İSLÂM’DA FİKİR BİRLİĞİ VE İCTİHAD

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

İSLÂM’DA FİKİR BİRLİĞİ VE İCTİHAD

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

İSLÂM’DA FİKİR BİRLİĞİ VE İCTİHAD
SELİM GÜRBÜZER

İcmâ denildiğinde bilgi üretimine yönelik fikir birliği faaliyeti akla gelir elbet. Gerçekten de bilge insanların kendi aralarında fikir yürütüp görüş birliğine varması önemli bir hadisedir. Hatta müctehid topluluğundan bir iki kişi aksi görüş bildirse de fikir birlikteliğine (icmâ’ya) gölge düşürmez, bu noktada çoğunluğun ortak fikri kayda değerdir. Bakınız Resul-i Ekrem (s.a.v) bu hususta; “En büyük topluluğa tabii olunuz” buyurmakta. Hakeza âlimlerin sosyal hayatta ne olup bittiğini sorgulayıp ortaya net hüküm koyma çabalarının halkın kabulüne mazhar olması da icmâ olarak değerlendirilir. Nitekim ‘Müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir’ hadis-i şerifi bunu teyit ediyor zaten. Yeter ki, paylaşılan fikirler müçtehitlerin ittifakıyla delil özelliği kazansın güzel görülmesi gayet tabiidir. Dikkat edin bilge insanların ittifakı diyoruz, niye? Sebebi gayet açık ve net; bir kere adı üzerinde bilge insan, yani havas ehli olmalarına binaen icmâ ehli olarak addedilmelerine ziyadesiyle kâfidir. Halkın ise avam olması hasebiyle herhangi bir konuda ittifak etmiş olsa da bu ittifak icmâ olarak karşılık bulmaz.
Şurası muhakkak icmâ’nın gücü etkisinde gizlidir. Ki, bu fikir birliği gücüdür. Her ne kadar bazı konularda yüzde yüz fikir birlikteliği sağlanmasa da icmâ’nın o birleştirici gücüne gölge düşürmez. Topluluk içerisinde birkaç farklı görüş çıktı diye asla yadırganmaz. Zira Peygamberimiz (s.a.v)’in ‘Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır’ diye beyan buyurması yeterince meseleyi vuzuha kavuşturmaya yetmiştir. Gerçektende mucizevî bir hadis-i şerif olduğu şundan belli ki, görünürde ihtilaf gibi görünen fikirler zaman içerisinde kuvve-i icmâ’ya dönüşeceğini müjdeliyor. Burada önemli olan farklı görüşlerin bir takım kişisel menfaat ve bir takım çıkar hesaplarına kurban verilmemesi çok mühimdir. Asl olan fikirlerin kuvve-i icmâ ekseninde ivme kazanıp kuvve-i fiille neticelenmesidir. Aksi halde iş icmâ faaliyeti olmaktan çıkıp ‘ben haklıyım, sen haklısın’ denen benlik davasına dönüşür iş. Oysa icma benlik yarışması ya da egoların ön plana çıktığı bir fikir göstericiliği çabası değildir, bilakis farklı fikirlerin ayrı kanallardan süzülerek hak ve hakikatte buluşularaktan hem fikir olma çabasıdır. Nasıl ki derelerin birleşmesiyle nehir, nehirlerin birleşmesiyle deniz, denizlerin birleşmesiyle okyanus oluşuyorsa, ehl-i sünnet istikametinde dal budak salan tüm fikirlerin birleşmesiyle de hakikat doğacağı muhakkak. Hatta hakikatte buluşma adresi için fikir birliğinin neticesi doğan bir güneş dersek yeridir. Bundan daha da öte “Hak geldi batıl zail oldu” ifadesinin tâ kendisi bir adrestir.
Malumunuz fıkıh âlimlerimizin kahir ekseriyeti icmâ’nın oluşması için üzerinden bir asrın geçmesinin şart olmadığı hususunda hem fikirdirler. Yine fıkıh âlimlerimizin kahir ekseriyetinin görüşüne göre herhangi bir asırda ki müctehidlerin usulüne uygun ortaya koydukları her bir hüküm de icmâ kapsamında kabul görür. Ancak bunun kabulü şarta bağlanmıştır. O şart ta malum geçmiş asırlarda müçtehitlerin hemfikir olmadıkları (ittifak etmedikleri) hususlara bir sonraki asrın müctehidlerinin itiraz edip şerh düşmemeleri gerektiğidir. Hatta bu şartın tersi durumu da aynıdır, yani geçmiş asırlardaki müctehid âlimlerin hemfikir oldukları (ittifak ettikleri) görüşlerinin tam aksine görüş belirtilmemesi gerektiğidir. Aksi halde icmâ olarak kabul görmez. Fakat şu da var ki, şayet geçmiş müçtehitlerin ittifak ettiği bir meselede ne bir itiraz ne de kabul noktasında bir görüş belirtilmeyip sükût ediliyorsa işte o bu durumda sükût icmâ olarak karşılık bulur. Derken bu arada “sükût ikrardandır” atasözümüz rızalık, razılık ve kabullük cihetiyle de anlam kazanmış olur. Madem öyle, siz siz olun sakın ola ki; ilmi ile amil olan âlimleri ve onların görüşlerini hafife alıp itiraz edenlerden olmayasınız. Ki, elfaz-ı küfür (küfür lafızları) konusuna giren bir husustur bu. Nitekim bu konu kapsamında icmânın delil olduğunu inkâr etmek tercih edilen görüş gereği küfürdür. Fakat sükûtu icmâ’yı inkâr etmek bundan istisnadır. Tevatür yoluyla haberdar olunun icmâyı kabul etmemek bidat olarak karşılık bulurken haberi olmaksızın sadece âlimlerin bildiği icmayı inkâr etmek ise küfrü gerektirmese de sonuçta o kişinin sapıklığına hükmedilir.
Anlaşılarn o ki, icmânın şer’i delil olarak addedilmesi Allah’ın kullarına bir ikramı olmanın yanı sıra aynı zamanda Ümmet-i Muhammed için büyük bir kolaylık vesilesi de. Ki; bu konuda Resul-i Ekrem (s.a.v) “Ümmetim delalet üzerine birleşmez” beyan buyurmak suretiyle hem fikir olmanın önemine dikkat çekmiştir. Gerçektende müçtehitlerin içtihadı çalışmaları sayesinde günümüze kadar gelen pek çok meseleler çözüm bulmuş da. Hatta ulemamızın çabaları sonucunda neredeyse yeni içtihada gerek kalmayacak derecede tüm meselelerin çözümü hazır önümüze konulmuştur dersek yeridir. Madem ulemamız gecesini gündüzüne katıp böylesi mühim bir iş başarmışlar o halde hazır önümüze koydukları icmânın delil olduğunu gösteren hangi ayet-i celilerden birkaçı neymiş bir görelim:
-“Her kim kendisine hak açıkça belli olduktan sonra Peygambere karşı bir tutum takınır ve müminlerin yollarından başkasına girerse biz onun kendi haline bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü gidiştir” (Nisa/115).
İşte bu ayette geçen ‘Müminlerin yollarından başkasına girerse’ ibaresi icmânın apaçık bariz delilidir.
-“Sizler insanlar için çıkarılmış doğruluğu emreden kötülükten sakındıran en hayırlı ümmetsiniz” (Al-i imran/110).
İşte bu ayette geçen ‘Kötülükten sakındıran’ ifadesi icmânın kendisi bir delildir.
-“Sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlar üzerine şahitler olasınız.” (Bakara/143)
İşte bu ayette geçen ‘Şahitler’ ibaresi de keza öyledir. Ancak bunun bir istisnai bir hükmü vardır ki, o da hiç kuşkusuz Rasulullah (s.a.v)’in; “Huzeyme her kime şahitlik ederse yeterlidir” hadis-i şerif hükmüdür. Zira bu hadis-i şerifte şahitlik ifadesi hükmünden maksat genele şamil olmayıp Huzeyme’ye has ayrıcalık bir hükümdür. Yani bu demektir ki; İslam’da bu hadiste ki istisnai durum hariç tek kişinin şahitliği asla kabul görmez.
İCTİHAD
El-Mâverdi’ye göre ictihad sekiz bölümde ele alınacak bir husus olup bu sekiz bölümün yedisi vahyi dayanarak, diğer bir bölümü ise mantık gücüne dayanarak ictihad da bulunulabiliyor. Dolayısıyla ictihad, kitabi kaynağa dayanarak yorum yapmanın yanı sıra kısmen de mantık gücüne dayanarak yorumlama biçimidir. Mesela Hz. Ömer (r.a) devrin şartlarını göz önünde bulundurarak daha önceki uygulamaların aksine Müslüman toplumun yararına içtihatta bulunmuş bir halifedir. Öyle ki, Hz. Ömer (r.anh) daha önce Hayber fethinde ele geçirilen menkul ve gayrimenkullerin gazilere dağıtılma usulünün aksine bir yol izleyip fethedilen Irak’ın Sevad arazilerine ikta sistemi uygulamış ve akabinde ise bu topraklardan elde edilen gelirleri Beytülmale (Hazineye) aktarmıştır. Böylece Hz. Ömer (r.a)’ın bu uygulamasıyla birlikte İslam toplumuna sirayet etme ihtimal dâhilinde olan feodalite sistemine geçit verilmeksizin yeni bir içtihadı aşamaya geçilmiştir. Her şeyden önce bu uygulama İslam âleminin sosyal ve iktisadi organizasyonlarına yeni bir veçhe kazandırdığı gibi Müslümanların zihni çabasına bir yenisini daha ekleyerek ufuk açmıştır. Derken Hz. Ömer (r.anh)’ın bu uygulamasıyla birlikte ictihad denen ufuk turunun zamanın ruhunu iyi okuyaraktan sahabenin de onayını almış bir fikir birlikteliği aktivitesi olduğunu idrak etmiş olduk. İdrak ettiğimiz bu fikri aktivitenin en güçlü biçim almış ictihadının da sahabe içtihadı olduğunu fark ettik. Hiç kuşkusuz güçlülük kazanmasında ilk nüzul olan ayetlerin sırf imanla alakalı hususları içermiş olmasının payı çok büyüktür. Tabi ilk ayetler imanla alakalı olunca da ister istemez bu durum ashabın hayatına fikir yürütmek yerine daha çok takva olarak yansıyacaktır. Nitekim sahabe başlangıçta daha çok ilahi emirleri doğrudan yaşantısına tatbik edip ahlaki usuller doğrultusunda hareket etmeye yeğlemiştir. Zaten İslam toplumunun temellerinde bu ilk tevhidi yaşantı olmasaydı daha sonraki aşamalarda İslam’ın diğer hadis, fıkıh, tefsir gibi daha pek çok dallarına da geçiş yaparaktan asla kendi medeniyetimizi gerçekleştiremezdik. Daha çok kendi kabına çekilmiş bir halde tartışmacı ve hizipçi bir yapıya bürünmüş bir yapıyla kala kalırdık. İşte buna meydan vermemek için ilk oluşum veya ilk maya sahabe için imanda sebat etmeyi zaruri kılmıştır. Sonrası malum; ilk maya tutar tutmaz akabinde müesseseleşme ve şehirleşmede beraberinde gelmiştir. Derken İslam güneşi sayesinde bedevilikten hadariliğe, hadarilikten medeniyete geçişimiz vuku bulur da.
Elbette ki, bedeviyetten hadariliğe, hadarilikten medeniyete geçmekle de her şey bitmiş sayılmazdı. Bir kere her geçiş safhasının kendine özgü geçiş sıkıntıları da vardı ki, bunların üstesinden gelmek içinde çareler üretmek gerekiyordu. Hatta bu da yetmez, müesseseleşmiş ve şehirleşmiş İslam toplumları bir sonra ki aşamanın geçiş sancısını yaşamamak içinde ileriye dönük yeni hamleler, yeni çözümler ve yeni bilgilerin üretilmesi noktasında ihmalkâr davranılmaması da gerekiyordu. Ki; bu noktada içtihat müessesi bu ihtiyacı karşılayacak can simidi olur da. Malumunuz daha sonraki geçiş safhalarında ise ümmetin can simidi bu kez kıyas-ı fukahâ olacaktır. Öyle ki, işinden çıkılmaz pek çok meseleler kıyas yoluyla mesele olmaktan çıkıp çözüm bulmuşta. Böylece Kur’an, Sünnet ve İcmâ ümmet delilinden sonra Kıyas-ı fukahâ’da vazgeçilmez bir şer’i delilimiz olmuştur. İşte görüyorsunuz ana kaynaktan uzaklaştıkça bir başka içtihadı delil olan kıyas bile ümmetin ihtiyacını giderici kaynak olabiliyor. Yeter ki, Edille-i Şer’iyye çatısı altında birbirine kenetlenmiş bu dörtlü ana kaynak caddeden sağa sola sapılmasın nice sıkıntıların giderileceği nice meselelerin üstesinden gelineceği muhakkak. Sonuçta Edille-i şer’iyye hiyerarşisini oluşturan bu çatıyı oluşturan kaynak belli; o da hiç kuşkusuz vahiy ve sünnettir. Yani bu iki kanaldan kök salınmıştır. Ancak köklerin sulanması icab ederdi ki o da malum biri hadis ağırlıklı kanaldan, diğeri de re’y ağırlıklı kanalla gerçekleşecektir. Nitekim Mekke ve Medine halkı için kaynağa yakınlık hasebiyle ‘hadis halkı’ denmesine sebep teşkil eden etken unsur olurken, Irak halkı içinde ilahi kaynaktan uzak kalış hasebiyle ‘rey halkı’ denmesine sebep etken unsur olmuştur. Bir başka ifadeyle, Mekke ve Medine’ye yakın beldelerde hadis ağırlıklı ictihat esas alınırken, Mekke ve Medine’den uzak Irak gibi şehirlerde ise rey (görüş) ağırlıklı ictihad esas alınmıştır. Ama şu da bir gerçek her iki halkta neyi baz alırsalar alsınlar sonuçta buluştukları güzergah aynıdır, yani ehlisünnet caddesidir. Kelimenin tam anlamıyla yolun başlangıcında sadece hadis ve sünnet kavramında olduğu gibi aralarında ince bir nüans farkı varken, yolun sonunda ise ehlisünnet çizgisinde buluşmak vardır.
Madem hadis, sünnet dedik, o halde bu iki kavramı tanımlamadan geçmek olmaz. Şöyle ki, hadis daha çok sözlü ifadeleri kapsar, sünnette uygulamaya yönelik bir fiili kaideleri kapsar. Bir başka ifadeyle Peygamberimiz (s.a.v)’in mübarek lisanından dökülen her billur söz hadis-i şerif kapsamında anlam kazanırken, beşeri hayatın kapsam alanına giren her fiili yaşayış tarzı da sünnet adını alır. Bu yüzden İslam toplumunda sünnet, Kur'an’dan sonra ikinci deryayı umman bir kaynaktır. Gerçekten hadis külliyatı vahiyden sonra öyle bir deryayı umman ikinci bir kaynaktır ki; Ebu Davud bir hadis-i şerifi beyan ettiğinde zikrettiği hadis içerisinde beş sünnetin varlığını tespit etmiştir. Böylece bu tespit çalışmaları meyve verip sünnetin beş pratik kuralı ortaya çıkmış olur. Kuralların mana ve ruhuna vakıf olunduğunda hadisin daha çok kelam ağırlıklı kaynak içerdiğin, sünnetin ise uygulama ağırlıklı bir kaynak olduğu görülür. Ve bu kaynaklar Sahabe ve Tabiûn nesline ışık olmuşta. Hatta sahabe bu ışığı daha da ileri ufuklara taşımış bile. Nitekim Hulefa-i Râşidin devrinin sonlarına doğru bir kısım sahabe bu duygu düşünceler eşliğinde irşat gayesiyle İslam âleminin çeşitli yerlerine dağılmayı vazife bilmişlerdir. Mesela Hz. Ömer (r.a)’ın Abdullah b. Mesudu irşat maksadıyla uzak diyarlara göndermesi bunu teyid eden bir durumdur. Besbelli ki sahabe gittikleri beldelerde vahiy ve sünnet yayıcıları olmanın ötesinde fikri irşatta bulunmayı da ihmal etmemişlerdir. Hakeza Hz. Ali'nin (k.v) idare merkezini Kûfe’ye kaydırması tamamen bu amaca yönelik bir nakli irşattır. Ne var ki bu iyi niyetli çabalar Emevi’lerin idareyi ele almalarından sonra sekteye uğrayacaktır. Öyle ki Emevilerin baskısından bunalan ilmiyle amil bir kısım sahabe Hicazda toplanmak zorunda kalmışlardır. Zira fikri irşat faaliyetinde hür düşünmek esas olduğundan böylesi zamanlarda bu tutum içerisine girmeyi zaruri kılmaktadır.
Peki ya Tabiûn nesli! Malumunuz Peygamberimizin yaşadığı dönem ve akabinde dört halife döneminin ardından Mekke ve Irak civarını mesken tutmuş sahabe halkasının rahle-i tedrisatından geçmiş Tabiûn nesli doğa gelir. Derken gün yüzüne çıkan bu ilk neslin içerisinden yukarıda adından Mekke ekolü (Hadis ağırlıklı fikir üretiminin önderi) ve Irak ekolü (rey ağırlıklı bilgi üretimin kapısı) diye sözünü ettiğimiz iki ışık kaynak teşekkül etmiştir. İşte bu iki ışık kaynaktan biri Medine merkezli Hicaz Medresesi olarak adından söz ettirirken, diğeri de Kûfe merkezli Irak Medresesi olarak nam salacaktır. Böylece her iki ekolde o gün bugündür Ümmet-i Muhammed’in hep aydınlık pencereleri olmuşlardır.
Şurası muhakkak; Tabiûn devrinde henüz daha kesin hatlarla belirlenmiş mezhepler zuhur etmemişti. Fakat zaman içerisinde yeni ictihad gerektiren meselelerle karşılaştıkça ümmetin sıkıntılarını karşılayacak yeni içtihatlara ihtiyaç kaçınılmaz oluyordu. Ve bu noktada Tabiûn neslinin ortaya koydukları içtihadlar da tıpkı sahabe içtihadında olduğu gibi ümmetin ihtiyaçlarını karşılayan delil niteliği kazanır da. Tabiûn neslinin sahabe içtihadından en dikkat çeken tek farkı rey’lerini ortaya koyarken, kıyas, örf, adet, maslahat, gibi tali delilleri de kullanıyor olmalarıdır. İcabında bu da yetmez, kendi aralarında Hicaz Medreselilik ve Irak Medreselilikten kaynaklanan ictihad farklılıklarını karşılaştırıp harmanladıktan sonra çıkacak sonuçta onlara bir başka ufuk açıyor olmasıdır. Böylece bu sayede Kur’an ve hadisten sonra icmâ ve kıyasta hayatımızda yer alıp ictihad alanına bir bambaşka renk katmıştır. Öyle ki, tüm bu çabaların en nihayetinde Ümmeti Muhammed’in önüne çıkan bir dizi meselelerin çözümü noktasında ete kemiğe bürünmüş halde ehlisünnet mezheplerimiz doğuverir. Adından da anlaşıldığı üzere mezhep zehap (zan, sanı) kökünden gelip ictihad farklılıklarından doğan fikri müesselerimizin adıdır. Bir başka ifadeyle dördüncü asra gelindiğinde içtihadın yerini mukallit, asıl kaynakların yerini mezhep-kavl hükümler almıştır. Hatta içtihad alanında yaşanan bu hızlı yükselişin karşısında nihai noktaya geldiğini düşünenler içtihat kapısının kapandığı zannına kapılmışlar bile. Derken ilmin zirve yaptığı noktada bilhassa fıkıh sahasında:
-İctihadcılar (fikir üreticileri).
-Taklitçiler (tekrarcılar) diye iki ana akım ortaya çıkmıştır.
Malumunuz içtihat kavramı rey, fıkıh, kıyas vs. tüm fikri üretim faaliyetlerini de kapsayan bir kavramdır. Taklit ise hazır önüne konmuş daha önceden birikmiş bilgilerin tekrarı bir kavramdır. Tabii bu arada en son kuşaklar olarak bizim için asl olan bize kadar devr olan bu bilgi külliyatları karşısında ne yapmamız gerektiğidir. Bir kere geldiğimiz noktada hele bilhassa avamın (halkın genel seviyesi) kendini riske etmemesi açısından ehlisünnet bildiğimiz dört hak mezhepten birine mensup olmasında çok büyük fayda vardır. Çünkü içtihad faaliyeti çok çaba gerektiren bir bilgi alanı olduğundan fikir üretmek öyle sanıldığının aksine her babayiğidin harcı olmasa gerektir. Kaldı ki mezhep imamları fikir üretirken ya da içtihatta bulunurken mezhep kurmak maksadıyla ortaya çıkmamışlardır, bilakis tamamen bizlerin irşat olup cahil kalmamamız için çıkmışlardır. İyiki de irşad için yola koyulmuşlar da bu sayede rahle-i tedrisatlarından geçen talebelerine okuttukları dersler derlenip toparlanıp bir kurala bağlanmasıyla birlikte mezhep adını almışız.
Evet, bir kez daha belirtmekte fayda var: iyi ki de bu büyük mezheb imamlarımızın dizinin dibinde yetişmiş talebeler öğrendiklerini derleyip toparlamışlar da, bu sayede hem hayatımızı tanzim etme imkânı doğmuş, hem de firak-ı dalle’ye (sapık fırkaların yoluna) düşmekten kurtulmuşuz. Zaten istikamet üzere yürümeyi ilke edinmiş her Müslüman şunu iyi bilsin ki; geldiğimiz noktada İslam’ın ana caddesinde sapmadan yürüyüşümüzü bu söz konusu müctehid imamlara borçluyuz. Dikkat edin cami imamından söz etmiyoruz, ısrarla ‘müctehid imam’ diyoruz. Niye, çünkü onlar ilmiyle amil olmuş imamlardır. Hüküm çıkarmak öyle oturduğumuz yerden ahkâm kesmeye benzemez, kılı kırk yarmak gerektiren bir beyin fırtınası faaliyetidir bu. İşte kılı kırk yaran bu bilge müctehid âlimlerimiz ve onların izini iz bilen ulemamız sayesinde ehlisünnet dışı sapık fikirlerin ağına düşmekten kurtulup çok şükür bugünlere gelebildik. Ki, onlar Peygamberimizin (s.a.v) ‘Ümmetimin âlimleri, beni İsrail peygamberleri gibidir’ hadis-i şerifine mazhar olmuş müçtehit imamlarımızdır.
Öyle ya, madem hayat devam ediyor. O halde kıyamete devam edecek olan fikri ve zikri aynı olan bir irşad faaliyeti için çaba sarf eden âlimlerin çalışmalarına destek vermek icab eder. Allah muhafaza fikri ve zikri irşadın sekteye uğraması ya da durması demek Dini Mübin’in sosyal hayattan çekilmesi demektir. İşte bu yüzden mezheb ve meşreb farklılıkları asla ayrılık olarak telakki edilmemeli, bilakis farklılıklarımız fikri ve zikri zenginliğimizi ortaya koyan güçler olarak telakki edilmelidir. Bu öyle bir güçtür ki; dört büyük mezhep imamının birbirlerinin rakibi görmeksizin yaptıkları ictihadlar sayesinde zihni gelişmenin en üst zirvesine çıkmışız da. Nitekim onların bizim geleceğimize yönelik ektikleri fikri ve zikri tohumlar kıyamete dek meyve verip bizi her türlü fitne hareketlerinden ve bozgunculuktan koruyacağına inancımız tamdır. Nasıl bizi korumasın ki, bugün onların fikri içtihatları derlenip toparlanıp külliyat halinde elimizde olmasaydı İslam toplumuna yönelik her türlü yıkıcı faaliyette bulunan akımlara karşı verecek cevabımız olamayacaktı.
Peki, ictihad kaynaklarımızla aydınlanmak iyi hoşta, ancak bu arada aklımıza ister istemez: Edille-i şer’iyye hiyerarşisinde yer alan şer'i delillerin bütünü her devri kapsayıcı nitelikte geçerli hükümler midir sorusu da takılmaz değil elbet. Takılması da gayet tabiidir. Çünkü bu takıntının giderilmesi için bile ictihad gerektiriyor dersek yeridir. Nitekim Mecelle bir nebze olsun bu hususta bize soluk olur da. Nasıl mı? Mesela Mecellede geçen hukuki bir kaideye dayanarak nassda olsa her devrin örf ve adetlerine göre değişiklik gösterebileceğini, icabında bu değişikliğin takdiri veya takibi için bile yeni bir içtihada ihtiyaç gerektireceğini pekâlâ dile getirebiliriz. Anlaşılan o ki; her meselenin çözüme kavuşması noktasında işin ehli âlimlerin reyine başvurmak zarureti vardır. Aksi halde her karşılaşacağımız meselelerin altında ezilmek an meselesidir. Hiç kuşkusuz sahabenin bize göre avantajı herhangi bir meseleyle karşılaştığında direk birinci elden sorup hallediyor olmasıdır. Hiç kuşkusuz içtihad kapısının birinci elden ilk önderi Peygamberimiz (s.a.v)’dir. İlginçtir Resulullah (s.a.v) ilk elden kaynak olmasına rağmen yine de arkadaşlarının görüşünü almaktan da geri durmazdı. Nitekim Ashab-ı Kiram, Efendimiz (s.a.v)’in huzurunda veya gıyabında fikir teatinde bulunmuşlar bile. Bu tutum aynı zamanda İslâm’da dogmaya geçit verilmediğinin ispatıdır. Düşünsenize Peygamberimiz (s.a.v) asli risalet ve elçilik görevinin dışında yeri geldiğinde kadı, yeri geldiğinde müftü, yeri geldiğinde devlet reisliği görevini üstlenebiliyor. Madem öyle, şimdi tam da ilahi kaynaklarımıza burun kıvıran bir takım aklı evvellere sormak lazım gelir, bu gerçekler ortada iken nasıl oluyor da Müberra Dinimize dil uzatıp dogma cüretinde bulunabiliyorsunuz? Onlar dogma diye dursunlar, işte görüyorsunuz bu dinin elçisi konumunda Allah Resulünün birçok fonksiyonu bizatihi kendi şahsında birleştirip icra etmekle geleceğimize ışık olmuş da. Kaldı ki Resulullah (s.a.v)’ın anlık karşılaştığı herhangi bir meselede icabında vahyi beklemeyip, istişare ve içtihada başvurduğu da bir sır değil artık. Zira Peygamberimiz (s.a.v) bu hususta; “Bana vahiy olmayan hususlarda aramızda (ki davalarda) rey’imle hükmederim” beyan buyurmanın yanı sıra “Size kendi rey’imle bir şeyi emredersem unutmayın ki ben ancak beşerim” ve “Sizler şahid misiniz ki bana itaat Allah'a itaattir, bana isyan da Allah’a isyan etmektir” diye beyanlarda da buyurmuşlardır. İşte İmam-ı Azam Ebu Hanife bu gerçekler ışığında; “Kim ölü bir araziyi imar ve ihya ederse orası onundur” hadis-i şerifinin bir devlet reisi sıfatıyla söylenmiş bir hadis olduğunu dile getirmiştir. Tabii bu arada bizde İmam-ı Azam gibi mezheb imam sayesinde ul’ul emr sıfatıyla söylenilmiş bu hadis-i şerifin devlet izin vermediği müddetçe hiçbir şahsın sahipsiz bir araziyi imar edemeyeceğini fark etmiş olduk. Hatta fark etmekle kalmayıp bu hadis-i şerifin detayına indiğimizde Hicaz mıntıkası ahalisine yönelik tarımcılık, şehirleşme ve medenileşmeye teşvik bir mucizevi bir hadis-i şerif olduğunu da idrak eder olduk.
BİLGE ŞAHSİYETLER
Bilhassa Emevilerin son devri ile Abbasilerin yükselme çağında yetişmiş müçtehid imamlar ve dört büyük imamın ictihadları Ümmet-i Muhammed'e büyük soluk aldırmıştır. Bu müctehid imamlar ve talebeleri sayesinde Tabiin devrindeki hadis ve rey (görüş) kaynaklı ictihadlar derlenip, toparlanıp birleştirilerek gelecek nesillere fikri külliyatlar olarak aktarılmış bile. Bu arada müctehid imamların içtihatları mezheplerin teşekkülünü doğurmuş ve böylece bilgi taklitçiliğinin ve tekrarcılığın önüne geçilmiştir. Ne var ki; müctehid imamlar döneminden sonra, ictihad yapmada gerileme görülmüş, yerini daha çok ictihad ve taklitçilik konusu tartışmaları almıştır. Aslında tartışmak yerine meseleye “müctehidin rey’ini benimsemek taklit değil mutabaattır” açısından da bakılabilirdi. Hele söz konusu avam olunca mutabaat yapmak şarttır diyebiliriz de. Asıl anormal olan kendi başına gelin güvey olmaktır, hatta daha da vahim olanı bilgi sahibi olmadan fikir yürütme işgüzarlığında bulunmaktır.
Tabii, söz konusu müctehid âlim olunca iş değişir, müctehid âlimin taklit etmesi gerekmez. Ancak burada da en göze batacak husus müctehid âlimin bilgeliğini kullanmayıp kendi kabına çekilmesidir. Ki, bu tutum uygun değildir, âlimden her daim fikir üretmesi ve çaba sarf etmesi beklenilir. Bakınız Gavs-ı Bilvanis-i Abdülhakim el Hüseyni (k.s) der ki; mürşit o dur ki kendinden üstün mürşit yetiştire. İşte bu müthiş sözden bizim anladığımız şudur ki; ilim yolunda durmak yok, yola devam esastır. Zira Peygamber'in (s.a.v); ‘İki günü birbirine eşit kılan zarardadır’ beyanı her alanda fikri ve zikri irşadın gerekliliğine işarettir. Madem öyle üretim denilince sadece ekonomik faaliyetler anlaşılmamalı, insanın kendi kendini işleyip fikri ve zikri faaliyette bir üretimdir. Bu yüzden insanın kendini bilmesi ve kendini işlemesi fikri ve zikri üretim faaliyet olarak addedilir hep. Öyle ya, nasıl ki tabiatı işleyerek ekonomik faaliyetler işlerlik kazanıyorsa, pekâlâ insan da bir âlimin rahle-i tedrisatından geçerek eşiğinde eşik olup bilgi küpü hale gelebilir pekâlâ.
Fikri ve zikri üretim faaliyetinden geri durup sırf taklitle yola devam edildiğinde tüm faaliyetler pansuman tedbir türünden öte bir işe yaramayacağı muhakkak. Taklitte ısrarcılık cehalete davetiye çıkarmak olacaktır. Oysa fikri ilerleme bir döneme mahsus olmayıp her devir için ihtiyaç gerektiren bir husustur. Maalesef günümüzde bilge şahsiyetlerin azlığı toplumu koyu cehalet bataklığına sürükleyebiliyor. Dolayısıyla toplumun bilgi kirliliğine maruz kalmaması için, gerçek manada bilge şahsiyetlerin varlığına ihtiyaç vardır. Bakınız İmamı Gazali, İmamı Rabbani, İbn-i Haldun, İmamı Azam gibi âlimler yaşadıkları devirlerde toplum içerisinde cereyan eden birçok ihtilafları gidermiş bilge şahsiyetlerdir. Malumunuz İmamı Gazali döneminde baş gösteren hastalığın baş çıbanı felsefi fırkalardı. İşte Gazali, bu hastalık tablosu karşısında bütün bu yıkıcı felsefi akımları ehlisünnet ekolü içtihatlarıyla çürütüp İslam âlemine yönelik zararlı fikirlerin yayılmasının önüne geçmesini bilmiştir. Hakeza İmamı Rabbanide (k.s) öyledir. O da tarikat şeriat çekişmelerine son verip tarikatın şeriattan ayrı düşünülemeyeceğini, bilakis her ikisinin iç dış misali bir bütün olduğunu ortaya koymuştur. Derken birbirinden kıymetli böylesi müçtehit imamlar sayesinde İslam âlemi rahat nefes alır da. Bu noktada her yüz senede müceddit gelecektir (müceddit dinde bilgi üreticisi ve irşat edici demektir) ilahi prensibi bizim için müjde olmanın ötesinde büyük bir lütuf olmuşta. Bu lütuf karşısında ne kadar şükretsek azdır. Hakeza 20. yüzyılda da Said Nursi Hazretleri yüz akımız olmuştur. Bilhassa onun o müthiş kayda değer fikri mücadelesi birçok karanlık sis perdeleri ortadan kaldırıp İslam’ın gür sesi ve aydınlık yüzü olmaya yetmiştir. İyi ki de insanlık bu yüzle yüzleşmiş. Bakın Haşir (ahret) risalesini okuyan bir gayrimüslim öyle etkilenmiş ki:
-Bunu derhal yok edin deyip telaşa kapılmış bile. Tabii insanlar merak edip nedenini sorduklarında verdiği cevap bir hayretin ifadesidir;
-“Evet, elimdeki haşir risalesi sanki beni ahret sokaklarında gezdiriyor gibi, biraz daha okursam…”
İşte bu itiraf Bediüzzaman’ın çağa damga vurduğunun bir göstergesidir. Cemil Meriç bu yüzden Bediüzzamanın hakkını şu cümlelerle teslim etmiştir; çağımızda iki görüş hâkim. Her ikisi de ben-i âdem, ama Bediüzzaman bize çok daha yakın.
Gerçekten de insan Risaleyi Nurları okuyunca devrin birçok karmaşık meselelerin üstesinden gelebiliyor. Besbelli ki; Bediüzzaman yirminci asrın üstadları arasında kendinden söz ettiren bir dehadır. Dünya döndükçe böyle daha nice üstatlar yeryüzüne şeref vereceği muhakkak. Çünkü Allah'ın vaadi var; nurumu tamamlayacağım diye. Böylece İslam âlemi, hatta tüm insanlık bu tür umut ışıklarından yoksun kalmayacaktır. Madem kıyamete kadar böyle zatların var olacağına inancımız tam, o halde halkın üçler yediler, kırklar dediği böylesi Rabbani âlimleri aramaya koyulmalıdır. Tabi arama deyince ister istemez İmam-ı Rabbaniyi hatırlarız. Bakın İmamı Rabbani (k.s); “Ne mutlu murad mürşit bulana” diyor. İlginçtir “Ne mutlu muradı olana” demiyor, “murat mürşit” diyor. Niye acaba? Nedeni gayet açık; murat mürşit bulduğunda kurtuluşa ermek vardır. Bu yol zaten bir gönül sultanının kalbine girip ötelere kanatlanma yoludur, işte aranılan murad budur. Dünya var oldukça böyle zatlar tükenmeyecektir. Nasıl tükensin ki, Allah’ın hazinesi sonsuzdur. Dolayısıyla gönül sultanları şu devirle, bu devirle sınırlı tutulamaz. Yeter ki İmamı Rabbani'nin (k.s) dediği gibi arayıp bulmayı murad edinelim gerisi gelir elbet, sonunda arayan bulur misali gerçek Mevla’sına kavuşur da. Aramaktan imtina edip geri durursak ateizmin kol gezdiği şu dünyada koruyucu zırhtan mahrum kalmakta var. Kaldı ki, âlimler bile aramaya koyulmuşlar, biz armışız çok mu? Hatta deminden beri sözünün ettiğimiz Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri de ömrünün büyük bir bölümünü hep arayışla geçirmiştir. Öyle ki, küçük yaştaki arayışını şu sözlerle dile getirmiştir; “Dokuz yaşımda Şeyh Abdurrahman Tahi’yi tanıdım. Bu zat velilere makam aldıran zattır.”
Bu sözlerden de anlaşılan o ki, bir insanı tanımak ancak bir arayışın sonucu gerçekleşebiliyor. Öyle bir arayış ki; “velilere makam aldıran zat, kim bilir kendi makamı nasıldır” merakını gidermeye yönelik yeni bir arayış doğuruyor da? Derken bu arayış içerisinde Bediüzzaman’ın dilinden Abdurrahman Tahi (k.s)’nin Nakşî silsilesinin büyüklerinden olduğunu idrak etmiş oluruz da.
İşte her devirde böylesi deha çapında büyük derya âlimlerin çıkması İslam’ın kabına sığmaz engin bilgi potansiyeline sahip bir din olmasındandır. Kaldı ki İslam hür tefekkürü zindana hapsetmez, düşünceyi irşat vasıtası olarak görür. Ancak irşadın olması içinde irşat olunmak gerekir. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi (k.s) şöyle demiştir: ‘İrşat olmayan irşat edemez.’
FİKRİ ÜRETİM
Fikir üretmemekte ve statik kalmakta direnenler dogmatik fikirleriyle birlikte er geç yıkılmaya mahkûmdur. Bu kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Malum; statükoculuğun en bariz göstergesi tekrarcılık illetidir. Bu illete bir insan tutulmaya dursun eline tutuşturulmuş reçeteyle ya da ezberlediği nakaratla ömür boyu monotonluğun pençesinde debelenip duracaktır. Oysa fikir üretimi toplumda gelişmeyi tetikleyen ve topluma dinamizm kazandıran bir güçtür. Dahası her yeni fikir, toplumun alışılmış düşünce kalıplarından kopuşu demektir. Elbette ki yenilik derken müspet manada yenilik, yeniden doğma (Rönesans), kendini keşfetmek ve gelişmeyi kast ederiz. Madem öyle kendi öz Rönesans’ımızı keşfedip fikir veya aksiyonumuzu yeniden vizyona koymak icap eder.
Fikri üretim olmadığı zaman ne idrak kalır ne beyin kalır, ne de kalp huzuru kalır. A’dan Z’ye her şey durağanlaşır da. Nasıl mı? İşte 28 Şubat post modern darbesi bunun en hazin tablosu. Malum zihniyet “28 Şubat post modern” usullerle üniversiteleri kışlaya çevirdikleri gibi, toplum mühendisliği uygulamalarıyla da aklı karaya oturtmuşlardır. İşte statükoculuk böyle bir şeydir, bu vesayet zihniyetten başka ne beklenebilirdi ki. Bir kere o günlerde hür düşünceye pranga vurulmuş, bu ahval ve şerait içerisinde nasıl fikir birlikteliği doğsun ki. Maalesef her on yılda bir tekrarlanan darbelerle hür düşünceye kement vurulabiliyor. Bakın, tıpkı bizim 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuzda yaşadığımız sürece benzer süreçleri batıda yaşamış. Batı, ne zaman ki kilisenin tahakkümünden kurtulup hür düşünmeyi keşfetti, işte o zaman rahat nefes alıp gelişmenin merkezi olmuşlardır. Malum, Avrupa’nın orta çağda düşünceye kilit vuran kiliseyle başı çok büyük dertteydi. Nasıl başı dertte olmasın ki, nice deha çapta fikirler engizisyon ve giyotine kurban verilmiştir. Hatta fikri ve ilmi çalışmalarından dolayı nice aydınlar canından olmuşlardır. Neyse ki batı, aydınlanma uğruna büyük bedeller ödemenin akabinde Rönesans’ını gerçekleştirmesini bilmiştir. Peki ya biz! Biz ise o arada gelişme çağımızda durağanlaşıp kendi kendimizin orta çağını hazırlamışız.
Evet, batı bu! Ancak şu da bir gerçek; batı şuan ki haline pekte fazla sevinmesin. Çünkü batı şimdilerde başka problemlerle karşı karşıyadır. Bu sefer ki problemin niteliği eskisine pek benzemez, ortada daha vahim bir durum var. Kilisenin köleliğinden kurtulan batı, bu sefer makinenin kölesi olmuş durumda. Meğer aklında bir sınırı varmış. Bu sınırda ruh devre dışıysa artık ortada akıl tutulması denen olağanüstü hal durum var demektir. Dahası olağanüstü amansız bir hastalığa tutulmuş gözüküyorlar. Başka ne diyelim ruhunu yitirmişlik denen maraz illet bu olsa gerektir. Baksana hayatının büyük bölümünü makine ve bilgisayar üzerine tanzim eden batı bir anda robotik toplum olmuşlar. Bu yüzden batı sil baştan yeniden köledir, şimdiki köleliğin geçmişten tek farkı genlerine kadar işlemiş akıl tutulması köleliğidir. Üstelik insan makineyi yönetmiyor, yöneten makinedir. Şayet bu bunalım böyle devam ederse, galiba en son yardım dileyecekleri tek güç Hollywood filmlerine konu olan uzaylı yaratıklar olacaktır.
Anlaşılan modernite hayat dedikleri model; insana robot hayat sunuyor. Ve insan bu düzende bir hiçtir. Bu modelde insan ancak üretip tükettiği sürece değer kazanabiliyor. Ne hazindir ki insan yaşadığı anla ilgisi olmadığı gibi çevreye bakışı da şaşkıncadır. İnsanoğlu bu düzende bir hiçtir, asla bu sistemde ruhunun açlığını giderecek iklim bulamaz. Nasıl bulsun ki, ortada akla köle olmaya razılık vardır. Ruh bedende tutsak ve özgürlüğe hasrettir. Ah şu ruhunu bedenine esir kılmış insanlar bir kez olsun İslamiyet’le yüzleşebilseler, işte o an gerçek hürriyetin tadına ulaşmaları an be an mümkün olabilir. Ama ne var ki daha henüz o ışığı görmüş değiller. Nasıl görsünler ki, vahiyden bihaberler. Bu büyük bunalım daha da derinleşirse o çok övündükleri modernize hayat başlarına çöküp enkaz yığını hale geleceklerdir. Yazık, hem de ne yazık bir hiç uğruna insanlık telef oluyor.
Belli ki dayanışma, yardımlaşma ve sevgiden yoksunluk kitleleri huzursuz kılıyor, soluklamaya ihtiyaçları var. Nasıl mı? İşte salt aklın hükümranlığına son verip insana nefes alma imkânı sunan İslamiyet’le buluşmakla elbet. Böyle bir buluşma gerçekleştiğinde ebedi saadetin kapıları açılacağına inancımız tam. Vahiy; felsefenin, aklın, ideolojinin mantığın ve her şeyin üstünde… Kur’an bu anlamda; hem nur, hem ışık, hem de topyekûn beşeriyeti huzura götüren tek rehberdir. Kuran’ın muhatabı tüm insanlıktır. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz karmaşık yapıya son verecek kılavuzu vahiyde aramak gerektir.
Vesselam.

https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4 ... zara-kadar
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön