lakırdıya tenezzül edip de kulak asmaz. Bütün derdi tasası ahiret… Ve nâil olduğu mertebenin büyüklüğü görülür üzerinde. Yürüyüşünde, oturuşunda, kalkışında, insanlara bir çift söz edişinde bir ululuk, bir tekebbür vardır. İbadet ve itaatle geçen ömrünün âkıbetinden yana duyduğu büyük bir emniyet içerisindedir sanki.
Ve Hızır Aleyhisselam o belde halkından kim ile konuştuysa, bu mübarek, muhterem insanın, yüzde yüz cennete gireceğine inandıklarını müşahede eder. Deseler ki hani, “bu belde halkından sadece bir kişi cennete girecek” Ahâli “mutlaka odur” der. “Ondan başkası nasıl olabilir ki?”
Acaba bir insan bu kadar da hürmete lâyık mıdır, diyerek şaşar Hızır… Onun hayretle müşahede ettiği bir ikinci kişi ise, bu muhterem şahsın tam tersi istikamette yol alan bir günahkardır. Ömründe ondan daha murdar, daha mendebur bir insan görüp görmediğini düşünür. Vaktiyle bütün haramları işlemiş, cürümden isyandan yana takati kalmadıysa da, aklı fikri hâlâ mâsıyette. İçki içerken bir köşede sızar kalır. Kendine gelir gelmez ilk işi, şişesinden bir yudum daha içmektir. Hani güzel bir insandan bahsedilirken, her halinde bir güzellik var, denilir ya… Bu adamın da her halinde başka bir çirkinlik var. Ahâliden biri onu uzaktan görse hemen yolunu değiştirir. Yakınından geçmek mecburiyetinde kalsalar, tiksintiyle yüzlerini buruşturup hiç oralı olmamaya çalışırlar… Sanki o pis herif orada yok. Görüp de ne yapacaklar zaten, şeytan görsün yüzünü. Düşünmezler ki şeytan görse ne yapacak ki?
Onca yıldır ikaz edip dert anlatamadıkları herife hakaret etmeye dahi doymuşlardır artık. Kimsenin gözünde kuldan sayılmaz. Ve ahâli inanır ki bu fâsık, cehenneme bile giremez. Allah Teâlâ böylesi bir kulu cehennemine alıp da ne yapacak ki. Böyle bir kula cehennem mükâfât olur.
Buna da şaşar kalır Hızır Aleyhisselam. Bir kul da hiç bu kadar düşer mi acaba?
Âbid şahsın yanına gidip kendisinin Hızır olduğunu söyler. Bir isteği var mıymış öğrenmek ister. “Rabbimin katındaki mevkiimi bilmek isterim mümkünse. Cennetliklerden miyim, yoksa hafazanallah cehennemliklerden mi?” “Peki inşallah” deyip yanından ayrılırken, sallana sallana gelir ötekisi. Her hâli tavrı ibâdet olan muhterem, hemen yüz çevirip uzaklaşır oradan. Konuştuklarını duyan adam da sarhoş bir edâ ile rica eder: “Benim de yerimi öğrenebilir misin? Acaba ben cehennemlik miyim? Sualin garabetine şaşıp adamın haline acıyan Hızır, “peki öğreneyim” der ve beldeden ayrılır gider uzaklara.
Bir iki sene aradan sonra Hızır Aleyhisselam o beldeye tekrar uğrayıp Âbid’i ibâdetlerinin mükâfatı olarak kendisine ihsân edilen cennet ile müjdelemek ister. Karşılaştıklarında Âbid hiç acele etmeden, sükûnet ve teennî ile sorar. Hızır tebessüm ve sürûr içinde en güzel haberi verir kendisine: “Müjdeler olsun sana, Cennetliksin, ne kadar şükretsen azdır değil mi?” Bu muazzam haberi soğuk bir tebessümle karşılayan Âbid: “Biliyordum zaten” der, o her zaman ki emin haliyle. O basit tebessüm, insanın içini donduruveren buz gibi gülümseme, dağlardan ağır gelir Hızır’a… Bu kibir görüntüsü karşısında âdeta ezilir, içi titrer ve arkasına dahi bakmadan uzaklaşmaya çalışır. Bu sefer de ayakta dahi duramayan o rezil herif dikilir karşısına. Sallana sallana sorar kendisine. Üzüntüsü iki kat daha artar Hızır Aleyhisselam’ın, içi daha bir ezilir: “Yazık etmişsin kendine, çok yazık etmişsin. Seni Cehennemlikler arasında gördüm” der. Duyduklarına inanamayan adam, hayretten büyüyen gözleriyle şaşkın şaşkın sorar: “Cehennem mi dedin sen? Allah beni Cehennemine kabul mü etmiş?” deyip bırakır kendini yere… Ömründe secde etmeyen adam, bir türlü beceremez secdeyi de, yerde göz yaşları içerisinde debelenir durur. Bir yata bir kalka, iyiden iyiye toza toprağa bulanır. Görenler şaşkın şaşkın ona bakar, kimi tiksinir döner arkasını gider. O onlarla da alay etmekten geri durmaz. Sarhoş nârasını andıran bir âvâz ile: “N’olduuu… Allah seni cehenneme almaz diyordunuz hani. Hani ben cehenneme bile layık değildim n’olduuu… Gördünüz mü Rabbim bana Cehennemi bahşetti. Beni hiçlikle, yoklukla cezalandırmadı sizin gibi.” Çıkarır cebinden içki şişesini, vurur yere, parçalar, yakasını paçasını yırtar ha bire: “Aha benden tövbe sana Allah’ım. Madem beni kabul ettin cehennemine, ben de senin cehennemine lâyık bir kul olmaya çalışacağım bundan sonra. Sana söz, bak bir daha günah işlemeyeceğim, sen tek beni kulun olarak gör e mi? Ben yokmuşum gibi yapma. Var ettin ya beni, yoklukla cezâlandırma.”
Zavallıyı kendi hâline bırakan Hızır, ne olup bittiğini anlayamamanın şaşkınlığı ve hayreti içerisinde kendi kendine söylenerek uzaklaşır: “Keşke bu iki insan, şu anda makamlarının değiştirildiğini bilselerdi.”
Bir menkıbe daha var. Bu sefer vefat eden hakikaten ahâlinin bildiği şekilde; murdar, pis, alenen günah işlemekten çekinmeyen bir fâsıkmış. Kışta kıyâmette ölmüş de, hanımının başına kalıvermiş. Bir Allah’ın kulu elini sürmemiş. Kadıncağız kocasını yüklenip sırtına, güç bela çıkarmış bir tepenin başına. Bakmış ki gariban bir çoban var. Rica etmiş; Allah aşkına, demiş, mezar kazmak elimden gelmez, buraya çıkarıncaya kadar öldüm bittim. Kabul etmediler ki kabristana gömdüreyim. Merhamet et kardeş, kalmasın dışarıda, erimdir, kocamdır…
Böyle işler hep zavallıların başına kalır zaten. Asıl merhamete muhtaç o zavallılardır ki, hep başkalarına merhamet ederler ya. Kara kışta, taş gibi torağı kazar, ama çoban da canından bezer. Defnederler Allah’ın günahkar kulunu, fakat hanımın son bir ricası daha vardır. Bir dua ediver kardeş, mezar kazmaktan zor değil ya… Ne yapsın, medenî insanlar gibi; “hayır, olmaz” demeye alışamamış. Kaldırmış ellerini, belli belirsiz kıpırdayan dudaklarıyla, bir şeyler mırıldanmış. Kadıncağız da sevine sevine köyüne dönmüş.
Vefatından bir hafta geçmemiş ki, köy bir birine girmiş. Köyün mollaları, hocaları şaşkın, ağızlarını bıçak açmıyor, kimsenin gıkı çıkmıyor. Meğerse herkes rüyasında bizim pis günahkarı cennette, saraylarda, kasırlarda, güllük gülistanlık bahçelerde görürmüş de, bu işi hayra yormazmış. İlk başta millet, rüyayı tersine yormuş. Bir değil, iki değil… Bir haftadır cümle âlem defaatle aynı rüyayı görünce, bu kadında bir iş var deyip dikilmişler başına. Bir sorunun cevabını bekliyor herkes:
- Ne yaptın sen bu adama be kadın!!
Korkmuş kadıncağız, zaten derdi başından aşkın, basmış fırçayı:
- Bir Allah’ın kulu merhamet etmedi, kadın başıma bıraktınız beni cenazeyle, yetmedi, kabul etmediniz kabristana. Gittim bir tepenin başına götürünceye kadar ölümlerden döndüm kışta kıyamette. Bir çoban vardı, acıdı halime, defnetti kocamı, bir de dua ediverdi. Ne olduysa gidin çobana sorun. Kocam cennete girdiyse ne olmuş. Cennet dediğin, köyün kabristanı değil ya, girene çıkana siz karışın.
Hor görüp, Allah’ın câhil çobanı ne duası bilsin ki, demişler. Ama içlerine de sindirememişler. Meraklarına yenik düşüp varmışlar bu sefer çobana. Başlamışlar sıkıştırmaya. En sonunda mollalar ve hocalar öğrenmişler işin sırrını:
- Ben ne dua bileyim hocam. Bir câhil çobanım. Zavallı kadıncağız dua isteyince, hayır demeye dilim varmadı. Ellerimi açıp dedim ki: Allah’ım, şimdiye kadar bu dağ başında bana kim misafir olduysa, senden bilip geri çevirmedim. Tanrı misafiridir dedim, çobanın yiyecek daha neyi olsun… Kuru soğanımı kuru ekmeğimi böldüm verdim. Ama senin misafirin diye bildim. Şimdiye kadar hep sen bana misafir gönderdin, ben ağırladım. Bu kul da benim sana misafirimdir, var sen de kendi şanınca ağırla.
Bu mevzûya dair Peygamber Efendimiz’in iki hadîs-i şerifine yer vermek istiyoruz: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden korkarım."
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: "İsrail oğullarından iki kişi vardı: Biri günahkardı, diğeri de ibadette gayret gösterirdi. Abid olan diğerine günah işlerken rastlardı da: “Vazgeç!” derdi. Bir gün, yine onu günah işlerken gördü ve “vazgeç” dedi. Diğeri: “Beni Allah ile baş başa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?” dedi. Öbürü: “Vallahi Allah seni mağfiret etmez.” Veya: “Allah seni cennetine koymaz!” dedi. Bunun üzerine Allah ikisinin de ruhlarını kabz etti. Bunlar Allah Teâlâ’nın huzurunda bir araya geldiler. Allah Teâla Hazretleri ibadette gayret edene: “Sen benim elimdekine kâdir misin?" dedi. Günahkâra da dönerek: “Git, rahmetimle cennete gir!” buyurdu. Diğeri için de: “Bunu ateşe götürün!” diye emretti." Ebu Hüreyre (r.a.) der ki: “Adamcağız -Allah'ın gazabına dokunan münasebetsiz- bir kelime konuştu, bu kelime dünyasını da, ahiretini de hebâ etti."
“Kendi kusuru kendini meşgul eden mümine ne mutlu!” bu da bir diğer hadîs-i şerîf. Evvelâ başkasının kusuru mu sorulacak bizden. Elbette diğer insanlardan da mesûlüz. Fakat, kimseyi suçlamadan îkâz etmenin de en güzel usûlünü yine Peygamber Efendimiz göstermiş. Yoksa Cennet de Allah’ın, Cehennem de… "
alıntı
Eski bir tarihte, Anadolu’nun bir beldesine uğrar Hızır Aleyhisselam. Maksadı halkın ahvaline muttali olmak, yardıma muhtaç olanlara kol kanat germektir. Belde ahalisinden iki kişi çok dikkatini çeker. Birincisi şehrin ibadete en düşkün insanıdır. Mescit kuşudur âdeta… Belli, yaşlı ibadetlerden kalan vaktinde dahi boş durmayıp sürekli zikreder, düşünür, tefekkür eder. Kîl ü kâle, boş lakırdıya tenezzül edip de kulak asmaz. Bütün derdi tasası ahiret… Ve nail olduğu mertebenin büyüklüğü görülür üzerinde. Yürüyüşünde, oturuşunda, kalkışında, insanlara bir çift söz edişinde bir ululuk, bir tekebbür vardır. İbadet ve itaatle geçen ömrünün akıbetinden yana duyduğu büyük bir emniyet içerisindedir sanki. Ve Hızır Aleyhisselam o belde halkından kim ile konuştuysa, bu mübarek, muhterem insanın, yüzde yüz cennete gireceğine inandıklarını müşahede eder.
Ondan başkası olamaz!
Deseler ki hani, “bu belde halkından sadece bir kişi Cennete girecek” Ahâli “mutlaka odur” der. “Ondan başkası nasıl olabilir ki?”Acaba bir insan bu kadar da hürmete lâyık mıdır, diyerek şaşar Hızır… Onun hayretle müşahede ettiği bir ikinci kişi ise, bu muhterem şahsın tam tersi istikamette yol alan bir günahkârdır. Ömründe ondan daha murdar, daha mendebur bir insan görüp görmediğini düşünür. Vaktiyle bütün haramları işlemiş, cürümden isyandan yana takati kalmadıysa da, aklı fikri hâlâ mâsıyette. İçki içerken bir köşede sızar kalır. Kendine gelir gelmez ilk işi, şişesinden bir yudum daha içmektir. Hani güzel bir insandan bahsedilirken, her halinde bir güzellik var, denilir ya… Bu adamın da her halinde başka bir çirkinlik var. Ahâliden biri onu uzaktan görse hemen yolunu değiştirir. Yakınından geçmek mecburiyetinde kalsalar, tiksintiyle yüzlerini buruşturup hiç oralı olmamaya çalışırlar… Sanki o pis herif orada yok. Görüp de ne yapacaklar zaten, şeytan görsün yüzünü. Düşünmezler ki şeytan görse ne yapacak ki? Onca yıldır ikaz edip dert anlatamadıkları herife hakaret etmeye dahi doymuşlardır artık. Kimsenin gözünde kuldan sayılmaz. Ve ahâli inanır ki bu fâsık, cehenneme bile giremez. Allah Teâlâ böylesi bir kulu cehennemine alıp da ne yapacak ki. Böyle bir kula cehennem mükâfât olur. Buna da şaşar kalır Hızır Aleyhisselam. Bir kul da hiç bu kadar düşer mi acaba?
Cennetlik miyim?
Abid şahsın yanına gidip kendisinin Hızır olduğunu söyler. Bir isteği var mıymış öğrenmek ister. “Rabbimin katındaki mevkiimi bilmek isterim mümkünse. Cennetliklerden miyim, yoksa hafazanallah cehennemliklerden mi?” “Peki inşallah” deyip yanından ayrılırken, sallana sallana gelir ötekisi. Her hâli tavrı ibadet olan muhterem, hemen yüz çevirip uzaklaşır oradan. Konuştuklarını duyan adam da sarhoş bir edâ ile rica eder: “Benim de yerimi öğrenebilir misin? Acaba ben cehennemlik miyim? Sualin garabetine şaşıp adamın haline acıyan Hızır, “peki öğreneyim” der ve beldeden ayrılır gider uzaklara. Bir iki sene aradan sonra Hızır Aleyhisselam o beldeye tekrar uğrayıp Abid’i ibadetlerinin mükâfatı olarak kendisine ihsân edilen cennet ile müjdelemek ister. Karşılaştıklarında Abid hiç acele etmeden, sükûnet ve teennî ile sorar. Hızır tebessüm ve sürur içinde en güzel haberi verir kendisine: Müjdeler olsun sana, Cennetliksin, ne kadar şükretsen azdır değil mi?” Bu muazzam haberi soğuk bir tebessümle karşılayan Abid: “Biliyordum zaten” der, o her zaman ki emin haliyle.
Üzüntüsü iki kat artar
O basit tebessüm, insanın içini donduruveren buz gibi gülümseme, dağlardan ağır gelir Hızır’a… Bu kibir görüntüsü karşısında âdeta ezilir, içi titrer ve arkasına dahi bakmadan uzaklaşmaya çalışır. Bu sefer de ayakta dahi duramayan o rezil herif dikilir karşısına. Sallana sallana sorar kendisine. Üzüntüsü iki kat daha artar Hızır Aleyhisselam’ın, içi daha bir ezilir: “Yazık etmişsin kendine, çok yazık etmişsin.
Cehennem mi dedin sen?
Seni Cehennemlikler arasında gördüm” der. Duyduklarına inanamayan adam, hayretten büyüyen gözleriyle şaşkın şaşkın sorar: Cehennem mi dedin sen? Allah beni Cehennemine kabul mü etmiş?” deyip bırakır kendini yere… Ömründe secde etmeyen adam, bir türlü beceremez secdeyi de, yerde göz yaşları içerisinde debelenir durur. Bir yata bir kalka, iyiden iyiye toza toprağa bulanır. Görenler şaşkın şaşkın ona bakar, kimi tiksinir döner arkasını gider. O onlarla da alay etmekten geri durmaz. Sarhoş nârasını andıran bir âvâz ile: “N’olduuu… Allah seni cehenneme almaz diyordunuz hani. Hani ben cehenneme bile layık değildim n’olduuu… Gördünüz mü Rabbim bana Cehennemi bahşetti. Beni hiçlikle, yoklukla cezalandırmadı sizin gibi.” Çıkarır cebinden içki şişesini, vurur yere, parçalar, yakasını paçasını yırtar ha bire: “Aha benden tövbe Sana Allah’ım. Madem beni kabul ettin cehennemine, ben de Senin cehennemine lâyık bir kul olmaya çalışacağım bundan sonra. Sana söz, bak bir daha günah işlemeyeceğim, Sen tek beni kulun olarak gör e mi? Ben yokmuşum gibi yapma. Var ettin ya beni, yoklukla cezalandırma.”
Ne oldum dememeli
Zavallıyı kendi hâline bırakan Hızır, ne olup bittiğini anlayamamanın şaşkınlığı ve hayreti içerisinde kendi kendine söylenerek uzaklaşır: “Bu iki insan, şu anda makamlarının değiştirildiğini bilselerdi.”
selam ve dua ile…
Düşünüyorum;bu dünyaya Rabbime kulluk etmek için geldiğimizi,bu dünyanın bir bekleme salonu olduğunu,ahiretimiz için bir tarla hükmünde olduğunu,birgün mutlaka öleceğimizi...Bazen bu prensiplere göre hareket edebiliyorum.Ama bu yeterli değil!Ben her an,her saniyeRabbimin rızası doğrultusunda yaşamak istiyorum! Ayaklarım ağrıyana kadar rabbimin yolunda,Onun uğrunda hizmet etmek istiyorum...
Ama olamıyorum! Nefsime hakim olamıyorum.Herşeyin farkındayım..Ama bişey yapamıyorum işte!Bana hizmet etmek nasip olmuyo...Çünkü buna ilk önce layık olmak gerekiyor biliyorum.Ama ben Rabbime layık bir kul olamıyorum.Efendimiz'(s.a.v)layık bir ümmet olamıyorum...
Allah'ım nefsime hakim olmak,ipini elime geçirmek istiyorum ama bunu başaramıyorum!!!
Rabbim!Zordayım..Kara bulutlar çöküyor kalbimin üstüne ..Kör bir kuyuya düşmüşüm çıkamıyorum sanki...
Rabbim senden başka gidecek hiçbir kapım yok.Kendimi sana havale ediyorum.Bana güç ver.Ömrümü sürekli bu gel-git lerle geçirmek istemiyorum...
Hayırlı bir kul olmak istiyorum.Efendimizin(s.a.v)seveceği,razı olcağı bir kul olmak istiyorum.Rabbim bunu "
alıntı
"Cennete kimler girer? Kim cennetliktir, kim değildir, bunu hangimiz bilebiliriz ki?. Bir kula cennetlik vasfı kazandıran ameller vardır, bunları biliriz şüphesiz… Fakat her amelin de, bize kapalı olan, niyetle alakalı olması sebebiyle kalplerde gizli kalan, bize saklı birer veçhesi vardır. Amel makbul müdür, değil midir, bu sebeple kul hangi mevkidedir, bilemeyiz.
Bazıları vardır, pek de meraklıdır cennetliklerin listesini oluşturmaya… Onun kafasında, falanca mutlaka cennetliktir. Fakat onun bu düşüncesi, herkese karşı hüsn-i zan beslediği için değildir. Öyle olsa âmennâ ve saddaknâ… Fakat aynı şahsın nazarında filancanın varacağı yer ise, ancak cehennemdir. Nereden bildiğini sormayın, o bilir.
Cenap Şahabeddin’in çok güzel bir sözü vardır: Eslâfımızdan biri: “Herkesin maksûdu bir amma rivâyet muhtelif” demiş. Bazen de rivayet bir olur da maksud değişir; Taze çemen mevzû-i bahs olunca, öküz de şâir gibi: “Pek severim!” der.
“Cennete girer.” dediğiniz şahıs ile maksadınız kıldığı namaz ise, bizzat Allâh Teâlâ buyurmuyor mu: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” diye. Yok eğer kastınız tuttuğu oruç ise: Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz buyurmuyor mu: “Nice oruçlar vardır, sahibine kalan sadece açlıktan ibârettir.” diye…
Çok mu güzel Kur’an okuyor? “Nice Kur’an okuyanlar vardır ki, okudukları hançeresinden aşağıya inmez.” Bu da diğer bir hadîs-i şerîf.
Mütevâzî mi dediniz? Samimiyetini nereden bileceksiniz? Tevâzûun güzelliği sâdır olduğu noktanın irtifâı ile mütenâsiptir, diyenler var. Tevâzûun çirkinleştirdiği insanlar da yok mudur? Bilir misiniz, bazılarının mütevâzîliği kibrinden ileri gelirmiş.
Çok infak ehlidir, belki de cömerttir değil mi? “Desinler” diye infâk ediyorsa, “cömertliğimle milleti çatlatayım, milletin gözü feragat görsün” dersindeyse: “Onlar kigösteriş yapmaktadırlar…” Bu âyeti de bilmeyenimiz yoktur.
Endişem o ki, benim bütün bu ibadetleri hafife aldığım düşünülsün. Esas mesele gönüldedir, onu da kimse bilmez anlayışı ile, “benim kalbim temiz” türünden mesnetsiz iddialara kapı açılsın… Tabii ki kimin kalbinin temiz olduğunu da en iyi Allah bilir.
Herhalde bu meseleye dair anlatmak istediklerimi, şu iki güzel menkıbe en iyi sûrette izah eder:
Eski bir tarihte, Anadolu’nun bir beldesine uğrar Hızır Aleyhisselam. Maksadı halkın ahvaline muttali olmak, yardıma muhtaç olanlara kol kanat germektir. Belde ahâlisinden iki kişi çok dikkatini çeker. Birincisi şehrin ibadete en düşkün insanıdır. Mescid kuşudur âdetâ… Belli başlı ibadetlerden kalan vaktinde dahi boş durmayıp sürekli zikreder, düşünür, tefekkür eder. Kîl ü kâle, boş lakırdıya tenezzül edip de kulak asmaz. Bütün derdi tasası ahiret… Ve nâil olduğu mertebenin büyüklüğü görülür üzerinde. Yürüyüşünde, oturuşunda, kalkışında, insanlara bir çift söz edişinde bir ululuk, bir tekebbür vardır. İbadet ve itaatle geçen ömrünün âkıbetinden yana duyduğu büyük bir emniyet içerisindedir sanki.
Ve Hızır Aleyhisselam o belde halkından kim ile konuştuysa, bu mübarek, muhterem insanın, yüzde yüz cennete gireceğine inandıklarını müşahede eder. Deseler ki hani, “bu belde halkından sadece bir kişi cennete girecek” Ahâli “mutlaka odur” der. “Ondan başkası nasıl olabilir ki?”
Acaba bir insan bu kadar da hürmete lâyık mıdır, diyerek şaşar Hızır… Onun hayretle müşahede ettiği bir ikinci kişi ise, bu muhterem şahsın tam tersi istikamette yol alan bir günahkardır. Ömründe ondan daha murdar, daha mendebur bir insan görüp görmediğini düşünür. Vaktiyle bütün haramları işlemiş, cürümden isyandan yana takati kalmadıysa da, aklı fikri hâlâ mâsıyette. İçki içerken bir köşede sızar kalır. Kendine gelir gelmez ilk işi, şişesinden bir yudum daha içmektir. Hani güzel bir insandan bahsedilirken, her halinde bir güzellik var, denilir ya… Bu adamın da her halinde başka bir çirkinlik var. Ahâliden biri onu uzaktan görse hemen yolunu değiştirir. Yakınından geçmek mecburiyetinde kalsalar, tiksintiyle yüzlerini buruşturup hiç oralı olmamaya çalışırlar… Sanki o pis herif orada yok. Görüp de ne yapacaklar zaten, şeytan görsün yüzünü. Düşünmezler ki şeytan görse ne yapacak ki?
Onca yıldır ikaz edip dert anlatamadıkları herife hakaret etmeye dahi doymuşlardır artık. Kimsenin gözünde kuldan sayılmaz. Ve ahâli inanır ki bu fâsık, cehenneme bile giremez. Allah Teâlâ böylesi bir kulu cehennemine alıp da ne yapacak ki. Böyle bir kula cehennem mükâfât olur.
Buna da şaşar kalır Hızır Aleyhisselam. Bir kul da hiç bu kadar düşer mi acaba?
Âbid şahsın yanına gidip kendisinin Hızır olduğunu söyler. Bir isteği var mıymış öğrenmek ister. “Rabbimin katındaki mevkiimi bilmek isterim mümkünse. Cennetliklerden miyim, yoksa hafazanallah cehennemliklerden mi?” “Peki inşallah” deyip yanından ayrılırken, sallana sallana gelir ötekisi. Her hâli tavrı ibâdet olan muhterem, hemen yüz çevirip uzaklaşır oradan. Konuştuklarını duyan adam da sarhoş bir edâ ile rica eder: “Benim de yerimi öğrenebilir misin? Acaba ben cehennemlik miyim? Sualin garabetine şaşıp adamın haline acıyan Hızır, “peki öğreneyim” der ve beldeden ayrılır gider uzaklara.
Bir iki sene aradan sonra Hızır Aleyhisselam o beldeye tekrar uğrayıp Âbid’i ibâdetlerinin mükâfatı olarak kendisine ihsân edilen cennet ile müjdelemek ister. Karşılaştıklarında Âbid hiç acele etmeden, sükûnet ve teennî ile sorar. Hızır tebessüm ve sürûr içinde en güzel haberi verir kendisine: “Müjdeler olsun sana, Cennetliksin, ne kadar şükretsen azdır değil mi?” Bu muazzam haberi soğuk bir tebessümle karşılayan Âbid: “Biliyordum zaten” der, o her zaman ki emin haliyle. O basit tebessüm, insanın içini donduruveren buz gibi gülümseme, dağlardan ağır gelir Hızır’a… Bu kibir görüntüsü karşısında âdeta ezilir, içi titrer ve arkasına dahi bakmadan uzaklaşmaya çalışır. Bu sefer de ayakta dahi duramayan o rezil herif dikilir karşısına. Sallana sallana sorar kendisine. Üzüntüsü iki kat daha artar Hızır Aleyhisselam’ın, içi daha bir ezilir: “Yazık etmişsin kendine, çok yazık etmişsin. Seni Cehennemlikler arasında gördüm” der. Duyduklarına inanamayan adam, hayretten büyüyen gözleriyle şaşkın şaşkın sorar: “Cehennem mi dedin sen? Allah beni Cehennemine kabul mü etmiş?” deyip bırakır kendini yere… Ömründe secde etmeyen adam, bir türlü beceremez secdeyi de, yerde göz yaşları içerisinde debelenir durur. Bir yata bir kalka, iyiden iyiye toza toprağa bulanır. Görenler şaşkın şaşkın ona bakar, kimi tiksinir döner arkasını gider. O onlarla da alay etmekten geri durmaz. Sarhoş nârasını andıran bir âvâz ile: “N’olduuu… Allah seni cehenneme almaz diyordunuz hani. Hani ben cehenneme bile layık değildim n’olduuu… Gördünüz mü Rabbim bana Cehennemi bahşetti. Beni hiçlikle, yoklukla cezalandırmadı sizin gibi.” Çıkarır cebinden içki şişesini, vurur yere, parçalar, yakasını paçasını yırtar ha bire: “Aha benden tövbe sana Allah’ım. Madem beni kabul ettin cehennemine, ben de senin cehennemine lâyık bir kul olmaya çalışacağım bundan sonra. Sana söz, bak bir daha günah işlemeyeceğim, sen tek beni kulun olarak gör e mi? Ben yokmuşum gibi yapma. Var ettin ya beni, yoklukla cezâlandırma.”
Zavallıyı kendi hâline bırakan Hızır, ne olup bittiğini anlayamamanın şaşkınlığı ve hayreti içerisinde kendi kendine söylenerek uzaklaşır: “Keşke bu iki insan, şu anda makamlarının değiştirildiğini bilselerdi.”
Bir menkıbe daha var. Bu sefer vefat eden hakikaten ahâlinin bildiği şekilde; murdar, pis, alenen günah işlemekten çekinmeyen bir fâsıkmış. Kışta kıyâmette ölmüş de, hanımının başına kalıvermiş. Bir Allah’ın kulu elini sürmemiş. Kadıncağız kocasını yüklenip sırtına, güç bela çıkarmış bir tepenin başına. Bakmış ki gariban bir çoban var. Rica etmiş; Allah aşkına, demiş, mezar kazmak elimden gelmez, buraya çıkarıncaya kadar öldüm bittim. Kabul etmediler ki kabristana gömdüreyim. Merhamet et kardeş, kalmasın dışarıda, erimdir, kocamdır…
Böyle işler hep zavallıların başına kalır zaten. Asıl merhamete muhtaç o zavallılardır ki, hep başkalarına merhamet ederler ya. Kara kışta, taş gibi torağı kazar, ama çoban da canından bezer. Defnederler Allah’ın günahkar kulunu, fakat hanımın son bir ricası daha vardır. Bir dua ediver kardeş, mezar kazmaktan zor değil ya… Ne yapsın, medenî insanlar gibi; “hayır, olmaz” demeye alışamamış. Kaldırmış ellerini, belli belirsiz kıpırdayan dudaklarıyla, bir şeyler mırıldanmış. Kadıncağız da sevine sevine köyüne dönmüş.
Vefatından bir hafta geçmemiş ki, köy bir birine girmiş. Köyün mollaları, hocaları şaşkın, ağızlarını bıçak açmıyor, kimsenin gıkı çıkmıyor. Meğerse herkes rüyasında bizim pis günahkarı cennette, saraylarda, kasırlarda, güllük gülistanlık bahçelerde görürmüş de, bu işi hayra yormazmış. İlk başta millet, rüyayı tersine yormuş. Bir değil, iki değil… Bir haftadır cümle âlem defaatle aynı rüyayı görünce, bu kadında bir iş var deyip dikilmişler başına. Bir sorunun cevabını bekliyor herkes:
- Ne yaptın sen bu adama be kadın!!
Korkmuş kadıncağız, zaten derdi başından aşkın, basmış fırçayı:
- Bir Allah’ın kulu merhamet etmedi, kadın başıma bıraktınız beni cenazeyle, yetmedi, kabul etmediniz kabristana. Gittim bir tepenin başına götürünceye kadar ölümlerden döndüm kışta kıyamette. Bir çoban vardı, acıdı halime, defnetti kocamı, bir de dua ediverdi. Ne olduysa gidin çobana sorun. Kocam cennete girdiyse ne olmuş. Cennet dediğin, köyün kabristanı değil ya, girene çıkana siz karışın.
Hor görüp, Allah’ın câhil çobanı ne duası bilsin ki, demişler. Ama içlerine de sindirememişler. Meraklarına yenik düşüp varmışlar bu sefer çobana. Başlamışlar sıkıştırmaya. En sonunda mollalar ve hocalar öğrenmişler işin sırrını:
- Ben ne dua bileyim hocam. Bir câhil çobanım. Zavallı kadıncağız dua isteyince, hayır demeye dilim varmadı. Ellerimi açıp dedim ki: Allah’ım, şimdiye kadar bu dağ başında bana kim misafir olduysa, senden bilip geri çevirmedim. Tanrı misafiridir dedim, çobanın yiyecek daha neyi olsun… Kuru soğanımı kuru ekmeğimi böldüm verdim. Ama senin misafirin diye bildim. Şimdiye kadar hep sen bana misafir gönderdin, ben ağırladım. Bu kul da benim sana misafirimdir, var sen de kendi şanınca ağırla.
Bu mevzûya dair Peygamber Efendimiz’in iki hadîs-i şerifine yer vermek istiyoruz: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden korkarım."
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: "İsrail oğullarından iki kişi vardı: Biri günahkardı, diğeri de ibadette gayret gösterirdi. Abid olan diğerine günah işlerken rastlardı da: “Vazgeç!” derdi. Bir gün, yine onu günah işlerken gördü ve “vazgeç” dedi. Diğeri: “Beni Allah ile baş başa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?” dedi. Öbürü: “Vallahi Allah seni mağfiret etmez.” Veya: “Allah seni cennetine koymaz!” dedi. Bunun üzerine Allah ikisinin de ruhlarını kabz etti. Bunlar Allah Teâlâ’nın huzurunda bir araya geldiler. Allah Teâla Hazretleri ibadette gayret edene: “Sen benim elimdekine kâdir misin?" dedi. Günahkâra da dönerek: “Git, rahmetimle cennete gir!” buyurdu. Diğeri için de: “Bunu ateşe götürün!” diye emretti." Ebu Hüreyre (r.a.) der ki: “Adamcağız -Allah'ın gazabına dokunan münasebetsiz- bir kelime konuştu, bu kelime dünyasını da, ahiretini de hebâ etti."
“Kendi kusuru kendini meşgul eden mümine ne mutlu!” bu da bir diğer hadîs-i şerîf. Evvelâ başkasının kusuru mu sorulacak bizden. Elbette diğer insanlardan da mesûlüz. Fakat, kimseyi suçlamadan îkâz etmenin de en güzel usûlünü yine Peygamber Efendimiz göstermiş. Yoksa Cennet de Allah’ın, Cehennem de… "
alıntı
Eski bir tarihte, Anadolu’nun bir beldesine uğrar Hızır Aleyhisselam. Maksadı halkın ahvaline muttali olmak, yardıma muhtaç olanlara kol kanat germektir. Belde ahalisinden iki kişi çok dikkatini çeker. Birincisi şehrin ibadete en düşkün insanıdır. Mescit kuşudur âdeta… Belli, yaşlı ibadetlerden kalan vaktinde dahi boş durmayıp sürekli zikreder, düşünür, tefekkür eder. Kîl ü kâle, boş lakırdıya tenezzül edip de kulak asmaz. Bütün derdi tasası ahiret… Ve nail olduğu mertebenin büyüklüğü görülür üzerinde. Yürüyüşünde, oturuşunda, kalkışında, insanlara bir çift söz edişinde bir ululuk, bir tekebbür vardır. İbadet ve itaatle geçen ömrünün akıbetinden yana duyduğu büyük bir emniyet içerisindedir sanki. Ve Hızır Aleyhisselam o belde halkından kim ile konuştuysa, bu mübarek, muhterem insanın, yüzde yüz cennete gireceğine inandıklarını müşahede eder.
Ondan başkası olamaz!
Deseler ki hani, “bu belde halkından sadece bir kişi Cennete girecek” Ahâli “mutlaka odur” der. “Ondan başkası nasıl olabilir ki?”Acaba bir insan bu kadar da hürmete lâyık mıdır, diyerek şaşar Hızır… Onun hayretle müşahede ettiği bir ikinci kişi ise, bu muhterem şahsın tam tersi istikamette yol alan bir günahkârdır. Ömründe ondan daha murdar, daha mendebur bir insan görüp görmediğini düşünür. Vaktiyle bütün haramları işlemiş, cürümden isyandan yana takati kalmadıysa da, aklı fikri hâlâ mâsıyette. İçki içerken bir köşede sızar kalır. Kendine gelir gelmez ilk işi, şişesinden bir yudum daha içmektir. Hani güzel bir insandan bahsedilirken, her halinde bir güzellik var, denilir ya… Bu adamın da her halinde başka bir çirkinlik var. Ahâliden biri onu uzaktan görse hemen yolunu değiştirir. Yakınından geçmek mecburiyetinde kalsalar, tiksintiyle yüzlerini buruşturup hiç oralı olmamaya çalışırlar… Sanki o pis herif orada yok. Görüp de ne yapacaklar zaten, şeytan görsün yüzünü. Düşünmezler ki şeytan görse ne yapacak ki? Onca yıldır ikaz edip dert anlatamadıkları herife hakaret etmeye dahi doymuşlardır artık. Kimsenin gözünde kuldan sayılmaz. Ve ahâli inanır ki bu fâsık, cehenneme bile giremez. Allah Teâlâ böylesi bir kulu cehennemine alıp da ne yapacak ki. Böyle bir kula cehennem mükâfât olur. Buna da şaşar kalır Hızır Aleyhisselam. Bir kul da hiç bu kadar düşer mi acaba?
Cennetlik miyim?
Abid şahsın yanına gidip kendisinin Hızır olduğunu söyler. Bir isteği var mıymış öğrenmek ister. “Rabbimin katındaki mevkiimi bilmek isterim mümkünse. Cennetliklerden miyim, yoksa hafazanallah cehennemliklerden mi?” “Peki inşallah” deyip yanından ayrılırken, sallana sallana gelir ötekisi. Her hâli tavrı ibadet olan muhterem, hemen yüz çevirip uzaklaşır oradan. Konuştuklarını duyan adam da sarhoş bir edâ ile rica eder: “Benim de yerimi öğrenebilir misin? Acaba ben cehennemlik miyim? Sualin garabetine şaşıp adamın haline acıyan Hızır, “peki öğreneyim” der ve beldeden ayrılır gider uzaklara. Bir iki sene aradan sonra Hızır Aleyhisselam o beldeye tekrar uğrayıp Abid’i ibadetlerinin mükâfatı olarak kendisine ihsân edilen cennet ile müjdelemek ister. Karşılaştıklarında Abid hiç acele etmeden, sükûnet ve teennî ile sorar. Hızır tebessüm ve sürur içinde en güzel haberi verir kendisine: Müjdeler olsun sana, Cennetliksin, ne kadar şükretsen azdır değil mi?” Bu muazzam haberi soğuk bir tebessümle karşılayan Abid: “Biliyordum zaten” der, o her zaman ki emin haliyle.
Üzüntüsü iki kat artar
O basit tebessüm, insanın içini donduruveren buz gibi gülümseme, dağlardan ağır gelir Hızır’a… Bu kibir görüntüsü karşısında âdeta ezilir, içi titrer ve arkasına dahi bakmadan uzaklaşmaya çalışır. Bu sefer de ayakta dahi duramayan o rezil herif dikilir karşısına. Sallana sallana sorar kendisine. Üzüntüsü iki kat daha artar Hızır Aleyhisselam’ın, içi daha bir ezilir: “Yazık etmişsin kendine, çok yazık etmişsin.
Cehennem mi dedin sen?
Seni Cehennemlikler arasında gördüm” der. Duyduklarına inanamayan adam, hayretten büyüyen gözleriyle şaşkın şaşkın sorar: Cehennem mi dedin sen? Allah beni Cehennemine kabul mü etmiş?” deyip bırakır kendini yere… Ömründe secde etmeyen adam, bir türlü beceremez secdeyi de, yerde göz yaşları içerisinde debelenir durur. Bir yata bir kalka, iyiden iyiye toza toprağa bulanır. Görenler şaşkın şaşkın ona bakar, kimi tiksinir döner arkasını gider. O onlarla da alay etmekten geri durmaz. Sarhoş nârasını andıran bir âvâz ile: “N’olduuu… Allah seni cehenneme almaz diyordunuz hani. Hani ben cehenneme bile layık değildim n’olduuu… Gördünüz mü Rabbim bana Cehennemi bahşetti. Beni hiçlikle, yoklukla cezalandırmadı sizin gibi.” Çıkarır cebinden içki şişesini, vurur yere, parçalar, yakasını paçasını yırtar ha bire: “Aha benden tövbe Sana Allah’ım. Madem beni kabul ettin cehennemine, ben de Senin cehennemine lâyık bir kul olmaya çalışacağım bundan sonra. Sana söz, bak bir daha günah işlemeyeceğim, Sen tek beni kulun olarak gör e mi? Ben yokmuşum gibi yapma. Var ettin ya beni, yoklukla cezalandırma.”
Ne oldum dememeli
Zavallıyı kendi hâline bırakan Hızır, ne olup bittiğini anlayamamanın şaşkınlığı ve hayreti içerisinde kendi kendine söylenerek uzaklaşır: “Bu iki insan, şu anda makamlarının değiştirildiğini bilselerdi.”
selam ve dua ile…