KADIN VE İŞ HAYATI

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

KADIN VE İŞ HAYATI

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

KADIN VE İŞ HAYATI
SELİM GÜRBÜZER
Besbelli ki, kadına asıl asalet katan değer özünde ki aşk mayası ve omuzlarında taşıdığı annelik duygusudur. Ancak ne var ki çağımızda kadını erkekleştirmeye yönelik çabalar maalesef bu annelik duygularını altüst edip yerle yeksan etmekte adeta. Hele magazin dünyasına baktığımızda, sanki kadını erkekleştirme yolunda birbirleriyle yarış içerisindelerdir.
Evet, günümüz dünyasında kadının omzunda taşıdığı o annelik duygusu bir kenara itilmiş yerini reklam aracı teşhircilik almıştır. Böylece birçok kadın çocuk yapamaz hale gelmiş ve kendisine evinden uzak bir hayat reva görülmüştür. Öyle ki, evin yerini otel ve motel odaları alırken mutfağın yerini ise batı tarzı fast food yemek kültürü almıştır. Değim yerindeyse kadın artık evinde çocuklarının başında kalma duygusunu yitirmiş durumdadır, böyle olunca da kadına pansiyon varı bir hayat daha cazip hale gelmekte. Şöyle etrafınıza baksanıza birçok kadın kendi çıkmaz sokağında kayıp ve derbeder haldedir. Gerçek hayatla alakaları yok gibisine anlık bir hayat yaşamakta. Öyle anlaşılıyor ki, bu gidişle kadınların gerçek hayatla yüzleşmeleri ancak sıcak bir aile ortamına kavuşmasıyla mümkün olacak.
Hiç kuşkusuz kadınların en dikkat çeken yönleri yakınlaşınca cezp edici olmaları, uzaklaşınca elem ve hüzün verici olmalarıdır. Hele kadınların o nazlı bakışları, o endamlı yürüyüşleri, o gamze yanaklarından süzülen birkaç damla gözyaşları, o narin yapıları, o iç çekişleri var ya, bir anda erkeği kendine bend edebiliyor. Ancak bu tür çekicilikler insan nefsine hoş gelse de çoğu kez insanı nefsine esir edecek cinsten aldatıcı koz olabiliyor. Oysa gerçek anlamda içi seni yakar dışı beni misali bunların Allah indinde hiç bir kıymet değeri yoktur, yani her bir çekici unsur ruh dünyamızda karşılığı olmayan yokluk sefaletinin ta kendisi viraneliktir. Zira dış görünüm sanıldığının aksine kadına yücelik kazandırmaya yetmiyor, asıl yücelik kazandıran ana yüreği denilen derin sinede kodlu manevi sevgidir. Yeter ki, o fıtri sevgi dışa yansısın bak o zaman bu doğurgan topraklarda yeni Fatihler, yeni Kanuniler, yeni Yavuzlar, yeni İmam-ı Azamlar, yeni İmam-ı Rabbaniler gibi daha nice şahsiyetlerin çıkması an meselesidir.
Anlaşılan o ki, sevginin mihrabında kalpler kalp kalbe karşılık gelmeyince ne sevenden, ne de sevilenden söz etmek mümkün, sadece ortada özden uzak içi boş bir beden birlikteliğinin varlığından söz edebiliriz ancak. Ne diyelim, işte görüyorsunuz ortada kalplerin kaynaştığı sevgiden eser kalmayınca etrafımız bir anda hayvani arzu ve heveslerle kuşatıldığını hisseder bir haldeyiz. Hele bu kuşatılmışlık içerisinde aile bilincinden söz edelim desek burada da durum vaziyet pek iç açıcı görünmüyor, öyle ki evden kaçışların hız kesmediği ve çok sayıda boşanan çiftlerin haddi hesabının olmadığı bir manzarayla karşı karşıyayız dersek yeridir. Baksanıza aile yapımız öyle dağılmaya yüz tutmuş bir haldedir ki, artık ömür boyu bir baş yastıkta kocamaktan söz edemez olduk, pek çok kadının varsa yoksa biricik davası ekonomik özgürlük olmuştur. Artık ekonomik özgürlük hırsı tavan yapmış durumda. Tabii durum vaziyet böyle olunca dostluklar pragmatist düzlemde ilerlemekte hep. İşte bu noktada Cemil Meriç şöyle der; “Feminizm, eskiden hayatını evinde kazanan kadına pazarlarda iş bulma davasıdır.” Gerçekten de öyle değil midir, düşünsenize bir zamanlar kadınlarımızın yerleşik bir hayat yaşadığı dönemlerde yuvasında mutlu bir şekilde hayatını tanzim ederlerken bugün geldiği noktada dışarılarda avare avare dolaşır halde kendilerini küçük düşürücü konuma hapsettiklerinin farkında bile değillerdir. Bu nasıl feministlik davası ise kadınlar artık kalabalık yığınlar arasında kendi öz kadınsı ruhuyla buluşamaz haldedir. Tabi feminist propaganda dünyasında kadın erkek karışık ortamlar alabildiğine medyatik kanallar aracılığıyla sürekli olarak kitlelere empoze edilirse olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Feministler kadınlar üzerinden algı operasyonu çeke dursunlar, oysa bizim açımızdan kadın hiçte başıboş bırakılacak varlıklar değildir, hem kaldı ki adı üzerinde kadın, koyun değil ki sürü misali gelişi güzel ortamlara salınıversin, bizim kültürümüzde kadın en nadide konumda konumlanması gereken başköşe taçlarımızdır. Besbelli ki; dedelerimiz, ninelerimiz bizlere “her şeyin bir usul, bir yol yordam ve bir adabı var' diye öğüt verirken laf ola beri gele türünden olsun diye bize öğüt vermemişler, bilakis onların hayattan aldıkları o engin tecrübe birikimi kadın erkek ilişkilerinde yol yordamın olması gerektiğidir. Gelişi güzel ulu ortamlarda kadının bulunması kadının ruh dünyasını alt üst edeceği muhakkak. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’in “Cennet anaların ayakları altındadır” diye beyan buyurduğu hadis-i şerif tamda bu ruhun muhafazasına yönelik bir buyruktur. Bu ruhu koruyamayan bir kadın asla ayağı öpülür annelik konuma ulaşamaz. Yeter ki, tüm kadınlar bu ruh üzere hareket etsinler tüm evlatlar analarının ayağını altını öpmeyi kendine vecibe addeder de. Böyle addetmeyenlerse malum “özgürlük” havariliğine soyunaraktan kadını kadınlığından utandıracak her türlü adapsızlığı görgü kuralıymış gibi lanse edenlerdir. Üstelik lanse ederken de kendini elit görüp anne eli öpmemeyi çağdaşlık olarak addetmekteler. Bu neyin kafası, bu neyin çağdaşlığı doğrusu şaşmamak elde değil, aslında özgürlük dedikleri şey doymak bilmeyen nefsin gemi azıya alınıp ruhun tutsak kılınmasıdır. Şimdi sormak gerekir bu mudur çağdaşlık? Oysa bizim yerli kültürümüzde öyle köklü değerlerimiz var ki, insanı nefsin hegemonyasından kurtarıp azad etmekte. Ki, bizi nefsin tasallutundan azad edecek değerler ‘hayâ, iffet, namus, adap, usul, erkân’ gibi ulvi değerlerden başkası değildir elbet. Üstelik bu değerler toplumun en hassas yumuşak karnı da. Şöyle geçmişe uzanıp engin köklü kültür kodlarımıza baktığımızda, bu tabloda ceddimizin her hal ve şartlarda hiçbir şekilde bu değerlerden ödün vermediklerini görürüz. Mesela bir bakıyorsun ninelerimiz yeri geldiğinde kutsal addettiği değerler uğruna ‘Bacıyan-ı Rum’ kadın teşkilat yapısı içerisinde düşman süngüsüne karşı cansiperane duruş sergilemişler de. Örnek mi? İşte Aziziye Tabyasıyla abideleşen Erzurumlu Nene Hatun bunun en bariz örneğini teşkil eder.
Hakeza ninelerimiz gayet şunu da iyi biliyorlardı ki; İslamiyet asla kadına çalışma mecburiyeti yüklememiştir. İşte bu nedenledir ki ninelerimiz evin dışında çalışmak yerine sıcak yuvalarında çocuklarının ve torunlarının başında dine, vatana, millete iyi bir evlat yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Yetmedi gerektiğinde Aziziye Tabyasında abideleşen Nene Hatun gibi yuvasından çıkıp vatan savunmasına da iştirak etmişlerdir. Derken bizim kültür kodlarımızda var olan bu öz verilik “Saliha kadın” ifadesiyle karşılık bulup böylece ninelerimiz nesiller boyu evin kraliçeleri olarak adından söz ettirmişlerdir. İyi ki de adlarından bu şekilde söz ettirmişler, derken bizde bu arada böylesi bir kültür kodu anlayışı sayesinde yeryüzünde kaç aile varsa bir o kadarda kraliçe var demektir kültürünü adet edinmiş olduk. Öyle anlaşılıyor ki, kadına asıl değer katan evin baş tacı kraliçe oluşlarıdır. Nasıl ki, kraliyet ailenin kraliçesi çalışmak zorunda değilse, aynen bizim yerli kültürümüzde de evin kraliçesi çalışmak zorunda değildir. Kadın çalışmak mı istedi asla engel konulmaz, hatta çalışmaya koyulduğunda iş sahibine onu yücelik katacak iş verilmesi gerektiği hatırlatılır, asla kadınlık ruhuna herhangi bir gölge düşürecek çer çöp işlerden mümkün mertebe uzak kalması sağlanırdı, icabında memurluk işi de verilmezdi, müdüre olması uygun görülürdü. Nitekim Hz. Ömer (r.a)’ın halifelik döneminde kadının müfettişlik ya da müdüre gibi görevlere layık görülmesi kadına ne derece önem verdiğimizin bariz göstergesidir.
Anlaşılan o ki, bizim yerli kültürümüzde evin geçiminden birinci derecede erkek sorumludur, tabii bu arada erkek eşinin iffet ve namusunu koruma sorumluluğunu da üstlenmek zorundadır. Çünkü İslam kadına hiçbir beşeri sistemin veremeyeceği değerde 'Saliha hatun' makamını layık görmüştür. Dolayısıyla paha biçilemez böylesi manevi bir makamın her halükarda korunması gerekmektedir. Yeter ki, bir kadın Saliha hatun özelliklerini ruhunda taşısın, bak o zaman o kadın evin gül kokusu, gül neşe kaynağı olması bir yana, Rabia’tül Adeviyye’nin (Hanım evliya) varisi hükmünde talebesi olmaya hak kazanır da. Elbette ki ulvi makamlar gökten zembille inmez, bilakis bu makamlar İslam'a bağlılık ölçüsünce verilir. Günümüzde bu nasıl kadın hakları savunuculuğuysa kendilerine örnek aldıkları Avrupa’da hala çer çöp işlerinde çalıştırılan kadınlar vardır. Acı ama gerçek, öteden beri vahşi kapitalizmin insanlığın önüne koyduğu tablo budur. Böylesi vahim bir tabloyu insanlığın önüne koydular da ne oldu, güya kocasına karşı ekonomik özgürlük kazandığı söylenen kadın bir bakıyorsun bizatihi kendisi aile bağlarını zayıflatan etken unsur hale gelmiştir. Neyse ki, kadın geçte olsa içine düştüğü perişan halini fark edebilmiştir. Zaten durum vaziyet fark edilmeyecek gibide değil, baksanıza tüm dünya sathında tüketim çılgınlığının tetikçisi vahşi kapitalizmin ortaya koyduğu o ağır çalışma şartlarından bitap hale düşmüş kadınların bu halleri öyle yüz ifadelerinden o kadar kendini belli ediyor ki; ‘Ah bir emekliliğim gelse de biran evvel yuvama dönsem’ derdindedirler. Şimdi sormak gerekir, yaşadığı hayattan bezmiş bir kadın ah çekmesinde ya kimler çeksin, hele bir kadın vahşi kapitalizmin ağına düşmeye görsün bu ağdan çık çıkabilirse. Ah zavallı kadınlar, meğer tüketim çılgınlığı uğruna itile kalkıla bir oradan bir oraya sürüklenerekten ne hale düşmüşler de sanki haberimiz olmamışcasına ya da ortada hiçbir şey yokmuşçasına davranmışız hep. Erkeğin sorumluğunda olması gereken birçok ağır görevleri kadınların omuzuna yüklemişiz maalesef. Bilerek ya da bilmeyerek kadınlarımızın birçoğu gelinen noktada onca ağır yükün altına girdiklerine bin pişman olmuşlar olmasına ama iş işten geçmiş olduktan sonra son pişmanlıkları ve son ahu vahları hiçbir fayda etmeyecektir. Dahası son çırpınışlar kanayan yaraya da merhem olmaz. Allah aşkına şu düştüğümüz hale bir bakar mısınız, kadınlarımızın büyük çoğunluğu evinden koparılarak hayata küsmüş buruk bir haletiruhiye içerisinde bütün gün çoluk çocuğundan koparılmışlığın sancısını yaşıyorlar. Onlar bu sancıyla hayatlarını idame ederken, bir takım aklı evvel sözde kadın hakları savunucuları pişkin bir vaziyette yüzümüze karşı birde şunu demezler mi; “Aman efendim artık modern dünyada yaşıyoruz, kadın erkek eşitliği var, erkek ne iş yapıyorsa kadında aynısını yapmalıdır.” Oysa kadın erkek eşitliğinden illa ki söz edilecekse de hiçbir şekilde cinsiyet kıyası yapmaksızın sırf insan olmanın şeref ve haysiyetinin hak hukukunu gözetecek bir eşitlikten söz etmek daha inandırıcı kadın hakları savunuculuğu olacaktır. Şayet insan haysiyet ve şerefini gözetip kollayan hak hukuk eşitlik ilkesi esasına göre bir bakış açısıyla meselelere insani yönden yaklaşırsak hiç kuşkusuz her iki cinsiyet açısından da bir ömre bedel diyebileceğimiz kıymet değer ödüllendirme ve kıymet değer eşit muameleye tabii tutmak olacaktır. İşte böylesi hak hukuk eşitliğin dışında şu iyi bilinsin ki; kadın kadındır, erkek erkektir. Zira Yüce Allah (c.c) “Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi, kadınlarında onların üzerinde (hakları) var” (El-Bakara, 228) diye beyan buyurmakla kadın erkek eşitliğinde tek alınacak kıstasın hak ve hukuk noktası olduğuna işaret etmektedir. Bu yüzden hiç kimse kadın hakları savunuculuğu hususunda sırça köşkünden oturduğu yerden ahkâm kesip bize akıl vermeye kalkışmasın, bizler sadece Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerimde beyan buyurduğu ahkâm-ı şer’iyye neyse ona göre hareket ederiz. Nitekim Kur’an’da zikredilen işaret edilen ahkâm ayetlerden hareketle hak hukukun dışında asla cinsiyetler arası fiziki ve psikolojik farklılıkları eşitlemeye kalkışmayız. Zaten eşitlemeye kalkışsak da eşitleyemeyiz, baksanıza insan dünyaya daha doğa gelmeden tâ baştan doğum öncesi ve doğum sonrası farklılıkları söz konusudur. Şöyle ki; doğumda kız çocuğu erkek çocuğa nazaran yaklaşık on gün önce dünyaya gelirken doğum sonrasında ise kız çocuklarının erkek çocuğa göre erken diş çıkardığı ve erken konuşup yürüdüğü bilinen bir vakadır. Keza her şey göründüğü gibi olmayabiliyor da. Nasıl mı? Mesela kız çocuklarının beyinleri küçük olmasına küçük ama bir bakıyorsun erkeklere göre iki yıl öncesinden buluğa erip hayat koşusunda erken yol aldıklarını gözlemlemekteyiz. İşte görüyorsunuz bu bilinen gerçekliklere rağmen hala bir takım sözde kadın erkek eşitliği savunucuları bu bilinen fıtri farklılıkları gözden kaçırmış gözüküyorlar. Onlar fıtri ve fiziki farklılıkları gözden kaçıra dursunlar bizim için kıstas kabul edeceğimiz esasın “realite tam eşitlik kabul etmez” gerçeğidir.
Evet, realite asla eşitlik kabul etmez. Nasıl mı? Şayet realitede tam eşitlik kabul görseydi beş parmağın beşi de eşit olması gerekirdi. Besbelli ki, Yüce Allah’ın cümle âlem içerisinde yarattığı her ne varsa maddi ve manevi boyutuyla iyi analiz edildiğinde eşitsizliğin eşitlik olduğu görülecektir. Düşünsenize beşeri ilişkilerde tam eşitlik söz konusu olsa herkesin ya efendi, ya da herkesin köle olması icab ederdi. Şimdi bu veriler ortada iken birileri kalkıp hala eşitlikten dem vuruyorsa, pes doğrusu. Dedik ya, illa eşitlikten dem vurulacaksa da eşitliği insan olmanın erdemliliğinde, insan olmanın şeref ve haysiyetinde, insan olmanın hak hukukunda bu eşitliği aramak gerekir. Hele ki ‘Hepimiz insanız’ düsturunu ilke edinmiş bir insan kadının fiziki yönünden ziyade ilk evvela kadının onurunu ve namusunu düşünmek zorundadır. Zira Allah Resulü (s.a.v) bu hususta; “Kadınlarınıza eziyet vermeyiniz, onlar yüce Allah'ın sizlere emanetleridir. Onlara karşı yumuşak olunuz. Onlara iyilik ediniz” diye beyan buyurmakta. Madem, Allah Resulü bu şekilde ferman buyurmuş, o halde bize düşen kadınların hak ve hukuklarını ihlal etmemek, haysiyet ve namuslarına halel getirmemektir. Bakmayın siz öyle bir takım feminist grupların ikide bir kadın haklarından dem vurmalarına, bikere onlar kadın hakları konusunda samimi olsalardı vahşi kapitalizmin servis ettiği sahte feminizm sloganına can kurtarıcı simit olarak sarılmazlardı. Yediden yetmişe herkes bilir ki, vahşi kapitalizm tüketim çılgınlığına dayalı ekonomik çarkın işletilmesinde kadını iliklerine kadar sömürüp kendi kaderiyle baş başa bırakmıştır. Hatta bu arada yetmedi körpecik çocukları da sıcak aile ortamında annelerinin kucağından kopartıp kreşlere mahkûm etmiştir. Ne diyelim, işte görüyorsunuz sermaye baronları sanayileşmeyle, endüstriyel devrimleriyle övüne dursunlar, gerçek şudur ki işleyen sanayi çarkın dişlerinde ve kollarında kadınların her biri meta olarak kullanılmaktadır. Maalesef insanlık tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişteki emeği ucuzlatan kapital sermayenin doymak bilmeyen hırs ve ihtiraslarının tek değer olarak damga vurduğu tüm ülkelerde o günden bugüne annelerin ninnisine eşlik eden çocuk ağlayışına ve sesine hasret kalmış durumdadır. Düşünsenize artık, çocuklar annelerinden işiteceği ninni bebeğim şarkısını, sevgiyi ve merhameti kreşlerde talim eyleyerek teselli bulmakta. Oysa anne sevgisinin yerini hiç bir şey karşılayamamaktadır.
Evet, kapitalizm kadını endüstriyel hayata dâhil etmekle emeği ucuzlatmış ucuzlatmasına ama bu arada işleyen sanayi çarklarının dişleri arasında kadını ezivermeyi de ihmal etmemiştir. Birde üstüne üstük bunun adına da ‘kadının ekonomik özgürlüğü’ deyip işi geçiştirivermişlerdir. Bu nasıl ekonomik özgürlük adlandırması ya da bu nasıl emek ucuzlatmaksa erkekler soluğu meyhanelerde, köprü altlarında, yer altı mafya dünyasında alarak heder edilirken kadın da kendini endüstriyel çalışma hayatında soluğu sanayinin çark dişleri arasında alarak heder edilmekte. Ne diyelim, işte görüyorsunuz vahşi kapitalizm budur. Hakeza komünizmde öyledir, bu ideolojide kadını bir ekonomik vasıta, bir proletarya kadın olarak görmektedir. Hatta daha da ileri gidip aile kavramına bir de reddiye döşemekten de geri durmamışlardır.
Hadi tüm bunlar neyse de asıl bizi endişelendiren husus kadının çalışıp çalışmaması değil, bizi endişelendiren asıl husus bizden sonraki kuşakların sevgiden mahrum edilişidir. İşte tüm endişemizin kaynağı bu noktada düğümlüdür. Ki, bizim bu noktada tek dileğimiz ve tek beklentimiz kadının yuvasında dine, vatana, millete faydalı evlat yetiştirmesidir. Bilhassa engin köklü kültürümüzden aldığımız ilhamla şayet kadından beklenen tek kriter evin dışında çalıştırılması ise; buna gönlümüz asla razı olmaz, kadın için yavrusunu sarıp sarmalayacağı sevgi ve şefkat ortamı en ideal çalışma alanıdır zaten. Zira dâhileri bağrından çıkaran yaşadığı toplumdan ziyade ana kucağı, ana şefkati, ana yüreğidir. Bakınız bu hususta Fransızlara isnad edilen bir atasözünde şöyle denilmekte: “Büyük adamlar, büyük kadınların eserleridir.” Gerçekten de tarihe baktığımızda deha şahsiyetler eli ve ayağı öpülesi anaların eseridir.
Peki ya, gelinen noktada dünyanın düştüğü şimdi ki durum nasıldır derseniz, malumunuz günümüz dünyasında kadın kaybettiği ruhunu tekrar geri almak için uğraşmakta, adeta yuvaya nasıl dönebilirim hasretiyle çırpınmakta. Hem nasıl çırpınmasın ki, çağımızda habire reklamı yapılan matmazel veya proletarya tipi kadın tanımlamaları kadına itibar katmadı, katmaz da. Şayet kadına bir model tanım aranıyorsa, başka yerlerde adres aramaya gerek yoktur, bizim kültürümüzde tanımlanan “Saliha hatun” kadın tipi modeli kadına kadınlığını kazandırmaya fazlasıyla yeter artar da.
Biz biliyoruz ki; Saliha hatun ev işlerini bir zorunluluk icabı değil, ibadet şuuruyla yapan kadın demektir. Üstelik Müberra dinimiz kadını ev işlerini yapmakla zorunlu kılmamış da. Kadın ister yapar, ister yapmaz, asla yapmaya mecbur tutulamaz. Gerektiğinde hanım kocasından ev işlerini yürütecek ücretli eleman talep edebiliyor. Kadın, evin dışında çalışacaksa da dışarda meşru olan her ne iş ya da her ne meslek varsa icra etme hakkına da sahiptir. Ancak yine de kadının kendini evine adaması daha kabul gören bir husustur. Nitekim Müberra dinimiz kadına camide ibadet zorunluluğu, cuma namazını eda etme ve savaş yapma mecburiyetini de şart koşmamıştır, sadece kadın dilerse yapabilir hükmünü ortaya koymuştur. Dinimiz kadını o kadar baş üstünde tutuyor ki, çalışan bir kadının kazancının kendisine aittir hükmünü veriyor. Yani bu demektir ki, kadın çalışarak elde ettiği kazancını kocası için veya evin iaşesine harcamak mecburiyetinde değildir. Zira evin geçiminde birinci derecede ki sorumluluk erkeğindir. Keza ailenin birliği ve dirliğini koruyup kollamak ve akla gelebilecek her türlü tehlikelere karşı göğüs germekte erkeğin sorumluluğundadır. Oldu ya, erkek bu üstlendiği görevi ihmal etti, bu durumda kadın dava açma hakkına sahiptir. Ya da erkek ailesine gerektiği kadar sahip çıkmadı, dünyanın sonu değil ya, bu durumda derhal devletin şefkat eli devreye girmek zorundadır. Nasıl mı? Bikere devlet evvela kocayı nafaka vermeye zorlamalı, gerektiğinde malı mülkü ne varsa satma kararı almalı, yok eğer koca ölür veya çalışamaz durumdaysa bu noktada devlet kendini aile reisi olarak addeder. Peki ya, devlette aileyi yüzüstü ortada bırakırsa, elbette bu durumda kadının devlete dava açma hakkı vardır. İşte görüyorsunuz İslam adaleti budur, devlete bile dava yolu açarak aileyi korumaya alan Müberra bir dindir.
Bu arada şöyle bir soru akla gelebiliyor: Koca öldüğünde kadın tüm haklardan mahrum edilir mi diye. Şu bir gerçek dul kalmak her kadının başına gelebilecek muhtemel dâhilinde bir alın yazgısıdır. Burada önemli olan bu alın yazgısı vuku bulduğunda bundan sonraki hayatını işi uhuletle ve suhuletle yürütebilmek çok mühimdir. Aksi halde bu yazgı kâbusa dönüşen bir yazgı olur. Kaldı ki İslam'da dul bir kadına kâbus hayatı yaşatacak bir miras paylaşımına asla geçit verilmez. Nitekim dul kalan bir kadın sadece kocasından kalan mal mirasına değil, kendi ebeveynlerinden kalan mal mirasına da varistir. Örnek verecek olursak, bu varislik kendi ebeveyninde kalan bir malsa erkek kardeşinin yarısı kadar hak sahibidir. Şayet bu varislik koca tarafından bir varislik ise bu durumda dul bir kadın, kocasının altsoyuyla birlikte yani çocuklar ve kendisi olacak şekilde mirasa dâhil olaraktan mirasın ancak ¼ (dörtte biri yani çeyreği) üzerinden hak sahibi olur. Kaldı ki burada kadın sadece ¼ lük mal üzerinden değil aynı zamanda kocasından düşen mihr’e de hak sahibidir. İşte genel hatlarıyla örneklendirmeye çalıştığımız miras paylaşımından elde edilen hak ediş bize gösteriyor ki; Müberra dinimiz kadını öyle kolay kolay kurda kuşa yem etmeksizin ta işi başından itibaren ekonomik yönden güvence altına almıştır. Keza İslam’da annenin yanı sıra çocuklar da ekonomik güvence altındadır. Şöyle ki, erkek çocukları akıl baliğ olana dek babanın sorumluluğunda ekonomik güvence altında iken kız çocukları da evleninceye dek babanın sorumluğunda güvence altındadır. Şayet kız evladı evlenemeyip babası da hayatta yok ise bu kez “Yetiş ya Hızır ” misali devletin şefkat ellerine teslim edilir. İşte gerçek anlamda ekonomik güvence ve ekonomik özgürlük budur. Anlaşılan o ki; bu ve buna benzer birçok uygulamalar bize şunu gösteriyor ki, İslam çağları aşan evrensel üstü ‘hak-hukuk-adalet’i gözeten Müberra bir dindir.
Velhasıl-ı kelam; kapitalizmin burjuva tipi kadın modellemesiyle komünizmin proletarya kadın tipi modellemesi bize çok yabancıdır. Hiç kuşkusuz bize yabancı olmayan modelleme, buram buram annelik şefkatiyle evinde çocuklarına yüreğini ve sevgisini akıtan fedakâr “Saliha hatun” tipi modellemesidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kadin-ve-is-h ... ,4836.html
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön