HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

BEŞİNCİ BÖLÜM

TEVHİD VE MARİFETLE İLGİLİ KONULAR


İNSANA VERİLEN KUDRETİN YERİ

Şöyle denebilir: Eğer insana verilen kudretin, Allah tarafından olması takdir edilen işlerde bir etkisi olsa, bu gizli şirk olur; şayet yapılan işlerde kulun hiçbir etkisi olmasa, bu da cebr (zorla yaptırma) olur.

Bu söze cevap olarak şöyle denir: Eğer kulun kudretinin, yapılan fiili yaratmada bir etkisi olursa, şirk olur; halbuki kulun kudreti yaratmada değil, fiili yapmada ve sorumluğuna girmede bir etkisi vardır. Allahu Teâlâ kulun fiilini yaratıcıdır; kâsib (fiili yaparak sorumluluğuna giren) değildir ki kulun yaptığı iş şirk olsun.

Bir de şu var: Eğer Allah tarafından yapılması takdir edilen işlerde kulun hiçbir etkisi olmasaydı, kudretin varlığı ile yokluğu bir olması gerekirdi. Bu durumda kul, kudretsiz, bir şey yapmaya güç sahibi olurdu ki, bu da imkânsızdır.

Şunu bilki: Kim, Allahu Teâlâ'nın hiçbir kudreti ve tercihi olmayan bir kula kitap indirdiğini, peygamber gönderdiğini, ona bazı işleri emrettiğini, bazı işleri yasakladığını, kendisine öğüt verdiğini ve azapla tehdit ettiğini düşünürse, o dengesini yitirmiş fıtratı bozuk biridir; onun tedaviye ihtiyacı vardır.

İnsanlar, Kur'an'ı anlamadan önce, ondan delil çıkarma konusunda ihtilâf ettikleri için cebr ve kaderi inkâr hatalarına düştüler; çünkü onlar, ezelî sıfatlara sahip yüce yaratıcının kudreti ile sonradan yaratılmış kulun kudretinin arasını ayıramadılar (farkı farkedemediler).

İki kudret arasındaki fark şudur: Ailahu Teâlâ'nın ezelî kudreti, bir şeyi yaratmada müstakildir, fakat kulun kesbine (bir işi yapıp sorumluğunu üstlenmesine) etkisi yoktur. Kulun sonradan yaratılan kudreti ise, kesbde (bir işi icra edip sonucunu üstlenmede) müstakildir, onun da fiilin yaratılmasına bir etkisi ve dahli yoktur.

Zulüm, yaratıklar için söz konusudur; ezelî ve ebedî olan yüce Allah zulümden uzak ve yücedir. Şu âyet bunu ifade etmektedir:

"Şüphesiz Allah insanlara asla zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler."(Yûnus 10/44.)

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

BEŞİNCİ BÖLÜM

TEVHİD VE MARİFETLE İLGİLİ KONULAR


İLİM VE MARİFET ARASINDAKİ FARK

Marifet, yüce Allah'a yakınlıktan ibarettir. Marifet kalbi tamamen sarar, onda öyle bir etki yapar ki, vücudun bütün azalarında bu etki gözükür.

İlimle marifet arasındaki farkı bir misalle anlatacak olursak; ilim ateşi görmektir; marifet ise ateşle ısınmaktır.

Lugatta marifet, şek kabul etmeyen/içinde şüphe bulunmayan ilimdir. Örfte ise, önceden bilinmeyen bir şeyin bilinmesidir.

Sûfîlere göre marifet, Allahu Teâlâ'nın zâtı ve sıfatları hakkında içinde hiçbir şüphe bulunmayan ilimdir.

"Allahu Teâlâ'nın zâtının ve sıfatlarının tanınması nedir?" diye sorulursa, kısaca şu cevap verilir:


Allahu Teâlâ'nın zâtını tanımak, O'nun mevcut, tek, bir, zâtı bulunan, sonsuz derecede büyük olan, varlığı kendinden olup hiç kimseye muhtaç olmayan ve hiçbir şeyin kendisine benzemediği bir zât olduğunu bilmektir.

Allahu Teâlâ'nın sıfatlarını tanımak ise, O'nun hayat sahibi, her şeyi bilen, her şeye kudreti yeten, işiten, gören ve kendisine has diğer sıfatlara sahip olduğunu bilmektir.


"Marifetin sırrı nedir?" diye sorulursa, onun sırrı ve ruhu tevhiddir, yani yüce Mevlâ'yı birlemektir. Bu da, O'nun hayatını, ilmini, kudretini, iradesini, işitmesini, görmesini, konuşmasını varlıklardan birinin sıfatlarına benzetmekten uzak tutmaktır. Çünkü, O'nun misli, benzeri, dengi hiçbir varlık yoktur.

"Marifetin alâmeti nedir?" denirse, kalbin Allah Teala ile hayat bulmasıdır. Allahu Teâlâ, Hz. Davud'a (a.s), "Marifetimin (beni tanımanın) ne olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Dâvûd (a.s): "Hayır" dedi. Yüce Allah: "O, kalbin beni müşahede içinde hayat bulmasıdır" buyurdu.

Hangi makamda hakiki marifet sahih olarak elde edilir? diye sorulursa, cevabı şudur: Kalbin sırrı ile ilâhî tecellileri görüp müşahede etme makamında gerçek marifet elde edilir. Kalp tanımak için görür. Gerçek marifet, kalbin içinde oluşan irade ile gerçekleşir. Allahu Teâlâ, kalpten bazı perdeleri kaldırır; perde arkasından dostlarına yüce zâtının ve sıfatlarının nurunu gösterir; bu şekilde yüce zâtını tanımalarını temin eder. Yüce Allah, tecellilerini gören kimsenin yanmaması için bütün perdeleri kaldırmaz. Bir âşık hal lisanı ile şöyle demiştir:

Eğer perdesiz zuhur etseydin; ölürdü bütün halk;

Lâkin arada ince perde var da, âşıkların kalbi onunla tayat bulur.


Bil ki; yüce Allah bir kalbe azametiyle tecelli ederse, bu tecelli kalpte korku ve heybet oluşturur. Yüce Allah cemâli ve güzelliğiyle tecelli ederse, bu tecelli kalpte aşk meydana getirir. Sıfatlarıyla tecelli ederse, muhabbet meydana getirir. Zâtı ile tecelli ederse, bu tecelli gaipte tevhid ilmini oluşturur.

Ariflerden biri demiştir ki: "Vallahi, kul dünyadan bir şey elde eder de onunla yetinirse, Allah onun kalbini kör eder, dünya muhabbeti ile yapılan ameli boşa çıkarır. Allahu Teâlâ dünyayı karanlık yaratmış; güneşi onda bir ışık yapmıştır. Aynı şekilde kalpleri de karanlık yaratmıştır; marifeti kalp için bir ışık yapmıştır. Bulut gelince güneşin ışığı kaybolur; aynı şekilde kalbe dünya muhabbeti gelince, ondan marifetin nurunu giderir."


Denilir ki: Marifetin hakikati müminin kalbine atılan ilâhî bir nurdur; kalp hazinesinde marifetten daha kıymetli bir şey yoktur.

Ariflerden biri demiştir ki: "Arifin kalbindeki marifet güneşi, dünyayı aydınlatan güneşten daha parlaktır; gökteki güneş bazan tutulur ışığı perdelenir; kalplerdeki marifet güneşi ise hiç perdelenmez. Gökteki güneş, gece olunca kaybolur; ariflerin kalbindeki marifet güneşi ise hiç batmaz."


Bu konuda bazıları şu şiiri okur:

Gündüzün güneşi, gece kaybolur; Kalplerin güneşi ise hep aydınlık durur.

Kim severse dostu uçar kalbi O'na; İştiyakla yanar, ta kavuşma anına.

Zünnûn el-Mısrî (k.s) demiştir ki: "Marifetin hakikati; Cenâb-ı Hakk'ın gizli nurlarını ulaştırarak sırlara tecelli etmesidir."

Bu konuda şu mânadaki şiir söylenir:

Ariflerin öyle kalpleri vardır ki, onunla perdeler içinde sırrın sırrında tecelli eden yüce ilâhın nurunu tanırlar. Onu tanıdıktan sonra; halka karşı kulakları sağır olur; onları görmekten gözleri kör olur, yalan dava ve boş iddiaları konuşmaktan dilleri tutulur.


Ariflerden birine: "Kul gerçek marifete ulaştığını nasıl bilir?" diye sorulunca; şu cevabı vermiştir: "Kalbinde rabbinden başkasına ayıracak bir yer bulamadığı zaman."

Ariflerden biri şöyle der: "Marifetin hakikati, herhangi bir vasıta olmaksızın, nasıl olduğu bilinmeksizin ve hiçbir şeye benzetmeksizin Yüce Hakk'ı müşahede etmektir."


Müminlerin emîri Hz. Ali'ye (r.a), "Ey müminlerin emî-ri, sen gördüğün rabbe mi ibadet ediyorsun, görmediğin Rabbe mi?" diye sorduklarında Hz. Ali (r.a), "Ben gördüğüm rabbime ibadet ediyorum, fakat bu görme başın görmesi değil kalbin görmesidir" demiştir.

Ca'fer es-Sâdık'a (r.a), "Yüce Allah'ı gördün mü?" diye sorulunca hazret, "Ben görmediğim rabbe ibadet etmem!" cevabını vermiştir. Kendisine, "O'nu nasıl gördün; halbuki, gözler O'na ulaşamaz" diye sorduklarında ise şu cevabı vermiştir: "O'nu gözler baş gözü ile göremez, fakat imanın hakikatine ulaşarak kalpler O'nu görür. O, zahirdeki duyu organları ile bilinmez, insanlar ile kıyas edilmez."


Ariflerden birine marifetin hakikati sorulunca şöyle demiştir:

"Gerçek marifet, sırrı bütün istek ve arzulardan boşaltmak, âdet olan şeyleri terketmek, hiçbir alaka düşünmeksizin kalbin Allahu Teâlâ ile sükûn ve huzur bulması, O'ndan başka her şeyden gönlü çekip bütün düşünceyi yüce Mevlâ'yı da toplamaktır."


Aslında, O'nun zâtının ve sıfatlarının hakikatini bilmek mümkün değildir; yüce Allah'ı gerçek mânada ancak kendisi tanır. Bütün şan ve şeref O'na aittir.


Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

BEŞİNCİ BÖLÜM

TEVHİD VE MARİFETLE İLGİLİ KONULAR


BASİRET, MÜKAŞEFE, MÜŞAHEDE, MUAYENE

Bunlar, aynı mânaya gelen farklı lafızlardır. Onların asılları birdir, ancak tam olarak açıklamaya kalkarsak aralarında bazı farkların olduğunu görürüz.

Basîretin akıldaki yeri, göz için görmeyi sağlayan gözün nuru durumundadır. Basîret için marifet de, gözün nuru için güneşin ışığı gibidir. Basîreti aydınlatan marifet ışığı ile, gizli ve açık şeyler bilinir.

Kalbin hayatına gelince o, gerçek tevhide ulaşmaktır. Bu konuda Allahu Teâlâ buyurmuştur ki:
"Ölü iken (tevhidle kalbini) dirilttiğimiz kimse gibi midir?"(el-En'âm 6/122.)


YAKİN

Bil ki, doğru itikad ve ilim kalbi sarınca, orada kendilerine ters ve karşı bir şey yoksa, kalpte marifet meydana getirirler. Bu marifete yakîn denir. Çünkü yakinin hakikati, çalışarak elde edilen ilmin safi (temiz) halidir. Bu ilim öyle bir dereceye ulaşır ki, aksi düşünülmeyen zaruri ilim gibi olur. Bu ilmi elde eden kalp, dinin, dünya ve âhiretle ilgili haber verdiği her şeyin iç yüzünü müşahede eder, hakikatini anlar.


FİRÂSET

Firâset, yüce Allah'tan gelen bir alâmetle, işin için yüzünü bilmektir. Bu alâmet, yüce Allah ile kul arasında olur; kul onunla işin iç yüzüne vâkıf olur; sırları çözer. Firâset, ancak yüce Allah'a yakınlık elde ettikten sonra olur; o ilhamdan ayrı bir şeydir. İlham, bir alâmete muhtaç değildir, firâset ise muhtaçtır.

Firâset, umumi ve hususi olmak üzere iki kısımdır. Yüce Allah en iyisini bilir.


İLHAM

İlham, herhangi bir sebep ve çalışma olmadan kalpte bu marifetin oluşmasıdır. İlham, kalp manevî kirlerden temizlendikten sonra yüce Allah tarafından kalbe verilen bir ilimdir. Bu ilim, dünyanın ve âhiretin güzellikleriyle ilgilidir.


Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

ALTINCI BÖLÜM

NEFİS, RUH, KALB, AKIL


KALB

Önce kalbi ele alalım. Kalb kelimesi genel olarak iki mânada kullanılır.

Birincisi, kalb, göğsün sol tarafında bulunan çam kozalağı şeklindeki et parçasının adıdır. İç kısmında boşluk vardır; bu boşluğun içinde siyah kan bulunmaktadır. Bu kalb, hayvanî ruhun menba’ı ve madenidir.

İkincisi, kalb, latif/gözle görülmeyen, rûhânî/gayb âleminin özelliklerini taşıyan, rabbânî/yüce Allah'ın özel olarak yarattığı bir latifedir/manevî cevherdir. Bu manevî kalbin, et parçası olan kalb ile bir alakası, ilgisi ve bağlantısı vardır. Bu, arazların cisimlerle, sıfatların onları taşıyan varlıklarla ilgisine benzer.

Bu manevî latife, insanın hakikatidir; insan bir şeyi onunla idrak eder, bilir; onun sebebiyle ilâhî emirlerle muhatap olur, kendisinden bazı görevler istenir, sevaba ulaşır, azabı hak eder.


RUH

Bizi ilgilendiren yönüyle ruh da iki mânaya gelir.

Birincisi, ruh, buhar gibi latif (gizli, sırlı, bir cisimdir. Onu taşıyan siyah kandır. Bulunduğu merkezî yer, cismani kalbin iç boşluğudur. Atardamarlar vasıtasıyla vücudun diğer bölümlerine yayılır. Beden içinde akar. Vücuttaki hayat nurlarının kaynadığı yerdir. Bedendeki hissetme, görme, işitme, koklama ondan kaynaklanır.

Ruhun nurunun bedene yayılması, odanın içindeki ışığın odaya yayılmasına benzer. Bedendeki hayat, duvarda oluşan nura (ışığa) benzer. Ruh, yanan ışığı temsil eder. Ruhun bedendeki seyri ve azalara sirayeti, ışığın evin odalarında dolaştırılmasına benzer.

Doktorlar, ruh dedikleri zaman, bu anlattığımız mânadaki ruhu kastederler. O, latif bir buhardır; onu kalbin harareti olgunlaştırır.

Ruh deyince kastedilen ikinci mâna şudur: Ruh, insanda bulunan latif (gizli ve sırlı), bilen ve idrak eden bir varlıktır. Ruh, kalbin iki yardımcısından biridir. O, Allahu Teâlâ'nın, şu âyette kasdettiği şeydir:
"Sana ruhtan soruyorlar; onlara de ki: Ruh rabbimin emrindendir. (O'na ait sırlı işlerdendir)."(el-isrâ 17/85.)
Ruh, Yüce Rabbimize ait, insanı hayrette bırakacak bir varlık olup ekseri akıl ve anlayışlar onun gerçek yönünü anlamaktan âcizdir.


NEFS

Nefsin de iki mânası vardır. Birincisi, nefis deyince, insanda bulunan gazap ve şehvet kuvvetinin kaynağı kastedilir. Sûfîler, nefis deyince genelde bu mânada kullanırlar. Onlar, nefisle, insandaki kötü sıfatların kaynağı olan varlığı kastederler ve, "Nefsin mücahede ile terbiye edilip şehvetinin (kötü arzularının) kesilmesi lâzımdır" derler.

Hz. Peygamber'in (s.a.v),
"Senin en büyük düşmanın, iki kaburga kemiğinin arasında (cinde) bulunan nefsindir" (Beyhakî, Kitabü'z-Zühd nr. 343; Zehebî, Mîzânü'l-I'tidâl, III, 625; Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, nr. 412.)hadisiyle işaret ettiği nefis budur.

İkincisi, önceden zikrettiğimiz gibi nefis, latif (gizli), sırlı bir varlıktır. Nefis, insanın hakikati, kendisi ve zâtıdır; fakat, farklı hallerine göre değişik sıfatlarla tanınır.

Nefis, ilâhî emirlere karşı hiç itiraz etmeden sükûnetle uyduğu ve kötü arzularına karşı durup onlara uymayarak ızdırabı gittiğinde "mutmain nefis" (huzura ulaşmış) ismini alır. Allahu Teâlâ, bu sıfattaki nefis hakkında şöyle buyurmuştur:


"Ey mutmain olmuş (zikir ve itaat ile huzura kavuşmuş) nefis, sen rabbinden razı, rabbin senden razı olarak dön Rabbine..."(Fecr 89/27-28.)

Nefsin ilk hali ve sıfatıyla dost olarak yüce Allah'a dönmesi düşünülemez. Çünkü gazap ve şehvetine mağlup olmuş nefis Allah Teala'dan uzaklaşmıştır, o bu haliyle şeytanın ordusu olup onun emrindedir.

Nefis tam bir huzur ve sükûn halini bulamadığı halde kötü arzularına karşı durup onları reddettiğinde "levvâme nefis" ismini alır. Bu, kötü işleri yaptığında kendisini sınayan ve ondan kurtulmak isteyen nefis demektir.

Nefis, günahlara itirazı terkedip bütün kötü arzularına ve şeytanın her davetine kulak verdiği, onların peşinden gittiği zaman "nefs-i emmâre" (devamlı kötü işleri emreden ve isteyen nefis) ismini alır.


AKIL

Bizim ele aldığımız konu itibariyle aklın da iki mânası vardır.

Birincisi, akıl deyince, işlerin hakikatini, iç yüzünü bilmek kastedilir. Bu durumda akıl, mahalli kalbin içi olan ilim sıfatından ibarettir.

İkincisi, bazan akıl denince, ilimleri anlayan idrak kuvveti kastedilir; bunu yapan kalb olur. Bununla, insanın hakikati olan manevî latifeyi kastediyorum. Kur'an ve sünnette kalb zikredilmiş; bununla, insanın hakikatinin anlaşıldığı ve kendisiyle eşyanın hakikatinin bilindiği cevher kastedilmiştir.

Bazen akıl deyince, kinaye yoluyla insanın göğsünde bulunan kalbe işaret edilir. Çünkü bu akıl ile insanın hakikati olan ve idrak özelliğine sahip bulunan kalb arasında özel bir irtibat vardır. Çünkü aklın vücudun diğer yerlerle alâka ve irtibatı, kalb vasıtasıyla olmaktadır. Şu halde kalb, aklın bulunduğu mahal, taşındığı yer ve yaptığı işlerde ilk hareket noktasıdır.

Maddî kalble göğsün insan için yeri, Arş'ın ve Kür-sî'nin bir yönüyle yüce Allah'a nisbeti gibidir.


Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

ALTINCI BÖLÜM

KALBİN ASKERLERİ

Bil ki, Allahu Teâlâ'nın kalpte, ruhlarda ve diğer âlemlerde görevlendirdiği sınıf sınıf orduları vardır. Onların hakikatini ve sayılarını ancak yüce Allah bilir. Biz burada, konumuzla ilgili olan kalbin askerlerinden bazılarına işaret edeceğiz.

Bil ki, kalbin iki cins askeri (yardımcı kuvvetleri) vardır. Biri gözle gözükür, diğeri ise ancak basîretle (manevî gözle) görülür. Kalp bir sultan hükmündedir; askerleri ise hizmetçileri ve yardımcıları durumundadır.

Kalbin gözle görülen askerleri; el, ayak, kulak, göz ve dildir.

Allah'ın arşı, kürsüsü dendiği gibi, insanın kalbi ve göğsü denir. Kalp ve göğüs insan bedeninin en önemli merkezleri olduğu gibi, Arş ve Kürsü de yüce Allah'ın hükmünü icra ettiği, kudretini tecelli ettirdiği manevî makamlardır (mütercim).

Kalbin bütün askerleri üç sınıfta toplanır.

Birinci sınıf, faydalı ve uygun olan şeyleri elde etmek için harekete geçen duygudur. Meselâ, şehvet yani aşırı arzu ve sevgi gibi. Ya da zararlı ve uygun olmayan şeyleri defetmek için harekete geçen duygudur; gazap gibi. Kalpte harekete geçen bu duyguya "irade" denir.

İkinci sınıf, yukarıda zikrettiğimiz hedef ve maksatları ele geçirmek için harekete geçen kuvvettir; buna "kudret" denir. Bu askerler, diğer azaların içinde yayılmış durumda mevcutturlar.

Üçüncü sınıf, casus ve gözcü gibi faydalı ve zararlı şeyleri tanıyan "idrak" kuvvetidir. Bu idrak işitme, görme, koklama ve dokunma kuvvetlerini kullanarak olur. Bu kuvvet, bu askerler için bir alet durumundadır; o etten, kemikten, sinirden, yağdan ve kandan meydana gelen zahirî azalarda yayılmış halde bulunur. Bu sınıftaki askerlerin yaptığı işe "ilim" ve "idrak" denir. Bu sınıf, diğer bütün askerlerin yaptığı işleri bir araya getirip ne olduğunu idrak etmektedir.

Diğer kısım askerler ise, bâtında (içte) yerleşmiş askerlerdir. Bu askerler, dimağın iç boşluğunda bulunmaktadırlar. Onlar da beş tane olup hiss-i müşterek, hayal, tefekkür, tezekkür ve hıfzdır.


Hiss-i Müşterek


Hiss-i müşterekin (ortak hissin) vazifesi; zahirî organlar idrak ettikleri şeyleri, bu hisse ulaştırırlar, orada bu gelen şeylerin bir resmi (şekli, temsili) oluşur ve onun üzerinden bir değerlendirme yapılır. Bu, aynanın karşısında duran şeylerin aynada şekil almasına benzer. Bu kuvvetin hareket ve tasarruf yeri, dimağın iç boşluğunun ilk bölümüdür (ön kısmı).


Hayal

Hayal, hiss-i müşterekin hazinesidir; orada şekil alıp resmedilen şeyler, hacet olunca kullanılmak üzere burada saklanır. Hiss-i müşterek için kabul ve hıfz kuvveti yoktur. Hayal için, hıfz (muhafaza) kuvveti vardır, fakat kabul (hüküm) ve karar kuvveti yoktur. Hayal kuvvetinin tasarruf yeri, dimağın iç boşluğunun geri (son) kısmıdır.


Vehim

Vehim (düşünce, tahmin) kuvvetinin tasarruf yeri, dimağın gerisinin ön kısmıdır; çünkü vehmin tasarrufu, hayalde saklanan suret ve şekillerin değişik parçalarında olmaktadır. Vehim, hayalden aldıklarını değiştirerek kullandığı için, derece olarak ondan sonra gelmektedir.


Hafıza (Ezberleme) Kuvveti

Hafızanın tasarruf yeri, dimağın geri kısmının iç kısma bakan geri bölgesidir. Hıfz (ezber), vehim kuvvetinin tasarrufundan sonra oluşur; çünkü vehim (düşünce) onun hazinesidir.


Mutasarrıfe (Sevk ve İdare) Kuvveti
Bu kuvvetin tasarruf alanı, dimağın ortasıdır; zira o, en şerefli kuvvettir. Bu kuvvet, bilgi ve resimleri değişik şekillerde hayalden alır ve onu farklı derecelerde uyku ve uyanıklık hali içinde hafızaya verir; bunlardan unuttuğu şeyleri lâzım olunca ondan geri ister. Bu kuvvetin, yukarıdaki iki kuvvetin tam ortasında bulunması haline en uygun olanıdır; çünkü bu durumda o, her iki kuvvetle rahat çalışır; onlardan bir şey alması ve onlara bir şey vermesi kolay olur.

Yüce Allah en iyisini bilir.
Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

ALTINCI BÖLÜM

KALBİN YARDIMCI ASKERLERE İHTİYACI

Kalp, yukarıda bahsettiğimiz askerlere muhtaçtır; çünkü onun Allahu Teâlâ'ya yolculuğu ve yaratılış sebebi olan yüce Allah ile buluşma menzillerini katetmesi için bineğe ve azığa ihtiyacı vardır.

Kalbin bineği beden, azığı ise ilim ve ameldir. Kulun kalbi, bedende yerleşip en uzak menzili (ebedî âhireti) için lâzım olan azığı hazırlamak amacıyla dünyadan geçmeden yüce Allah'a ulaşması mümkün değildir. Bunun için kalp, beden için gerekli gıdaları ve diğer şeyleri ele geçirmek ve ona zarar verip helakine sebep olacak şeyleri defetmek için onun yükünü ve sorumluluğunu üstlenmiştir.

Kalp, bedenin gıda ihtiyacını gidermek için iki askere ihtiyacı vardır; bunların biri bâtınî (içte bulunan) asker olup şehvettir. Diğeri ise, zahirde olup gıdayı elde edecek azalardır. Bunun için kalpte, kendisine ihtiyaç duyduğu şehvetler (arzu ve isteklerle), onları elde etmede alet vazifesi görecek azalar yaratıldı.

Kalbin, bedene gelecek tehlikeleri savmak için de iki sınıf askere ihtiyacı vardır. Bunların biri bâtında (içte) bulunan gazaptır. Kalp, onunla tehlikeleri defeder ve düşmanlarından intikam alır. Diğer askerler zahirde olup bunlar el, ayak ve gazabın gereğini yerine getirecek silahlardır.

Sonra, gıdaya muhtaç olan bir kimse, gıdayı tanımayınca, gıdayı tanıma arzusu ve onu ele geçirecek aletlere sahip olması kendisine bir fayda vermez. Bundan dolayı kalbin gıdaları tanıması için iki sınıf askere ihtiyacı oldu. Bunların biri bâtında (içte) olup işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma idrakidir (kabiliyet ve kuvvetidir). Diğeri ise zahirde olup göz, kulak, burun ve diğer azalardır.

İnsanın bu şeylere ihtiyacını genişçe açıklamak, onlardaki saklı hikmetleri ortaya koymak çok uzun bir iştir; onları ciltler dolusu kitaplar dahi sayıp bitiremez.

Kullarına çok ikramda bulunan ve çok hilim (şefkat ve merhamet) sahibi olan Allah ne kadar yücedir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

ALTINCI BÖLÜM

VARLIKLARIN KISIMLARI

Varlıkları şu şekilde üçe ayırabiliriz: Cisim, araz, cevher-i ferd (kendi başına durabilen varlık).

Hayvanî (canlılık sebebi olan) ruh, latif (sırlı, saklı) bir cisimdir; o yanmakta olup ışık veren bir lambaya benzer. Yanmakta olan lamba hayattır, kan onun yağıdır, his ve hareketler onun ışığıdır, şehvet harareti, gazap dumanı, ciğerde duran ve gıdayı isteyen kuvvet onun hizmetçisi, bekçisi ve vekilidir (onun adına iş yapar).

Bu bahsettiğimiz ruh, bütün canlılarda bulunur; çünkü bu ruh hayvanlarda, diğer canlı varlıklarda ve insanda ortaktır.

Bu ruh, cisimdir; eserleri, ortaya koydukları ise arazlardır yani birtakım sıfatlardır. Bu ruh, ilme ulaştırmaz, yaratılanların nasıl yaratıldığını ve yaratıcının hakkını bilmez. O, sadece bedende esir bir hizmetçidir. Vücutta lambanın yağı durumunda olan kan çoğalsa, bedeni öldürür; vücutta hararetin (sıcaklığın) artması sebebiyle bu ruh söner; aksi durumda da fazla soğuktan dolayı söner. Onun sönmesi, bedenin ölmesine sebep olur.


Allahu Teâlâ'nın ve dini tebliğ eden Hz. Peygamber'in (s.a.v) daveti, bu ruha değildir; çünkü hayvanlar dinin hükümleriyle muhatap ve mükellef değillerdir. Ancak insan dinle, ilâhî davetle muhatap ve sorumludur. İnsan, hayvanî ruhtan başka özel ve ayrı bir ruh taşıdığı için dinle muhatap ve ilâhî hükümlerden sorumludur. Bu ruh, nefs-i natıka (düşünen ve konuşan) ve latif (sırlı, gizli) ruhtur. Bu ruh, cisim ve araz değildir; çünkü o, yüce Allah'ın emrinden (özel emir ve tecellisinden) meydana gelmiş bir varlıktır. Yüce Allah, bu ruh hakkında şöyle buyurmuştur:

"Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir" (özel emir ve tecellisinden).(el-lsrâ 17/85.)

Allahu Teâlâ'nın emri, cisim ve araz değildir; bilakis o, bozulmayan, dağılıp kaybolmayan, fâni olmayan ve ölmeyen, sürekli, sabit bir cevherdir. Bu ruh, ölüm anında bedenden ayrılır ve kıyamet günü Allah'a dönmeyi bekler. Bu konuda âyet ve hadisler mevcuttur.

Bedenin salahı ve fesadı, sıhhati ve bozulması bu ruhtan kaynaklanır; hayvan? ruh ve bütün kuvvetler bu ruhun askerleridir. Hayvanî/bedene canlılık veren ruh, bedenden ayrılınca, canlılık sebebi olan kuvvetler iptal olur ve bedendeki hareket mekanizması durur. Bu durmaya ölüm denir.


Her ne kadar insanî ruh, Allah'ın emriyle, bir garip gibi bedende bulunsa da, şunu bil ki; ruh belirli bir mahalde sıkışıp kalmaz, bir mekânda durmaz. Beden ruhun ve kalbin mekânı değildir; aksine beden ruhun bir aletidir (ruh onun vasıtası ile bazı işleri icra eder).

En iyisini yüce Allah bilir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

ALTINCI BÖLÜM

İNSANIN ŞEKİLLENMESİ

Burada şu âyet-i kerîmenin mânası üzerinde duracağız. Allahu Teâlâ, bir âyette buyurmuştur ki:

"Ona şekil verdiğim ve ruhumdan üflediğim, zaman onun için secdeye kapanın."(el-Hicr 15/29.)

Âyette geçen tesviye (şekil verme) nedir?

Buradaki tesviye, bir şeyi ve mahalli ruhu kabul edecek hale getirmekten ibarettir. Bu mahal, Hz. Âdem (a.s) için çamurdur; onun evlatları içinse, nutfedir. Yapılan işlem ise; insanın ilk maddesinin seçilip süzülmesi, ona denge verilmesi, sonuna kadar çeşitli yaratılış evrelerinden geçirilip ruhu kabul edecek saflık ve dengeye kavuşturulmasıdır. Böylece beden, ruhu kabul etmeye ve içinde tutmaya müsait hale gelir. Bu, lambanın fitilinin yağı içine çektikten sonra yanıp ateş vermeye ve yanan ateşi tutmaya hazır olmasına benzer.


Nefh (ruhu üfleme) işine gelince, bu, kendisini kabul edebilecek kıvama gelen mahal içinde ruhun nurunun yanmasından ibarettir.

Üfleme, yanmanın sebebidir. Allahu Teâlâ hakkında, bildiğimiz cinsten bir üfleme şekli muhaldir (imkânsızdır); onu bir sebep olarak yaratması ise imkansız değildir. Bu durumda âyette, üflemenin neticesi olan şey, üfleme olarak zikredilmiş olmaktadır. Bu netice de nutfede ruhun yanıp hayat ışığı vermeye başlamasıdır.


Nefhin yani üflemenin bir şekli, bir de neticesi vardır.

Üflemenin şekli, bir havanın (nefesin) üfleyenin içinden çıkıp, üflenen kimsenin içine girmesidir. Burada içine ruh üflenen insanın nutfesidir; bu üfleme sonucu onda hayat ışığı parlamaktadır. Ruhun nurunu tutuşturan sebep ise, biri faile, diğeri de ruhu kabul eden mahalle ait bir sıfattır.

Faile (ruhu üfleyen yüce Allah'a) ait sıfat, bütün varlıkların hayat kaynağı olan ilâhî ihsandır. Bu ihsan bütün varlıkların üzerine akmaktadır. Bu sıfata "kudret" denir.

Bunun bir misali güneşin ışığını, aralarındaki perde (engel) kalktıktan sonra, aydınlanmayı kabul edecek bütün varlıklara yansıtmasıdır. Burada ışığı kabul edecek olan, herhangi bir rengi olmayan hava değil, çeşitli renklere sahip olan varlıklardır.

Ruhu kabul edecek mahalle/bedene ait sıfat ise, "Ona şekil verdiğimde" âyetinde bahsedildiği gibi, düzgün bir şekil almak ve dengede (kıvamda) olmaktır.

Ruhu kabul edecek bedenin durumu aynaya benzer. Ayna bir şeyin karşısına konsa bile, parlatılıp cilalanmadan içinde herhangi bir suret göstermez. Ayna parlatıldığında, karşısındaki duran varlığın şekli aynada gözükür.


Aynı şekilde, rahimdeki nutfede denge ve kıvam meydana gelince, yaratanın emriyle ruh nutfede mevcut olur. Allahu Teâlâ'nın, "Ruhumdan üfürdüğümde" buyurması, bu ruhun O'ndan geldiğini ifade ediyor; fakat ruhu üfürdügünde yüce yaratıcıda herhangi bir değişme söz konusu değildir. Bir de şu var; ruh, içine konacağı bedenden önce yaratılmıştır.

İlâhî ihsanın akıp yayılmasından maksat şudur: Allahu Teâlâ'nın ihsanı (rahmeti ve kudreti), yaratılan bütün varlıkların hayat nurlarının yaratılma sebebidir. Bu ilâhî rahmet için akma, yayılma ifadeleri kullanıldı; bu yanlış anlaşılmasın. Buradaki akma, suyun kovadan ele akması ve dökülmesi gibi değildir. Çünkü onda, kovadaki bir miktar suyun oradan ayrılıp ele ulaşması söz konusudur; yüce Allah bu tür bir durumdan uzak ve yücedir.

O'ndan herhangi bir şey ayrılmış, kopmuş, akmış, başkasına geçmiş değildir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

ALTINCI BÖLÜM

RUHU TANIMAK MÜMKÜN MÜDÜR?

Ruhun ne olduğunu açıklamaya ve hakikatini tanımaya gelince, bu bir sırdır. Öyle bir sır ki Hz. Peygamber'e (s.a.v) bile, ehli olmayan kimselere onu açıklama izni verilmemiştir. Eğer sen ehli isen, dinle ve anla!

Bil ki ruh, suyun kovaya girmesi gibi bedene giren bir cisim değildir. Yine ruh, siyah rengin siyahlığın içine, ilmin âlime girmesi gibi; kalbe veya dimağa girmiş bir araz da değildir.


Ruh, basîret sahiplerinin ittifakı ile, parçalanma kabul etmeyen bir cevherdir. Çünkü, eğer ruh bölünmeyi kabul etseydi; bir parçası ile bir şeyi bilmesi, diğer bir parçası ile de bizzat o şeyi bilmemesi caiz olurdu. Bu durumda, tek bir halde, hem âlim hem câhil olurdu ki bu, imkânsızdır. Bu durum ruhun parçalanma kabul etmeyen tek bir şey olduğunu göstermektedir.

Eğer, "Hz. Peygamber (s.a.v) ruhun sırrını açıklamaktan ve hakikatini ortaya koymaktan niçin men edildi?" denirse, şöyle cevap verilir:

Ruh, anlayışların kavrayıp taşıyamayacağı sıfatlara sahiptir. Çünkü insanlar, avam ve havas (seçkinler) olmak üzere iki kısımdır.

Cehalet ve manevî körlük içinde olan kimseler, ruhtaki bazı sıfatların Allahu Teâlâ'nm da sıfatı olduğunu tasdik ve kabul etmez. Bu kimse, o sıfatların insanî ruhun sıfatları olduğunu nasıl tasdik etsin?


Aynı şekilde cehalet körlüğü içinde olan Kerrâmiyye grubu, bazı Hanbelîler ve diğerleri yüce yaratıcının cisim olmaktan ve cisme ait özellikler taşımaktan uzak oluşunu inkâr ettiler. Onlar, mevcut bir varlığın ancak işaret edilecek bir cisme sahip olduğunu düşünmektedirler.

Bu körlük ve taassuptan kurtulan bazı kimseler, Allahu Teâlâ'nın cisim olmadığını söylediler; ancak, O'ndan cisme ait özellikleri gideremeyip Allah'ın bir yöne sahip olduğunu söylediler.


Bu cehalet körlüğünden kurtulan Eş'ariyye ve Mâtü-rîdiyye Allahu Teâlâ'nın cisim olmadığını ve bir yön ile çevrelenmediğini söylediler.

Eğer, "Bu kimselere bunun sırrını açmak niçin caiz değildir?" denirse, şu cevap verilir: Onlar, bu sıfatın Allahu Teâlâ'dan başkasına ait olmasını imkânsız gördüler; onlara bunu söyleyecek olsan seni inkâr ederler ve şöyle derler: "Bu, Allahu Teâlâ'yı varlıklara benzetmektir; çünkü sen kendini sadece yüce Allah'a ait bir sıfatla sıfatlandırmaktasın!"

Bu söz, bir cehalettir; onu söyleyen kimse hangi sıfatların sadece Allahu Teâlâ'ya ait olduğunu bilmemektedir.


Biz: "İnsan, diridir, bilen, güç sahibi, irade eden, işiten, gören ve konuşandır; Allahu Teâlâ da bu sıfatlara sahiptir" dediğimiz zaman, bu sözde bir teşbih (yüce Allah’ı diğer varlıklara veya diğer varlıkları yüce Allah'a bir benzetme) yoktur. Çünkü bu sıfatlar, sadece yüce Allah'a ait sıfatlar değildir. Allahu Teâlâ'nın sadece kendisine ait olan sıfatı, O'nun kayyûm oluşudur, yani O, kendi zâtıyla mevcuttur; O'nun dışındaki bütün varlıklar Allah ile hayat bulmuştur; yüce Allah ise, bir başkasıyla değil, kendi zâtıyla mevcuttur.

Yaratılan bütün varlıkların kendilerine ait olan ancak yokluktur; onların vücut bulması, kendileri dışındaki bir varlıktan gelmektedir ve vücutları kendileri için mülk değil, birer emanettir. Allahu Teâlâ'nın varlığı ise, zâtın-dandır; başka birine ait bir varlık değildir. Diğer bütün varlıkların ise vücutları kendisinden değil, Allahu Teâlâ'dandır.

İşte, bu kayyûmiyyet yani varlığı kendinden olma sıfatı sadece Allahu Teâlâ'ya aittir; bu sıfat O'ndan başka hiç kimsede yoktur.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

ALTINCI BÖLÜM

RUHUN YÜCE ALLAH'A AİT OLMASI

Eğer, Allahu Teâlâ'nın, "Ona ruhumdan üfürdüğüm" âyetinde, ruhun Allah'a nisbet edilmesinin (O'na ait gösterilmesinin) mânası nedir?" diye sorulursa, cevap olarak derim ki:

Ruh, bir yöne ait olmaktan ve bir mekanda bulunmaktan uzaktır; onda bütün malumatları bilme ve onları anlama kuvveti mevcuttur. Bu özellik ve benzerlik ruhun dışındaki cisimlerin hiç birinde yoktur; bunun için ruh, özel olarak yüce Allah'a ait gösterilmiştir.

"De ki: 'Ruh, rabbimin emrindendir" âyetinin mânası nedir? Emir âlemi ile halk âleminin mânası nedir? diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir:


Üzerinde ölçme ve belirleme yapılabilen bütün varlıklar cisimdir ve cisimlere ait sıfatlara sahiptir. İşte bu tür varlıkların bulunduğu aleme "halk âlemi" denir. Buradaki halk (yaratma), icat ve ortaya koyma mânasında değil, takdir etme yani belirleme ve ölçüsünü tayin etme anlamındadır. Allah bir şeyi yarattı demek; onun vaktini, şeklini ve ölçülerini belirledi demektir.

Alıştığımız cinsten sayı ve ölçülerle ifade edilemeyen bütün şeylere "Rabbânî bir iş" yani Allah'a ait bir iş denir. İşte bu cinse giren varlıkların bulunduğu âleme "emir âlemi" denir. İnsanların ve meleklerin ruhları emir âlemindendir.

Emir âlemi his, hayal, yön, mekân, yerleşme, ölçü ve tayinden uzak varlıklardan oluşmaktadır. O âlemde, yaşadığımız âlemdeki gibi sayı ve ölçü olayı olmadığı için; ölçü, tartı ve tayin söz konusu değildir.


Burada şöyle bir soru sorulabilir: "Bu anlattığın şeyler, ruhun ezelî olup sonradan yaratılmadığı düşüncesini akla getiriyor; öyle midir?" Buna karşı verilecek cevap şudur:

Bazı cahil ve hak yoldan sapmış kimseler, böyle zannetmişlerdir.

Kim, "Ruh, mahlûk değildir" derken, onun ölçüye gelmeyeceğini, parçalara ayrılmayacağını ve bir yere girmeyeceğini kastediyorsa, bu görüş doğrudur. Ancak ruh, mahlûktur, yani sonradan yaratılmıştır, ezelî değildir. İnsan ruhunun ortaya çıkması, içine üflenecek insan nutfesinin onu kabul etmeye hazırlanmasına bağlıdır. Bu, bir varlığın suretinin aynada belirmesine benzer.

Varlığın suretinin aynada gözükmesi, aynanın cilâlı olmasına bağlıdır. Her ne kadar, suret sahibi varlık, aynanın cilalânmasından önce mevcut olsa da, cila olmayınca suretin gözükmesi mümkün değildir. Aynı şekilde insanın ruhu da nutfeden önce yaratılmıştır; fakat üfleneceği nutfe olmadan ortaya çıkması mümkün değildir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

ALTINCI BÖLÜM

İNSANIN RAHMANIN SURETİNDE YARATILMASI

Eğer Hz. Peygamberin (s.a.v) hadisinde geçen,"Şüphesiz Allah Âdem'i kendi suretinde diğer rivayette rahmânın suretinde yarattı"(Buhârî, "isti'zan," 1; Müslim, "Cennet," 28; Müs-ned, 11,244-251.) sözünün mânası nedir? diye sorulursa, cevabı şudur:

Suret kelimesi, farklı ve ortak mânaları olan bir isimdir.

Bazan suret, eşyaların tertip ve düzenine, farklı yapıdaki şeylerin üst üste getirilerek bir şekil arzetmesine denir. Bu, his duyuları ile bilinen bir surettir.

Bazan his duyularıyla bilinmeyen şeylerin tertip ve düzenine de suret denir. Aynı şekilde mâna ve fikirlerin bir düzen ve uyum içinde terkip ve tertip edilmesine de suret denir. Meselâ; bu meselenin sureti, bu olayın sureti, bu cismani ve aklî ilimlerin sureti tabirleri kullanılır. Hadiste zikredilen suret meselesi de zikrettiğimiz şeylere benzer akılla bilinecek manevî bir şeydir.


Ruhun yaratıldığı bu suret zâta, sıfatlara ve fiillere aittir.

Ruhun zâtının gerçek hali şudur: Ruh, kendi başına ayakta durur; araz, cisim ve parçalanan bir cevher değildir; bir mekana ve yöne girmez, bedene ve âleme bitişik değildir, ondan ayrı da değildir. Bedenin ve âlemin içinde değildir, dışında da değildir. Bütün bu sıfatlar, aynı zamanda kendisine has şekliyle Allahu Teâlâ'nın zâtına aittir.


Sıfatlara gelince; ruh, hayat sahibi, bilen, çok şeye gücü yeten, işiten, gören ve konuşan bir varlık olarak yaratılmıştır; Allahu Teâlâ da zâtına has olarak bu sıfatlara sahiptir.

Fiillere gelince; insanın yaptığı işlerin başlangıcı bir iradedir. Bu irade önce kalpte bir etki yapar; ondan latif (gizli) bir buhar olan hayvanî ruh vasıtasıyla içte bir etki yayılır ve bu etki dimağa yükselir. Dimağdan vücut azalarına meselâ, parmak uçlarına kadar bir etki akışı olur ve bu etki parmakları harekete geçirir, parmaklar kalemi, kalem mürekkebi harekete geçirir. Böylece, hayal hazinesinde oluşan kâğıda yazma isteği yazı şeklinde ortaya çıkar. Yazılacak şeyin şekli hayalde tasarlanmadan, kâğıt üzerine yazı yazmak mümkün değildir.


Kim, Allahu Teâlâ'nın işlerini, O'nun melekler vasıtasıyla gökleri ve yıldızları harekete geçirerek yeryüzünde bitkileri ve hayvanları ortaya çıkarma şeklindeki seyri iyice düşünürse, şunu bilir ki; insanın kendi alemindeki tasarrufu, yüce yaratıcının büyük âlemdeki tasarrufuna benzemektedir. İşte bu durum bilinince, Hz. Peygamberin (s.a.v), "Şüphesiz Allah Âdem'i kendi suretinde yarattı"hadisinin mânası anlaşılır.

Şöyle denebilir: "Ruhlar, cesetlerle birlikte sonradan yaratıldı ise; Hz. Peygamberin (s.a.v) şu hadislerinin anlamı nedir?

"Allahu Teâlâ ruhları, cesetleri yaratmadan iki bin sene önce yarattı."(Deylemî, Firdevsü'l-Ahbâr, nr. 2761; Aclunî, Keşfü'l-Hafâ, nr. 315 (Şerhte)

"Ben, peygamberlerin yaratılış olarak ilki, gönderiliş olarak sonuncusuyum. Âdem su ile çamur arasında (henüz yaratılmamış) iken ben peygamberdim."(Tirmizî, "Menâkıb", 1; Müsned, V, 379; Hâkim, el-Müstedrek, II, 609.)

Bil ki; bu hadislerde ruhun ezelî olduğunu gösteren herhangi bir şey yoktur. Hadiste geçen, "Ben yaratılış yönüyle peygamberlerin ilkiyim'' ifadesi, zahirî manasıyla Hz. Peygamberin (s.a.v) varlığının Hz. Âdem'in (a.s) cesedinden önce olduğunu göstermektedir. Zahirin dışındaki mâna ise bellidir. Bunun uygun bir şekilde yorumlanması mümkündür. Kesin deliller, zahirde anlaşılan mâna ile hükmünü kaybetmez; bilakis zahirî yorumun üstünde tutulur. Allahu Teâlâ hakkında zahiren teşbihe benzeyen şeylerin, zahirî mânanın dışında yorumlandıkları gibi burada da öyle yapılır.

Hz. Peygamber (s.a.v), ""Allahu Teâlâ ruhları, cesetleri yaratmadan iki bin sene önce yarattı" hadisinde, ruhlar ile meleklerin ruhlarını, cesetlerle de, arş, kürsî, gökler, yıldızlar, hava, su ve yer gibi varlıkların cesetlerini kastetmiştir.

Peygamber Efendimizin (s.a.v), "Ben yaratılış yönüyle peygamberlerin ilkiyim" sözüne gelince; buradaki yaratılmaktan maksat, ortaya çıkarma mânasında değil, takdir etme, belirleme mânasındadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), annesinden doğmadan önce, zahirî vücut olarak mevcut ve yaratılmış değildi. Fakat kendisine verilen kemâlât ve yüksek dereceler ilâhî takdirde her- . keşten önce idi; vücuda gelmesi ise, daha sonra olmuştur. Allahu Teâlâ, ilâhî işleri, önce ilmine uygun olarak levh-i mahfuzda belirler, yani resmedip kaydeder.

Şu halde iki çeşit vücut bulma, var olma şekli vardır. Biri, takdir edilerek, diğeri de maddî olarak hissedilecek ve görülecek şekilde yaratılarak. Bunu anlayınca, Hz. Peygamber'in (s.a.v), Hz. Adem'den (a.s), maddî olarak değil, ilâhî takdirde belirlenme yönüyle önce olduğu anlaşılır.

Ruh hakkındaki açıklamaları burada bitiriyoruz. Allahu Teâlâ, en iyisini bilir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

YEDİNCİ BÖLÜM

İLÂHÎ MUHABBETİN MÂNASI

Bil ki, ilâhî muhabbet, tevhidin ve marifetin kazandırdığı bir şeydir. Bütün makam ve haller ondan öncedir; hepsi sonuçta muhabbete çıkar ve ondan istifade edilerek olgunlaşır.

Muhabbetle elde edilecek özel marifete gelince; her mümin Allahu Teâlâ'nın zâtı ve sıfatları konusunda, zât-ı bari için noksanlık ve kusur olacak her şeyi O'ndan uzak tutmalı; kemâl ve yücelik olacak her şeyi O'nda mevcut görmelidir. Bu kadar marifet ve muhabbet, Kur'an, sünnet ve ümmetin icmasıyla herkese vaciptir.

Ancak İslâm âlimleri arasında yüce Allah'a muhabbetin hakikati ve ne mânaya geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Aslında muhabbetin asıl mânası, kalbin kendisine hoş ve uygun gelen şeye meyletmesidir.

Bil ki, Allahu Teâlâ'yı tanımanın (marifetin) bizzat kendisi yüce Allah'ı bir zikirdir; çünkü marifet, yüce Allah ile huzur halinde olmak ve O'na ait şeyleri müşahede etmektir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

YEDİNCİ BÖLÜM

MARİFET VE MUHABBET SAHİPLERİNE VERİLEN HALLER

Marifetin evvelinde, kalpte onun varlığına alâmet olan lavâih, tevali, levâmi' ve berk denen manevî pırıltılar, işaretler ve haller gözükür. Bunlar birbirine yakın mânalardaki kelimelerdir (Hepsi kalpte oluşan, manevî parıltı, ışık, hal ve zevk mânalarına gelir).

Kalbe gelen manevî hallerden ikisi de berk yani kalpte manevî pırıltıların çakması ve vecdin (manevî zevkin) tadılması halleridir. Berk ile vecd arasında şöyle bir fark vardır:

Berk. Tevhid yoluna girmek için kula bir izindir; bunu vecd takip eder; vecd devam ederse zevk olur.

Zevk: Kalpte oluşan manevî parıltının nurundan müşahede edilen şeylerden tat almak ve o tadı içine çekip içmektir.

Lahz: Bu tabir ile, Allahu Teâlâ'yı kalp ile görme hali anlatılır. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Allah'a, O'nu görüyormuş gibi ibadet et "(Beyhakî, Şuabü'l-îmân, nr. 10544; Ebû Nuaym, Hilye, X, 265; Ta-barani, el-Mu'cemü'l-kebir, XX, 374; Heysemî, ez-zevâid, II, 40.)

Vakt: Bununla, kulun içinde bulunduğu vakitteki manevî halleri anlatılır. Kulun vakti, içinde bulunduğu durumdur.

Safa: Kalbin, onu bulandıracak şeylerden temiz olmasıdır.

Nefes: Kulun, üzerine gelen manevî halleri taşımada âciz kaldığı için rahatlatılmasıdır. Bu, ya kulun nefesini yükselterek olur ya da rahatlık istemesiyle veya içinde bulunduğu hale bir işaretle olur. Çünkü kul, yaşadığı sürece, nefesinin girip çıkarak rahatlatılması gereklidir. Nefesler kuvvetlendiği zaman, bu onu gark haline götürür.

Gark: Kulun, içine daldığı manevî hali bozmamak için nefesini tutması sonucu nefes almaya gücünün olmayışıdır. Bu durumda o, nefes almaz, aynı zamanda içinde bulunduğu halden de uzak kalmaz. Bu hali kuvvetlendiği zaman kul, gaybet haline girer.

Gaybet: Kulun en mühim işle (Cenâb-ı Hakk'ın müşahedesiyle) meşgul olarak diğer bütün önemli işlerden uzak kalmasıdır.

Sekr (manevî sarhoşluk): Kulun, manevî sevinç halinde kendinden geçip hiçbir şeye sahip olamamasıdır. Bu durumda kendisine ilâhî yardım yetişince onu sahv (manevî uyanıklık) haline geçirir; bu onun ilmini (marifetini) artırmak için yapılır; çünkü manen sarhoş kimse bu haliyle hakta terakki edemez (ilerleyemez). Kulun bu halden uyanması ancak Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla olur.

Yüce Hakk'ın tecellilerinde sarhoş olan kimse, O'nun sıfatlarına nazar eder; onlardan gelen feyiz ve nur ile zevklenip lezzet bulur.

Allahu Teâlâ ile sahv yani uyanıklık halini elde eden kul, nefsinden, nefsin lezzet ve hallerinden uzaklaşıp kurtulur. Kul, yüce Allah'ın ilahlık sıfatı olan kayvûmiyet yani bütün varlıklara hayat veren sıfatı gibi yüce zâtına ait tecellileri müşahede edince, bu onu yüce Mâbud'unun dışındaki bütün şeylerden fâni yapar (kalbini çekip alır), sonra onu fenasından da fâni eder, yani kalbini fena halini düşünmekten de uzaklaştırır.

Fena: Hissedilen maddî şeylerde fena hali, cisimlerin ve maddelerin dağılıp tamamen yok olmasıdır. Allahu Teâlâ'nın dışındaki bütün varlıklar, kendi başına değil, yüce Allah ile mevcuttur ve O'nunla varlığını devam ettirmektedir. Böyle bir varlığın vücudu, aslî değil, mecazidir. Varlığı kendinden olan ve kendisinden başka her şeyin varlığını devam ettiren yüce Allah'ın varlığı ise hakikidir, sabittir.

Kendisine mârifetullah ikram edilen bir kulun kalbinden yüce Allah'ın dışındaki bütün varlıklar silinip yok olduğu için, ona da mecazi olarak "fena" ifadesi kullanılır. Çünkü bu haldeki kul, bütün varlığı Allah'ın kudretiyle birlikte müşahede eder; onlarda aslen bir kuvvet görmez. Onun gözünde varlıklar, yaptığı işte fazla bir etki ve yetkisi olmayan, başkasının sevk ve idaresi altında yaşayan bir çocuk gibi gözükür. Kul bu hal içinde manen desteklenir ve ilerlerse, "beka" haline ulaşır.

Kul sürekli yüce rabbi ile meşgul olduğundan, kalbinden O'dan başka hiç kimseye bir iltifat ve yöneliş kalmayınca, bu hale "Allahu Teâlâ ile beka hali" denir.

Vücûd ve beka, aynı mânadaki iki değişik kelimedir.

Bir şeyin hakikatini elde etmeye vücut, yani varlığın aslına ulaşma denir. Ele geçirilmek istenen şeylerin en yücesi "beka" halidir. Cem' yani bütün kalbi ve düşünceyi Hak'ta toplama makamı da böyle yüce ve kıymetlidir.

Büyük zâtlardan biri demiştir ki: "Cem, Haktan gayri her şeyi gözden düşürmek yani kalpten silmek ve başka bir varlığa işareti kesmektir."


Bunun mânası şudur: Bu kul tamamen Allahu Teâlâ'da fâni olduğundan Allahu Teâlâ zikredilince o da zikredilir; o görülünce ve anılınca da yüce Allah zikredilir.

Bütün hamdler, sadece Allah'a aittir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

SEKİZİNCİ BÖLÜM

ALLAH TEÂLÂ İLE ÜNS (ÖZEL MUHABBET)

Bil ki, ilâhî muhabbetin kazandırdığı şeylerden biri de ünstür (Allah ile özel yakınlık ve sevgi).
Ünsün aslı, Allahu Teâlâ'nın yakınlığı, cemâli ve kemâlinden kendisine açılan şeylerden dolayı kalbin sevinç ve ferahlık içinde olmasıdır.

Ariflerden biri demiştir ki: "Allah'a yakınlığın aslı; kalpten eşya ile ilgili bütün sevgi ve ilginin yok olması ve iç âlemin Allahu Teâlâ'ya huşu içinde yönelmesidir."

Ben derim ki, bu durum, ilâhî yakınlığa ulaşmak için bir vesiledir; yakınlığın bizzat kendisi değildir; çünkü kurb (ilâhî yakınlık), kalbin Allahu Teâlâ'dan başka her şeyden temizlenmesidir. Kalp, Allahu Teâlâ'dan başka her şeyden temizlenince, yüce Mevlâ kul ile beraber olur; zira kul ile Rabbi arasında kulun nefsinden ve ona ait sıfatlardan başka hiçbir perde yoktur.

Kul nefsinden ve ona ait kötü sıfatlardan kurtulunca ve bütün âlemin Allahu Teâlâ'nın kudreti ile ayakta durduğunu bilince, bu sayede keşif yoluyla Allahu Teâlâ'nın yakınlığını yakînen bilir; tek ve asıl iradenin ilâhî irade olduğunu anlar, her şeyin O'nun kudreti ile meydana çıktığını ve hayatını devam ettirdiğini görür. Bu kul ayrıca Allahu Teâlâ'nın zâtına ait sıfatların O'ndan hiç ayrılmadığını ve zâtı ile bulunduğunu bilir.

Böyle bir irfanı ve yakınlığı elde eden arif, konuştuğunda kendi nefsi ile konuşmaz; yüce Allah'tan gelen bir ilim ve ilhamla konuşur. Bir şeyi işittiği zaman kendi nefsi ile işitmez. Arif kulların bu hali bir kudsî hadiste zikredilmiştir.( Meşhur kudsî hadis için bk. Buhârî, "Rikâk", 38; ibn Mâce, "Fiten", 16; Begavî, Şerhu's-Sünne, I, 142; Beyhaki, Kitabü'z-Zühd, nr. 696-700.) Ariflerin bütün halleri, Allahu Teâlâ'ya yakınlıktan ortaya çıkan yüksek hallerdir.

Ebrar diye anılan diğer salih kullara gelince, onların hallerinin kaynağı, yüce rabbin mutlak varlığı ve O'nun dilediğini vermemeye veya vermeye, dilediğini cennetlik, dilediğini cehennemlik yapmaya güç sahibi olmasıyla ilgili ilimlerini düşünmektir.

Arifler, yüce rablerini dünyada yakîn ve basîret gözüyle görürler (tecellilerini müşahede ederler); âhirette ise baş gözüyle görürler. Allahu Teâlâ her iki dünyada da onlara yakındır; O'nun kendilerine dünyadaki yakınlığı, âhiretteki yakınlığından farklı değildir; ancak âhiretteki yakınlığında daha fazla lütuf ve ihsanları mevcuttur. Yoksa, burada da orada da aradaki yakınlık mesafesi kaldırılmıştır.

Hiç şüphesiz dünyada da âhirette de Allah ile bir mahlûk arasında maddî bir yaklaşma ve bitişme söz konusu değildir.

Bu marifet, kalbin manevî kirlerden arınıp safiyetini elde etme şartıyla ünsü (Allah ile özel yakınlık ve muhabbeti) temin eder. Üns de sekîneti (kalp huzurunu) kazandırır.


Sekînet, kalbin taşkınlığını dengeleyen, onu güzel halinde sabit kılan ve ilâhî huzurdaki edebinde denge üzerinde tutan bir kuvvettir. Çünkü üns halinde yüce Allah'a yakınlığın lezzeti, bazan ariflerin aklını başından alır ve onlara biraz taşkınlık yolunu açar; zira âyette belirtildiği gibi(Bk. el-Alak 96/6-7.) insan, kendisini zengin görünce haddi aşar.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

SEKİZİNCİ BÖLÜM

KALBİN HUZUR HÂLİ

Huzur hali, kalbin dengesini elde ettikten sonra, tanıyıp gördüğü fazlaca ilâhî ihsanlardan dolayı bulduğu sevinç ve ferah halidir. Bu hal, ünsle birlikte bulunur; çünkü o bizzat hedefe alınacak bir şeydir. Sekînet ise bu hali elde etmeye bir vesile olup kulu edebe ve dengeye teşvik eder.


NAZ HÂLİ

Muhabbetin sonuçlarından biri de; rahatlık ve naz halidir. Bunun sebebi şudur: Kulda üns (Allah ile özel yakınlık ve muhabbet) hali devam edip sağlam hale geldiğinde, nazarını kalbindeki güzel haline bağladığı için kalpte bir sarsılma endişesi kalmayınca, bu hal kulun sözlerinde, fiillerinde ve münacatında bir serbestlik meydana getirir. Bu durum, korkuyu gerektiren tazim ve yüceltme hallerine uygun değildir. İlâhî huzurda korku halinde olan kimseye uygun olmayan şeyler, özel muhabbet ve rahatlık içinde olan kimseye uygun olabilir.

Bunun sebebi şudur: Allahu Teâlâ'nın fiillerinde şöyle bir durumun olması caizdir. Yüce Allah, bazı kimselerin yaptıkları bir işten razı olur; aynı işi yapan başkalarına gazap eder. Bu onların hallerinin farklı oluşundan ve haklarında önceden takdir edilmiş bir hikmetten dolayı olur. Bunun için yüce Allah, seçkin mümin dostları hariç, başkasının kelamını işitmesini kıskanır, engel olur. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:

"Biz onların Kur 'anı anlamamaları için kalplerine perde çektik ve kulaklarına bir ağırlık ve sağırlık koyduk."(el-lsrâ 17/46.)

Allahu Teâlâ bunun sırrını ve sebebini şöyle açıklamıştır:

"Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onu [Kur'an'ı, hakkı) kendilerine işittirirdi."(el-Enfâl 8/23.)

Bu perde, gayret perdesidir. Gayretin aslı, hak ile geçen vakti, hakka olan düşkünlükten dolayı, onu bozacak ve karıştıracak her şeyden korumaktır.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


SEKİZİNCİ BÖLÜM

ŞEVK

Muhabbetin kazandırdığı hallerden biri de "şevk"tir. Şevk, ünsten daha faziletlidir; çünkü üns, kulun nazarını sevgilinin kendisine açılan güzelliğine bağlayıp kendisine gizlenen tarafına bakmamaktır.

Şevk sahibi ise, susuzluğunu denizlerin gideremediği susamış insana benzer. Şevk sahibi doyumsuzdur; çünkü o şunu bilir: Kendisine açılan ilâhî işler (keşfedilen tecelliler), kendisinden saklanan kısmın yanında, koca kâinatın yanında zerre gibidir. En yüce misaller Allah'a aittir. Biz meseleyi akla yaklaştırmak için bu misali verdik. Kulun bunu bilmesi, kalbinde devamlı bir endişe, heyecan ve manevî susuzluk (özlem) meydana getirir.

Heyecanın aslı, sabrı bırakarak bir an evvel istenen şeye ulaşmak için süratle hareket etmektir. Özlemin aslı, kesin ihtiyaç duyulan bir şeyi şiddetli bir arzuyla ele geçirmek istemektir. Kim, şiddetli bir heyecan ve özlem çekerse, aradığını bulur.

Bir şeyi elde etmenin temel yolu, isteyen kimsenin kalbine hâkim olan iştiyaktır. Bu hali elde ettikten sonra, kulda şu haller gözükür:


Hayret

Bu hal, şu âyet-i kerîmede anlatılmaktadır:

"Kadınlar Yûsuf'u gördüklerinde onu gözlerinde çok büyüttüler (güzelliğinin büyüsüne kapıldılar) ve bu şaşkınlık içinde farkında olmadan ellerini kestiler."(Yûsuf 12/31.)

Hayretin aslı, aniden karşılaştığı büyük bir iş ve olay karşısında kalbin şok olup hissetme kabiliyetini kaybetmesidir.


Heymân (Kara sevda)

Kalbin şoku biraz sakinleşip sevgili ile buluşma sıklaşınca, kalp sevgilinin güzelliğinden ve çekiciliğinden dolayı hayret ve şaşkınlığa düşer. Buna heymân (kara sevda), yakıcı aşk denir.

Kara sevdanın aslı; içine düştüğü aşkın hayret ve şaşkınlığından dolayı kalpte başka bir şeye yöneliş ve sevginin kalmaması ve içine düştüğü halin devamlı olmasıdır.


Üns ve Temkin

Kul, yüce Allah ile özel dostluk elde edip temkin (istikrar) halini bulunca, kalbe başka hiçbir şey girmez ve girmek için kapısını çalmaz. Buna temkin yani istikrar hali denir.

Şeyh Ebû Tâlib el-Mekkî (rah) demiştir ki: "Temkin, kalbin son derece istikrar halini bulduğuna bir işarettir."

Bu şöyle olmaktadır: Allahu Teâlâ'yı sevenler çeşitli haller yaşarlar. Bazan sevgi sevene üstün gelir, onu mağlup eder. Bazan seven sevgiye hâkim olur. Bazan değişik haller yaşar; bazan halinde sabit kadem olur. Bu durum kul temkin haline ulaşıp istikrar buluncaya kadar devam eder. Bu, bütün hallerde geçerli olan bir durumdur. Kul, tam istikrar halini bulunca, bulunduğu halden daha ilerisine yükseltilir. Böylece yükseltildiği yeni durum onun hali olur; önceki durumu ise sabit makamı olur.

En iyisini yüce Allah bilir.


Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


SEKİZİNCİ BÖLÜM

SEVENLERİN FARKLI HÂLLERİ

Bil ki, bu halleri yaşayanların durumları farklıdır.

Eğer kul, sahip olduğu manevî halleri, halkın içinde buluyor fakat tek başına kaldığında koruyamıyorsa, o hakka yönelmiş bir kimsedir; ona halini muhasebe etmesi ve nefsinden sevginin gereklerini yerine getirmesini istemesi gerekir.

Şayet o halleri yalnızken koruyor fakat halkın içinde kaybediyorsa, o güzel bir haldir; ancak kemâl noktasına göre noksan bir durumdur. Çünkü kemâl (olgunluk) hali, kul için yalnızlık, halkın içi, ikamet, yolculuk, boş vakit ve meşguliyet gibi bütün anlarının eşit olması; her halde ilâhî sevgisini ve manevî hallerini korumasıdır.


Halktan ayrılıp bütünüyle kendi nefsine yönelmek terbiyenin başında şarttır, fakat terbiyede nihayete ulaşmış kimseler için şart değildir; onlar halkın içine girip herkese faydalı olabilirler.

Herkese vacip olan muhabbet; kalbin Allahu Teâlâ'ya karşı, O'nun zâtı ve sıfatlarına imandan kaynaklanan meyli ve yönelişidir.

Kul, temel iman esaslarından cahil olursa, o derece ilâhî muhabbeti noksan olur. Bu durumda kul iki günah kazanır; biri cehaletinin, diğeri de imanın meyvesi olan ilâhî muhabbeti kaybetmesinin günahıdır. İmanın hakikati, kalbin Allahu Teâlâ ile huzur bulması ve O'nun varlığını gösteren delilleri ve eserleri müşahede etmesidir.


Allahu Teâlâ en iyisini bilir.

Allah'a dostluk konusunda bir şiirde şöyle denmiştir:

Allah ile dostluğu tembeller koruyamaz; Samimi olmayanlar O'na hiç ulaşamaz.

Allah'a dost olanlar özel seçilmişlerdir; Hepsi Allah için amele yönelmişlerdir.

Kime üns (Allah ile yakın dostluk) hali hâkim olursa, onun yalnızlık ve halktan uzaklaşmaktan başka bir arzusu kalmaz.

Vâsıtî (rah) demiştir ki: "Bütün kâinattan ve içindeki varlıklardan kalbini çekmeyen kimse, üns (Allah ile yakın dostluk) mahalline ulaşamaz."


Ebu'l-Hüseyin el Verrak da (rah) şöyle demiştir: "Allah ile dostluk, ancak O'nu tazimle (yüceltmekle) birlikte bulunur; çünkü sen kiminle yakın dost olsan, kalbinden ve gözünden onun büyüklüğü düşer; ancak Allahu Teâlâ böyle değildir. Senin yüce Allah'a yakınlığın arttıkça, kalbinde O'nun yüceliği ve heybeti de artar."

Kulun üns hali bazan Allah'ın taatında, zikrinde, kelamını okumada ve ilâhî yakınlık sebebi olan diğer hayırlarda kendini gösterir. Kula verilen bu kadar muhabbet, Allahu Teâlâ'dan bir nimet ve ihsandır; fakat bu, Allah'ı sevenlerde bulunan üns hali değildir.


Üns/Allah ile özel dostluk, çok şerefli bir haldir; o ancak kulun gerçek zühdü ele geçirmesi, kâmil takvaya ulaşması, kalpten Allah'tan başka sebep ve alâkaları kesip atması, boş düşünce ve vesvese türü şeyleri yok etmesiyle hâsıl olan iç temizliğinde ele geçecek bir saadettir.

Bana göre ünsün hakikati, azamet nurlarının yoğun tecellisi ile kulun varlığının bütün perdelerden temizlenmesi, ruhun manevî fetih meydanlarında rahatça dolaşması ve kula istiklalinin (serbestçe hareket yetkisinin) verilmesidir. Bu hal, bütün yakınlık hallerini içerir ve o, ilâhî heybet karışında kalbi toplar, serbestlikten ve mâ-sivaya yönelmekten kurtarır. Heybet halinde ruh toplanır, tek hedefe yönelir. Bu anlatılan durum, yüce zâtın yakınlığı ile elde edilen ünstür.


Yüce zâtın heybeti, fena halini geçtikten sonra elde edilen beka makamında olur. Bunlar, fenanın varlığında ortadan kalkan üns ve heybetten ayrı şeylerdir.

Fenadan önceki bulunan heybet ve üns hali, Allah'ın celâl ve cemâl sıfatlarını müşahededen ortaya çıkar. Bu ise telvin (değişik haller) içinde seyir makamıdır. Bizim, fenadan sonra temkin ve beka makamında zikrettiğimiz şeyler ise, yüce zâtı müşahededen elde edilmektedir.

Mutmain (huzura ermiş) nefsin hududu (hakka boyun eğişi) ünsten; huşûsu ise heybetten ileri gelir. Hudû ve huşu, birbirine yakın mânalar içiren kelimelerdir; aralarındaki gizli ve ince fark, ruhun işareti ile anlaşılır.


Allahu Teâlâ en iyisini bilir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


DOKUZUNCU BÖLÜM

HAYÂ-MURAKABE-İHSAN

Bil ki, haya (Allah'tan utanma) mukarrebînin (Allah'a yakın velîlerin) makamlarının ilkidir. Aynı şekilde tövbe de muttakilerin makamlarının ilkidir.

Kulu hayâlı olmaya sevk eden, Allahu Teâlâ'nın her an kendisini gördüğünü bilmesidir. Bu vaciptir, çünkü Allahu Teâlâ'nın kulun her halini gördüğünü bilmesi, Allah'a imanın bir parçasıdır.

Kulun, nefisinin ayıplarını tanıması, onun Yüce Rabbinin hakkını korumadaki kusurlarını bilmesi de vaciptir. Bu da Allah'a imanın bir gereğidir. İşte bu iki bilgi ve marifetten güzel bir hal ortaya çıkar, ona haya denir.

Haya, kalbin yüce Allah'ın hakkını yerine getirmedeki kusurunu gördüğünde yaptığı gibi, Allahu Teâlâ'dan utanarak, her halde boyun büküp önüne bakmasıdır.

Hayanın herkese gerekli kısmı, terkedilmesi istenen haramları terketmek ve yapılması istenen şeyleri yerine getirmektir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


DOKUZUNCU BÖLÜM

MURAKABE VE İHSAN

Bunlar, aynı mânaya gelen iki kelimedir.

Murakabenin evvelinde elde edilecek sonuç, kalbe gelen düşünceleri kontrol etmek, onların içinde karışık olanları keşfedip ayırmak, Allahu Teâlâ'nın her an bizi gördüğünü düşünerek O'na karşı edepli olmak ve herkesten istenen şekliyle hayâlı olmaktır. Herkesten istenen haya hali, Hz. Peygamberin (s.a.v) şu hadisinde emrettiği durumdur. Resûlullah (s.a.v), ashâb-ı kirama (r.anhüm),


"Allah'tan hakkı ile haya edin" buyurdular: Ashap,

"Ey Allah'ın resulü, biz Allah'tan haya ediyoruz" dediler. O zaman Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:


"Benim bahsettiğim haya, sizin dediğiniz değildir. Benim kastettiğim şudur: Kim Allah'tan gerçek mânada haya ederse, başını ve başını çevreleyen azalarını, midesini ve midesinin etrafındaki bölgeleri (avret mahallini) haramdan korusun, ölümü ve çürümeyi düşünsün. Kim, âhireti isterse, dünyanın süsünü terkeder. Kim bunları yaparsa, Allah'tan gerçek mânada haya etmiş olur."(Tirmizî, "Kıyâme", 24; Müsned, I, 387; Hâkim, el-Möstedrek, IV, 323; Taberânî, e\-Mu'cemü'l-Kebîr, II, 246.)

Bu haya, manevî makamlardandır.

Haller içindeki özel hayaya gelince bu, Hz. Osman'dan (r.a) nakledilen şu sözdeki haya çeşididir. O demiştir ki:

"Ben, karanlık bir evde yıkanırken Allahu Teâlâ'dan haya ettiğim için belimi büker iki büklüm olurum."


Ahmed b. Salih'in naklettiğine göre Muhammed b Abdûn şöyle demiştir:

Ebü'l-Abbas el-Müezzin'in şöyle dediğini işittim: Serî es-Sakatî bana dedi ki: "Sana söyleyeceğim şu sözleri iyi ezberle: Haya ve üns kalpleri dolaşır; içinde zühd (dünyadan sevgiyi çekme) ve vera' (şüpheli şeylerden çekinme) duygusu buldukları kalbe inerler; yoksa çekip giderler."

Haya; ruhun Allah'ın celâlini yüceltmek için başını eğip ilâhî huzurda edebe bürünmesidir.

Üns, Allah'ın cemâlinin sonsuz güzelliğini müşahede ile ruhun manevî zevke ermesidir, ikisi birleştiği zaman, işte istenecek ve peşine düşülecek en büyük hedef budur.

Hikmet ehlinden biri demiştir ki: "Kim haya hakkında konuşur da kendisi konuştuğu hususlarda yüce Allah'tan haya etmezse, o, istidrâca düşmüş (hâli ile aldanıp azaba doğru giden) biridir."


Zünnun el-Mısrî (rah) şöyle demiştir: "Haya, Allahu Teâlâ'ya karşı geçmişteki kusurlarından utanarak kalpte O'na karşı heybetin bulunmasıdır."

İbn Atâ demiştir ki: "En büyük ilim heybet (Allah'ın yüceliği karşısında kalbin titremesi) ve hayadır; bunlar kuldan gidince, onda hiçbir hayır yoktur."


Ebû Süleyman ed-Dârânî emiştir ki: "İbadet edenler, dört hal üzere ibadet ederler. Bunlar havf (ilâhî korku), recâ (ümit), tazim (Allah'ı yüceltme) ve hayadır. Bunlar içinde derecesi en şerefli olan kimse, haya üzere ibadet edendir. Çünkü o, Allahu Teâlâ'nın her halde kendisini gördüğünü yakînen bilerek hareket etmektedir. Öyle ki, bu kimse, günah işleyenlerin kusurlarından dolayı utanmalarından daha fazla, yaptığı iyiliklerinden utanır."

Velîlerden biri demiştir ki: "Haya sahiplerinin kalplerine hâkim olan, Allahu Teâlâ'nın kendilerine nazar ettiğini düşünerek devamlı O'nu yüceltme ve tazim halidir."


Şeyh Ebu'n-Necib es-Sühreverdî (rah) şu şiiri okumuştur:

İştiyak duyarım ona; bana görününce de; Eğerim hep başımı o dostun celâlinden.

Bu korkudan değildir, aksine heybettedir; Bir de korunduğumdan o güzel cemâlinden.

Benden ayrılışına dayanamam ölürüm; Yeni hayat bulurum o dostun gelişinden.

Büyük bir sabır ile gözümü çekerim ondan; Ama simasını hiç çıkarmam hayalimden.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


DOKUZUNCU BÖLÜM

MURAKABENİN DERECELERİ

Murakabe, iki derecede gerçekleşir. Birisi sıddıkların (seçkin hak dostlarının) murakabesi, diğeri de ashâbü'l-yemînin (iman dairesine giren diğer müminlerin) murakabesidir.

Birinci derecedeki murakabe, sıddıklar içinden mukarrebun makamına ulaşmış ariflerin murakabesidir. Bu, Allah'ın yüceliğini ve ululuğunu murakabe etmektir. Bu murakabede kalp, tamamen Allahu Teâlâ'nın celâlini (yüceliğini) düşünmekle meşgul olur, ilâhî heybet altında tam bir hiçliğe bürünür, kalpte Allah'tan başka kimseye bir yönelme imkanı ve alanı kalmaz. Bu murakabenin sevabını açıklamaya güç yetmez; çünkü o, sadece kalbe bağlı bir durumdur.

Bu murakabe içinde, azaların durumuna gelince; vücut azaları görülen şeyler bir yana, görünmeyen her şeyden kesilerek tamamen yüce Allah'a münâcâta (zikir ve yalvarışa) yönelir. Vücut azaları bir taate başladığı zaman, hiç zorlanmaz; defalarca onu yapmış gibi kolayca yapar; onların doğru yoldan sapmasını önlemek için herhangi bir tedbire ve sebebe ihtiyaç yoktur.


İkinci murakabe çeşidine gelince, o; müminler içindeki vera' (takva) sahiplerinin murakabesidir. Onlar öyle kimselerdir ki, Allahu Teâlâ'nın her an kendilerini gördüğü inancı, içlerine ve dışlarına hâkim olmuştur. Onların Allah'ın celâlini (yüceliğini) ve ululuğunu düşünmeleri, kendilerini dehşete düşürmez; bilakis kalpleri içinde bulunduğu halleri ve amelleri kontrol edecek bir halde dengesini muhafaza eder. Ancak kalpleri, amelleri rahatça uygulamakla birlikte, murakabeden (hâlini kontrolden) uzak kalmaz.

Evet, bu kimselere Allahu Teâlâ'dan haya (utanma hali) hâkim olmuştur; artık onlar, bir işe ancak onu araştırdıktan sonra adım atarlar ve kıyamet günü kendilerini rezil edecek şeylerden şiddetle kaçınırlar. Onlar, Allahu Teâiâ'nın dünyada kendilerine nazar ettiğini ve her şeylerini gördüğünü yakînen bilirler. Artık onların, bu gerçeği anlamak için kıyameti beklemeye ihtiyaçları yoktur.Onlar, müşahedeleri ile iki âlemin birbirinden çok farklı olduğunu anlarlar.

Allah en iyisini bilir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


ONUNCU BÖLÜM

KURB (ALLAH'A YAKINLIK)

Allahu Teâlâ, peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Secde et de rabbine yaklaş."(el-Alak 96/19.)

Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kulun rabbine en yakın olduğu an, secdede olduğu zamandır."(Müslim, "Salât", 215; Ebû Dâvûd, "Salât", 147-148; Nesâî, "Tatbîk",)

Secde eden kimse, kendisine secdelerin tadı tattırıldığı zaman Allah'a yakın olur; çünkü bu durumda kul, secdesiyle, kâinatta var olmuş ve olacak bütün varlıkları kalbinden silerek, yüce Allah'ın azameti önünde secde etmektedir.

Bir tanesi şöyle demiştir: "İlahi huzurda durduğumda, 'Yâ Allah, yâ rabbi! şeklinde hitap etmek bana dağlardan daha ağır geliyor." Kendisine, "Niçin?" diye sorulunca, şu cevabı vermiştir: "Çağırmak, perde arkasından ve huzurda olmayana yapılır. Sen hiç, aynı mecliste olanların birbirini çağırdığını gördün mü?"

Gerçekten bunlar, birtakım manevî işaretler, güzel düşünceler ve ince mânalardır. Bu zâtın anlattığı, içinde ilâhî yakınlığın elde edildiği şerefli bir makamdır. Fakat onun ifadesi, mahviyet halini gösteriyor ve manevî sarhoşluğu haber veriyor.


Bu hal, manevî sarhoşluğun kendisine hâkim olması ve mahviyet halinin kuvvetinden dolayı, nefsi, ruhunun nuru içinde kaybolmuş kimsede olur. Bu halden uyanıp kendine geldiği zaman, ruh nefisten, nefis de ruhtan ayrılıp kurtulur; her biri kendi mahal ve makamına döner. İşte o zaman kul, devamlı ihtiyaç hali içinde yalvaran ve kulluk içinde olan mutmain nefsin diliyle, "Yâ Allah, yâ rabbi!" der.

Bu makamda ruh, söz etmekten uzak olgun haliyle manevî fetihleri müşahede ile meşgul olur. Bu kimse, birinciden daha kamil ve hakka daha yakındır; çünkü o, ruhunun manevî fetihler içinde tek başına olmasıyla kurbiyet makamının hakkını tam olarak korumuştur. Ayrıca o, nefsinin fakirliğini anlayıp hakka yönelme mahalline dönmesi ve ilâhî yakınlıktan aldığı feyiz sayesinde güzel kulluk vazifelerini yerine getirmiştir. Kul, nefsi ile güzel kulluk yaparken, ruhunun elde ettiği manevî haller de sürekli artmıştır.

Cüneyd-i Bağdadî (k.s) der ki: "Allahu Teâlâ, kullarının kalbine, onların kendisine yakın olduğu ölçüde yakın olur; öyleyse kalbinin neye yakın olduğuna bak!"

Ebû Ya'kûb es-Sûsî ise şöyle der: "Kul, Allahu Teâlâ'ya yaklaşma halinde olduğu sürece, bu yaklaşmasında, yaklaştığını görmesinden kaybolmayınca, gerçekten yakın olmuş olmaz. Allah'a yaklaştığını görme halinden kurtulunca, o zaman asıl yakınlık gerçekleşir."


Bir tanesi bu mânada şunları söylemiştir:

Seni sırrımda bulunca, seslendi lisanım sana; Bir mâna için toplandık, ayrıldık aynı mânada.

Eğer yüceliğin seni saklasa benim gözümden; Aşkın bana yakın eder; seni ayırmam gönlümden.

Zünnûn el-Mısrî (rah) demiştir ki: "Allahu Teâlâ'ya yakınlığı artan herkesin gönlünde O'nun heybeti de artar."


Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (rah), "Kurbiyet (Allah'a yakınlık) makamlarının en aşağısı haya (yüce Allah'tan utanmadır)" demiştir.

Nasrâbâdî (rah) der ki: "Sünnete uyarak marifete, farzları eda ederek Allah'a yakınlığa, nafileleri yerine getirerek de Allah'ın muhabbetine ulaşılır."


Bütün hamdler sadece Allah'a aittir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


ON BİRİNCİ BÖLÜM

İLMİN ŞEREFİ

Bil ki; yerler, gökler ve içindekiler ilim ve amel için yaratılmıştır. Allahu Teâlâ buyurmuştur ki:

"O Allah, yedi kat gökleri ve yerden de bir o kadarını yaratandır. İlahi emir ve hüküm bu ikisi arasında inip durmaktadır. Allah bütün bunları, O'nun her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmi ile kuşattığını bilesiniz diye yarattı."(et-Talâk 65/12.)

Bu âyet, ilmin şerefini göstermeye ve onu öğrenmenin vacip olduğunu anlatmaya yeterlidir. Bu âyette özellikle tevhid ilmi ortaya konmuştur.

Diğer bir âyette yüce Allah şöyle buyurur:

"Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."(ez-Zâriyât 51/56.)

Bu âyet de, ibadetin şerefini göstermeye ve ona yönelmenin gereğini anlatmaya yeter. Öyleyse sen de bu iki işe büyük önem ver. Dünya ve âhiretin yaratılmasından gaye ilim ve ibadettir. Bu durumda bir kulun özellikle onlarla meşgul olması, ancak onlar için yorulması gerekir. Sonra, bunlar içinde ilim en şerefli cevherdir; fakat ibadetin ilimle birlikte yapılması gereklidir; yoksa ilim boşa gider, bir faydası olmaz.

Şunu da bil ki, iki sebepten dolayı ilmin ibadetten öne alınması gerekir:

Birincisi, ibadetin sahih olması ve onu bozacak, sevabını yok edecek kusurlardan korunması için.

İkincisi şudur: Gerçekten faydalı ilim, kulun kalbinde Allahu Teâlâ'ya karşı bir haşyet/korku ve titreme meydana getirir. Bu da kulu taate sevkeder ve Allahu Teâlâ'nın yardım ve desteği ile onu haramlardan alıkoyar. Zaten kulun rabbine karşı yaptığı ibadette bunlardan başka bir maksadı yoktur (olmaması gerekir).

Ey okuyucum, sana faydalı ilim gerekir. Önce, ibadet edeceğin yüce rabbini tanımalısın, sonra ibadet edersin. Kendisini tanımadığın, zâtına ait sıfatları ve isimlerini, O'nun için caiz olan ve olmayan durumları bilmediğin bir zâta nasıl ibadet edeceksin.

Çoğu zaman, O'nun sıfatları hakkında hakka uymayan yanlış bir itikada sahip olarak ibadet edersin; bu itikatla yaptığın bütün ibadetler boşa gider.

Sonra senin, dinin yapılmasını istediği şeyleri istendiği gibi yapabilmen için, sana neyin gerektiği bilmen lâzımdır; aynı şekilde dinin yasakladığı şeyleri terketmen için de nelerin yasak olduğunu bilmen gereklidir.


Bil ki, her mükellefin öğrenmesi farz olan ilimler üç çeşittir:

Birincisi, iman ve tevhid ilmidir. Bu konuda dinin asıllarını ve akaidin temel konularını bilmek yeterlidir.

İkincisi, sır ilmidir. Bu, kalple ilgili olup kalbin yapması ve terketmesi gereken şeylerdir.

Üçüncüsü; zahirî ibadetlerin ilmidir. Bunlar beden ve malla ilgili ibadetlerdir.

Sonra senin Allah için bilmen gereken ilimler, yapman gereken işler ve terketmen gereken şeyler vardır. Allahu Teâlâ'nın senden istediklerini yerine getirdiğin zaman, ilmi ile amel eden âlimlerden olursun.

Bütün güç ve kuvvet Allahu Teâlâ'dandır.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


ON İKİNCİ BÖLÜM

ESMÂ-İ HÜSNÂNIN MÂNASI

Bil ki, Ehl-i sünnet'e göre bütün esmâ-i hüsnânın (Allahu Teâlâ'nın güzel isimlerinin), içerdiği mânalar, sonuç itibariyle, O'nun zâtı ve yedi sıfatıyla ilgilidir. Mu'tezile ve felsefeciler bu konuda farklı düşünmektedir.

Sonra isim, isimlendirme işinden ve isim verilen zâttan ayrı bir şeydir; hak olan görüş budur.


ismin tarifi şudur: İsim, bir kimseyi göstermek için konulmuş lafızdır.

Kendisine isim konan kimseye müsemmâ denir; isim müsemmâyı gösterir, fakat ondan ayrıdır. (Meselâ, Allah lafz-ı şerifi, yüce yaratıcı için konmuş bir lafızdır; zât-ı bâriye aittir, ancak zâttan ayrıdır; diğer şahısların isimleri de böyledir).

Bil ki, kulun olgunluğu ve saadeti ancak Allahu Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklanmasmda ve kendisi için mümkün olduğu derecede ilâhî isim ve sıfatların içerdiği güzelliklerle süslenmesindedir. Sakın, kula yüce Allah'ın sıfatlarından verildi diye O'na benzediğini düşünme! Böyle bir durum yok!

Bildiğin gibi, Allahu Teâlâ, herhangi bir mahalde bulunmaksızın mevcuttur. Yüce Allah diridir, bilendir, her şeye gücü yetendir, isteyendir, işitendir, görendir, konuşandır, iş yapandır. İnsanda da derecesine göre bu sıfatlar vardır. Şimdi insanda bu sıfatların olduğunu söyleyen kimse, sana göre, yüce Allah'ı insana benzetmiş, insanı ona eşit görmüş mü oluyor. Hayır, böyle bir durum yoktur.

Benzerlik, sadece Allahu Teâlâ'nın kendisine has sıfatında ortaklıkta olur. Sadece yüce Allah'ta bulunan bu sıfat ise, O'nun varlığı kendinden ve varlığı vacip olan bir varlık olmasıdır. O öyle bir zâttır ki, kâinatta mevcut olan bütün varlıkların sahip oldukları o güzel nizam ve intizam içindeki varlıkları O'nun kudretiyle vücut bulmaktadır. İşte Allahu Teâlâ'nın bu sıfatında hiçbir varlık O'na ortak ve benzer değildir. Bu sıfatının hakikatini de ancak yüce Allah'ın kendisi bilir.

Bütün halkın bildiği gerçek şudur: Bu sağlam ve intizamlı bir şekilde kurulan âlem, hayy (diri olan), her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir yaratıcıya muhtaçtır.

Bu marifete ulaşmanın iki yolu vardır:


Birincisi ilimdir; ilim bize şunu öğretir: Bu âlem onu sevk ve idare eden birine muhtaçtır.

İkincisi, Allahu Teâlâ ile ilgili bize öğretilenlerdir. Bununla öğretilen şudur: Allahu Teâlâ'nın sıfatlardan türemiş birçok ismi vardır; onlar yüce zâtın hakikatine ve aslına dahil değildir. Bizler: "Allahu Teâlâ, haydır (diridir); alimdir (her şeyi bilir); kadirdir (her şeye gücü yeter)" derken, aslında mânası kapalı ve bizce tam anlaşılmayan bir şey söylemiş oluyoruz. Biz ancak şunu söyleyebiliriz: Yüce Allah'ın hayat ve kudret sıfatı vardır.


İnsan önce en iyi kendisini tanır. Sonra bu insan Allahu Teâlâ'nın sıfatları ile kendi sıfatları arasında bir kıyaslama yapar, fakat yanılır, bir sonuç alamaz. Allahu Teâlâ'nın sıfatları bizim sıfatımıza benzemekten uzak ve yücedir. Şu halde, Allahu Teâlâ'yı hakikatiyle kendisinden başkasının tanıması imkânsızdır. Değil Allahu Teâlâ'yı, peygamber olmayan bir kimse, peygamberliğin hakikatini bile anlayamaz. Peygamber olmayan kimse, peygamberliğin ancak ismini bilir.

Eğer, "Ariflerin Allahu Teâlâ'yı tanımasının son noktası nedir?" diye sorulursa, deriz ki: Onların en son bildikleri şey, Allahu Teâlâ'nın zâtının hakikatini kendisinden başka hiç kimsenin bilemeyeceğidir. Ariflerin Allahu Teâlâyı tanıma konusundaki geniş ve ileri derecedeki marifetleri ancak O'nun isimlerini ve sıfatlarını tanımakla ilgilidir. Allahu Teâlâ'nın sonsuz ilminden, kudretinin acayipliklerinden, dünya ve âhiretteki eşsiz tecellilerinden kendilerine açıldığı ölçüde, ariflerin Allahu Teâlâ'yı tanımaları farklı olur.

En iyisini yüce Allah bilir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


ON İKİNCİ BÖLÜM

ESMA-İ HÜSNANIN KISIMLARI

Bil ki, Allahu Teâlâ'nın güzel isimlerinin hepsi on kısımda toplanır.

1- Bazı isimler sadece yüce zâtı tanıtır. Allah ismi böyledir. Buna yakın bir isim de "Hak Teala"dır. Bu isimle, varlığı vacip olan Allah'ın zâtı kastediliyorsa, o da Allah ismi gibi zâta has bir isimdir.

2- Bazı isimler yüce zâtı tanıtmanın yanında O'nu noksan sıfatlardan uzak tutma mânası da taşırlar,

el-Kuddûs, es-Selâm, el-Ganî, el-Ahad ve benzeri isimler gibi.

el-Kuddûs, akla gelen ve hayal edilen bütün noksan, bozuk, ayıplı şeylerden uzak ve temiz demektir.

es-Selâm, bütün ayıp ve kusurlardan temiz, uzak demektir.

el-Ganî, hiç kimseye muhtaç olmayan demektir. el-Ahad, hiçbir ortağı ve benzeri olmayan demektir.

3- Bazı isimler yüce zâtı tanıtmanın yanında ayrı bir sıfat mânası da taşırlar. el-Alî, el-Azîm, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın ve benzerleri gibi.

el-Alî, derece olarak diğer bütün zâtların üzerinde olan zât demektir. Bu isim, yüce zâtı tanıttığı gibi, O'nun ayrı bir sıfatını da tanıtmaktadır.

el-Azîm, idrak ve akıl hudutlarını aşan yüce zât demektir.

el-Evvel, bütün mevcut olan varlıklardan önce var olan demektir.

el-Âhir, bütün mevcudatın sonuçta döneceği zât demektir.

ez-Zâhir, varlığı akıl yoluyla bilinecek zât demektir.

el-Bâtın, varlığı içteki hislerle (kalple) bilinecek zât demektir.

4- Bazı isimler yüce zâtı tanıtmanın yanında O'nu noksan sıfatlardan uzak tutma ve ayrı bir sıfat mânası da taşırlar; el-Melik, el-Azîz gibi.

el-Melik, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu zât demektir.

el-Azîz, benzeri olmayan, kendisine her an şiddetle ihtiyaç duyulan ve kendisine ulaşılması çok zor olan zât demektir.

5- Bazı isimler yüce zâtı tanıtmanın yanında sübûtî yani başka varlıklarda da bulunması caiz olan sıfat mânası da taşırlar. el-Hay (diri), el-Alîm (bilen), el-Kadir (gücü yeten), el-Mürid (dileyen), es-Semi' (işiten), el-Basîr (gören), el-Mütekellim (konuşan) gibi.

6- Bazı isimler, ilim ve sıfat mânası taşırlar; el-Hakim, el-Habîr, eş-Şehîd, el-Muhsî gibi...

el-Hakîm, en kıymetli ve şerefli ilimlere sahip demektir.

el-Habîr, açık gizli bütün şeylerden haberi olan demektir.

eş-Şehid, görülen ve görülmeyen bütün âlemlere şahit olan demektir.

el-Muhsî; büyük küçük, her şeyi ilmi ile kuşatan demektir.

7- Bazı isimler kudretle birlikte sıfat mânası taşır;

el-Kavî, el-Metîn, el-Kahhâr gibi.

Kuvvet, her şeye gücü yetmektir. Metanet, şiddetli kuvvet demektir. Kahr, kudreti her şeye hâkim ve galip olmaktır.

8- Bazı isimler iradeyle birlikte fiil mânası taşırlar,

er-Rahmân, er-Rahîm, er-Raûf, el-Vedûd gibi.

Rahmet, irade edip zayıf ve muhtaç kimsenin ihtiyacını gidermektir.

Re'fet (şefkat); ileri derecede acımak ve merhamet etmektir.

el-Vedûd, irade ve istekle sevdiklerine ihsan eden, nimet veren demektir.

Rahmet fiili, karşısında bir muhtaç kimse ister; sevmek ise istemez; onda doğrudan sevgi ve ihsan vardır.

9- Bazı isimler yüce zâtı tanıtmanın yanında ayrı bir sıfat mânası da taşırlar. el-Hâlik, el-Bârî, el-Musavvir, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Bâsıt, el-Kabız, el-Hâfid, er-Râfi', el-Muiz, el-Müzil, el-Adl, el-Mukıt, el-Mu-gîs, el-Mücîb, el-Vâsi', el-Bâis; el-Mübdi, el-Muhyî, el-Mümît, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Velî, el-Ber, et-Tevvâb, el-Müntakım, el-Muksidu, el-Câmi', el-Mu'tî, el-Mâ-ni', el-Muğnî, el-Hâdî ve benzerleri gibi.

10- Bazı isimler fiil mânası yanında ayrı bir sıfat mânası da taşırlar. el-Mecîd, el-Kerîm ve el-Latîf gibi.

el-Mecîd, şerefli yüce zât mânası yanında, bol ikram ve ihsan mânası da taşır; el-Kerim de aynı şekildedir.

el-Latîf, yumuşaklıkla iş yapandır.

Yukarıda saydıklarımız ve diğer bütün isimler, bu on kısmın dışına çıkmaz. Sen burada zikrettiklerimizle zikretmediklerimizi kıyas et. Zaten diğer bütün sıfatlar, mâna itibariyle, burada zikrettiğimiz meşhur sıfat ve isimlere dahil olmaktadır.

Allahu Teâlâ en iyisini bilir.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: HAK YOLUNUN ESASLARI-İMÂM-I GAZALÎ (K.S)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim


ON İKİNCİ BÖLÜM

ESMA-İ HÜSNA'NIN İÇİNDE TOPLANDIĞI ZİKİR

Bil ki; Allahu Teâlâ'nın güzel isimleri şu dört zikir kelimesi içinde toplanmıştır. Bu zikir kelimelerine, "el-bâkı-yâtu's-sâlihât (kula âhirette fayda verecek salih ameller)" denir. Bu kelimeler şunlardır:

"Sübhânellahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilahe illâllahu vellâhu ekber"

Bu isimlerin geniş mânasını Ehl-i Sünnet İnancı adlı eserimizde bulabilirsiniz.

Şimdi bunları açıklayalım.

Birinci kelime "sübhânellah" zikridir. Buna teşbih etmek denir. Arap dilinde teşbihin mânası; uzak ve temiz tutmaktır.

Sübhânellah, Allahu Teâlâ'nın zâtından ve sıfatlarından her türlü ayıp ve kusurları uzak tutmak mânasındadır.

Allahu Teâlâ'nın isimleri içinde O'nun zâtının her türlü ayıp ve kusurlardan uzak olduğunu ifade eden bütün isimler, bu zikrin içine girer. Mesela, el-Kuddûs ve es-Selâm isimleri gibi.

el-Kuddûs, her türlü ayıp ve kusurdan temiz olan demektir.

es-Selâm ise, her türlü âfet ve bozulmadan uzak olan demektir.

İkinci kelime "el-hamdü lillâh" zikridir. Bu zikir, Allahu Teâlâ'nın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili bütün kemâl (olgunluk) mânaları içermektedir.

Allahu Teâlâ'nın isimleri içinde zât-ı bari için kemâl ve olgunluk mânaları ifade eden bütün isimler bu zikrin içine girmektedir. el-Alîm, el-Kadir, es-Semî' ve el-Basîr gibi.

Bizler, "sübhânellah" dediğimiz zaman, aklımıza ve hayalimize gelecek bütün noksanlık ve ayıpları Allahu Teâlâ'dan uzak tutmuş oluyoruz. "El-hamdü lillâh", dediğimizde de bildiğimiz, tanıdığımız ve anladığımız bütün yücelik ve kemâl sıfatlarının yüce Allah'a ait olduğunu ifade etmiş oluyoruz.

Bizim yüce Allah'tan uzak tuttuğumuz ve O'nda var olduğunu söylediğimiz şeylerin ötesinde öyle büyük bir durum vardır ki, o bizden gizlidir ve biz onun hakikatini bilemiyoruz. İşte bu durumu kısaca "Allahu ekber" sözümüzle ifade etmeye çalışırız.

Allahüekber'in mânası şudur: Allahu Teâlâ, bizim kendisinden uzak tuttuğumuz ve zâtı için ispat ettiğimiz şeylerden daha yücedir; biz ne yapsak O'nu gerçek mânada yüceltemeyiz. İşte Hz. Peygamber'in (s.a.v) şu sözü bu anlamdadır:

"İlâhî, ben seni hakkıyla övüp yüceltemem; sen kendi zâtını nasıl övüp yüceltiyorsan öylece yücesin."(50 Müslim, "Salât", 222; Ebû Dâvûd, "Salât", 148; "Vitir", 5; Tirmizî, "Daavât", 75; 112; Nesâî, "Kıyâmü'l-leyl", 51; İbn Mâce, "Duâ", 3.)

Allahu Teâlâ'nın isimleri içinde bizim bilgi ve idrakimizin üzerinde mâna içeren bütün isimler, "Allahu ekber" zikrinin içine girmektedir; el-a'lâ ve el-müteâlî gibi...

Varlık âleminde bu sıfatlarla başka bir varlık anlatılsa, biz, yüce Allah'a benzeyen ve O'na ortak olan hiçbir varlığın bulunmadığını söyleyip bunu "lâ ilahe illallah" sözümüzle ifade ederiz.

"Lâ ilahe illallah", Allah'tan başka hiçbir ilah yok demektir.

Çünkü ilâh, kendisine kulluk yapılma hakkına sahiptir; kulluğa da ancak yukarıda zikrettiğimiz vasıflara sahip bir zât hak sahibi olur.

Allahu Teâlâ'nın isimleri içinde, el-vâhid, el-ahad ve zü'l-celâli ve'l-ikram gibi, kısaca bütün isimleri içinde taşıyan isimler, "lâ ilahe illallah" sözü içine girmektedir.

İbadete ancak bütün cemâl (güzellik) ve kemâl (yücelik), olgunluk sıfatlarına sahip olan zât lâyıktır. Bunlar öyle sıfatlardır ki, onları yüce Allah'tan başka hiç kimse hakkıyla sayamaz ve hakikatini ifade edemez.

Eğer yukarıdaki dört kelimeyi ve içerdiği mânaları, özetle bir kelimenin içinde toplayalım desek, bu kelime "el-hamdü lillah" olurdu.

İlim ve hikmette imam olan Hz. Ali (r.a) demiştir ki: "Eğer el-hamdü lillah sözünü açıklayarak bir deve yükü kitap yazmak istesem, bunu yapardım."

işin içyüzü şudur: el-Hamdü lillah (bütün hamdler Allah'a aittir), ifadesi bir övgüdür. Bu övgüde pek çok şey vardır.

Övgü ile, kemâl ve yücelik sıfatları ortaya konur. Ayrıca övülen kimseden kusur ve ayıplar uzak tutulur. Bu övgü ile yüce Allah'ın zâtını idrak etmekten âciz kalındığı itiraf edilir. Yine bu övgü ile, bütün kemâl ve üstünlük sıfatlarının sadece yüce Allah'a ait bulunduğu ve O'nun bu sıfatlarda tek olduğu ifade edilir.

Kısaca el-hamdü lillah sözü, diğer bütün mübarek kelimeler için zikrettiğimiz şeyleri içermektedir; çünkü el-hamd kelimesinin başındaki "elif ve lâm" harfleri, Arapça'da bütün hamd (övgü), yüceltme çeşitlerini ifade etmektedir. el-Hamd, bilip bilmediğimiz bütün övgü çeşitlerini içermektedir. Yukarıda zikrettiğimiz şeylerden hiçbiri bu övgünün dışında değildir. İşte ibadete ancak bu zikrettiğimiz sıfatlara sahip yüce yaratıcımız hak sahibidir.

Yüce Allah katında yakınlık elde etmiş hiçbir melek, insanlığa gönderilmiş hiçbir peygamber ve diğer insanlardan hiç kimse, bu itikattan dışarı çıkamaz.

Bu itikadın dışına ancak, Allahu Teâlâ'nın kendisini nefsi ile baş başa bıraktığı, kötü arzularına uyan, hak sınırları aşıp yüce Mevlâ'sına isyana dalan kimseler çıkar. Onlar, manevî perdelerle perdelenmiş, hak kapısından kovulmuş, ilâhî yakınlıktan uzaklaştırılmış kimselerdir. Bu dünyada Allahu Teâlâ'nın yüceliğini anlamaktan ve O'nu tanımaktan perdelenen kimsenin, âhirette de O'nun ikramlarından ve cemâlini görmekten perdelenmesi (mahrum kalması) haktır.

Kaynak: Hak Yolunun Esasları-İmam-Gazalî (k.s)
Resim
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön