Koku Mucizesi

Cevapla
Kullanıcı avatarı
canan
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 145
Kayıt: 28 Eki 2008, 02:00

Koku Mucizesi

Mesaj gönderen canan »

Koku Mucizesi

Dr. Senai Demirci

Yüzümüzün tam ortasında, ağzımızın üzerinde, gözlerimizin altında ve ortasında, ileriye doğru uzanan bir çıkıntı: burun. Gözlerin arasından aşağı doğru yükselen, pürüzsüzce uzanıp giden yanakların ruhânî ovasında, bir dağ gibi uzanır burnumuz. Yüzün o zarif, sıcak, âşina coğrafyasında, öne fırlayan, ileri doğru çıkan burun hiç de fazlalık duygusu hissettirmez bakana. Gözlerin bakışı, dudakların kıvrılmaları, yüzün mimikleri burnun eteklerinde pürüzsüzce gerçekleşirken, burun sessizliğini korur, varlığını hissettirmez. Orada ve ortadadır ama, orada değil gibidir. Hem vardır, hem yoktur. Burun delikleri tam yere doğru bakarken bir görünür bir görünmezler. Görünmeleri de güzeldir, gizlenmeleri de. Burundan alınan derin bir nefes sırasında kendi varlığımızı ve başkalarının varlığını bitimsiz bir ruh derinliğiyle algılar gibiyizdir. Bu tür bir algılama, görmekten ve işitmekten daha derin bir algılama olmalı ki; burnumuzdan nefes aldığımız sırada kaçınılmaz olarak gözlerimizi kapatır ve kulaklarımızı da sese kapatırız.
Hayatın gözle görülmez iki nehri tam da burnumuzdan akar bedenimize: hava ve koku. Havayı solumak da, kokuyu koklamak da mutlak bir yakınlığı çağrıştırır. Soluduğunuza ve kokladığınıza mutlaka yakın olmanız gerekir. Görmek, konuşmak, işitmek böyle bir bedel istemez; uzaktan da görebilirsiniz, mesafeli de olsa konuşabilirsiniz, sözü kâğıda dökebilirsiniz. Gerçekliğin en katı belirtisi olan somutluk ve yakınlık, dokunmayı ve koklamayı davet eder. Bu yüzden, işitmekten ve görmekten beride kalır dokunmak ve koklamak. ‘Bir işe burnunu sokmak’ deyiminin çağrıştırdığı sınır ihlali de, koklamanın bu yakınlık bedelinden beslenir. ‘Burnunun dibinde olmak’ ve ‘burun buruna gelmek’ gibi ifadelerin yüz yüzeliğe olan vurgusu, koklama yakınlığından ödünç alınmıştır.

Ne var ki, yakınlık ve somutlukta ‘burun buruna’ duran dokunma ve koklama duyuları, koklamaya konu olan şeye sıra gelince, yollarını ayırırlar. Dokunmanın eşya ile ilişkisi ne kadar gözle görünür ve elle tutulur ise, kokunun eşya ile ilişkisi o kadar müphem ve ele gelmezdir. Koku, ancak birlikte olduğu şey ile somutlaştırılabilir, kaynak olduğu eşyadan dolayı adlandırılabilir. Menekşe kokusu, yağmurun toprağa değmesinin kokusu, kahve kokusu, taze ekmek kokusu gibi. Kokunun kendisi ortada yok gibidir. Menekşe kokusu, menekşeden farklı ve fazla birşeydir. Yağmurun toprağa değmesinin kokusu da, yağmurun toprağa değdiği anda vardır; ama ne topraktadır, ne de yağmurdadır.

Aslına bakılırsa, koklama organımız burnumuz değildir. Burnun gözle görülür sivriliğinin aksine, ancak koku duyusunun gizli ve derin etkisine yakışır biçimde, asıl koku duyumuz, burnun dibinde ve derinde gizlidir. Kokuyu burnumuzun tam dibine doğru yerleştirilmiş birkaç katlı hücre tabakasıyla algılarız. Burnun fonksiyonu kokuyu taşıyan havayı asıl koku organımıza doğru yönlendirmektir. İşte tam da burada, koku almakla burun büyüklüğünün doğrudan ilişkili olmadığını hatırlamalıyız. Çünkü, burun bir nefes alma organı olarak hizmet ederken, aynı oranda koku alma organı olarak hizmet etmeyebilir. Örneğin bir balina, dev burnuna rağmen çok az koku alırken, bir fare minicik burnuyla balinanın binlerce katı daha iyi koku alır. Balina ve fare örneğinde, burnun nefes alma ve koklama fonksiyonları birbirinden ayrı düşer. Balinanın hızlı ve yeterli nefes alması için yeterince kocaman bir burnu olması gerekir, ancak kokuya ihtiyacı fareninki kadar değildir. Farenin koku alma ihtiyacı minicik burnuna kıyasla daha büyük olduğundan, küçük bir buruna genişçe bir koklama duyusu yerleştirilmiştir.

İnsan burnunda, özel hücrelerden dokunan ‘olfaktör epitel tabakası’ burun içinde bir santimetrekareden daha az yer kaplar. Bu alan gözlerimizde ışığa duyarlı retina tabakasından daha azdır. İnsanın olfaktör epitel tabakasında, bir hesaba göre, yaklaşık 6 ila 10 milyon kadar sinir hücresi (nöron) bulunur. Bu miktar, ‘burnu iyi koku alan’ biri için yeterlidir. (Bu rakam, insanın ışığa duyarlı retina tabakasındaki sinir hücresi sayısına—200 milyon—yakındır.)

Koku alma ihtiyacı insanınkinden daha büyük olan bir köpeğin burnunda ise 150 ila 220 milyon kadar koku hücresi bulunur. Bunun anlamı ise kısaca şudur: Bir kokuyu (örneğin, koku araştırmacılarının çok kullandığı bütirik asit kokusu) bir köpeğin yeterince algılayabilmesi için 1 birim gerekiyorsa, bir insan için 10 milyon birim gereklidir. Bir başka deyişle, bir köpek sözgelimi bütirik asitten yapılmış bir şişe parfümün kokusunu, sanki 10 milyon şişe parfüm varmış gibi çok derinden ve çok uzaktan algılayabilir. Bununla birlikte, şükür ki, bir köpekte bizimkinin 10 milyon katı bir burun ya da 10 milyon tane burun görmeyiz.

Burnun nefeslendiğimiz havayı türbülansa sokan ve nemli tutan kıvrımlı ve bol akıntılı iç yapısı, koku algısının kimyasına hizmet eder. Havanın burun içindeki türbülansı kokuyu, koku tabakası üzerinde biraz daha uzun tutarken, burun içindeki nemli mukus tabakası da koku maddesinin kimyasal olarak daha hızlı çözünerek algılanmasını hızlandırır. Çünkü kokuyu sadece havada algılamayız; koku maddesi mutlaka koku sinirine ‘değiyor’ olmalı, orada kimyasal olarak çözülmeli, reaksiyona girmelidir. Bir maddenin sudaki çözünürlüğü ise havadaki çözünürlüğünün 10 ila 1000 katı kadardır. Nezle, grip gibi durumlarda, mukus tabakasının akıcılığını kaybetmesiyle koku alma yeteneğimizi geçici olarak kaybedebiliriz. Burun içindeki mukus tabakasının akıcılığı hormonlardan da etkilenir. Kadınların âdet dönemlerinde ve hamileliklerinde değişik kokulara karşı değişik hassasiyet göstermesinin bir nedeni de budur.

Diğer canlılarla kıyasladığımızda insanın koku alma konusunda ‘vasat’ bir yerde durduğunu görürüz. Canlılar dünyasında burnu iyi olanlar olduğu gibi, kokuya burun kıvıranlar da vardır. Hiç şüphesiz bu önemli farklılık canlıların ihtiyaçlarına ayarlıdır. Bu açıdan, burnu iyi koku alan burnu az koku alana kıyasla ‘daha gelişmiş’ sayılmayacağı gibi, burnu az koku alan da ‘ilkel’ sayılamaz. Evrimci bakış açısının dışarıdan yapıştırdığı bu etiket, kokuların canlılar dünyasındaki yerini anladığımızda düşer. Tam tersine canlıların burnuna bakarak, eşsiz bir ölçülülük ve zarif bir denge tablosu görürüz.

‘Yere yakın’ yaşayan canlılar, meselâ, kemiriciler, otçullar, sürüngenler, hem karada hem denizde yaşayan canlılar, semenderler ve ayrıca güvercin gibi kuşlar çok iyi koku alırlar. Çünkü, hem yiyeceklerinin kokusunu iyi almaları, hem de kendilerini yemeye çalışacak avcılarının kokusunu uzaktan ve keskin biçimde almaları gerekir. İyi koku alan fare gibi memelilerin burunlarının her zaman ‘sümüklü’ olmasının bir hikmeti de rüzgârın yönünü tayin etme ve havadaki kokuyu acil olarak algılama ihtiyacıdır.

Böcekler de ‘burnu keskin’ canlılardır, ama kokunun kaynağını ve yönünü antenleriyle algılarlar. Koku alma konusunda en hassası erkek ipekböceği güvesidir; eşinin kokusunu kilometrelerce öteden alır. Turna balığı da avını görerek, eşini ise koklayarak bulur.

Kokuya az duyarlı hayvanların başında kuşların gelmesini duymanız şaşırtıcı olabilir. İhtimal ki, bu yüzden, bülbülün güle aşkını konu edinen edebiyat eserlerinde kokunun rolü, gülün renginden aşağıdadır. Kuşların kanat çırptığı yükseklerde pek koku yoktur. Koku yoğunluğu ve çeşitliliği toprağa yakınlaştıkça artar, yükseklerde koku hızla yoğunluğunu kaybeder ve dağılır. Ayrıca, kokular daha çok yatay düzlemde hareket eder, kuşlar ise daha çok dikey düzlemde gider gelirler. Bu yüzden kuşların iletişimleri kokudan çok sese ayarlıdır. Şükür ki, böyle; yoksa o güzelim çiçek kokuları arasından kulağımıza zarif kuş cıvıltıları yükselmiyor olurdu. Evrimcilerin kuşlara ‘koku alamıyor’ diye atfettikleri sözümona ‘ilkellik’ olmasaydı, hem biz mükemmel kuş cıvıltılarından yoksun kalırdık, hem de kuşlar boş yere havayı koklamaya çalışırlardı. Buradan kolayca anlayabiliriz ki, iyi koku alan bir sürüngen ya da bir köpek kendine ait gördüğü çevreyi bir şekilde kokulandırarak diğer kardeşlerine karşı belirlerken, bir kuş kendine ait yuvayı ya da ağacı sürekli cıvıltılarla ilan eder.

Amip gibi tek hücreli canlılar, çevrelerini koklarlar. Görünüşe göre, ışığı alacak bir gözleri, sese duyarlı bir kulakları yoktur; ‘kör’ ve ‘sağır’ diye nitelendirilebilirler. Ancak evrimcilerin bu canlılara sırf tek hücreli diye ‘ilkel’ demesini reddedecek derecede hassas ‘burun’ları vardır; yaşadıkları sudaki en küçük konsantrasyon değişikliklerini en hassas biçimde algılarlar ve buna göre tepki verirler. Yani, gerçekte asla ‘kör’ ya da ‘sağır’ değildirler; ancak bizim alışık olmadığımız bir gözle görmekte, bizim farkında olmadığımız bir kulakla duymaktadırlar.

İnsanın koku alma duyusu çok iyi koklayan canlılar ile az koklayan ya da hiç koku almayan canlılar arasında bir yerdedir. Ancak, insanın koku derinliği koku alma yeteneğinde değil de, kokunun bağlantılarında ortaya çıkar. Birincisi, koku duyumuz, diğer dört duyumuzun aksine, doğrudan beynimiz üzerinden gerçekleşir. Yani, koku organımız olan olfaktör sinirler beynimizin ön parçasının doğrudan uzantılarıdır. Bir başka deyişle, kokuyu beynimizi kokuya daldırarak ve değdirerek alırız. Burnumuzu bir kokuya uzattığımızda beynimizi yakınlaştırmış oluruz. İkincisi, koku duyumuz beynimizin duygusal durum merkezi, hafıza, tat alma ve nörolojik dengeden sorumlu bölümüyle ilişkilidir. Koku duyusu konuşma merkeziyle ya da beynin bilinçli kısmıyla çok az ilişkili olduğu için, kokuyu ölçmekte, tanımlamakta, anlatmakta, ayırmakta hayli zorlanırız. Koku bunca müphemliğine karşılık, koku duyusunun derin duygu durumlarını harekete geçiren, ince ve eski hatıraları uyaran, hazzı ve hırsı artıran karşı konulmaz ve kesin bir etkisi vardır üzerimizde. Konuşmamızı, görmemimizi, işitmemizi, dokunmamızı kontrol edebiliriz belki, ama kokunun üzerimizdeki etkisi hesaba gelmez. Taze biçilmiş çimen kokusuna tepkisiz kalmamız mümkün mü? Sıcak ekmek kokusuna iştahsız durabilir misiniz? Baharda leylak kokusu alıp götürmez mi bizi uzaklara?

Her duyu insan bedeninde bir etkilenmeye denk gelir. Görmek, ışığın gözün retinasına değmesidir, işitmek sesin kulak zarına çarpmasıdır, dokunmak bir cismin tene değmesidir. Peki ya koklamak? Kokuyu, bir etkilenme olarak tanımladığımızda diğer duyusal etkilenmelerden daha derin, daha kalıcı ve daha az kontrol edilebilir bir etkilenme yaşadığımızı görürüz. Kokunun kendisi ne kadar şeffaf ve belli belirsiz ise, etkisi o kadar somut ve aşikârdır. Tıpkı bir okyanus gibi; kıyısında durunca, sakin ve düz görünür, ancak içinde esrarlı bir derinlik ve tanımsız bir enginlik saklar.

Onun için de, bir annenin yıllar sonra kavuştuğu çocuğuna gerçekten annesi olduğunu anlatamamasını, aradan geçen yılların anne-çocuk sıcaklığını küllendirmesini dillendiren Okyanus Kadar Derin filminin kırılma sahnesi bir sedir ağacının kokusuyla başlar. On yıl önce kaybolup ailesinden kopan çocuk, annesine ve ailesine bir türlü ısınamamıştır. Sadece oğlunu değil evladının yakınlığını da yitiren anne bir gün evdeki eski sedir ağacından yapılma sandığı açınca, kokunun o derin ve ince sihri işlemeye başlar. Çocuğun yıllar önce hafızasına kaydedilen bu kokuyla, annesine ve ailesine duyduğu âşinalık ve yakınlık yeniden inşa edilir, yeniden ihya olur. Sanki ılık bir kucaklayıştır koku, sessiz ve hızlı bir yolculuktur ruha doğru. Yitirdiklerini ihya eden, ölüp gitmişlerin yeniden dirilmesine vesile olan bir bahar gibidir.

Ünlü nehir romancısı Marcel Proust’un da, çok eskilere doğru olan yolculuğuna ‘çaya batırılmış bisküvi kokusuyla’ başlaması aynı sırdan olsa gerek. Koku, en derin ve en kalıcı hafızaya denk geliyor. Şimdi, bu satırların yazarı olarak, ceviz sandıkta bekletilmiş elmaların kokusuyla çocukluğumun sohbet dolu kış akşamlarına gidiveriyorum. Taze bir menekşe kokusuyla ilkgençliğimin bahçelerine koşuyorum. Kurşunkalem ve kâğıdın kokusuyla okul yıllarımın tatlı hatıralarına uzanıyorum. Koku, âdeta ruhumuza yerleşmiş ilâhî nefha; değer değmez bizi yeniden ihya ediyor gibi. Kokuyu soludukça, ruhumuz yeni baştan ihya üfleniyor.

Bitkilerin koku veren kısmına, ‘öz’ ya da ‘ruh’ anlamında ‘esans’ (essence) denmesi, kokunun maddeye bağlı ancak maddeden öte bir cevher olduğunu haber veriyor. Koku anlamındaki ‘rayiha’ kelimesinin, ‘ruh’ kelimesiyle akrabalığı da bu sırra dayanıyor olmalı ki, söz ve mânânın üstadı Bediüzzaman Said Nursi’ye, tam da meleklerden bahsederken, “Ervâh-ı tayyibe revâyih-ı tayyibeyi sever” gibi şiir kokan bir cümle söyletmiştir: Güzel ruhlar, güzel kokuları sever. Belki tersi de doğru: Güzel kokular güzel ruhlara siner.

Koku, ruhtan ruha ulaşan bir ‘kimyasal iletişim’ biçimi ve tenden de ötede gerçekleşen bir ‘kimyevî dokunma’ işidir. Kokuyu algılarken burnumuzun dibine yerleştirilmiş özel sinir uçlarında bir dizi ‘kimyasal reaksiyonlar’ olur. Ancak, kokunun kendisi, bu kimyasal işlemden başka birşeydir ve hâlâ daha sırrı çözülebilmiş değildir. ‘Kötü koku’ veren moleküller ile ‘güzel koku’ veren moleküller arasında, insanı itmek ve iğrendirmek ve insanı kendine çekip teshir etmek gibi bir büyük farklılığa denk gelecek bir farklılığın olmaması, maddenin koku için sadece bir ‘bahane’ olduğunu akla getiriyor. İnsan bedenine ruhun üflenmesi gibi, maddeye de rayiha üflenmiş olmalı…

Rayiha ile ruh arasındaki bu tatlı âşinalık hâli ve bu derin tanışıklık gerçeği, ikisinin de aynı nefhadan geliyor olması olamaz mı? Şu kadar ki; kokunun bunca derinlere nüfuz etmesini bildiğimiz verilerle açıklayamıyor araştırmacılar. Burun iç yüzeyindeki her koku nöronu sadece 60 gün kadar yaşadığı halde, koku hafızamız nasıl oluyor da bu kadar uzun süreli ve bunca kapsamlı olabiliyor? Bildiğimiz kadarıyla, kokuya algılamakla görevli bir nöron hücresi, öldüğünde, arkasında varis bırakmıyor. Bunun yerine, nöron hücrelerinin bulunduğu tabakanın bir altındaki kök hücrelerden yeni hücreler yaratılıyor. Bunun şimdiki açıklaması, koku algısının beynin daha merkezî bir yerinde gerçekleşmesi ve belleğe aktarılması şeklinde. Yani hücreler ölse de, gidenlerin de gelenlerin de beyin içinde bağlantı kurdukları yer aynı. Ancak sırlar bununla biteceğe benzemiyor. Kokunun insan davranışını etkileyişi nasıl oluyor? Koku bilgisi beyin içinde nasıl kodlanıyor? Beynin alt merkezlerinden beyin zarına nasıl aktarılıyor? Kokunun beyindeki bağlantıları neden bu kadar merkezî bir konumda?

Kokunun bunca merkezî konumuna ve derin etkisine karşılık, sosyal hayatımızda kokunun rolüne az da olsa burun kıvırıyoruz! Batı medeniyetinde koklama duyusu uzun bir süre ‘ilkel bir duyu’ olarak bilinegeldi. Ancak Doğuda tütsü dumanları arasında, gül kokuları gölgesinde bir rayiha cenneti öteden beri olageldi. Tıpkı ışık gibi, koku da doğudan yükseldi. Doğu ile Batı arasındaki ‘İpek Yolu’ ipeksi dokunmanın tarifsiz zerafetini ve sonsuz yumuşak tadını Batıya taşırken, ‘Baharat Yolu’ çeşnilerle birlikte kokuları da, koklamaktan utandırılan Batılı insanın burnuna sokuverdi. Hızlı yaşamanın ve sayısal çokluğun hüküm sürdüğü Batı, dokunmaya ve koklamaya ne kadar uzaksa, ince yaşamanın ve niteliğin egemen olduğu Doğuda koku o denli merkezî bir yerde olageldi.

Bu yüzden, varoluşunu ve dolayısıyla var edildiği gerçeğini unutan Batı felsefesinin iki ünlü temsilcisi Darwin ve Freud’un, tam da ‘şimdi ve burada’ yaşadığımızı ve var edildiğimizi bize hatırlatan kokuyu ilkellik olarak bir kenara itmelerine, keskin bir varoluş tadı veren kokunun insan ruhundaki esintisine burun kıvırmalarına şaşmamak gerek.

Aslında, koku, hayatımızda sürekli işlev görüyor; ona öylesine alışığız ki, tıpkı balıkların suyu unutmaları gibi kokuyu da unutuyoruz.. Dilimizde koku alamama hâline denk gelen doğrudan bir kelime yoktur meselâ. Sesi duyamama durumunda ‘sağır,’ ışığı görememe hâlinde ‘kör’ oluyoruz, ama kokuyu alamama hâlinde birşey değiliz. En fazla biz doktorların yedekte tuttuğu bir tabirle anıyoruz koku körlüğünü ya da sağırlığını: ‘anosmi.’ Oysa hayvanların dünyasında koku, ses ve ışık kadar ‘hayatî’ öneme sahip. Bu konuda en âşina olduğumuz köpekler ve fareler yiyeceklerini koklayarak ‘görüyorlar,’ çevrelerinin sınırlarını kokuyla çiziyorlar, kendi çocuklarını ve eşlerini kokularından tanıyorlar. Karınca ve arı gibi sosyal hayvanlar nereye gideceklerini, nasıl davranacaklarını kendi aralarında yaydıkları kokuya göre belirliyorlar, kokulu kimyasal sinyaller sayesinde kuruyorlar cumhuriyetlerini. Şu halde, “Hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır” sözü haklılık kazanıyor. Biz insanlar ise çevremizi daha çok göz ve kulaklarımızla algılıyoruz. Burnumuzu pek işin içine sokmuyoruz. Kokulu uyarılara çoğunlukla önem vermiyoruz. Nedense, koklamada ‘köpeksi’ bir aşağılık ya da ‘fare gibi’ ezilmişlik duygusu vehmediyoruz.

Şükür ki, koku duyusunun bitimsiz derinliğini dilimiz metaforlarla itiraf ediyor. Koklamak, müphem ve sezgisel algılamamanın bir ifadesi olarak tekrarlanıyor sık sık. “Havada tuzak kokusu var,” “Memleket burnumda tütüyor,” “Para kokusu alıyorum” gibi ifadeler, koku hafızasının uzunluğuna ve genişliğine eşlik eden şuuraltı derinliğe göndermeler yapar. Bir olayı ‘olmadan önce sezmek’ gibi metafizik algılamalar koku algısının dayanılmaz kesinliği ile ifade edilir.

Diğer taraftan, insan-insan ilişkisinin mahrem yakınlıklarında koku olağanüstü bir ‘temas’ vesilesi olur. Örneğin, anneler bebeklerine has kokuyu bilirler, bebekler de annelerini kokularından tanırlar. Anne karnında ilk hissettiğimiz şey kokudur; içinde yaşadığımız amniyon sıvısının kokusu... Yaşadığımız ortamlardaki kokular, sağlık ve mutluluk hâlimizi derinden etkiler. Kokunun özellikle cinsel duygular üzerindeki tanımsız fakat karşı konulmaz etkisi, modern zamanların parfüm sanayiini doğurmuştur.

Aşklara ve iştiyaklara konu olan edebî metinlerde çiçeklere yüklenen onca mânânın sadece çiçeğin rengiyle ve güzelliğiyle sınırlı kaldığını düşünmemek gerekir. Bir çiçeğin adının zikredildiği her yerde, çiçeğin kokusunun yaydığı o âşinalık duygusunun, koku hafızasının bir anda çağırdığı vuslat lezzetinin de sözün arasına ruh gibi nüfuz ettiğini hatırlamalı. Derin özlemleri ifade eden, ‘burun sızısı’ anlamındaki ‘nostalji’ kelimesi, söze sığmayan duyguların kokular gibi soluklanabildiğini haber verir. Koku, sanki duygulara renk veren bir zarf gibi, ruhanî halleri buğulaştıran bir cam gibidir.

Ne güzel ki, dünyamızda ruhun sızıntısı olan ıtır da, sonsuzluğu yankılandıran ışık da hep aynı yerde buluşuyor. Çiçekler üzerinde… Yapraklarda ışığın emilip renge ve kokuya bürünmesinin ardından, çiçeklerin ‘gül yüzü’nde renk ve rayiha bütünleşir, en sonunda meyvelerin latif teninde, leziz etinde eşsiz bir renk-rayiha-lezzet buketi sunulur.

Bir meyvede buluşan koklama, tatma ve görme duyuları, koku duyusunun aslında insan hayatındaki gizli fakat temelli, vazgeçilmez fakat kolayca unutulur rolüne işaret eder gibidir. Zira, koku renge can katar, tada derinlik kazandırır. Koku duyusunu bir şekilde kaybedenler, yıllar içinde damak tatlarını ve sonunda görme zevklerini de yitirirler. En azından burnumuzun koku alma kabiliyetini yitirdiği nezleli günlerimizi hatırlarsak, yemeklerin tadının koku olmaksızın uçuverdiğini de hatırlayabiliriz.

Bu konuda, insan sinir sisteminin gariplikleri üzerine çalışmalar yapan Oliver Sacks’ın tanıklığına başvuralım:

“Kafasından yaralanmış akıllı ve bilgili bir adamın koku alma kanalları ciddi biçimde hasar görmüştü ve sonuç olarak adam koku alma duyusunu tamamen yitirmişti.

Bu olayın etkisiyle şaşkındı ve kendini baskı altında hissediyordu. ‘Koku duyusu mu? Bunu hiç düşünmüyorum. Normal olarak böyle birşeyi düşünmezsiniz, ama onu kaybettiğimde, âniden kör olmak gibi, hayat büyük ölçüde zevksiz ve heyecansız bir hal aldı. Kokunun ne büyük bir keyif ve mutluluk kaynağı olduğunu düşünemiyor insan. ...Artık, tüm dünyam âniden fakirleşti.” (Karısını Şapka Sanan Adam (Yapı-Kredi Yayınları)

Madem öyle, kıymetini onu yitirmeden bilmek üzere, tam da ‘burnumuzun dibinde’ bekleyen ruh elçisini yeniden keşfetmeye ne dersiniz?


[email protected]
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/sg_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
Hilmi
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 95
Kayıt: 07 Mar 2008, 02:00

Mesaj gönderen Hilmi »

Bu guzel yazinin tamamini insallah genis bir zamanda bir koku alma özürlüsü olarak zevkle okuyacagim.yazinin basligindaki yanlis yazimi düzeltmeniz de yararli olacaktir.Allah razi olsun.
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Harika bir yazı, Allah yazandanda sitemize getirendende razı olsun.
Sağolasın Canan kardeşim. Zevkle okudum.

Bunu uzun bir süre önce farketmiştim. Küçükken bir mayom vardı, sarı ve üzeri kahverengi çizgilerle. Denizi çok severdim ve yazları hiç sudan çıkmazdım. Ancak yazları bir kaç ay yaşadığım bu zevki ve denizin muhteşem kokusunu o mayomu koklayarak tatmin ederdim. Mis gibi deniz kıyısı kokusu alırdım mayomdan. Küçükken kış aylarında çıkarır koklardım.

İlk okul yıllarımızda tuhafiyelerde, kırtasiyelerde kolonyalar satılırdı, renkli renkli küçük naylon filimler içinde. İki misket büyüklüğünde değişik şekiller içinde. Onları satın alır bir birimize sıkardık ilk okulda. Ne güzeldi o kolonya kokusu. Şimdilerde kolonya pek kullanılmaz oldu. Ne zaman kolonya kokusu alsam misafirlik ve bu aklıma gelir.

Birde kokulu silgiler vardı papatya biçiminde ortaları renkli, onların kokusuda muhteşemdi, simdi kızımın okul gereçlerini koklasam o yıllara giderim hep.

Ne zaman çam ağacı kokusu duysam kabristanda hissederim kendimi çünkü bu kokuyu hep oralara dikilen camlardan alırdım. Bunları tek tek buraya yazsam sayfalar dolusu yazardım herhalde. Babannemin ve annemin ne yemek yaptığını eve kapıdan girince kokusundan anlardım.

Birde güneş var, ışıkta ilginç, mesela havanın güneşli olduğu anlarda renkler daha canlı olmakta, ve içim daha çok sevinçle dolmakta. O günlerde kitap okumak yahut iş yapmaktanda büyük zevk almaktayım nedense.

Koku için Cyrano De bergerac filmini tavsiye ederim. Fransız oyuncu Jerard Depardieu'nun oynadığı bir filimdir. Steve Martin ise amerikan sinemasına komedi olarak aktarmıştır. İtfaiyede çalışan ve burnu aşırı büyük olan bir kişinin yangını kokusundan hemen tesbit etmekte olduğu ile ilgili komik olaylar işlenir.

Koku, Peygamber efendimizin parfüm kullanması, hatta bazen eve girip eşlerinin kokularını dahi süründüğünü anlatan bir hadis görmüştüm. Bu sebeple İslam dünyasında parfüm yapımı çok önemli kabul edilmiş ve yayılmıştır. Endülüs zamanlarında, İslam devletlerinin yükselme dönemlerinde avrupada lavanta ve benzeri çiçeklerden yapılan ilk parfümcülüğün temelini Müslümanlar atmıştır. Bugün parfümleriyle dünyada merkez olmuş Fransanın koku tarihi Müslümanların parfümü Fransada ilk icat edişleriyle başlar. Fıçılarla parfüm üretimi yapıyorduk fransada fakat zamanla bu endüstride elimizden gitti. Çözücü olarak yağ kullanan Müslümanların parfümlerinin yerini, alkol içerikli parfümler almıştır. Günümüzde Fransız modaevlerinin kullandığı bu parfümleri Müslümanlar alkol necis kabul edildiğinden özüt olarak alıp yağda çözüp satmaya başlamışlardır.

Allah'tan gül yağı çıkarımı ve avrupaya gül yağı satımı ülkemizden, irandan ve bazı Müslüman ülkelerinden halen yapılmaktadır. Esansı çok kuvvetli olan gül yağının bir şişesi için kilolarca gül yaprağı kullanılmaktadır. Fakat bir damlasından şişelerce parfüm yapılmaktadır.

İyice konsantre olduğunuzda, bir gülün kokusunu , bir muzun tadını, eskiden tanıdığınız yada çocukken tanıdığınız çocuk arkadaşlarınızın seslerini şiddetli şekilde hissedebilirsiniz. Bunlar size kazınmıştır. Sesle ilgili olarak bunu çok yaşamışımdır. Bazen eski arkadaşlarımın seslerini hatırladığım ve çok konsantre olduğumda sanki kulağımda amplife edilmiş ve hakikaten oda içinden ses geliyormuşçasına sesleri duyduğum olurdu.

Selam ve sevgiler
Gariban
Resim
Kullanıcı avatarı
Hilmi
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 95
Kayıt: 07 Mar 2008, 02:00

Mesaj gönderen Hilmi »

Garibanim james joyce musun mübarek serbest cagrisim yoluyla döktürmüssün yine.birkac yil önce cekilen "parfüm:bir katilin hikayesi" adli fransiz filmi de fazla koku alamadigimdan dolayi ilginc bir film gelmisti bana. koku alabilmenin ne büyük nimet oldugunu bu yazilarinizi okuyunca bir daha anladim.Allah sizlerden bir kez daha razi olsun.
Cevapla

“Kendi Şiirleriniz” sayfasına dön