EY YOLCU! YOLCULUK NEREYE

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

EY YOLCU! YOLCULUK NEREYE

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

EY YOLCU! YOLCULUK NEREYE
SELİM GÜRBÜZER
Konuk olduğumuz şu fani dünyada kafileler eşliğinde kimi ilim, kimi dost, kimi ticaret, kimi filim, kimi spor gibi değişik sebeplerle yollara düşüldüğü bilinen bir husus. Hangi sebeplerle yollara düşülürse düşülsün neticede insanoğlunun eninde sonunda varacağı en nihai nokta Yüce Allah’ın Kur’an-ı Mucizü’l Beyan’da; “Hepiniz Allah’tan geldiniz, Allah’a döneceksiniz” vechiyle beyan buyurduğu ilahi huzur olacaktır elbet.
Madem, yolculuk insan hayatının var olan bir gerçeği, o halde burada önemli olan kimin hangi gaye maksatla ve hangi vasıtayla yolculuk yapacağı çok büyük önem arz etmekte. Bikere gayesi Allah’a ulaşmak olanın vasıtası şeriat gemisi olmalıdır. Tâ ki, Nuh’un kurtuluş gemisinde olduğu gibi vuslat limanında demirleyene dek bu gemi üzerinde seyreylemek gerekir. Görünen o ki, gayesi Allah olanın menzili maksuduna ulaştıracak tek kurtuluş bineği ‘şeriat, tarikat ve hakikat’ donanımlı gemisinden başkası değil elbet. Zaten insanın böylesi üç tuğlu donanımlı gemiyi terk etmesi kendi kendinin tufanı olur.
Hani denilir ya hep, yolcu yolunda gerek diye, aynen öyle de tarik olmak varken tufan olmak niye. Ki, tarik yol demektir. O halde yola koyulurken rotamızı illa ki ‘şeriat, tarikat ve hakikat’ donanımlı gemisinin kumandası hükmünde olan dümeninin belirlediği istikamet üzere seyreylemek gerekir. Aksi halde azgın deniz dalgalarının arasına karışıp bizim için tufan kaçınılmaz olur. Her kim ‘şeriat, tarikat ve hakikat’ gemisinin üç tuğlu dümenine tabii olmaksızın ‘ben kendi kendimin rotamı belirlerim’ diyorsa bu tamamen değim yerindeyse gemi azıya almış nefsin azgınlığının ifadesi demek olur. Ki, daha sözün sahibi gemin (atın) dizginlerini elinde tutmasına fırsat kalmadan o çok güvendiği nefsi onu çoktan azgın dalgalara atıverir bile. Düşünsenize bir otomobil için debriyaj, fren ve gaz butonları ne ifade ediyorsa, Hz. Nuh (a.s)’ın misyonunu yüklenmiş bir gemi için ‘şeriat, tarikat ve hakikat’ butonları da kurtuluşa ermenin ta kendisi bir ifadedir. Malum, şeriat butonu bu geminin zahiri rotasını belirler, tarikat butonu bu geminin özü mesabesinde bâtıni rotasını belirler, hakikat butonu da bu geminin meyvesi hükmünde ki en nihai varacağı limanın rotasını belirler. Hiç kuşku yoktur ki, hakikat meyvesine ulaşmak ancak şeriat ve tarikat butonlarını işler hale getirmekle mümkün. Hele bir insan ‘şeriat, tarikat ve hakikat’ basamaklarını bir bir aşmaya bir görsün biiznillah Allah’a vuslat bir hayal değil gerçeğin ta kendisi olacaktır. Ki, buna inancımız tamdır. Çünkü şeriat; Yüce Allah'ın (c.c) Resulüne (s.a.v.) indirdiği ahkâmdır. Tarikat Kur’an ve Sünnet-i seniyye üzere amel etmektir. Hakikat ise tüm Salih amellerin semeresi manasına Şeb-i arusca meyvelenmek demektir.
Öyle anlaşılıyor ki, iman-ihlâs-ihsan gemisinin bu üç başlı butonların gösterdiği istikamette rotamızı belirlemeksizin asli vatan cennete giden kapıların açılması pek mümkün gözükmüyor. Örneğin tasavvufi butonu temsil eden gemi kaptanının, yani mürşidi kâmilin rehberliğinde rotamızı belirlediğimizde Yüce Allah’ın emirlerine uymak, nehiylerden kaçmak denen bir yola girilmiş olunur. Şeriat butonunu temsil eden gemi kaptanının, yani şer’i ilimlere vakıf mollanın rahle-i tedrisatından geçmekle de medrese ilmine girilmiş olunur. Besbelli ki her bir buton bağrında bin bir sırrı bağrında taşıdığından kaptansız bu butonlara dokunmanın hiçbir fayda sağlamayacağı muhakkak. İlla ki hak ve hakikat yolunda rehber edinmek şarttır. Çünkü yollar bir bilenin rehberliğinde kat edilebiliyor. Aksi halde atalarımızın dediği üzere maazallah ‘kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz” olanların haline düşeriz. Bu duruma düşmemek için yine atalarımızın dediği üzere ‘at binenin (iş bilenin), kılıç kuşananın’ misali iş bilen gemi kaptanların izini iz sürmüş oluruz. Böylece gemi kaptanların rehberliğinde ‘şeriat, tarikat ve hakikat’ basmaklarının izini iz sürmekle iman, salih amel ve güzel ahlak sahibi mümin olmak şerefine nail oluruz da.
Evet, insanoğlu dünya gemisinde bir seyir halinde turlamakta habire. Ancak dünya gemisiyle turlarken acaba elest meclisinde verilen sözün gereğini yerine getirerek turlayabiliyoruz mu, asıl önemli püf nokta burasıdır. Bu bilinçte turluyorsak ne ala, bu bilinçte turlamıyorsak vay halimize. Unutmayalım ki, insanoğlu diğer canlılar gibi sadece et ve kemikten ibaret yaratıklar değildir, bilakis “Yere göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım” kutsi hadisin sırrınca donatılmış eşrefi mahlûkat bir varlıktır. Madem eşrefi mahlûkat varlıklarız, o halde bize dünya gemisinde başıboş turlamak değil yaradılış gayemize uygun turlamak düşer. Buna mecburuz da. Ki, yaradılış gayesinin gereğini yapan dolu başakların başı eğik, dolu olmayan başakların ise başı dik olurmuş. Sakın ola ki rotamızdan sapıp da hâşâ dünyayı ben yarattım diyecek kadar zıvanadan çıkmış burnu bir karış havalarda içi boş başaklar gibi avare avare turlayanlardan olmayalım. Bakmayın siz öyle onların, dünya sathında ‘Ye kürküm Ye’ misali kendilerini bulunmaz Hint kumaşı sanan adammış gibi dolanmalarına, kazın ayağı hiçte öyle değil, gerçek anlamda adam olsalar dünya sathında eğilmiş dolu başaklar gibi dolaşmaları gerekirdi. Tevazuu hali hak getire, onların her biri burnu kaf dağında adamlardır. Bakınız Yüce Allah bu hususta ne buyuruyor: “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsra, 37)
Asıl yiğit adam o dur ki, dünya gemisinde Rabbinin emri doğrultusunda terhis olana dek dolu başak halde turlayabilendir. Rabbimizin emri dışında kendi başına buyruk kesilen asla kurtuluş limanına demir atamaz. Zira hiç kimse şah değil, padişah değil, kaptan değil. Dolayısıyla kaptansız kendine rota belirlemek ahmaklık olur. Malum bizim padişahlarımız, kaptani deryalarımız yedi iklimde hükmetmiş şahsiyetlerdir. Onlar bile ne hakanlığını, ne padişahlığına, ne de kaptanıderyalığına güvenmişlerdir, bilakis onlar kurtuluşu Allah’a sığınmakta bulmuşlardır. Öyle ki padişahlarımız Cuma namazına giderken talebe-i ulûmdan bir gruba ‘Mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!’ diye tempo tutturaraktan kendilerini hizaya çekmişler de.
Şayet bizlerde şu imtihan dünyasında yolculuğumuzu alnımızın hakkıyla tamamlamak istiyorsak, ilk iş bize Allah’ı unutturacak tüm dünyevi adresleri ve randevuları iptal edip Allah’ı hatırlatacak adresler için yola koyulmak olmalıdır. O adrese teslim yolculuklar nedir derseniz, hiç kuşkusuz:
-İlim öğrenmeye yönelik yolculuk,
-Sıla-i rahim yolculuk,
-Dost ziyareti yolculuk,
-Hac yolculuğu,
-Cihad yolculuğu (Allah Resulü; Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihattır buyurdu.),
-Hizmet yolculuğu,
-Sağlık veya tedavi olmak için çıkılan yolculuk,
-Helal rızk için yapılan ticaret yolculuğu,
-Tefekkür veya ibret için göze alınan yolculuk gibi yolculuklardan başkası değildir elbet.
Hele ki, birde bunlara ilave edilmesi gereken bir kutsi yolculuk daha var ki, Allah dostunu ziyaret için çıkılan yolculuktur bu. Biz Türkler, Allah dostlarına evliya anlamında Barak baba gibi Baba, Korkut Ata gibi Ata olarak yâd etmişizdir hep. Öyle ki her bir manevi başbuğ babamızı manevi dost karındaş ata bilip ziyaretlerinde bulunmayı ihmal etmemişiz de. Hem nasıl ihmal edebiliriz ki, Allah Resulü (s.a.v) “Din kardeşini Rıza-i Bari için ziyaret eden cennetliktir” diye buyurmuş. Nitekim bir mümin baba dost bildiği kardeşini ziyaret için yola çıktığında Allah (c.c) yoluna meleklerden bir bekçi koyar. Melek adama şöyle sual eder:
-Ey yolcu, hayırdır nereye gidersin böyle?
Adam:
-Kardeşimi ziyarete gidiyorum der.
Melek:
-O senin yakının olduğu için mi?
Adam:
-Hayır der.
Melek;
-Yoksa bir dünyalık menfaatin mi var?
Adam:
-Asla, onu Allah rızası için ziyaretine gidiyorum deyince
Melek:
-Madem öyle, Allah sana bu yolu mübarek kılsın. Zaten yolunun üzerinde bulunma sebebim, senin o adamı sevdiğin gibi Yüce Allah’ın da seni sevdiğinin müjdesini vermek içindir buradayım ” der (Hadis).
Hakeza mürşid ziyareti için yola çıkanlar içinde öyledir. Onlar manevi dost karın kardeş olmaktan öte Peygamberimiz (s.a.v)’in varisi hükmünde Rabbani âlimlerdir. Ki, Rabbani bir âlimi ziyaret etmek demek aynı zamanda insana feraset kazandıracak seyr u süluk yoluna adım atmak demektir. Seyr-u süluk eyleyen bir sofi Allah’ı bilmeye çalışmak manasına marifetullah ilmine kendini adar da. O halde bize Rabbani âlimlerin rahle-i tedrisatından geçmek düşer. Bakınız Habir b. Abdullah (r.anh) bir hadis-i şerifi işitmek için bir aylık yolculuk yapmış bir zattır. İşte gerçek yolculuk budur. Madem öyle ilim uğruna göze alınan seyahatin, en ihlâslı amel demek olduğunu bilmekte fayda var. Bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.v) “Kim kırk gün Allah için ihlâsla amel ederse kalbinden diline doğru hikmet pınarları fışkırır” buyurmuşlardır.
YOL ODUR Kİ İRŞADA VESİLE OLA
Hiç kuşkusuz tekkeler marifetullah ilminin tahsil edildiği kutlu mekânlardır. Bundan ötürü atalarımız “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” denilmiştir hep.
Mevlana Halid-i Zülcenaheyn (k.s) Musul’da doğup büyüdü. Ve Irak’taki Süleymaniye medresesinin müderrisliğini de yaptı. Ancak sürekli kalbinde bir şeylerin eksik olduğunu hissettikçe ledün ilme hevesi artmaya başlayıp ta uzak diyarlarda ruhunun susuzluğunu giderecek kaynak aramaya koyulur da. Önce Mescid-i Nebevi yoluna koyulduğunda Şam’a uğramadan edemezdi. Uğradığında Kadiri Şeyhinden icazet alır da. Derken o kutsal topraklara vardığında Yemenli bir Salih zatla karşılaşır. Belli ki, bu karşılaşma sıradan bir karşılaşma değildi. Çünkü bu karşılaşmada aralarında nasıl bir elektriklenme oluyorsa kendisinden irşat etmesini talep eder. Bunun üzerine Yemenli zat kendisine şöyle nasihatte bulunur:
-Hey evlat! Var elini Mekke’ye. Kâbe’yi ziyaret et. Sakın ola ki orada mantığına ters gelen bir durumla karşılaştığında itiraz etmeyesin.
Mevlana Halid Zülcenaheyn (k.s);
-Peki, Efendim deyip Mescid-i Haram yoluna koyulur. Orada tavafını ve namazını eda ettikten sonra sırtı Kâbe’ye dönük Delail’ül Hayrat okuyan bir adam gördüğünde taaccübüne gidip kendi kendine;
-Ya hu! Bu adam nasıl olur da arkasını Kâbe’ye doğru edebe mugayir bir vaziyette oturur diye itiraz eder. Az sonra o adamla göz göze geldiğinde dönüp şöyle der:
-Sen Allah katında müminin kalbini Kâbe’den üstün olduğunu bilmiyor musun? Hem sen ne çabuk Medine’de sana tembih edilen nasihati unutur oldun ki deyince, Mevlana Halid-i Zülcenaheyn (k.s), bu kez o zatın dizinin dibine çöküp kalbindeki ateşin dindirilmesini talep eder.
Böylece o zat (ya da bir Allah adamı veya bir meczup) şöyle der:
-Senin irşadın bu diyarda değil Hindistan'da. Bekle, ta ki oradan bir işaret gelince oraya yolculuk yapasın ve irşad ediciyi orada arayasın.
Tabii Mevlana Halid-i Zülcenaheyn (k.s) Hac vazifesini bitirince dönüş yolu tekrar Şam’dır. Burada Muhammed Derviş Azimabadi Hz.leriyle görüşür. O’da tıpkı Beytullahta ki meczup gibi Hindistan’ı işaret eder (Şeyh Abdullah-ı Dihlevî Hz.lerini). Şam’dan sonra Süleymaniye topraklarına ayak bastığında talebeleriyle tekrardan buluşup ders vermeyi ihmal etmez de.
Evet, talebelerine ders okutmasına okutur ama bir yandan da gözü hep Hindistan’dan gelecek haberdedir. Ve nihayet o beklediği haber Şeyh Abdullah-ı Dihlevî (k.s)’inin bir sofisi vasıtasıyla geldiğinde gözü bir anda aydınlanıverir. Tez elden büyük bir heyecan ve aşkla Hindistan yollarına revan olur.
Yollar uzun, yollar ince elbet. İnceliği şundan belli Hindistan topraklarına yaklaştıkça heyecanı büsbütün bin kat daha da artar. Huzura vardığında büyük buluşma, yani intisabı gerçekleşir. İlginçtir dergâh yolunda kendisine ilk iş olarak tuvalet temizliği ve diğer vesair hizmetler verilir. Dile kolay tam yedi sene dergâhın su işleri ve tuvalet temizlik hizmetlerinde koşturur bile. O hizmette koştururken o arada Şeyh Abdullah-ı Dihlevî (k.s)’ın dikkatinden de bir şey kaçmaz. Şöyle evinin penceresinden Mevlana Halid-i süzdüğünde bir de ne görsün dergâhın avlusundaki işleri artık melekler görmekte. Ve huzuruna çağırdığında şöyle der:
-Ey Evlat! Allah bu kutsi yol sana mübarek olsun, artık görüyorum ki gurur ve kibir ayaklarının altında ve işini melekler yapmakta. Haydi, sana uğurlar olsun, şimdi senin için irşad vaktidir.
Ve onu uğurladığında atın üzengisinden birazcık tutar da. Etraftan görenler;
-Ya hu, koskoca bir şeyh nasıl olurda atın yularından tutar diye taaccüp ettiklerinde onlara dönüp şöyle der:
-O kadarını da bize çok görmeyin, şayet atın yularından da çekip tutmasaydık buradaki tüm nisbeti alıp götürecekti.
Düşünsenize, buraya gelmeden önce tek kanatlı zahiri âlim olmanın yanı sıra beş Tarikatı Aliye’dende halifelik icazeti almış zattı o, şimdi ise tam teçhizatlı batını ilmide yüklenip çift kanatlı zat olarak irşada koyulacaktır. Hatta o gün bugündür kendisi çift kanatlı manasına ‘Zülcenaheyn’ denilerek yâd edilir hep. Öyle ki, mürşidinin izniyle Süleymaniye’de irşada başladığında dört yüz halife yetiştirerek adından söz ettirirde.
İlginçtir halifelerinden üç tanesi bir meselede itiraz ettiklerinde tard edilirler. Tard edilmeleri de yerinde bir karar. Çünkü bu kutsi yol en ufak bidat’in hoş görülmesine geçit verilmez. Taviz tavizi doğuracağından o üç halife akşam namazından sonra tesbihat sırasında ‘Allahümme ecirnaminennar’ okuma esnasında eller aşağıya indirilmesi gerekirken yukarıya kaldırmalarına göz yumulmaz. Kendileri bu durumda ikaz edilip itiraz ettiklerinde tard edilmeleri kaçınılmaz olur. Derken soluğu Şeyh Abdullah-ı Dihlevî (k.s)’ın yanında alırlar. Yani, özür dilemek için ona iltica ederler. Bunun üzerine Şeyh Abdullah-ı Dihlevî (k.s) Şöyle der;
-Vallahi benim yapacağım bir şey kalmadı, Mevlana Halid-i Zülcenaheyn (k.s) burada ki tüm nispeti alıp götürdü zaten. Siz buraya boşa yorulup geldiniz, bende bir şey kalmadı.
Hâsılı kelam Mevlana Halid Zülcenaheyn (k.s) böyle bir zattır, kendisi zamanın irşad kutbu olur da.
YOLLARDA KIBLE TAYİNİ
Yol deyip geçmemek gerekir, yolunda kendine has bir ‘adabı-erkânı-usulü’ söz konusudur. Nitekim ehlisünnet âlimlerin yazdığı fıkıh kitaplarına baktığımızda yol adabıyla ilgili pek çok ilginç çıkarımlar bulabiliyoruz.
Bikere her şeyden önce yolculukta üzerinde en hassas olmamız gereken durum kıble tayini hususudur. Şayet konaklanan yerde mihrab varsa kıble tayini araştırmasına gerek yoktur. Mihrab yoksa asıl burada ne yapmamız gereken bir fıkhı meseleyle karşılaşırız ki, hiç telaşa mahal bırakmadan bu tür durumlarda ilk iş kıbleyi araştırmak değil bir bilene sormak olmalıdır. Dikkat edin bir bilen diyoruz. Sebebi gayet çok basit, bilgisinden emin olunmayan, yani güvenilirlik ehliyete haiz vasfa sahip olmayan bir kişiden kıble sorulmaz da onun için elbet.
Peki, güvenilir vasfa sahip olmayanlar kimlerdir denildiğinde, bunlar fıkıh kitaplarımızda:
-Fasık,
-Çocuk,
-Kâfir gibi özelliklerdeki kişilerdir.
Güvenilir kimseler bulunmadığında yapılacak ilk iş ise yine fıkhı kitaplarında belirtildiği üzere:
-Çobanyıldızı,
-Güneş,
-Kutup yıldızı,
-Doğudan esen rüzgâr,
-Batıdan esen rüzgâr gibi delillere başvurmak olmalıdır.
Hiç kuşkusuz bu sıralanan delillerden en zayıfı rüzgâr, en kuvvetlisi ise kutup yıldızıdır. Kutup yıldızı yedi küçük yıldız kümesinden oluşup yön tayininde kuvvetli delil olarak karşımıza çıkar. Burada edinilen bilgiler ışığında gökteki konumuna ve şekline bakaraktan çok rahatlıkla kıble tayini yapmak pekâlâ mümkün. Nasıl ki Rü’yet-i Hilal Ramazan ayına girdiğimizin işaret bir deliliyse, kutup yıldızı da kıble tayini için çok önemli bir işaret delilidir. Nitekim Allah Teâlâ’nın bu hususta mealen ”O, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Bilen bir toplum için ayetleri ayrı ayrı açıkladık” (En’am, 97) beyan buyurması bunun bariz delilidir. Ayet-i Celile’den anlaşıldığı üzere yıldızlar sanki insanoğlu ibadetten geri kalmasın diye pusula vazifesi görmekteler. Sadece insanoğlu için mi pusula olmaktalar, elbette ki diğer canlılar içinde başka amaçlara yönelik pusula donanımları söz konusudur. Mesela çöl karıncalarının durumuna baktığımızda tıpkı arılarda olduğu gibi bünyelerinin polarize ışık donanımıyla donatılmaları sayesinde çok rahatlıkla yön tayini yapabildiklerini görebiliyoruz. Öyle ki, çöl karıncaların gözleri içerisinde ki ultraviyole dalga boy ışınlara duyarlı alıcılarının güneş ışığını analiz edecek bir donanıma sahip olmaları onları çöllerin o kızgın kumları üzerinde yuvalarını bulmaya ziyadesiyle yetiyor artıyor da. Burada güneş ışınları çöl karıncalarının yuvaya dönüşlerinde adeta pusulası olmaktadır. Belli ki gökyüzünde her bir irili ufaklı ışık kandilleri (gökyüzümüzü aydınlatan gök cisimleri) süs için konuşlandırılmamışlardır, daha pek çok vazifeleri olmalarına rağmen icabında yeryüzünde ki canlılara yön tayininde pusula olmak içinde konuşlandırılmışlardır. Şayet bir kimse gökyüzüne bakaraktan kıble tayini yapacak bilgi donanımına sahip değilse, nasıl olsa bu bilgi bende yoktur diye namazı boşlayamaz, bir başka açılardan da araştırmalara koyulması icap eder. Oldu ya, etraf ıpıssız bir halde, kıbleyi soracak hiç kimseler de etrafta yok gibi, bu durumda o insan kuvvetli zannı üzere olduğu bir yöne doğru namaz kılmakla mükelleftir. Şayet namaz sonrası kıbleye isabet etmediği anlaşılırsa o kılınan namazın iadesi gerekmez ve o namaz sahihtir. Bakınız ilim ve hikmet kapısı Hz. Ali (k.v) bu hususta ne diyor: “Araştıranın kıblesi niyet ettiği yöndür.” Birde bunun tam aksine etrafı kolaçan ettiğinde kıblenin neresi olduğuna dair etrafında soracağı yerli halktan birileri olmasına rağmen onlara kıbleyi sormak varken bunun yerine kendi araştırmasıyla kıbleye yönelip namaz kılan bir adamı düşünün. Hiç kuşkusuz o adamın namaz sonrasında kıbleye isabet etmediği ortaya çıktığında, o namaz sahihlik kazanmayacaktır. Dikkat etiyseniz satır aralarında yerli halk dedik, çünkü kıble tayininde şahitliğine başvurulacak kişinin yerli halktan olması şarttır.
Ya da varsayalım ki, bir kimse araştırmaksızın namaza durduğunu. Selam verip namazı tamamladığında kıbleye tam isabet ettiği ortaya çıksa da sırf araştırma farzını terk ettiğinden dolayı bu kılınan namaz sahihlik kazanmaz. Buradan pekâlâ şu kanaate de varabiliriz, müminler olarak bir şekilde gökteki güneş, ay, yıldız her bir gök cismi hakkında az çok genel hatlarıyla bilgi edinmemiz gerektiği anlaşılmakta, aksi halde kıble tayini durumlarıyla karşılaştığımızda ileri süreceğimiz ‘bilmiyorum’ ifadesi geçerli mazeret bir sebep olarak karşılık bulmayacaktır. Dedik ya, müminler olarak az çok ilmihal bilgisi edinmek şarttır. Bizim için astronomi ilminin tüm inceliklerine vakıf olmak şart değildir sadece. Çünkü bunun için illaki ilim tahsil etmek gerekir. Böylesi ince konulara muhatap kaldığımızda yapacağımız tek şey aklımızın kestirebildiği ölçülerde gerekli araştırmaların yaptıktan sonra kuvvetli zannımızın ön gördüğü istikamete yönelmek olmalıdır. Ki, bu yöneldiğimiz yön bizim kıblemiz olur. Oldu ya namaz esnasında namaz esnasında zannımız değişikliğe uğrayacak gibiyse bu kez zihnimizde oluşan değişikliğe uğrayan kuvvetli zannımızın ağır bastığı istikamete doğru yönelmek olmalıdır. Yok, eğer bunu yapmayıp sonradan bir rükün eda edecek kadar bir süre sonra yönelirsek, o namaz sahih olmaz. Çünkü normal şartlarda da bir kimse özrü olmaksın göğsünü çevirmek namazın bozulmasına yeterli sebeptir. Malumunuz göğüs çevrilmeksizin sadece yüzün çevrilmesiyle namaz bozulmamaktadır.
Yolculukta yol arkadaşları kendi aralarında kıble hususunda ihtilafa düştüklerinde namazlarını ferdi kılmaları lazım gelir. Şayet pusulasız yola çıkmışsak, yönümüzü Kâbe’nin bir parçasına ve gökyüzündeki boşluğuna isabet ettirmekle de maksat hâsıl olur.
Yolculuk esnasında zaruret bulunmadıkça yürür halde veya seyir halde bir binek (vasıta) üzerinde farz ya da vacip namazı eda edilmemelidir. Şayet seyir halinde değil de sabit halde sedir ve düz tahta şeklinde namaz kılmaya elverişli bir arabaysa pekâlâ kılınabilir.
Şayet bir kimse özrü sebebiyle bir hayvan üzerinde (günümüzde ulaşım vasıtaları) farz namazını kılmak zorundaysa o kimsenin gücünün yettiği tarafa yönelerek namazını kılması caizdir. Keza hastalığından dolayı kendisine yardım edecek hiç kimsenin olmadığı kişi içinde bu hüküm geçerlidir.
Bir kimse eda edeceği yer çamurluysa bu durumda binek hayvanı (arabasını) durdurup hayvanı kıbleye döndürdükten (arabası düz tahta şeklinde ise) sonra üzerinde ancak farz namaz kılması caizdir.
YOLDA İBADET DURUMLARI
Yolculuk çileli de olsa asla namaz terk edilemez. Zaten namazda Miraca yolculuk demektir, o halde yolculukla özdeşleşmiş namaz nasıl terk edilebilir ki. Düşünsenize Ashab-ı Kiram cephede çarpışırken bile namazı ve cemaati terk etmemişlerdir. Öyle ki, cephede bir grup sahabe düşmanla çarpışaraktan saf tutup namaz kılıyor, bir müddet sonra geri çekilip tekrardan düşmanla çarpışıyor, derken ateş hattında bulunan diğer grup bu kez namaza dâhil olup adeta devri daim şeklinde namaza durulmuş oluyorlardı, böylece savaş esnasında bile farz namazları terk edilmemiş oluyordu. Zaten terk edilmez de.
Hiç kuşkusuz yolculuk deyince sadece patika yol, kara yolu, çevre yolu, oto yolları akla gelmemeli, tüm bunlara ek olarak yol güzergâhları üzerinde konuşlanmış hanlar, hamamlar, kervansaraylar, mabetler (camii, kiliseler) gibi bir dizi mekânların her biri yolculukla bütünleşen unsurlardır. Burada bir mü’min olarak yol boyunca nerde ne yapacağımız ve yolla bütünleşen unsurlardan hangileriyle hemhal olacağımız çok önem arz edecektir. Şayet bir mümin olarak nerde ne yapacağımızın İslami kural ve kaideleri bilmezsek yolculuğumuzdan murad edilene ulaşamayız. Ki, yol üzerinde konaklayacağımız yerde cami olacağı gibi kilise ve havrayla karşılaşmakta mümkün. Bu durumda bir Müslüman’ın havra, ya da kilise’ye namaz için girmemesi gerektiği fıkhı kuralını bilmesi gerekir. Bu söz konusu mabetlere girilmemesinin nedeni Hıristiyanlara ya da Yahudilere ait mabetler olduğu için değil, bilakis şeytanların toplandığı yer olması bakımdan, resim ve heykellerle donatılmış olması nedeniyledir elbet. Keza yol güzergâhları sırf Müslümanlara yönelik sosyal tesislerle düzenlenmiş olmadığına göre mola verilen tesis olarak, yani her an kapalı mekân olarak sadece meyhaneyle de karşılaşmak mümkün. Dolayısıyla meyhanenin her hangi bir bölümünde kılınacak namazın hükmü nedir dendiğinde, bikere zihni meşgul edecek enstrümanlı müzik ve çalgı sesleri gibi rahmani olmayan ortamın varlığı hiç tartışmasız o kılınan namazın mekruh olmasına tek başına yeterli sebeptir zaten.. Keza aynı durum gürültüden geçilmeyen değirmenler içinde geçerlidir. Çünkü gürültü zihni meşgul edip huşumuzu bozacağından namaz kılınması mekruhtur.
Eskiden binek denince at deve akla gelirdi, şimdi ise bineklerimiz lüks otomobiller, uçaklar, gemiler vs. olmuş. Malum, Peygamberimiz döneminde binekler deve türü hayvanlardı. Dolayısıyla eski binekler hakkında hüküm nedir denildiğinde Rasulüllah (s.a.v)’ın beyan buyurduğu “Develerin çöktüğü yerlerde namaz kılmayın. Çünkü develer şeytandandır” hadis-i şerifi yeterince her şeyi izah etmeye yetiyor zaten. Hakeza Peygamberimize koyun ağıllarının hükmünü sorduklarında ise “Oralarda namaz kılın, zira onlar bereketten yaratılmışlardır” (Müslim) şeklinde verdiği cevapta bir başka açıdan meseleye yaklaşmanın izahı olarak anlamamıza yetmekte. Nasıl mı? Belli ki develerin şeytan olarak telaffuz edilmesinden maksat ulemamızın beyanlarından hareketle şeytana benzer sıfatta ürkek ve eziyetçi özelliği sahip olmalarından ötürüdür. Öyle ya, namaz kılma esnasında develerin ürkmeyeceğinden hiç kimse emin olamayacağına göre namaz boyunca aklı meşgul edeceği muhakkak. Ama koyunlar öyle değil, bilakis uysal hayvanlar olmaları hasebiyle koyunların bulunduğu ağıllarda kılmanın hiçbir sakıncası yoktur. Şu da var ki, hadis-i şerifte develerin çöktüğü yerde namaz kılmak mekruh denilmekte. Barınakları için mekruh denmemekte. O halde develerin çöktüğü yerle kıyas ettiğimizde temiz olan ağılları bundan istisna bir hüküm ortaya çıkar. Yani, bu demektir ki, deve ağıllarının temiz olan kısmında namaz kılmak mekruh değildir. Dikkat edin temizlik burada şart hükmünde, şart olmasa hayvanların boğazlandığı mezbaha türü yerlerde kılınan namazlar mekruh olmazdı.
Evet, yolculuk esnasında da olsa temizliğe riayet şarttır. Çünkü yollar pislik veya idrardan arınmış güzergâhlar değildir. Ehlisünnet âlimlerimiz yolun üst ve alt kısmında namaz kılmayı mekruh addetmişler de. Çünkü çöplükler genelde yol kenarlarında bulunurlar, çöplük olan yerlerde karasineklerin üşüştüğü malum, dolayısıyla mekruh olarak addedilmesi gayet tabidir. O halde yapılması gereken yol kenarı da olsa gözle görülemeyecek derecede çöplük kırıntılarının olabileceğini hesaba kataraktan temiz bir yaygı serip öyle kılmalı, yani yaygısız kılınırsa, o namaz mekruh olur.
Peki ya, yol da konakladığımızda tuvalet kapısı önleri ya da civarında kılmanın hükmü nedir diye sorulduğunda malum bu hususlarda da ehlisünnet âlimlerimiz tuvalette Allah zikredilmez hükmünden hareketle kılınmamanın daha doğru olabileceğine hükmetmişlerdir.
Yolculuğumuz süresince gasp edilmiş araziye de denk gelebiliriz. Olsun, durduk yere hiç telaşlanmaya gerek yoktur, fıkıh kaynaklarımıza baktığımızda gasp edilmiş yerde kılmaya müsaade vardır. Burada yasak olan namaz değil, yasak olan gasb edilmiş arazidir. Keza gasp edilen yerde inşa edilmiş mescit içinde bu hüküm aynıdır, yani namaz kılınmasında beis yoktur ve sahihtir. Öyle anlaşılıyor ki, başkasına ait olan yerde sahibinin rızası olmaksızın kılınan namaz mekruh olmakta. Ama yine de bir görüşe göre de eğer arazi ekilmemiş ya da arazi sahibi Müslüman’a ait bir arazi ise kılınmasında kerahet yoktur, şayet gayrimüslime ait bir arazi ise gayrimüslimin rızasını olmayacağı besbelli, dolayısıyla kılınması caiz değildir.
Konaklayacağımız yerlerde banyo ihtiyacımız söz konusu olabilir. Buralarda namaz kılmanın hükmü nedir denildiğinde, bilhassa hamamların şeytanların sığındığı ve avret yerlerinin açılma ihtimalinin bulunduğu, kullanılmış suların döküldüğü yerler olması hasebiyle ulemamız mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak hamamda namaz kılmaya müsait sırf namaz için hazırlanmış bir bölüm varsa kılmakta mahzur yoktur. Sadece hamam da kılmak mı mekruh, elbette ki evimizin banyosu da buna dâhildir.
Yol boyunca yer yer kabristanların gözümüze iliştiği malum, mevtaların ruhuna Fatihalar okumak yol adabıdır. Şayet yolda konaklayıp kabir ziyaretinde bulunduğumuzda kabirde yatan sanki mevta değil de bizatihi kendimiz yatıyormuşçasına ziyaret etmeli ki gönlümüz yumuşayıp manen istifade etmiş olalım. Bu arada kabirde namaz kılmanın hükmü nedir denildiğinde yüzümüzün kabre gelecek şekilde kılınması mekruhtur. Yani kabir arkamızda kalmalıdır.
Hiç kuşkusuz Müslümanlar olarak Hac yolculuğu boyunca Kâbe’ye bir an evvel yüz sürmenin heyecanını yaşarız hep. O heyecanı yaşamak güzel olmasına güzel de bu demek değildir ki, Kâbe’ye vardığımızda Kâbe’nin tam tepesinde namaz kılaraktan secde edip yüz süreceğiz demek. Böyle bir şeye tevessül etmek Allah’ın Beytine saygısızlık olduğu gibi mekruhta. Kâbe’de kıble tayini, Kâbe’nin kendisidir. İçinde, önünde, arkasında hiç fark etmez her yönüne doğru kılmak esastır. Hakeza Kâbe’nin içinde cemaatle namaz kılmakta öyledir. Birde en çok merak edilen konulardan biride Kâbe’de namaz kılarken namaz kılanın önünden geçip geçilmeyeceği hususudur. Ulemamız bunda mahzur yoktur diye hüküm vermişlerdir. Bu hükme Makam-ı İbrahim önünde, arkasında ve etrafında tavaf edenlerde tabiidir. Her ne kadar tavaf hareket halinde bir ibadet olsa da hiç fark etmez o da namaz ibadeti gibi saf halinde durmak gibi muamele görür. Yani tavaf hali namaz safı gibidir dersek yeridir.
Peki, Mekke’de ikamet edenler için kıble durumu nasıldır? Kâbe’nin aynına isabet edecek şekilde namaz kılmak esastır. Ki, bu şart hükmünde bir esastır. Mekke’nin dışında ikamet edenler bundan istisnadır, yani aynına tam isabet şart değildir. Dahası doğu ve batı bir yay aralığında bir konum kıble olarak karşılık bulur. Malum kıble mahalliden maksat görünürde ki dört köşeli veya küp şeklinde taş bina değildir. Öyle olduğunu var saydığımızda Kâbe deprem ya da bir takım sebeplerden dolayı yerle bir olup yıkıldığında ne yani yıkıldı diye namaz kılmayacak mıyız, bilakis Kâbe’nin mahalli konumu yedi kat yerden başlayıp ta Arş-ı Ala’ya kadar dayandığı içindir havada karada hiç fark etmez her halükarda namaz kılmamızı gerektirir. Dahası her türlü durumda kıblesiz kalmayacağımızın göstergesi bir konumdur bu.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız yol kavramından anlaşılan o ki, içi boş bir kavram değil, bilakis adına ciltler dolusu kitaplar yazılan maddi ve manevi değerlerle yüklü bir kavram. Madem yola değer atfedilmekte, daha yola çıkmadan sünnet-i seniyye gereği iki rekât yolculuk namazı kılmak gerekir. Bu kılınacak namazın birinci ve ikinci rekâtlarda fatihadan sonra kafirun ve ihlâs surelerinin okunması müstehabdır. Namazın akabinde yolda başımıza gelebilecek her türlü tehlikelere karşı korunmak için de Ayetel Kürsi ve Kureyş surelerini okuyaraktan dua ve niyazda bulunmakta öyledir. Ayrıca kalplere vesvese veren cin, insan ve şeytanın şerrinden korunmak için sabah akşam üç İhlâs, bir Felak bir Nas ve Fatiha surelerinin okumamızda tavsiye edilir. Bu arada sünnet-i seniyye gereği fiziki hazırlıklarımızı da ihmal etmememiz gerekir. Nasıl mı? Öncelikle yola çıkmadan kalbi sükûneti yakalamamız icab eder, malum stresle yola çıkmak bir takım problemleri de beraberinde taşıyacaktır. Kalbi sükûnetimizi sağladıktan sonra ilk işimiz yol azığımızı hazırlamak olmalıdır. Eskilerin tabiriyle heybemize makas, iğne iplik, ayna, tarak, tırnak makası, misvak vs. gibi her an gerekli malzemeler ve teyemmüm için kiremit, tuğla cinsinden toz toprak malzemeler koyup öyle çıkmalı. Tabii ki bunlar kendimiz için ihtiyaç malzemeler, geride kalanların ihtiyaçlarını da karşılamak gerekir. Hele ki çoluk çocuğun nafakasının çok önceden bir kenara ayrılmış olması gerekir. Unutmayalım ki yola çıkmadan anne ve babanın iznini alıp gönüllerini hoş tutmak, fakir fukaraya imkânları ölçüsünce sadaka vermekte çok mühimdir. Önemi şundan besbelli Yüce Peygamberimiz (s.a.v) “Bir sadaka yetmiş belayı def eder” buyurmuştur.
İşte, tüm bu maddi ve manevi hazırlıkları tamamlayıp sıra vedalaşmaya gelindiğinde mutlaka tüm aile efradına ‘Allah’a emanet olunuz’ diyerek vedalaşmalı. Neden mi? İsterseniz bunu da bir kıssa ile açıklamaya çalışalım. Bakınız bir adam Hz. Ömer (r.a)’ın huzuruna çıktığında yanında çocuğunu bulundurmayı ihmal etmez. Tabii bu durum Hz. Ömer (r.a)’ın dikkatinden kaçmaz, o adama şöyle der;
-Ne kadarda birbirinize benziyorsunuz,
Adam:
-Ey Müminlerin Emiri! Müsaadenizle sana bu çocuğun ahvalini anlatmak istiyorum deyince,
Müminlerin Emiri:
- Peki der.
Adam başlar anlatmaya:
-Bu çocuk yolculuğa çıktığımda annesinin karnında idi. Vedalaşma aşamasında annesi bana:
-Beni hamile halde mi bırakıp gidiyorsun demişti.
Bende:
-Karnındaki çocuğu Allah’a emanet ediyorum ya, bu yetmez mi deyip evden öyle ayrılmıştım. Ancak yolculuk sonrası eve döndüğünde eşimin vefat haberini aldım. Bu arada taziyelere gelen yakınlarımla konuşurken az ötede kabrin üzerinde yanmakta olan bir ateş gözüme ilişir. Merak bu ya, sormadan edemezdim; “Bu ateş neyin nesi” diye.
Dediler ki:
-Bu senin ölen hanımının mezarında hemen her gün gördüğümüz ateştir.
Bende onlara:
-Ama nasıl olur bu, benim eşim ibadetten geri durmazdı, iyi bir kadındı desem de hiç kimse tınmaz susmayı yeğlerler.
Derhal kazmayı elime alıp mezarı eştiğimde bir de ne göreyim içinde yanan bir ateş değil bir ışık pırıltısı ve çocukta habire ışığın etrafında yuvarlanıp duruyor.
Ve o esnada gaipten bir ses:
-Bu senin bize emanet ettiğin çocuktur, şayet annesini de bize emanet etmiş olsaydın onu da sağ salim bulmuş olacaktın.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz, “Allah’a emanet olun” diyerek vedalaşmanın hikmeti bu kıssada gizli.
Şayet yolculuğumuzun bereketli geçmesini çok arzu ediyorsak bunun içinde Resul-i Ekrem (s.a.v) ile Cübeyr b. Mutim arasında geçen sohbette verilen mesajı düstur edinmemiz gerekir. Nitekim Allah Resulü Cübeyr b. Mutim’e:
-Ey Cübeyre! Bir yolculuğa çıktığın zaman en bereketli kimse olmak ister misin, deyince,
Cübeyr b. Mutim:
-Ya Rasulullah! Okumak isterim elbet.
Resul-i Ekrem (s.a.v) bunun üzerine:
-O halde şu beş sureyi oku Kâfirun, Nasr, İhlâs, Felak ve Nas. Her sureye besmele ile başla besmele ile bitir diye buyurur.
Hiç kuşkusuz hadis-i şerifte belirtilen süreleri okumak manevi yönden bereket kazanmamıza yeter artar da. Birde bunun fiziki boyutu var ki, hiç kuşkusuz onlar da manevi bereketlenmek kadar mühim adablardır. Madem çok mühim, fiziki adabların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
-Yolculuğa çıkarken borcun vakti geldiyse borcun ödenip öyle yola çıkmalı.
-Yol boyunca hiç kimseye yük olmamak için yol azığımızla evden çıkmalı,
-Yol arkadaşlarına ikramda bulunmayı esirgemek gerekir. Şayet boş bir arazide konakladıysak yol arkadaşlarıyla topluca yemek yemeli, lokantada isek ferdi yenilebilir.
-Yolculukta yolculuğun adaplarına riayet edecek arkadaş seçimi de çok mühim. Böylece bu bilinçte bir arkadaşla yolculuk körkütük yapılmamış olunur.
-Mümkün mertebe zorunlu kalmadıkça tek başına yolculuk yapmamak gerekir. Malum şeytan ve nefsin tek başına olanı avlaması kolay olabiliyor. Bu yüzden yolculuğa en az dört kişilik gurupla yola çıkılması tavsiye edilir. Tüm bunlardan daha da önemlisi yolculukta Peygamberimizin beyan buyurduğu “Üç kişi yolculuğa çıkarlarsa, aralarında birini başkan seçsinler” (Ebu Davud, Cihad 80) buyruğundan hareketle aramızdan Kur’anı en iyi bilen, eli açık ve en merhametli gibi özelliklere haiz bir başkan seçmek olmalıdır. Çünkü Allah Resulü bu hususta “Allah katında arkadaşların en hayırlısı arkadaşları için en hayırlı olanıdır” buyurmakta.
-Yolculuk süresince bizi yüzüstü bırakacak olanla yola çıkmamaya da özen göstermek gerekir. Buna yolda her an fitne çıkarmaya müsait olan kişiler de dâhil elbet. Şayet böyleleriyle gayri ihtiyari yola çıkılmışsa gidilecek yerlerde uzak durmakta fayda var.
-Yolculukta her türlü çile ve sıkıntıya göğüs gerip azami derecede sabırlı olmakta mühimdir. Nitekim göstereceğimiz sabırla ne kadar meşakkat o kadar ecir ve sevabın artmasını beraberinde getirecektir. Zira Hac yolculuğunda 'Ya Hacı sabır' denmesi bunun teyididir zaten.
Velhasıl-ı kelam yolculuk aynı zamanda bize gerçek dost olacak olanı tanımak içinde iyi bir fırsattır. Nitekim hani denilir ya hep, bir insanı tanımak için üç şeyi yapmak yeterlidir diye, işte onlar:
“ -Komşuluk yap,
-Yolculuk yap,
-Ticaret yap” hükmüdür.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/4 ... luk-nereye
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön