KENDİMİZİ TANIYALIM

Sorularınızı Ayet ve Hadisler ışığında cevaplamaya çalışacağız.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
babzurger
Üye
Üye
Mesajlar: 24
Kayıt: 04 Eyl 2007, 02:00

KENDİMİZİ TANIYALIM

Mesaj gönderen babzurger »

Resim

KENDİMİZİ TANIYALIM

İnsanların çoğu yarım akıllıdır; çünkü zekâları kalplerinden ayrı çalışır. Onlara zeki denir, akıllı denmez. Aklıselim, kalbiselim insan; akıllı insandır. Kalbiyle iletişim kurmayan akıl, yarım akıldır. Kararlarının çoğu menfaate yöneliktir. Merhamete yönelmez. Hesap kitap işlerini iyi yapar; ama hissedemez, ileriyi göremez.


Allah, bilinmek için insanı yarattı. Allah’ı bilebilmek için önce insanı bilmek gerekir. Acaba insanı tanıyor muyuz? Hiç uzağa gitmeyelim. İnsana en yakın insan, yine kendisidir. Önce kendimizi tanıyalım. Aynada suretimize bakarak değil, iç âlemimize bakarak kendimizi tanımalıyız. Duygularımızla, sezgilerimizle, bilgilerimizle tanıyacağız. Kendinizi, yemek yiyen, uyuyan ve çocuk yapan bir varlık olarak görüyorsanız, maalesef insanı tanımıyorsunuz. Bu saydığımız meziyetlerin hepsi hayvanda da var. Onlardan farkımız; aklımız, idrakimiz, mantığımızdır. O zaman aklımızı kullanmalıyız. Aklımızı kullanarak bu farkı anlamalı ve bu dünyaya neden geldiğimizi bulmalıyız.


İnsan, yeryüzündeki diğer yaratıklardan farklı olduğu için farklı yaşaması gerekir. Günümüz insanı aklını, daha iyi kazanıp daha iyi yaşamak için kullanıyor; israf derecesinde, gösteriş olsun diye, en iyisini yiyip içmenin, en iyisine sahip olmanın, şatafatlı villalarda yaşamanın peşine düşüyor. Diğer yaratıklar ne yapıyorsa, onların en iyisini yapmak için uğraşıyor. Bunun adına da, zevk meselesi, diyor. Çeşitli şartlanmalarla kendini; yemeye, içmeye, uyumaya ve çoğalmaya tutsak ediyor. Bütün hayatını bu unsurlara harcıyor. Bir gün bulamama endişesiyle stokçuluk yapıyor, para biriktiriyor, emlâk alıyor, yatırım yapıyor. Diğer yaratıkların böyle bir endişesi yok. Çünkü akılları, fikirleri yok. Onlar içgüdüsel olarak, buldukları zaman yiyor, bulamadıkları zaman aç kalıp, arıyor.


Ey aklı olan insan! Sen şu dünyaya diğer yaratıklardan farklı yaşamak için geldin. Senin yaşaman onlardan farklı olmalı, çünkü sen yaratılmışların en şereflisisin. Dikkat edersen, bütün yaratılmışlar senin emrine verilmiş ve sana hizmet ediyor. Sen neye hizmet ediyorsun? Yemeye, içmeye, şehvete mi?


İnsan çeşitli sebeplerle, bir gün öleceğini hissettiği zaman, düşünür. Öleceğini hisseden insan, niçin doğduğunun anlamını arar. Eğer insan, bu sorunun cevabını kendi kendine bulabilseydi, insanlar içinden uyarıcılar çıkmaz; Allah, elçiler göndermezdi. Allah, kendi lisanımızla, bize niçin doğduğumuzu anlatması için Hak katından elçiler gönderdi.


Hayat çabuk geçiyor, ölüm insanı çabuk yakalıyor! Allah adildir, insanlara fırsat verir. Önce aklı verip aratıyor, sonra da elçilerini gönderip, senin bulamadığın gerçek, bu diyor.


İnsan, aklıyla Allah’ın eserlerini anlar, ama Allah’ı bulamaz. Gökyüzüne, yıldızlara bakar: “Bu, böyle rastgele meydana gelemez,” der. Nasıl ki bir bebeğe bakınca, onun bir annesi ve babası olduğunu bilirse, kâinata bakınca da: "Bir yaratıcısı, bir sahibi olmalı," der. Semalar, dağlar, ovalar nasıl meydana geldi, diye düşünür ve bunların tesadüfî olmadığının bilincine erer; ama Yaradan’a aklıyla eremez.


Bilgisiz ve eğitimsiz bir insan dahi düşünür, izler, aklıyla Yaradan’ın varlığını bulur. Ya bizim gibi çok okuyup çok bilenler, her gün yeni bir şey öğrenenler?. Bildiklerini uygulamakla sorumludur. Öğrenmekte yarış ediyoruz, uygulamak için gayret etmiyoruz. Bildiklerimizin tamamını uygulamadıkça, yeni şeyler öğrenmenin, bu sorumluluğu artırdığını unutmayalım. Öğrendiklerimizi uygulamaya çalışalım.


Öğrendiklerimizin ne kadar bilincindeyiz? İnsan o kadar güzel şeyler anlatır ki, anlattıklarının farkında olmaz. Biliyordur, ama bilincinde değildir. Bilincindedir, ama yaşamıyordur.


Ömründe hiç İstanbul’u görmeyen bir insan, başka birinden dinler, ya da bu şehri anlatan bir kitap okur ve oraları gezmiş gibi anlatabilir.


Bir menkıbeye göre, Allah dostlarından birine, bir kadın çocuğunu getirir:


“Sultanım, bu çocuğun fazla şeker yemesine bir türlü mani olamıyorum. Dua edin de bu hastalıktan kurtulsun,” der. Allah dostu:


“Bu çocuğu kırk gün sonra bir daha getir, inşallah düzelir,” diye cevap verir. Kadın, uzak yoldan geldim, dediyse de:


“Olsun, kırk gün sonra gel,” diyerek gönderir. Kadıncağız gider ve kırkıncı gün çocuğunu alıp tekrar gelir. Allah dostu:


“Yavrum, bir daha şeker yeme, olur mu?” diye tembih edince, çocuk:


“Olur” cevabını verir. Annesi:


“Mübarek, kırk gün sonra getir deyip de yapacağın bu muydu? Bunu kırk gün önce söyleseydin ya!” deyince, Allah dostu:


“Kırk gün önce geldiğinizde, ben bal yemiştim. Bal, şekerli bir nesnedir. Bu çocuğa şeker yememesini nasıl söylerdim. Oğluna şeker yeme demek için, kırk gündür şekerli hiç bir şey yemedim,” der. Düşünün, bir çocuğa, şeker yeme, demek için kırk gün tatlı yemiyor. Sözleri, onun için geçerli oluyor. Beşeriyet tarafında bir şeyi yasaklayacağı zaman, önce kendine yasaklıyor. Onlar, kendi nefislerine yasaklama-dıklarını, başkalarına yasaklamazlar.


İnsan sevgiye, ilâhî aşka giden yolda, önce hoşgörü sahibi olmalı. Hoşgörü sahibi olmayan insan, kimseyi sevemez. Ne fizikî âşık olabilir, ne de ilâhî aşka kavuşabilir. Birini sevmeye kalkar, kusurlarını yüzüne vurur. Karşısındaki insanın sevgisinin, doğmadan ölmesine sebep olur.


Sevgi, hoşgörü ile başlar. Hoşgörün yoksa, ne sevilirsin, ne de sevebilirsin. Hoşgörü sahibi olanlar başkalarına sempati duyar. Sempati, bir yakınlık duygusudur. Hoşgörülü olmayanlar ise, antipati sahibi olur. Allah’ın yarattığı her insan sevilir. Sevmeyi biliyorsan, mutlaka sevilecek bir tarafı vardır. Sempati, toplum içindeki bütün kitlelere yayılırsa, herkes birbirini sevmeye başlar. Topluma huzur gelir. Toplumda antipati duyanlar çoğaldığında ise, huzur bozulur. İnsanda antipati çok kuvvetlenirse, nefret oluşur. Nefret, itici bir duygudur. Sevgi, nasıl yakınlık verirse, nefret de uzaklaştırır. Hiç kimseden nefret etmeyin. Birinden nefret ediyorsanız başkalarına da nefretle bakarsınız. İçinize kin koymayın. Size en büyük kötülüğü yapan insandan bile nefret etmeyin. Nefret ve antipatinin tedavisi, merhamettir. O insanın sevgisizliğine, sevgiyi tadamamış olmasına merhamet edin.


Bir gün, Cuma namazından dönerken bir hâl yaşadım. Adeta elim ayağım kesildi. Yolda giden bütün insanları sevmeye başladım. Araba ile ağır ağır gidiyorduk. İnsanlara karşı sevgi ve şefkat damarım kabardı, hepsine sevgi duyarak bakmaya başladım. O sevgi duyduğum insanların bir çoğu, sevgimi hissetmiş gibi, yanımızdan geçerken bana dikkatle baktılar. Sonra, arabadan inip caddede yürümeye başladığımda, aynı hâl devam etti. Yolda herkesi seve seve gidiyordum. Sevgimi duyanlar, bir bir gözüme bakarak geçiyorlardı. Hâl böyle devam ederken, bir süre sonra insanlar bana selâm vermeye başladı. Neden selâm verdiklerini bilmiyorlardı. Peki, onlar bilmeden bakıyorsa, bilen kim? Farkında olan, sevgimizi duyan kim? Selâmlaşa selâmlaşa gideceğim yere vardım. Kimleri gördün, kimleri tanıdın derseniz, ben, Biri hariç hiç kimseyi tanıyamadım.


Sevgi arttıkça yakınlık artar. O kadar artar ki, âşık sevdiği insanda var olur, yani kendini o zanneder. Birbirini çok seven insanlar, farkında olmadan birbirlerine benzerler. Huyları, hareketleri benzer, aynı hisleri aynı anda duyarlar. Sanki birbirlerinin kopyası olurlar.


Zahirî aşkı çok artan insan, biraz idrak ve bilgi sahibi olursa, ilâhî aşkı tanır. Çiçekleri, kuşları, dağları sever, onları yaratanı arar. Gökyüzüne bakar, hayran kalır. Yıldızlar ona dost, ay sırdaş olur. Gece mehtapta meşk eder. Kimi, güneşin doğuşuna; kimi, batışına âşık olur. Sev, bilinçle âşık ol da, neye olursan ol.


Aşkın doruk noktasına eriştiğin zaman bir şeyi unutma! Hak için sevmiyorsan, aşkın devamlı olamaz. Şayet birini Hak için seversen, aşkına Allah ortak olur; ama bu ortak oluş, aralarına giren üçüncü bir varlık gibi değildir. Allah da onların arasında kendinden kendini seyreder, kendinden kendine hayran olur, kendinden kendini sever. Allah’ın en büyük hayranlığı, kendisinedir. Allah, en çok kendini bilmek istiyor. Kendini bilmek isteyen Allah, insanı ve kâinatı muhabbetinden yarattı. Kâinatı, aşk, cazibe ve cezbe ile döndürmektedir.


İnsanların ruhu, aslına hasret duyar. İşte, aşkın sırrı budur! Allah: "Bilinmek istedim ve insanı yarattım. Ona, ruhumdan üfledim!" demiş. Onun için, insanın özünde hasret vardır. Her şey aslına kavuşmak ister. İnsan da, kendi aslı olan Yaradan’ına kavuşmak istiyor.


Bir yüzde yüz bulursan, bin yüzde kendini görmüş olursun. O yüz seni doğurmuş olur, sana ana olur. O yüze öyle bir bak ki, o yüzde kendinden geç, kaybol ve aslını bul. Bu, senin manevî doğuşundur. Bu ikinci doğuşu yaptıktan sonra, hep diri kalırsın. İnsanda ve eşyada kendini seyredersin. Yani, aslının yansımasını görürsün. Bu, Hakk’ın görüntüsüdür. Sana yüz vereni, seni gönlünden doğuranı hiç unutma!..


İçinde aşk cevheri olup da âşık olmayanlar, ömür boyu huzur bulamazlar.


Aşkta sevgiliden karşılık beklenmez, karşılıksız sevilir. Senin her sözünü tutsun, seni her zaman övsün, sana her zaman iyi davransın, böyle aşk olmaz!


Senin cevherin, aşk cevheri; ama toplum seni tedirgin etmiş. Her şeyden parazit kapar hâle gelmişsin, buluttan nem alıyorsun. Bu, senin suçun değil. Toplumdaki bazı kimselerle haşır neşir olmaktan bu hâle gelmişsin. İşte, Allah dostu olanlar onları ayıklıyor. Senin olumsuz huylarını yok ediyor, seni temizleyip arındırıyor. Sevgi ve aşk dolu bakışları ile gönlünü uyandırıyor. Nefsinin saflaşmasını arzu ediyor. Seni kendisine ayna yaparak, kendini görmek istiyor. Bu şekilde kendini görmeyen zat, irşat makamında olamaz. Mürşidim demek için, önce Hak'tan görev alıp, en az bir ayna hazırlaması ve onda kendini görmesi gerekir.


Güzelin tarifi, topluma göre, zamana göre değişir. Toplum, insana güzeli nasıl tarif ederse, insanlar onu güzel görür. Güzelin resmini insan kendi yapar. Şimdi, güzelin tarifi her gün değişiyor. Güzellik artık, yüzden geçti; başka yerlere kaydı. Sevgi azaldı, zevk arttı. Güzelden, güzel görülenden zevk alınmaz; ona aşk duyulur. Aşkta zevk yoktur. Sevgi yükseldikçe zevk azalır. Aşkta yakîn vardır. En sonunda, seven sevdiğine o kadar yakın olur ki, sadece sevdiği olur, kendini o zanneder. Bu duyguya hiç bir zevk erişemez. Sevmek istediğiniz bir varlığın yüzüne bakın. İnsan, yüzü ile sevilir. Dikkat edin, yüzden şehvet alınmaz.


Bir ağabeyimizi ziyarete gittik. Oğlu da sohbetimize katıldı, ama çocuk ne dediysek karşı çıktı. Bizi oldukça bunalttı. “Babam da, sen de boş konuşuyorsunuz. Ne şekliniz benziyor, ne şemaliniz. Sizin manevî konulardan bahsetmeye hakkınız yok!” dedi. Nefret, kin kusuyordu! İçimde onu sevmek için bir mücadele başladı, ama başaramadım. Abdest almak için dışarı çıktım. Tekrar içeri geldiğimde, bu hâl yine devam etti, bir bardak çay boğazımdan geçmedi. “Allah’ım, izin ver de bu kulu seveyim!” diye içimden dua etmeye başladım. Bir ara, bana şöyle bir güldü. İlk defa dişlerini gördüm; inci gibi parlayan dişleri vardı. O an dişlerini sevdim. Aynı anda onun da davranışları değişti, nezaketli olmaya başladı. Bizi arabaya kadar yolcu etti. Birkaç gün sonra, “Özledim, dayanamıyorum,” diyerek iş yerimize geldi. Konuştuk, anlaştık; böylece onunla dost olduk.


Sakın, sevmediğiniz insana bir şey anlatmaya kalkmayın, faydası olmaz! Maneviyat anlatacağım, gerçekleri öğreteceğim, diye kendinizi yormayın. Önce tanıyın, sevin, sonra anlatın.


Gerçek anlamda sevdiğinize kırılamazsınız. Onun hataları, kusurları size dokunuyorsa, daha sevginiz olgunlaşmamıştır. Sevginiz olgunlaşırsa, size onun hiç bir olumsuz hareketi dokunmaz. Karşınızdaki insanı, kendinizi sever gibi sevin. Kendinizden rahatsız oluyor musunuz? Başkasının kokusu sizi rahatsız eder, ama kendi kokunuz etmez. İnsan başkasını kendi nefsini sevdiği gibi severse, ondan rahatsız olmaz.


Allah’ın Resul’ü diyor ki: “Her kim beni canından çok sevmedikçe, tam anlamıyla iman etmiş olamaz.”


Diyeceksiniz ki, Allah’ın Resul'ünü zahiren görmedik ki sevme fırsatımız olsun. Allah’ın Resul'ünü göremiyorsanız, onun vârislerini sevin. Allah’ın Resul’ünün ahlâkıyla ahlâklanan Hak dostlarını sevin. Eğer öyle birini de göremiyorsanız, gördüğünüz kimseleri Hak rızası için sevin.


Çoğumuz, hata yapınca üzülür, Allah’ın huzurunda pişman olup, ağlarız. Nefsimize teessüf eder, yani nefsimize levm ederiz. İşte, bu hâlleri sık sık kendimizde görmeye başlayınca, Nefs-i levvamede oluruz. Hakk’a karşı mahcubiyet duyup, gözyaşı dökeriz. “Yarabbi, ben sözümde duramıyorum, kötü huylarım var, pişman olsam da yine yanlışlar yapıyorum; Allah’ım, bana yardım et, beni bu hâlden kurtar!” der, üzüntü duyarız. Bu hâl o kadar artar ki, bütün hayatımıza yayılır. Her an pişman oluruz. Bu pişmanlık, bizi bir yakınlığa doğru götürür. O kötü huylardan, farkında olmadan arınırız. Sonra içimizde, Hak dostlarına, Allah’a ve Allah’ın Resul’üne büyük bir muhabbet başlar. Sessizliğimiz artar, yaygaracı, şamatacı hâlimiz geçer, durgunlaşırız. Durgunlaşmak, pasifize olmak değildir. Şarıldıyarak akan sular derin olmaz. Güçlü değildir, ondan enerji sağlanmaz. Su, önce bir bendin önünde biriktirilir, sonra baraj kurulur. Durgun suda güç vardır.


Maneviyatta hep, yükselmeden söz edilir. Yükselme vardır, ama yükselmenin yolu küçülmeden geçer. Küçülmedikçe yükselemeyiz. O kadar küçüleceğiz ki, dünyaya ilk geldiğimiz günkü gibi saf bir bebek olacağız.


Gavs-ül Âzam Abdülkadir Geylânî Hazretleri kırk gün oruç tutmaya ve Hak katından birisi gelip ağzına bir lokma koyuncaya kadar orucunu bozmamaya karar verir. Bu böyle günlerce devam eder. Artık, nefsi öyle bir hâle gelmiştir ki, içinden bebek gibi bir ses, “acıktım!” diye bağırmaya başlar. Neden bebek hâlinde ağlıyor? Buraya dikkat etmeli. Bu, safiyet hâli. Safiyetteki nefis ağlıyor. “Ey Yüce Gavs, sen Hakk’a naz ediyorsun, ama benim tahammülüm kalmadı!” diyor. O feryadı, yoldan geçenler duyuyor. Bakıyorlar ki, birisi açlıktan bitkin düşmüş, hemen yiyecek getirip önüne koyuyorlar. O yine yiyeceklere dokunmuyor. “Birisi ağzıma lokma verene dek yemem,” diyor. Ölümü göze alarak... Bu nasıl cilveleşme, bu nasıl zevk böyle? Sonra o yiyecekler kuruyor, oruç yine devam ediyor. Nihayet Cenab-ı Allah, Hızır Aleyhisselâm’a görev veriyor:


“Git, Abdülkadir kulumun ağzına su ver, orucunu aç,” diyor. Evliyaların, velilerin eğitimcisi Hızır Aleyhisselâm, gelip ağzına su veriyor.


“Elhamdülillah, Rabb’im nazıma cevap verdi,” diyor ve orucunu açtıktan sonra,


“Siz kimsiniz?” diye soruyor.


“Ben, Hızır,” cevabını alıyor.


Durgunluk ve sessizlik zamanlarında gönlümüze tek tek kelimeler düşer. O durgun, berrak, saflaşmış gönüle damla damla manalar gelir. Bu olaya içe doğuş, ya da altıncı his deriz. Gönlümüze ilham geldi demek, daha doğru olur. Bir isim gelir; bir kaç gün, bir kaç ay sonra o isimle karşılaşırız. Sonra cümleler gelir. Daha sonra uzun bir sohbet gelir. Herhangi bir mektupta bile gönderenin ismi yazılır. Gönüle gelen bu ilhamlar da kimliği ile beraber gelir. Sakın, göndereni bilinmeyen ilhamlar gelince, tedbirsizce inanıp uygulamayalım. Gönlümüze gelen bu ilhamlar konusunda tereddütte kalınca, Gavs-ül Âzam Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin duasını yapalım:


“Bismillahirrahmanirrahim. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhül aliyyül azîm.”


O ilham, şeytanî ise kesilir; Rahmanî ise devam eder. Bir hâl yaşayınca, bir görüntü gelince, hemen bu duayı okuyalım. Bu, hem fark ettirir, hem de korur. Bu hâle gelmiş nefse, “nefs-i mülhimme” denir. İlham alan nefis, artık kendini iyice toplar. Emredildiği şekilde, dosdoğru yaşar. Ondan sonra, “nefs-i mutmain” olur. Nefs-i mutmaindeki olaylar daha özeldir. Artık, o insana “evliya” denir. Kalp gözü açılmış olur. Madde ötesini görür.


İki türlü görmek ve duymak vardır: Biri ten kulağıyla duymak, öbürü ise can kulağıyla duymak. Ten kulağıyla ve ten gözüyle doğrudan manaya ermeye, “müşahede” deniliyor. O, çok zor ve ağır bir olay. Madde ötesi âlemdeki tüm varlıkları çıplak gözle, filtresiz görmektir. İrfan gözü ile ise filtreli görülür. Süzülüp, lâzım olan mana gelir. Uyanık rüya görmek gibi. Otururken içimiz geçer de rüya gibi görürüz. Uyanıklığa ne kadar yakınsanız, gördüğünüz rüya da hakikate o kadar yakındır. Uykunuz çok derin olmasın, hafif olsun. Sanki uyanık gibi uyuyalım. İşte o zaman, rüyalarımız gerçeği daha çok yansıtır.


Uyku ile uyanıklık arasındaki hâle, “yakaza” denir. Uyku ile uyanıklığın arasında bulun, varlıkla yokluğun arasında bulun, güzel ile çirkinin arasında bulun, gece ile gündüzün arasında bulun. Bulun da, hangi arada bulursan orada bulun. Bir arada bulun. Yeter ki bulun. Sonra, o arada bulup bir şeyler yakalayınca, uyanık rüya görmeye başlarsın. İşte o, artık, rüya değil; hakikat, gerçek; ama sana ait gerçek. Sakın, bu gerçek herkese ait, deme! Sakın, gördüğün her gerçeği topluma mal etme! O gördüğünle de seni denerler.


Sen gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını, Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Allah’ın Resul’ünün söylediği hadisler ile mukayese et ve uygun olanlarına uy, olmayanlara uyma. Bu kanala yayın; gerek görüntü ve gerek duyuş biçiminde, Rahmanî ve şeytanî olmak üzere iki yerden gelir. Uyanık olmak gerekir. Uyanık rüya görmeli, ama rüyaları da uyanık yorumlamalı!


Bu anlattıklarımızın bir çoğunu siz de biliyorsunuz. Belki de bizden iyi biliyorsunuz. Size, bilmediklerinizi, bildiklerinizle veriyoruz. Ambalaj, aynı ambalaj; bilgi, aynı bilgi; ama onun içinde bizden size gelen, bizim duyduklarımız var.


“Neredesin?” diyorum, “buradayım,” diyerek bedeninizi gösteriyorsunuz. Gerçekten öyle misiniz? Biz beden miyiz, yoksa bedendeki ben miyiz? O zaman, ölü ile dirinin farkı ne? Biraz matematik yapalım.


Diri İnsan - Ceset = Ne?


Öyleyse beden değiliz biz.


Bir üstadın sözü çok hoşuma gitti. “Vücudu şöyle yarısından kesip ikiye ayırsalar, o, ben dediğin de ikiye bölünür mü acaba?” diyor. O “ben” dediğin, yarım olup, kendini yarım hisseder mi? Belki bedenini yarım hisseder, ama ben dediğin hep bir bütündür. Ne azalır, ne de çoğalır. Demek ki, ben denen olay, beden değilmiş. Ben dediğin beden ise, zaten yandın gitti. Ona yapışıp kabre girersin. Ondan hiç ayrılmaz, diri diri gömülür, mahvolursun! Kabir ehli olmayalım. Kendini beden sanıp, ayrılmayı bilmiyorsun. Onu gömerlerken yanında gidiyorsun. Ayrıl, kendini kurtar! Neden onunla mezara giriyorsun?


Madem ki Hak yolundayız, zamanı gelince bedenden ayrılmayı, ondan kopmayı öğrenelim.


Bedene bağlananlar kabir âleminde kalır. Onlar da iki çeşittir: Cennet ehli ve cehennem ehli. Cennet ehli, cennetten manzaralar görerek, hoşluk içinde bekler. Cehennem ehli ise, mahşere kadar, cehennem kokuları alarak, kâbuslar görerek bekler.


Eti, kemiği gömüyorlar. Ruhlar ise aramızda geziyor, görüşüyor; başka bir boyutta, başka bir hayat devam ediyor. Hem de özgürce, kıyamete kadar. Bu âleme, “Berzah, yani geçiş âlemi” denir.


Bu bedenden nasıl ayrılalım? Biri, bizi bedenden sevgiyle öyle çeksin ki, kurtulalım. Bizi, bizden alsın. Yani, canı bedenden ayırsın. Ölmeden önce Azrail’imiz olsun. Ölmeden önce kim Azrail olduysa, ümit ederiz ki ölürken de Azrail onun görüntüsünde gelir.


O kadar severek bakın ki, sizi çeksin alsın. Derin bir sevgiyle bakarsan, baktığın yüzde kendini görürsün. “B” harfi “S” olur. “Ben” derken, “Sen!” dersin. Bir kere çıktın mı, bir kere kurtuldun mu bu bedenden, başlarsın sık sık çıkmaya. İstediğin yerde gezersin. Duymadığın, bilmediğin yerleri görürsün. Ölmeden önce ölmek, böyle olur.


Asıl ölü, biziz. Şu beden kabirlerindeyiz! Bakın, hepimiz kabirlerdeyiz; elimiz elimize, kolumuz kolumuza, ayağımız ayağımıza bağlı. Et ve kemik torbasını sırtımızda taşıyoruz. Düşündüğümüz yere gidemiyoruz, ağırlıklara tutsak olmuşuz...


Not: Yukarıdaki yazı: Faruk Dilaver Bey'in ' Gönül Bahçesi' isimli kitabından alınmıştır. Rabbim kendinine sağlık, afiyet ve uzun ömürler versin inşallah.
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

http://www.muhammedinur.com/modules.php ... e&pid=2042


22. HADİS-İ ŞERİF: Resulullah (SAV) Efendimiz Rabb’ ından naklen anlatıyor:

"Allah-ü Teâlâ şöyle buyurdu:

Ey Âdemoğlu, seni Kendim için yarattım. Eşyayı da senin için yarattım. O halde Kendim için yarattığımı, senin için yarattığımın ayarına düşürme."


Görüldüğü gibi bu Hadis-i Şerif de Kudsîdir. Burada adeta şöyle buyurulmaktadır:


"Sen, bütün isim ve sıfadatları, ahkâm (hükümleri) ve âsârı (eserleri) şümulüne alan küllî hakikatımın bir mazharısın. Bu âlem ise baştan sona Senin varlığının ayrıntılarıdır. Ve hakikatına ait olan hakikatlerin mazharlarıdır. Bu büyük âlemde Senin misalin, ruha nisbetle cesed gibidir. Sen ruhsun; bu âlem de cesedindir, bedenindir. Bu âlemden gaye Sensin... bir de toplayıcı hakikatın."

Cesedden maksat tedbir sahibi ruhtur. Durum böyle olunca, "ruhun nurlarını kendi beşerî varlığının perdeleri ile örtme."

Şu da bir gerçektir ki, her zuhur yerindeki tecelli, ilahî nurun tecelli sergisinden aldığı nasib kadardır. Bu bir birlik, vahdet tecellisidir ki, ruhun ve sırrın mazharında olur. Bu ruhu, kalb olarak ele almalıyız ve onu tecelli kabulünde daha kemalli görmeliyiz. Yani cisme ve bedene olan tecelliden. Çünkü bunların şümulünde zulmet de vardır.
Resim
Bismillahirrahmanirrahim…

وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ وَمَا يَعْقِلُهَا إِلَّا الْعَالِمُونَ

43.İşte bu misaller var ya, Biz onları insanlar için getiriyoruz; fakat onlara ilim sahiplerinden başkasının aklı ermez.
Ankebut:29/43

Kıymetli kardeşimiz babzurger ellerinize sağlık güzel bir paylaşım. HAKKın halkına hizmet edenlerin Resulullah Sallalahu Aleyhi Vesselem Efendimizin'in yüreğinde, yerini bulsun İNŞAALLAH!....


KENDİNİ TANImanın KENDİNE İYİ DAVRANmakla olacağı İLAHİ öğretisinin MUHAMMEDi EDEBin eğitiminin şartıdır.
Kişi kendine iyi davrandığı müddetçe KENDİNİ TANIyaBİLecek, BULacak ve OLacaktır. İbret perdesinde ki İMKANların İDRAK edilebilmesi için ardı arkasına İMTİHAN edillecektir.
İLM edip İRADE ederek SADAKAT ve SAMİMİYET İPine BAĞlanması gerekmektedir ki tahammül sırrı ile gelen çileleri öğrenerek SABR edebilsin.
SELAMET yurdunda YAŞAyabilsin ve sistemine ŞAHİD OLabilsin.
5N’in (Ne-Neden-Niye-Niçin ve Nasıl) sorgulamalarını yaparak, Kendinde TANIma sürecinin uygulanışında karanlık gecesinin TAN yerinin ağarması ile DOĞAN GÜNEŞine kavuşarak ve AYNada ayrısız gayrısız kendini seyretmeyi başarabilsin!

Kul İhvanimİZin buyruduğu gibi ‘’önce İSTİDAT sonra ÜSTAD!’’ sözünde kişinin Gayretini sergilemesi zorunluluğu vardır

Üsteki mubarek Hadis’i-Kutsinin incelenmesinde ‘’KENDİM İÇİN YARATTIM’’ KENDİNİ TANIMA içindeki güzellikleri seyr ederek ‘’KENDİ AN!’’ının Nur’u-Mim güneşinin doğması ile KENDİni ANlıyacaktır. İNŞAALLAH!....




MUHAMMEDİ MuHABBetlerimİZle!....
En son nur-ye tarafından 12 Haz 2009, 11:36 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim

SELAMÜN ALEYKÜM
ALLAH C.C SENİ ÇOK YAŞATSIN ÖMRÜNE BEREKET VERSİN . AZ KALSIN BENİ HEYECANDAN ÖLDÜRECEKTİN. YAZIYI OKURKEN ÇOK İLGİMİ ÇEKTİ.
OKUDUKCA OKADAR TANIDIK GELDİKİ...
YOKSA BU OMU DEDİM. SABREDEMEDİM EN SONUNUNA GETİRDİM HAREKET ÇUBUĞUNU..
TABİKİ O, KİM? FARUK DİLAVER.
ALLAH C.C YOLUNDAKİ İLK REHBERİM.
KARANLIKLARIMI AYDINLATAN İLK IŞIĞIM.
HAK YOLDAKİ İLK DAVETCİM.
DÜNYA AHİRET BENİM GERÇEK AĞABEYİM GERÇEK GARDAŞIM.
CANIMDAN ÇOK SEVDİĞİM NURUM AYDINLIĞIM CANIM CİĞERİM ABİM.

BUNDAN TAM YİRMİ YIL ÖNCEYDİ. DÜNYAYA DOYMUŞ NEFSİM ARTIK BİR BIKKINLIK İÇİNDE...HERŞEY ANLAMSIZ MANASIZ YANI MADDE VE KIŞIR KABUK. İPEKLERDEN KÜRKLERDEN PIRLANTALARDAN ŞUNDAN BUNDAN BIKMIŞ USANMIŞIM. RUHUM HASTA . İNİLTİLERİ ARTIK İÇ DÜNYAMDAN
DIŞARI SIZIYOR, KULLAR BİLMESEDE YARATAN BİLİYOR YA .
O DUYUYORYA. ERHAMENER RAHİMİN
IŞIĞINI NURUNU FARUK KULUNU YOLLUYOR BANA.
İŞTE O GÜNDEN BERİ BÖYLESİNE DELİ BİR AŞIK BÖYLESİNE HAK YOLUNUN MUHAMMEDİ NURUN TUTKUNUYUM.
EN SON SEVGİLİ AĞABEYİMİ ZİYARETE GİTTİĞİMDE.
KENDİ KIZ KARDEŞLERİYLE BERABER AĞIRLADI BENİ
MUHTEREM EŞİ SEVGİLİ BACIM DA ALLAH RAZI OLSUN BU DELİ AŞIĞIN TAŞKIN HAREKETLERİNİ HOŞ GÖRÜR DELİ'LİĞİME VERİR .
SÖZÜ YOLUNA GETİREYİM , ABİME BİR KALEM LAZIM OLDU.
BENDE HEMEN KALABALIKTAN ÖNCE YİRMİ YILDIR CANIM GÖZÜM GİBİ SAKLADIĞIM ÇOK ZARİF BİR KALEM UZATTM.
KALEME İLGİYLE BAKTI. FARUK ABİM ...DEDİN BU KALEMİ SİZ BANA YİRMİ YIL ÖNCE JAPONYA SEYAHATİNİZDEN DÖDÜŞTE HEDİYE ETMİŞTİNİZ...

DÖNDÜ MUHTEREM ZEVCESİNE BAKTI: GÖRÜYORMUSUN BACIMDAKİ VEFAYI YİRMİ YIL BU KALEMİ ÇANTASINDA SAKLAMIŞ.
İLK DEFA RUHUMA BİR GÜZELLİK GELDİ İLK DEFA BÖYLE BİR İLTİFATLA
MUTLU VE BAHTİYAR OLDUM
İŞTE BU EN SON ZİYARETİMİN İKRAMIDA HACI BAYRAM VELİ HAZRETLERİNİN CAMİ VE TÜRBE ZİYARETİNDEN DÖNÜŞTE İBRAHİM BEY KARDEŞİMİZ ELİYLE, MUHAMMEDİNUR SİTESİNDEKİ ALLAH DOSTLARIYLA TANIŞMAK OLDU .
ÖMRÜMÜZ OLDUKÇA SİZE ANLATACAK
ÖYLE ÇOK HATIRALAR VARKİ . ŞİMDİLİK BU KADAR
TEKRAR TEKRAR TEŞEKKÜR EDERİM SENİN ŞAHSINDA TÜM MUHAMMEDİ NUR HİZMETÇİLERİNE EN EVVELDE MUHTEREM AĞABEYİMİZ LATİF YILDIZ
BEYEFENDİYE NAMI DİĞER KULİHVANİ BÜYÜĞÜMÜZE SONSUZ MİNNET VE
SAYGILAR.......
.
En son HAYY-DOST tarafından 02 Eyl 2011, 12:34 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
anlamak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 546
Kayıt: 12 May 2008, 02:00

Mesaj gönderen anlamak »

gulsumyuksel yazdı:Resim

SELAMÜN ALEYKÜM
ALLAH C.C SENİ ÇOK YAŞATSIN ÖMRÜNE BEREKET VERSİN . AZ KALSIN BENİ HEYECANDAN ÖLDÜRECEKTİN. YAZIYI OKURKEN ÇOK İLGİMİ ÇEKTİ.
OKUDUKCA OKADAR TANIDIK GELDİKİ...
YOKSA BU OMU DEDİM. SABREDEMEDİM EN SONUNUNA GETİRDİM HAREKET ÇUBUĞUNU..
TABİKİ O, KİM? ÖMER FARUK DİLAVER.
ALLAH C.C YOLUNDAKİ İLK REHBERİM.
KARANLIKLARIMI AYDINLATAN İLK IŞIĞIM.
HAK YOLDAKİ İLK DAVETCİM.
DÜNYA AHİRET BENİM GERÇEK AĞABEYİM GERÇEK GARDAŞIM.
CANIMDAN ÇOK SEVDİĞİM NURUM AYDINLIĞIM CANIM CİĞERİM ABİM.

BUNDAN TAM YİRMİ YIL ÖNCEYDİ. DÜNYAYA DOYMUŞ NEFSİM ARTIK BİR BIKKINLIK İÇİNDE...HERŞEY ANLAMSIZ MANASIZ YANI MADDE VE KIŞIR KABUK. İPEKLERDEN KÜRKLERDEN PIRLANTALARDAN ŞUNDAN BUNDAN BIKMIŞ USANMIŞIM. RUHUM HASTA . İNİLTİLERİ ARTIK İÇ DÜNYAMDAN
DIŞARI SIZIYOR, KULLAR BİLMESEDE YARATAN BİLİYOR YA .
O DUYUYORYA. ERHAMENER RAHİMİN
IŞIĞINI NURUNU ÖMER FARUK KULUNU YOLLUYOR BANA.
İŞTE O GÜNDEN BERİ BÖYLESİNE DELİ BİR AŞIK BÖYLESİNE HAK YOLUNUN MUHAMMEDİ NURUN TUTKUNUYUM.
EN SON SEVGİLİ AĞABEYİMİ ZİYARETE GİTTİĞİMDE.
KENDİ KIZ KARDEŞLERİYLE BERABER AĞIRLADI BENİ
MUHTEREM EŞİ SEVGİLİ BACIM DA ALLAH RAZI OLSUN BU DELİ AŞIĞIN TAŞKIN HAREKETLERİNİ HOŞ GÖRÜR DELİ'LİĞİME VERİR .
SÖZÜ YOLUNA GETİREYİM , ABİME BİR KALEM LAZIM OLDU.
BENDE HEMEN KALABALIKTAN ÖNCE YİRMİ YILDIR CANIM GÖZÜM GİBİ SAKLADIĞIM ÇOK ZARİF BİR KALEM UZATTM.
KALEME İLGİYLE BAKTI. FARUK ABİM ...DEDİN BU KALEMİ SİZ BANA YİRMİ YIL ÖNCE JAPONYA SEYAHATİNİZDEN DÖDÜŞTE HEDİYE ETMİŞTİNİZ...

DÖNDÜ MUHTEREM ZEVCESİNE BAKTI: GÖRÜYORMUSUN BACIMDAKİ VEFAYI YİRMİ YIL BU KALEMİ ÇANTASINDA SAKLAMIŞ.
İLK DEFA RUHUMA BİR GÜZELLİK GELDİ İLK DEFA BÖYLE BİR İLTİFATLA
MUTLU VE BAHTİYAR OLDUM
İŞTE BU EN SON ZİYARETİMİN İKRAMIDA HACI BAYRAM VELİ HAZRETLERİNİN CAMİ VE TÜRBE ZİYARETİNDEN DÖNÜŞTE İBRAHİM BEY KARDEŞİMİZ ELİYLE, MUHAMMEDİNUR SİTESİNDEKİ ALLAH DOSTLARIYLA TANIŞMAK OLDU .
ÖMRÜMÜZ OLDUKÇA SİZE ANLATACAK
ÖYLE ÇOK HATIRALAR VARKİ . ŞİMDİLİK BU KADAR
TEKRAR TEKRAR TEŞEKKÜR EDERİM SENİN ŞAHSINDA TÜM MUHAMMEDİ NUR HİZMETÇİLERİNE EN EVVELDE MUHTEREM AĞABEYİMİZ LATİF YILDIZ
BEYEFENDİYE NAMI DİĞER KULİHVANİ BÜYÜĞÜMÜZE SONSUZ MİNNET VE
SAYGILAR.......
.
HEYECANINIZ İÇİMİ SARDI SARMALADI AŞK EYLEDİ. NE GÜZEL HİSSLER BUNLAR. ÇOK İYİ GELDİ. RABBİM RAZI OLSUN. RABBİM AŞKINIZI MUHABBETİNİZİ DAİM EYLESİN VE BİZE DE YAŞATSIN İNŞALLAH
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/anlamak.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: KENDİMİZİ TANIYALIM

Mesaj gönderen MINA »

babzurger yazdı:Resim

KENDİMİZİ TANIYALIM



Sevgi arttıkça yakınlık artar. O kadar artar ki, âşık sevdiği insanda var olur, yani kendini o zanneder. Birbirini çok seven insanlar, farkında olmadan birbirlerine benzerler. Huyları, hareketleri benzer, aynı hisleri aynı anda duyarlar. Sanki birbirlerinin kopyası olurlar.


“Neredesin?” diyorum, “buradayım,” diyerek bedeninizi gösteriyorsunuz. Gerçekten öyle misiniz? Biz beden miyiz, yoksa bedendeki ben miyiz? O zaman, ölü ile dirinin farkı ne? Biraz matematik yapalım.


Diri İnsan - Ceset = Ne?


Öyleyse beden değiliz biz.


Bir üstadın sözü çok hoşuma gitti. “Vücudu şöyle yarısından kesip ikiye ayırsalar, o, ben dediğin de ikiye bölünür mü acaba?” diyor. O “ben” dediğin, yarım olup, kendini yarım hisseder mi? Belki bedenini yarım hisseder, ama ben dediğin hep bir bütündür. Ne azalır, ne de çoğalır. Demek ki, ben denen olay, beden değilmiş. Ben dediğin beden ise, zaten yandın gitti. Ona yapışıp kabre girersin. Ondan hiç ayrılmaz, diri diri gömülür, mahvolursun! Kabir ehli olmayalım. Kendini beden sanıp, ayrılmayı bilmiyorsun. Onu gömerlerken yanında gidiyorsun. Ayrıl, kendini kurtar! Neden onunla mezara giriyorsun?


Madem ki Hak yolundayız, zamanı gelince bedenden ayrılmayı, ondan kopmayı öğrenelim.


Bu bedenden nasıl ayrılalım? Biri, bizi bedenden sevgiyle öyle çeksin ki, kurtulalım. Bizi, bizden alsın. Yani, canı bedenden ayırsın. Ölmeden önce Azrail’imiz olsun. Ölmeden önce kim Azrail olduysa, ümit ederiz ki ölürken de Azrail onun görüntüsünde gelir.


O kadar severek bakın ki, sizi çeksin alsın. Derin bir sevgiyle bakarsan, baktığın yüzde kendini görürsün. “B” harfi “S” olur. “Ben” derken, “Sen!” dersin. Bir kere çıktın mı, bir kere kurtuldun mu bu bedenden, başlarsın sık sık çıkmaya. İstediğin yerde gezersin. Duymadığın, bilmediğin yerleri görürsün. Ölmeden önce ölmek, böyle olur.


İÇimizden bir SESin SESini DUYar gibi OLduk...
ALLAH c.c razı olsun inş...
sevgiyle...
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
babzurger
Üye
Üye
Mesajlar: 24
Kayıt: 04 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen babzurger »



Kimi ne zaman seveceğimi ben bilemiyorum. Sevmediğiniz birini sevin dediğimizde, sevemezsiniz. Sevmeniz gereken birini sevemiyorsanız Hak'tan yardım isteyin. Ben severim, demeyin. İsteseniz de sevemezsiniz. Sevmek, sizin elinizde değil.


Allah seni sevmezse sen O'nu sevemezsin. O sana gelmezse, sen O'na varamazsın. Ama ilk adımı sen atacaksın. O'ndan razı olup, O'nu sevebildiğin kadar seveceksin. Hatta canından çok seveceksin.


Namazı huşu içinde, zevk verdiği için değil, Allah emrettiği için kılın. Gönül yıkanın namazı makbul olmaz.


Cömertliğin miktarı değil, orantısı geçerlidir. Cebindekinin ne kadarını verdiğin önemlidir.


Makam peşinde değiliz. Bizde "olmak" yok. Biz, olmamaya gayret ediyoruz. Bizim yolumuz en kestirme yol; Yunus yolu, yokluk yolu. Benliğin aşk ile eriyerek yok oluş yolu.


Şuurlu olmak lâzım. Kamplara bölünmeye, parçalanmaya gerek yok. Soy, sop, ırk, mezhep dedik, bölündük. Çevresinde birlik-beraberlik içinde olamayan, fitneci, fesat bir insanın birlikten haberi olabilir mi? Olamaz.


Gerçek sevgi tahrip etmez. Öyle bir dost bul ki eşinle, ailenle, çevrenle aranı yapsın. Mutlu ve huzurlu olmana yardım etsin.


Aile kurun, gecikmeyin. Aklınızın yattığı birini bulup evlenin. Âşık olacağız diye uğraşmayın. Anlaşıp, eşin gibi seveceğin bir eş bul, yeter. Herkes birbirinin hakkına saygı göstersin, birbirini saysın, sevsin.





Ne sendedir, ne bendedir.


Gönlümüzdedir, gönlümüzdedir.


Gözümüzden bakan, ağzımızdan söyleyen


Gönlümüzdedir, gönlümüzdedir.





Ey kudreti sonsuz Allah'ım! Sana güvendik, sana sığındık. Senin uygun gördüğün, kolay ve güzel bir yaşantı ver bize.


Resul-ü Kibriya, yaratılmışların aslı iken; gaybı, geleceği bilemem, diyordu. Ancak Hakk'ın bildirdiğini biliyordu. Bildiğine de: "Ben bilmedim," diyordu.


Muhtaç ol ki gelsin. Bir bilgiye muhtaç olursun, gelir. Muhtaç olmak başka, sormak başka. Rabb'ine soramazsın, haddimiz değil. Muhtaç olduğunu bilip, istersen; lütfeder verir.


Kırılma, kırma! İncinme, incitme! Gücenme, gücendirme! İncinen, incitir; kırılan, kırar; gücenen, gücendirir.


Güneşe mi, denize mi Hak diyenler daha engin bir irfana sahip? Tabi ki güneşe. Çünkü denizdeki hareketlere de güneş sebep oluyor. Denizdeki devridaimi güneş yapıyor. Suyu ısıtıyor, bulut oluyor. Bulut soğuyor, yağmur oluyor, denize dönüyor.


Sen her eşyada güneşi görüyorsan, eşyanın renklerini, güneşin sıfatları biliyorsan Hakk'ı görmeye çok yatkınsın. O göz Hakk'ı kısa zamanda görür. Bu, öğrenmeyle olmaz, arınmayla olur.


Kanımızı yıkayalım. Kanımızı nasıl temizleyeceğiz? Haram lokma yemeyeceğiz. Sonra esma ile arınmaya devam edeceğiz. "Estağfurullah!" diyeceğiz. Allah'tan yardım isteyeceğiz.


Çevremize, memleketimize hizmet edelim. Birlik ve beraberliğe önem verelim. Aile birliği bozulursa ülke birliği de bozulur. Aileyi korumak gerekir. Arası bozulan eşleri barıştıralım. Barıştıracağımız kişilerle ayrı ayrı, barışı sağlayana kadar konuşalım. Arayı düzeltmek için ne gerekirse yapalım.


Herhangi bir şahsa, bir yanlış yapıyor diye imansız, cehennemlik demeyelim. Şu adam cehennemliktir diyen, cehennemliktir. Kendimizi Allah'ın yerine koyup hüküm vermeyelim. Sakın kimseyi cehenneme atmayalım. Allah'ın işine karışmayalım.


Suizan yapmayalım. Olgun insan olalım. Nefsin esaretinden kurtulalım. Biz, önce kendimiz olgun insan olup, başkalarının da olmasına sebep olalım.


Bazı insanlarla karşılaşıyorum; Allah'ın vasıflarını ne güzel ezberlemişler. Ne güzel söylüyorlar; ama tanımıyorlar. Allah'tan haberleri yok, vasıfları ezberliyorlar. Allah ezberlenir mi?


Arınacaksınız. Kanınızı, kalbinizi temizleyeceksiniz. Edep öğreneceksiniz. İnceleceksiniz. Sizin etrafınızda kimse sizden rahatsız olmayacak. Sonra herkes sizi sevecek. Onların sevgisine muhtaç olmayacaksınız. Allah'ı çok seveceksiniz. İncinmeyeceksin, incitmeyeceksin. Gerçek anlamda zarif olacaksınız.


Gözünü şekilden kurtardın mı tecellileri görürsün. Şekle takılırsan, göremezsin.


Siz bu hasretten razı mısınız? Sevgili istiyorsa biz razıyız. Hasret olmazsa aşk olmaz. Aşk olmazsa vuslat olmaz.


İnsan hakları var; ama Hakk'ın hakları ne olacak? İnsan haklarının ilk ve en geniş bildirgesini, Yunus: "Yaratılanı hoş gör, Yaradan'dan ötürü," diyerek sunmuş.


Kalbiniz Hakk'ın yakınlığını duysun. Gözünüz nurları görsün. "Şavk," yakınlık işaretleri, parlak noktalar uçuşur o zaman. Bu, sözle olmaz, yaşamak gerekir.


Kuruyalım, sararalım, harmana dolalım. Döven dövsün. Saptan-samandan ayrılalım. Hakk'ın ambarına dolalım.


Eşini eşin gibi, çocuğunu çocuğun gibi sev. Taptığın gibi sevme. Kalbine giren çıkandan haberin olsun. Çok sevip istediğin bir şey gördüğün zaman, alıcı gözle bakma. Baktığın zaman da estağfurullah de, gözünü çevir.


Aklımızla her şeyi çözmek mümkün değil. Allah'a sığınalım. "Ya Rabbi, bana gerçeği göster, ben gerçeği görmek istiyorum, bana gerçeği kolayından yaşat!" diye Yaradan'a yalvaralım.


Din, Allah'la kul arasındaki münasebetlerin ve icraatların tamamıdır. Allah, yaratıp yoktan var ettiği kulunu, ne olursan ol, diye kendi hâline bırakmamıştır.


Maneviyatı olmayan, Yaradan'a inanmayan insanlar yine O'nun hükmündedir. Ama hayatı boşa gider. Onun videosu boş yazar, kara yazar, yarın mahşerde ona hiçbir şey sorulmaz. Doğrudan, müebbet olarak cehenneme gider. İnananların hayat videosu, artısı ve eksisiyle değerlendirilir. Hiçbir şeye itiraz edemezler. Günahları ağır geliyorsa cehenneme, sevapları ağır geliyorsa cennete giderler. Cehennemde cezasını çekenler oradan cennete geçerler. Bunlara rağmen, bir kulun cennetlik veya cehennemlik olması hükmünü yalnız Yaradan takdir eder. Cehennem, ateşten beter ateştir. Onlara orada ölmek yok, ölüp kurtulmak için feryat ederler. Ama ölüp yok olamazlar ki kurtulsunlar. Ölmek, kurtuluştur; ama ölemezler.


Oruç, sadece aç kalarak tutulmaz. Gözünü, kulağını, dilini haramdan sakınacaksın. Oruç süresince tüm uzuvlarını koruyacaksın.


Şuurlu olalım, ne yaptığımızı bilelim. Ağzımıza ne koyduğumuzu, gözümüzle neye baktığımızı, kulağımızla ne dinlediğimizi bilelim.


Varlıktan geçip hiçliğe doğru yol alalım, Yunus'un sırrını koklayıp onun sırrına erelim. Bazen semalara dalalım, bazen de aşağıların aşağısına, esfel-i safiline bakalım, ibret alalım.


Siz mi dirisiniz, O mu ? Siz kiminle diri kalıyorsunuz. İşte, Yunus bunu bildiriyor. Ruhlar âleminden bilmeye, bilinmeye, görmeye, göstermeye, ölü olan kalpleri diriltmeye geldik, diyor.


Allah'ım, şu insanları tenperestlikten kurtar! Bedenine ben diyen, bedenin isteklerine uyar. Bedenin isteklerine teslim olur. Ruhun isteklerine uyan insan, ilham alır, güzel duygulara meyleder. Bedenin arzu ve isteklerini oluşturan merkez, nefistir. Nefsinizi tanıyın, ona karşı mücadele edin. Sevginin her zorluğu kolaylaştırdığının sırrına erin. Severek, işi kolay kılın.


Aşk, yalan değil; insan, yalan; aşk, gerçektir.


Ömrümüzün sonuna kadar çirkini değil, güzeli anlatacağız.


Bazen küçücük bir hizmet insanı kurtarıyor. Fakirlere ulaşalım. Gerçek ihtiyaç sahiplerini bulalım.


Beden hapishanesinde kalmaya neden razı oluyor insan? Acaba neden bu beden hapishanesinden kurtulmak istemez? Çünkü dışarı çıkmanın tadını bilmiyor.


Tasavvuf ilmi, diridir. Özden öze, gözden göze nakil ilmidir. Tasavvufun vasfı budur. Öyle bir göze bak ki, yüzyıllardır gözden göze gelmiş olan Resulullah'ı görmüş olasın.


Bir çok bilim adamı her şeyi ölümden sonraya bırakıyor. Cennet için hazırlanmamızı tavsiye ediyor. "Yaşarken Rabb'inizi bilin, yaratılışın ve yaşamanın gayesine erin," demiyor.


Allah, sevdiklerimizi Allah için sevmeyi nasip etsin. Aşkımızı, Allah için yaşatsın, nefsimiz için değil.


Görmek istediğine gözünü kırpmadan bakacaksın. Gözünü kırpmadan bakmak, bir hâl ilmidir. Gözünü gönlüne bağlayıp, dikkatin bir noktaya odaklanmasıyla olur.


Büyüttük, besledik, gözünü gözledik. Mürüvvetini görelim, dedik. Anlattık, öğrettik. Gözünü gözledik; ama gözü boş bakıyordu. Gözünde, gönlünde aradığımızı bulamadık.


Ölen insanlarla uğraşmak, Müslüman'a yaraşmaz. Cennetlik mi, Cehennemlik mi olduğu haddimizi aşar. Güzeli konuşalım. Ölenlere rahmet okuyalım. Her konuda şuurlu olalım. Bu ülkede yaşayan insanların hepsi, bizim insanlarımız, birçok müştereklerimiz var onlarla. Hepsini sevelim. Anlaştıklarımızla paylaşalım.


Menfaatin ön plânda olduğu yerde hakkaniyet olmaz. Şehvet ve menfaatin uşağı olmayalım. Ruh dostu olalım.


Dualar gönül diliyle yapılır. Gönül diliyle yalvarılır. Allah bizi ortak koşmaktan, şirkten korusun. Görevimiz, insanlık âlemine, gerçeği tanıtmaktır.


Allah'ın kudretine inanalım. Bize dua etmek, yalvarmak düşer. Hiçbir kul, hiçbir şey yapamaz. Kul, âcizdir! Kul, zayıftır! Kul, fakirdir! Kudretin ve mülkün sahibi, Allah'tır.


Bazı yaşadığımız olayları anlatmamızın nedeni, ibret olması içindir, yoksa öğünmek için değil.


Allah'a sığınıp Allah'tan iste. Kudret ve kuvvet Allah'ındır. Canı gönülden yapılan duaları Allah kabul eder.


Dünya güneşten kopmuş, tesadüfen yuvarlakmış! Tesadüfen bir yörüngeye oturmuş! Tesadüfen bu yörünge elips olmuş! Bu ateş parçası tesadüfen suyla dolmuş. Tesadüfen bu ateş parçasına bu kadar bitki, hayvan ve insan bir yerden gelmiş! Tesadüfen işte! Bilemediğimiz her şey tesadüf! Bu olacak iş mi? Bilemediklerimize tesadüf demek zorunda mıyız?


Kendinden başka herkesi hakir görüyorsan, sende kibir var. Sen asıl kendini hakir gör ki, hiçliğe eresin. Varlıktan vazgeçesin. Kimseyi hakir görmeyin. Kendinize, ilminize, namazınıza, ibadetinize güvenmeyin. Benlik yapmayın. Allah'a güvenin.


Okuduklarından, bildiklerinden geç ki, kendi kitabını okuyasın. Her ne istersen Allah'tan iste, Allah'a sığın. Bu dünyadan Cemal görmeden gitme. Hakk'ı ara. Dağda, taşta, ağaçta, kuşta ara, nerede istiyorsan orada ara; ama unutma ki aradığın sendedir.


Gerçek namazı kılın. Hakk'ın huzurunda durun. Secde, Hakk'a en yakın olunan yer. Secdede aklına kim gelirse ona secde edersin. Secdede, gönlünde yalnız Allah olsun ki Allah'a secde et.


Ya Rab, senin kendini yücelttiğin gibi biz seni yüceltemeyiz! Seni yüceltmeye kelimeler yetmez! Aklımız kâfi gelmez!


Dünya sallanıyor. Dünyanın içi ateş, çıkmak için kabuğu zorluyor. Kabukta çatlaklar var. Çatlağı açıverse, lavlar yeryüzüne yayılsa nereye kaçarız? Neye güveniyoruz?


Âcizliğimizi kabul edelim. Kime sığınacağımızı bilelim. İnanmayanların gerçeği, tesadüf! Tesadüfe inanılır mı? Her şey tesadüf olur mu?


Ölüm anında çene düşer, göz açılır. Kimse gördüğünü geride kalanlara söyleyemez!..


Yiyin, için, çalışın. Maddî-manevî kazanın; ama gerçek istikbaliniz olan o sonsuz hayat için de hazırlık yapın. Sonsuz bir hayatta ebedî ıstırap çekenlerden olmayın.


Aklınızın yettiği, gönlümüzün erdiği yere kadar bizi dinleyin. Bizim elimizden hiçbir şey gelmez, O'nun kudret elinden her şey gelir. Attığını sen atmadın. Tuttuğunu sen tutmadın. Söylediğini sen söylemedin.


Birbirinizle uğraşmayın. Yunus gönüllü olun. Olmadan oldurulmaz. Ol ki oldurasın. Olgun bir insan olun. Ya olun, ya ölün! Ölmeden önce ölün!


Allah'ın hatırı için iyi geçinin. Yapıcı olun, yıkıcı olmayın. Birlikten, huzurdan yana olun. Madem ki Hakk'ı arıyorsunuz. Yolunuza çıkan engelleri fedakârlıkla aşın. Başkalarıyla uğraşacağınıza kendinizle uğraşın. Olan olmuş! Neden olmuş, demeyin. Bütün olanlar, Allah'tandır. İtiraz etmeyin.


İmanınızla, eşinizle, işinizle iyi olun. Eviniz cennet olsun. Herkesle dost olun. Olumlu davranın, olumlu konuşun.


Göz, kusura ayarlanmış. Hep kusurları görüyor. O gözle nasıl Cemal göreceksin. Kusur gören göz Cemal göremez. Gözünüzdeki kusurları yok etmeye bakın.


Namaz, Allah'la konuşma yeri. Fatihanın yarısında Allah, diğer yarısında kul, aynı ağızdan konuşur.


Gecenin bir vakti kalk, şükür ve teheccüd namazı kıl. Teheccüd namazı insanı Allah'a yaklaştırır. Allah için, Allah'ın hatırı için yapılan bir ibadettir.


Ölmek çok tatlı bir şeydir. Allah için ölelim. Ölmeden önce ölelim. Akıl buna razı olmaz, korkak akıl ölüm istemez.


Günahkâr da olsan samimî ve mert ol. Allah böyle kulunu sever. Allah, kalplerin özünü bilir. Allah'a karşı kaypak olmayın. "Ben âcizim, zayıfım, benim elimden bir şey gelmez!" deyin. Allah'tan yardım isteyin.


Hakk'ın cazibesiyle bedeni terk edin. Ölmeden önce ölmenin sırrına erin.



Not:Yukarıdaki yazı Faruk Dilaver Bey'in 'Gönül Bahçesi' isimli kitabından alınmıştır.

Kullanıcı avatarı
babzurger
Üye
Üye
Mesajlar: 24
Kayıt: 04 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen babzurger »



Dünyalık işiniz için, sözü geçen birinden, bir yetkili amirden randevu almaya çalışırsınız. Huzuruna çıkmak için hangi usuller, yollar varsa ona uyarsınız. Sonra da durumunuzu ona arz edersiniz: “Benim şöyle bir problemim var, efendim!” dersiniz. O da size gereken ilgiyi, kolaylığı gösterir.

Allah’ın huzuruna namazla çıkılır. Günlerce sohbet dinlesek, günlerce kitap okusak, manevî ilimleri tahsil etsek, yine de huzura çıkmış olamayız. Bunlar, huzura çıkmak için gereken ön hazırlıklardır. Mülkün amirine hâlini arz etme yöntemini öğrenmektir. Öğreniyorsun, ama onun huzuruna çıkmıyorsun. Gerçek mülk amiri kimdir? Allah’tır... O, mülkün amiridir. Bir amir, bir şehrin amiriyse; Allah, mülkün amiridir, bütün kainâtın amiridir. Gerçek mülk amirinin huzuruna çıkmıyoruz. Uzaktan hâlimizi arz ediyoruz. Allah’a uzak-yakın olmaz; ama O, kulunu huzuruna namazda kabul ediyor. Resullullah Efendimiz: “Namaz, müminin miracıdır,” diyor.


Bir kardeşimiz bana şöyle demişti:


“Ben inanıyorum, tatmin oldum. Resul’ünü de kabul ettim, ama namaz kılmasam, olmaz mı?”


Ne diyor!.. “Huzura çıkmasam olmaz mı, bana gereksiz geliyor?” Yani Allah’a ve Resul’üne ihtiyacı olmadığını, Allah’tan istediği hiç bir şey bulunmadığı için, huzura çıkmayı arzu etmediğini söylemek istiyor. Bu, doğru değil.


Müslüman mıyız? İslâm’ın şartı kaç? İmanın şartı kaç? Çocukken ezberlemişiz, taklitçi olarak devam ediyoruz. Gelin, yeni baştan gerçeği öğrenelim. İslâm’ın şartı beş. Birincisi, Kelime-i Şahadet getirmek; yani tapılacak hiç bir ilah olmadığına, yalnız Allah’ın olduğuna, Hazreti Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna iman etmektir. “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Rasûlüh” demek, dil ile söyleyip kalp ile tasdik etmektir. Sonra namaz kılmak gelir, yani namaz kılmazsan Müslümanlığın tamamlanamıyor, noksan kalıyor. “Ey iman eden, huzuruma gel,” diyor, Allah.


Kıyamda dur, rükuya geç, secdeye kapan, kul ol. Bedeninle kıyamda "elif", rükuda "dal", secdede "mim" yaz, yani "âdem" yaz. Bunlar rastgele hareketler değildir. Her birinin manası vardır. Üçüncüsü oruç tutmaktır. Oruç tutmanın manevî sayısız faydası vardır. Nefsi terbiye etmenin en iyi yolu budur. Oruç bir eğitim, terbiye sistemidir. Dördüncü şart, maddî şartlar uygunsa zekat vermek. Beşinci şart, durumu müsaitse hacca gitmek. Bu şartlardan ikisi maddî imkânlara bağlı, ama üçü herkesin yerine getirmesi gereken şartlardır.


Namaz kılmak, duaları ezberleyip yat-kalk hareketleri yapmak değildir; huzura çıkmaktır. Bugüne kadar hiç huzura kabul edildin mi? Rabb’ine seslendin mi? Mülkün amirinin kapısına kadar gittin de, mülkün amiriyle hiç görüştün mü? Ona hâlini arz ettin mi? Bu şuna benziyor: Vilâyete gidiyorsun, kapıyı çalıyorsun, içeriden “gel!” sesi duymadığın için bekleyip geri dönüyorsun. Kimisi kapıyı da çalmıyor, bekliyor ve geri dönüyor. Bir cesaret et, kapıyı çal; sonra içerden: “Buyur, gel!” dendiği zaman içeri gir, hâlini arz et. Namazdan içeri gir. Kıyafetine bir bak bakalım, huzura çıkmaya uygun mu? Amirlerin huzuruna işini halletmeye uygun olmayan bir kıyafetle gider misin?


Elini bağladın: “Allahü ekber!” dedin, huzurda olduğun için el bağladın. Başladın onun öğrettiği şekilde O’nunla konuşmaya. Kendi bildiğin şekilde konuşursan hata yaparsın; ama namaza giremedin daha. Namazın içine girmen gerekir. Fatiha okunurken girilir. “İyyâke nâbudü ve iyyâke nestaîn” derken geçilir namaza. “Bismillahirrahmanirrahim.” Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, dedin. Fatiha’yı okumaya başladın: “Elhamdülillâhi Rabbil Âlemin.” Âlemlerin Rabbine hamd olsun. “Errahmanirrahim.” O, Rahman’dır, dünyada inanan-inanmayan ayırımı yapmaz, kendini inkâr edenlere dahi eşit muamele yapar. Çalışan, çalıştığı nispette karşılığını alır. O, Rahim’dir, ahiret gününde inananların mükâfatını verecektir. O yüzden, inananları bu dünyada imtihan eder. Derler ya: “Bu dünyada hep inananlar çekiyor.” Evet, inananların imanları denenir. İnanmayanı denemeye gerek yok, kararı bugünden bellidir. Onlar sadece Rahman sıfatına tabidirler. Rahim’in mükafâtını ahirette almak için bu dünyada imtihana tabi olmak gerek. İmtihan nedir? Her çalıştığının karşılığını alırsan, bu dünyada hep kazanan olursun. İmtihan ise denenmendir. Çalışırsın; ama kazanamazsın. İman edersin, dua edersin, karşılığı olmaz; ama öyle bir iman sahibi olursun ki, tamamen teslim olursun. Artık denenecek bir şeyin kalmaz, emirlere tamamıyla uyarsın, hâlinden razı olursun. O zaman senden imtihan kalkar, imanını her durumda ispat etmiş olursun.


Fatiha’ya dönelim. “Mâliki yevmiddin.” O, din gününün sahibidir. Mahşerde insanların toplanacağı günün sahibidir. Buraya kadar olan kısmı Allah söyledi, kendini sana tanıttı. Allah kuluna kendini tanıttı. Hangi ağızdan tanıttı? Kulunun ağzından tanıttı. Şimdi kul, O’nu duydu ve “İyyâke nâbüdü ve iyyâke nestaîn.” Yalnız senden yardım diler, yalnız sana ibadet ederim. “İhdinas sıratel müstakim.” Bizi doğru yola ilet. “Sırâtellezîne en’amte aleyhim, gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn. Âmin.” Bizi senin yolunda gidenlerle beraber et, gazaba uğrayacaklarla değil.


Demek ki yalnız başına olmuyor. Allah öyle istiyor. Yağmur damlası tek başına denize akamıyor. Diğer damlalarla buluşması gerekiyor. Dere olmak, nehir olmak, denize akmak lâzım. Tek başına olmaz. Allah’ın veli kulları, nehirler gibidir. Durmaksızın denize akarlar. Nehire kavuşan, denize kavuşmuş sayılır. Bazı yağmur damlaları kısmetlidir, doğrudan denize düşerler.


Namazda okuduğumuz sureleri ve duaları bilincine ererek okuyalım, huzurda olduğumuzu bilerek, ne dediğimizi idrak ederek söyleyelim. Her şey, namaz hocası kitaplarında tüm detayları ile var. Ben size namazı anlatmıyorum, namazı şuuruyla kılın, diyorum. Gerçeği bulun, diyorum. Meselâ, Ettehiyyatü duası miraçta okunmuştur, Allah’la Peygamber Efendimizin konuşmasıdır. Peygamber Efendimiz: “Ettehiyyâtü lillâhi ve’s salevâtü ve’ttayyibât” Dil, vücud ve mal ile yapılan bütün ibadetler Allah içindir, diyor. Cenab-ı Allah da O’na: “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllâhi ve berekâtüh.” Selâm sana ey Nebi, ey Peygamber, Allah’ın rahmet ve bereketi de senin üzerine olsun! diye cevap veriyor. Peygamberimiz de: “Es-selamü aleyna ve ala ibadillahissalihin.” Selam, bizim ve salih kulların üzerine olsun, diyor. Bir Allah konuşuyor, bir Resulullah konuşuyor. Sonra da Cebrail Kelime-i Şahadet getirerek şahitlik ediyor. İşte, siz de namazda oturduğunuzda bu hâli yaşamalısınız. Her iki konuşma da aynı ağızdan çıkacak. Bu konuşmayı şuurla hissederek yapalım, miracı yaşayalım.


“Her şeye inandım, namaz kılmasam olmaz mı?” diyordu arkadaşımız. Alacağın bütün mükâfat namazda iken, ben nasıl derim, “Namaz kılma!” diye.


Hak’tan razı olun. Kendi hâlinden şikâyet eden Hak’tan şikâyetçi olur! Hamdedin, şükredin. Şükredin ki iyilik artsın.


Allah’ın sırlarına aklının ermeyeceğini peşinen kabul et. Ancak O’nun verdiği irfan ile bazı sırlara erişirsin.


Her şeyi iyiye yorun, siz kazanırsınız. Bunda da bir hikmet vardır, deyin.


Aklının her şeye erdiğine inanmaktan kurtulmak on sene sürer. Gel, peşinen vazgeç. Aklının yatmadığına da inan. Hak dostu sana uyarsa, sen mahvolursun; sen O’na uyarsan, kurtulursun.


Birliğin tek şartı, O’ndan bahsetmektir. Kendimizden bahsedersek ayrı düşeriz.


Denize dalıp çıkmak güzeldir. Sahile çıkacaksın, denizi seyredeceksin, sonra özleyip tekrar dalacaksın.


Sabır, hepimize sabır tavsiye ediyorum. Sabretmeyen değişmez. Huyu ancak sabır değiştirir. Kararlı olacağız, sabredeceğiz.


Şükretmiyoruz, şükrümüz az. Şükür az olduğu için iyilik azalıyor. Şükür, hastalara şifadır, dertlilere devadır. İyilikleri ve nimeti artırır. Hiç gördüğüne şükrettin mi? Koku aldığına şükrettin mi? Düzgün konuştuğuna şükrettin mi? Kulağının duyduğuna şükrettin mi? Aklın olduğuna şükrettin mi? Kusursuz yaratıldığına şükrettin mi?


Necatibey Caddesi’nde birini gördüm, dakikada ancak bir adım atabiliyordu. Yürüyorum, diye hâline şükrediyordu.


“Allah’ım, ben utanıyorum, şükür yapamıyorum!” dedim. Evinizdeki nimetleri biliyor musunuz? Sıcak bir ortamınız var. Ayakkabınız sağlam, ayaklarınız sıcakta, bunlara şükrediyor musunuz? Şükür, bir duygudur; hissedilir, yaşanır. Şükür hâlinde misiniz? Minnettar mısınız? Birisi iş veriyor size, minnettar kalıyorsunuz. Ya Allah’ın verdikleri ne oluyor? O’na da minnettar mısınız? O size, sizi yaratmakla kendinizi vermiş. Bize, kutsal topraklara gitmeyi nasip ettiği için şükrediyor muyuz? Orada Kur’an’ın indiği yere çıktık, Resulullah'ın Cebrail Aleyhisselâm ile buluştuğu yeri gördük.


Cebrail:


“Oku!” dedi. Sizce neyi oku dedi? Daha kitap inmemişti.


“Ben okuma bilmem!” diye cevapladı.


“Rabb’inin adıyla oku!”


Evet, siz de okuyun artık, Rabb’inizin adıyla okuyun. “Bismillahirrahmanirrahim” de, oku.


Kitap yoktu ki, neyi okuyacak? Kur’an yoktu ki o zaman. “Okuma bilmem!” deyince, Cebrail O’nu tuttu ve sıktı. Tekrar "Oku!" dedi. Hak dostları, onun için kucaklar ve sıkarlar insanı.


Oku, oku! Çiçeği oku... Yıldızları oku... Güneşi oku... Dağları oku... Denizleri oku... Rabb’inin adıyla oku. Çünkü seni okuman için yarattı. Gel, yaratılmışları oku. Yaratılmışları okursan, Yaradan’ı anlarsın. Oku... Oku... Gönülleri oku. Okumayı öğrenirsen, her şeyi okursun. Okumayı öğren. Okuması olmayanlardan olma. Hepimiz ümmîyiz, bak, okumamız yok. Rabb’ine şükretmeyen okuyamaz. Rabb’ine şükret ki seni okuyanlardan eylesin. Rabb’ine şükret ki sana güzel nimetler versin.


Hatanızla, kusurunuzla, ne olursanız olun insanlara dost olun. Sakın, sizden fitne doğmasın! Fitnenin anası, şeytandır. Hakk’ı sevenleri birbirine düşürmeyin. Hep yapıcı olun. Dostları birbirine sevdirmek için, doğruyu söyleyip küstüreceğinize, yalan söyleyip barıştırın.


Gençler! Anne-babayı azarlamayın, çok büyük riske girersiniz de fark etmezsiniz. Yıllar sonra sizin çocuklarınız da sizi azarlayınca anlarsınız; ama vakit geç olur. Çocukların ana-babayı azarlaması, kıyamet alâmetidir. Kültürü sizden az olabilir, sizin kadar bilgili olmayabilir; ama sakın: “Konuşma ya, senin aklın ermez!” demeyin. “Anneciğim, öyle değil!” deyin. Güzellikle ikna edin. Dediğini yapmayacaksanız, yine yapmayın; ama azarlamayın. Almayacaksanız, almayın; vermeyecekseniz, vermeyin; ama azarlamayın!


Dinin direği, namaz!.. Bir evin fertlerinin tamamı namaz kılsa, o ev cennet olur, huzur dolar. Ama huşu içinde, yaşayarak, huzurda olduğunu bilerek. Önce seccadeyi ser, besmele çek, sağ ayağını seccadeye at: “Ya Rabbi! Beni huzuruna kabul et, sana geliyorum!” de. Huzurunda el bağla. Sen namazı güzel kılarsan, evde de huzursuzluk çıkmaz.


Ne kadar sinirlenirseniz sinirlenin, ağzınıza küfür almayın. Sözünüze hâkim olun. Allah yolunda gidiyorum diyorsun, nasıl? Kızdığının gözüne, yüzüne küfrediyorsun? “Yüzünü kudret elimle yaptım,” diyor, Allah. Yüz, kutsaldır; yüze vurulmaz, yüze küfredilmez.


Bir mana büyüğünü ziyarete giderken, mideniz dolu gitmeyin. Biraz aç olun ki, gönlünüz de kolay duysun. Mide dolu olunca, gönül zor duyuyor.


Herkesin kendine göre bir gerçeği var. Hakikat ise tektir, bir tanedir. Eğer Hakk’ın gerçeğine gidersek, o zaman hepimiz aynı noktaya ve asıl gerçeğe ulaşırız. Hakikatin pek çok tanımı var. Hakikat yolunda kalabilmenin anahtarı, Yaradan’a, O’na sığınmak, gönülde hep onu bulmaktır.


Şu zamana geldik, hâlâ aklın, zekânın tam bir tanımı yok! Zekâ nedir? Menfaatlerimi nasıl maksimuma çıkartırım, hangi yollardan kazanırım sorusuna cevap arayandır.


Ölüye giden ölür, diriye giden dirilir. Peygamber Efendimizi diri olarak ziyaret edelim. Mescid-i Nebeviye’ye gittiğimizde: “Ey Allah’ın Resulü! Ziyaretine geldik. Ziyaretimizi kabul et. Ancak biraz üzgünüz. Medine ensar şehri; ama bir kişi dahi bize hoş geldiniz, demedi. Halbuki biz, hoşgeldiniz hacılar, sözleriyle ve pankartlarıyla karşılanacağımızı ümit ediyorduk. Hiç sıcak karşılanmadık ya Resulullah!” dedikten sonra Mescid-i Nebeviye’den dışarı çıktığımız anda karşıda bir bölük asker duruyordu. Onlardan biri hızla koşarak bize doğru geldi ve “Hoş geldin Türkiyem!” diye bana sıkıca sarılıp bağrına bastı ve oradan hızla uzaklaştı. Bu olayın yorumunu size bırakıyorum. Yorumunu siz yapın.


Ben yeryüzünde inanıp, danışabileceğim bir insan aradım. İnsanlara sordum. Gördüm ki insanlar insanları tanımıyor. Sonunda Allah’a yalvardım: “Ya Rabbi! Bana beni bildirecek, bana Seni bildirecek, sırrımı sır bilecek, sırrını gösterecek bir danışman göster,” diye. Duam kabul oldu ve o Allah dostu bana rüyamda göründü.


“Sizi nasıl bulacağım?” diye sordum.


“Sen bizi bulamazsın, biz seni buluruz,” dedi. Aradan zaman geçti, iş yerimize bir lise talebesi geldi. Hâl ve hareketi hoşuma gitti de ona sordum:


“Seni kim yetiştirdi? Beni O’na götürür müsün?” dedim. Gittik, bana rüyada görünen zat karşıma çıktı, böylece onunla tanışmış olduk.


Aynı soruyu bir kaç kişiye sorsak farklı cevaplar alırız. Herkesin kendince bir doğrusu var. Herkesin aklı farklı çalışır. Herkesin aklı gerçek doğruyu görebilseydi, çelişkiler olmazdı, birlik olurdu. Doğruyu ancak Hak bilir.


Kimileri kendisi için Allah’tan istekte bulunuyor, dua ediyor; ama belki kendi kendinin kötülüğünü istiyor. Belki istediğinden daha güzelini verecek veya istediğinin sonunda kendisine zararı olacak. İstemeyi de takdire bırakmak, en güzeli. “Ya Rabbi! Bizim için en iyisini ver,” demek, daha uygun.


Bütün insanlar hata yapar. Önemli olan, hatayı fark edebilmektir. En güzeli, yapmadan, hata olacağını görebilmektir. Hata, olurken fark edilirse, o anda tövbe edip hata yapmaktan vazgeçmeli. Hatayı yaptıktan sonra fark etmek, gaflettir. Fark eder etmez tövbe etmeli.


Hatayı nasıl fark ederiz? Eğer gönlünün sesine kulak verirsen, o sana en basitinden, “evet” ya da “hayır” der. Yaptığın bir şeyden sıkıntı duyarsan “hayır,” huzur duyarsan “evet” demektir.


Hatalar da işe yarar bazen. Bir gün nedamet ateşi tüm benliğini sararsa, öyle bir yalvarırsın ki Allah’a, tüm hatalarının affedilmesine sebep olur, bir daha o hataları yapmazsın. “Beni bu hatalar kurtardı!” dersin. Allah yolundaki herkese Allah idrak versin, iman versin, hatayı yapmadan fark edenlerden eylesin.


İnsan korunur da, kimin koruduğunu bilemez. Ben ölüm tehlikesi atlattım, araba ile dört takla attım. Atlattıktan sonra tehlikeler olağan geliyor insana; ama ölebilirdim, demek ki hakikatten nasibimiz varmış. Ben şimdi nasıl şükretmeyeyim, bizi nerelerden nerelere getirdi.


Dostlara tavsiyemiz: Allah rızası için vefalı olalım. Hayırsızlık etmeyelim. Allah için dost olduk, Allah için vefalı olalım. Allah bize bir dostluk nasip etti, bu dostlukla bizi imtihan ediyor.


Üniversite talebesine ilkokul hocası gönderirsen talebeler güler. Bunları okuyalı yıllar oldu, derler. Tersini yaparsan, yani ilkokul talebesine üniversite hocası gönderirsen, hoca onların seviyesine inmek zorunda kalır, sıkılır. Maneviyatta da bu böyledir.


İbrahim Ethem padişahmış. Çatıda birinin gezdiğini duyuyor ve soruyor:


“Ne yapıyorsun orada?”


“Devemi kaybettim, onu arıyorum.”


“Çatıda deve nasıl aranır?”


“Kuş tüyü yatakta Allah nasıl aranırsa, çatıda da deve öyle aranır!” cevabını alıyor. Hemen vezirlere emir veriyor, yakalasınlar diye; ama kimseyi bulamıyorlar. Yine bir gün, kuş tüyü yatağı düzelten cariyelerden biri merak ediyor, bir de ben yatsam, diyor ve yatarken padişaha yakalanıyor. Padişah hemen cariyenin kırbaçlanmasını emrediyor. Cariye kırbaçlanırken kahkahalarla gülüyor. Şaşıran İbrahim Ethem, niye güldüğünü soruyor. O da:


“Ben on dakika yattım, bu kadar kırbaçlandım. Sen yıllardır yatıyorsun, yarın ahirette senin hâlini düşündüm de ona gülüyorum!” cevabını alınca, İbrahim Ethem tacı-tahtı terk ediyor. Bir deniz kenarında kulübe yaparak orada inzivaya çekiliyor, bir lokma bir hırka ile yaşıyor. Vezirler geliyor, geri dönmesi için yalvarıyorlar, “Böyle yaşanır mı?” diyorlar. İbrahim Ethem o sırada elbisesinin söküğünü dikiyormuş, elindeki iğneyi denize fırlatmış ve balıklara iğneyi getirmelerini söylemiş. Balık, ağzında getirmiş iğneyi, vermiş. İğneyi eline alıp:


“Ben gerçek sultanlığı buldum, siz başkasını bulun yerime!” diyor.


Sonunda tahtına oğlu geçmiş. Tahtı terk ettiğinde oğlu bir yaşındaymış. Oğlu, babasını bulmak için azmetmiş, aramaya çıkmış. Medine’de olduğunu duymuş. Sora sora bulmuş sonunda. “Şurada oturan, aradığın kişi,” demişler. Arkasından yaklaşmış, omuzuna dokunmuş,


“İbrahim Ethem sen misin?”


“Benim” demiş, hiç dönmeden.


“Ben, bir yaşında kundakta bıraktığın oğlunum,” demiş.


İbrahim Ethem:


“Ya Rabbi! Aramıza kim girerse ya onu al, ya beni,” diye yalvarmış. O an, genç sultana bir titreme gelmiş ve orada can vermiş. İbrahim Ethem: “Hayatımın en acı günü, o gündü!” demiş. İşte, böyle yaşamış İbrahim Ethem!


Herkesin bir huyu var: Kimi su huylu, kimi toprak, kimi ateş. Allah dostu diyor ki: “Ya toprak olun, ya su.”


Papazın biri, etrafında bir sürü hristiyanla beraber Abdülkadir Geylânî’yi ziyarete gelmiş.


“Ya Geylânî! Seni çok öğüyorlar, görelim bakalım ne kadar büyüksün. Benim Peygamberim toprağın altındakileri diriltiyordu. Senin Peygamberin ne yapmış?”


“Benim Peygamberim istese hepsini yapardı. O, bir işaretle ayı ikiye böldü. Senin Peygamberin, benim de Peygamberim. Senin Peygamberinin yaptığını, Allah izin verirse bu âciz kul da yapar,” diyor ve birlikte mezarlığa doğru yola çıkıyorlar. Bir kabire yaklaşan Geylânî sesleniyor:


“Allah’ın izniyle, kabirdeki kalk!” diyor ve kabirdeki kalkıyor. Bu olayı gören papaz Müslüman oluyor.


Güzelleşelim. Bir anda kalbini Allah’a dönenin yüzünde bir güzellik belirir. Fark edilir o güzellik.


Birinin koluna gireceksin, bir gönül yapacaksın. “Dünyada hiç bir şey umurumda değil,” dediğin noktayı bul; ne mal, ne can kaygısı olsun o anda. “İbrahim Ethem gibi ol, seni istiyorum,” de. “Seni sevmek, benim dinim, imanım!” de. “Bir nazarda kalmayalım, gel dosta gidelim gönül!” de.


Allah’ı öğrenmek mi istiyorsunuz, Allah’a âşık mı olmak istiyorsunuz? İsteğinizi belirleyin. Kim Allah’ı öğrenmiş, ilimle kim kavuşmuş? İlmi küçük görmeyiz; ama ilimle kavuşma olmaz, yakınlık olur ancak. Kavuşmanın tek çaresi, aşktır.



“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir


Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır.”Y. Emre



Kendini bildin mi, kanatların açılır, başlarsın kuş gibi kanat çırpmaya. Rabbini bilirsin. Beşerî şartlanmalardan kurtulacaksın ki Allah’a yakın olasın. Sırat köprüsünü bu dünyada geçeceksin. Bu dünyada geçersen, orada kolay geçersin.


Gönlünüz uyanık olsun, dilenciyle muhtacı ayırın. Dilenciyi kırmayın, dilencinin arsızına yüz vermeyin. Dilenciye az versen de olur. O, az-az, çok toplar. Sen muhtacı bulup çok vereceksin.


Peygamberimiz miraçta bir anda, saniyenin belki milyonda birinde Mekke’den Mescid-i Aksa’ya, oradan arşa çıkıyor. Tüm miraç bir anda oluyor da, Hicret’te, çölde o uzun yolu geçmek için neden o kadar uzun çile çekti dersiniz? İsteseydi: “Gel Ya Ebubekir, hadi!” deseydi, bir anda Medine’de olamaz mıydı? Rabb’inin rızasıyla olurdu; ama o, kulluk tarafını tercih etti.


Her neye aklınız takılırsa o sizin imtihanınızdır. Ondan kurtulmadıkça yol alamazsın. Aklına takılan kuruntuları Rabb’ine havale et de rahatla. Kurcaladıkça batarsın. Şeytan hep o konuda vesvese verip seni bitirir.


Gerçek bir âşık oldun mu, bil ki maşuksun. Allah, kendini seveni tüm kâinata sevdirir.


“Yeryüzünde bir halife yaratacağım, temsilci göndereceğim,” dedi Allah, meleklere.


“Ya Rabbi! Yeryüzüne fitne-fesat çıkaracak birini mi göndereceksin? Biz seni her daim tespih ediyoruz. Halife göndermekle fitne-fesat mı çıkartacaksın?” dedi, melekler.


“O, beni temsil edecek, benim isim ve sıfatlarımın tecelli mahalli olacak. İsim ve sıfatlarımın fiili O'nda tecelli edecek. Gerek yok, diyorsanız, isim ve sıfatlarımın anlamını saysanıza,” dedi. Meleklerin hiç biri sayamadı. Hazreti Âdem’e sordu:


“Sen say!” dedi. Bütün isim ve sıfatların anlamını, Hazreti Âdem birer birer saydı.


“Ya Rabbi! Sen her şeye kadirsin, her ne varsa senin ilmindedir, biz yanıldık!” dedi, melekler. Allah:


“Öyle ise siz de ona secde edin,” dedi. Hepsi: "Allahü Ekber!" diyerek secde ettiler, sadece İblis secde etmedi.


“Ya Rabbi! Ben, Sen’den başkasına secde etmem!” dedi. Bu yüzden de İblis oldu.


Allah, Hazreti Âdem’le Hazreti Havva’yı cennetine koydu ve onlara:


“Yiyin, için, dilediğiniz gibi yaşayın, yalnız bu haram meyveden yemeyin!” dedi. İblis de onları aldattı, meyveden yedirtti. O yüzden yeryüzüne indiler. Onlar yeryüzüne inmeseydi, hiçbirimiz olmayacaktık.


“Yeryüzüne inin, aranızda fesat çıkarın, kan davası güdün,” dedi, Allah. Hazreti Âdem çok yalvardı, af diledi. Allah:


“O zaman, belli bir süre yeryüzünde kalın, emrime uyanlar cennete geri dönsün,” dedi. Yeryüzünde başka gerçek yok; belli bir süre burada kalacağız ve emre uyup Hakk’ı bilenler cennete dönecek.


Allah’ın esmaları kulunda tecelli eder. Meselâ, Ya Sabirun. Sabretmezsen bu esma sende tecelli etmez. Gel, sen evde eşine sabret, hem fayda içeride kalır, hem de Ya Sabirun tecellisine mazhar olursun. Gel, evlâdına, anne-babana sabret! Sen sabırsızsan, sende hiçbir zaman Allah’ın bu esması tecelli etmez. Sabret! Sabret ki, sabrettiğin konu hallolsun. Eğer yeterince sabredersen, her zorluk en güzel biçimde çözülür.



“Yunus eydür Hak dosta darılmaz


Hastalandım hatırcığım sorulmaz”Y. Emre



Yunus, hastalanıp hatırım sorulmasa da ben dosta darılmam, diyor.


Allah, kibirliyi sevmez. Kulunu kibirliyle imtihan eder. Eğer kulu Allah için sabrederse, Allah, kibirlinin kibrini kırar.


Ramazan Bayramı’na başlamak için ay gözleniyor ya, ona “Rüyet-i Hilâl” deniyor. Siz de gözlüyor musunuz? Nerede göreceksiniz? Kâmil insanın yüzünde.


Ay’a baktım, yusyuvarlaktı, yanımdakilere döndüm:


“Güneş’e bakın!” dedim.


“Sen karıştırıyorsun, o Ay, Güneş değil!” dediler.


“Güneş olmasa Ay’da böyle ışık olur mu?” dedim. Güneş, gece Ay olarak görünüyor. Güneş ayda tecelli ediyor.


Yolun kısası, razı olmaktır. Hak’tan gelen her şeye razı olun da size yüz versin. Razı olmazsanız yüz vermez. O’nu çok sevin; ama kuru kuruya sevmeyin. Ferhat bile sevdiği için dağı delmeye kalkmış. O'nun emrini tutmazsan, kuru kuruya sevmiş olursun.


Kendi kendinle mücadele etmeye başla. Nefsinle mücadele et ve onun tekamül etmesini sağlayarak safiyete ermesini gerçekleştir. Her türlü olumsuz vasıflarını terk ederek, Nefs-i Emmare’den, yaptıklarına pişman olup kendini eleştiren, kendine kızan nefis olan Nefs-i Levvame’ye geç. Bundan sonra gönlünü daha çok dinle ve ilham alan nefise, Nefs-i Mülhime’ye geç. Bu nefis makamı, en kritik yerdir. İnsanlar genellikle burada kendilerini olmuş zannederek büyük yanılgılara düşer. Bu makamda kendilerini Nefs-i Mütmain’de zannederler. Bu makamdan iman ile tatmin olmuş olan nefse; Nefs-i Mütmain’e geçmek için o kişinin elinden büyük bir velinin tutması gerekir. Nefs-i Mutmain’de emniyet ve güven vardır. Bu nefis makamına erenler, evliya dediğimiz insanlardır. Mütmain’den sonra, yaşadığı her olay Hak’tan geldiği için ondan razı olan makam, Nefs-i Raziye geliyor. Ondan sonra Merdiye ve Safiye var. Bunlar, çok istisna insanların ulaşabildikleri nefis makamlarıdır. Nefs-i Safiye, Peygamber’imizin nefis makamıdır. Bu konuda daha detaylı bilgi, tasavvuf ile ilgili eserlerden alınabilir.



Not:Yukarıdaki yazı Ö.Faruk Dilaver Bey'in ' Gönül Bahçesi' isimli kitabından alınmıştır...

Kullanıcı avatarı
NuruM
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 350
Kayıt: 22 Mar 2008, 02:00

Mesaj gönderen NuruM »

Dostlar Allah razı olsun. Nur-ye hanım kardeşim ''Hikmet''leri okuyorumdum, Hikmetlerden CCXLV yi Babzunger kardeşimin paylaşımı için tekrarlıyorum.

Sevgiyle kalınız.

HİKMET : CCXLV

جعلك في العالمِ المتوسِّطِ بين مُلكه و ملكوته ، ليُعلِمَكَ جلالةَ قدْركَ بين مخلوقاتِهِ ، و أنك جَوْهرةٌ تنطوي عليك أصدافُ مكوَّناتِهِ .

Sana kendi kadrinin azametini bildirmek için mülk ve melekût arasında seni mutavassıt bir âlem kıldı. Sen bir incisin, Mükevvenatın sadefleri seni sıyanet
etmektedir.

Allahu Teâlâ insanı en güzel takvim üzere yaratmıştır.
Bünyesi bütün mevcudatın esrarını mutazammındır.
Onun için âlem-i asgar denil­mektedir.
Mülk âlemi şehâdetin ve Melekût gaybin âlemleridir.
İnsan bunların arasında mutavassıt olduğu için cismanî ve ruhanî bütün mevcudatın hülâsasıdır.
Bütün kâinatın onu ihata etmesi itibariyle onu hıfz ve sıyanet edecek kapı menzile­sindedir.
İnsan bu kabın içinde sadefin ihtiva eylediği nefis bir incidir.
Bundan maksat insan kendi kadir ve celâletini bilmesi ve bu bilgi ile himmetini yükselterek kendine lâyık yüce merte­belere doğru yönelmesidir.
Bu da Ubudiyyetin ihlâsi ile Rabbi Teâlâ'ya seyir ve teveccühü ve masivasından geçmesiyle tecellî edecek mukaddes bir gayedir.
Kudsal şerefli hadislerden birinde Hak Teâlâ :


ياابن آدم خلقت الاشيا لا جلك خلقتك لأجلى

“Ey Âdemoğlu eşyayı senin için ve seni kendim için yarattım!” buyurmuştur.”


Mutavassıt : Ortada vasıtalık eden. Arada ıslâh edici olan. * Orta derecede. Orta hâlli. * Sebeb. * İyi ile kötü arasındakini alan.
Melekût : Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/NuruMimza.gif[/img]
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: KENDİMİZİ TANIYALIM

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

babzurger yazdı:Resim

KENDİMİZİ TANIYALIM

İnsanların çoğu yarım akıllıdır; çünkü zekâları kalplerinden ayrı çalışır. Onlara zeki denir, akıllı denmez. Aklıselim, kalbiselim insan; akıllı insandır. Kalbiyle iletişim kurmayan akıl, yarım akıldır. Kararlarının çoğu menfaate yöneliktir. Merhamete yönelmez. Hesap kitap işlerini iyi yapar; ama hissedemez, ileriyi göremez.


Allah, bilinmek için insanı yarattı. Allah’ı bilebilmek için önce insanı bilmek gerekir. Acaba insanı tanıyor muyuz? Hiç uzağa gitmeyelim. İnsana en yakın insan, yine kendisidir. Önce kendimizi tanıyalım. Aynada suretimize bakarak değil, iç âlemimize bakarak kendimizi tanımalıyız. Duygularımızla, sezgilerimizle, bilgilerimizle tanıyacağız. Kendinizi, yemek yiyen, uyuyan ve çocuk yapan bir varlık olarak görüyorsanız, maalesef insanı tanımıyorsunuz. Bu saydığımız meziyetlerin hepsi hayvanda da var. Onlardan farkımız; aklımız, idrakimiz, mantığımızdır. O zaman aklımızı kullanmalıyız. Aklımızı kullanarak bu farkı anlamalı ve bu dünyaya neden geldiğimizi bulmalıyız.


İnsan, yeryüzündeki diğer yaratıklardan farklı olduğu için farklı yaşaması gerekir. Günümüz insanı aklını, daha iyi kazanıp daha iyi yaşamak için kullanıyor; israf derecesinde, gösteriş olsun diye, en iyisini yiyip içmenin, en iyisine sahip olmanın, şatafatlı villalarda yaşamanın peşine düşüyor. Diğer yaratıklar ne yapıyorsa, onların en iyisini yapmak için uğraşıyor. Bunun adına da, zevk meselesi, diyor. Çeşitli şartlanmalarla kendini; yemeye, içmeye, uyumaya ve çoğalmaya tutsak ediyor. Bütün hayatını bu unsurlara harcıyor. Bir gün bulamama endişesiyle stokçuluk yapıyor, para biriktiriyor, emlâk alıyor, yatırım yapıyor. Diğer yaratıkların böyle bir endişesi yok. Çünkü akılları, fikirleri yok. Onlar içgüdüsel olarak, buldukları zaman yiyor, bulamadıkları zaman aç kalıp, arıyor.


Ey aklı olan insan! Sen şu dünyaya diğer yaratıklardan farklı yaşamak için geldin. Senin yaşaman onlardan farklı olmalı, çünkü sen yaratılmışların en şereflisisin. Dikkat edersen, bütün yaratılmışlar senin emrine verilmiş ve sana hizmet ediyor. Sen neye hizmet ediyorsun? Yemeye, içmeye, şehvete mi?


İnsan çeşitli sebeplerle, bir gün öleceğini hissettiği zaman, düşünür. Öleceğini hisseden insan, niçin doğduğunun anlamını arar. Eğer insan, bu sorunun cevabını kendi kendine bulabilseydi, insanlar içinden uyarıcılar çıkmaz; Allah, elçiler göndermezdi. Allah, kendi lisanımızla, bize niçin doğduğumuzu anlatması için Hak katından elçiler gönderdi.


Hayat çabuk geçiyor, ölüm insanı çabuk yakalıyor! Allah adildir, insanlara fırsat verir. Önce aklı verip aratıyor, sonra da elçilerini gönderip, senin bulamadığın gerçek, bu diyor.


İnsan, aklıyla Allah’ın eserlerini anlar, ama Allah’ı bulamaz. Gökyüzüne, yıldızlara bakar: “Bu, böyle rastgele meydana gelemez,” der. Nasıl ki bir bebeğe bakınca, onun bir annesi ve babası olduğunu bilirse, kâinata bakınca da: "Bir yaratıcısı, bir sahibi olmalı," der. Semalar, dağlar, ovalar nasıl meydana geldi, diye düşünür ve bunların tesadüfî olmadığının bilincine erer; ama Yaradan’a aklıyla eremez.


Bilgisiz ve eğitimsiz bir insan dahi düşünür, izler, aklıyla Yaradan’ın varlığını bulur. Ya bizim gibi çok okuyup çok bilenler, her gün yeni bir şey öğrenenler?. Bildiklerini uygulamakla sorumludur. Öğrenmekte yarış ediyoruz, uygulamak için gayret etmiyoruz. Bildiklerimizin tamamını uygulamadıkça, yeni şeyler öğrenmenin, bu sorumluluğu artırdığını unutmayalım. Öğrendiklerimizi uygulamaya çalışalım.


Öğrendiklerimizin ne kadar bilincindeyiz? İnsan o kadar güzel şeyler anlatır ki, anlattıklarının farkında olmaz. Biliyordur, ama bilincinde değildir. Bilincindedir, ama yaşamıyordur.


Ömründe hiç İstanbul’u görmeyen bir insan, başka birinden dinler, ya da bu şehri anlatan bir kitap okur ve oraları gezmiş gibi anlatabilir.


Bir menkıbeye göre, Allah dostlarından birine, bir kadın çocuğunu getirir:


“Sultanım, bu çocuğun fazla şeker yemesine bir türlü mani olamıyorum. Dua edin de bu hastalıktan kurtulsun,” der. Allah dostu:


“Bu çocuğu kırk gün sonra bir daha getir, inşallah düzelir,” diye cevap verir. Kadın, uzak yoldan geldim, dediyse de:


“Olsun, kırk gün sonra gel,” diyerek gönderir. Kadıncağız gider ve kırkıncı gün çocuğunu alıp tekrar gelir. Allah dostu:


“Yavrum, bir daha şeker yeme, olur mu?” diye tembih edince, çocuk:


“Olur” cevabını verir. Annesi:


“Mübarek, kırk gün sonra getir deyip de yapacağın bu muydu? Bunu kırk gün önce söyleseydin ya!” deyince, Allah dostu:


“Kırk gün önce geldiğinizde, ben bal yemiştim. Bal, şekerli bir nesnedir. Bu çocuğa şeker yememesini nasıl söylerdim. Oğluna şeker yeme demek için, kırk gündür şekerli hiç bir şey yemedim,” der. Düşünün, bir çocuğa, şeker yeme, demek için kırk gün tatlı yemiyor. Sözleri, onun için geçerli oluyor. Beşeriyet tarafında bir şeyi yasaklayacağı zaman, önce kendine yasaklıyor. Onlar, kendi nefislerine yasaklama-dıklarını, başkalarına yasaklamazlar.


İnsan sevgiye, ilâhî aşka giden yolda, önce hoşgörü sahibi olmalı. Hoşgörü sahibi olmayan insan, kimseyi sevemez. Ne fizikî âşık olabilir, ne de ilâhî aşka kavuşabilir. Birini sevmeye kalkar, kusurlarını yüzüne vurur. Karşısındaki insanın sevgisinin, doğmadan ölmesine sebep olur.


Sevgi, hoşgörü ile başlar. Hoşgörün yoksa, ne sevilirsin, ne de sevebilirsin. Hoşgörü sahibi olanlar başkalarına sempati duyar. Sempati, bir yakınlık duygusudur. Hoşgörülü olmayanlar ise, antipati sahibi olur. Allah’ın yarattığı her insan sevilir. Sevmeyi biliyorsan, mutlaka sevilecek bir tarafı vardır. Sempati, toplum içindeki bütün kitlelere yayılırsa, herkes birbirini sevmeye başlar. Topluma huzur gelir. Toplumda antipati duyanlar çoğaldığında ise, huzur bozulur. İnsanda antipati çok kuvvetlenirse, nefret oluşur. Nefret, itici bir duygudur. Sevgi, nasıl yakınlık verirse, nefret de uzaklaştırır. Hiç kimseden nefret etmeyin. Birinden nefret ediyorsanız başkalarına da nefretle bakarsınız. İçinize kin koymayın. Size en büyük kötülüğü yapan insandan bile nefret etmeyin. Nefret ve antipatinin tedavisi, merhamettir. O insanın sevgisizliğine, sevgiyi tadamamış olmasına merhamet edin.


Bir gün, Cuma namazından dönerken bir hâl yaşadım. Adeta elim ayağım kesildi. Yolda giden bütün insanları sevmeye başladım. Araba ile ağır ağır gidiyorduk. İnsanlara karşı sevgi ve şefkat damarım kabardı, hepsine sevgi duyarak bakmaya başladım. O sevgi duyduğum insanların bir çoğu, sevgimi hissetmiş gibi, yanımızdan geçerken bana dikkatle baktılar. Sonra, arabadan inip caddede yürümeye başladığımda, aynı hâl devam etti. Yolda herkesi seve seve gidiyordum. Sevgimi duyanlar, bir bir gözüme bakarak geçiyorlardı. Hâl böyle devam ederken, bir süre sonra insanlar bana selâm vermeye başladı. Neden selâm verdiklerini bilmiyorlardı. Peki, onlar bilmeden bakıyorsa, bilen kim? Farkında olan, sevgimizi duyan kim? Selâmlaşa selâmlaşa gideceğim yere vardım. Kimleri gördün, kimleri tanıdın derseniz, ben, Biri hariç hiç kimseyi tanıyamadım.


Sevgi arttıkça yakınlık artar. O kadar artar ki, âşık sevdiği insanda var olur, yani kendini o zanneder. Birbirini çok seven insanlar, farkında olmadan birbirlerine benzerler. Huyları, hareketleri benzer, aynı hisleri aynı anda duyarlar. Sanki birbirlerinin kopyası olurlar.


Zahirî aşkı çok artan insan, biraz idrak ve bilgi sahibi olursa, ilâhî aşkı tanır. Çiçekleri, kuşları, dağları sever, onları yaratanı arar. Gökyüzüne bakar, hayran kalır. Yıldızlar ona dost, ay sırdaş olur. Gece mehtapta meşk eder. Kimi, güneşin doğuşuna; kimi, batışına âşık olur. Sev, bilinçle âşık ol da, neye olursan ol.


Aşkın doruk noktasına eriştiğin zaman bir şeyi unutma! Hak için sevmiyorsan, aşkın devamlı olamaz. Şayet birini Hak için seversen, aşkına Allah ortak olur; ama bu ortak oluş, aralarına giren üçüncü bir varlık gibi değildir. Allah da onların arasında kendinden kendini seyreder, kendinden kendine hayran olur, kendinden kendini sever. Allah’ın en büyük hayranlığı, kendisinedir. Allah, en çok kendini bilmek istiyor. Kendini bilmek isteyen Allah, insanı ve kâinatı muhabbetinden yarattı. Kâinatı, aşk, cazibe ve cezbe ile döndürmektedir.


İnsanların ruhu, aslına hasret duyar. İşte, aşkın sırrı budur! Allah: "Bilinmek istedim ve insanı yarattım. Ona, ruhumdan üfledim!" demiş. Onun için, insanın özünde hasret vardır. Her şey aslına kavuşmak ister. İnsan da, kendi aslı olan Yaradan’ına kavuşmak istiyor.


Bir yüzde yüz bulursan, bin yüzde kendini görmüş olursun. O yüz seni doğurmuş olur, sana ana olur. O yüze öyle bir bak ki, o yüzde kendinden geç, kaybol ve aslını bul. Bu, senin manevî doğuşundur. Bu ikinci doğuşu yaptıktan sonra, hep diri kalırsın. İnsanda ve eşyada kendini seyredersin. Yani, aslının yansımasını görürsün. Bu, Hakk’ın görüntüsüdür. Sana yüz vereni, seni gönlünden doğuranı hiç unutma!..


İçinde aşk cevheri olup da âşık olmayanlar, ömür boyu huzur bulamazlar.


Aşkta sevgiliden karşılık beklenmez, karşılıksız sevilir. Senin her sözünü tutsun, seni her zaman övsün, sana her zaman iyi davransın, böyle aşk olmaz!


Senin cevherin, aşk cevheri; ama toplum seni tedirgin etmiş. Her şeyden parazit kapar hâle gelmişsin, buluttan nem alıyorsun. Bu, senin suçun değil. Toplumdaki bazı kimselerle haşır neşir olmaktan bu hâle gelmişsin. İşte, Allah dostu olanlar onları ayıklıyor. Senin olumsuz huylarını yok ediyor, seni temizleyip arındırıyor. Sevgi ve aşk dolu bakışları ile gönlünü uyandırıyor. Nefsinin saflaşmasını arzu ediyor. Seni kendisine ayna yaparak, kendini görmek istiyor. Bu şekilde kendini görmeyen zat, irşat makamında olamaz. Mürşidim demek için, önce Hak'tan görev alıp, en az bir ayna hazırlaması ve onda kendini görmesi gerekir.


Güzelin tarifi, topluma göre, zamana göre değişir. Toplum, insana güzeli nasıl tarif ederse, insanlar onu güzel görür. Güzelin resmini insan kendi yapar. Şimdi, güzelin tarifi her gün değişiyor. Güzellik artık, yüzden geçti; başka yerlere kaydı. Sevgi azaldı, zevk arttı. Güzelden, güzel görülenden zevk alınmaz; ona aşk duyulur. Aşkta zevk yoktur. Sevgi yükseldikçe zevk azalır. Aşkta yakîn vardır. En sonunda, seven sevdiğine o kadar yakın olur ki, sadece sevdiği olur, kendini o zanneder. Bu duyguya hiç bir zevk erişemez. Sevmek istediğiniz bir varlığın yüzüne bakın. İnsan, yüzü ile sevilir. Dikkat edin, yüzden şehvet alınmaz.


Bir ağabeyimizi ziyarete gittik. Oğlu da sohbetimize katıldı, ama çocuk ne dediysek karşı çıktı. Bizi oldukça bunalttı. “Babam da, sen de boş konuşuyorsunuz. Ne şekliniz benziyor, ne şemaliniz. Sizin manevî konulardan bahsetmeye hakkınız yok!” dedi. Nefret, kin kusuyordu! İçimde onu sevmek için bir mücadele başladı, ama başaramadım. Abdest almak için dışarı çıktım. Tekrar içeri geldiğimde, bu hâl yine devam etti, bir bardak çay boğazımdan geçmedi. “Allah’ım, izin ver de bu kulu seveyim!” diye içimden dua etmeye başladım. Bir ara, bana şöyle bir güldü. İlk defa dişlerini gördüm; inci gibi parlayan dişleri vardı. O an dişlerini sevdim. Aynı anda onun da davranışları değişti, nezaketli olmaya başladı. Bizi arabaya kadar yolcu etti. Birkaç gün sonra, “Özledim, dayanamıyorum,” diyerek iş yerimize geldi. Konuştuk, anlaştık; böylece onunla dost olduk.


Sakın, sevmediğiniz insana bir şey anlatmaya kalkmayın, faydası olmaz! Maneviyat anlatacağım, gerçekleri öğreteceğim, diye kendinizi yormayın. Önce tanıyın, sevin, sonra anlatın.


Gerçek anlamda sevdiğinize kırılamazsınız. Onun hataları, kusurları size dokunuyorsa, daha sevginiz olgunlaşmamıştır. Sevginiz olgunlaşırsa, size onun hiç bir olumsuz hareketi dokunmaz. Karşınızdaki insanı, kendinizi sever gibi sevin. Kendinizden rahatsız oluyor musunuz? Başkasının kokusu sizi rahatsız eder, ama kendi kokunuz etmez. İnsan başkasını kendi nefsini sevdiği gibi severse, ondan rahatsız olmaz.


Allah’ın Resul’ü diyor ki: “Her kim beni canından çok sevmedikçe, tam anlamıyla iman etmiş olamaz.”


Diyeceksiniz ki, Allah’ın Resul'ünü zahiren görmedik ki sevme fırsatımız olsun. Allah’ın Resul'ünü göremiyorsanız, onun vârislerini sevin. Allah’ın Resul’ünün ahlâkıyla ahlâklanan Hak dostlarını sevin. Eğer öyle birini de göremiyorsanız, gördüğünüz kimseleri Hak rızası için sevin.


Çoğumuz, hata yapınca üzülür, Allah’ın huzurunda pişman olup, ağlarız. Nefsimize teessüf eder, yani nefsimize levm ederiz. İşte, bu hâlleri sık sık kendimizde görmeye başlayınca, Nefs-i levvamede oluruz. Hakk’a karşı mahcubiyet duyup, gözyaşı dökeriz. “Yarabbi, ben sözümde duramıyorum, kötü huylarım var, pişman olsam da yine yanlışlar yapıyorum; Allah’ım, bana yardım et, beni bu hâlden kurtar!” der, üzüntü duyarız. Bu hâl o kadar artar ki, bütün hayatımıza yayılır. Her an pişman oluruz. Bu pişmanlık, bizi bir yakınlığa doğru götürür. O kötü huylardan, farkında olmadan arınırız. Sonra içimizde, Hak dostlarına, Allah’a ve Allah’ın Resul’üne büyük bir muhabbet başlar. Sessizliğimiz artar, yaygaracı, şamatacı hâlimiz geçer, durgunlaşırız. Durgunlaşmak, pasifize olmak değildir. Şarıldıyarak akan sular derin olmaz. Güçlü değildir, ondan enerji sağlanmaz. Su, önce bir bendin önünde biriktirilir, sonra baraj kurulur. Durgun suda güç vardır.


Maneviyatta hep, yükselmeden söz edilir. Yükselme vardır, ama yükselmenin yolu küçülmeden geçer. Küçülmedikçe yükselemeyiz. O kadar küçüleceğiz ki, dünyaya ilk geldiğimiz günkü gibi saf bir bebek olacağız.


Gavs-ül Âzam Abdülkadir Geylânî Hazretleri kırk gün oruç tutmaya ve Hak katından birisi gelip ağzına bir lokma koyuncaya kadar orucunu bozmamaya karar verir. Bu böyle günlerce devam eder. Artık, nefsi öyle bir hâle gelmiştir ki, içinden bebek gibi bir ses, “acıktım!” diye bağırmaya başlar. Neden bebek hâlinde ağlıyor? Buraya dikkat etmeli. Bu, safiyet hâli. Safiyetteki nefis ağlıyor. “Ey Yüce Gavs, sen Hakk’a naz ediyorsun, ama benim tahammülüm kalmadı!” diyor. O feryadı, yoldan geçenler duyuyor. Bakıyorlar ki, birisi açlıktan bitkin düşmüş, hemen yiyecek getirip önüne koyuyorlar. O yine yiyeceklere dokunmuyor. “Birisi ağzıma lokma verene dek yemem,” diyor. Ölümü göze alarak... Bu nasıl cilveleşme, bu nasıl zevk böyle? Sonra o yiyecekler kuruyor, oruç yine devam ediyor. Nihayet Cenab-ı Allah, Hızır Aleyhisselâm’a görev veriyor:


“Git, Abdülkadir kulumun ağzına su ver, orucunu aç,” diyor. Evliyaların, velilerin eğitimcisi Hızır Aleyhisselâm, gelip ağzına su veriyor.


“Elhamdülillah, Rabb’im nazıma cevap verdi,” diyor ve orucunu açtıktan sonra,


“Siz kimsiniz?” diye soruyor.


“Ben, Hızır,” cevabını alıyor.


Durgunluk ve sessizlik zamanlarında gönlümüze tek tek kelimeler düşer. O durgun, berrak, saflaşmış gönüle damla damla manalar gelir. Bu olaya içe doğuş, ya da altıncı his deriz. Gönlümüze ilham geldi demek, daha doğru olur. Bir isim gelir; bir kaç gün, bir kaç ay sonra o isimle karşılaşırız. Sonra cümleler gelir. Daha sonra uzun bir sohbet gelir. Herhangi bir mektupta bile gönderenin ismi yazılır. Gönüle gelen bu ilhamlar da kimliği ile beraber gelir. Sakın, göndereni bilinmeyen ilhamlar gelince, tedbirsizce inanıp uygulamayalım. Gönlümüze gelen bu ilhamlar konusunda tereddütte kalınca, Gavs-ül Âzam Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin duasını yapalım:


“Bismillahirrahmanirrahim. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhül aliyyül azîm.”


O ilham, şeytanî ise kesilir; Rahmanî ise devam eder. Bir hâl yaşayınca, bir görüntü gelince, hemen bu duayı okuyalım. Bu, hem fark ettirir, hem de korur. Bu hâle gelmiş nefse, “nefs-i mülhimme” denir. İlham alan nefis, artık kendini iyice toplar. Emredildiği şekilde, dosdoğru yaşar. Ondan sonra, “nefs-i mutmain” olur. Nefs-i mutmaindeki olaylar daha özeldir. Artık, o insana “evliya” denir. Kalp gözü açılmış olur. Madde ötesini görür.


İki türlü görmek ve duymak vardır: Biri ten kulağıyla duymak, öbürü ise can kulağıyla duymak. Ten kulağıyla ve ten gözüyle doğrudan manaya ermeye, “müşahede” deniliyor. O, çok zor ve ağır bir olay. Madde ötesi âlemdeki tüm varlıkları çıplak gözle, filtresiz görmektir. İrfan gözü ile ise filtreli görülür. Süzülüp, lâzım olan mana gelir. Uyanık rüya görmek gibi. Otururken içimiz geçer de rüya gibi görürüz. Uyanıklığa ne kadar yakınsanız, gördüğünüz rüya da hakikate o kadar yakındır. Uykunuz çok derin olmasın, hafif olsun. Sanki uyanık gibi uyuyalım. İşte o zaman, rüyalarımız gerçeği daha çok yansıtır.


Uyku ile uyanıklık arasındaki hâle, “yakaza” denir. Uyku ile uyanıklığın arasında bulun, varlıkla yokluğun arasında bulun, güzel ile çirkinin arasında bulun, gece ile gündüzün arasında bulun. Bulun da, hangi arada bulursan orada bulun. Bir arada bulun. Yeter ki bulun. Sonra, o arada bulup bir şeyler yakalayınca, uyanık rüya görmeye başlarsın. İşte o, artık, rüya değil; hakikat, gerçek; ama sana ait gerçek. Sakın, bu gerçek herkese ait, deme! Sakın, gördüğün her gerçeği topluma mal etme! O gördüğünle de seni denerler.


Sen gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını, Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Allah’ın Resul’ünün söylediği hadisler ile mukayese et ve uygun olanlarına uy, olmayanlara uyma. Bu kanala yayın; gerek görüntü ve gerek duyuş biçiminde, Rahmanî ve şeytanî olmak üzere iki yerden gelir. Uyanık olmak gerekir. Uyanık rüya görmeli, ama rüyaları da uyanık yorumlamalı!


Bu anlattıklarımızın bir çoğunu siz de biliyorsunuz. Belki de bizden iyi biliyorsunuz. Size, bilmediklerinizi, bildiklerinizle veriyoruz. Ambalaj, aynı ambalaj; bilgi, aynı bilgi; ama onun içinde bizden size gelen, bizim duyduklarımız var.


“Neredesin?” diyorum, “buradayım,” diyerek bedeninizi gösteriyorsunuz. Gerçekten öyle misiniz? Biz beden miyiz, yoksa bedendeki ben miyiz? O zaman, ölü ile dirinin farkı ne? Biraz matematik yapalım.


Diri İnsan - Ceset = Ne?


Öyleyse beden değiliz biz.


Bir üstadın sözü çok hoşuma gitti. “Vücudu şöyle yarısından kesip ikiye ayırsalar, o, ben dediğin de ikiye bölünür mü acaba?” diyor. O “ben” dediğin, yarım olup, kendini yarım hisseder mi? Belki bedenini yarım hisseder, ama ben dediğin hep bir bütündür. Ne azalır, ne de çoğalır. Demek ki, ben denen olay, beden değilmiş. Ben dediğin beden ise, zaten yandın gitti. Ona yapışıp kabre girersin. Ondan hiç ayrılmaz, diri diri gömülür, mahvolursun! Kabir ehli olmayalım. Kendini beden sanıp, ayrılmayı bilmiyorsun. Onu gömerlerken yanında gidiyorsun. Ayrıl, kendini kurtar! Neden onunla mezara giriyorsun?


Madem ki Hak yolundayız, zamanı gelince bedenden ayrılmayı, ondan kopmayı öğrenelim.


Bedene bağlananlar kabir âleminde kalır. Onlar da iki çeşittir: Cennet ehli ve cehennem ehli. Cennet ehli, cennetten manzaralar görerek, hoşluk içinde bekler. Cehennem ehli ise, mahşere kadar, cehennem kokuları alarak, kâbuslar görerek bekler.


Eti, kemiği gömüyorlar. Ruhlar ise aramızda geziyor, görüşüyor; başka bir boyutta, başka bir hayat devam ediyor. Hem de özgürce, kıyamete kadar. Bu âleme, “Berzah, yani geçiş âlemi” denir.


Bu bedenden nasıl ayrılalım? Biri, bizi bedenden sevgiyle öyle çeksin ki, kurtulalım. Bizi, bizden alsın. Yani, canı bedenden ayırsın. Ölmeden önce Azrail’imiz olsun. Ölmeden önce kim Azrail olduysa, ümit ederiz ki ölürken de Azrail onun görüntüsünde gelir.


O kadar severek bakın ki, sizi çeksin alsın. Derin bir sevgiyle bakarsan, baktığın yüzde kendini görürsün. “B” harfi “S” olur. “Ben” derken, “Sen!” dersin. Bir kere çıktın mı, bir kere kurtuldun mu bu bedenden, başlarsın sık sık çıkmaya. İstediğin yerde gezersin. Duymadığın, bilmediğin yerleri görürsün. Ölmeden önce ölmek, böyle olur.


Asıl ölü, biziz. Şu beden kabirlerindeyiz! Bakın, hepimiz kabirlerdeyiz; elimiz elimize, kolumuz kolumuza, ayağımız ayağımıza bağlı. Et ve kemik torbasını sırtımızda taşıyoruz. Düşündüğümüz yere gidemiyoruz, ağırlıklara tutsak olmuşuz...


Not: Yukarıdaki yazı: Faruk Dilaver Bey'in ' Gönül Bahçesi' isimli kitabından alınmıştır. Rabbim kendinine sağlık, afiyet ve uzun ömürler versin inşallah.
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re:

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

HAYY-DOST yazdı:Resim

SELAMÜN ALEYKÜM
ALLAH C.C SENİ ÇOK YAŞATSIN ÖMRÜNE BEREKET VERSİN . AZ KALSIN BENİ HEYECANDAN ÖLDÜRECEKTİN. YAZIYI OKURKEN ÇOK İLGİMİ ÇEKTİ.
OKUDUKCA OKADAR TANIDIK GELDİKİ...
YOKSA BU OMU DEDİM. SABREDEMEDİM EN SONUNUNA GETİRDİM HAREKET ÇUBUĞUNU..
TABİKİ O, KİM? ÖMER FARUK DİLAVER.
ALLAH C.C YOLUNDAKİ İLK REHBERİM.
KARANLIKLARIMI AYDINLATAN İLK IŞIĞIM.
HAK YOLDAKİ İLK DAVETCİM.
DÜNYA AHİRET BENİM GERÇEK AĞABEYİM GERÇEK GARDAŞIM.
CANIMDAN ÇOK SEVDİĞİM NURUM AYDINLIĞIM CANIM CİĞERİM ABİM.

BUNDAN TAM YİRMİ YIL ÖNCEYDİ. DÜNYAYA DOYMUŞ NEFSİM ARTIK BİR BIKKINLIK İÇİNDE...HERŞEY ANLAMSIZ MANASIZ YANI MADDE VE KIŞIR KABUK. İPEKLERDEN KÜRKLERDEN PIRLANTALARDAN ŞUNDAN BUNDAN BIKMIŞ USANMIŞIM. RUHUM HASTA . İNİLTİLERİ ARTIK İÇ DÜNYAMDAN
DIŞARI SIZIYOR, KULLAR BİLMESEDE YARATAN BİLİYOR YA .
O DUYUYORYA. ERHAMENER RAHİMİN
IŞIĞINI NURUNU ÖMER FARUK KULUNU YOLLUYOR BANA.
İŞTE O GÜNDEN BERİ BÖYLESİNE DELİ BİR AŞIK BÖYLESİNE HAK YOLUNUN MUHAMMEDİ NURUN TUTKUNUYUM.
EN SON SEVGİLİ AĞABEYİMİ ZİYARETE GİTTİĞİMDE.
KENDİ KIZ KARDEŞLERİYLE BERABER AĞIRLADI BENİ
MUHTEREM EŞİ SEVGİLİ BACIM DA ALLAH RAZI OLSUN BU DELİ AŞIĞIN TAŞKIN HAREKETLERİNİ HOŞ GÖRÜR DELİ'LİĞİME VERİR .
SÖZÜ YOLUNA GETİREYİM , ABİME BİR KALEM LAZIM OLDU.
BENDE HEMEN KALABALIKTAN ÖNCE YİRMİ YILDIR CANIM GÖZÜM GİBİ SAKLADIĞIM ÇOK ZARİF BİR KALEM UZATTM.
KALEME İLGİYLE BAKTI. FARUK ABİM ...DEDİN BU KALEMİ SİZ BANA YİRMİ YIL ÖNCE JAPONYA SEYAHATİNİZDEN DÖDÜŞTE HEDİYE ETMİŞTİNİZ...

DÖNDÜ MUHTEREM ZEVCESİNE BAKTI: GÖRÜYORMUSUN BACIMDAKİ VEFAYI YİRMİ YIL BU KALEMİ ÇANTASINDA SAKLAMIŞ.
İLK DEFA RUHUMA BİR GÜZELLİK GELDİ İLK DEFA BÖYLE BİR İLTİFATLA
MUTLU VE BAHTİYAR OLDUM
İŞTE BU EN SON ZİYARETİMİN İKRAMIDA HACI BAYRAM VELİ HAZRETLERİNİN CAMİ VE TÜRBE ZİYARETİNDEN DÖNÜŞTE İBRAHİM BEY KARDEŞİMİZ ELİYLE, MUHAMMEDİNUR SİTESİNDEKİ ALLAH DOSTLARIYLA TANIŞMAK OLDU .
ÖMRÜMÜZ OLDUKÇA SİZE ANLATACAK
ÖYLE ÇOK HATIRALAR VARKİ . ŞİMDİLİK BU KADAR
TEKRAR TEKRAR TEŞEKKÜR EDERİM SENİN ŞAHSINDA TÜM MUHAMMEDİ NUR HİZMETÇİLERİNE EN EVVELDE MUHTEREM AĞABEYİMİZ LATİF YILDIZ
BEYEFENDİYE NAMI DİĞER KULİHVANİ BÜYÜĞÜMÜZE SONSUZ MİNNET VE
SAYGILAR.......
.
Resim
Cevapla

“►Soru - Cevap◄” sayfasına dön