MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Cevapla
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

Resim

ResimEs-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.

Eûzubillâhi's-semî'u'l-alîmu mine'ş-şeytânirracîm.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Es-selâtu ve's-selâmu aleyke Ya Rasûlullah


Yâ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem!
RABBâNî RUHuna ve Yüce Yüreğine!
Yeni DOĞmuş BeBeKlerin GÜLücükleriyle,
AÇan Can COŞkulu ÇiÇek ToMuRcuklarıyla,
İÇ-imin; SıFıR-SONsuz ve KoRKu-UMUT HİÇkırıklarıyla
Şimdi Şu ÂN
-da, El ÂN ŞEÂN-da,
OKU-nan ve HEP OKU-makta OL-duğun EZÂN-ından!
DeVR-ÂN-ından!
SeYR-ÂN-ından!
CeVL-ÂN-ından!
HaYR-ÂN-ından!
BENce-SENce GÖNlüne GÖNLümce,
Es SaLLât ü ves-SELLâm OLL-SîNNN!


Resim

48. SALÂVÂT-I ŞERÎFE : Muhyiddin İbni Arabî'nin SALAVAT-ı KÜBRÂsı

Euzubillâhissemiul âlimi mineşşeytanirracim min hemazitihi ve nefhahihi ve nefsihi..
Aklımın içerden dürtüştürdüğü ve nefhahihi dışarıdan üfürdüğü ve nefsihi bizzat kendisinden benim böyle oluşumdan Allah’a sığınırım.

وَقُل رَّبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ
Resim---Ve kul rabbi eûzu bike min hemezâtiş şeyâtîn(şeyâtîni) : Ve de ki: «Ey Rabbim, şeytanların dürtüştürmelerinden (kışkırtmalarından) sana sığınırım! (Mu’minûn 23/97)

Ve eûzu bike rabbi en yahdurûni âyettir.

وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَن يَحْضُرُونِ
Resim---Ve eûzu bike rabbi en yahdurûn(yahdurûni) : Ve onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım Rabbim." (Mu’minûn 23/98)

Hazırımda olmasından da..

Ve eûzu bike rabbi en yahdurûni

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Bismillâhirrahmânirrahîm


Allahumme salli ve sellim alâ Seyyidinâ Muhammedini’n- Nebiyyi’l-Ummiyyi’l- Arabiyyi’l- Kureyşiyyi’l- Hâşimiyyi’l- Mekkiyyi’l- Medeniyyi.
Sâhibi’t- Tâc ve’l- Mi’râc.
Sâhibi’l- Şeriat ve Atâyâ.
Sâhibi’l- Makâmi’l- Mahmûdi ve’l- Havdi’l- Mevrûdi.
Sâhibi’s- Sucûdi li Rabbi’l- Ma’bûd.

Mânâsı:

ALLAHım Efendimiz;
Nebiyyil-Ummî, Arabî, Kureyşî, Haşimî, Mekkî, Medenî olana,
Tâc ve Mirâcın Sâhibine,
Şeriat ve Atâ Sâhibine,
Makâm-ı Mahmud ve Havz-ı Mevrûd Sâhibine,
Tek Mabud-İbâdet edilen RABB celle celâluhu için SECDEler Sâhibine,
Salât ve Selâmımızı ulaştır.
Teslimiyet ve Sıla ulaşımımızı sağla İnşâallah..
Âmin Yâ Muîn celle celâlihu


Not: Muhyiddin İbni Arabî (radi Allahu anhu) Salavat-ı Kübrâsının çok önemli olduğunu bildirmiştir.

MuhaMMedî Muhabbetle..

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

Resim
es SeLÂM yâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem..

MakaM-ı MahMud'umuz..

KüLLî ŞEYy”-in İŞLediği
SubhÂN ALLAH SALtanatı
ReSûLULLAH’ın ->DEDiği
->Şu ÂN ->Şe’ÂN Şefâatı!.

celle celâlihu..
sallallahu aleyhi vesellem..


ZEVK 6918

KÛN feyeKÛN OYUNu-nda ->ASLın fASLı ->TEVHİD TÂCı
hER zERRe ->RABBın KÂBEsi ->HÂL-i HAZIR HÂLde HACı

NEŞR-i ELESt ->HAŞr-i MAHşer
->SıRR-ı SıFır ->SuBBûh SEFer
“MiM-i MakaM-ı MahMud”-da ->TEKBiR-i TEVHİD Mi’RÂCı!.


10.07.15 01:46
brsbrs.. tktktrsttkmdsszısszzlkk..



Şu ÂN”-ın ->ŞEÂN NEŞesi
HAKk TEVHİD
-in TÜMü TAMı
->MîM MELÂMet ->MEŞÂLEsi
->KaLB-i MuhaMMed MakaMı!.


Resim

MakaM-ı MahMud: Şefâat-ı Uzmâ.. En yüksek Şefâat Makamı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ve ÜMMetinin kavuşacağı, ALLAHu Zü’L- CeLÂL tarafından vaad edilen MakaM-ı MîM..

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا
Resim---“Ve minel leyli fe tehecced bihî nâfileten lek (leke), asâ en yeb’aseke rabbuke makâmen mahmûdâ (mahmûden).: Gecenin bir kısmında uyan ve sana özel nafile (ilâve) olarak O’nunla (Kur’ân’la) teheccüd namazı kıl! Rabbinin seni Makam-ı MahMud’a beas etmesi (ulaştırması) yakındır.”
(İsra 17/79)

Resim---Ka'b İbn Malik radiyallahu anhu şöyle dedi: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Kıyamet gününde, insanlar haşredilirler. Ben ve ümmetim bir tepenin üzerinde oluruz. Rabbim, bana, yeşil bir elbise giydirir. Sonra bana izin verilir. Ben Allah ne söylememi dilerse söylerim, işte Makam-ı MahMud, bu Makamdır." buyurdu.
(Ebu Davûd, el-ba’s, bab:23; İmam Ahmed, Müsned, III/456; Hakim, Müstedrak, II/363, 514, IV/564; Taberanî, el-Kebir, XIX/73)

Resim---İbn Mes'ud radiyallahu anhu şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Ben Makam-ı MahMud'da dururum. Yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak getirildiğinizde, ben Makam-ı MahMud'da dururum. Orası, benim ÜMMetim için şefaat edeceğim MakaMdır" buyurdu.
(Taberanî, el-Kebir, X/98: Taberanî, Tefsir, XV/99; İbn Kesir, Tefsir, V/105)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Ben ilk çağrılan olacağım. Cebrâil, Rahmân'ın sağındadır. Vallahi daha önce onu görmemiştir. Ben şöyle diyeceğim: “Rabbim! Bu, bana SEN’in onu, bana gönderdiğini söyledi.” ALLAHu Zü’L- CeLÂL da: “Doğru!” buyuracak. Sonra şefaatte bulunup şöyle diyeceğim: “Ya Rabbi! Kulların yeryüzünün her tarafındadır.” İşte bu. Makam-ı Mahmud'dur." buyurdu.
(İbn Cerîr et-Taberî, "tefsir, XV/99, XXX'72; İbn Kesir, V<108, Zebidî, İthaf. X/453.)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Ben ilk çağrılan olacağım. Cebrâil, Rahmân'ın sağındadır. Vallahi daha önce onu görmemiştir. Ben şöyle diyeceğim: “Rabbim! Bu, bana SEN’in onu, bana gönderdiğini söyledi.” ALLAHu Zü’L- CeLÂL da: “Doğru!” buyuracak. Sonra şefaatte bulunup şöyle diyeceğim: “Ya Rabbi! Kulların yeryüzünün her tarafındadır.” İşte bu. Makam-ı Mahmud'dur."
(İbn Cerîr et-Taberî, "tefsir, XV/99, XXX'72; İbn Kesir, V<108, Zebıdî, İthaf. X/453. Abdurrahman İbnu’l-Cevzi, Ashâbın Dilinden Peygamberimizin Hayatı, Uysal Kitabevi: 663)

Resim

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا
Resim---“Ve mine’l- leyli fe tehecced bihî nâfileten lek (leke), asâ en yeb’aseke rabbuke makâmen mahmûdâ (mahmûden).: Gecenin bir kısmında uyan ve sana özel nafile (ilâve) olarak O’nunla (Kur’ân’la) teheccüd namazı kıl! Rabbinin seni Makam-ı MahMud’a beas etmesi (ulaştırması) yakındır.”
(İsra 17/79)

Bu âyet-i celîle hakkında değişik tefsirlerde yer verildiği gibi, İbn Hacer de, Abd b. Humeyd’in yaptığı bir rivâyete yer vermiş ve bu rivâyette: “Makam-ı MahMud’un arşın üzerinde oturmak olduğu”, Mucahid’in görüşü olarak aktarılmıştır. (İbn Hacer, 8/400)

İmam Fahruddin Razî, el-Vahidi’den aktararak, İbn Mesud’un ve Mucahid’in, Makam-ı MahMudu, “ALLAH’ın kendisini arş üzerinde oturtması” olarak yorumladığını ve bunun kabul edilemez olduğunu şu gerekçelerle ortaya koymaya çalışır:

a) Âyette. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin Makam-ı MahMuda “ba’s” olacağı ifâde edilmiştir. Bu kelime hiç bir zaman “oturmak” anlamına gelmez.

b) Âyette “Makam” kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime “oturulacak yer” değil, “ayakta durulacak yer” anlamına gelir.

c) ALLAH’ın kulunu Arşın üzerinde -kendi yanında- oturtması, Allah için sınırlı bir yer tespiti anlamına gelir. Sınırlı yer, yaratılan varlıkların özelliğidir, ezelî olan ALLAHu Zü’L- CeLÂL için kullanılamaz. (kaldı ki, böyle bir yorum ALLAH’a cismaniyeti isnad eder ki kabul edilemez).

d) Âyette “...Böylece Rabbinin seni Makam-ı MahMuda göndermesini umabilirsin” denilmektedir. “Sultan filanca adamı gönderdi..” denildiğinde, bu ifâdeden (sultanın gönderdiği o kimseyi yanında oturtacağı değil), gönderilen kimsenin çok önemli bir iş yapacağı/gönderildiği yerdeki insanlar için önem arz eden işlerini düzelteceği, akla gelir.

Bu sebeple, bu yorum birçok yönden sakıncalıdır.
(FahreddinRazi, ilgili âyetin tefsiri)

Hadis İmamlarımız Buharî ve Müslim’de “Makam-ı MahMud”un Şefaat Makamı olduğu konusu açıkça ifâde edilmiştir.
(Buharî, Tefsiru sûreti 17, Tevhid,26; Müslim, İman,237)

Resim

HüLÂsa-yı KeLÂM;
SiLM AKLıyla NAKLuLLAH’a ULAŞan her nEFSin ->bu ÂLEMde TEK-BİR İŞİ var o da ->RABBu’L- ÂLEMîn’e ->ABduLLAH OLmaktır.. İnşÂe ALLAHu TeÂLÂ!..

ALLAHu Zü’L- CeLÂL SÖZü, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Nefesi-Sesi Kur'ÂN-ı Kerîm’imizde;


كَلَّا لَا تُطِعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ*
Resim---“Kellâ, lâ tutı’hu vescud vakterib.: Hayır! Sakın sen ona uyma; secde et ve Rabbine yaklaş.” (Alak 96/19)
(secde âyeti)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “"KuLun ALLAH'a en yakın olduğu durum, SECDE durumudur"

(Müslim, Salât, 215)



Resim

Allâhumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebiyyike ve
Rasûlike ve
Nebiyyi'l- Ummiyi ve alâ âlihi, ehl-i beytihi ve's-sahbihi ve uMMetihi...

ALLAHımız celle celâluhu!
BİZe MuhaMMedî Gayret,
PÎRimizden Hâl-i HiMMet,
RASÛLünden ŞiFâ-yı ŞeFâat,
ZÂTından İnâyet-Hidâyet-Selâmet
İZZet-i İhsÂNınla LûTFet-CEM’ et CÂNımıza İnşae ALLAH Yâ RABBenâ celle celâlihu!..


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

ResimMakaM-ı MahMud:

Resim

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا
Resim---“Ve minel leyli fe tehecced bihî nâfileten lek(leke), asâ en yeb’aseke rabbuke makâmen mahmûdâ: Gecenin bir kısmında kalk, sana aid nafile olarak onunla (Kur'an'la) namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a-şefaat makamına, övülmüş bir makama ulaştırır.”
(İsrâ 17/79)

Resim---Abdullah ibni Ömer (Radiyallahu Anhuma) şöyle dedi: “Kıyamet günü insanlar küme küme olup her ümmet kendi Nebîsinin arkasına düşerler ve: “Ey falan bize şefaat et! Ey falan bize şefaat et!” derler. En sonunda şefaat dileği Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e erişip nihayet bulur. Bu şefaat vakıası Allah’ın, Nebîsi Muhammed’i Makamı MahMud’a erdirdiği gün gerçekleşir.”
(Buhari 4521, 4522)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

MuhaMMediNuR ezANı

bİZle -> İZle ezÂN DUÂsın
s
ÖZün dİNle>HaSlarHaSın
NûRun aLÂ NûR kESSin dost
HaS-MiS OLsun->PiSin-PaSın!.
Resim
KULLuğun Denge-DüzENi
-> SıRR-ı SIFIRın >SüzENi
GEÇmiş-GELecek>şu ÂNda
>MuhaMMediNûR E z  N ı!..

ZEVK 5308

ReSÛLün KEVSER ELeSTi BİZ BİR-İZ beLÂsın >bAĞrı
->SALL-ı SALLâVât SALLâtı... ->FıRKa-yı NÂCiyye >çIĞrı
hER CÂN-ın TEK NEFESinden>RAB SÖZü>RaSûLL SESinden
>OKU! nan -> her ÂN ezÂNı!. -> ÇAĞın çİLEsine -> ÇAĞrı!..


02.03.13 15:05
brsbrs..hbrnvrmdrtdvr…



her ÂN ÂB-dESTli Ol ki,
ezÂN-ı MuhaMMediyye aleyhi's-selâmı DUYunca UY ki;
ÖNce SALLâvât.. SONra DUÂ ki..


Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin Abdike (Muhammedîyyeti) ve Nebîyyike (Mahmudîyyeti) ve Rasülûke( Ahmedîyyeti) ve Nebîyyi’l-Ümmiyi (Habibîyyeti) ve alâ âlihi, ehl-i beytihi vessahbihi ve ümmetihi... ''

Resim
tüm hadis-i şeriflerin birleştiği ezÂN DUÂmız..

Allahumme!
Rabbe hazihid- dâvetit-tammâti ves- salâti-l kâimeti, âti seyyidinâ MuhaMMedenil- vesîleti vel- fâzîleti ved- derecetir- refîate vebasühu mâkâmem- MahMudenillezi vattehu verzuknâ şefâatehu yevmel- kıyameti.
İnneke lâ tuflihu’l- mîâd!..


MeÂLi:
Allah'ım!
Ey bu tam davetin ve kılınacak namazın Rabbi!
Muhammed (aleyhi's-selâm)'e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ver!
Ve Onu kendisine vaadettiğin Makam-ı Mahmud'a ulaştır!
Kıyamet Gününde Onun Şefâatından BİZi de Rızıklandır!


ZeVKi:
Allahım!
Şimdi OKUnan bu TAMMlık Dâvetin ve,
Kıyama Kalkacak SALLın-vüCÛDa gelecek SALLâtın- ayağa Kaldırılacak Namazın RABBi!
MuhaMMed aleyhi's-selâma veSiLLeyi- Kurbiyyet SeBeBi OLuşu benim İÇin de ver!
İÇimdeki Hakikat-ı MuhaMMediye HaZZımın FaZZı FaZiletini ve YüCe DereCelerimİZi de ver!
O’nda beni de, MuhaMMedî HAMD-Kıyama KalKış İKÂmesi MakaMında kıl! O’nu ReSûl Olarak BA’S ettiğin gibi beni de MutaHhar Yüreğinde “Ölmeden Öldür!” de BA’S et-DİRİLt!
Ki ZÂTen SEN zü’l- CeLÂL >O’nu >O’na Vâ’dettin!
Geçmiş-Gelecek şu ÂN-şe’ÂN >KıYaM YeVMinde-DİRİliş GÜNÜmüzde O’nun ŞeHÂDEt ŞİFÂsıyla BİZi de RIZIKlandır!
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem SESinden >SÖZündür kİ: “SEN SÖZünden CAYmazsın!”


رَبَّنَا وَآتِنَا مَا وَعَدتَّنَا عَلَى رُسُلِكَ وَلاَ تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّكَ لاَ تُخْلِفُ الْمِيعَادَ
Resim---Rabbenâ ve âtinâ mâ vaadtenâ alâ rusulike ve lâ tuhzinâ yevmel kıyâmeh, inneke lâ tuhliful mîâd:
Ey Rabbimiz, senin peygamberlerine karşı bize va'd etdiklerini ver bize. Kıyamet günü yüzümüzü kara çıkarma. Şübhe yok ki Sen asla sözünden dönmezsin-şüphesiz Sen, va'dine muhalefet etmeyensin: (Âl-i İmrân 3/194)

ÂMiN!..
Yâ Latîf Celle Celâlihu!
Yâ Kerîm Celle Celâlihu!
Yâ Rahîm Celle Celâlihu!
Yâ Rahmân Celle Celâlihu!
Yâ Hannân Celle Celâlihu!
Yâ Mennân Celle Celâlihu!
Yâ Deyyân Celle Celâlihu!
Yâ Furkân Celle Celâlihu!
Yâ Sultân Celle Celâlihu!
Yâ Allah Celle Celâlihu!..


Hak SÖZün SıHHati SENed!
iLLâ MesNed iLLâ MesNed!..


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kim ezanı işittiği zaman: Ey şu eksiksiz davetin ve kılınacak namazın rabbi Allahım! Muhammed'e vesîleyi ve fazîleti ver. Onu, kendisine vaadettiğin makâm-ı mahmûda ulaştır, diye dua ederse, kıyamet gününde o kimseye şefâatim vâcib olur." buyurdu.
(Câbir radıyallahu anh'den; Buhârî, Ezân 8, Tefsîru sûre(17), 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 37; Tirmizî, Mevâkît 43; Nesâî, Ezân 38; İbni Mâce, Ezân 4)

İmam Beyhakî'nin rivayetinde ilk duanın sonunda bir de: "İnneke lâ tühlifü'l-mîâd = Şüphesiz ki sen vaadinden caymazsın" ilâvesi vardır.

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kim müezzini işittiği zaman: Tek olan ve ortağı bulunmayan Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve resûlü olduğuna şahidlik ederim. Rab olarak Allah'tan, resûl olarak Muhammed'den, din olarak İslam'dan razı oldum, derse, o kimsenin günahları bağışlanır." buyurdu.
(Sa'd İbni Ebî Vakkas radıyallahu anh'den; Müslim, Salât 13. Ayrıca bk. Tirmizî, Salât 42; Nesâî, Ezân 38; İbni Mâce, Ezân 4)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Müezzini işittiğiniz vakit, siz de onun dediğini söyleyiniz. Sonra benim üzerime salavat getiriniz. Çünkü her kim bana bir defa salavat getirirse, Allah ona o salavat sebebiyle on defa rahmet eyler. Sonra Allah’tan benim için Vesile’yi isteyiniz. Zîrâ Vesile Cennette bir makamdır ki, Allah’ın kullarından yalnız birisine lâyıktır. Umarım ki, o bir kişi de ben olayım. Kim benim için Vesileyi isterse, şefaatim ona vacib olur.” buyurdu.
(Müslim, Salât: 12)

Resim---Ömer b. Hattâb radıyallahu anh, bu cümle ile ilgili olarak şöyle demiştir. "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Müezzin “Allahu Ekber, Allahu Ekber" dediği vakit sizden biriniz Allahu Ekber, Allahu Ekber" der; sonra müezzin "Eşhedü en lâ ilâhe illallah"dediği vakit o da "Eşhedü en lâ ilahe illâllah" derse, sonra müezzin Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" dediği vakit, o da Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" der. Müezzin "Hayye alessalâh " dediği vakit o da Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh " der. Sonra müezzin Hayye alelfelâh " dediği vakit o da "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" derse, sonra, Allahu Ekber, Allahu Ekber" dediğinde o da Allahu Ekber, Allahu Ekber" derse, sonra müezzin Lâ ilâhe illallah"dediği vakit, o da bütün kalbiyle La ilâhe illallah" derse, Cennete girer "buyurdular"
(Müslim, Salât, 12).

Dileyen CANlar, sabah-akşam namazlarından sonra okunan İstiâze Duâsını da okuyabilir:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hâris et-Temîmî radıyallahu anhye: “Akşam namazını kıldığın zaman yedi kere şöyle de: “Allahümme ecirni mine'n-nâr: Allahım beni Cehennem azabından koru!." Şayet bu duâyı okur, o gece de ölürsen, Cenâb-ı Hak seni Cehennemden uzak kılar. Aynı şekilde sabah namazını kıldıktan sonra okur, o gün ölürsen, yine Cehennemden âzad kılınmış yazılırsın.” buyurmuşlardır.
(Ebû Dâvud, Edeb: 110; Hadis No: 5079)

MMM MuhaBBetlerimle..

Kendi > KıtMÎR Kul ihvÂNi
ALLAH Bâki > her ŞEY fÂNi…


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

Resim



MAKÂM-I MAHMÛD ÂYETİNE FARKLI BİR YAKLAŞIM

MURAT SÜLÜN DOÇ. DR., MARMARA Ü. İLAHİYAT FAKÜLTESİ
(Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 50:2 (2009), ss.13-38)
Özet
İsra suresinin 79. ayetinde geçen Makâm-ı Mahmûd terkibi genelde şefaat olarak anlaşılmaktadır. Ancak Mekke döneminde nâzil olan bu ayet ve nâzil olduğu doğal tarihî ortamı, anlama ilkeleri ışığında analiz edildiğinde ortaya farklı bir anlam çıkmaktadır: Makâm-ı Mahmûd ayeti, Hz. Muhammed'in (aleyhi's-salâtu ve's-selâm) bağımsız, özgür yeni bir vatana; Medine'ye gönderileceğini konu almaktadır. Makaleye göre bu, geleneksel anlayışa aykırı düşmektedir; ancak Makâm-ı Mahmûd'un gerçek anlamı budur. Bu sonuç, Kur'ân kavramları ile ilişkili rivayetlerin Kur'ân tefsirleri üzerinde olumsuz etkiler yapabildiğini ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kur'ân, Hz. Peygamber, Tefsir, Makâm-ı Mahmûd, vatan, bağımsızlık, Medine, şefaat
Abstract
A Different Approach to the Verse of Maqām Mahm d The expression of Maqâm Mahm d which occurs in the Qur'ân 17/79 has been understood as intercession ( شفا عة ) in general. But when we analyze this Meccan verse and its natural historical atmosphere in the light of the principles of interpretation, we find a different meaning: the Maqâm Mahm d verse means that Muhammad will be sent to a free and independent homeland (i.e. Medina). Although this meaning contradicts the commonly accepted interpretation, it turns out to be the real meaning of the Maqâm Mahm d. This conclusion clarifies that the traditional narratives about Qur'ânic concepts could affect the Qur'ânic commentaries in a negative way.
Keywords: The Qur'ân, Muhammad, Commentary, Maqâm Mahm d, homeland, independence, Medina, intercession شفا عة


Resim

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا
Resim---“Ve minel leyli fe tehecced bihî nâfileten lek(leke), asâ en yeb’aseke rabbuke makâmen mahmûdâ: Gecenin bir kısmında kalk, sana aid nafile olarak onunla (Kur'an'la) namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a-şefaat makamına, övülmüş bir makama ulaştırır.”
(İsrâ 17/79)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

Resim

GİRİŞ

Kutsal ya da seküler herhangi bir ifadenin doğru anlaşılmasını sağlayan birtakım kurallar vardır. Kur'ân-ı Kerim de bir anlama objesi olduğuna göre, onun da bir usul çerçevesinde anlaşılması beklenir. Ayet ya da surelerin, tarihî/tabiî ortamlarından soyutlanmadan, hem kendi bütünlükleri hem de Kur'ân bütünlüğü içerisinde anlaşılması Tefsir ilminin en önemli ilkesidir. (1) Şüphesiz, ayetlerin doğru anlaşılmasında Hz. Peygamber ve dâva arkadaşlarına isnat edilerek aktarılagelen sözler de büyük rol oynamaktadır; anlam, onlar sayesinde belirginleşmekte, kapsam onlar sayesinde daralıp genişlemektedir. Bununla birlikte, Kur'ân'ın nüzul dönemine ait tarihî veriler daha önemlidir; bunlar söz konusu rivayetlere göre daha kesindir. Meselâ, Hicret diye muazzam bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediği tartışılamaz. Peygamber ülkesinin merkezinin Medine olduğu, Mekkeli Müslümanların buraya hicret edip burada Hz. Peygamber'le birlikte 10 yıl yaşadıkları, devletlerinin temelini burada attıkları, ilk 25–30 yıl bu kentin Müslümanlara başkentlik ettiği tartışılabilir mi? Buna karşılık, Kur'ânî bir terkibin ne anlama geldiğine ilişkin bir rivayet pekâla tartışılabilir: Bu söz gerçekten söylenmiş midir, aktaran kişi güvenilir, mazbut biri midir, ilgili ifadeyi doğru anlamış mıdır, ne kadar doğru anlatabilmiştir, çıkan anlam Kur'ân'ın makâsıdı ile ve tarihî gerçeklerle ne kadar uyumludur?

Bu son derece önemlidir, zira
مَقَامًا مَّحْمُودًا ifadesinin geçtiği ayette Hz. Peygamber'in reel hayatı (tarihî bağlam) esas alındığında başka, bu tür sözler esas alındığında bambaşka bir anlam çıkmaktadır. Bunlardan hangisi doğru kabul edilecektir ve niçin? İşte, makalede bu tartışılmaktadır. Metod olarak; ayete yönelik genel yaklaşımı arz ettikten sonra, makâm, mahmûd ve ba's kelimelerini Kur'anî bütünlükleri içerisinde analiz edecek, nihaî değerlendirmeyi sona bırakacağız. عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا ifadesinin yer aldığı pasajdaki (17/İsra:73-83) diğer ayetleri tek tek tefsir etme cihetine gitmeyeceğiz; hatta ayetimizin namazı ilgilendiren kısmı üzerinde de durmayacağız; bunlara sadece ayetin bağlamını yansıtacak kadar temas edeceğiz. Metindeki ayet mealleri şahsımıza aittir. Vefat tarihleri Hicrîdir.

Şunu bilhassa belirtmek isteriz ki makalenin amacı, ne şefaatle ilgili ayetleri tefsir etmek
(2) ne de Hz. Peygamber'in şefaat yetkisini tartışmaktır. (3)

Bu, İslâm mezhepler tarihinde muazzam cedellere yol açmış bulunan itikadî bir konu olup bu çerçevedeki tartışmalarda savunulmadık görüş kalmamıştır, denebilir. Bu makalede, her ne kadar ihsas-ı reyden kurtulamayacak olsak da norm koyucu bir Kelâmcı edasıyla konuşmayacağımızı belirtmek isteriz. Tarafların ilgili ayetlerden çıkarsadıkları delil ve 'norm'lara yönelik değerlendirme hakkımız elbette mahfuzdur. Bizim amacımız "Makâm-ı Mahmûd" ayeti inzal edildiğinde Hz. Peygamber'e neyin müjdelendiğinin vuzuha kavuşmasıdır. Şefaat tartışmasını yürütenler, bu makaleyi bir veri olarak değerlendirirlerse makale amacına ulaşmış olacaktır.


Resim
(1) Bkz. Ahmet Nedim Serinsu, Kur'ân'ın Anlaşılmasında Esbâb-ı Nüzulün Rolü (İstanbul: Şule Yayınları, 1994), ss.289-304.
(2) Bkz. Yaşar Düzenli, Üslûp ve Semantik Açısından Kur'ân ve şefaat (İstanbul: Pınar Yayınları, 2008).
(3) Bkz. İsmet Uçma, Kur'ân ve Sünnette Şefaat (Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (MÜSBE), yayınlanmamış yüksek lisans (YL) tezi, İstanbul, 1986); Bekir Yiğit, İslâm Mezheplerinde şefaat (MÜSBE, yayınlanmamış YL tezi, İstanbul, 1986); Ahmet Uludağ, Ayet ve Hadislere Göre şefaat (Erciyes Üniversitesi SBE, yayınlanmamış YL tezi, Kayseri, 1992); Cafer Tayyar Soykök, “Kur'ân'da Şefaat ve Geleneksel Anlayış,” Haksöz, IV/67 (1996), ss.35-38; Tuncer Namlı, “Mahkeme-i Kübrâ'da İltimas Olur mu? (Şefaat),” Fecre Doğru, XXIII (1997), ss.17-25; M. Fatih Kesler, “Kur'ân-ı Kerim ve Hadislerde Şefaat İnancı,” Tasavvuf; İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, V/13 (2004), ss.119-153; Mesut Erdal, “40 Soruda Kur'ân ve Sünnete Göre Şefaat İnancı,” (İzmir: Yeni Akademi Yayınları, 2006); Mehmet Yılmaz, Kur'ân'da şefaat Kavramı ve Yaygın şefaat Anlayışının Karşılaştırılması (MÜSBE, yayınlanmamış YL tezi, İstanbul, 2007). Yürütülmekte olan şu iki tez çalışması, konunun hâla güncelliğini koruduğunu göstermektedir: Enver Durmaz, Ġtikadî Açıdan ġefaat (Uludağ Üniversitesi SBE, YL tezi); Kenan Şahin, şefaat Fikrinin Kelamî ve Sosyolojik Boyutları (Ondokuz Mayıs Üniversitesi SBE, YL tezi).
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

Resim

I. GENEL YAKLAŞIM ve DAYANAKLARI

İsra suresinin 79. ayetinde geçen " مَقَامًا مَّحْمُودًا " terkibini şefaatle ilişkilendiren çok sayıda rivayet bulunmakta; İbn Abbas, Mücahid (ö.104), Hasen-i Basrî (ö.110) ve Katâde'nin (ö.117) de bu görüşte oldukları söylenmektedir:

(i) “Te‟vîlcilerin çoğuna göre; Makâm-ı Mahmûd Hz. Peygamber'in mahşer halkını içinde bulundukları sıkıntıdan kurtarıp rahatlatacağı makamdır” diyen et-Taberî (ö.310) bu çerçevede şu rivayetlere yer vermiştir:

(a) (Kıyamet günü bütün) insanlar tek bir alanda bir araya getirilir. İlk çağrılan kişi Muhammed aleyhi's-selâm olur ve şöyle der: Buyur Allah'ım! Memnuniyetle! Hayır Senin iki elindedir; şer Sana ait değildir. Doğru yolda giden Senin doğru yola getirdiğindir. İşte kulun, önünde (ya da Ben Senin iki kulunun oğlu olan bir kulunum) neyim varsa Senin sayendedir, Sana aittir. Senden ancak Sana sığınılabilir, Senden ancak Senin sayende kurtulmak mümkündür. Sen çok cömertsin, çok yücesin! der. İşte, " عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا " ifadesi bunu anlatmaktadır
(Huzeyfe b. el-Yemân). (4)

(b) " عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا " kavli hakkında Hz. Peygamber'e soru yöneltilince, bunun şefaat olduğunu söyledi” (Ebu Hüreyre).

(c) (Kıyamet günü) Ben ve ümmetim uçsuz-bucaksız bir meydanda bulunuruz; Rabbim bana yemyeşil bir kaftan giydirir. Sonra bana izin verilir ve Allah ne dilerse onu konuşurum. İşte Makâm-ı Mahmûd budur (Kâ'b b. Mâlik).

(d) Kıyamet günü, siz yalınayak – başıkabak getirilirken, şüphesiz ben Makâm-ı Mahmûd'a otururum. Sonra Rabbim bana bir kaftan giydirir ve ben Arş'ın sağında hiç kimsenin oturmadığı öyle bir makama otururum ki öncekiler de sonrakiler de bana gıpta ederler (İbn Mes„ûd).

(e) “Allah'ın nebîsi (s.a.s.) ilk şefaatçidir. Ehl-i ilim de "Makâm-ı Mahmûd budur‟ demişlerdir” (Katâde).(5)


Resim
(4) Bkz. İbn Cerîr et-Taberî, Câmi'u'l-Beyân „an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân (Beyrut: Dâru'l-Ma'rife, 1978), XV, ss.97-98; "Abdurrezzâk es-San'ānî, Tefsîru'l-Kur'âni'l-"Azîz (Beyrut: Dâru'l-Ma'rife, 1991, nşr. A. Emin Kal'acî), I, s.328; Ebû Hayyân, el-Bahru'l-Muhît (Beyrut: Dâru İhyâ'i't-Türâsi'l'Arabî, 1990), VI, s.72; el-Kurtubî, el-Câmi'u li-Ahkâmi'l-Kur'ân (Beyrut: Dâru İhyâ'it-Türâsi'l'Arabî, 1995), V, ss.309-312; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî (Kahire: Dâru'l-Hadîs, 2004), VIII, s.465 (Buhari, Tefsîr İsra 79'un şerhi). Krş. a.mlf, a.g.e., XI, s.494 (Buhari, Rikāk 51'in şerhi).
(5) Bkz. et-Taberî, a.g.e., XV, ss.97-99; İbn Hacer, a.g.e., XI, s.480 (Buhari, Rikāk 51!in şerhi).
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

Et-Taberî, (ii) “Allah‟ın, Hz. Peygamber‟i Arş‟ının sağına oturtacağı”na dair rivayetlere de yer vermekle birlikte,(6) bunların aklen ve naklen savunulamayacağını belirterek (7) ilk görüşü evlâ bulmuştur.(8) Dikkat edilirse, bu rivayetlerin bir kısmında mahşerde tüm insanları rahatlatma teması öne çıkarılırken, bir kısmında mutlak şefaat öngörülmektedir. Bu iki görüşü nakleden el-Mâverdî (ö.450) ve el-Kurtubî (ö.671) bir başka görüş olarak (iii) “Kıyamet günü Hz. Peygamber‟e hamd sancağının (livâ‟u‟l-hamd(9) verilmesi”nden söz etmiştir.(10) Aynı içeriğe sahip bir görüş de (iv) mahşer günü Hz. Peygamber‟in Cebbâr Teala ile Cebrail arasına girmesi [yani Allah‟a Cebrail‟den bile daha yakın olması(11)] olup bunun üzerine bütün mahşer halkı Hz. Peygamber‟e gıpta edecektir.(12) El-Mâverdî, (v) Makâm-ı Mahmûd'un Hz. Peygamber‟in „ümmetinin kendisine icabet ve tasdik ettiği‟ yönündeki tanıklığı da olabileceğini söylemiştir.(13)

İbn Hacer el-„Askalânî‟ye (ö.852) göre bu rivayetler sonuçta genel şefaat anlamında birleşmektedir. Çünkü Makâm-ı Mahmûdla ilgili hadislerde zikredilen şefaat iki çeşittir: İlki, Allah'ın nihaî hükmünü muazzam bir sıkıntı ve dehşet içerisinde beklemekte olan mükellef varlıkların (ehl-i mevkıf) sıkıntısını sona erdiren mahkeme-i kübrânın başlatılması anlamında müslim-gayrımüslim herkesi kapsayan genel şefaat; ikincisi ise ümmet-i Muhammed'den olan günahkârları Ateş‟ten çıkartacak özel şefaattir. (14)

Elmalılı (ö.1942) bütün bu görüşleri gayet güzel özetlemektedir: “Makâm-ı Mahmûd; „herkesin hamd ile tebcîl edeceği muazzam makam‟ demektir ki hakîkat-i hamdin müteallâkı olan kurb-i mutlak makâmı, yani ehâdîs-i şerîfede vârid olduğu üzere livâ‟u‟l-hamd altında şefâat-i kübrâ makâmıdır.”(15)

Müfessirlerin Makâm-ı Mahmûd anlayışının bu ve benzeri rivayetlerden (16) etkilenmediğini söylemek çok zordur.(17) Nitekim eş-Şevkânî (ö.1250) Makâm-ı Mahmûdun ne olduğuna ilişkin şefaat hadislerinin mütevâtir olduğundan bahisle, bunlarla amel edilmesi gerektiğini söylemiştir.(18)

Makâm-ı Mahmûd'un Hz. Peygamber'in şefaat yetkisi olduğu üzerinde icmâ oluştuğu söylenmiş (19) ise de Havâric ile Ehl-i Adl ve't-Tevhîd'in bu icmâda yer almadıkları aşikârdır. Nitekim ez-Zemahşerî (ö.538) “Makâm-ı Mahmûd tabiri, mutlak mânada 'hamd etmeyi gerektiren her tür değer' için kullanılır” dedikten sonra; “Şefaat Makâm-ı Mahmûd'un tamamı değil, bir bölümüdür; şefaat de onun kapsamına girer” demiştir.(20) Ebu Hayyân (ö.745) da مَقَامًا ve مَّحْمُودًا kelimelerinin ayette belirsiz getirilmiş olmasından hareketle (21) bu makamın belli bir makam olmadığını vurgulamıştır.(22) Çağdaş müfessirlerden Süleyman Ateş'e göre Makâm-ı Mahmûd'un şefaat makamı olduğuna dair ayette en küçük bir delil yoktur. O, bu konudaki rivayetlerin abartıldığı ve zamanla oluşturulduğu kanaatindedir. Ancak kendisi, „gerçeği Allah bilir‟ diyerek herhangi bir anlam önermemiştir. (23) Mir Hüseyin Baküvî (ö.1939) ise Keşfu'l-Hakâyık 'an Nuketi'l-Âyâti ve'd-Dekâyık adlı eserinde (24) ayete farklı bir açılım getirmiştir. Ona göre, yüce Allah bu ayetle peygamberine şöyle demektedir: “Ey Resûlüm! Bu Mekkeliler sana eziyet verip incitiyorlar. Ümitvar ol ki Allah seni bunlardan kurtarıp büyük bir makam ve mertebeye ulaştıracaktır. O zaman, senin düşmanların senin izzet ve celâline bakıp nâçâr kalacaklar.” İslâm ordusu Mekke'ye girerken Ebu Süfyan'ın, Hz. Peygamber'in haşmeti karşısında artık bir şey yapamayacağını anladığını hatırlatan Baküvî, “Böylece Allah onu çok büyük bir makama ulaştırdı. Allah bu haberi Mekke'de vermişti. Resulullah Medine'ye hicret ettikten sonra, Allah'ın vaadi tamam oldu' demektedir. (25) Bu ibareden, Hz. Peygamber'in, Makâm-ı Mahmûd'a Medine'ye hicret ettikten yaklaşık sekiz sene sonra, Mekke'nin fethi ile ulaşmış olduğu anlaşılmaktadır. Yani, makâm kavramı manevî bir rütbe olarak anlaşılmaya devam etmektedir.

Sufîlerin Makâm-ı Mahmûd'a yaklaşımları da genel Peygamber telakkilerine paralel olarak 'havâss'a has anlamlardır. Sözgelimi İbn Arabî (ö.638), “Makâm-ı Mahmûd bütün makamların mercii ve bütün ilahî isimlerin tecellîgâhıdır. Hz. Muhammed‟e mahsustur; şefaat kapısı bu makamda açılır” (26) derken, yaklaşık bir asır sonra el-Kâşânî (ö.736) ayetin ilgili kısmını; “Rabbinin, seni, kâffe-i mevcûdâta hamdi vâcip olan bir makamda ba's eylemesi me'mûldür” şeklinde anlamış ve bunu Sufilerin Peygamber telakkisine ters sayılabilecek bir şekilde açıklamıştır: “Cümle eşyâya hamdi vâcip olan makâm Mehdî'nin zuhûru ile hâtem-i velâyet makâmıdır. Zira hâtem-i nübüvvet yalnız bir cihetten, hâtem-i nübüvvet olmak cihetinden, Makâm-ı Mahmûddadır; hâtem-i velâyet cihetinden ğayr-ı Mahmûddur. Hâtem-i nübüvvet bu cihetten hamdiyet [hâmidiyyet] makâmındadır. İmdi, hâtem-i velâyette tamam olduğu vakit her vecihten Makâm-ı Mahmûdda olur.”(27)

"Aynı ayet hakkında, hepsi de doğru olmak şartıyla bu kadar farklı/zıt görüş olabilir mi?" diye sorarak, anlama usulü (28) çerçevesinde ayetimizi tefsir etmek istiyoruz.


Resim

(6) Allah'ın Hz. Peygamber'i Arş'a oturtacağı şeklindeki görüş Mücahid'e; Kürsî'ye oturtacağı şeklindeki görüş ise Abdullah b. Selâm'a aittir; bkz. el-Bağavî, Me'âlimu't-Tenzîl (Beyrut: Dâru'l-Ma'rife, 1992), nşr. H. A. el-'Akk ve Mervan Süvâr), III, s.132.
(7) Buna rağmen, el-Kurtubî'nin eleştirmesinden kurtulamamıştır; bkz. el-Kurtubî, a.g.e., V, s.311.
(8) Bkz. et-Taberî, a.g.e., XV, ss.97-98.
(9) Ebû Sa'îd el-Hudrî'den nakledildiğine göre, Allah Resûlü şöyle demiştir:
“Kıyamet günü Adem oğullarının efendisi ben olacağım, ama asla övünmem; hamd sancağı benim elimde olacak, ama asla övünmem; o gün ne Adem ne de onun dışında hiçbir peygamber yoktur ki benim sancağının altında bulunmasın, ama asla övünmem” (bkz. Et-Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân 18; İbn Mâce, Zühd 37; el-Kurtubî, el-Câmi'u li-Ahkâmi'l-Kur'ân, V, s.311).
(10) Bkz. el-Mâverdî, en-Nuket ve'l-'Uyûn, nşr. es-Seyyid b. 'Abdulmaksûd (Beyrut: Dâru'l-Kütübi'l-'İlmiyye, tsz.), III, ss.263-264; el-Kurtubî, a.g.e., V, s.311.
(11) Bununla birlikte, o dehşet günü Rahman'ın sağında Cebrail'in oturacağı, ilk çağrılan kişinin Hz. Peygamber olacağı ve onun "Ya Rabbi! Bu, Senin kendisini bana gönderdiğini haber vermişti?‟ diyeceği, Allah'ın da 'doğru söylemiş' buyuracağı, bunun üzerine; "Ya Rabbi! Senin kulların dünyanın dört bir tarafında Sana kulluk ettiler …‟ diyerek şefaat edeceği de rivayet edilmiştir (bkz. es-San„ānî, a.g.e., I, s.328).

(12) Bkz. et-Taberî, a.g.e., XV, ss.97-98; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI, ss.480.
(13) Bkz. el-Mâverdî, a.g.e., III, s.264.
(14) Bkz. Fethu'l-Bârî, XI, ss.480-481. Benzer bir değerlendirme için bkz. İbn 'Atıyye el-Endelusî, el-Muharraru'l-Vecîz fî Tefsîri'l-Kitâbi'l-'Azîz, nşr. 'Abdusselâm 'A. Muhammed (Beyrut: Dâru‟l-Kütübi‟l-„İlmiyye, 1993), III, s.479; el-Kurtubî, a.g.e., V, s.310.
(15) Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili (HDKD) (İstanbul: Matbaa-i Ebüzzıya, 1936), IV, s.3194.
(16) Makâm-ı Mahmûd'u şefaatle ilişkilendiren diğer rivayetler için bkz. el-Bağavî, Me'âlimu't-Tenzîl, III, ss.130-132; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ân (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1987), III, ss.53-58; Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur‟ân‟ı Tefsiri (İzmir: Işık Akademi Yayınları, 2006), II, ss.95-96.
(17) Örnek olarak bkz. et-Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XV, ss.97-98; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm, III, s.55. El-Mâturîdî bunu üçüncü görüş olarak verir; bkz. Te'vîlâtu'l-Kur'ân, tah. Halil İbrahim Kaçar (İstanbul: Mizan Yayınları, 2007), VIII, s.340.
(18) Bkz. eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr el-Câmi'u Beyne Fenneyi'r-Rivâye ve'd-Dirâye mine't-Tefsîr (Kahire: Şeriketu ve Matba'atu Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1964), III, s.252.
(19) Bkz. Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb (Beyrut: Dâru'l-Kütübi'l-'İlmiyye, 1990), XXI, s.26.

(20) Cârullah ez-Zemahşerî, el-Keşşâf 'an Hakā'ikı Ğavâmidı't-Tenzîl ve 'Uyûni'l-Ekāvîl fî Vucûhi't-Te2vîl, nşr. M. Mürsî 'Âmir (Kahire: Dâru'l-Mushaf, tsz.), III, s.189.
(21) Krş. er-Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb, XXI, s.26; (er-Râzî'ye göre مَقَامًا مَّحْمُودًا kelimelerinin belirsiz getirilmiş olması, Hz. Peygamber'in bu makamda elde edeceği hamdin eksiksiz, muazzam bir hamd olduğunu gösterir).
(22) Bkz. Ebu Hayyân, el-Bahru'l-Muhît, VI, s.72.
(23) Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'ın ÇağdaĢ Tefsiri (İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 1988), V, s.242.
(24) Bu eser, Ahmet Dolunay tarafından Gerçeğin Doğuşu; Alevî Kur'ân Tefsiri (İstanbul: Merkür Yayınları, 2000) adıyla iki cilt halinde neşredilen kitaptır. Alevî–Sünnî diyaloğuna bir katkı sağlama amacıyla da olsa eserin adının değiştirilmesi pek doğru olmamıştır.
(25) Bkz. Ahmet Bedir, Baküvî Tefsirinin Tahlil ve Tahrîci (Harran Üniversitesi SBE, yayımlanmamış doktora tezi, Şanlıurfa 1997), EK-I, s.422. Makām-ı Mahmûda yönelik araştırmalarımızı bitirdiğimiz sırada Baküvî'nin bu görüşünden bizi haberdar eden Sabuhi Şahavatov‟a teşekkür ederiz.
(26) Bkz. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân (İstanbul: Eser Neşriyat, 1389), V, s.192
Resim
(27) Abdurrezzak el-Kāşânî, Te'vîlât-ı Kāşâniyye, nşr. M. Vehbi Güloğlu, çev. Alirıza Doksanyedi, (Ankara: Kadıoğlu Matbaası, 1988), II, s.213.
(28) Anlam, anlama, doğru anlama, öznel/sübjektif anlam-nesnel/objektif anlam, anlama faaliyetinin kavramsal araçları ve bu çerçevede sağlam bir altyapı oluşturmak için bkz. Halis Albayrak, Kur‟ân‟ın Bütünlüğü Üzerine (İstanbul: Şule Yayınları, 1992); Dücane Cündioğlu, Kur'ân'ı Anlamanın Anlamı (İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2009). Ayrıca, III. Kur‟ân Haftası Kur‟ân Sempozyumu, 13-19 Ocak 1997 (Ankara: Fecr Yayınları, 1998), özellikle ss.137-263‟teki tebliğ ve müzakereler; Fazlur Rahman, Ġslâm ve ÇağdaĢlık, çev. Alparslan Açıkgenç (Ankara: Ankara Okulu yayınları, 1998), ss.51-63 (giriş bölümü); Ġslamî AraĢtırmalar Dergisi (Ankara: 1996), IX:1-4, ss.119-134; Kur‟ân‟ı Anlamada Tarihsellik Sempozyumu (İstanbul: Bursa KURAV, 2000).
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

Resim

II. BİZİM YAKLAŞIMIMIZ

II.1. MakâM MahMûd Ayetinin Bağlamı

"عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا" ayet-i kerimesinde"Hz. Peygamber'in övgüye değer bir yere gönderilebileceğibelirtilmektedir ki bu makale bu makamın ne olduğunu açıklığa kavuşturmak amacıyla yazılmıştır. Bunu tespit etmeye çalışırken, öncelikle ayetin sebeb-i nüzulüne, tarihî bağlamına ve siyak-sibâkına bakacağız.

Bilindiği üzere, esbâb-ı nüzûle dair eserlerde Kur'ân ayetlerinin tamamı hakkında kayıt bulunmamaktadır. Ancak Kur'ân-ı Kerim'in bütün ayetlerinin bir nüzûl ortamı olduğu aşikârdır. Hz. Peygamber'i ve etrafındakileri çevreleyen bütün olgu ve olayların Kur'ân'ın ilk muhataplarının yaşadığı sosyo-kültürel çevrenin; sahip oldukları inanış, düşünce, duygu, algı, kaygı, tutum, davranış ve eylemlerin Kur'ân'ın genel nüzul sebebi olduğu söylenebilir. Bu bakımdan, ayetlerin sahih bir Siyer kaynağı eşliğinde okunması, Kur'ân'ı anlama adına son derece faydalı olacaktır.
(29) Söz konusu çerçeveyi, hatta Cahiliye dönemini de ekleyerek iyi anlamanın, Kur'ân-ı Kerim'in doğru anlaşılmasındaki rolü yadsınamaz.

Esbâb-ı nüzule dair rivayetlerde bu ayetin nüzul sebebi müstakil olarak değil, içinde geçtiği pasaj
(17/İsra:73-80) dolayısıyla verilmektedir. Sözgelimi el-Mâverdî, 76. ayetteki "لِيُخْرِجوكَ مِنْهَا" ifadesini tefsir ederken, "Peygamberi çıkaracak olanlar ve "çıkaracakları yer ile ilgili rivayetleri dört başlık altında toplamıştır:

(i) Bunlar, “Burası [Medine] peygamberler toprağı değildir; peygamberler toprağı Suriye bölgesidir ( أرض الشام )” diyerek Hz. Peygamber'i Medine'den çıkartmaya çalışan Yahudilerdir (Süleyman et-Teymî30).

(ii) Bunlar, hicretten önce Hz. Peygamber'i Mekke'den çıkartmaya çalışan Müşriklerdir (Katâde).

(iii) Pasajda, Müşriklerin Hz. Peygamber'i Arap Yarımadasının tamamından çıkartmayı arzuladıklarından bahsedilmektedir.

(iv) Pasajda, Müşriklerin Hz. Peygamber'i ortadan kaldırmayı, yeryüzünden tamamen silmeyi arzuladıklarından bahsedilmektedir (Hasen-i Basrî).(31)

Dikkat edilirse, son üç görüş, nüanslar bir tarafa, birbirini tamamlayıcı mahiyettedir. Son üç rivayette ayetler Mekkî sayılırken, sadece ilk rivayette ayetler Medenî sayılmaktadır. Es-Suyûtî pasaja ilişkin rivayetlerin en sahihinin Mekke çerçevesindekiler olduğunu belirtmiş;(32) İbn Kesîr (ö.774) de ayetlerin Mekkî olduğunu belirterek ilk rivayeti zayıf bulmuştur.(33) O halde, pasaj Mekke siyasî ve ekonomi çevrelerinin, baskılarını iyice artırdıkları bir sırada; hicretten birkaç yıl önce –İbn 'Âşûr'un (ö.1393) dediği gibi, bi'setin 12. yılında; 621'de yapılan I. Akabe biatinden az önce (34)– inzal edilmiştir.(35) Yani, Müşriklerin, Hz. Peygamber'i sıkıştırarak ondan, vahyi değiştirmesini isteyip, sonuçta, red cevabı aldıkça; "Muhammed'i zindana mı tıksak, Mekke'den sürmekle mi yetinsek yoksa katledip tamamen ortadan mı kaldırsak?” (36) diye tartıştıkları bir ölüm-kalım döneminde. Şu ayetler bunu net olarak yansıtmaktadır:

(Ey Peygamber!) Bu (putperest)ler 'Bizim sana vahyettiklerimizden başka şeyler uydurup Bize mâl edesin' diye az daha seni ayartacaklardı! –Seni, ancak o zaman dost edineceklerdi!– Seni sebat ettirmeseydik, sen de az da olsa bunlara yanaşmıştın! Ama bak, böyle bir şey olsaydı, sana hem hayattakinin hem de ölümden sonrakinin (yani, dünyevî ve uhrevî azabın) katmerlisini tattırırdık; sonra, kendini Bize karşı koruyacak birini de bulamazdın! Bu (putperest)ler az daha seni yurdundan çıkaracak (hatta bununla da yetinmeyip) seni yeryüzünden tamamen söküp atacaklardı. –Ama o takdirde, kendileri de senden sonra ancak az bir süre kalabilirler! Çünkü senden önce göndermiş olduğumuz resûllerle ilgili uygulamamız böyledir ve Bizim uygulamalarımızda değişiklik bulamazsın. (17/İsra:73-77)

Müteâkip ayetlerin (37) de gösterdiği üzere, Hz. Peygamber'in bu zor durumda yapabileceği tek şey Rabbine sığınmaktı. Büyük bir sıkıntı içinde, ölüm-kalım mücadelesi veren Hz. Peygamber –insanın yüce Allah'la irtibatının en büyük sağlayıcısı olan– namazı (zikrullah) günün tamamına yayacak şekilde, ama özellikle geceleyin kılarak Rabbine sığındığı takdirde, Rabbi de kendisine bir çıkış yolu gösterebilecekti.

İzleyen ayette
(38) ise Hz. Peygamber'e namazın yanı sıra"sürekli Rabbin'den bir çıkış yolu istemesi emredilmiştir. Bu ayet MakâM-ı MahMûd terkibinne Kur'ân bütünlüğü çerçevesinde yaklaşma gereği bakımından son derece önemlidir. Çünkü ayette, Hz. Peygamber'in gönderileceği bu Makâmın mahiyeti hakkında ipuçları bulunuyor. Bu makâm öyle bir yerdir ki bir yerden 'çıkılarak' 'girilecek'tir. Ve 'çıkılacak' yerin, ölüm-kalım mücadelesinin verildiği Mekke olduğu aşikâr (39) ise de 'girilecek' yerin neresi olduğu; Habeşistan mı, Tâif mi yoksa bir başka yer mi olduğu, o an itibariyle hâla kesin değildir. Hatta Hz. Peygamber'in oraya gönderilip gönderilmeyeceği dahi kesin değildir. Çünkü söz konusu müjde, 'me'muldür', 'bakarsın' ya da 'belki' diye çevirebileceğimiz "عَسَى" ile verilmiştir; bu, Hz. Peygamber'i ümitvar kılmaya yönelik şartlı bir ifadedir (ıtmâ'). –Müfessirler "Allah'la ilgili kullanılan bu tür ifadelerin gereklilik ve kesinlik ifade ettiği" kanaatinde (40) olduklarından, ilgili cümle kesin bir ilahi vaat gibi algılanmıştır ki gerçekten de çok geçmeden kesinleşmiştir.

Akabindeki ayetlere göre ise bu gönderiş gerçekleştiğinde, şu an zayıf bulunan hak güçlenip onu boğmak üzere bulunan batılın zayıflayacağı bir süreç başlayacaktır. Kur'ân'ın bu müjdeleri Mekke'de büyük bir baskı altında yaşayan müminlerin yüreğine su serperken, baskıcı putperestlerin hüsranını artıracaktır. (41)


وَإِن كَادُواْ لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ لِتفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ وَإِذًا لاَّتَّخَذُوكَ خَلِيلاً
Resim---Ve in kâdû le yeftinûneke anillezî evhaynâ ileyke li tefteriye aleynâ gayrahu ve izen lettehazûke halîlâ(halîlen) : Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi.
(İsra 17/73)

وَلَوْلاَ أَن ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدتَّ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئًا قَلِيلاً
Resim---Ve lev lâ en sebbetnâke lekad kidte terkenu ileyhim şey’en kalîlâ(kalîlen) : Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin.
(İsra 17/74)

إِذاً لَّأَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيَاةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لاَ تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَصِيرًا
Resim---İzen le ezaknâke di’fal hayâti ve di’fal memâti summe lâ tecidu leke aleynâ nasîrâ(nasîran) : Bu durumda, biz sana, hayatında kat kat, ölümün de kat kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın.
(İsra 17/75)

وَإِن كَادُواْ لَيَسْتَفِزُّونَكَ مِنَ الأَرْضِ لِيُخْرِجوكَ مِنْهَا وَإِذًا لاَّ يَلْبَثُونَ خِلافَكَ إِلاَّ قَلِيلاً
Resim---Ve in kâdû le yestefizzûneke minel ardı li yuhricûke minhâ ve izen lâ yelbesûne hilâfeke illâ kalîlâ(kalîlen) : Yine onlar, seni yurdundan çıkarmak için nerdeyse dünyayı başına dar getirecekler. O takdirde, senin ardından kendileri de fazla kalamazlar.
(İsra 17/76)

سُنَّةَ مَن قَدْ أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِن رُّسُلِنَا وَلاَ تَجِدُ لِسُنَّتِنَا تَحْوِيلاً
Resim---Sunnete men kad erselnâ kableke min rusulinâ ve lâ tecidu li sunnetinâ tahvîlâ(tahvîlen) : (Bu,) Senden önce gönderdiğimiz resullerimizin bir sünnetidir. Sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.
(İsra 17/77)

أَقِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا
Resim---Ekımis salâte li dulûkiş şemsi ilâ gasakıl leyli ve kur’ânel fecri, inne kur’ânel fecri kâne meşhûdâ(meşhûden) : Güneşin sarkmasından gecenin kararmasına kadar namazı kıl, fecir vakti (namazda okunan) Kur'an'ı, işte o, şahid olunandır.
(İsra 17/78)

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا
Resim---“Ve mine’l- leyli fe tehecced bihî nâfileten lek (leke), asâ en yeb’aseke rabbuke makâmen mahmûdâ (mahmûden).: Gecenin bir kısmında uyan ve sana özel nafile (ilâve) olarak O’nunla (Kur’ân’la) teheccüd namazı kıl! Rabbinin seni Makam-ı MahMud’a beas etmesi (ulaştırması) yakındır.”
(İsra 17/79)

وَقُل رَّبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَل لِّي مِن لَّدُنكَ سُلْطَانًا نَّصِيرًا
Resim---Ve kul rabbi edhılnî mudhale sıdkın ve ahricnî muhrace sıdkın vec’al lî min ledunke sultânen nasîrâ(nasîran) : Ve de ki: "Rabbim, beni (girilecek yere) doğru bir girdirişle girdir ve (çıkarılacak yerden) doğru bir çıkarışla çıkar ve katından bana yardımcı bir kuvvet ver."
(İsra 17/80)

وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
Resim---Ve kul câel hakku ve zehekal bâtıl(bâtılu), innel bâtıle kâne zehûkâ(zehûkan) : De ki: "Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şüphesiz batıl yok olucudur."
(İsra 17/81)

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا
Resim---Ve nunezzilu minel kur’âni mâ huve şifâun ve rahmetun lil mu’minîne ve lâ yezîduz zâlimîne illâ hasârâ(hasâran) : Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını arttırmaz.
(İsra 17/82)


Resim

(29) İzzet Derveze'nin Kur'ân'a göre Hz. Muhammed'in Hayatı, çev. Mehmet Yolcu (İstanbul: Ekin, 1998) ve et-Tefsîru'l-Hadîs; Nüzul Sırasına Göre Kur'ân Tefsiri, çev. M. Baydaş ve V. İnce (İstan-bul: Ekin, 1998), Muhammed Hamidullah'ın İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ (İstanbul: İrfan, 1980), Süleyman Ateş'in Kur'ân'a Göre Hz. Muhammed'in (s.a.s.) Hayatı (İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 2008) adlı eserleri bu paralelliği kurarken yararlanabileceğimiz eserlerden bazılarıdır.
(30) Hz. Osman, İbn Abbas (bkz. el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nuzûl (Kahire: Müessesetül-Halebî ve Şurekâhu, 1968), ss.196-197), ve Sa'îd b. Cübeyr gibi kişilere de isnat edilen bu görüşe göre, Hz. Peygamber de bunun üzerine Yahudileri haklı bularak Suriye'ye yönelik Tebuk seferine azîmet etmiştir. Bu, eş-Şevkânî'de daha tafsilatlı yer almakla birlikte, hem isnadının dikkatle incelenmesi gerektiği hem de Tebuk seferinin Mûte'de katledilen Sahabilerin kanını yerde bırakmamak amacı ile gerçekleştirilmiş olduğu gerekçesiyle sahih kabul edilmemiştir (Bkz. İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm, III, s.53; eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, III, s.249).
(31) Bkz. el-Mâverdî, en-Nuket ve'l-'Uyûn, III, s.263. Ayrıca bkz. Celâleddîn es-Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl fî Esbâbi'n-Nuzûl (Dimaşk: Dâru Kuteybe, 1987), ss.170-171; eş-Şevkânî, a.g.e., III, s.249.
(32) Bkz. es-Suyûtî, a.g.e., ss.171-172; Ümeyye b. Halef ve Ebu Cehl (Amr b. Hişâm) gibi Kureyş'in ileri gelenleri Allah Resûlü'ne gelerek; “Gel sen bizim tanrılarımıza hürmetle yüz sür, biz de senin dinine girelim” dediler. Hz. Peygamber de kavminin İslâm'a girmesini çok arzuladığı için, rikkate geldi [yani, onların teklifine temayül ederek yumuşar gibi oldu]. Bunun üzerine, 'Bunlar 'Bizim sana vahyettiklerimizden başka şeyler uydurup Bize mâl edesin' diye az daha seni ayartacaklardı'dan 'Bana kendi katından, Senin yardımına mazhar bir güç ver'e kadarki ayetler (17/İsra:73-80) inzal edildi.
(33) Bkz. İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm, III, s.53.
(34) Bkz. Tâhir b. 'Âşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr (Beyrut: Müessesetü‟t-Târîh, 2000), XIV, s.147.
(35) Mehdî Bâzergân, İsra suresinin 9-54, 63-64, 73-83, 103-111. ayetlerini peygamberliğin 8. yılına; Hicret'ten 5 sene öncesine yerleştirmiştir. Bkz. Bâzergân, Kur'ân'ın Nüzul Süreci, çev. Yasin Demirkıran ve M. Muhammed Feyzullah (Ankara: Fecr Yayınları, 1998), s.132.
(36) Aşağıdaki ayetlerde bu konuşmalara da temas edilmektedir: '(Ey Bedir gazileri!) Hatırlarsanız bir zamanlar, ülkenizde, insanların kapıp götürüvermesinden korkan zavallı bir azınlıktınız; şükredesi-niz diye sizleri (Medine'de) O barındırdı, yardımı ile sizi O güçlendirdi ve size tertemiz bazı şeyler ihsan etti … (Resûlüm!) Hatırlarsan, kâfirler sana; ya seni hapsetmek ya öldürmek ya da yurdundan çıkarmak için tuzak kuruyorlardı ... Kuruyorlardı ama Allah da bir karşı tertip hazırlıyordu; –ki Allah, böyle tertip hazırlayanların en iyisidir.' (8/Enfal:26-30).
(37) 'Güneşin, öğleyin dönüşünden gece karanlığının bastırmasına kadar belli vakitlerde namazı dosdoğru kıl; özellikle sabah okuyuşunu ihmal etme... Çünkü sabahki okuyuş şahitlidir. Kendine özgü fazladan bir irtibat vesilesi olarak, gecenin belli bir bölümünde de onunla [yani Kur'ân okuduğun namazla] uykunu böl. Böylece, Rabbin, seni övgüye değer bir makama gönderebilir.' (17/İsra:78-79).
(38) “De ki: Ya Rabbi! Beni gireceğim yere doğruluk ve içtenlikle sok; çıkacağım yerden de doğruluk ve içtenlikle çıkar. Ve bana kendi katından, Senin yardımına mazhar bir güç ver!" (17/İsra:80).
(39) Bu aşikâr olmakla birlikte, kaynaklarda farklı görüşler mevcuttur. Sözgelimi ez-Zemahşerî, Resim tabirlerini –ba'stan sonra zikredilmiş olmalarını delil getirerek– her tür kötülükten uzak biçimde tertemiz bir şekilde kabre girip ba's esnasında da ilahî gazaptan emin, ilahî rıza ve ikramlara ermiş biçimde kabirden çıkmak şeklinde anlar. Bunların Medine ve Mekke olabileceğini ise ikinci görüş olarak verir. Üçüncü sırada, Peygamber'in Mekke'den müşriklerden emin olarak çıkıp daha sonra galip ve muzaffer olarak tekrar oraya girmesine; dördüncü sırada, Sevr mağarasına sâlimen girip sâlimen çıkmasına; beşinci sırada, kendisine yüklenen muazzam işe –yani, peygamberliğe– girip yükümlü olduğu bu vazifeyi eksiksiz biçimde ifa ederek tamamlamasına; altıncı olarak, taate; yedinci olarak da girilip çıkılabilecek her şey olduğu şeklindeki yoruma yer verir ki ilki dışında tamamını قيل temrîz sıygasıyla vermiştir (ez-Zemahşerî, a.g.e., III, s.190). Bu görüşler et-Taberî ve el-Mâturîdî tefsirlerinde de –farklı sıralama ve ifadelerle– mevcuttur (Bkz. et-Taberî, Câmi„u'l-Beyân, XV, 100; el-Mâturîdî, Te'vîlâtu'l-Kur'ân (Kaçar), VIII, 341; el-Bağavî, Me'âlimu't-Tenzîl, III, 132; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 58).
(40) El-Mâturîdî, Te'vîlâtu'l-Kur'ân, tah. Murat Sülün (İstanbul: Mizan Yayınları, 2007), IX, s.42; Celâleddin es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr fi't-Tefsîri bi'l-Me‟sûr (Beyrut: Dâru'l-Fikr, 1983), I, s.587.
(41) “De ki: Artık hak geldi, batıl can çekişmekte; zaten batıl can çekişmeye mahkûmdur. Böylece, Kur‟ân‟dan müminler için rahmet ve şifa olan öyle ayetler indirmiş oluyoruz ki, onlar zalimlerin sadece hüsranını artırır” (17/İsra:80-82).
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

II.2. Kelime Analizleri(محمود، مقام، بعث )

Bu kelimeleri ayetteki sıralarına göre; ba's – makâm – mahmûd sırası ile değil, “hamdi gerektiren bir makâma gönderebilir” mealindeki diziliş sırasına göre; mahmûd – makâm – ba's sırasıyla vereceğiz.

II.2.1. MahMûd (محمود)

Ayette makâmın sıfatı olarak kullanılan MahMûd kelimesi, hamd kökünden ism-i mef'ul olup "hamdedilen/övülen‟ anlamına gelir. Tâhir b. "Âşûr‟un da belirttiği gibi, MahMûdun MakâMın sıfatı oluşu mecazîdir; çünkü MahMûd olan MakâM değil, sahibidir; o övülmekte, ona hamdedilmektedir.(42) Ez-Zemahşerî'ye göre, “sahibine hamd etmeyi gerektiren her tür değere (el-kerâmât) mutlak olarak MakâM-ı MahMûd denebilir.”(43) Bu görüşü Ebu Hayyân(44) da uygun bulmuş olmakla birlikte kime, kim(ler) tarafından hamdedileceği hususu ihtilâflıdır. Bu hamdin, mahşeri olanca dehşeti ile yaşayan ehl-i mevkıf tarafından edileceği(45) savunulduğu gibi, Hz. Peygamber'in geceleyin teheccüde kalkarak işbu makamın akıbetine hamdedeceği de söylenmiştir. Ez-Zemahşerî'ye göre ise bu terkiple öyle bir kalkış yeri kastedilmektedir ki hem orada duran kişi hem de onu tanıyan herkes o sebeple hamdedecektir.(46)

Ayetimizin yer aldığı İsra suresinde, مَقَامًا مَّحْمُودًا tamlamasının karşıtlarına yer verilmiş olduğu görülmektedir; bu, hamdin manasını tebarüz ettirmemizi sağlayabilir. Nitekim MakâM-ı MahMûd müjdesinin, Hz. Peygamber'i –ve onun şahsında herkesi– birtakım kötü akıbetlere karşı uyaran


مَذْمُومًا مَّدْحُورًا - مَذْمُومًا مَّخْذُولاً - مَلُومًا مَّحْسُورًا-مَلُومًا مَّدْحُورًا sıfatlarına(47) karşılık kullanılmış olduğu, el-Mâturîdî'nin (ö.333) dikkatinden kaçmamıştır.(48) Bu tamlamalar ve varit oldukları ayetler şöyledir:

“Her kim peşin gelecek olan (dünyalığ)ı isterse ona: –tabiî diledikleri-mize– dilediğimizi orada hemen verir; sonra da ona bir Cehennem yaratırız da kötülenmiş, kovulmuş olarak ( مَذْمُومًا مَّدْحُورًا) oranın dibini boylar!”(17/İsra:18)

مَّن كَانَ يُرِيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فِيهَا مَا نَشَاء لِمَن نُّرِيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلاهَا مَذْمُومًا مَّدْحُورًا
Resim---Men kâne yurîdul âcilete accelnâ lehu fîhâ mâ neşâu li men nurîdu summe cealnâ lehu cehennem(cehenneme), yaslâhâ mezmûmen medhûrâ(medhûran) : Kim çarçabuk olanı (geçici dünya arzularını) isterse, orada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabuklaştırırız, sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona, kınanmış ve kovulmuş olarak gider.(İsra 17/18)


“Allah‟la beraber başka bir ilâh edinme. Sonra kınanmış, yüz üstü bıra-kılmış olarak ( مَذْمُومًا مَّخْذُولاً) kalakalırsın!” (17/İsra:22)

لاَّ تَجْعَل مَعَ اللّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتَقْعُدَ مَذْمُومًا مَّخْذُولاً
Resim---Lâ tec’al meallâhi ilâhen âhara fe tak’ude mezmûmen mahzûlâ(mahzûlan) :Allah ile beraber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun. (İsra 17/22)


“Elini ne boynuna asılı hâle getir ne de büsbütün aç; sonra kınanmış ve perişan olarak ( مَلُومًا مَّحْسُورًا) kalakalırsın!” (17/İsra:29)

وَلاَ تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلاَ تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَّحْسُورًا
Resim---Ve lâ tec’al yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı fe tak’ude melûmen mahsûrâ(mahsûran) : Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.(İsra 17/29)


“Allah‟la beraber başka bir ilâh edinme. Sonra kınanmış, kovulmuş olarak (مَلُومًا مَّدْحُورًا) Cehenneme atılırsın!” (17/İsra:39)

ذَلِكَ مِمَّا أَوْحَى إِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِ وَلاَ تَجْعَلْ مَعَ اللّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتُلْقَى فِي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَّدْحُورًا
Resim---Zâlike mimmâ evhâ ileyke rabbuke minel hikmeti, ve lâ tec’al meallâhi ilâhen âhara fe tulkâ fî cehenneme melûmen medhûrâ(medhûran) :Bunlar, Rabbinin sana hikmet olarak vahyettiği şeylerdir. Rabbin ile beraber başka ilahlar kılma, yoksa yerilmiş, kovulmuş olarak cehenneme bırakılırsın.(İsra 17/39)
Resim

(42) Tâhir b. 'Âşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, XIV, s.146.
(43) Bkz. ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, III, s.189.
(44) Bkz. Ebu Hayyân, el-Bahru'l-Muhît, VI, s.72.
(45) İbn Hacer, 'bütün mahşer ahalisinin hamdettikleri MakâM-ı MahMûd' tanımını esas alarak, bu görüşü tercih etmiştir; bkz. Fethu'l-Bârî, XI, s.481 (Buhari, Tefsîr, İsra 79'un şerhinde).
(46) Bkz. ez-Zemahşerî, a.g.e., III, s.189.
(47) 17/İsra:18, 22, 29 ve 39.
(48) Bkz. el-Mâturîdî, Te'vîlâtu'l-Kur'ân (Kaçar), VIII, s.340.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

Kınama ve kötüleme anlamlarına gelen zem ve levm köklerinin ism-i mef'ûl kalıpları olan مَلُومًا ve مَذْمُومًا ifadeleri ile hamd kökünün ism-i mef'ulü olan مَّحْمُودًا arasındaki anlam karşıtlığı ve kalıp benzerliği aşikârdır. Bu ayetler bir arada düşünüldüğü takdirde, ayetlerde, "şunları şunları yaparsan kınanır ve kötülenirsin, ama yegâne Rab olarak tanıdığın Allah ile geceleyin bile irtibatını sürdürürsen, O'nun tarafından herkesin hamdine lâyık olacağın bir makama gönderilirsin‟, denmiş olduğu anlaşılacaktır. Söz konusu kötülenme ve kınanmanın dünyada da ahirette de olacağı anlaşılırken ve hamdi gerektiren makam dünyevî ya da uhrevî olarak sınırlandırılmazken, dünya ile hiçbir ilişkisi yokmuşçasına tamamen uhrevî bir makam, taht ya da hak olarak yorumlanmış; bu makamın şefaat makamı olduğuna dair icmâ oluşmuş;(49) hatta daha da ileri gidilerek, bu makamın “kıyamet günü Hz. Peygamber'in Allah'la birlikte oturacakları! taht” olduğu söylenmiştir.(50)

Resim

Şefaat görüşünün sahipleri hamd-şefaat ilişkisi çerçevesinde şöyle akıl yürütmektedirler: “Kişi ancak ne zaman mahmûd olabilir? Birisi ona hamdettiğinde. Hamd ise mutlaka bir in'âma karşı olur. O halde, bu makamın; Hz. Peygamber'in aleyhi's-selâm başkalarına in'âmda bulunduğu bir makam olması gerekir ki onlar da bu in'âmına karşılık ona hamdetmiş olsunlar. Bu in'âm ise dini tebliğ etmek ve şeriat ilkelerini öğretmek olamaz, çünkü bu, o sırada zaten gerçekleşmiştir. عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا : "Umulur ki … ifadesi, insana bir şeyler umdurmaktadır. İnsan gerçekleşmiş bir şeyden dolayı umutlandırılamayacağına göre, demek ki Hz. Peygamber'in (aleyhi's-selâm), kendisi sayesinde MahMûd olacağı in'âm, onun insanlara ileride sağlayacağı bir şeydir. Bu da onun Allah katında edeceği şefaatten başka bir şey değildir. "Umulur ki …‟ ifadesi buna delâlet eder. Ayrıca, مَقَامًا مَّحْمُودًا kelimelerinin belirsiz getirilmiş olması, Hz. Peygamber'in bu makamda elde edeceği hamdin; eksiksiz, muazzam bir hamd olduğunu gösterir. Kişinin, peygamberinin kendisini cezadan kurtarması karşılığında yapacağı hamd, çok da ihtiyacı olmayan bir mükâfatı kendisine kazandırması karşılığında yapacağı hamdden elbette daha önemlidir. Çünkü insanın, canını yakacak belâ ve elemlerden kendisini kurtarma ihtiyacı diğerinden daha önde gelir. Bu anlaşıldığına göre, عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا ifadesi ile kastedilen makam, demek ki, insandan azabı düşüren şefaat makamıdır.”(51)

Oysa (i) hicret öncesinde, yani henüz İslâmiyeti İslâmiyet yapan hiçbir Medenî sure inzal edilmemişken, dinî öğretinin tamamlanmış olduğu iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. (ii) Mahmûd kelimesi Hz. Peygamber'le ilişkilendirilerek ona râci bulunan ك zamirinden hâl yapılmaktadır. Halbuki bizzat er-Râzî'ye göre zâhir olan, MahMûdun MakâMın sıfatı olmasıdır.(52)


Resim

(49) Bkz. er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXI, s.26.
(50) Mücâhid'in bu görüşü bazı müfessirlerce te'vil edilmeye çalışılmışsa da et-Taberî bunun aklen ve naklen savunulamayacağını belirtmiş; el-Vâhidî de beş gerekçeyle sert bir şekilde reddetmiştir (Bkz. Câmi'u'l-Beyân, XV, s.99; Ebu Hayyân, el-Bahru'l-Muhît, VI, s.73).
(51) Er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXI, s.26.
(52) Er-Râzî, a.g.e., XXI, ss.26-27.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

II.2.2. MakâM (مقام)

Makâm kelimesi; masdar (53) olarak da, ism-i mekân (54) ve ism-i zaman olarak da kullanılır (yani sırasıyla, kalkmak, kalkış yeri, kalkış zamanı); ism-i mekân kullanılışı daha fazladır. Makâm 'kalkış yeri' anlamında olmakla birlikte, bir yandan da 'oturulan mekân' (مَقْعَد) anlamına gelmektedir. Tabiî bu, oturulan yer ile kalkılan yerin [yani eylemin değil, nesnenin] aynı oluşuna göredir; yoksa 'kalkılan yer' ifadesinin anlamı elbette 'oturulan yer' değildir.(55) Nitekim Tâhir b. 'Âşûr'a göre, makâmdan' büyük bir iş için hazırlanan yer' kastedilmektedir. Çünkü orada insanların oturmayıp ayakta durmaları beklenir. Aksi takdirde, oraya meclis denirdi.(56) El-Mâturîdî'nin Ebu 'Avsece'den naklen verdiği bilgiye göre, makâm 'ayakların bulunduğu yer,' mukâm ise 'kişinin ikâmet ettiği yer' demektir.(57)

Kur'ân'da مقام kelimesi; Allah'a nispetle (58) 'kişinin Allah'la karşılaşacağı uhrevî yer' anlamında; meleklere nispetle (59) 'kendine özgü yer, sınır' anlamında; insanlara nispetle de 'dünyevî bir toprak parçası, yurt' (60) anlamında kullanılmıştır. مقام kelimesi 'müminin uhrevî vatanı/yeri' anlamında da kullanılmış olmakla birlikte, hem müminin hem de kâfirin uhrevî yurdu için daha ziyade –if'âl babından– مُقام lâfzı tercih edilmiştir.(61) Sonuçta ciddi bir anlam farkı yoktur. Nitekim Hendek savaşında münafıkların sarf ettiği " لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا " cümlesinde (33/Ahzâb:13) hem مُقَامَ hem de مَقَامَ şeklinde kıraat edilmiştir.(62) Buna göre makâm 'ayakların bastığı yer, ayakta durulan yer, yaşanan yer, kendine ait özel/sınırlı yer' anlamlarına gelmektedir.

وَإِذْ قَالَت طَّائِفَةٌ مِّنْهُمْ يَا أَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِّنْهُمُ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِن يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا
Resim---Ve iz kâlet tâifetun minhum yâ ehle yesribe lâ mukâme lekum ferciû, ve yeste’zinu ferîkun minhumun nebiyye yekûlûne inne buyûtenâ avratun ve mâ hiye bi avratin, in yurîdûne illâ firârâ(firâran) :Onlardan bir grup da hani şöyle demişti: "Ey Yesrib (Medine) halkı, artık sizin için (burada) kalacak yer yok, şu halde dönün." Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye Peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı. (Ahzâb 33/13)

Son ayette مقام kelimesi ilginç bir şekilde Medine (Yesrib) bağlamında kullanılmıştır. Bunun, makaledeki iddia açısından önemi aşikâr olduğu için," لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا " ifadesi üzerinde durmak istiyoruz. Kıraat imamımız Âsım b. Behdele'nin (ö.127) ikinci râvisi olan Hafs b. Süleyman (ö.180) dışında bütün Kıraat imamları, buradaki مُقَامَ (mukâm) kelimesini مَقَامَ (makâm) şeklinde okumuş; (63) et-Taberî de buna uygun biçimde; 'Burada sizin için kalacak yer yok!' diye açıklamıştır.(64) Ez-Zemahşerî ise her iki kıraati de kullanarak; 'Burada sizin için kalacak ya da ikâmet edecek yer yok!' demiş ve 'Böylece, 'Peygamberin ordugâhını terk edip Medine'ye dönün' diye emretmiş olmaktadırlar'(65) diye eklemiştir. Er-Râzî (ö.606), bu kısmı 'Muhammed'le birlikte kalmanızın anlamı yok!'(66) şeklinde anlarken, el-Beydâvî (ö.791), aynı ifadeyi 'Sizin için burada kalacak yer yok; kaçarak Medine'ye dönün!'(67) şeklinde anlamıştır. Elmalılı ise bütün görüşleri özetleyerek şöyle demiştir: 'Bu tâbirde bir kaç mânâ ihtimâli vardır; 'geri ric'at edin; Medine'ye evlerinize dönün' yâhud 'Muhammed'in dîninden eski müşrikliğinize dönün' yâhud 'ona olan bey'atinizden dönün de onu düşmanlara teslim edin' yâhud 'Yesrib'de size duracak yer kalmadı, dönün kâfir olun ki orada durabilesiniz' demek olabilir.'(68) Diğer görüşleri de nakleden el-Mâturîdî, bu cümlenin müminler tarafından da söylenmiş sayılabileceği kanaatindedir.(69)

Aynı bağlam içerisindeki bir tek cümle ile bu kadar mananın kastedilmiş olması bize sahih/makbul bir yaklaşım gibi gelmemektedir. Kanaatimizce, ayette gerçekte ne söylenmişse müfessir onu bulmak durumundadır. –Kaldı ki, bu söz bizzat Allah'ın sözü de değildir; sadece sahiplerinden naklen hikâye edilmektedir.– Öncelikle, bir savaş ortamı söz konusu olduğuna göre, 'Dönün!' emri ric'at (çekilmek) anlamındadır. Yani münafıklar ve kalbinde maraz bulunan kimseler, 'Bırakalım artık şu savaşı!' diyerek birbirlerini ayartmaktadırlar. Bu durumda, nereden nereye ric'at etmek istedikleri önem kazanır. Bu gruplar, Medine/Yesrib'e uzak bir noktada bulunuyorlardı ve on bin kişilik düşman ordusunun yol açtığı dehşet hissine ek olarak, açlık-susuzluk, yıkanamama vb. sıkıntılar yüzünden evlerine –yani Yesrib'e– dönmek istiyorlardı. Üçüncü olarak; başındaki fâ (ف) harfinin de gösterdiği üzere, münafıklar 'Dönün!' emrini bir gerekçeden hareketle vermekteydiler. Dolayısıyla anlam, 'Şehir dışında, düşman karşısında sıkıntı içindeyiz, bizim için burada kalacak yer yok (burası kalınacak gibi değil)! O halde, dönün [Medine'ye, çünkü sizin kalacak yeriniz (makâm) orasıdır]!' şeklinde olmakta ve böylece, Yesrib/Medine dolaylı da olsa makâm olarak nitelendirilmektedir.

MakâMın vatan anlamına geldiğini, şüphesiz sadece bu ayete dayanarak iddia etmiyoruz. Yukarıda, kelimenin 'dünyevî bir toprak parçası, yurt' anlamında kullanıldığına; ayrıca, Cennet ve Cehennemin makâm (yani yer) olarak tavsif edildiğine değinmiştik. Burada şunu da ekleyelim ki, Firavun'un, boğularak terk etmek zorunda kaldığı o bereketli Mısır toprakları iki ayette
(70) MakâM-ı KerîM olarak nitelenmiş ve bir ayette (71) MakâM-ı İbrahiM'in, Mescid-i Harâm sınırları içerisindeki bir 'yer' olduğu açıkça belirtilmiştir. Bu 'mekân' mülâhazası, Meryem Sûresinin 73. ayetinde geçen makâm için de geçerlidir. Bu ayete göre müşrikler, daha aşağı seviyede gördükleri müminlere; 'Yer-yurt ve ikametgâh bakımından hangimiz daha yükseğiz, daha ileri, daha kaliteliyiz?!' diye sorarak, iman ve tevhidin hiçbir işe yaramadığını, kendi konumlarının her bakımdan daha parlak olduğunu göstermeye çalışmış olmaktadırlar ki dünyevî gözle bakıldığında, gerçekten de Müslümanlardan daha iyi konumdaydılar. Gerek yaşadıkları semtler gerekse oturdukları konaklar, Müslümanlarınkinden çok daha 'iyi' idi; hem daha zengin hem de daha güçlü ve nüfuzlu idiler.

وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَيُّ الْفَرِيقَيْنِ خَيْرٌ مَّقَامًا وَأَحْسَنُ نَدِيًّا
Resim---Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlellezîne keferû lillezîne âmenû eyyul ferîkayni hayrun makâmen ve ahsenu nediyyâ(nediyyen) : Onlara apaçık ayetlerimiz okunduğunda, o inkâr edenler, iman edenlere derler ki: "İki gruptan hangisi, makam bakımından daha iyi, topluluk bakımından daha güzeldir?" ( Meryem 19/73)


Resim

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »


II.2.3.
Ba‘s( بعث )

Makâm-ı MahMûd uhrevî şefaat yetkisi olarak anlaşılınca, ayetin ilgili kısmı da “Umulur ki, Rabbin seni kıyamet günü diriltip MakâM-ı MahMûda oturtur” şeklinde açıklanmıştır.(72) Böylece, ba's ve MakâM-ı MahMud tabirleri tamamen Ahiretle ilgili birer vâkıa olarak tefsir edilmiş olmaktadır. Oysa,

(i) Ba'sın kök anlamı; 'bir şeyi harekete geçirmek ve yönlendirmek'tir. Bu anlam kelimenin bağlandığı şeye göre farklılaşabilir. Sözgelimi 'hayvanı ba's ettim' demek, 'harekete geçirip yürüttüm' demektir. 'Allah ölüleri ba's eder' ayet-i kerimesi ise, 'Allah ölüleri [topraktan] çıkarıp kıyamete doğru yürütür [haşreder]' anlamındadır.(73) Böylece, ba'staki 'harekete geçirme' mefhumu, konusuna göre 'ölü diriltme' ya da 'peygamber gönderme' anlamlarında kullanılmış olmaktadır. Şüphesiz, 'gönderme'de de bir 'harekete geçirme' mevcuttur. Çünkü yüce Allah hiçbir peygamberi gökten göndermemiş; sadece, harekete geçirip yönlendirmiştir. Çok daha önce ıstıfâ edilmiş bulunan peygamberin, kavminin normal bir ferdi olarak yaşarken belli bir olgunluğa ( أشُذّ ) eriştiğinde harekete geçmesi, mecazen gönderme (إرسال ) fiili ile ifade edilmiştir. Yoksa müşriklerin sandığı gibi peygamber ontolojik açıdan insandan farklı değildir; yüce ve aşkın bir ilahî âlemden –kelimenin ilk anlamı ile– gönderilmiş de değildir.

(ii) Kaldı ki ayette Hz. Peygamber'in 'duracağı, ayaklarını basacağı, kıyâm edeceği, herkesin övgüsüne mazhar olacağı bir yere gönderilebileceği' müjdelenmekte; teselli edilmekte, ümit verilmektedir. Şöyle ki: doğup büyüdüğü, bütün ömrünü (50 yıl!) geçirdiği, acı-tatlı pek çok hatıraya sahip olduğu vatanından yani Beytullah'a merkezlik eden Mekke gibi bir anakent-ten sağlıcakla ayrılacaktır, ama bir başka vatana yine sağlıcakla girecektir. En iyi ihtimal, Mekke'den sağ-salim çıkabilmesidir; zira peygamberlik iddiasından vazgeçmediği ya da vahyi değiştirmediği takdirde, kendisine ölüm, zindan ve sürgünden başka seçenek bırakılmamaktadır. İşte bu noktada, envâ-i çeşit hakaret ve istihzâya mâruz bırakıldığı, sürekli kötülenip kınandığı vatanından ayrılıp her tür övgüye mazhar olacağı, baş tacı edileceği, bir dediğinin iki edilmeyeceği yeni, 'güzel'(74) bir vatana gönderilebileceği müjdelenmiştir. Bu öyle bir vatandır ki İslâm açısından hemen her şeyin bittiği zannedilen bir noktada, orada iş yeniden başlamış; Hz. Peygamber, dâva arkadaşları ile birlikte muazzam bir kıyâm gerçekleştirmiş ve bu sayede herkesin övgüsüne hak kazanmıştır.(75)

Ayetimizin devamındaki مُدْخَلَ صِدْقٍ ve مُخْرَجَ صِدْقٍ tabirleri açıklanırken, 'sağlıcakla çıkılacak yer'in Mekke, 'sağlıcakla girilecek yer'in ise Medine olduğuna dair güçlü bir yorum (76) nakledilmiş; ancak 'girilecek yer' ve 'çıkılacak yer' ifadelerinin, hemen bir önceki ayette geçen MakâM-ı MahMûd ile irtibatı kurul(a)mamıştır. Hatta Tâhir b. 'Âşûr, 'Hz. Peygamber'e bu duanın telkin edilmesinde 'Allah'ın, Peygamber'i Mekke'den bir hicret yurduna (مُهَاجَر ) çıkaracağı'na dair ilahî bir işaret vardır' demesine rağmen, MakâM-ı MahMûdun şefaat olduğunda ısrar etmiştir (77) –ki bu yaklaşımın kaynaklandığı temel zaafın Kur'ân'a (i) geleneğin etkisi altında kalarak (ii) parçacı yaklaşmak olduğu söylenebilir. Gerek bunda gerekse 'girilecek yer' ve 'çıkılacak yer' ifadelerini daha başka hususlarla ilişkilendiren görüşlerde (78) ayet inzal edildiği tarihî/tabiî bağlamdan koparılmış ve ayetlere 'müşrikler tarafından yok edilmek üzere bulunan güçsüz bir dâva adamının 'kendisine her tür aşağılayıcı muameleyi reva gören karşıtlarının elinden kurtarılarak herkesin gıpta edeceği bir yere gönderileceği' yönünde ümitvar kılınmak istenmesi' perspektifinden değil de inzal sonrası dönemde oluşan 'kâinatın, şerefine yaratıldığı, Nûr-i Muhammedî ve şefâat-i uzmâ sahibi, Cebrail'in dahi fevkindeki yüce varlık' perspektifinden yaklaşılmıştır. Yani, realite göz ardı edilerek Hz. Peygamber'le ilgili sonradan oluşan algılar, gerçeğin yerine geçmiştir.(79)


Resim

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

III. DEĞERLENDİRME

Makâm-ı MahMûdu şefaat ile irtibatlandıran hadislere yukarıda temas etmiştik. Bu kısımda, iki Buhârî hadisini hatırlatmakla yetineceğiz:

(1) İsmâ'îl b. Ebân – Ebü'l-Ahvas – Âdem b. 'Alî – İbn Ömer kanalı ile gelen bir hadise göre, Âdem b. 'Alî şöyle demektedir: Ömer'in oğlunu (İbn Ömer) –Allah her ikisinden de razı olsun– şöyle derken işittim: “Kıyamet günü insanlar dizüstü durur; her ümmet, peygamberinin peşine takılıp "Ey falanca! Şefaat et!‟ der. Sonuçta [kimse kendini bu işe lâyık görmeyip] şefaat Hz. Peygamber'de kalır. Allah'ın onu MakâM-ı MahMûda gönderdiği gün işte bu gündür.”(80)

(2) 'Alî b. 'Ayyâş – Şu'ayb b. Ebu Hamze – Muhammed b. Münkedir – Câbir b. 'Abdullah kanalı ile gelen bir hadiste, Muhammed b. Münkedir, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini Câbir b. 'Abdullah'tan naklen bildiriyor: “Her kim namaz çağrısını [ezanı] işitir de 'Allah'ım! Ey şu eksiksiz çağrının ve kılınacak namazın sahibi! Muhammed'e vesîleyi, fazîleti ver ve onu, kendisine va'dettiğin MakâM-ı MahMûda gönder' derse, Kıyamet günü şefaatim ona helâl olur.'(81)

Bu gibi rivayetlerin (82) Hadis ilmiyle iştigal eden bilim adamları tarafından değerlendirilmesi elbette daha yerinde olur;(83) ancak biz de bu çerçevedeki kanaatimizi belirtmeden geçmek istemeyiz:

(i) İlk rivayette, şefaat ile MakâM-ı MahMûdu irtibatlandıran son cümlenin İbn Ömer'in şahsî yorumu olduğu söylenebilir.(84)

(ii) İkinci rivayette, yüce Allah'a “Onu kendisine va'dettiğin makama gönder!” diye dua edilmesi teşvik edilmektedir. Oysa 'kastedilen mânada bir makama, gönderilmez, aksine çıkartılır ya da yükseltilir.

(iii) Hz. Peygamber sevgili kızı Hz. Fatıma vb. yakınlarını hatta bizzat kendisine bile garanti vermediği halde, Ebu Hüreyre tarafından; “İşte benim şefaat edeceğim makâm budur.” dediği rivayet edilmiştir.

(iv) Bu rivayette, Hz. Peygamber'e gayba ilişkin bir konuda kehanet yaptırılmış olması bir tarafa,

(v) son iki rivayet birbiri ile çelişkilidir. Çünkü birinde, o makam hâlâ yüce Allah'tan talep edilirken, diğerinde verilmiş-bitmiş olduğu söylenmektedir. Hz. Peygamber, şefaat edeceğini kesin olarak bildirmişse Müslümanlar neden hâla bu yönde dua etmektedir? (İlginçtir ki bu ve benzeri rivayetlere (85) göre, Ümmet-i Muhammed 'Ya Rabbi! Hz. Muhammed'i bize şefaatçi kıl!' diye dua ederlerken, Hz. Peygamber de Ahirette 'Ya Rabbi! Ümmetimi bağışla!' diye ümmetine şefaat edecektir. Burada, Hz. Peygamber ile ümmeti arasında sarsılmaz bir sevgi ve kopmaz bir bağ oluşturma gibi temiz bir duygu bulunduğunu hissetmemek mümkün değildir. Ortalama bir Müslümanın İslâm anlayışından Şefaat fikrini çekip aldığınızda, Hz. Peygamber ile arasındaki bağın gevşeyeceği, hatta zamanla tamamen kopacağı düşünülmüş olabilir. Gerçekten de kendisini mahşerin dehşetinden ya da Cehennem azabından kurtar(a)mayacak bir peygambere bağlanıp onun ümmetinden olmak, dine pragmatik yaklaşan, dini temel kaynaklarından öğrenmemiş bir kişi için çok cazip olmayabilir.)

(vi) Bu rivayetlerde, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yaşanan İsa Mesih-Hz. Peygamber kıyaslamalarının izlerini hissetmemek zordur. Ravilerde şöyle bir düşünce gelişmiş olabilir: İsa Mesih herkesi kurtarıyor da (kefaret/redemption (86)) Hz. Muhammed neden kurtaramıyor olsun?

(vii) Bu rivayetlerde, Hz. Peygamber sadece İsa Mesih'le karşılaştırılmış da değildir. İlgili rivayetlerden birinde, “bekleyip durmaktan iyice bunalan insanların, Allah‟a yakarıp bu sıkıntıya bir son verdirmeleri için sırasıyla Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa peygamberlere gidecekleri ve her birine 'Ne olur, bize şefaat edin!' diyerek yüz sürecekleri, ama onların, işledikleri bir zelleyi hatırlatarak şefaate ehil olmadıklarını beyanla insanları bir sonraki peygambere gönderecekleri; en sonunda İsa Mesih'e gelecekleri, onun da kendisine gelenlere; 'Ben, Allah'la birlikte kendisine tapınılmış olan bir kulum; bu sebeple, Allah'ın huzuruna çıkmaktan haya ederim! Siz Muhammed'e gidin; o, gelmiş-geçmiş bütün günahları bağışlanmış bir kuldur' diyerek onları Hz. Peygamber'e göndereceği ve onun, ettiği şefaat ile hesabı başlatarak bütün insanların sıkıntısını sona erdireceği' anlatılmaktadır.(87) Böylece, “Beni Yunus Peygamber‟den üstün tutmayın”(88) buyuran Hz. Peygamber, tevhit tarihinin kilometre taşı sayılabilecek beş peygamberle kıyaslanıp onların –hatta Cebrail'in– fevkinde bir makama yükseltilmiştir.(89)

(viii) Rivayetlerde, şefaat teması tam yerine oturmuş değildir. Çünkü biri tüm mahşer halkına, diğeri Ümmet-i Muhammed'in Cehennemde ceza çeken günahkârlarına yönelik olmak üzere iki şefaatten, daha çok da genel Şefaatten bahsedilmektedir.

(ix) Şefaat ve Şefaatçi ( شَفِيع , شافع ) kelimeleri Kur'ân'ın hiçbir yerinde olumlu mânada kullanılmamış, aksine, hiç kimsenin kimseye şefaat edemeyeceği belirtilmiş;(90) şefaat yetkisi tamamen Allah'a ait gösterilmiş;(91) modern Hukukun temel ilkelerinden olan sorumluluğun şahsîliği (92) ilkesi getirilmiştir. Bu, elbette Kur'ân'da şefaatin külliyen reddedildiği anlamına gelmez. Çünkü bazı ayetlerde, Allah'ın izin verdiği kişilerin, O'nun razı olduğu ya da merhamet ettiği kişilere şefaat edebilecekleri belirtilmektedir.(93) Kur'ân'da şefaat Hz. Peygamber ve Müslümanlar açısından değil –çünkü o sırada böyle bir iddia bulunmamaktadır– asıl, Müşrik ve Yahudi inanışları (94) bağlamında reddedilmiştir.

(x) Yalnız, bu gibi istisna ayetlerindeki izin ve rıza kayıtları şefaate kapı aralıyormuş gibi gözükmekle birlikte, aslında, şefaatin ilgili kişi tarafından kendi inisiyatifi ile (re'sen) değil, yargılanma gününün tek hâkimi olan yüce Allah'ın iznine bağlı olarak yapılabileceğini göstermektedir. Bu durumda, “Bir istisna bulunduğuna göre, elbette öncelikle Hz. Peygamber‟in şefaati ispat edilmiş olur” diye düşünülebilir. Ancak şunu tekrar hatırlatalım ki şefaatin tamamen ya da istisnalı olarak reddedildiği ayetlerde, Hz. Peygamber'in şefaati değil, genellikle, İsa Mesih ve melâike-i kirâm gibi 'tanrı'laştırılan varlıkların şefaati söz konusu edilmekte; kısmen (95) de Yahudilere, Kıyamet günü kimseden kayırma beklememeleri salık verilmektedir.

(xi) Hz. Peygamber için aralanan şefaat kapısı, başta bizzat Kur'ân-ı Kerim olmak üzere çeşitli özellikleri ile temayüz eden çok sayıda zümreye; âlimlere, şehitlere, sabîlere … de açılmıştır.(96)

(xii) Hz. Peygamber'in insan-ı kâmil ve üsve-i hasene olarak sadece Müslümanlara değil, tüm insanlığa gösterdiği eşsiz örneklik/modellik çerçevesinde icra ettiği kurtarıcılık (97) bu rivayetler sebebiyle bir miktar geri plana itilmiş görünmektedir.



(80) El-Buhârî, Tefsîr, İsra 79.
(81) El-Buhârî, Ezan 8.
(82) Bu rivayetler için bkz. Hâfız Zekiyyüddîn el-Münzirî, et-Terğîb ve't-Terhîb, nşr. Mustafa M. 'Amâra (Beyrut: Dâru İhyâ'i't-Turâsi'l-'Arabî, 1968), IV, ss.431-450.
(83) Bu çerçevede bir araştırma için bkz. Bahattin Akbaş, Hadislere Göre Hz. Peygamber'in Şefaati Meselesi, Ankara Üniversitesi SBE, Ankara, 1994.
(84) Yani, şefaatle ilgili hadislerin sonuna eklenen bir Sahabi/Tâbiî yorumu olarak değerlendirilebilir. Nitekim başka hadislerde Hz. Peygamber'in Kıyamet günü Rabbinden izin alıp şefaat edeceği anlatılırken, MakâM-ı MahMudla bağlantı kurulmamaktadır (Bkz. el-Buhari, Tevhid 19, Rikāk 51).
(85) Bu mealde farklı rivayetler için bkz. el-Bağavî, Me'âlimu't-Tenzîl, III, ss.130-131.
(86) Kefaret, İslâm âleminde çeşitli reddiyeler yazılarak tartışılan en önemli polemik konularından biridir (Geniş bilgi için bkz. Mehmet Aydın, Müslümanların Hıristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları, (Ankara: TDV Yayınları, 1998), ss.136-145.
(87) El-Buhârî'deki rivayette (Rikâk 51), sadece İsa Mesih'in herhangi bir hatasından bahsetmediği teması işlenirken, et-Tirmizî, en-Nese'î ve İbn Hanbel'deki rivayetlerde, onun da bir hatasını söz konusu ettiği –yani, yukarıda verdiğimiz 'tanrılaştırılma' olgusunu kendisinin bir hatasıymış gibi sunduğu– anlatılıyor; bkz. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII, s.465 (el-Buhari, Tefsîr, İsra 79'un şerhinde).

Resim
(92) “Herkes kendi yaptığına karşılık ipoteklidir.” (74/Müddessir:38); “İnsan ancak kendi çalışmasının karşılığını alabilir.” (53/Necm:38-39); “Üzerinde yük bulunan hiç kimse bir başkasının yükünü çekmez” (35/Fâtır:18); “Bunlar bir ümmetti; geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız ise size aittir. Onların yaptıklarından siz sorumlu tutulacak değilsiniz” (2/Bakara:134, 141; ayrıca 12/Yusuf:79)
(93) 2/Bakara:255; 19/Meryem:87; 20/TaHa:109; 34/Sebe‟:23; 39/Zümer:86; 43/Zuhruf:86; 44/Duhân:40-42.
(94) Şefaat düşüncesinin tarihî arka-plânı için bkz. Düzenli, Kur'ân ve şefaat, ss.54-82
(95) 2/Bakara:48, 123.
(96) Kur'ân-ı Kerim'in şefaati için bkz. Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn ve Kasruhâ 252 (42. bab); âlim ve şehitlerin şefaati için bkz. el-Buhari, 'İlm 13, 14; sabîlerin şefaati için bkz. el-Buhari, 'İlm 15; Cennetteki bir kişinin Cehennemdekine şefaati için bkz. et-Tirmizî, Sıfatu Cehennem 10. Ayrıca bkz. Uçma, Kur'ân ve Sünnette şefaat, ss.37-44.
(97) “Şüphesiz Biz bu kitabı sana insanlar için gerçek bir gaye ile indirdik. Artık kim onun kılavuzluğunu benimserse, kendi lehinedir. Kim de saparsa, sadece kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların avukatı değilsin” (39/Zümer:41; ayrıca 41/Fussilet:46).
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

Burada asıl söylemek istediğimiz şudur: Makâm-ı MahMûd ayetinin, Hz. Peygamber'in şefaati anlamında değil, 'sayesinde muazzam bir övgüye hak kazanacağı özgür bir vatan' anlamında nazil olduğu sonucuna varırken, şüphesiz biz de Peygamber gerçeğinden yola çıktık. Buna ister sîret/siyer densin, ister sünnet densin, Hz. Peygamber'i çevreleyen reel şartları esas alarak bu sonuca ulaştık. Nitekim büyük Hadis otoritesi İbn Hacer MakâM-ı MahMûdu şefaatle ilişkilendiren hemen tüm rivayetleri zikrettiği halde, –adını anmadığı ez-Zemahşerî'nin– “sahibine hamd etmeyi gerektiren her tür değere mutlak olarak MakâM-ı MahMûd denebilir” (98) şeklindeki sözlerini aynen tekrarlamış ve MakâM-ı MahMûdun şefaat olmasını bir 'ihtimal' olarak değerlendirmiştir.(99) Hatta Muhibb et-Taberî'den (ö.694) naklen, şefaatle ilgili olarak Kâ'b hadisinin muktezası olan yedinci bir görüşün daha caiz olduğunu belirttikten sonra, adı geçen zatın; “Bu da MakâM-ı MahMûdun şefaat olmadığını iş'âr etmektedir” şeklindeki görüşünü tekrarlamıştır.(100)

Öyle anlaşılıyor ki ilgili ayetin objektif anlamı zamanla bir tarafa bırakılmış; MakâM-ı MahMûd aslî anlamından soyutlanıp sahası genişletilerek şefaat yetkisinin MakâM-ı MahMûdun ayrılmaz bir parçası olduğu düşünülmüştür. Bütün kelimelerde olduğu gibi, dinî kelimelerde de zamanla bu tip daralma ve genişlemeler olabilmektedir. Kur'ân kelimelerinin aslî anlamları da çeşitli ilimler tarafından genişletilmiştir ki bu, Kur'ân‟daki ayet ve kavramların anlamını yönlendiren rivayetlerde, özellikle de sebeb-i nüzul rivayetlerinde vâkidir. Bir ayetin nâzil olduğu sebep (ortam, kişi ve olay) aşikâr olduğu halde ayet başka bir olayı da ilgilendiriyorsa, Ashâb ve Tâbi'în bu ayeti o olay hakkında da nâzil olmuş sayabilmektedir.(101)

Bunun bir örneğini bizzat Hz. Peygamber'e isnat edilen bir irtibatlandırma ile vermek daha ikna edici olabilir: “(Namaz kılmak için) asla orada dîvana durma. İlk günden takva üzere kurulmuş olan mescit, içinde dîvana durmanı daha çok hak etmektedir. Orada temizlikten hoşlanan 'er'ler vardır. Allah da böyle tertemiz kişileri sever” (9/Tevbe:108) ayetinde bahsedilen bina Kuba mescidi olduğu halde(102), Ebu Saîd el-Hudrî mahreçli bir hadise göre, bu ayette sözü edilen mescidin neresi olduğu hususunda Ashab-ı Kiram arasında bir anlaşmazlık çıkınca, Hz. Peygamber, “Benim şu mescidimdir” buyurarak 'takva üzere kurulan mescid'in Mescid-i Nebevi olduğunu belirtmiştir.(103) Ayetteki mescidin Kuba'daki mescit olduğu aşikâr olmakla birlikte,(104) Mescid-i Nebevî de elbette takva üzere tesis edildiğinden, o da ayetin kapsamına girebilir. Nitekim Mescid-i Nebevî de bu ayetin kapsamında mütalaa edilmiştir. Ama bu, dolaylı bir irtibatlandırma olup mescid lâfzının ayette belirsiz getirilmiş olması buna imkân vermektedir. Ayette asıl kastedilen, Mescid-i Nebevî değildir.(105) Yine, 'çok' anlamındaki kesîr ile aynı kökten gelen kevser lâfzı, Hz. Peygamber'e verilen 'nübüvvet, evlât, zenginlik, vb. nice hayırlar'(106) anlamına geldiği ve ayette –mealen– “Mademki bunca nimet sana Rabbin tarafından verildi, o halde sen de sadece O'na kulluk etmeli, kurbanını sadece O'na sunmalısın” buyrulduğu halde, önce, 'kupaları gökteki yıldızlar sayısınca olan ve Ümmet-i Muhammed'den başkasının içemeyeceği, toprağı mis kokulu, sütten beyaz, baldan tatlı'(107) Cennet havuzu [ya da ırmağı] kevser lâfzının kapsamına alınmış,(108) daha sonra, kelime büyük bir anlam daralması yaşayarak asıl mâna neredeyse unutulmuş ve kevser Müslümanların zihnine sadece 'Cennet havuzu' anlamıyla yerleşmiştir.

Hâsılı; bu tip rivayetlerle, sonraki vak'aların da o ayetin çerçevesine girdiği anlatılmak istenmektedir. Böylece, ayetin kapsamı genişletilmekte, hükmü genellenmektedir. Bu bir bakıma gereklidir de. Zira sebeplerin hususi olması hükümlerin genel olmasını engellemez. Aksi takdirde, ayet o olaya hasredilmiş ve Kur'ân tarihselleştirilmiş olurdu. Ama Kur'ân'ı evrenselleştirme adına Kur'ân'ın gerçek anlamını ve dünyevî boyutunu görmezden gelmek Kur'ân'ın gerçek mânalarını başkalaştıracağı gibi, Kur'ân'ı bir 'Ahiret kitabı'na dönüştürme riski de taşımaktadır.


(98) Bkz. ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, III, s.189.
(99) Bkz. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, II, ss.112-113, krş. el-Buhari, Ezan 8'in şerhi;
(100) Bkz. İbn Hacer, a.g.e., XI, s.481 (el-Buhari, Rikāk 51'in şerhi).
(101) Sözgelimi Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (ö.1176) şöyle demektedir: “Muhaddisler, Kur'ân ayetlerinin sonunda hakikatte nüzûl sebebi kısmından olmayan birçok şeyler zikrederler. Meselâ: Sahabilerin kendi aralarında yaptıkları münazaralarda bir ayeti şahit getirmeleri yahut bir ayeti misal getirip beyan eylemeleri yahut Peygamberin kendi şerefli kelâmında şahit getirmek için bir ayeti okuması, yahut maksadın aslında ayete uygun olan bir hadis rivayeti, yahut nüzûl yerinin ta'yîni, yahut ibhâm (belirsiz kılma) yoluyla zikredilmişlerin isimlerini ta'yîn etme, yahut Kur'ân'a mensup bir kelime telâffuz etmek yoluyla bir hadis rivayeti, yahut Kur'ân'dan birtakım sure ve ayetlerin fazîleti, yahut Peygamberin Kur'ân emirlerinden herhangi bir emre uyup bağlanışı ve buna benzer şeyler … Hakikatte bunlardan hiçbiri nüzûl sebeplerinden değildir. Ve müfessirin bu şeyleri ihâta etmesi de şart olmaz … .' Bkz. ed-Dihlevî, el-Fevzu'l-Kebîr fî Usûli't-Tefsîr, çev. Mehmed Sofuoğlu (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1980), ss.49-50.
(102) Es-Suyûtî, Lubâbu'n-Nukûl, s.149.
(103) Bkz. et-Tirmizî, Tefsir 9.
(104) Bkz. et-Tirmizî, Tefsir 9; Ġbn Mâce, Taharet 28.
(105) Bkz. el-Mâturîdî, Te'vilâtu'l-Kur'ân, tah. Ertuğrul Boynukalın (İstanbul: Mizan Yayınları 2006), VI, s.108; İbn Kesîr, Tefsîr, II, s.557.
(106) İbn Abbas 'Kevser, Allah'ın Hz. Peygamber'e verdiği hayr-ı kesîrdir' demiştir (Bkz. Buhari, Tefsir, Kevser). Bu hayırların açıklaması için bkz. Elmalılı, HDKD, VIII, ss.6182-6187.
(107) El-Buhari, el-Müslim, et-Tirmizî, Ebu Davud, Ġbn Mâce, en-Nese'î ve Ġbn Hanbel'de geçen bu mealde hadisler için bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 556-558; Elmalılı, HDKD, VIII, ss.6180-6182.
(108) Ebu Bişr, Sa'îd b. Cübeyr'e; “İnsanlar kevserin Cennetteki bir ırmak olduğu iddiasındalar” deyince, Sa'îd b. Cübeyr İbn 'Abbas'a dayanarak; “Cennetteki o ırmak da hayr-ı kesîre dahildir” demiştir (Bkz. Buhari, Tefsir, Kevser; ve Rikāk 53).
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

SONUÇ

Makalenin konusunu oluşturan terkipte de benzer bir gelişme yaşandığı anlaşılmaktadır. İlgili ayette, müşriklerin elinden canını kurtarıp kurtaramama pozisyonundaki bir lidere, Hz. Peygamber'e, yeni bir vatana gönderileceği müjdelenmekle birlikte, nüzûl sonrası geliştirilen anlamlar önce ayetin kapsamına alınmış, daha sonra gerçek anlam tamamen ortadan kalkmıştır.

Makâm-ı MahMûdun Hz. Peygamberin uhrevî şefaat yetkisi ile ilişkilendirilerek anlaşılmasında Hadis koleksiyonlarındaki rivayetlerin etkisi yadsınamaz. Şüphesiz, ba's kelimesinin anlamının Ahiretteki 'yeniden diriliş'le sınırlandırılması ve makâmın Kur'ân bütünlüğü içerisindeki 'vatan/toprak' anlamı dururken tamamen 'manevî, uhrevî bir rütbe' olarak anlaşılması da söz konusu anlayışta etkili olmuştur; ancak müfessirlerin anlayışını, asıl bu tip rivayetlerin etkilemiş olduğu aşikârdır. Bilindiği gibi, ilk asırlarda tefsirde dirayet değil rivayet esas alınmakta; dirayet ve rey esaslı tefsir neredeyse küfre eşdeğer görülmekteydi. Oysa ilgili ayete; bilimsel bir yaklaşımla; mezhep görüşlerinden bağımsız, anlamın kavramsal araçları ışığında bakıldığında bu cümle ile şefaat yetkisi arasında ikna edici bir alâka kurulamamaktadır. Çünkü ayette, Hz. Peygamber'e; kendisinin öyle bir yere gönderilebileceği müjdelenmektedir ki o sayede muazzam bir kıyam gerçekleştirecek, İslâmiyet açısından hemen her şeyin bittiği zannedilen bir noktada iş yeniden başlayacak ve bu sayede dost-düşman herkes tarafından övülecektir. Ayet inzâl edildiğinde bu kıyam yerinin neresi olduğu Hz. Peygamber açısından yüzde yüz belli değil idiyse de buranın yeni, özgür ve müstakil bir vatan (yani, Medine) olduğu daha sonra ortaya çıkmıştır. Gerçekten de Müslümanlar birer ikişer Yesrib'e hicret edip bu kenti 'kutlu bir şehr'e (المدينة المنورة) dönüştürmüşler ve böylece, İslâmiyet Medine'de kendisi olarak serpilebilmiştir. Kur'ân'ın evrenselliği de büyük ölçüde bu sayede gerçekleşmiştir. İslâmiyet sadece Mekke ortamında nâzil olan ayetlerle kalmış olsaydı evrensel olamayacak; muhtemelen, hukukî, siyasî, terbiyevî düzenlemelerin bulunmadığı; öteki ile ilişkilerde sürekli “Hoşgör”, “Affet”, “Bağışla” diyen Hıristiyanlık gibi bir din olarak kalacaktı. Çünkü vahiy denen realite, olgulardan bağımsız şekillenmez. Kur'ân yorumcusuna düşen, öncelikle, ayetin ne dediğini yani gerçek anlamını tespit etmektir. Onu yorumlamak, kapsamını genişletmek sonraki bir iştir: Bu ayetlerde vurgulanan odur ki sosyal bir hareketin başarıya ulaşması, kendisi olarak gelişip yaşayabileceği bir vatana ve müntesiplerinin beş vakit namaz çerçevesinde örgütlenip yekvücut olmalarına yani bir yandan yüce Allah ile bir yandan da birbirleri ile sağlam bir irtibat kurmalarına bağlıdır. Bu müjde, Medine'ye hicretle birlikte şüphesiz gerçekleşmiştir. Ancak bir Kur'ân müjdesi bir kez tahakkuk etmekle mîâdını doldurmuş olmaz; aynı şartlar ortaya çıktığında yine devreye girer. Çünkü müminin, 'kendisi olarak özgür biçimde yaşama' hedefi Kıyamete kadar bakidir. 'Hür bir vatanda kendisi olarak yaşama‟nın önemi bazılarınca kavranamayabilir; Müslümanların şu an sahip oldukları vatan(lar)da hep böyle hür yaşadıklarını ve bunun böyle devam edip gideceğini zannedenler bu müjdeyi önemsemeyebilirler. Bu düşüncede olanlara, İstiklâl Marşı‟mızdaki vatan konulu mısraları tekrar okumaları ya da kendisine ait hür bir vatanın özlemi ile yanıp tutuşan kişilerle –meselâ bir Filistinli ile– fikir alışverişinde bulunmaları önerilebilir. Ayette müjdelenen makâmın dünyevî yönü unutulup ayet tamamen Ahirete hava-le edilirse, ayetteki müjdeden dünyaya yönelik bir pay çıkarmaları zorlaşır, imkânsızlaşır.
Makalemize konuyu özetleyen şu ayetlerle son veriyoruz:
“Zulme uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri, dünyada kesinlikle güzel bir yere yerleştireceğiz! Ahiret mükâfatı elbette daha büyüktür. Keşke bilmiş olsalardı!” (16/Nahl:41).
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MAKAM-I MAHMUD ALEYHİ'S-SALÂT U VE'S-SELÂM

Mesaj gönderen Gul »

KAYNAKÇA

Akbaş, Bahattin, Hadislere Göre Hz. Peygamber'in ġefaati Meselesi (yayınlanmamış doktora tezi, Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1994).

Albayrak, Halis, Kur'ân'ın Bütünlüğü Üzerine, İstanbul: Şule Yayınları, 1992.

Ateş, Süleyman, Kur‟ân‟a Göre Hz. Muhammed‟in (s.a.s.) Hayatı, İstanbul: Yeni Ufuklar
Neşriyat, 2008.

Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 1988.

El-Bağavî, Me'âlimu't-Tenzîl, nşr. H. A. el-„Akk ve Mervan Süvâr. Beyrut: Dâru'l-Ma'rife,1992.

Bâzergân, Mehdî, Kur'ân'ın Nüzul Süreci, çev. Yasin Demirkıran ve M. Muhammed Feyzullah Ankara: Fecr Yayınları, 1998).

Bedir, Ahmet, Baküvî Tefsirinin Tahlil ve Tahrîci, (yayınlanmamış doktora tezi, Harran Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlıurfa 1997). Eser, daha sonra Ahmet Dolunay imza-sıyla, Gerçeğin DoğuĢu; Alevî Kur‟ân Tefsiri adıyla iki cilt halinde neşredilmiştir (İstanbul: Merkür Yayınları, 2000).

El-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, İstanbul: Matba'a-i 'Âmire, 1319.

Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu‟l-Beyân, İstanbul: Eser Neşriyat, 1389.

Cündioğlu, Dücane, Kur‟ân‟ı Anlamanın Anlamı, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2009.

Derveze, İzzet, et-Tefsîru‟l-Hadîs; Nüzul Sırasına Göre Kur‟ân Tefsiri, İstanbul: Ekin, 1998.

Kur'ân'a göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul: Ekin, 1998.

Ed-Dihlevî, Şah Veliyullah, el-Fevzü'l-Kebîr fî Usûli't-Tefsîr, çev. Mehmed Sofuoğlu. İstanbul: Çağrı Yayınları, 1980.

Ebû Hayyân, el-Bahru'l-Muhît, Beyrut: Dâru İhyâ'i't-Türâsi'l-'Arabî, 1990.

Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili (HDKD), İstanbul: Matbaa-i Ebüzzıya, 1936.

Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ. İstanbul: İrfan, 1980.

III. Kur'ân Haftası Kur'ân Sempozyumu, 13-19 Ocak 1997 (Ankara: Fecr Yayınları, 1998)

İbn 'Atıyye el-Endelüsî, el-Muharraru'l-Vecîz fî Tefsîri'l-Kitâbi'l-'Azîz, nşr. Abdüsselâm 'A.Muhammed. Beyrut: Dâru'l-Kütübi'l-'İlmiyye, 1993.

İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, Kahire: Dâru'l-Hadîs, 2004.

İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1987.

İslamî Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1996.

Kâşânî, Abdürrezzak, Te'vîlât-ı Kāşâniyye, nşr. M. Vehbi Güloğlu, çev. Alirıza Doksanyedi. Ankara: Kadıoğlu Matbaası, 1988,

Kur'an'ı Anlamada Tarihsellik Sempozyumu, İstanbul: Bursa KURAV, 2000.

Kurtubî, el-Câmi'u li-Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut: Dâru İhyâ'it-Türâsi'l-'Arabî, 1995.

El-Maturidî, Ebu Mansûr, Te'vilâtü'l-Kur'ân, nşr. Bekir Topaloğlu ve diğerleri. İstanbul: Mizan Yayınları 2006.

El-Mâverdî, en-Nuket ve'l-'Uyûn, nşr. es-Seyyid b. 'Abdülmaksûd. Beyrut: Dâru'l-Kutubi'l-'İlmiyye, tsz.

Palovî, 'Abdülfettah, Zübdetü'l-'İrfân, İstanbul: Hilal Yayınları, tsz.

Pekolcay, A. Necla, “Mevlid,” Diyanet Ġslam Ansiklopedisi (DĠA), Ankara: Türkiye Diyanet
Vakfı, 2004.

Rahman, Fazlur, İslâm ve Çağdaşlık, çev. Alparslan Açıkgenç. Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 1998.

Er-Râzî, Fahreddin, Mefâtîhu'l-Ğayb, Beyrut: Dâru'l-Kütübi'l-'İlmiyye, 1990.

Es-San'ânî, Abdürrezzak, Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîz, nşr. A. Emin Kal'acî. Beyrut: Dâru'l Ma'rife, 1991.

Serinsu, Ahmet Nedim, Kur'ân'ın Anlaşılmasında Esbâb-ı Nüzulün Rolü, İstanbul: Şule Yayınları, 1994.

Es-Suyûtî, Celâleddîn, Lübâbu'n-Nukûl fî Esbâbi'n-Nuzûl, Dimaşk: Dâru Kuteybe, 1987.

----------, ed-Dürru'l-Mensûr fi't-Tefsiri bi'l-Me‟sûr, Beyrut: Dâru'l-Fikr, 1983.

Eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu'l-Kadîr el-Câmi'u Beyne Fenneyi'r-Rivâye ve'd Dirâye mine't-Tefsîr, Kahire: Şeriketü ve Matba'atu Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1964.

Et-Taberî, İbn Cerir, Câmi'u'l-Beyân 'an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân, Beyrut: Dâru'l-Ma'rife, 1978.

Tâhir b. 'Âşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, Beyrut: Müessesetü't-Târîh, 2000.

Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Kahire: Müessesetül-Halebî ve Şurekâhu, 1968.

Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, İzmir: Işık Akademi Yayınları, 2006.

Ez-Zemahşerî, el-KeĢĢâf 'an Hakā'ikı Ğavâmidı't-Tenzîl ve 'Uyûni'l-Ekāvîl fî Vücûhi't-Te'vîl, nşr. M. Mürsî „Âmir. Kahire: Dâru'l-Mushaf, tsz.
Resim
Cevapla

“Peygamber Efendimiz (S.A.V)” sayfasına dön